Hadis Eserlerinde Tefsir Rivayetleri I 2. Ödev: Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası nedir? Yazınız.
Hadis Eserlerinde Tefsir Rivayetleri I dersini ilk defa alan öğrenciden tefsir tarihi-hadis tarihi-fıkıh tarihi kitaplarını, ikinci defa alan öğrenciden tefsir usulü-hadis usulü-fıkıh usulü kitaplarını mütalaa etmesi istenmektedir. Bu kıraatinin sonuçlarının mukayeseli hülasasını yazması beklenmektedir.
Kütüphanenizde bulunan tefsir tarihi-hadis tarihi-fıkıh tarihi - tefsir usulü-hadis usulü-fıkıh usulü kitaplarından istifade edebilirsiniz.
Hedef tarih: 15 Aralık 2014 Pazartesi
Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası
14922723
ZEKARİYA EFE
DOKTORA
Bilindiği gibi Kur’ân 23 yıl gibi uzun bir sürede inbiştir. Bununla beraber islamın dininin ilke ve prensipleri de böylece uzun bir zaman dilimine yayılarak tamamlanmıştır. Bu dönemde İslami ilimlerden söz edilmesi yerine inan ayetlerin anlaşılması için çaba gösteren insanlar örnek bir model olan peygamberin söz ve davranışlarına bakmışlardır. İşte bu davranış zamanla bazı ilimlerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve İslam Tarihi gibi İslâmî bilim dalları, farklı zamanlarda gelişim göstererek sistemleşmişlerdir. İlk zamanlar bu ilim dalları birbirinden tamamen keskin çizgilerle ayrılmış değillerdir. Zira tefsir, fıkıh ve hadis ilmi iç içe bir gelişim göstermektedir. Zira fakih sahabeler aynı zamanda müfessir ve hadisçidir. İlk dönemde hele kuran ilimlerini ayırt etmek neredeyse imkânsızdır. Zamanla ihtiyaç duyuldukça ilim dalları da gelişim göstermeye başlamıştır. Tedvin dönemiyle birlikte ilim dalları oluşmaya başlamış ve telif edilen eserler arasında tefsir ilmi olarak anlaşılan sebeb-i nüzul ilmi de kendisini göstermektedir.
Bütün bu çalışmalar yüce Allah’ın muhatabı olan insanın kendisine gönderilen kitabı en güzel bir şekilde okuyarak muradi ilahiyi anlamaya çalışmaktır. Bunun için her kitap ve ilim bir kitabı anlamak için ortaya çıkmış olmaktadır. Bu gayret vahyin indiği günden başlayıp kıyamete kadar devam edecektir. Amaç Kur’ân’ı anlamak, kavramak ve yaşamak olunca insanın aklına mübelliğ, mübeyyin ve müfessir olan hz. Peygamber gelmektedir. Zira her zaman olduğu gibi edebi, felsefi ve ilmi eserleri en iyi açıklayanlar onları en iyi anlayanlar olduğu aşikârdır. Kaldı ki, Kur’ân insan ürünü edebi veya kültürel bir eser de değildir. İlahi kitap olan Kur’ân’ı Müslümanlar, hatta bütün insanlar anlamak, kavramak ve yaşamak için Hz. Peygamberin, onun öğrencilerinin nasıl anladıklarını izah eden bir açıklamaya muhtaçtırlar. Bu nedenle tefsirde rivayetler çok önem arzetmektedir.
Bütün insanlık için prensip ve ilkeler ihtiva eden bu kitap, fıkıh ilminin ortaya çıkmasına esas teşkil etmiştir. Zira insanların bütün ihtiyaç ve sorunlarını sıralamasına ve maddeler halinde saymasına imkân yoktur. Bu sorunlar ancak onun koyduğu ilkeler ışığında ele alınarak çözüme kavuşturulmuş ve kavuşturulmaya da devam edecektir. Burada devreye Hz. Peygamberin ve ashabının hayatı devreye girmektedir ki bu İslam tarihinin bu anlayış içerisinde önemli bir yerinin varlığını ortaya koymakta, ayrıca peygamberin söz ve davranışları bu kitabı anlamakta önem arz ettiğinden hadis ilminin doğuşuna zemin hazırlamıştır. İşte bu ihtiyaçlar ve zorunluluklar Kur’ân etrafında teşekkül eden ilimleri zamanla ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede düşünüldüğünde tefsir ilminin ortaya çıktığı zamanı Kur’ân’ın ilk muhatabı olan Rasûlullah dönemi olarak söylememiz doğru olacaktır. Yaşam tarzı olarak vahyi kendilerine sistem olarak seçen ashap ve tabiinin tefsire verdikleri önemin müstesna bir yeri olduğunu görmekteyiz. Böylece şifahi olan tefsir geleneği tabiin dönemiyle tedvin edilmeye başlamıştır.
HZ. PEYGAMBERİN DEVRİNDE TEFSİR
Hz. Peygamber kendisine vahyedilen Kur’ân’ı muhataplarına okuyor, anlamadıkları yeri de onlara beyan ediyordu. İlk muhatapların dilleri Arapça olduğundan tefsire çok fazla gerek duyulmuyordu. Çok az bir kısmını anlamadıklarında da peygamber devreye girerek ihtiyaç duydukları açıklamayı alma imkânı buluyorlardı. Buna ilaveten sahabe içerisinde anlayış, kültür, ilmi seviye ve medeniyet farklılıkları dolayısıyla kısmen tefsire ihtiyaç duyulsa da bu ihtiyacı gerek ilmi gelişme gösteren önde gelen sahabeler, gerekse Hz. Peygamber bu ihtiyacı karşılıyorlardı. Böylece Kur’ân’ın indiği bu dönemde anlamadıkları ayetlerin manalarını açıklayan, bilmedikleri ameli hükümleri uygulayarak örnek olan dini ilimlerin otoriter yapısını temsil eden peygamber ve onun yetiştirdiği sahabe vardı. Bu nedenle sorunlar kolayca çözüme kavuşuyordu.
Efendimiz döneminde tefsir vaaliyetini şu şekilde sayabiliriz;
1- Ayetlerden bazılarını okuyarak tefsir ederdi.
2- Sorulara cevaplar vererek açıklama yapardı.
3- Konuştuğuna delil olarak ayetler okuyarak açıklardı.
4- Kendisi soru sorarak tefsir etmeye başlardı.
Efendimizin tefsir yöntemini şu şekilde maddeleştirebiliriz:
1- Mücmel olan ayetleri açıklamak.
2- Müphem olanı izahatla açığa çıkarmak.
3- Mutlak anlamı kayıtlamak.
4- Müşkilatı gidermek.
5- Uygulanması istenen davranışı uygulayarak öğretmek.
İşte sünnetin kuran açısından bu fonksiyonu ileride farklı bir ilim dalı olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla hem ayetlerin açıklanması yani beyan görevini üstlenecek ve hem de şariin iradesi konusunda teşri görevini üstlenmiş olarak hizmet etmeye devam edecektir.
SAHABENİN TEFSİRDEKİ YERİ
Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe önem kazanmıştır. hadis ve nüzul sebeplerini müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, tefsir ilminde ayrıcalıklı bir yerlerinin olmasını sağlamıştır. Sahabe Peygamberimiz (s.a.v.)den sonra siyasi karmaşayla birlikte İslam’ın kaynakları olan ilimleri de bizlere aktarmasını bilmişlerdir. Topladıkları bilgi malzemeleri kısmen yazılı ve çoğunluğu ise şifahi olarak nesillere aktarılarak yazıya geçirilinceye kadar devam etmiştir.
BU DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulun-duğunu görmekteyiz. Bunlar;
1-Kur’ân-ı Kerim,
2- Hz. Peygamber,
3-İctihâd ve
4- Re’y
Sahabe Arasında bazı isimler diğer ilimlerde olduğu gibi Tefsir İlminde de öne çıkmışlardır. Bu isimleri şu şekilde sayabiliriz: Hz. Zeyd b. Sabit, Hz. Ali b. Ebî Tâlib, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hz. Aişe bt. Ebubek, Hz. Ubey b. Ka’b, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebû Musa el-Eş’arî, Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr.
TABİÛN TEFSİRDEKİ YERİ
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması dolayısıyla ister arap olsun ister olmasın yeni Müslümanlar ortaya çıkmış ve onların sahabe ve onların öğrencileri gibi Kur’an’ı anlamaları da mümkün değildi. Bu nedenle onlardaki Kur’ân’ı anlama ve İslam’ı yaşama hevesleri ilme sürüklemiş, zamanla ilimde zirve yapan mevaliler olmuştur. İslam’a yeni giren milletlerin İslam’ı öğrenmeye olan arzuları yanında Arapların idarecilikle uğraşmayı ilme tercih ederek ilimle uğraşmayı bir eksiklik olarak gördüklerinden bu dönemde ilim ve bilhassa tefsir sahasında temayüz eden şahısların çoğunluğunun Arap olmadıklarını görmek mümkündür. Sahabenin İslâmî ilimlerdeki rolü kendilerinden sonra mevalilerine miras olarak kalmıştır. Hal böyle olunca Mevaliler, doğal olarak tefsirlerine kendi kültürlerini de eklemişlerdir. Tabiûnlar, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat et¬mişlerdi. Artık tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fert¬ler ona yeni bir şeyler katmışlardır. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, geleneklerini ve hurafeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.
Bazı Meşhur Tabiûn Müfessirlerşu şekilde saymamız mümkündür; Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime, Muhammed b. Kab el-Kurezî ve Zeyd b. Eslem, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.
İslâm hukuku, tefsirde olduğu gibi oluşum süreci Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde aşamalı olarak temellendirildi, müctehid imamlar döneminde ise sistemleşerek daha önce atılan temel üzerine kuruldu.
İslâm hukukunun Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn, müctehid imamlar şeklinde dönemlendirilmesi görülmektedir. Müctehid imamlara kadar ve onların dönemlerini de içine alacak şekilde ki dönem fıkıh gelişme, sistemleşme ve zirveleşme dönemi olarak kabul edilirken bu dönem sonrası ise genelde, “taklid dönemi” olarak nitelendirilmektedir. Bu dönemden sonraki aşama ise “kanunlaştırma” dönemi adıyla ifade edilmektedir. Biz esas itibarıyla, hukukun oluşum sürecinde aşamalardan sonraki dönemi uyanış dönemi olarak ifade edersek abartmış olmayız.
Peygamber döneminde hukukun kaynağı vahiy ve içtihadı olmak üzere iki iken sahabe döneminde kitap ve sünnetin yanında sahabe re’y’i/içtihadı olarak görülmektedir. Tabiin dönemine gelindiğinde bu kaynaklara ilaveten sahabe icmaını da bulmaktayız. Mezheplerin çıkışıyla birlikte kaynakların sistematize olduğu görülmektesdir. Zira kitap, sünnet, icma, kıyas genel ilkeler olarak görülürken her müçtehid bu ilkeler yanında bazı ilkelerde geliştirmişlerdir. Mesalihi mürsele, şer’ü menkablena, ameli ehli medine ve zamanın değişmesiye değişen hükme konu olan adet ve gelenekleri de bu kategoride saymak mümkündür. Bu ilimlerin bizlere kadar iletilmesinde sahabenin özellikle Hz. Ebu Bekir (ö. 13/634) ve Hz. Ömer (ö. 23/644)in yanında Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687), Kûfe’de Abdullah b. Mesud (ö. 32/653), Medine’de Zeyd b. Sabit (ö. 45/655) ve İbn Ömer (ö. 74/693) gibi fakih, mühaddis ve müfessir sahabiler gerek fıkhi, gerek hadis ve kerekse tefsir birikiminin aktarılması hususunda çok önemli rol oynamışlardır. Tabin döneminde de gayretleri ön plana çıkan tabin ilim adamlarımızı yani Medine’de Said b. Müseyyib’i (ö. 94/712), Mekke’de Atâ’yı (ö. 114/732) ve İkrime’yi (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame b. Kays’ı (ö. 62/682), İbrahim en-Nehaî’yi (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr’i (ö. 95/714) unutmamak gerekir.
Peygamber döneminden uzaklaştıkça ilim sahasına çıkan insan ların çokluğu ve arap olmayanların da sahaya girmesiyle ilimler önce şahıslar adıyla anılırken sonra ekollere bölünmüştür. İster tefsir, ister hadis ve ister fıkıh olsun hicaz ekolü- ırak ekolü; hadis ekolü-rey ekolü; küfe ekolü ve basra ekolü diye anılmalara çokça raslanılmaktadır. Her ekol kendi sistemini geliştirmiş ve ilim sahasında ufak tefek ayrılıkçı saldırgan tutumları saymazsak takdire şayan hizmetler vermişlerdir.
Özetlemeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz: İlim vahiyle doğmuş, Hz. Peygamberin (s.a.s.) gayretleriyle alim sahabeler yetiştirmek suretiyle büyük bir gelişme göstermiştir. Onlarda nice öğrenciler yetiştirerek ilmi gelişmenin evrelerinin uluşumunda büyük rol oynamışlardır. Bu evreleri şu şekilde maddeleştire edebiliriz; I. Peygamber (S.A.S.) Devri ki, bu Devirde Fıkhın Kaynakları Kur'ân, peygamber içtihadı/Sünnet,. 2. Sahabe Devri ki, bu Devrede Fıkhın Kaynakları Kur'an, Sünnet, İcmâ, ve Rey/İctihaddır. 3. Tâbiûn Devri ki, bu devirde fıkhın kaynaklanrı şunlardı Kitâb, Sünnet, İcmâ, Sahabe Kavli ve Fetvaları yanında Rey'dir. 4. Müctehid İmamlar Devri ki, bu devir islam ilimlerinin altın devri olarak bilinir. Zira bu dönemde ilmin gelişme sebepleri daha çok dile getirilir. Gelişme Sebebleri olarak Abbasi halifelerinin din ilimlerine ve âlimlere gösterdikleri yakın ilgiyi, fikir ve İctihad Hürriyeti olduğunu, İslam Ülkesinin Genişlemesi dolayısıyla zeki ve kabiliyetli insanların ilimle severek ilgilenmelerini, ilimlerin Tedvini olunmasını, ilimler için seyahatlar yapılmasını, Mezheb ve ekollerin ortaya çılarak gelişmelerini sayabiliriz. 5. Taklid Devri ki, Bu devirde taklide sürükleyen hocaya saygı, mezheplere bağlı olan fakihlerin kadı tayin edilmesi, mezhei görüşlerin hüküm şeklinde tedvin edilmesi, kendine güvenin azalması, belli başlı mezheblere devlet tahsisi, idarecilerin bazı mezhepleri desteklemesi gibi sebeplerin varlığından sözedilebilir. 6. Duraklama devri ki, metinin şerh, haşiye ve özet mahiyetinde kitap yazma faaliyetlerinden söz edebiliriz. 7. Kanunlaştırma Devri ki, bu devir, 1851 maddelik Mecelle'nin tedvin edilmeğe başlandığı hicri 1286 yılından başlar, 1926 yılına kadar devam eder. ve 8. Uyanış devri ki, çağımızın dönemidir diyebilmemiz mümkündür.
Yararlanılan Kaynaklar
[1] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.
[2] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[3] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[4] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.
[5] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.
[6] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.
[7] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210; ve Tefsir Tarihi, FECR YAY. 2010, Ankara.
[8] Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.
Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası
İslami İlimlerin
esasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki ilmî
faaliyetler islamın ilk döneminde temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki
incelemelerle başlamıştır. İslamın bu iki temel kaynağından hüküm çıkarmayı
hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı kökten gelmektedir. Tefsir ilmi,
konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki
içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan
merkezi bir noktadadır. Buna göre Tefsir ilmi de Kur’an’ı açıklamaya çalışırken
pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve
Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an tefsirinde az ya da çok diğer ilimlere de
ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek yadsınamaz bir hakikattir.
Tefsir kelimesi,
sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya
çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir. Tefsir ilmi, teknik bir terim olarak
ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu
edinen bir ilimdir. Başka bir ifadeyle Kur’an-ı Kerim'in ayetlerini insanların
anlayabileceği şekilde açıklayan, ayetlerde geçen kapalı lafızları çözüp izah
eden ilimdir. Tefsir ile meşgul olmak, Kuranı anlama gayreti ve çabası içinde
bulunmak bir çok ayette mü’minlere tavsiye edilen bir husustur. "(Bu,)
âyetlerini düşünsünler, tam akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz
hayır ve bereketi bol bir kitaptır." (Sâd, 38/29)
Bu yazım geleneği,
bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi’nin (ö.
310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev eserler yazılmasına
imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tefsiri’ olarak adlandırılması,
bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklanmaktadır; zira bu
eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmî-fıkhî
meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde,
‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla birlikte,
nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir birikimini
bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki müfessirin, Taberî
(v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı kategoriye yönelik farklı
mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin “sınırsız rey yaklaşımına,
sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî Hâtim’in salt bir rivâyet
tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih yapmaktan bile kaçındığı”
şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur.
Gerek rivâyet tefsiri,
gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen klasik tefsirlerde, Kur’an’ı
baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem
izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri olarak oluşan
Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze’nin
sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar
dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur.
Tefsir tarihinde bütün
gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki
çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde cereyan etmiştir. Bu
yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu
bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh
ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer
ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir
tefsir anlayışından asla söz edilemez.
Fıkıh ve Tefsir Usûlü
Arasındaki Bağlantı
Fıkıh, sözlükte, bir
şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına
gelmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı, bu
sözlük anlamını korumakla beraber genelde, Kur’an ve hadis merkezli dini bilgi
ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Bu kavram ilim çevrelerinde
salt “mükelleflerin yapması gereken (vacib, mübah, haram, mendub, mekruh,
sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda gibi) ahkâm bilgisi” olarak genel kabul
görmüştür. Tüm bunları açıklamak da fakihin görev ve sorumluluğundadır. Kısaca
fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir.
Bir başka ifade
ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek
inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir.[ Konusu,
helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve
bunların dayandığı delillerdir. Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî
hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve
onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine
konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım:
Kur’ân-ı Kerîm ilk
şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir
ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip
olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap
adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk
uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının
olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade
etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde
kalmıştır.
Sonuç olarak; bu açıklamalardan da
anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh
birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki
ilim dalıdır.
Hadis ve Tefsir Usûlü
Arasındaki Bağlantı
Tefsir, Kur’ân
ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı
disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı
açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle
ilgili ne söylediğidir. Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir
İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı
birçok aslî ilim hadis mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve
daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda
hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra,
ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve
buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî
ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu
saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur.
Tefsir İlminde,
Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının daha iyi
anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir. Şöyle
ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki
yönden önem arz etmektedir:
Birincisi; Kur’an-ı Kerim’de yer
alan ilâhî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin;
Kur’an’ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş, ancak
bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının
sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve uygulamasını da yaparak
Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da;
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle
kılın.” buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da
ashabına;
“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.buyurmuştur. Namaz, hac gibi
diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların
birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz
olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır.
Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan
hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır.
İkincisi; hadisler aynı zamanda
Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt altına alır ve sınırlandırır; umum
ifade eden ayetlerini de hususîleştirir.
Kur’an’ı insanlar içinde
en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı Kerim’i
insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.), bu
görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş,
açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan
Peygamberimizin hadisleri Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.
Netice olarak
diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin
açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair
noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair
rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a
kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız
ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla bir müfessirin tefsir
yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi
Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.
Adı ve
Soyadı: Habib BAYGIN
Öğrenci
No: 14952703 (B.DOKTORA)
Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
FIKIH TARİHİ SÜRECİ
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya
vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu.
Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı
Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği
yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar
bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı
sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey
Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz
olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve
sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer,
Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz.
Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah
size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23
yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda
değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile
başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam
ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun
neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği
doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti.
Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu.
Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey
ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami
prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru
hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve
düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe
ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul
olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva
verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok
iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler
idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ
kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu
sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba
sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin
kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir
kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım
problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde
ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz
mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul
ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve
ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu
faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132
yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin
kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar
genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve
havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler,
siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri
kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz
hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı
görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul
etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi
ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir
siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya
onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i
meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden
çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve
Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan
insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi
anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları
da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin
yaşanmasına sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz
müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak
iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar
devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de
isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai,
Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu
dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın
İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan
Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile
tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş
böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de
hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar,
istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma
mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin
Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep,
batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması,
mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî
karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur.
Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu
olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye
başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada
gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını
yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk
imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı
imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz
görmüyordu.
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının
kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi
mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak
üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ
usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye
başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen
arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite
kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile
ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve
ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir..
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi
özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren
eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya
konulmuştur.
FIKIH İLE FIKIH USULÜ
ARASINDAKİ FARK
Fıkıh ilminin konusu,
mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiillerin hükümleridir.
Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf,
hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne
olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri,
tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir.
Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize
Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya
koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da
böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın
"Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer.
Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler,
içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan
kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini zikreder.İşte,
Usûlcü mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel
âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh
her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve delilini ayrı
ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü
arasında böyle bir fark vardır.
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın
pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne
kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma
olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize
ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis
ilimlerinin konusu olmuştur. HADİS İLİMLERİ Hadis ilimlerinden
bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup
birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu
durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf
denilen metodlar kullanırlar. Hadis rivayet eden
kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve
ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi
toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu
kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının
tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari,
Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin
hakkını verebilmişlerdir. HADİS İSTİLAHLARI Ravi, hadisi rivayet
eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin
şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına
rivayet etmeye de eda tabir edilir. Cerh ve ta'dil
ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil
kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır.
Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada
bir yerde değerlendirilir. Hadisin ne şekilde
rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet
denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin
hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları
rivayet ettiğini onaylamasıdır. Burada, yazılı
belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir
noktaya dikkat çekmekte yarar var: Sema, hadisçilerin
nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin
yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar
verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis
tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu
soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne
kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar
hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede
etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi
taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat
yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu
yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en
aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden
bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda
hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim: Tirmizi (ra) bir
hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in,
Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler: Muhaddislerin,
ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu
sözleri ile işaret etmektedir: HADİSLERİN ÇEŞİTLİ
YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI Sıhhat yönünden: Sahih: Aşağıdaki
üç şartı sağlayan hadise denir: Hasen: Sahih
hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi
olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o
hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın,
zayıf hadisden yukarda bir yerdedir. Zayıf: Genelde
sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir
veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan
hadisdir. Mütevatir: Yalan
üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği
hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise
"kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür.
Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır. Mevzu: Uydurma
hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük
derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin
olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler. Sahibi yönünden: Merfu: Peygamber
(sav)'e ait olan hadisdir. Mevkuf: Söz
veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir. Maktu: Söz
veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir. Bir hadisin merfu
olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen
veya zayıf olabilir. Senedde uzunluğu
yönünden: Ali: Senedin
muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır. Nazil: Seneddeki
ravi sayısının çok olmasıdır. Elbette ki hadisin az
sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir
hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür. Hadislerin
sıhhatlerine göre hükmü: Sahih ve hasen
hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin
metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler
olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde
içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında,
yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf
hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli
konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle,
zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır. Mevzu hadislere
gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin,
yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu
peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek
insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir. Bir hadisin makbul
olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer: - Metin tenkidi Metin tenkidi hadisin
metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha
kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır. Sened tenkidi ise
senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine
bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının
araştırılmasıdır. Metin ve senedden
bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında
hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden
bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi
ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine
de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet
yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok
fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün
olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır. HADİSLERİN
TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI Hadislerin yazılarak
mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın
ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve
Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir. Hadis kitaplarının
türleri: Hadis kitaplarının
türlerinden bir kısmı şunlardır: Cami: Akaid,
ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri
toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir. Sünen: Yalnızca
namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu
Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir. Müsned: Hadislerin
onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela
önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet
ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru Hadis kitaplarının
sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır.
Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu
altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve
Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını
veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni
ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat
bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis
kitaplarında zaten mevcut olmasıdır. Kütüb-ü Sitte'nin her
birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar
koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli
kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir.
Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir.
Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der: Ayrıca Nesai'nin
süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf
hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler
bulunmaktadır. Bunlardan başka
Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler,
müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin
aşağısındadır. SONUÇ |
İBRAHİM UÇAN
13912777
YÜKSEK LİSANS
ÖĞRENCİSİ
Tefsir Usulü
I.Kavramlar
A.Tefsir
B.Usûl
C.Tefsir usûlünün gayesi
Vahyin tanımı
Sözlükte: gizli ve süratli bir
şekilde bildirmek, ilhâm etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek,
telkin etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi manalara gelmektedir.
Kavram olarak: Yüce Allah’ın
genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara
ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı
veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla
peygamberlerine iletmesi.Vahyin başlangıç noktasında Allah, bitiş noktansında
ise varlıklar (insanlar) bulunmaktadır.
Vahyin geliş şekilleri
1.Vasıtalı vahiy
Allah’ın
dilediği vahiy muhtevalarını aracı melek vasıtasıyla peygamberlerine
bildirmesidir. = el-vahyu’l-celî/açık vahiy. 2 ayrı şekilde meydana gelmiştir:
a.Melek aracılığıyla yapılan
vahiy
b.Ses aracılığıyla alınan vahiy
2.Vasıtasız vahiy
a.Sâdık rüyalar
Hz. Âişe
(ra)’den rivâyet edilen: “Resûlullah (sav)’ın ilk vahiy alması, uykuda gördüğü
sâdık rüyalarla başlamıştır.”
b.Nebevî ilham
c.Perde arkasından konuşmak
Kur’ân lafzının lügat ve terim
anlamı
1.Lügat anlamı
Önce
Kur’ân lafzının hangi kökten türediğini bilmek gerek.
Eş-Şâfii
{ö.204-819} ve ona tâbi olanlara göre Kur’ân lafzı ne “kırâat” mastarından
ne de başka herhangi bir kökten türemiştir. Eğer bu kelime kırâat masdarından
türemiş olsaydı o takdirde her okunan şeye Kur’ân denilmesi gerekirdi. Halbuki
Kur’ân, Tevrât ve İncil gibi Allah’ın kelamına verilen özel bir isimdir.
Kur’ân
lafzının bir kökten türediğini savunanlar da kendi aralarında ittifak etmiş
değillerdir. Bazıları bu kelimenin hemzesiz bazıları da hemzeli olduğunu kabul
etmektedirler. Hemzesiz olduğunu ileri sürenlere göre Kur’ân lafzı قرينةkelimesinin çoğulu olan قراٲنdan türemiştir. Karîne “delil”
ve “burhân” gibi manalar ifade etmektedir. Kur’ân âyetleri muhtevâ,
nazm, vezn, fâsıla ve âhenk yönünden birbirine benzemekte ve birbirine delil
olmaktadır. Ancak قراٲنkelimesindeki hemze, kelimenin
aslından olmayıp قرينةkökünde bulunan “ي”nın yerine gelmiştir,”ن” harfi ise
kelimenin aslındandır. Bu görüş Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad el-ferra [öl
207-822] ‘ya isnâ edilmektedir.
2.Terim anlamı
Hz.
Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren
nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.
Kur’ân’ın nüzûlü
1.Kur’ân’ın Cebrâil’e intikali
Vahyin
aracı melek Cebrâil’e intikali konusunda 3 ayrı görüş:
2.Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e
inzâli
Kadir
gecesinde indirilmeye başlandığı haber verilen Kur’ân vahyinin inzâli konusunda
3 ayrı görüş:
2.
Kur’ân bütün olarak değil, ama yüce Allah’ın periyodik olarak yani bir sene
içerisinde inişini takdir etmiş olduğu miktarlar şeklinde 23 Kadir gecesinde
dünya semâsına indirilmiş oradan da tedrîcî bir tarzda Hz. Peygamber’e inzâl
edilmiştir.
3.
Kur’ân, Kadir gecesinde başlayarak 23 seneye yakın bir süre içerisinde
meydana gelen hâdiselere göre değişik zamanlarda doğrudan Hz. Muhammed’e
indirilmiştir.
Ez-Zerkeşî en isabetli
görüşün ilk görüş olduğunu beyân ediyor.
Kur’ân 23
senelik bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere ışık tutmak için tamamen
ilâhî bir program dahilinde peyderpey indirilmiş mûcize bir kitaptır.
Kur’ân
hem anlam hem de lafız olarak Allah’tan gelmiştir.
a.Kur’ân vahyinin başlangıcı
İlk defa
Ramazan ayında ve Kadir gecesinde inmeye başladığı şeklidir.
Hz. Âişe
{ra} rivayeti. O şöyle demektedir. “Allah’ın elçisine ilk defa vahiy, sâdık
rüya yoluyla gelmeye başlamıştır. Onun her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi
çıkardı. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık o Hira mağarasında ibadet
ediyor, yalnız azık almak için evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu.
Allah Resûlü {sav}’nün mağarada bulunduğu bir esnada ona vahiy meleği
gelip “oku” dedi o da “ben okuma bilme” cevabını
verdi. Resûlullah buyurdu ki. “o zaman melek beni tuttu, tâkatım kesilinceye
kadar sıktı, sonra bırakıp tekrar “oku” dedi. Ben de: “okuma bilmem”
dedim. İkinci kez beni tuttu, tâkatım kesilinceye kadar sıktı ve bıraktı, yine
bana “oku” dedi. Bende “okuma bilmem” dedim, yine beni tuttu 3cü defa sıktı ve
bıraktı sonra bana “Yaratan Rabbin adıyla oku,O insanı aşılanmış bir yumurtadan
yarattı. O keremi sonsuz Rabbin adıyla oku. O kalemle öğretti. İnsana bilmediği
şeyleri öğretti dedi”. Böylece Allah’ın Resûlü {sav} kendisine vahyedilen
bu âyetlerin dehşetinden titreye titreye hanımı Hz. Hatice’nin yanına geldi ve “beni
örtün” dedi. Korkusu geçince Hz. Hatice’ye anlattı başından geçen
olayları ve “başıma bir şey gelmesinden korkuyorum dedi”Hz. Hatice
korkma Allah seni asla utandırmaz….” Dedi.
b.Kur’ân vahyinde tedricilik
Kur’ân’ın
tedrîcen indirilmesinde bir takım hikmetler söz konusudur:
Tedrîce konu olan Kur’ân vahyi ne
nüzûl çağının muasırı olan toplumun örf, âdet, yaşayış, zihnî alışkanlık ve
idrâk biçimlerinin; ne de onu tebliğ eden zâtın hayatının bir yansıması ve
onlar tarafından yönlendirilmiş güdümlü bir vahiy muhtevasıdır. Kur’ân vahyi
Allah’ın ezelî kelâmıdır, o olaylar olsada olmasada aynı konulu vahiy
gelecektir.
Diğer özellik: Hükümlerde önem
sırasının gözetilmiş olması, bu asıl hükümlerin önce tamamlayıcı ya da tâli
derecedeki hükümlerin genellikle sonra indirilmesi şeklinde ifade edilebilir.
Kur’ân’ın metinleşmesiyle ilgili
faaliyetler
A.Kur’ân’ın tespiti
Hz.
Peygamber’in aslî görevi vahiy yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını
insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek kuşaklara da intikalini sağlamak
amacıyla onları korunabilecek bir hale getirmekti. Bu yüzden Allah Resûlü, bir
taraftan tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahâbileri,
Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu.
→Ancak
Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli
bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için
belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir.
1.Kur’ân’ın yazılması
Hz.
Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil
olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Bazı örnekler:
→ Vahyin
Mekke döneminde yazılmadığı konusunda en küçük bir tereddüt bile söz konusu
değildir. Kesin olarak bilinmeyen vahyin Mekke’de ne zaman yazılmaya başlandığı
hususudur.
→
Kur’ân’ı Kerim’in Mekke’de nâzil olmaya başladığı andan itibaren yazıya
geçirildiğini söylemek mümkündür.
Hz.
Peygamber ümmî olduğundan dolayı risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma
bilen sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman
vahiy gelse hemen birini çağırır yazdırırdı.
Kâtip
yazma işini bitirince Hz. Peygamber (sav) ona yazdığını yüksek sesle
okumasını emrediyordu. Böylece herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu
hemen düzelttiriyordu. İstinsah işi bittikten sonra da mukâbele gören asıl
nüsha, Resûlullah’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.
Hz.
Muhammed (sav)’in mevcut en uygun malzemeleri temin edip vahyi tamamlanan
sûreleri ilk yazılı malzemelerden temize çektirmek suretiyle muhafaza
ettirniştir.
2.Yazılan metnin muhafaza
edilmesi
Bu konuda
2 ayrı yaklaşım mevcuttur:
2
yaklaşım arasında değerlendirme:
Yazılan
nüshalar eğer Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edilmiş olsaydı Hz. Ebû Bekr’in
derleme esnasında Kur’ân’ın tamamını bulmuş olması gerekirdi.
Kısaca
Kur’ân nüshaları istinsahtaki pratiklik açısından vahiy kâtiplerinin muhafaza
ettiğini ileri sürerek, Allah’ın Resûlü (sav)’nün evinde bulunan nüshayı kendi
şahsî nüshası olduğunu söylemek daha isabetli bir yaklaşım olarak
görünmektedir.
3.Kur’ân metninin mushaf haline
getirilmemesi
Allah
Resûlü hayatta iken Kur’ânı Mushaf haline getirmemiştir.
B.Kur’ân’ın derlenmesi (cem’)
Resûlullah
[sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına
okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün
olmamışsada, tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde
gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından
sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır.
1.Derlemeyi gerektiren sebepler
Âyetlerin
kaybolma tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit
kaybetmeden Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’I
derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanların
Kur’ân’ı ezberlemede gevşeklik gösterebilecekleri endişesi ve Hz. Peygamber’in
yapmadığı bir işi yapmaktan çekinme kaygısı.
2.Derlenme görevinin Zeyd b.
Sâbit’e verilmesi
Kur’ân
Hz. Peygamber zamanında sahifelere ya da sahife yerine geçen bir takım
malzemelere yazılmıştı, fakat dağınık bir halde bulunuyordu. Hz. Osman halife
olunca, kıraât ihtilâflarından korktu ve neticede daha once cem edilmiş olan
Mushaf’ın çoğaltılmasını emretti.
Kur’ân’ı
derleme işinin Zeyd’e verilmesi:
3.Derlemede takip edilen yöntem
Bu konuda
son derece sağlam ve hassas bir yol izlenmiştir.
→ Bu metodun sebebi ortaya çıkma
ihtimali bulunan herhangi bir şüpheye hiçbir şekilde imkân vermemekti.
Zeyd b.
Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük sahâbilerden bazılarının da
yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı derleyebilmişti.
4.Derlenen Mushaf’ın özellikleri
Kur’ân’ı
dağınık görüntüden kurtarmak hem de istifadeyi kolaylaştırmak amacıyla Zeyd,
söz konusu Kur’ân bölümlerini deri üzerine yazdırarak yeni bir nüsha meydana
getirdi. Bu nüshanın özellikleri:
Bu
nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr’in onun vefatından sonra da Hz.
Ömer’in yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada kızı
Hafsa’ya teslim edilmiştir.
Hz.
Osman’ın zamanında çoğaltılma meselesi gündeme gelince Hz. Hafsadan ödünç
alınarak istinsahın ardından iade edilmiştir.
Mushaf
Hafsanın ardından Medine valisi tarafından Abdullah b. Ömer’den alınarak Hz.
Osman’ın çoğalttırdığı mushaflar arasında ihtilaf olmasın diye o nüshayı
yakmıştır.
→ Bunun nedeni ise Hz. Ebû Bekr zamanında cem edilen Mushaf’ın yedi harf’i
ihtiva edip çoğaltma esnasında “arza-i ahîre” itibariyle tek bir harf üzerine
yazılmasından dolayı çıkabilecek ihtilafları önlemekti.
Hz. Ebû
Bekr okumada kolaylık sağlayacağı ümidiyle olsa gerek ki, söz konusu ruhsatı
esas alarak, Kur’ân’ı yedi harf üzere cem ettirmiş, fakat Hz. Osman da kendi
döneminde ortaya çıkan kıraât ihtilaflarını önlemek maksadıyla Kur’ân’ın yedi
harften birine göre çoğaltılmasını kararlaştırmıştır.
C. Kur’ân’ın çoğaltılması
(istinsâh)
Kur’ân’ın
ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en
önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Ömer’in vefatından 3 gün
sonra halife olarak kendisine biat edilip,10 seneyi aşkın bir süre bu görevde
kalan Hz. Osman’ın devlet başkanlığı esnasında yapmış olduğu hizmetlerin en
büyüğüdür.
1.Çoğaltmayı gerektiren sebepler
Hz. Ebû
Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca
Kur’ân’a yönelik herhangi bir faaliyet içersine girilmemiştir. Hz. Osman’ın
hilafetinin ilk yıllarında ise Mushaftan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti
meydana gelmiştir.
O dönemde
hem Medine hem de Medine dışında bir takım kıraât ihtilafları zuhûr etmişti.
İhtilaflar öyle bir boyut kazanmıştıki savaşa kadar gidilirdi.
Bunun
üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsadan Kur’ân nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm
ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler üzerine yazılan nüshalarında yakılmasını
emretti.
Müslümanları
ihtilafa düşüren sebepler:
2.Çoğalmada esas alınan
prensipler
Hz.
Osman, Kur’ân’ı çoğaltmak üzere kurmuş olduğu heyete, bazı prensipler
doğrultusunda çalışmaları talimatını da vermişti:
3.Çoğaltılma esnasında yapılan
faaliyetler
Kur’ân’ın
çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır.
7 tane
nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen
ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.
4.Çoğaltılan Mushaflardan
günümüze ulaşanlar
İstinsah
edilip İslâm merkezlerine gönderilen Mushaflardan 4 tanesi yangınlar, savaşlar
veya benzeri olaylar sonucu yok olup gitmiştir.
Ancak
bunlardan 3ü günümüze kadar gelebilmiştir. (Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)
D.Kur’ân’a hareke ve nokta
konulması
Sahâbiler
Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı
hatasız okuyordu. Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça
bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır
olmuştu.
Kur’ân’ı
bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun için okumayı kolaylaştıracak ve
sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı işaretleri kullanmak gerekiyordu.
Vali
dönemin büyük dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak bir sistem geliştirmesini
söyler. Oda valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer.
Ed-Düeli’nin Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde
bulunan yazılı nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koymasından
ibarettir.
Arap
olmayan unsurlar için harfleri birbirinden ayırmakta zordu.
Vali ya
Nasr b. Âsım ya da Yahya b. Ya’mer’den önlem almasını istemişti. Harfleri
birbirinden ayırmak için yine noktalara başvurulmuştu. (= i’câb) Harekelemede
kullanılan renkten farklı olan mürekkep tercih edilmiştir, ama metinle aynı
renk.
Büyük
lügat âlimi, Halil b. Ahmed bügün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın
harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.
E.Kur’ân metninin tertibi
Kur’ân
vahyedildiği andan itibaren bir tertibe tâbi tutulmuştu.
1.Âyet
(a).Genel bilgiler
(b).Âyetlerin tertibi
Kaynakların
verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
İslâm
bilginleri, âyetlerin Kur’ân’daki sıralanışının Mushaflarda gördüğümüz tarzda
olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Kur’ân’ların tertibinde herhangi
bir farklılık söz konusu değildir.
Hz.
Peygamber Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş ve her senenin sonunda
Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir.
Yani
Kur’ân herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir.
2.Sûre
(a.) Genel bilgiler
Sûre
kelimesi sözlükte, “yüksek makam” , “ üstün derece”, “şan”, “ şeref”, “binanın
kısım veya katları” anlamına gelir. Çoğulu “süver” dir.
Istılahta
ise “âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân
bölümü” demektir.
Sûreler
isimlerini, kıssalarda geçen şahıslardan yahut konu edindikleri topluluklardan
veya ilk kelimesinden almaktadırlar. Bazı sûrelere birden fazla isim
verilmiştir.
Kur’ân
sûrelerine verilen isimlerin tevkîfî olduğunu söylemek daha isabetli olur.
Çünkü eğer ictihâdî olduğunu kabul ettiğimizde, bu olgunun hâlâ devam ettiğini
düşünürsek, her müfessire sûrelere isim koyma şansını tanımış oluruz.
Âyet
sayısı bakımından tasnif:
Mekkî ve
Medenî âyetler:
Bilginlerin
bir kısmı mekânı bir kısmıda zamanı/hicreti bir kısmıda hitâbı esas
almıştır.
Ama hicretten sonra Mekke’nin
fethiyle o mekânda inenler bu taksime göre Medenî olarak tellakki edilmektedir.
→ En çok
tercih edilen yaklaşım, zamanı esas alanların görüşüdür.
(b.) Sûrelerin tertibi
İslâm
âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde
değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak mümkündür:
→ Eğer
sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in cem ettirdiği ve Hz.
Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi bir farklılık olmazdı. Veya da
hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını kendi içtihadleri doğrultusunda
yapamazlardı.
Kur’ân’ın okunması
A.Yedi harf
1.Yedi harf (el-Ahrufu’s-Seb’a)
kavramı
“el-Ahrufu’s-Seb’a”
bir sıfat terkibidir.
2.Yedi harfle ilgili hadisler ve
değerlendirmesi
(a.) Yedi harf ile ilgili
hadisler
Yedi
harfle ilgili hadisler başta kütüb-ü sitte olmak üzere pek çok hadis kitabında
yer almaktadır.
(daha çok
örnek için sayfa 120)
(b.)Hadislerin
değerlendirilmesi
Hemen
hemen tüm hadislerde ortak bulunan: “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil
olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” Sözü tevâtür derecesine
ulaşmıştır.
3.Yedi harf hakkında ileri
sürülen görüşler ve tenkidi
(a.)Zayıf görüşler
(b.)Kuvvetli görüşler
Örnekler
sayfa 124-126
4.Değerlendirme
Yedi
harf, lehçe değişiklikleri, yaş farkı ve bilgi seviyesindeki değişikliklerden
doğan okuma farkları, bazı lafızlarda ve cümle tertibinde, asıl manayı
bozmayacak ihtilaflardan ibarettir.
Elimizdeki
mushaflarda Hz. Peygamber ’in okuduğu, okuttuğu ve vahy katiplerine yazdırdığı
metinden başka hiçbir metnin yoktur. Rasûlüllâh yapmadığı için Kur’ân’ı
cem’etmekten dahi kaçınan ve bu işe tereddütle bakan Ashab’ın Kur’ân’a ait bir
şeyi mushafa yazmaması düşünülemez.
Yedi harf ruhsatı Kur’ân’ın kıraatıyla alakalıdır, yazısıyla değildir. Sahabe
Kur’ân’ı toplarken Rasûlüllâh’ın yazdırdığını kesin olarak tesbit eden bir
metot uygulamışlardı. Osman zamanında da bunun aynen çoğaltılması
gerçekleştirilmişti. Tabii ki bu mushafa uymayan yazı şekillerinin okunmasının
yasaklanmasında icma’ vardır.
Bu durumda yedi harf ruhsatı Osman zamanında resmi makamlar tarafından
kaldırıldı. Ama bu nazil olan Kur’ân metnine bağlı olmayan bir ruhsat
olduğundan, ona etki etmedi. O metin çerçevesine girenlere ses çıkarılmadı.
B.Kırâat
1.Kırâatın tanımı ve kırâatle
ilgili bazı kavramlar
Kırâat,
“Karee” fiilinden masdardır => sözlükte: okumak
=>
Terim olarak: herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve
i’râb bakımından meydana gelen değişiklik.
Kurrâ
=> sözlükte: okuyucu, okuyan anlamına gelir ve “Kâri” kelimesinin çoğuludur.
=> Istılahta ise: yedi ya da on kırâatın kendilerine nisbet edildiği
imamlara denir.
Ayrıca
Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve ondaki kırâatlara hakkıyla vâkıf olan
kimselere de kurrâ denir.
→ Hz.
Peygamber dönemindeki anlamı, nâzil olan herhangi bir vahiy metnini ezberleyen
kimse demekti.
Rivâyet =
kırâat imamlarının râvileri arasındaki ihtilaflara denilmektedir.
Tarîk =
râvilerden sonra gelenlerin ihtilaflarını ifade etmektir.
2.Kırâatlerin tespiti
Ashâbın
Resûlullah (sav)’tan kırâatı alış tarzları çeşitli idi. Bu kırâatleri okuyan
kurrâlar çeşitli İslâm beldelerine dağılmışlar ve onların okudukları kırâatler
de, okuyucuların isimleriyle anılır olmuştu.
Hicrî
ikinci asrın sonlarında İslâm bilginleri ellerinden gelen gayreti göstererek
bütün kırâatleri bir araya topladılar. Vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara
nisbet ettiler, sahih ve şazz kırâatlerin arasını, belirlemiş oldukları
birtakım usûl ve esaslara göre ayırdılar.
3.Kırâat çeşitleri
Kırâatler
senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve gayr-i sahih (şazz)
(a.)Sahih kırâatler
→
Mütevâtir ve meşhûr olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar okunan ve inanılması
vacip olan kırâatlerdir.
(aa.) Mütevâtir kırâat
Yalan
üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı
taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih
kırâatın diğer iki şartini da bünyesinde taşıyan kırâat demektir.
Cumhûra
göre bu kırâat, kırâat-ı seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.
(ab.) Meşhûr kırâat
Adâlet ve
zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap dili gramerine
ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu mushaflara uygun
düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan, ancak gördüğü kabul ile
kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş kırâatlere de meşhûr kırâat denmektedir.
(b.)Sahih olmayan (Şazz)
kırâatler
Mütevâtir
kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.
(ba.) Âhâd kırâat
Senedi
sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman (ra)’ın Mushafına veya Arap
dili gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.
(bb.) Müdrec kırâat
Kur’ân’ın
bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı
verilir. Bu tür ziyâdeler Kur’ân’dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla
yazılan şahsî notlardan ibarettir.
(bc.) Mevzû/Apokrif kırâat
Tamamen
asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan uydurma kırâatlerdir.
4.Kırâatlerdeki çeşitliliğin
hikmetleri
5.Kırâat imamları ve râvileri
(devamı sayfa 136-138)
6.Kırâatlerin bugünkü durumu
“Kırâat-ı
aşere” diye bilinen on kırâattan 3 tanesini bugün Müslümanlar pratik olarak
kullanmakta. Tamamını ise ancak bu işi ehlinden özel ders almak suretiyle
öğrenen bazı kimseler okumaktadır. 3 kırâat:
→ 10
kırâat imamına nisbet edilerek okunan kırâatlerin hepsi sahihtir, haktır
ve hepsi Peygamberimize dayanmaktadır. Sahih kırâatlerin nisbet edildiği
imamların hepsi de bu kırâatleri kendi hocaları vasıtasıyla Hz. Peygamber’e
ulaşan bir senetle ondan almışlardır. Bundan dolayı sahih kırâatler arasında
doğruluk veya güzellik bakımından bir ayırıma gitmek câiz görülmemiştir.
KUR’ÂN
İLİMLERİ
A.
ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN
Tanımı ve
Mahiyeti
Üslub,
oluş, yapılış biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına
gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya
bir devrin kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan
maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap
etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak
bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile
dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün
unsurları taşıdığını rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı üslüp tarzı en
üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim
üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet bataklığından
kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp,
bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de içerdiği
konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.
Kur’an’ın
Üslup Özellikleri
Kur’an
üslup bakımından öyle üstün bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir ki, beşeri eserlerde
bu tarz bir güzelliğe rastlamak asla mümkün değildir:
Kur’an’da kelimelerin, harflerin,
sükûn veya harekelerin, med yahut kasrların nizâmında tecelli eden, kulağa ve
ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Arapça bilmelenler dahi bunu
anlayabiliyorlar. Ondaki lafızlar ve bu lafızları meydana getren harfler
öylesine güzel bir şekilde yerşetirilmiştir ki, bunların toplamından insana
hayranlık eren bir ses armonsi meydana gelmektedir.
Kur’an, içerdiği lafızları manayı
tam ifade edebilecek bir şekilde kullanmaktadır. Bu kullanımda aslî veya
tamamlayıcı herhangi bir unsur noksan olmadığı gibi, garip bir fazlalık da söz
konusu değildir. Her harf bir fonksiyon icrâ etmektedir. Örnek için bkn. S.149
2.
Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi:
Kur’an’ın bu husûsiyyeti
sayesindedir ki, avâm/halk tabakası kendi bilgi ve tecrübesine göre sathî bir
manayı, ihtisas ehli ise lafızların köklerine nüfüz ederek değişik manaları
kavrayabilmektedir.
3.
Konuların iç içe bulunması:
Kur’an, ulûhiyyet, nübüvvet,
ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi temel konuları içerisine almaktadır. Temel
konularla birlikte bütün konular bir tek küllî mananın etrafında dönüp
dolaşmaktadır; ‘insanları kendi hür iradeleriyle Allah’a kullupa çağırma’.
Kur’an şayet beşerî telif usûllerine göre hareket edip her konuyu ilgili
bölümde anlatma yoluna gitmiş olsaydı, bu merkezi gayeyi gerçekleştiremezdi. Bu
yüzden Kur’an, muhataplarını hep teyakkuz (:uyanıklık) durumunda tutmak için
muhtevâsındaki konuları iç içe bir tarzda anlatmıştır.
4.
Beyân tarzının çeşitliliği:
Farklı beyân tarzları sebebiyle
Kur’an, mükelleften yapılmasını istediği bir şeyi çeşitli şekillerde ifade
etmiştir. Bunu bazen açıkca emir olarak bazen emir manası taşıyan kalıplar
kullanarak bazen de yapılması istenen fiilin hayır olduğunu belirterek vs.
gerçekleştirir.
B.
MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN
Mübhem
kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle
ne kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim
olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk
veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller,
zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle
zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması
bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.
Mübhemâtın
Kur’ân’da Yer Almasının Sebepleri
C.
GARİBU’L-KUR’ÂN
Tanımı ve
Önemi
Garîb
kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına
gelmektedir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere
başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk önceleri
kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi
ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı
dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına
gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler
Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden
oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı
ortaya çıkmaya başlamış oldu.
D. VÜCÛH
ve NEZÂİR
Tanımı
Vücûh,
vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı,
mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin
Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî
kitabında ‘el-hüda’ kafzubub Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada
kullanıldığı ifade etmektir: Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs.
Söz konusu edilen bu farklı manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi
mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye
de adlandırılmıştır.
Nezâir
de, nazîrekelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve
sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki
farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan
dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da
denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler
anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.
Yani
vücûh da teaddüd/anlam çokluğu, nezâir de ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh
manalar da, nezâir de lafızlarda söz konusudur.
Vücûh ve
Nezâir İlminin Önemi
Vücûh ve
nezâir ilmine konu olan lafızlara, muhtevâlarında bulunan manalar açısından tam
bir netlik kazandırılamazsa, o durumda söz konusu lafızların yer aldığı
nasların delâletlerini tam ve doğru bir şekilde anlamak mümkün olmaz. Herhangi
bir kimsevücûh kavramının çerçevesi içerisine giren bir kelimeye
her geçtiği yerde aynı manayı vermiş olsa, hatalı neticelerin doğmasına yol
açabilir. Aynı şey nezâir içinde geçerli. İşte bu sebepledir ki İslâm
bilginleri daha ilk dönemler (II. hicrî asırda) vücûh ve nezâir konusunda
müstakil eserler kaleme almışlardır.
E.
AKSÂMU’L-KUR’ÂN
Anlamı ve
Mahiyeti
Aksam,
kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve
yeminmanalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp
yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını
veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.’ Mezheplerin ittifakına
göre Allah’tan başka hiçbir varlık üzerine yemin etmek câiz değildir. Yapılan
yeminler bozulduğu takdirde, Mâide 89’da geçen cezalardan birini hak etmiş olur.
Kur’an’daki
yeminlere gelince: Kur’an’da söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla
birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah
Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe,
peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.)
yemin etmiştir. Allah’ın Kur’an’da yapmış olduğu yeminleri gruplandırabiliriz:
Yüce
Allah, Kur’an’da çeşitli varlıklar üzerine yemin ettiği gibi üç ayette de Hz.
Peygamber’e yemin etmesini emretmiştir. Söz konusu âyetlerde Hz. Peygamber’den
yemin etmesi istenen husular, ‘öldükten sonra dirilme’, ‘kıyamet’ ve ‘azab’
tır. Bunlar da, insanlık tarihi boyunca inkârcıların bir türlü inanmaya
yanaşmadıkları ancak vuku bulması muhakkak olan unsurlardır.
Kasemlerin
Kur’an’da Yer Almasının Sebepleri
Kaynaklar
bize bu hususta üç sebepten söz etmektedirler:
Kasem
Fiiline Nefiy Edâtının Dâhil Olması
Kur’an’daki
yeminlerle ilgili olarak önemli bir nokta da, kasem fiilinin başına (لا) nefiy
harfinin gelmesidir. Bu konuda müfessirlerin ileri sürdükleri farklı
açıklamaları mevcuttur:
KUR’AN’IN ANLAMIYLA İLGİLİ İLİMLER
Anlam,
bir kelimenin, bir önermenin, tasarımın, bir düşüncenin ya da bir eserin
anlatmak istediği şeydir. Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun bu anlam
boyutuyla ilgilenerek, metninin doğru anlaşılmasına yardımcı olmaktadırlar. Bu
ilim dalları, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında, onu okuyup
anlama durumunda olan insanlara pekçok yarar sağlayabilirler.
A. MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN
Müteşâbihin
Manası ve Niteliği
Müteşâbih
sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına
gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih
denilmektedir. Kavram olarak ise:‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir
sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali
olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da
harflerdir.’ Yani müteşâbih ayetlerde üç ayrı nitelik bulunmaktadır.
‘Bilinmezlik ’ vasfı, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin mana itibariyle, ancak
Mutlak Kudret’in bigisi dahilinde olduğunu gösterir. ‘Kapalılık’ söz konusu
olduğunda, o tür ayetlerin yorumlanmasında mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır
ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia
etmek mümkün değildir. Bir kısım âyetler de farklı anlamlara müsaittir ve bu
anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede bir benzerlik mevcuttur.
Dolayısıyla bu nevi âyetlerin yorumlanmasında da hem bazı zorluklar bulunmaktadır,
hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin isabetli ve mutlaka doğru
olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir.
Müteşâbihlerden
dışında kalan âyetlere de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre
muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede
açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek
bir anlama delâlet eden âyettir.
Kur’ânî
Nasları Sınıflandıran Âyetlerin Tahlili
Bu konuda
üç ayet vardır. Ayetin birine göre Kur’an’ın tamamı muhkemdir (Hud;1). Başka
bir âyete göre de Kur’an’ın tamamı müteşâbihtir (Zümer;23). Diğer ayette de bir
kısmının muhkem bir kısmının da müteşâbih olduğu (Âl-i İmrân;7) beyân
edilmektedir. İlk bakışta bir çelişki olduğu düşünülebilir. Ancak ilk ayette
muhkem lafzı, her yönüyle bozulmadan uzak, sağlam, ve sonsuz hikmetleri ihtiva
etmek manasına gelmektedir. İkinci ayetteki müteşabihlikten kasıt ise âyetlerin
belâgât, fesâhat ve icâz yönleriyle birbirlerine benzedikleri ve birbirini
tasdik ettikleri anlamına geldikleridir. Son ayette ise muhkem ve müteşabih
kelimeleri ıstılâhî anlamda kullanılmıştır.
Yani ilk
iki ayette kavramlar sözlük manalarıyla, son ayette de ıstılâhi
manalarıyla kullanılmışlardır.
Müteşâbihlerin
Çeşitleri
Eş-Şâtıbî’ye
göre müteşabihler mutlak (mahiyetlerini sadece Allah’ın bildiği) ve izafî
(rüsûh sahibi âlimlerin anladığı) olmak üzere ikiye ayrılır.
Bu müteşabihler beşerin gücü
dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği
müteşâbihlerdir. Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, Rûh, Sûr ve
Dâbbetu’l-arz gibi kesin anlamları meçhul olan kavramlardır. Bir kaçını
açıklayacak olursak:
RÛH: ‘Sana rûhtan soruyorlar. De
ki: “Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az şey verilmiştir.” ’
(İsrâ;85) Ruh ile kastın tam olarak kim ve ne olduğunu bilmiyoruz. Kur’an,
Cebrail as, bedenlere hayat veren ruh vs. kastedilmiş olabilir. Rûh,
Rabbimin emrindendir sözünde ise iki ayrı anlam vardır. Cebrâil
as Allah emriyle hareket eder, onun emriyle vahiy getirir. İkinci anlam ise
âyetteki emir lafzı, iş ve fiil manasına alınarak, rûhu Allah yaratmıştır,
dolayısıyla mahiyetini de ancak o bilir. İnsanların bu konuda bilgileri azdır
anlamı da verilebilir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştirhitabının
da genel anlamda insanlığa mı yoksa husûsî olarak soruyu soranlara mı ait
olduğu da açık değildir. Kimi müfessire göre bütün insanlar, kimi müfesssirlere
göre de yalnızca Yahudiler kast edilmiştir.
SÛR: Kur’an’ın on ayrı âyetinde
zikredilir. Müteşâbihliği, sûrun hakikat ve mahiyeti, üfürülme zamanı ve sûrlar
arasındaki sürenin uzunluğu gibi hususların hâlâ birer sır olmalarından
kaynaklanıyor. Âyetlerden anlaşılıyor ki söz konusu âletin üç ayrı zamanda
kullanılacaktır. İlk üfleyişte bütün insanları şidddetli bir ölüm korkusu
saracaktır. İkincisinde bütün mahlukatın ölümüne yol açacaktır ve üçüncü defa
da bütün insanlar dirilecek, kabirlerinden doğrulup kalkacak ve ilâhî mahkemeye
doğru yürüyeceklerdir.
DÂBBETÜ’L-ARZ: “O söz
başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız; o onlara
insanların, âyetlerimize inanmadıklarını söyler.” (Neml;82) âyetinde,
kıyâmetten önce çıkarılacak olan bir canlıdan söz edilmektedir. Dâbbetü’l-arz
denilen bu canlılın şekli, büyüklüğü, yaratılış özellikleri, nereden, ne zaman
ve nasıl ortaya çıkarılacağı konusunda çeşitli rivâyetler mevcuttur. Ancak bu
bilgilerin âyette bulunmadığı gibi sünnete de tek bir rivayet dışında bu konu
hakkında bilgi yoktur. Bu bilgiler Yahudilerden veya başka din mensuplarından
Araplara geçmiş olan haberlerdir.
Hakiki müteşâbihlerin manaları
Allah’ın ezelî ilmi içerisindedir. Bu yüzden bu tür ayetler üzerinde yapılan
açıklama ve yorumlar hiçbir zaman o âyetlerin hakiki anlamlarını ortaya koyucu
nitelikte değildir.
İzafî Müteşâbihler
Bu müteşabihler, kastedilen
mananın anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir açıklamaya ihtiyaç gösteren
hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı âyetlerle garib
kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu
âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip olan müfessirlerin
başka konularda olduğu gibi bu konuda da karîneleri (:belirti) doğru tespit
ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. İzafî müteşâbihler
ikiye ayrılır:
LAFZÎ MÜTEŞABİHLER: Kelimenin
yapısında görülen bu nevi müteşâbihlik, lafzın ya garip ya da müşterek olması
durumunda söz konusudur:
Garip lafızlar: Kur’an’ın bazı kelimelerinin
garabetten dolayı müteşâbih olduğu ileri sürülmektedir. Mesela Hz. Ebu Bekr
(ra)’eوَفَاكِهَةًوَاَبًّا
(“Meyva (lar) ve çayır (lar) itirdik”Abese;31) âyetinin
manası sorulduğunda, “Şâyet Allah’ın kitâbı hakkında bilmediğim bir şeyi
söylersem, hangi semâ beni altında gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde
barındırır?” demiştir. Görüldüğü üzere Hz. Ebu Bekr kendi kabilesi tarafından
kullanılmayan kelimesinin hakiki anlamda neye delâlet ettiğini bilmediğini
açıkça beyân etmiştir. Ayêt belirli bir manaya delâlet etsede bu kesinlik arz
etmez. Bu yüzden denilebilir ki ‘ebben’ kelimesinin manasını tayinde ve bununla
hangi çeşit bir bitkinin kastedildiğini belirlemede bir zorluk vardır. Çünkü bu
kelime lügatta çayır, otlak, sebze, saman ve çerez gibi anlamlara gelmektedir.
Müşterek lafızlar: Şayet bir lafız birden çok mana
ifade eder ve bu manalardan birini tercihde zorluk olursa, o takdirde böyle bir
lafız, manasındaki iştirakten dolayı müteşabih kabul edilir.Mesela, (“Bunun
üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu.” Sâffât;93)
âyetinde yer alan ‘el-yemîn’ kelimesinde bu anlamda teşâbüh vardır. Çünkü bu
lafız, sağ el, kuvvet ve yemin manalarına gelmektedir.
MANEVÎ MÜTEŞABİHLER: Müteşâbihlik
bazen de âyetlerin manalarında görürlebilir. Bu, söz konusu âyetlerin mana
bakımından açık olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden
kaynaklanmaktadır.
Müteşabihlerin
Hikmetleri
B.
HURÛF-I MUKATTAA
Kur’an’daki
bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler)
denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî
müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk
yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla gelmiştir.
Genel
Bilgiler
Mukattaa
harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili,
üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf
olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Müfessirlerin beyânına göre vahiy
geldikçe Hz. Peygamber bunları insanlara tebliğ ederdi. Ancak Kur’an’ın meydan
okuması karşısında âciz kalan müşrikler ve gayr-i müslim unsurlar diyorlardı
ki, “...Sakın çu Kur’an’ı dinlemeyin, okundukça gürültü edin, belki bastırır
galip gelirsiniz.” (Fussilet;26) Ancak hurûf-u mukattaanın
yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler, kâfirlerin de dikkatlerini çekmiş
böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a kulak vermeye başlamışlardı.
Hurûf-u
mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır.
Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet olduklarını bazılarının da
kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür demişlerdir. Basralılara göre ise bu
harflerin hiçbirisi müstakil âyet değildir.
Hurûf-u
Mukattaanın Yorumu
Hurûf-u
mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda iki görüş vardır:
Halefin görüşü:İkinci görüş de halefin yani
Müteahhirûn Ehl-i Sünnet kelâmcıların görüşüdür. Onlara göre de, Allah
Teâlâ’nın muhatapları için anlamı olmayan şeyleri inzal etmesi uygun değildir.
Hurûf-u mukattaaların hangi anlamlara gelebilecekleri hakkında 20 kadar görüş
vardır ve bir kaçını sıralayacak olursak:
Allah’ın isim ve
sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir. Delil olarak kullandıkları bir
rivayet ise İbn Abbas’a nispet edilmektedir: Elif Lam Mim’i oluşturan
harfler, Allah, Latîf ve Mecîd isimleri gösterir. Kelamcılardan
bazılarına göre de, mukattaa harfleri, Allah’ın aynı harfle başlayan bütün isim
ve sıfatlarına delalettir. Yani mesela Elif; Ehad, Evvel, Âhir, Ezelî ve Ebedî
isim ve sıfatlarına delalet eder.
Allah Teâlâ bu harflerle yemin
ederek söze başlamaktadır. Bu görüş, el-Ahfeş’e nispet edilmektedir. Ona göre
Allah nasıl kendi şerefi, yüceliği ve kâinattaki bazı varlıklar üzerine yemin
etmişse, hurûf-u mukattaa ile de aynı şekilde yemin etmiştir. Bu yemin, söz
konusu harflerin değerini yükseltmekte ve söze ayrı bir güzellik
kazandırmaktadır. Ancak bu durumda bazen peş peşe iki yemin söz konusu
olmaktadır ve bu hoş karşılanmayan bir durumdur.
Mukattaa harfleri, başında
bulundukları sûrelerin isimleridir. Ancak bu görüş de tenkit edilebilir
mahiyette. Şayet bu harfler başlarında yer aldıkları sûrelerin isimleri kabul
edilirse, o takdirde aynı harflerle başlayan birden fazla sûreyi birbirinden
ayırmak nasıl mümkün olabilir?
Mukattaa harfleri
inanmayanların dikkatini çekmek için konulmuştur. Onlara göre Allah teâlâ, bazı
sûrelerin başına koyduğu bu harflerle hem inanmayanların dikkatini çekmekte hem
de onlara üstü kapalı bir şekilde meydan okumaktadır. Yani Yüce Allah bir
anlamda müşriklere, söz konusu harfler sizin de çok iyi bildiğiniz gibi hecâ
harfleridir. Kur’an’ın tamamı da bu harflerle nâzil olmuştur. Eğer güç
yetirebilirseniz, o Kur’an’ın bir benzerini getirin, demiş olmaktadır. Bu
görüş, İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Psikolojik
bakımdan insanları, ilgilenmedikleri şeylere yönelten bir metod olması
bakımından oldukça enteresan görünmektedir.
C.
İ’CÂZU’L-KUR’ÂN
İ’câz
kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir
masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kend
benzerini getirmekten âciz bırakmasıdemektir. Bu anlayışa göre Kur’an,
benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir
mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği
halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından
öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi
imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın
Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla
Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü
bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu
görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın
mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe
Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına
icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona
konuşma izninin verilmesine benzer.
Kur’an’ın
Mûcize Oluşunun Delilleri
Kur’an’ın
mûcize oluşunun üç delili vardır:
Kur’an’ın
İcâz Yönleri
Kur’an
ilim, hüküm ve beyân bakımından beşer gücünü aşan meziyetlerle dolu bir
kitaptır. Bütün bu meziyetler, aynı zamanda onun mûcizeviliğini gösteren
delillerdir.
D.
MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN
Müşkil
Kavramı
Müşkil’in
manası, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın
bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye
tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin
bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi
düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette
içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu
apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir
çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte
herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır.
İşkâle
Yol Açan Sebepler
Kur’ân’da
bulunduğu zannedilen müşkilâtın sebepleri vardır.
İşkâli
Giderme Yolları
Kur’ân
müşkillerini gidermek için ortaya iki yol çıkmıştır:
E.
MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN
Münâsebetin
Manası ve Alanı
Münâsebet
sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim
olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya
anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişkidemektir. Münâsebet ilmi
konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve
insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve
sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.
Kur’ân
âyetleri çeşitl zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir.
Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve
irtibata engel teşkil etmemektir. Kur’ân’ın içerdiği naslar arasında mantıksal
bir anlam ilişkisinin bulunması zaruridir. Bu ilişki hem âyetler hem de sûreler
arasında söz konusudur. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları,
bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından mâkul bir
irtibat ve insicam mevcuttur.
Meselâ
Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son
bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih
etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan
her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.
Münâsebâtu’l-Kur’ân İlminin Tarihi Gelişimi
Kaynaklar,
Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki münâsebetten ilk defa söz eden İslâm
bilgininin Ebû Bekr en-Nîsâbûrî (ö.324/936) olduğunu zikretmektedir. Bu zât hem
münâsebet hem de münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüştür ve bu ilme çok
katkısı olmuştur. Buna rağmen bu katkısı şifâhi nakilden öteye geçmemiştir.
Kur’ân’ın insicâmı konusundaki düşünce ve yorumlarını kitabîleştirmek suretiyle
bu ilmin daha kalıcı olmasını sağlayan ilk müfessir er-Râzî (ö.606/1209)’dir.
‘Kur’an’ın tamamı tek bir sûre hatta tek bir âyettir’ tezinden hareket eden er-Râzî,
âyet ve sûreler arasındaki münâsebete zaman zaman yer vererek, Kur’an’daki
anlam bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir.
VIII.
hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Hayyân’ın hocası Ebû Ca’fer Ahmed b.
İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi
suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil
eseri yazmıştır. Daha sonraki asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer
el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla
oldukçca hacimli sayılabilecek bir tefsir yazmış ve söz konusu eserinde
müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını
böylesine derin ve engin bir şekilde ele bir başka tefsir mevcut değildir.
F.
FEZÂİLU’L-KUR’ÂN
Anlamı
Fezâil,
fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna
göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve
şererfi demektir.
Kur’an’la
ilgili Fazilet Hadisleri
Hz.
Muhammed (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de
onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir:
Kur’an’ın
tümü hakkındaki bu fazilet hadisleri güvenilir hadis kitaplarında mevcuttur ve
sahih olduklarında şüphe yoktur.
Sûrelerle
İlgili Fazilet Hadisleri
Sûrelerin
faziletine dair pek çok hadis mevcuttur. Bunların büyük bir kısmı tefsir
kitaplarında yer almaktadır:
Kur’an
sûrelerinin fazileti hakkında nakledilen bu hadisler ez-Zemahşerî, el-Beydâvî
ve Ebu’s-Suûd Efendi’nin tefsirlerinde yer almaktadır. Kaynakların belirttiğine
göre bu müfesirler söz konusu hadisleri, Kur’an sûrelerinin faziletleri
konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan es-Sa’lebî ve el-Vâhidî kanalıyla
rivâyet etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki müfessir eş-Şirbînî, ez-Zemahşerî ve
ona tâbi olarak aynı hadisleri naklene el-Beydâvî’nin pek çok uydurma hadisi
kitaplarına aldıkların söz etmektedir. Bu müfessir söz konusu hadislerin mevzû
olduklarını belirtirken, âlimlerin ekseriyetinin görüşünü benimsemiştir. Kur’an
sûrelerinin faziletiyle ilgili pek çok hadisin uydurulduğu konusunda açık
itiraflarda mevcuttur. Mesela Meysere b. Abdi Rabbih İnsanları Kur’an
okumaya teşvik etmek için pek çok fazilet hadisi uydurduğunu beyân
etmiştir.
Kur’an
sûrelerinin fazileti konusunda uydurulan hadisler teşvik için yaramış olsa bile
uydurulan hadislerde öngörülen aşırı sevaplar, Müslümanları Kur’an’ın ruhundan
uzaklatırıp sadece onun lafzıyla meşgul etmiştir. Halbuki ümmetin en hayırlısı
olan ashâb Kur’an’ın manası ve hükümlerin uygulanması konusunda çok titiz
davranıyordu. Böylece bu mevzû hadisler Müslümanları daha çok Kur’an’ın lafzına
yönelterek onları asıl görevlerinden uzaklaştırmıştır.
TARİH İÇERİKLİ İLİMLER
Kur’an tarihe
ve tarihi olaylara özel bir önem atfetmektedir. Hedefi, olayların arkasında
kalan gizli degerleri, önemli mesajları muhataplarına ulaştırmaktır. Kur’an
sadece tarihi bilgileri anlatmakla kalmaz, zaman zaman da Yüce Allah’ın
yaratıcı kudretini, tarihin akışıyla birlikte hep var olan İlâhi yasaları
(Sünnetullah) görme imkanı sağlayan jeolojik ve biyolojik özelliklere de
dikkatlerimizi çeker.
A.
KISASU’L-KUR’ÂN
Kıssaların
amacı, sadece insaların ahlâkî davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve
neticeler üzerinde durmak değildir. Kur’an’ın kendi sunu mantığı ve yöntemi
içerisinde kıssalar, bir nakil ve aktarımın ötesinde, toplumsal değişmelere
paralel olarak ele alınması ve üzerinde derinliğe düşünülerek birtakım yorum ve
prensiplere ulaşılması gereken tarihsel veriler konumundadırlar. Bunlar, İlâhi
bir tarih yorumunu elde etmemiz için mevcutturlar.
Kıssa
Kelimesinin Anlamı
Kıssa, ‘bir
kimsenin izini sürüp adım adım takip etmek’ manasına gelmektedir. İkinci
bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir. Bunların dışında anlatmak,
hikâye etmekmanalarına da gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu
anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri
açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri
yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.
Kıssaların
Gayeleri
Kıssaların
Özellikleri
Kur’an,
ilâhî mesajı muhataplarına ulaştırmak için tarihi olayları araç olarak
kullanmıştır. Kur’an bu önemli hedefi gerçekleştirirken, söz konusu olan
kıssaları belli bir takım özellilere riâyet ederek sunar:
Kıssaların
Vâki Olmadığı İddiası
Kur’an
kıssalarının gerçekte vuku bulmadığı iddiasını ilk defa ciddi bir şekilde
gündeme getiren, Muhammed Ahmed Halefullah’tır. Halefullah’ın konuyla ilgili
iddiası şöyledir: Kur’an’ın birçok âyetinde müşriklerin Kur’an hakkındaki
‘evvelkilerin masalları’ nitelemelerine yer verildiği halde hiç bir ayette bu
iddialar reddedilmiş değildir. O halde Kur’anda masal bulunduğunu söylemekte
bir sakınca yoktur. Kur’an, naklettiği bu olayların vuku bulup bulmadığına,
gerçekle uyuşup uyuşmadığına önem vermemiştir çünkü o kıssaları sadece vermek
istediği talimat ve öğütler için vesile kılmıştır. Bize göre bu iki iddia da
mesnetsiz ve tutarsızdır. Çünkü Kur’an, Furkân sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde
‘evvelkilerin masalları’ iddiasını reddetmektedir. Ayrıca, anlattığı kıssaların
gayb haberleri olduğunu da birkaç âyetinde ifade etmiştir (Âl-i İmrân:44;
Yûsuf:102). Ayrıca Kur’andaki kıssaların Kitab-ı Mukaddes’de anlatılanlara çok
benzemesi de bu iddialar için bir delil teşkil etmez. Kitab-ı Mukkades ile Kur’an-ı
Kerîm’in kaynağı birdir ve Kitab-ı Mukaddes’in tamamen tahrif
edildiğine dair bir bilgi yoktur. Öyleyse bu benzerliklerin bulunmasında gayet
tabiidir.
B.
ESBÂBU’N-NÜZÛL
Kur’an
âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve
bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler.
Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri
konu edinmiştir.
Esbâbu’n-Nüzûl
Kavramı
Esbâb,
sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’
manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir.
Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade
eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir:
‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç
âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir
şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’. Örnek için bkn. S.232-234
Esbâbu’n-nüzûl
Rivâyetleri İçin Kullanılan Tâbirler
Rivâyetler
bazı hususî tâbirlerin kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin
dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. İfadeler:
Esbâbu’n-nüzûlle
İlgili Rivâyetlerin Sıhhati
Tefsir
âlimleri, nüzûl sebebpleriyle ilgili rivâyetlerin sıhhatini tesbitte oldukça
titiz davranmışlardır. Bunun için sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri
sürmüşlerdir:
Rivâyetlerin
Çeşitliliği
Çeşitlilikten
maksat, bir âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak birden çok rivâyetin
nakledilmesidir. Eğer rivayette geçen sebep aynı, şahıs ve zaman bakımından
farklılık söz konusuyla bir problem yok demektir. Ancak bu farklılıklarla
birlikte bir de sebep de farklı ise ozaman sırayla takip edilmesi gereken bazı
yollar vardır:
Esbâbu’n-nüzûlün
Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Sonuçlar
C.
NÂSİH-MENSÛH
İslâm’ın
ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Bu
özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir perspektiften ele alınması gereğini
düşünüyoruz.
Neshin
Tanımı
Sözlükte ortadan
kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka
bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î
bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli
bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü
kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsihdenilmektedir.
Kur’an’da
Neshin Varlığı Tartışması
Nesih
fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya
atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam
itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi
ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam
bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi
reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki
olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni (ö.322/933)’nin yaşadığı asır
dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.
Esasen
Kur’an’da neshin bulunmadığını ileri süren âlimler, bu hususu tahsîs kavramıyla
açılmaktadırlar. Onlara göre Kur’an’da yer alan herhangi bir hüküm hiçbir zaman
tamamen ortadan kaldırılmamış; ancak bazı durumlarda bir nassın daha sonra gelen
bir nasla anlam alanı darltılmıştır.
Nesih ile
Tahsisin Farkları
Neshin
Şartları
Neshin
Tespiti
Peygamber
Efendimiz önceden koymuş olduğu bir yasağı sonradan kaldırarak sünnetteki neshe
işaret etmiştir ancak Kur’an’da neshin varlığına dair herhangi bir beyanda
bulunmamıştır. Neshin tespiti konusunda o yüzden sahâbenin bilgisine başvurmak
gerekmektedir. Çünkü onların verdiği bilgiler, sonrakiler için çok önemli bir
kaynak niteliği taşımaktadır. Belirleyici diğer bir hususta icmâ’dır.
Neshin
Kısımları
Metni Mensûh Hükmü Bâki
Naslar:
Metni Bâki Hükmü Mensûh Naslar:
Hem Hükmü Hem Tilâveti Mensûh
Naslar:
HADİS İLE İLGİLİ
ISTILAHLAR
I- KABUL VEYA RED
AÇISINDAN:
A- MAKBUL
HADİS: Kendisiyle amel edilmesini gerektiren hadislerdir.
("Ma`mulun bih", "me`huzun bih" de denir.)
B- MERDUD
HADİS: Râvîsinin doğruluğu kabul edilmeyen ve kendisiyle amel etmek
gerekmeyen hadistir.Hükmüyle amel edilip edilmemesi konusunda karar verilemeyen
("tevakkuf edilen") hadisler de merdud gibidirler.
II- RÂVÎ SAYISI (VEYA
DERECE-İ ŞUYU`) AÇISINDAN:
II-A- MÜTEVATİR
HADİS: (1) Yalan üzerinde birleşmeleri âdeten mümkün olmayan râvîler
topluluğunun ("cemm-iğafir"), her nesilde, kendileri gibi bir
topluluktan alıp naklettiği, (2) işitme veya görmeye ("mahsûsat")
dayanan hadistir. Kesin bilgi ifade eder, amel vaciptir, reddi küfrü
gerektirir, tetkik ve tenkid dışıdır.
II-A-1- Lafzen
Mütevatir: Bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan hadistir ki "yok
denecek kadar" azdır. "Men kezebe aleyye..." misalidir. Kayıt
konmadan "mütevatir hadis" denince "lafzen mütevatir" anlaşılır.
II-A-2- Ma`nen
Mütevatir: Aralarında ortak bir nokta bulunan değişik lafızlı hükümlerin,
tevatür şartlarını taşıyan râvîlerce rivayet edilmesiyle ortaya çıkan
"ortak manaya" denir. Mesela, 100 kadar değişik lafızlı hadisten
çıkan bir mütevatir mana Resûlullah Aleyhissalatü ves`selâm`ın "ellerini
kaldırarak dua ettiğidir."
II-B- ÂHAD
HADİS: Mütevatir hadis şartlarını taşımayan hadistir. (Mütevatir
derecesine ulaşamamış hadistir.) (Kelime anlamı öyle olsa da, sadece bir
kişinin rivayet ettiği hadis DEMEK DEĞİLDİR.) Hadislerin hemen hepsi bu anlamda
âhaddır.
II-C- MEŞHÛR
HADİS:1- Başlangıçta âhad iken Tabiin ve Etbaut-tabiîn devrinde tevatür
derecesine ulaşan hadistir.2- Tevatür şartlarını taşımayan topluluğun
naklettiği ve her nesilde râvîsi "ikiden aşağı olmayan" hadistir.
(İbni Hacer "ikiden fazla olan" demiştir.)
II-C-1- Sened
tetkiki sonuçlarına göre meşhur: - Sahih Meşhur, - Hasen Meşhur, - Zayıf
Meşhur.
II-C-2- Şöhret
buldukları yere göre meşhur: - Hadisçiler nezdinde; - Hadisçiler, Ulema ve
Halk nezdinde; - Fakîhler nezdinde; - Usûlcüler nezdinde; - Halk nezdinde
meşhur.
III- SENEDİN
MÜNTEHASI (HADİSİN SÖYLEYENİ) AÇISINDAN:
III-A- KUDSî
HADİS: Ayet olmamak kaydıyla, Resûlullah`ın: "Allah Teâla şöyle
buyurmuştur:" diyerek, Allah`a nisbet ve izafe ettiği hadistir.
"İlâhî" ve "Rabbânî" hadis de denir. Konuları genelde
Allah`ın sıfatlarıdır.
III-B- MERFU`
HADİS: Söz, fiil, takrîr; fıtrî veya ahlâkî vasıf olarak -muttasıl veya
munkatı` olsun- açıkça (sarâhaten) veya dolaylı bir şekilde (hükmen) Resûlullah`a
izafe edilen hadistir. İttifakla huccet sayılmıştır, bağlayıcıdır.
III-B-1- Sarâhaten
Merfû`: İçinde açıkça Resûlullah`a ait bir söz, fiil, takrir veya vasıftan
söz edilen hadistir.
- Kavlî hadis rivayet lafızları: "Resulullah şöyle buyurdu",
"şunları haber verdi", "şöyle buyururken işittim",
"şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir";
- Fiilî hadis rivayet lafızları: "şöyle yaptığını gördüm",
"şöyle yapardı";
- Takrîrî hadis rivayet lafızları: "huzurunda şöyle yaptım, yaptı,
yapıldı".
III-B-2- Hükmen
Merfû`: Herhangi bir "sahabi"nin, geçmiş peygamberler veya
gelecekte cereyan edecek olaylar ya da işlenmesi halinde işleyene sevap veya
günah kazandıracak konular gibi şahsî görüş ve kanaata dayanmasımümkün olmayan
("mahalli ictihad ve re`y olmayan") konulara ait verdiği haberlerdir.
İsrailiyyattan nakil yapmayan bir sahabi olması önem arzeder.
- Kavlîye misal: İbni Mesud`un sihirbaz, arrâf, kâhin ve onlara gidenleri
tekfir etmesi,
- Fiilîye misal: Hz. Ali`nin Kusuf Namazında ikiden fazla rükû yapması,
- Takrîrîye misal: "Resulullah zamanında şöyle yapardık, söylerdik",
"şu sünnettendir" lafızları.
III-B-EKLER- Ayrıca "tabiundan bir râvî" senedi sahabiye ulaştırıp şu
ifadeleri kullanırsa da merfû` hadis olur:-"yerfa`uh, veyerfa`ul`hadîs:
hadisi ref ederek rivayet etti"; "yenmîhi: isnad ederek";
"yebluğu bihi: sözü Resulullah`a ulaştırarak"; "yervîhi:
Resulullah`dan rivayet ederek"; "rivâyeten, ravâhu".
- Mürsel Merfû`: Sonraki nesilden bir râvî sözü "tabii"ye ulaştırıp
üstteki ifadeleri kullanırsa.
- Muallak Merfû`: Bütün sened hazfedilerek Resulullah'a izafet edilen hadis.
III-C- MEVKÛF
HADİS: Sahabilerin söz fiil ve takrirlerine dair -muttasıl veya
munkatı`- haberlerdir. Sened sahabide kalıp Resulullah'a ulaşmaz. Sadece
"sarahaten" mevkûf olur, hükmen olmaz. Misaller: "Hz. Ali şöyle
dedi", "İbni Abbasşöyle yaptı", "İbni Ömer`den mevkûf
olarak rivayet olundu ki", "hadis İbni Abbas`a varınca
mevkûftur". (Dikkat: Vakkafahû tabiri geçen her hadis mevkûf olmayabilir.)
Hanefilerden Râzî, Serahsî ve müteahhirûn ile birer görüşlerinde İmam Malik ve
Ahmed Bin Hanbel mevkûf hadisi hüccet sayarlar. Bazı Hanefiler ve İmam Şafii
huccet saymaz.
III-D- MAKTU`
HADİS: Herhangi bir tabiiye izafe olunan söz, fiil ve takrirlerdir.
Etbâu`t Tabiîn de tabiî gibi kabul edilir. (İlk devirlerde bunun için Munkatı`
terimi de kullanılmış.) Huccet değildir.
IV- SIHHAT VEYA HÜKÜM
AÇISINDAN:
IV-A- SAHİH
HADİS: "Adalet ve zabt sahibi ravilerin", "muttasıl
senedle rivayet ettikleri", "şâzz" ve "muallel"
olmayan hadistir. Hüccettir ve onunla amel vaciptir. "Bu hadis
sahihtir" demek, onun sıhhat şartlarını taşıdığı ve o hadisin sahih
olabileceği konusunda oldukça kuvvetli bir zanna sahip olunduğunu gösterir.
Yalnız "mütevatir hadiste" olduğu gibi kesinkes bir kanaatten söz
edilemez. Bu yüzden çoğunluk, itikadî konuların ancak Kur`ân ve mütevatir hadis
ile sabit olacağını kabul eder. Sahih hadisin derecelerişunlardır:
-Buhari ve Müslim'in kitaplarına aldıkları hadisler. (Formülü: B+,M+),
-Buhari'nin yalnız başına rivayet ettiği hadisler. (B+),
-Müslim'in yalnız başına rivayet ettiği hadisler. (M+),
-Kitaplarına almamış da olsalar Buhari ve Müslim'in şartlarına uygun olan
hadisler.(B/,M/),
-Yalnızca Buhari'nin şartlarına uygun olan hadisler.(B/),
-Yalnızca Müslim'in şartlarına uygun olan hadisler.(M/),
-Buhari ve Müslim dışındaki hadis mütahassılarının sahih dedikleri
hadisler.(Diğerleri/).
IV-A-1- Sahih Li
Zâtihî: Mutlak olarak sahih hadis denince bu anlaşılır.
IV-A-2- Sahih Li
Ğayrihî: Sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini
sahih derecesine çıkaracak bir başka rivayet ("âdıd") bulunan
hadistir. "Sahil lâ li zâtihî" de denir.
IV-B- HASEN
HADİS: Zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl senedle rivayet
ettikleri şâzz ve muallel olmayan hadistir. Sahihten farkı, râvîsinin zabtının
mükemmel olmayışıdır. İttifakla ihticac ve amel bakımından makbuldür.
IV-B-1- Hasen Li
Zâtihî: Mutlak olarak hasen hadis denince bu anlaşılır. Lafzı benzer bir
başka hadis ("mütabi`") ile takviye olunursa, Sahih Li Ğayrihi
derecesine yükselir.
IV-B-2- Hasen Li
Ğayrihî: Yalancılıkla itham edilmemiş ve çok hata yapacak kadar dalgın
olmayan "ve fakat ehliyeti açıkça anlaşılamayan ("mestûr") bir
râvîsi bulunan hadis" lafız veya mana yönünden başka rivayetlerle
desteklenirse bu adı alır. Kısaca: "Âdıd ile hasen mertebesine çıkan
hadistir." Zayıf hadise çok yakındır, zayıftan farkı onu destekleyen bir
veya birkaç rivayetin olmasıdır. Çoğunlukla başka hadisleri desteklemek
("i`tibar") için kullanılır.
IV-B-EK- Hasen-Sahih: 1- Birkaç senedi olan ve Sahihlik derecesine ulaşan
hadis. 2- Bir tarikten Hasen bir tarikten Sahih hadis.
Hasen-Garîb: Gariblik hem sened hem de metinde olur da bir tek senedle rivayet
edilmiş olursa ve manasınıtakviye eden başka deliller bulununca onu "hasen
li zatihi" kabul ettiğini göstermek için Tirmîzi bu adı verir.
IV-C- ZAYIF
HADİS: Sahih ve Hasen hadis şartlarını taşımayan hadistir. Sahih ve
Hasen hadis şartlarından herhangi biri eksik olursa hadis zayıf demektir.
Birden fazla şart noksan olursa zayıflık daha şiddetli olur. Böylece zayıf
hadisin dereceleri de farklılık arzeder. Bu yüzden çeşitleri hakkında 49`dan
510`a kadar değişen rakamlar verilmiştir.
Tirmizî`ye gelinceye kadar hadisler "sahih" ve "sakîm
(zayıf)" diye ikiye ayrılırdı. Zayıf hadisler de "metrûk" ve
"ğayr-i metrûk" olarak ikiye ayrılıyordu. Tirmizî`den sonra sahih ile
zayıf arasına bir de "hasen" çeşidi girdi. Böylece "Ğayri metrûk
zayıf" hadisler "hasen" terimiyle zayıflar arasından ayrılmış
oldu. O halde Tirmizî`den önce yaşamışbir muhaddisin dilindeki "zayıf
hadis" teriminin "hasen hadisleri" de içine aldığı dikkatten
uzak tutulmamalıdır.
Zayıf hadisle amel konusunda üç ayrı görüş vardır. -Asla amel olunmaz, - Mutlak
olarak amel olunur, -Amellerin faziletleri konusunda özel şartlarına bağlı
olarak amel olunur. Zayıf hadisi belli kısımlara ayırıp, belli şartlarla amel
etmek görüşü orta ve doğru bir yoldur.
Hadiste zayıflık genelde iki sebepten kaynaklanır:
IV-C-1- Seneddeki
İnkita Sebebiyle Zayıf Hadis ve Çeşitleri: Senedden en azından
bir ravinin düşmesi demektir. Böyle bir inkita` varsa, seneddeki bütün raviler
sika olsalar bile, sırf bu inkıta` metnin reddini gerektirir.
IV-C-1-a- MÜRSEL
HADİS: Tabiî`nin sahabiyi atlayarak Resulullah'a izafe ettiği hadistir.
Muhaddis, fakîh ve usulcülerin çoğuna göre delil olmaz, ihticac yapılmaz,
zayıftır. Ebu Hânife ve İmam Malik sikanın mürselini sahih ve hüccet sayar. Bir
de sahabenin bir başka sahabiden duyduğu hadisi Resulullah`dan rivayet etmesi
vardır ki buna "sahabi mürseli" denir. "Sahabi mürseli
sahihtir" hükmünde ittifak vardır. Senedde atlanan kişi her zaman kolayca
anlaşılmayabilir. İşin ehli olanların farkedebileceği bu tür irsâle,
"irsâl-i hafî", böylesi hadise de "mürselü-l-hafiy" denir.
IV-C-1-b- MUNKATI`
HADİS: 1- Senedi muttasıl olmayan hadistir. 2- Senedin herhangi bir
yerinden bir râvînin veya "farklı yerlerinden" "peşpeşe olmamak
şartıyla" birden fazla râvînin düştüğü hadistir. 3- Müteahhirun,
"etbâ`ut tâbiîn"in "tabiî"yi atlayarak sahabiden naklettiği
hadise munkatı` demiştir. 4- Senedinde müphem bir kişinin zikredildiği hadise
de munkatı` diyenler olmuştur. Munkatı`, mürsel`den daha zayıftır.
IV-C-1-c- MU`DAL
HADİS: Senedin herhangi bir yerinden "peşpeşe" "iki veya
daha çok" râvînin düştüğü hadistir. Merfu hadisi, sahabi ve Resulullah`ı
zikretmeyerek tabiîn`den birinin sözüymüş gibi nakletmek de hadisi mu`dal
kılar. Mu`dal, munkatı` dan daha zayıftır.
IV-C-1-d- MUALLAK
HADİS: Senedin baş tarafından bir veya birkaç râvî ya da müntehasına
kadar senedin bütünüyle hazfolunduğu hadistir. Ta`lik aslında bir rivayet
kusurudur. Sahihayn`daki 1300 küsür ta`likin Buhari`ye göre sahih oldukları
kabul edilmektedir.
IV-C-1-e- MÜDELLES
HADİS: Tedlis, senede dahil bir râvînin ismini atlayarak, orada öyle
biri yokmuş izlenimini verecek şekilde senedi söylemek demektir. (Lugatte malın
ayıbını müşteriden gizlemek demektir.) Tedlis yapan râvîye
"müdellis", senedden düşürülen râvîye "müdellesün anh",
tedlis ile rivayet edilen hadise de "müdelles hadis" denir. Tedlis üç
çeşittir:
1- İsnad Tedlisi: Râvînin görüşmediği veya görüştüğü halde hadis almadığı
çağdaşıbir kişiden işitmiş gibi "kâle fülân" veya "an
fülân" diyerek hadisi rivayet etmesidir. (Râvînin görüşmediği çağdaşından
yaptığı rivayete "mürsel-i hafî" de denir.)
2- Şuyûh Tedlisi: Râvînin hocasını bilinmeyen bir isim, sıfat veya künye ile
zikretmesidir.
3- Tesviye Tedlisi: Sika râvîler arasındaki zayıf bir râvîyi atlayarak, hep
sikadan gelmiş intibaını verecek şekilde hadisin rivayet edilmesidir.
IV-C-2- Râvîdeki
Cerhi Gerektiren Hallere Göre Zayıf Hadis ve Çeşitleri:
"Metain-i `Aşere" denilen râvîleri tenkid noktalarından birinin veya
birkaçının râvîsinde bulunması sebebiyle zayıf kabul edilen hadisler bu türe
girer ki on çeşittir:
IV-C-2-a- MEVZU`
HADİS: Resûlullah`ın adına yalan uydurmak (kizb) ile cerhedilmiş
râvînin rivayetine denir. Buna "hadis diye uydurulmuş söz" demek daha
doğru olur.
IV-C-2-b- METRÛK
HADİS: Yalancılıkla itham edilmiş ("ittihamur`ravî bilkizb",
"töhmet-i kizb") bir râvînin rivayetinde yalnız kaldığı
("teferrüd ettiği") hadistir ki "matrûh hadis" de denilir.
Şöyle de tarif edilmiştir: Hiçbir sikanın rivayetine muhalif olmaksızın kizb,
kesret-i galat, fısk ve gaflet gibi cerh noktalarından biri ile itham edilen
râvînin "yalnız başına rivayet ettiği" hadistir.
IV-C-2-c- MÜNKER
HADİS: Çeşitli tanımları vardır: 1- Zayıf bir râvînin sika bir râvîye
muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. 2- Sika olsun olmasın râvîsi tek kalan
hadistir. 3- Sikanın hadisin tamamında teferrüdü. 4- Sikanın hadisin bir
kısmında teferrüdü. 5- Bir hadisin senedinde iki zayıf râvînin bulunması ve
başka senedinin de bulunmaması. 6- Senedinde tanınmayan (lâ yu`raf) bir râvînin
bulunduğu hadis. 7- Kesretü`l ğalat, fartu`l ğafle ve fısk gibi tan
noktalarıyla tenkid edilmiş râvîlerin rivayetlerine de münker denilir.
IV-C-2-d- MU`ALLEL
HADİS: Görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhati yok edebilecek gizli
bir illet taşıyan hadisdir ki "ma`lûl" de denir. Hadisin illetini
bulan muhaddise mu`allil denir. "Mürsel veya munkatı` hadisi mevsûl
olarak", "bir hadisi başka bir hadisin içine katarak",
"mevsûl olanı mürsel olarak", "merfû`u mevkûf olarak",
"sika yerine zayıf râvî zikrederek" rivayet gibi cerhe sebep olan
hatalara "vehim" denilmektedir. Bu tür hatalarla rivayet edilmiş olan
hadise de muallel denir.
IV-C-2-e- MÜDREC
HADİS: Hadisten olmayan bir sözün, hadise bitişik olarak zikredilmesine
"idrac", bu durumdaki hadise de müdrec denir. Bu, Resulullah`ın
sözüne herhangi bir râvînin sözünün karışması demektir. Şu durum da bir çeşit
idrac sayılmıştır: Muhalefetü`s-Sikât, yani zayıfın sikaya, sikanın da daha
sika olana muhalif rivayette bulunması. Müdrec vaki olduğu yere göre iki kısma ayrılır:
1- Müdrecü`l İsnad: Sika ravilere muhalefetin senedin akışını bozmak suretiyle
gerçekleşmişolması. Dört şekilde olur.
2- Hadise ait olmayan bir sözün hadisin metnine katılmış olmasıdır. Metnin baş,
orta veya sonunda olabilir.
IV-C-2-f- MAKLÛB
HADİS: Senedindeki bazı râvî isimleri ya da metnindeki bazı kelimeler
takdîm veya te`hire uğramış hadistir. Hadisdeki takdim veya te`hîr hükmü de
etkileyecek derecede ise maklûb`un bu türüne "ma`kus" denmiştir. Bir
râvînin rivayeti olarak meşhur olmuş bir hadisi, hem ğarib hem de merğûb
göstermek için o râvî yerine aynı tabakadan bir başka râvî ikame ederek yapılan
rivayete de "mesruk" denir. İki metnin senedlerini değiştirme
şeklindeki kalb`e "kalb-i mürekkeb" denmiştir. Sikat`ın zikretmediği
bir râvînin sened arasında yanlışlıkla zikredilmesine "mezîd fî
muttasılı`l-esânîd" denir.
IV-C-2-g- MUZTARİB
HADİS: Birden çok rivayeti bulunduğu halde rivayetlerinin birini
diğerine tercih edecek sebep bulunmayan hadislerdir. Kısaca: "İki muhtelif
surette rivayet edilen hadis" diye de tarif edilir. Iztırab daha çok
isnadda, bazen de metinde olur. İsnadda olan, senedlerin mütehalif olmasından;
metindeki ise yine o metin hakkıdaki rivayetlerin mütehalif olmasından ve
bunların cem` ve te`lifinin mümkün olmamasından doğar. Tercih sebebi bulunursa
ıztırab kalmaz. Tercih edilene "mahfuz" ve "ma`ruf"
mercûh`a da "şâz" ve "münker" denir.
IV-C-2-h- ŞÂZ
HADİS: İnfirâd ve muhalefetü`s-sikât noktalarından tanımları
yapılmıştır: 1- Sika bir râvînin mütabiî olmaksızın tek başına (münferiden)
rivayet ettiği hadistir. 2- Sika bir râvînin diğer sika râvîlere muhalif olarak
rivayet ettiği hadistir. 3- Sika bir râvînin daha sika ravilere muhalif olarak
rivayet ettiği hadistir. Daha sika olan râvînin rivayetine "mahfuz"
denir. Demek ki bu tarifte şâz ile mahfuz birbirinin zıddıdır. 4- Sika bir
ravinin diğer sika ravilere -sened veya metinde ziyade veya noksanlıkta
bulunmak suretiyle- muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. Bu tarifte şâz,
münker hadisin bir türü ile birleşmektedir. Buradan hareketle şâz hadise münker
ve merdûd da denilmiştir. Şu nokta unutulmamalıdır: Hadisin şâz kabul edilmesi
için infirad ve muhalefetin ikisinin birden bulunması gerekir.
IV-C-2-ı- MUSAHHAF
HADİS: Kelimesi nokta değişikliğine uğramış hadistir. Bu duruma da
tashîf denir. (Sitten kelimesi yerine şey`en denmesi gibi.)
IV-C-2-i- MUHARREF
HADİS: Kelimesi hareke değişikliğine uğramış hadistir. Bu duruma da
tahrîf denir. (Remâ ebî yerine Remâ Übey denmesi gibi.) (Beşîr kelimesinin
Büseyr diye rivayet edilmesi hem tashîf hem tahrîftir.)
V- TEÂRUZ AÇISINDAN:
V-A- MUHKEM
HADİS: Muârazadan sâlim olan makbul hadistir. Hükmüyle amel gerekir.
V-B- MUHTELİF
HADİS: Makbul bir hadisin muâraza ettiği makbul hadistir.
FIKIH USULU
Fıkhın,
şer’i delillerden elde edilen fıkhi hukumleri sistematik tarzda ele alan dalına
furu-i fıkıh, delillerden hukum elde etme metodunu inceleyen dalına da usul-i
fıkıh denir.
Deliller: Araştırılan hususta şer’i-ameli
nitelikteki hukme ulaştıran vasıtaya delil denir. Fıkhi bir hukmun dini-hukuki
dayanağı (edille-i şer’iyye, edilletu’l-ahkam) anlamında kullanılır. Fıkıh
literaturunde yaygın genel kabule gore şer’i delillerden kitap, sunnet, icma ve
kıyas aslî
deliller; istihsan, istıslah (mesalih-i mursele), istishab,
sedd-i zerayi’ gibi deliller de fer’î veya tâli deliller grubunda yer alır. Bu asli
delillerin bir diğer adı da “dort delil”dir (edille-i erbaa).
Kitâp: Ayetler, iman, ahlak, adab-ı muaşeret,
gecmiş toplumlardan kıssa ve oğutler, genel insani ve akli değerler, beşeri
ilişkiler gibi konularda okuyucuya doğrudan ana fikir vermektedir.
İcmâ: İcma; muctehidlerin şer’i bir
meselenin hukmune dair goruşlerini aynı yonde olmak uzere tek tek acıklamaları
yoluyla meydana gelebileceği gibi (sarîh icmâ), şer’i bir mesele hakkında bir
veya birkac muctehid goruş belirttikten sonra, bu goruşten haberdar olan o
devirdeki diğer muctehidlerin acıkca aynı yonde kanaat belirtmemekle birlikte
itiraz beyanında da bulunmayıp sukut etmeleri suretiyle de (sükûtî
icmâ) oluşabilir.
Kıyâs: Naslarda (Kitap ve Sunnet’te) hukmu
bulunmayan fıkhi meseleye, aralarındaki illet (gerekce) birliği sebebiyle,
naslarda duzenlenmiş meselenin hukmunu vermek” şeklinde tanımlanır. Musiyi
(vasiyet edeni) olduren musa-leh (vasiyet alacaklısının) vasiyetten mahrum
olur. Boylece, naslarda musiyi olduren musa-leh hakkında ozel bir hukum
bulunmadığı halde, kıyas yoluyla boyle bir kimsenin vasiyetten mahrum olacağına
hukmedilmiş olur.
İstihsân: Muctehidin bir meselede, ozel bir
delil sebebiyle, o meselenin benzerlerinde verdiği hukumden vazgecip
başka bir cozumu benimsemesi, ya da iki farklı kıyas imkanı bulunduğunda,
ilk bakışta dikkat cekmeyen kıyası (kapalı kıyası) gerekce birliği
acısından daha guclu bulduğu icin acık kıyasa tercih etmesidir. Buna
gore, istihsan ceşitlerini iki gruba ayırmak mumkundur:
1. Genel hukumden istisna yoluyla yapılan istihsan.
2. Kapalı kıyas istihsanı. Istıslâh (Mesâlih-i Mürsele): İslam hukuk
terminolojisinde maslaha terimi geniş anlamda kullanıldığında, hem “yarar
sağlama”yı hem “zararı savma”yı ifade eder. Maslahanın bu iki yonu ayrı
ayrı anlatılmak istendiğinde birincisi icin “celbu’l-menfaa”
(celbu’l-maslaha), ikincisi icin “def’u'l-mefsede” (def’u'l-mefsede)
tabiri kullanılır. Yorum yoluyla da olsa nasların kapsamına girmeyen ya
da “illet” bağı kurularak (kıyas yoluyla) nasta duzenlenmiş bir olaya
bağlanamayan fıkhi bir meselenin hukmunu İslam fıkhının genel ilkelerine
gore belirleme yontemine “ıstıslâh“, bu metodu uygulayarak hukme
ulaşırken esas alınan maslahatlara da “mesalih-i mursele” denir.
Örf ve Âdet: Fakihlere gore bir toplumdaki orf ve
adetin gecerliliği icin onun yaygın ve surekli olması, nasların lafzına
ve ruhuna yani İslam hukukunun temel ilkelerine aykırı duşmemesi gerekir.
Bu şartları taşıyan orfe sahih orf, taşımayana da fasid orf adı verilir.
Istıshâb: Daha once varlığı bilinen bir durumun
-aksine delil bulunmadıkca- varlığını koruduğuna hukmetme yontemidir.
Şekk ile yakin zail olmaz. İbâha-i
Asliyye Istıshâbı: Buna gore bir
şeyden yararlanma veya bir davranışta bulunma hakkında naslarda ozel bir
hukum yoksa veya kıyas yahut ıstıslah yoluyla naslardan bu hususta ozel
bir sonuc cıkmıyorsa, “Eşyada aslolan mubahlıktır”. Berâet-i Zimme Istıshâbı: Bir kimsenin borclu veya suclu
olduğuna dair delil bulunmadıkca borcsuz ve sucsuz kabul edilmesi
esastır. Buna gore, alacaklı olduğunu iddia eden kimse bunu isbat
edemediği takdirde davalının borclu olmadığına; yine, suc işlediği iddia
edilen kişinin bu fiili isbat edilmedikce aynı prensibe gore suclu
olmadığına hukmedilir. Vasıf Istıshâbı: Şer’an varlığı kabul edilen bir
hukmun, sebebinin ortadan kalktığı isbat edilmediği surece sabit
sayılması esastır. Mesela, satım ve mirascılık gibi bir mulkiyet sebebine
binaen sabit olan mulkiyetin, gecerli bir nikah akdinden sonra kurulan
evlilik bağının, aradan ne kadar zaman gecerse gecsin, ortadan kalktığını
gosteren bir delil olmadığı surece devam ettiğine hukmedilir.
İslâm Öncesi Şerîatler: Hz. Muhammed’den onceki ilahi dinlerin
hukumlerinden (şer’ü men kablenâ) Kur’an-ı Kerim’de veya Hz.
Peygamber’in sunnetinde yer almayanların muslumanlar icin bağlayıcı
olmadığında alimler fikir birliği icindedir. Hanefiler dahil bir grup
İslam alimi bu tur hukumlerin de muslumanlar hakkında da bağlayıcı delil
olacağı goruşundedir.
Sedd-i Zerâî’: Harama, kotu ve zararlı bir sonuca
vasıta olan davranışların yasaklanması, kotuluğe giden yolların
kapatılması demektir. Kotuluklerin onlenmesi, menfaatların elde
edilmesinden daha onceliklidir.
Re’y ve İctihâd: Re’y kelimesi fıkıh literaturunde
“hakkında acık bir nas yani ayet veya hadis metni bulunmayan fıkhi bir
konuda muctehidin belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsi goruş”
anlamında kullanılan bir terimdir. İctihad sozlukte “zor ve meşakkatli
bir işi gercekleştirme uğrunda kişinin olanca gayreti gostermesi”, fıkıh
ilminde ise “fakihin şer’i-ameli bir meselenin hukmunu, ilgili
delillerden cıkarabilmek icin olanca gayreti sarfetmesi” anlamına gelir.
Bu melekeye sahip olan kimseye muctehid denir. Ehliyet: Kişinin dini ve hukuki
hukme konu (muhatap) olmaya elverişli oluşu demektir.
Vücûb Ehliyeti: Kişinin haklara sahip olabilme ve borc
altına girebilme ehliyetidir. Vucub ehliyetinin temelini zimmet ve hukuki
kişilik teşkil eder; bu ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve ruşd ile alakası
yoktur.
Edâ
Ehliyeti: Kişinin dinen ve hukuken muteber
olacak tarzda davranmaya ve hukuki işlem yapmaya elverişli oluşu
demektir.
Hükmen
Bulûğ Yaşı: Ebu
Hanife’ye gore erkeklerde 18, kızlarda 17 yaş, coğunluğa gore her ikisi
icin de 15 yaştır. Hüküm: İslam dininin, insanların dunya ve ahiret mutluluğunu
sağlamak uzere getirdiği kuralların butunune şer’i hukumler (ahkam-ı
şer’iyye) veya ilahi hukumler (ahkam-ı ilahiyye) olarak tabir edilir.
Amelî Hükümler: Itikadi hukumlere nisbetle ikinci
derecede oldukları icin bunlara ahkam-ı fer’iyye de denilir.
Taabbudi
hukumler: ibadetlerle
ilgili dini hukumlere denilir.
Vaz’î Hüküm: İki durum arasında şariin kurduğu bağı
ifade eden vaz’i hukum, kendi icinde sebep,
şart ve mâni’şeklinde uce ayrılır.
Sebep: Şariin varlığını hukmun varlığı,
yokluğunu da hukmun yokluğu icin alamet kıldığı durumdur. Mesela vakit
namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına ulaşması
zekatın sebebidir. Rükün: Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun
yapısından bir parca teşkil eden bir unsuru ifade eder. İbadetlerde
rukunler ve bunların yanında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını
oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o ibadeti gecersiz (batıl, fasid)
kılar. Namazda Kur’an okumanın (kıraat), ruku veya secdenin terkedilmesi
boyledir.
Şart: Bir hukuki sonucun varlığı kendi
varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını zaruri
kılmayan ve onun yapısından bir parca teşkil etmeyen fiil veya vasıftır.
Mesela namaz icin abdest, nikah akdinde şahit şarttır.
Sıhhat; bir fiilin gerekli rukun ve şartları
taşıması, butlân; ruknunun veya kurucu
unsurlarından birinin eksik olması, fâsid; ruknu ve unsurları tamam olduğu
halde şartlarının eksik olmasıdır.
Bâtıl: Bir hukuki işlemin batıl olması, onun
kurulmamış ve yok hukmunde olması ve bu işleme hic bir hukuki sonucun
bağlanmamasıdır.
Müfsîd: Bir ibadeti bozan veya bir hukuki
işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe denir.
Teklîfî Hükümler: Mukellefin fiilleri.
Vâcip: Dini literaturde vacip, Hanefiler
haric fakihlerin coğunluğuna gore, kesin bir delille ve kesin bir surette
yapılması istenen dini yukumluluğu ifade ederse de Hanefiler bunu farz ve
vacip şeklinde iki kademede ele almayı uygun gorurler.
Farz: Fıkıh ilminde, Allah ve Rasulu’nun
mukelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir.
Hanefiler delilin kat’i veya zanni oluşuna gore bir ayırım yaparak, bir
fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istendiğini gosteren delil
kat’i ise bunu farz, zanni ise bunu vacip terimiyle ifade ederler. Farzı
terkeden kimse fasık durumuna duşer. Vacibin inkarı kufru gerektirmez. Farz-ı ayn: Şariin her bir mukellefin ayrı ayrı
ifa etmesini istediği mukellefiyettir. Farz-ı
kifâye: Muslumanların
ferden değil de toplum olarak sorumlu oldukları mukellefiyetlerdir.
Vâcip: Hanefiler vacibi coğu yerde “ameli
farz” olarak da adlandırırlar.
Sünnet: Muekked ve ğayr-i muekked ceşidine
“huda sunneti” de denir. Hz. Peygamber’in, insan olması itibariyle
yaptığı normal ve beşeri davranışlara ise zevaid sunnet veya adet sunneti
denilir. Farz namazlardan once ve sonra kılınması sunnet olan namazlar
icin, Şafii mezhebinde ayrıca vitir namazı ve şevvalde tutulan altı gun
oruc icin revatib sunnet tabiri kullanılır.
Haram li-aynihî: Şariin, bizzat kendisindeki kotuluk
sebebiyle, baştan itibaren ve temelden haramlığına hukmettiği fiildir.
Haram li-ğayrihî: Aslında meşru ve serbest olduğu halde,
haram kılınmasını gerekli kılan gecici durumla ilgili olan fiildir.
Azîmet: Farz, vacip, sunnet, mustehap
niteliğindeki bir davranışın yapılmasını; haram, mekruh gibi
davranışların da yapılmamasını ifade eden butun teklifi hukumleri icine
alır. Hanefiler’e gore, yolculuk esnasında dort rek’atlı farz namazların
kısaltılarak ikişer rek’at kılınması esasen bir azimet hukmudur.
Ruhsat: Fıkıh ilminde “meşakkat, zaruret,
ihtiyac gibi arızi bir sebebe bağlı olarak azimet hukmunu terketme imkanı
veren ve yalnız soz konusu arızi durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve
gecici hukmu” ifade eden bir terimdir.
ADI :KERİM
SOYADI :ENDEZ
ÖDEV :TEFSİR,HADİS,FIKIH TARİHLERİ HULASASI
BÖLÜMÜ :BİRLEŞİK
DOKTORA
DÖNEM :2014/2105
GÜZ
ÖĞR.NO :14952705
TEFSİR
TARİHİ ÖZETİ
Hz.Peygamber'in
(sas) Kur'ân'ı Tefsiri:
Yüce
Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî kitabı insanlara vahiy suretiyle göndermeyi
iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamberin de O'nu bizzat açıklamasını
istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi
bundan dolayı gereklidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'deki hakikatlan bize en iyi
öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen seçkin zât Hz. Peygamber'dir (sas). O,
Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân O'na indirilmiştir. O, mutlak
olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan
O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak
belirtilmiştir. Bu sebepledir ki, Kur'ân kendisinin tefsir edilmesini yine
evvelâ kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, islâm'ın kendi
bünyesinden doğmuştur.
a.
Hz. Peygamber'in Tefsirinin Özellikleri:
Hz.
Peygamber'in tefsiri, Kur'ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî
hükümlerini tahsîs, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı
açıklama, garip kelimeleri beyan etme, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hale
getirme, edebî incelikleri muhtevi âyetlerin maksadını bildirme gibi belli
başlı kısımlara taalluk eder.
b.Hz.
Peygamber'in (sas) Tefsirinin Önemli Kısımları ve Bu Kısımlara Dair Misaller
1.Kur'ân'ı, Kur'ân'la Tefsiri:
İman
edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların
hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır." (En'âm, 6/82) âyeti inince,
"İçimizde nefsine zulmetmeyen kim var?" diyerek, bu durum
Resûluîiah'ın (sas) ashabına ağır gelmişti. Bunun üzerine ResûluUah (sas) dedi
ki: "Zannettiğiniz gibi değil, buradaki zulüm Lokman'ın oğluna dediğidir:
Evladım sakın Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir
zulümdür." (Lokman, 31/13)Böylece Peygamberimiz (sas), başka bir âyete
dayanarak, umumî bir mânâyı tahsis etmiş ve yanlış anlamanın önüne geçmiştir.
Hırsızlık yapanlar hakkında Kur'ân'da
"Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri bir suça karşılık ve
Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz."
(Mâide, 5/38) buyurulur. Âyette umumî olarak zikredilen hırsızlığın,
cezalandırmaya müstahak olan sınırını, ResûluUah Efendimiz (sas) şöyle tahsis
ve tebyîn etmiştir: "Çeyrek dînar veya daha fazla miktar çalanın eli
kesilir."
3.Kur'ân'ın Mânâsını Tekit Suretiyle
Beyanı:
“Ey iman edenler! Şarap, kumar,
putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka
bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulaşınız!" (Mâide, 5/90)
âyeti nazil olunca Resûlullah Efendimiz (sas): "İçki haram edildi.”demek
suretiyle, âyetin ihtiva ettiği hükmü tekit ederek açıklamıştır.
"Zina eden kadın ve erkeğin her
birine yüz değnek vurun." (Nûr, 24/2) âyetinde zina eden herkese yüz
değnek vurulması umumî olarak emredilmiş, Peygamber Efendimiz (sas) bu emri;
bekârlara tahsis etmiş, evli olan erkek ve kadın için ise recm cezasını tespit
etmiştir.
Hırsız
erkek ile hırsız kadının irtikap ettikleri suça bir karşılık ve Allah
tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellrini kesiniz."
(Mâide, 5/38) âyeti mutlak bir âyettir.Yani hırsızın hangi elinin ve nereden
kesileceğini belirtmemiştir. Ayetteki bu mutlaklık, sünnet tarafından "sağ
elin bilekten kesileceği" şeklinde takyit edilmiştir, kayıtlanmıştır.
“Altını,
gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlan acı bir azabın
beklediğini müjdele!" (Tevbe, 9/34) âyeti nazil olunca, bu müslümanlara
ağır geldi. Çünkü bu âyetin mirasa mani olduğunu sanmışlardı.Ömer b. el-Hattâb
Müslümanları temsilen Peygamber Efendimiz'den (sas) açıklamada bulunmasını
istedi. Peygamberimiz (sas) de: "Allah zekâtı sadece mallannızm geriye
kalan kısmını temizlemek için farz kılmıştır. (Ölümünüzden) sonraya
bırakacağınız mallarda ise mirası farz kılmamıştır." buyurdu. Böylece bu
âyetin meşru yollardan kazanıp biriktirmeye mani olmadığı, âyet-i kerimedeki
tehdidin ancak mallannın zekatnı vermeyenler hakkında olduğu anlaşıldı.
"Namazlara, hele salat-ı vustaya
dikkat edin ve kalkıp huşu ile Allah'ın divanında durun." (Bakara, 2/238)
âyetindeki "es-Salâtu'l-vustâ"nın ikindi namazı olduğu
Peygamberimiz (sas) tarafından bildirmiştir.
Tevbe sûresi 36. Âyetin,Bakara sûresi
217. âyeti neshettiğini şundan anlaşılmıştır ki; haram ayların bir kısmında,
Resûlullah Efendimizin (sas) Huneyn'de Hevâzin ile, Tâif'te Sakîf kabilesiyle
savaştığı ve Ebû Amir'i, oradaki müşriklerle savaşmak üzere Evtâs'a gönderdiği
hususundaki haberler meşhur olmuştur. Bu vak'a Şevval ve Zilka'denin bir kısmında
olmuştu ki, bunlar haram aylardandır. Böylece malûm olur ki, bu aylarda
savaşmak haram olsaydı ve bu iş günah sayılsaydı, Resûlullah Efendimiz (sas) bu
fiili işlemekten en uzak duran insan olurdu."
Peygamber
Efendimiz (sas) "Şayet size selam verilirse, siz de ondan daha güzel bir
tarzda selamı alın, en azından verilen selâmın misli ile karşılık verin!"
(Nisa, 4/86) âyetini amelî olarak göstermiştir.
10.Lügavî
izahlarda Bulunması:
O tövbe edenler, o ibadet edenler, o
hamd edenler, oruç tutanlar, o rükû edenler, o secdeye kapananlar..."
(Tevbe, 9/112) ayetindeki "sâihûn" kelimesinin hangi mânâya geldiği
sorulunca Resûlullah (sas): "Oruç tutanlar." demek olduğunu
söylemiştir.
11
.Tavsîf Ederek Açıklaması:
"Hâsılı, Allah kimi doğru yola
koymak isterse, onun kalbini İslâm'a açar." (En'âm, 6/125) âyeti nazil
olunca Resûlullah Efendimiz (sas) buyurmuş ki: "Nur kalbe girince genişler
ve açılır." Sordular: "Bu hâlin (dışarıda) görünen bir alâmeti var
mıdır?" Efendimiz (sas): "Ebediyet yurduna yönelmek, aldanma
diyarından uzaklaşmak, ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanmaktır."
buyurmuştur.
Câbir
b. Abdullah anlatıyor: Bir gün Resûlullah (sas) yanımıza gelip şöyle dedi:
"Rüyamda gördüm ki Cebrâîl baş ucumda, Mîkâîl ayaklarımın yanında durup
biri öbürüne diyor ki: "Şu zat hakkında bir mesel irâd et." Bunun
üzerine şöyle dedi: "Kulağın işitsin, kalbin de iyice anlasın ki, seninle
ümmetinin durumu şuna benzer: Bir hükümdar, bir mülk edinir, sonra da orada
bir mesken bina ettirir, daha sonra da orada bir ziyafet tertip eder.
Müteakiben bir elçi göndererek halkı ziyafete davet eder. Onlardan bir kısmı
elçinin davetine icabet, bir kısmı ise onu terk eder. İşte Yüce Allah, o
hükümdar; mülk, İslâm; mesken. Cennet; ve sen de ey Muhammed (sas) elçisin.
Senin tebliğine kulak veren, İslâm'a girer; İslâm'a giren de Cennet'e girer; Cennet'e
giren de oradaki nimetlerden istifade eder." Bu mesel ile
"Allah ınsanlan esenlik ve mutluluk ülkesine davet eder ve dilediği
kimseleri doğru yola iletir." (Yûnus, 10/25) âyeti açıklanmış olmaktadır.
sahabe efendilerimiz tefsirde şu
metodu izlemişlerdir:
1.Kur'ân'ın Kur'ân'la
tefsiri,2.Kur'ân'ın sünnetle tefsiri,3.Kendi re'y ve içtihatları ile yaptıklan
tefsir.
a.
Sahabe Tefsirinin Özellikleri:
Sahabe
döneminde Kur'ân'ın bütünü, bugünkü mânâda tefsir olunmamıştır. Onlar, vahiy
ve nüzul döneminde yaşadıkları için, Kur'ân'dan sadece kendilerine muğlak
olanları tefsir etme ihtiyacı duymuşlardır.
sahabenin tefsirinde fıkhî hüküm
istinbâtı nâdirdir.Ashabın akidesi temizdi ve itikâdî
konularda ihtilafları yoktu. Istikâmetlerindeki aynılık ve fikirlerinin
birbirine yakınlığı sebebiyle Kur'ânî mânâları anlamada ihtilafları çok azdı.
Buna bağlı olarak tefsirleri de kelâmî görüşlerden uzaktı.Temel karakter olarak sözlü rivayete dayanması ve baştan sona ayet ayet
bütün Kur'ân'ın tefsir edilmeyip sadece zamanına göre müphem ve mânâsı kapalı
bulunan ayetlerin tefsirini ihtiva etmesine bakılarak Peygamberimiz (sas) ve
Sahabe dönemleri "Tefsirin Birinci Merhalesi" kabul edilmektedir.
b.
Sahabe Tefsirinin Bağlayıcılığı:
İçtihat
edilmesi mümkün olmayan yerler ve sebeb-i nüzul ile ilgili konularda sahabeden
gelen tefsiri almak şarttır.Fikir yürütülmesi ve içtihat edilmesi mümkün olan
yerlerde Resûlullah'a (sas) isnat edilmediği takdirde sahabe sözü mevkuf kabul
edilir. Böyle bir tefsirin bağlayıcılığı hususunda ihtilaf vardır.
Sahabeden, Kur'ân tefsirine dair en
çok rivayette bulunan ve tefsir alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:
a.
Alib.EbîTâlib (40/660).
b.
Abdullah b. Mes'ûd (32/652).
c.Ubeyyb.Ka'b
(30/650).
d.
Abdullah b. Abbâs (68/687).
e.
Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664). f.Zeydb. Sabit (45/665).
g.
Abdullah b. Zübeyr (73/692).
Bu
medrese/ekol, Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. "İlim denizi" ve "Tercümânu'l-
Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah b. Abbas (v. 68/687) tarafından
kurulmuştur.Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır: Saîd b.
Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v. 103/721), İkrime (v. 105/723), Atâ b.
Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan (v. 106/724).
2.
Medîne Medresesi/Ekolü:
Medine medresesi, Medine'nin en büyük
âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurulmuştur. O'nun
tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708),
Muhammed b. Ka'b el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eşlem (v. 136/753), doğrudan
veya dolaylı biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.
3.
Irak (Küfe) Medresesi/Ekolü:
İbn
Mes'ûd'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha çok rasyonel bir temel üzerine bina
edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm âlimleri, İbn Mes'ûd'un teşekkül
ettirdiği bu medreseyi/ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul
ederek O'na "Irak Re'y Ekolü" ismini vermişlerdir.Mesruk b. el-Ecda'
(v. 63/683), Esved b. Yezîd (v. 75/694), Mürre b. el-Hemedânî (v. 90/708), Âmir
eş-Şa'bî (v. 103/721), Hasan Basrî (v. 110/728), Katâde b. Diâme (v. 117/735),
İbrahim en-Nehaî, İbn Mes'ud'tan ilim alarak yetişmişler ve tefsir alanında ün
kazanmışlardır.Tabiîler,
tefsiri sahabeden ya işittikleri şekilde nakletmişler, ya da kendi
içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Bu arada İsrâiliyyat denilen hareket de
tefsire girmiştir. Aslında sahabe devrine kadar indirilebilecek bu hareket
tabiîler devrinde artarak devam etmiş, Yahudî, Hıristiyan ve diğer
kültürlerden gelen rivayetler tefsir kitaplarına girmiştir.
a. Tâbiûn Tefsirinin Özellikleri:
Sahabe Tefsiri, kendilerine mânâsı
kapalı gelen ayetlerle sı-nıriı kalmışken, tabiîler döneminde Kur'ân'ın bütünü
tefsir edilmeye başlanmıştır. Yine Sahâbe'nin yaptığının aksine, ayetlerin
icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip gerektiğinde kelimeler de tefsir edilmiştir.
Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken,
istinbat ve istidlal yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle,
âyetlerde geçen bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir.
Lügat müfredatının yanında târihî bilgiler, fıkhî şerhler ve gayb âlemini
tasvîr mahiyetinde açıklamalann yapılması da sahabe döneminde fazlaca
görülmeyen, tâbiûna ait tefsir özelliklerindendir.Tabiîler arasındaki anlayış
farklılığının çokluğuna bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu
ihtilaflar neticesinde mezhebî ihtilafların tohumları da bu dönemde atılmış
olmaktadır.
b.
Tâbiûn Tefsirinin Bağlayıcılık Değeri:
Tâbiûn Kavlinin, tefsir açısından
değeri, kabulü veya reddi konusunda farklı görüşler ve deliller ileri
sürülmüştür.Tefsircilerin çoğunluğunun görüşü, Tâbiûn Tefsirinin hüccet olarak
kabulü yönündedir.
F. Tâbiûn Devrinden Sonraki Tefsir:
Sahabe
ve tâbiûn rivâyetleriyle başlayan tefsir ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle
devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsir ilmini, hadis ilminin bir kolu olarak
görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivayet tefsirinin yanı sıra dirayet
tefsiri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî
ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsirler meydana
getirilmiştir. Sözlü rivayet
karakterinden dolayı Hz. Peygamber ve sahabe dönemine "tefşirin birinci
merhalesi"; hadisin bir cüzü olma özelliği sebebiyle tabiîler dönemine
"tefsirin ikinci merhalesi" denilmiştir. Etbau't-tâbiîn döneminde
müstakil yapıya kavuştuğundan bu devre de "tefsirin üçüncü merhalesi"
olarak değerlendirilmiştir.
Tefsirin
müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't- Tabiîn döneminde her bir ayet, mushaf
tertibi gözetilerek tefsir edilmiştir. Ancak bu tarzdaki ilk tefsirin hangisi
olduğu hususunda ittifak sağlanmış değildir. İlk müstakil tefsir yazanın
"Meâni'l-Kur'ân" adlı eseriyle Ferrâ (v. 207/822) olduğu öne
sürülmüşse de bu görüş kabul edilmemektedir. Tâbiûndan Said b. Cübeyr, Mücâhid
ve İkrime'nin tefsirlerinin de Kur'ân'm tümüne şâmil olmadığı düşünülürse bu
konuda ilk tefsir yazanın Mukâtil b. Süleyman (v. 150/767) olduğu görüşü
ağıriık kazanmaktadır. Bu arada en eski matbu Kur'ân tefsirinin de Süfyânü's-
Sevrî (v. 161/778)'nin olduğu bilinmektedir.İlk tefsirlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar
ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî ve İbn Ebî Hâtim'in tefsirleri, bu eski
tefsirleri koruyan tefsirler koleksiyonu sayılmışlardır.
G. Tefsir Faaliyetinin Gelişmesi ve
Tefsirlerin Tedvini:
Emevîler'in son dönemiyle Abbâsîlerin
ilk döneminde Hz. Peygamberin hadîsleri tedvîn edilmeye başlandı. Hadîslerden
muhtelif konular ayrı bablar altında toplanıyor ve tefsir konusu da bu hadîs
mecmuaları içerisinde ayrı bir bölüm olarak yer alıyordu. Henüz sûre sûre,
baştan sona Kur'ân tefsiri mevcut değildi. Peygamberimizden veya sahabe ya da
tâbiûndan rivayet edilen Kur'ân âyetlerinin tefsirleri hadîs imamlarının
derledikleri mecmualar içerisinde yer alıyordu. Ancak bu mecmualarda tefsir
yalnızca "kitâbu't- tefsir" adıyla bir bölüm halinde mevcut idi. Ve
kendilerinden önce geçen zevatın tefsirlerinin aktarılmasından öteye
geçmiyordu. Ayrıca yazıya geçirilen bu nakiller Kur'ân'in tamamını ihtiva
etmiyordu. Bunlar daha ziyade Peygamber Efendimizin (sas) herhangi bir vesile
ile yapmış olduğu tefsir, ya da âyetlerin iniş sebepleriyle ilgili sahabenin
müşahede ve duyduklarına dayanan rivayetlerden ibaretti.
Bir
müddet sonra bir adım daha atılarak tefsirler ayrı mecmualar halinde
derlenmeye başlandı ki, buna tedvîn denilmektedir. Tedvîn sözlükte; "bir
araya getirmek, toplamak ve cem etmek" gibi mânâlar ifade etmektedir.
Terim olarak anlamı ise; "ilk devirden itibaren gelen tefsir rivayetlerini
muntazam bir şekilde bir kitapta toplamak" demektir. Kur'ân'daki her
âyetin tefsiri ile ilgili Hz. Peygamberden (sas) ve ashaptan nakledilen
rivayetler yine mushaftaki sırasına göre tanzim edilerek ilk tefsir mecmuaları
meydana getirildi. Bunlar arasında bilhassa İbn Mâce (v. 273/886), İbn Cerîr
et-Taberî (v. 310/922), Ebû Bekir ibn Münzir en-Neysâbûrî (v. 318/930), İbn Ebî
Hatim (v. 327/938), İbn Hibbân (v. 369/979), Hâkim (v. 405/1014) ve Ebû Bekir
ibn Merdûyeh (v. 410/1019) gibi değerli tefsir âlimleri bulunuyordu. Ve bu
tefsirler de yine Hz. Peygamberden, ashaptan, tâbiûndan ve tebe-i tabiînden
nakledilmiş olan rivayetlerin isnatlar halinde aktarılmasından ibaretti.
Kısacası rivayet tefsiri idi. Yalnızca İbn Cerîr et-Taberî nakledilen
rivayetleri zikrettikten sonra kendi tercihini belirttiği gibi bazı yerlerde
gramer ve i'râbla ilgili bilgiler de veriyordu. Ayrıca âyetlerden çıkabilecek
hükümleri de zikrediyordu.Böylece ilk rivayet tefsirleri ortaya çıktı.
Müfessirleri kronolojik sıra ile beş tabakaya ayırabiliriz:
I.
Tabaka: Sahâbîler. En başta Hulefâ-i Râşidîn gelir.
II.
Tabaka: Tabiîler. İbn
Teymiye'nin değerlendirmesine göre, tefsir hususunda, tabiîlerin en mühimi
Mekkelilerdir. Bunlar İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir.
III. Tabaka: Bu
kategoriye girenler, tefsir kitaplarını te'lif etmeye başlayanlardır.Bunlar,
bir ayetin tefsirine yarayacak sahabe ve tabiîlerden olan bütün rivayetleri
sened ile birlikte zikretmektedirler.
IV.
Tabaka: İbn Cerîr
et-Tabarî, İbn Hibbân, İbnü'l-Münzir v.s..
V. Tabaka: Ebû
Ca'fer en-Nehhâs, Ebû Ali el-Fârisî v.s.
Dördüncü
tabakadan itibaren, artık tefsir, hadisten ayrılıp müstakil bir ilim haline
gelmeye başladı. Böylece mushafın tertibine göre sıra ile âyet âyet tefsir
yapmak âdet oldu.
Birinci Dönem: Tefsirin Temellerinin
Atıldığı Merhale:Bu
merhalede tefsir ilminin temelleri atılmaya başlanmıştır. Bu dönem, Peygamber
Efendimizin (sas) en hayırlı insanların yaşadığı asır dediği; Sahabe, tâbiûn ve
tebe-i tabiîn asrıdır.
Bu dönemde tefsir ile meşgul
olanların üzerinde durduğu iki önemli husus vardır:
1.Rivayet
tefsiri: Ayetlerin, diğer âyetlerle, hadis ve sahabe sözüyle tefsiri.
2.Lügavî açıklamalar:âyette geçen
garip kelimelerin -genellikle şiirden delil getirilerek- açıklanmasıdır.
İkinci Dönem: Tefsirin Müstakil Bir
İlim Olduğu Merhale:Sağlam
bir temel üzerine oturan tefsir, hicrî üçüncü asırda İbn Cerîr et-Taberî'nin
Kur'ân'ın başından sonuna kadar tam bir tefsir yazmasıyla müstakil bir ilim
haline gelmiştir.İmam Taberî, hem lügavî izahlar, hem de rivayet üzerinde
durdu. Bunlara ilâveten de, kendi görüşlerini ve tercihlerini de zikrederek
tefsirde yeni bir metot ortaya koydu. Ayrıca Kur'ân'ı, Fatiha sûresinden Nâs
sûresine kadar sûre sûre ve âyet âyet tefsir etti. Kendisinden önceki tefsir rivayetlerini
eserinde toplayarak adetâ bir tefsir koleksiyonu meydana getirdi. Böylelikle
tefsirde önemli bir dönemi başlatmış oldu. Bundan dolayı da kendisine İmamu'l-
müfessirîn denilmiştir.
Üçüncü Dönem: Tefsirin Gelişme
Merhalesi:Herkesçe
bilindiği gibi, İslâmiyet, doğduğu Arap yarımadası sınırlan içerisinde
kalmamıştır. Genişleyen fütuhatla veya başka yollardan Arap olmayan unsurların
da müslümanlar arasına katılmasıyla ve insan tefekkürünün gelişmesi,
hâdiselerin çoğalması ve bunların izahının Kur'ân nass'larının ışığında yapılmak
istenmesi, tefsirin boyutlarının genişlemesine sebep olmuştur. Böylece nakle
dayanan rivayet tefsiri veya me'sur tefsirin yanında akla dayanan dirayet
tefsiri veya ma'kûl tefsir de gelişmeye başlamıştır.Kur'ân'ın, lügat, belagat,
edebiyat, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden
tefsirleri meydana getirilmiş, bu çeşitli yönlerdeki tefsirlerde çeşitli
usûller ortaya çıkmıştır. Her bir müfessir, hangi ilim dalında mütehassıs ise,
Kur'ân'ı o yönüyle tefsir etmiştir.Bu
merhale, hicrî dördüncü asırla, yani İbn Cerîr et-Taberî'nin vefatıyla
başlayıp, miladî 19. asra kadar devam etmiştir.
Dördüncü Dönem: Tefsirde Yeni Merhale:İslâm'ın ilk beş-altı asrından sonra
zamanla içtimaî hayatta mukallitlikten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun
meydana gelişinin, tefsir ilminde de bir donukluk meydana getirmesi tabii idi.
Birkaç asırdan beri Avrupa'da meydana gelen fikrî ve ilmî hareketler, İslâm
âleminde de bir uyanma hareketi meydana getirmişti. Birçok İslâm ülkesinde
bilhassa Mısır ve Hindistan'da ilim adamları harekete geçerek, yeni görüş ve
anlayışla, ilmin de ışığı altında diğer ilimlerde olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim
tefsirinde de yeni ufuklar açmışlardı. Hiç şüphesiz miladî XIX.
asır, müslümanlar
arasında dinî hareketlerin canlandığı bir asır oldu. İlim adamları tefsir
ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe bir son vermeye çalıştılar. İslâm dininin,
ilme karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni metot ve
usûllere tevessül ettiler. Tefsir ilmi açısından bu asra, tecdit asrı da
denilebilir. Tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe son vermeye çalışan
müfessirlerin başında Muhammed Abduh gelmektedir. Abduh, aklî ve içtimaî tefsir
ekolünün kurucusu olarak kabul edilmektedir. Bu ekolün en belirgin özelliği,
Kur'ân'ı tefsir ederken O'nun hidayet yönünü tefsire konu edinmesidir. Kur'ân,
toplum için inmiştir, bu yüzden tefsir edilirken çağın içtimaî problemleri
Kur'ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır. Yani tefsirin konusu insan,
insanın hidâyeti, içtimaî meseleler olmalıdır. Bu eğilime İçtimaî Tefsir
Ekolü denilmesinin sebebi de budur. Yaptıkları tefsirlerde, akla fazla
önem verdiklerinden dolayı da Aklî Metot denilmiştir.
FIKIH
TARİHİ ÖZETİ
1.DEVRE:Hz.
Peygamber Devri (Fıkhın Doğuşu)Hz.
Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan
teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil
etmiştir. Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak
gerekir: Mekke devri ve Medine devri.
A- MEKKE DEVRİ:
Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına
yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır.
Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter
arzetmektedir.
B- MEDİNE DEVRİ:genç
devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim
edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve
ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile
alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler
arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
1-
Fıkıh Kaidelerinin Ortaya Çıkış Şekli:
a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler
oluyor, yahut da sahâbeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevkeden
problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya âyet nâzil oluyor, veya hüküm ve mâna
Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbüyle hüküm açıklıyordu (Sünnet).
Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarına bırakılıyordu.
b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual
veya problem bahis mevzûu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide
vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri' (kaideyi vazeden) takdir ediyordu.
2-Bu
Devir Fıkhı'nın Özellikleri:bu
özelliği (celb-i menâfi', def'i-mefâsid) şeklinde hulâsa etmek mümkündür. Buna
kısaca "maslahata riâyet" de denir. Şimdi sıralayacağımız
hususiyetler bu esasın çeşitli görünüşleridir:
aa)Zamaniçindetedrîc: Bundan maksad hükümlerin bir an ve
zaman içinde değil, uzun bir zaman içinde arka arkaya gelmiş olmasıdır.
ab) Hükümler içinde tedrîc: Mükellefiyetler
hep birden gelmediği gibi gelenler de zamanla tekemmül etmiş, istidat ve
intibak kazanıldıkça tamamlanmış ve arttırılmıştır. Meselâ: Namaz önce sabah ve
akşam iki vakit iken sonra beş vakit olmuştur.
b)
Kolaylık: Bu devir
hükümlerinde göze çarpan bir hususiyet de kolaylıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah
Teâlâ'nın kullarına güçlük çıkarmak istemediği, kolaylık ve hafiflik istediği
açıkça ifade edilmiştir.
c)
Nesih: Nesih, daha
sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu devrede bazı
âyet ve hadîsler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti ilk
müslümanları tedrîcen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır.
2.DEVRE:SAHÂBE
DEVRİ (Fıkhın Gelişme Çağı)Fıkıh
tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket
etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu
devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna
(41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar
uzanır. Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i
râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder. Gerek râşid halîfeler gerekse
Emevîler devrinde fıkhî hayata yön veren sahâbedir; bu sebeple iki iktidar
devrini aynı daire içinde ele almak uygun olacaktır. Ancak iktidarın fıkha
tesiri bakımından mevcut farkı belirtmek için bahis, iki ayrı alt bölüm içinde
verilecektir.
A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû
Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz.
Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına terketmesiyle sona erer.
2-Hüküm Kaynakları:Ferdî,
ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce
Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri
biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa
re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e
arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık
vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah
yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha
çok- ihtilâf da ediliyordu.
Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in
maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında-
istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar
sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli
telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdîi ctihadlar(re'y)ise
başkalarını bağlamıyordu.Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin
açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme
bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah
zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet,
kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında
tatbik edilmiştir.
3- İctihad ve İftâ
Bakımından Sahâbe:Verdikleri fetvâ sayısı bakımından
sahâbe fukahâsı üç guruba ayrılmıştır. Bunlardan birinci gurupta Ömer, Alî, İbn
Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbâs, Zeyd b. Sâbit, Âişe vardır; İbn Hacer'in, İbn
Hazm'den naklettiğine göre bu zevatın her birinin verdiği fetvâ birer büyük
cilt kitaba konu olacak miktardadır. Bu yedi fakih arasında fetvâsı en çok olan
da İbn Abbâs'tır. İkinci gurupta yirmi sahâbî vardır: Ebû-Bekr, Osmân,
Ebû-Mûsâ, Muâz b. Sa'd, Ebu Hureyre, Enes, Abdullah b. Amr, Selmân el-Fârisî,
Câbir b. Abdullah, Ebû-Sa'îd el-Hudrî, Talha b. Ubeydullah, ez-Zübeyr b.
el-Avvâm, Abdurrahmân b. Avf, İmrân b. Husayn, Ebû-Bekra, Ubâde b. Sâmit,
Mu'âviye b. Ebî-Süfyân, Abdullah b. ez-Zubeyr, Ummu-Seleme. Bunların her
birinin verdiği fetvâ bir küçük cilt tutacak kadardır. Üçüncü gurupta yer alan
yüz yirmi kadar sahâbînin verdikleri fetvânın tamamı bir cilde sığacak
miktardadır.
4-
Sahâbe Devrinde Hüküm ve İctihad Prensipleri:
a) Sahâbe ictihadın
kapısını açmış ve bunu teşvik etmiştir.
b) Sahâbe, ictihad ve re'y yoluyla
vardıkları hükümleri kesin telâkkî etmemiş, Kitâb ve sünnete nisbet eylememiş,
bu iki kaynağa dayanan hükümlerden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir.
c) Bu devirde nazarî ictihad ve teşrî
faaliyeti başlamamıştır. Onların teşrîî faaliyetleri tatbîkîdir. Hâdise meydana
gelince hükmü araştırılır ve bulunur. Vukuundan önce hâdise ve meselelerin
hükmüyle meşgul olunmaz.
d) Zamanın ve hüküm mesnedlerinin
(illet) değişmesi sebebiyle hükümleri de değiştirmişlerdir.
e) Kitâb ve sünnetin meşrû kıldığı, izin
verdiği bazı hususları, kötü neticelerin önlenmesi için menetmişlerdir.
f) Sahâbe meşrû nizamı korumak ve hukuku
muhâfaza etmek için bazı nasların zahirini terketmek veya tahsis ve tamim
(genelleştirme) yoluna gitmişlerdir.
5- Sahâbe Devrinde İhtilâf:karşılaştıkları problemlerin üzerine
eğilen sahâbe müctehidleri bazı hükümlerde ihtilâf etmiş, farklı görüş ve
neticelere varmışlardır. Sonraki devirler için de geçerli olan ihtilaf
sebeblerini şöylece sıralamak mümkündür:
a) Fetihler ve çeşitli vazifeler
sebebiyle Medîne'den uzakta bulunan sahâbenin kendileri
yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri.
b) Hadisi sağlam bir kaynaktan elde
etmemiş olmak
c) Farklı anlamaları: Âyetler, hadîsler
söz, fiil ve takrîrdir. Bunların mânası ve hükümlerinin kesin veya ihtiyarî
oluşu bazı mesele ve durumlarda müctehidlerin anlayışına bırakılmıştır. Anlayış
beşerîdir; bunda farklılık olması tabîîdir.
d) Yanılma veya unutmaları: Sözü tesbit
etme veya anlama konusunda hatâlar vâki olduğu gibi bazı hüküm ve kaidelerin
unutulması da farklı ictihad ve reylere sebep teşkil etmiştir.
e) Birbirlerine aykırı görünen nas
ve hükümleri çeşitli şekillerde telif
etmeleri:
6- Mezhebler:
Sahâbe
müctehidleri yukarda sıraladığımız sebeblerle, fıkhî meselelerin bir kısmında
ihtilâf etmiş olmakla beraber halk grup grup bunlardan birine bağlanıp diğerini
terketmediği için bu devirde -dinî/sosyal kurumlar olarak- mezhepler
doğmamıştır.
8- Fıkıh Bakımından
Devrin Özellikleri:
a) İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu
çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah
zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm
ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır.
b) Daha sonraki devre nisbetle yeni
meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı,
yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz
olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu
boşuna vakit kaybı saymışlardır.
c) Bilhassa ilk dört halîfe zamanlarında fıkıh yönetime
değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Bu sebeple sahâbe
devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; halbuki daha sonraki devirde
fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya
başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve
derinleşmeye yüz tutmuştur.
d) Kitâb ve Sünnet'in gösterdiği ve
ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası
mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan
tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların otoritesi,
sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim bulunuyordu.
e) Bilhassa Hz. Osmân zamanına kadar
şûrâ üyelerinin Medîne'den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük
sahâbe halîfenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple
yeni meselelerin çoğunda ittifak hasıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az
sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat
gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği
bozmuyordu. Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm dünyasına dağıldıkları,
hem de ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve ilim dışında faktörler
karıştığı için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı müctehidlere göre imkânsız
hale geldi.
9-Tedvîn:Müsteşriklerin
ısrarlı inkârlarına ve sistematik menfî yorumlarına rağmen son zamanlarda
yapılan araştırmalar ve özellikle Prof. Dr. Fuat Sezgin'in araştırmaları, diğer
İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıh sâhasında da tedvînin; yani fıkhın yazıya
geçirilmesinin sahâbe devrine, hattâ nüve olarak Rasûlullah devrine kadar
uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugünki mânada risâlelerin (küçük
kitapların) telîfi sahâbe devrinin sonlarında başlamış ve Emevîler devrinde
gelişmiştir. Ancak bunlara da kaynak olan fıkıh yazıları daha önce
gerçekleşmiştir. Prof. Sezgin bu gerçeği ortaya koyan önemli örnekler tesbit
etmiştir.
B-EMEVİLER DEVRİ:Hz.
Hasen'in İslâm birliğini yeniden sağlamak ve iç savaşı önlemek için Muâviye
nâmına -bazı şartlarla- hilâfetten ferâğat etmesiyle hulefâ-i râşidin devri
sona erer ve yeni devir (132/750 yılına kadar devam eder.
Emevîler
devrinin fıkhî hayat bakımından hususiyetleri:
1-Nesil: Bu devre içinde önce yaşlı sonra da
genç sahâbe âhirete intikal ederek tâbiûn nesli onların yerini almıştır.
2-Hadis Rivâyeti:Bilhassa
Hz. Ömer sahâbenin Medîne'den uzaklaşması ve hadis rivâyeti ile meşgul
olmalarını istemiyordu. Birinci davranışın sebebi istişâre için onlara muhtaç
oluşu idi. Hadîs rivâyeti üzerindeki titizliğinin ise iki sebebi vardı.
a)Kur'ân-ı Kerîm'in yerleşmesi, eğitim
ve öğretiminin yayılması.
b) Hadîsler arasına, uydurma
olanların sokulmasından çekinmesi.
3-Nazarî Fıkıh:Hulefâ-i
Râşidîn devrinde fıkıh amelî idi; bir mesele karşısında sahâbe Kitâb, sünnet ve
rey ictihadı ile hükme varıyorlar, bu ise emsâl hâdiseler için bir fıkıh
kaidesi, dinî bir düstûr oluyordu. Hulefa-i râşidînin hüküm ve davranışları ile
Kitâb ve sünnet arasında bir tutarsızlık, bir muhâlefet bahis mevzûu değildi.
Emevîler devrinde ise durum değişti. Daha ilk halîfeleri siyâset öyle
icabettiği için babasının zina mahsûlü oğlu Ziyad b. Ebîhi nesebine geçirmiş
(istilhak) bunun, "Zinâ eden mahrum olur" hadisine aykırı düştüğü
ikazına aldırmamıştı.
4-Hicaz ve Irak Medreseleri:Sahâbenin yetiştirdiği tâbiûn nesli
müctehidleri üstad, muhit ve malûmat farkına dayanan iki gruba ayrılmışlardı:
Hicazlılar ve Iraklılar.iki grup müctehidden -büyük tâbiûn devrinde-
Hicazlıların imamı Saîd b. el-Müseyyeb (94/712) Iraklılarınki ise İbrahim b.
Yezîd b.Neha'î (96/714)'dir.
5-Tâbiûn Fakihleri:Sahâbe fakihlerinin hemen hepsi arap olmasına karşılık
sayıları yüzleri aşan tâbiûn fukahâsı içinde çok sayıda arap olmayan kimseler
vardır. Bu arada azatlılardan da (Mevâlî) büyük fakihler yetişmiştir.
6-Tedvîn:Hadîsler,
fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda toplanmış (tedvîn edilmiş) olmakla beraber
bunların, belli sistemlere göre kitaplaştırılması (tasnîf), fıkhın tasnîfinden
sonra olmuştur. Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emevîler
döneminde (hicrî birinci asrın sonunda, ikinci yüzyılın başında) yazıldığı
anlaşılmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin verdiği bilgiye göre Zührî'nin
fetvâları üç ciltte toplanmıştır, Hasenu'l-Basrî'nin, konulara göre düzenlenmiş
fetvâları ise yedi cilttir.
Bu dönemde yazılan fıkıh kitaplarından
bize ancak şunlar ulaşabilmiştir:
1.Süleymb.Kaysel-Hilâlî(v. 95/714)'nin fıkıh kitâbı.2. Katâde b. Di'âme'nin
(v. 118/736) el-Menâsik isimli eseri.
3. Zeyd b. Alî'nin (v. 122/740) Menâsiku'l-hacc ve âdâbuhu isimli eseri. 4.
Aynı fakihin el-Mecmû' isimli kitabı.
3.DEVİR:ABBÂSÎLER
DEVRİ (Fıkhın Olgunluk Çağı)Bağdad
merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu
sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin
edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği
devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ
etmektedir.
1- Din Bilginleri ve Abbâsîler:
Abbâsîler hilâfeti
haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile
iktidara geldikleri için -görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde
müslümanların başı ve Rasûlullahın halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî
halifeleri -Arap âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve
çevgen taşırken, Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor,
divanlarında Hz. Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı. Bu tutumun tabîi
neticesi olarak din bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da yakından
ilgileniyorlardı.
2- Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesi:
a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani
Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin,davranış ve hükümlerini dine
dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak
ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn
devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn
fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana
gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri.
d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli
milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları
genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa
gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları
olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red,
bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir.
3-Fukahânın İhtilâfı: Sahâbe ve büyük tâbiün devrinde gördüğümüz ictihad
ihtilâfı bu devirde fukahâ ve problem çoğaldığı için daha da artarak devam
etmiştir. Hem mahiyeti icabı tabiî olan hem de "Ümmet için rahmet"
olarak kabul edilen ictihad ihtilâfının önemli sebepleri tesbit edilmiştir:
a)Kitap ve sünette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı tefsîri.
b)Sözün hakikat veya mecâzî mânaya çekilebilmesi.
c)Aynı mevzûdaki âyet ve hadislerin bir araya getirilerek farklı şekillerde
değerlendirilmesi ve telifi.
d) Hadîsle alâkalı sebepler: Hadisin bilinip bilinmemesi, sıhhat derecesi,
sıhhat ölçüsü, tam veya kısmen zaptı yorumu, çelişen delillerle uzlaştırılması...
e) İctihad bilgi, usûl ve gücünün farklılığı,
f) Tabîi ve ictimâî çevrenin tesiri.
4- İctihad Hürriyeti ve
Mezheblerin Doğuşu: İçinde bulunduğumuz devirde,
aşağıdaki sebepler, muayyen mezheblerin doğması sonucunu yol açmıştır.
a) Daha önceki müctehidler gerektikçe dağınık meseleler
üzerinde ictihad ederken bu asır müctehidlerinin fıkhın bütün konularını
ictihad alanlarına dahil etmeleri.
b) Bu ictihadların tedvin edilerek
kitaplarda toplanması ve bu sâyede bir müctehidin, çeşitli konulardaki
ictihadlarının kolayca öğrenilmesi imkânının doğması.
c) Fıkıh mekteplerinin (rey, hadîs
medreseleri) doğması ve bu mektep mensuplarının karşılıklı, sözlü ve yazılı
münâkaşa ve münâzaraları.
d) Bu münakaşa ve münâzaraların,
müctehidlere mahsus usûl ve kaidelerin; yani usûl-i fıkhın doğmasına ve telîf
edilmesine sebep olması.
5-
Rey ve Hadîs Mektepleri:
Sahâbe devrinde daha
çok muhit, üstad ve malzeme farkına dayanan bir gruplaşma görmüştük: Hicâziyyûn
ve Irakıyyûn. Abbâsîler devrine girerken fukahâ arasında bir prensip ihtilâfı
baş gösterdi: Hadîs ve re'ye verilecek yer ve değer ile ilgili olan ihtilâf
uzun zaman devam etmiş ve karşımıza dört grup çıkarmıştır:
a) Tamamen Kitâb'a ve re'ye dayanan,
sünneti hüccet kabul etmeyen "müfrit reyciler".
b) Mutedil reyciler: Bunlar sünneti
reddetmez, onu da hüccet olarak kabul ederler; ancak hadîsin sıhhati üzerinde
titiz davranır, rivâyetinden çekinirler. Buna mukabil kıyas, istihsan, maslahat
gibi re'ye dayanan yollarla hüküm ve fetvâ vermekten çekinmezler, farazî
meseleler üzerinde de dururlar. Ayrıca üstad müctehitlerin sözlerini esas
alarak bazı yeni problemlerin hükümlerini onlardan çıkarırlar (tahrîc).
c)Müfrit eserciler: Eser: Rasûlullah'ın
hadisleri ile sahâbe ve tâbiûn fetvâlarıdır.
Müfrit eserciler re'y ictihadını ve bilhassa bunun en önemli unsuru olan
kıyası, sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenlerdir.
d)Mutedil eserciler: Umûmiyetle hadis
bilginleri mutedil esercilerdir. Bunlar re'y ve kıyası inkâr etmemekle beraber
ona nadiren başvururlar. Hadislerden başka sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını da
hüccet telakki ederler. Vukuundan önce -farazi- meseleler üzerinde fetvâ ve
hüküm vermezler. Hadîse ve esere hiç bir re'yi tercih etmezler.
C-TEDVİN FAALİYETİ: Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı ile kısmen fıkıh ve hadisler
dışındaki bütün dînî ilim ve kitapların telîfi bu devrede başlamıştır.
a)Sünnet:Emevîler'den Ömer b. Abdülaziz devrine
kadar sünnet daha ziyade şifâhî rivâyet ile yayılıyor, bu arada bazı sahâbî ve
tâbiîler küçük toplamalar yapıyorlardı (sahîfeler). Ömer b. Abdülaziz'in
emriyle daha büyük toplamalar başladı ise de bunlar da mahdut idi; ayrıca ilk
râvileri esas tutularak; yâni senedlerine göre toplanmıştı. Konulara göre
yapılan toplamalar (tasnîf) ikinci hicrî asrın ortalarında yâni Abbâsîlerin ilk
devirlerinde başlamıştır. Bu faaliyet üçüncü asırda inkişâfının zirvesine
çıkmış ve meşhur altı kitap (el-kütübü's-sitte) vücuda getirilmiştir.Sünnetin
tedvîni fıkıhtan önce fakat tasnifi fıkıhtan sonradır.
b)
Fıkıh: İmam Mâlik'in,
hadislerle beraber sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını ve kendi reylerini ihtiva eden
el-Muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsût, el-Âsâr gibi kitapları, Ebû-Yûsüf'ün
el-Harâc'ı ve İmam Şâfiî'nin el-Umm külliyatı zamanımıza kadar ulaşmış,
üzerinde çalışılmış ve son asırda baskıları da yapılmıştır.
Sonraki fıkıh kitaplarına da örneklik eden bu kitaplarda takip edilen metod,
bir mevzû (kitab, bâb, fasıl) içine giren meseleleri bir araya getirmek; Kitab
ve sünnetten delillerini zikretmek, muhâlif görüşlere temas ederek bunları
çürütmektir. Meseleci (kazuistik) metod takip edilmiştir. "Bir mevzû ile
alâkalı nazarî ve umûmî kaideleri tesbit etmek, bunları yazdıktan sonra
şumulüne giren ve zikredilmesi gereken meseleleri sıralamak" gibi bir
metod takip edilmemiştir.
c)Kanun:Abbâsîler devrinde de fetvâ ve kazâda
müctehidler kendi ictihadlarına dayanıyorlardı. Bunun tabiî neticesi ihtilâf
olduğundan aynı ülke içinde -ictihadî meseleler üzerinde- birkaç çeşit fetvâ ve
hüküm ortaya çıkabiliyordu. Hukukî eşitlik ve emniyetin temini maksadıyla bazı
teklif ve teşebbüsler oldu; ezcümle Mansûr ve Hârûn er-Raşid, İmam Mâlik'e,
Muvatta' isimli kitabını kanunlaştırmayı teklif ettiler. Mâlik bunu
inhisarcılık ve ictihad hürriyetine aykırı telâkki ederek kabul etmedi.
Kitabının bütün hadisleri ihtiva etmemiş olması da bu davranışta rol oynamıştır.
Abdullah b. el-Mukaffa' (v. 142/759) Mansur'a sunduğu bir arîzada, bütün ülkede
tatbik edilecek bir kanun vazedilmesini teklif etmiştir.Bu düşünce ve
teşebbüslere rağmen kanunlaştırma hareketi Osmanlılar çağına kadar
gerçekleşememiştir.
d)FıkıhUsûlü:Fukahâ arasındaki görüş ayrılıkları ve
bunlarla alâkalı münâkaşalar, mübâhaseler tedvinden çok önce meydana gelmiştir.
Bu ihtilâfın tedvine akseden neticelerinden birisi, daha başlangıçta reddiye ve
münakaşa tarzında kitapların yazılması ikincisi de fıkıh usûlü ilminin
doğmasını hazırlamasıdır. Müctehid İmamlar, münakaşa ve mübâhaselerini
dağınıklıktan kurtarmak, bir temele oturtmak, ictihad metodlarını tesbit etmek
için bazı kaideler ve prensipler vazetmişler, bunların mecmûu fıkıh usûlünü
meydana getirmiştir. Bugün elimizde bulunan ilk usûl kitabı İmam Şâfiî'nin
"er-Risâle"sidir.
e)Istılahlar:Fıkıh usûlünün yanında, yine bu
devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş, veya mevcut terimlerin mefhumları tesbit
edilmiştir. Farz, vâcib, sünnet, mendûb, müstehab, haram, mekruh, şart, illet,
rükün gibi yüzlerce terim, mezhebler arasında ya aynı yahud da farklı mânalarda
-fakat mânaları muayyen olarak- kullanılmaya başlanmıştır.
FUKAHÂ:
Bu devrin
özelliklerinden birisi de çok sayıda büyük fıkıh bilgini ve mezheb imamlarının yetişmiş
olmasıdır.
4.DEVİR:SELÇUKLULAR
DEVRİNDE FIKIH (Fıkhın Duraklama Çağı)
B- FIKIH TARİHİ
BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:
1-Taklîd
Ruhu:Sahâbe, tabiûn
ve büyük müctehidler devirlerinde de bütün müslümanlar müctehid değil idi. Dinî
hüküm ve bilgileri, muayyen metodlarla Kitab ve Sünnetten çıkaran, bunun için
gerekli ilmî kudrete sahip bulunan müctehidler olduğu gibi bu güçten mahrum
halk da vardı. Ancak kendisinde ictihad kudretini bulamayan müslüman, muayyen
bir müctehide bağlanmıyor, onun her sözünü nas gibi kabul etmiyor, rasgele
İslâm âlimlerine başvuruyor, -mezhebin hükmünü değil- İslâm'ın hükmünü
öğrenmeye çalışıyordu. Halbuki tetkik ettiğimiz devirde gerek halk ve gerekse
âlimler "muayyen bir müctehide (mezhebe) bağlanmışlardı; dinî hükümleri
yalnız ondan alıyor, onun sözlerini -Kitâb ve Sünnetin nasları gibi- telâkki
ediyor, onlara bağlanmak mecburiyetinde olduklarına inanıyorlardı." İşte
"taklîd rûhu tabirinden maksadımız bu şuur, anlayış ve davranıştır.
a)
Yetişkin talebe: (ictihad fi'l-mezheb) tetkik ettiğimiz devirde de mevcuttur.
b)
Siyâset, kaza müessesesi ve medrese vakıfları: Mezheplerin yerleşmesinden önce
kadılar, müctehid âlimler arasından seçiliyor, Kitâb, Sünnet ve bunlarda
bulamazlarsa rey ictihadıyla hükmetmeleri; çevrelerindeki âlimlerle de istişare
etmeleri isteniyordu. Bu devrelerde halkın kadılarına büyük itimadı
vardı.Zamanla bazı kadıların menfî davranışları veya hatâlarının ortaya çıkışı
itimadın sarsılmasına sebeb oldu. Ayrıca hukukî emniyet, hükmedilecek esasların
daha önceden tesbitini ve ma'lûm olmasını gerekli kılıyordu. Bu ihtiyaç baş
gösterince hangi müctehidin mezhebi tedvîn edilmiş ise kadının o mezhebden
tayini veya hükmün o mezhebe göre verilmesi istenir oldu.
c)Tedvin:Yukarıda da temas edildiği üzere bazı
mezheblerin ahkâmı, müctehid imam veya talebesi tarafından derlenip toplanarak
yazılmış; müftü ve kadılar için kolayca istifade edilecek hale getirilmişti.
Halbuki diğer bazı mezhebler bundan mahrûm kalmış, bu mahrûmiyet onların
zamanla unutulmasına ve terkedilmesine sebep olmuştur.
2-Münazara ve Münakaşalar: Bu devrin hususiyetlerinden biri de
çok yaygın hale gelen ilmî münakaşa ve münazaralardır.
3-Mezheb Taassubu:Devrin bir hususiyeti de mezheb taassubunun kuvvetlenmesi
ve mezhebler arasındaki müsamaha rûhunun sönmesidir. Önceki devirlerde çeşitli
müctehidler, bazı zamanlarda bunların mezhebleri ve tâbileri bulunmasına rağmen
taassup ve düşmanlık yoktu. Müctehidler birbiriyle temas ediyor, faydalanıyor,
ilmî ölçüler içinde yekdiğerini tenkîd veya takdîr ediyorlardı.
Üçüncü hicrî asırdan itibaren başlayan mezheb taassubu zamanla kuvvetlenmiş,
düşmanlığa dönüşmüştür.
4-İctihad Kapısının Kapanması:Bazı kaynaklara göre ictihad kapısı
dördüncü hicrî asırda kapatılmış veya kapanmıştır. Kapatılmıştır (mesdûd)
diyenler fetvâ ve karar ile kapatılmıştır demek istiyorlar, fakat böyle bir
fetvâ ve karar gösteremiyorlar. Kapanmıştır (münsedd) diyenler ise müctehid
kalmadığı için ictihad kendiliğinden sona ermiştir demek istiyorlar.
C-
TEDVİN HAREKETİ:
1-Mezheb
Hükümlerinin Usûl ve Mesnedini Tesbit İçin Yazılan Kitaplar:Mezheb imamının ictihadını
açıklayabilmek, boşlukları onun ictihad usûlüne göre doldurabilmek için imamın
usûlünü, hükümlerin illetini (mesned, dayanak) bilmek gerekmiştir. İllete
"menât" bunu bulup ortaya koymaya "tahrîcu'l-menât"(16) bu
ehliyeti taşıyan âlimlere "ehl-i tahrîc" yahut da
"el-muharricûn" denir. Bilhassa hanefîler -imamlarından kendilerine
yazılmış bir usûl kitabı intikal etmediği için- tahrîc işiyle meşgul olmuşlar;
imamların hüküm, ictihad ve mütalâalarından faydalanarak onların usûlünü,
hükümlerinin illetini tesbite çalışmışlardır. İmam Şafiî usulünü bizzat yazdığı
için mezhepte furû'dan usûle değil, usûlden furû'a bir metod gelişmiştir. Aynı
devirde bu metoda (Şâfi'î veya kelâmcılar metoduna) göre de eserler
yazılmıştır.
2- Tercih Gayesine
Yönelmiş Kitaplar:
a)Rivayete
dayanan tercih:Mezheb
imamlarının ictihad ve reylerini yazılı veya şifâhî olarak nakledenler birden
fazla olunca ve çelişen hükümler de nakledilince "rivâyet bakımından
tercîh" bahis mevzûu olmaktadır. Nakledilen iki görüşün çelişmesi ya
talebenin yanlış anlaması yahut da İmam'ın önce bir reyi benimsemiş iken sonra
bunu terkedip zıddına kani olmasından neş'et etmektedir. İşte bu durumda daha
sonra gelen mezheb âlimlerine, rivâyetleri karşılaştırarak en kuvvetli olanı
tercih etmek vazifesi düşmektedir.
b)
Usûle ve delile dayanan tercih:İmamdan
nakledildiği kesin olarak bilinen iki zıt görüşü veya biri imamdan diğeri de
onun talebe ve tâbilerinden nakledilen iki görüşü, usûl kaidelerine, Kitap,
Sünnet gibi delillere bakarak karşılaştırmak ve birisini tercih etmek işi de bu
devirde başlamış, her mezhebden buna ehil birçok fıkıh bilgini bu konu ile
meşgul olmuşlardır.
3-Mezheb Müdâfaasını
Hedef Alan Çalışmalar:İlmî münazara ve münakaşalar
meclislerde sözlü olarak yapılmakla kalmamış kitaplarda da yürütülmüştür. Bu
maksatla yazılan kitaplar "el-Hilâf" ilmini taşımaktadır ve
mezheblerin mukayesesini mevzû olarak almışlardır.
5.DEVRE:MOĞOL
İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR (Fıkhın
Gerileme Çağı)
B-BU DEVİRDE İCTİHAD ve FIKIH: Müslüman halk çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, -devrin
fıkıh bilginleriyle beraber- bunlara taassupla sarılmışlardır.Bundan önceki
devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh bilginlerinden
sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök salmıştır.
Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın
diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb sâliklerinin
birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır.Mısır
Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad
hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine sert
reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.Hicrî altınca asrın
ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas çevresinde yeni bir
ictihad hareketi başlatıldı ise de uzun ömürlü olmadı.Bu devirde İslâm
ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid
yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır.
1-
Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık:
içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru fakihler arasında irtibat
kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir
ihtiyaç hissedilmemiştir.
2-
Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik:
Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu
aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların
talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri
okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler
küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.
3-
Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması: bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime
ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu
telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan
metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu
metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.
4-Hîle
ve Te'vîl:Yürüyen
hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle
kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz
"el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri
yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır.
6.DEVRE:MECELLE'DEN
ZAMANIMIZA KADAR (Uyanış Çağı)
Fıkıh:
1- Kanunlaştırma hareketleri
başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş,
arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine
girişilmiştir.
2- İctihad ruhunu besleyen,
okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir.
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini
delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu
kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar
yapılmıştır.
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları
üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı,
müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.
6-
Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları
zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve
konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü
olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak
kabul edilmiştir.Bu devrin en mümeyyiz vasfı kanunlaştırma hareketidir
diyebiliriz. İlk İslâm medenî kanunu Mecelle'nin bu devre ismini nakşetmiş
olması da bu hususun bir işareti mahiyetindedir. Daha önceki devirlerde Fıkıh
ve Fetvâ kitapları yanında Sultan emir ve kanunnâmelerinin yer ve rolüne işaret
etmiştik. Fakat bunlar, bugün anlaşılan mânada birer kanun olmaktan uzak
bulunuyordu. Mecelle bahsinde zikredeceğimiz sebepler, hukukun çeşitli
kaynaklarından istifâde ederek yeni kanunlar vaz'ını zarûrî kılıyordu. Bu
zarûret karşısında harekete geçen İslâm Devletleri bir çok kanunlar vazettiler.
MECELLE: Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliyye ismiyle Osmanlı Ülkesinde 57 sene tatbik edilen, bütün İslâm
ülkelerinin taknîn hareketi üzerinde derin tesirler icrâ eden ilk İslâm medenî
kanununudur.
HADİS
TARİHİ ÖZETİ
BİRİNCİ
DEVİR (OLUŞUM DEVRİ) H.0-100 arası
Sahabe döneminden hicri I. Asrın
sonuna kadar olan zamandır. Sahabeler Hz. Peygamberin hadislerini
ezberlemişlerdir. Ezber etkenleri ise; Genelde ümmi oldukları için bilgileri
ezbere dayalıdır. Özellikle kuvvetli hafızalarıyla bilinir ve tek bir işitme ile
uzun hutbe ve kasideleri ezberleyebilmeleriyle tarih onları kaydetmiştir.
Dini savunma kuvvetleri; Araplar
İslam’ı dünya ve ahret saadetine tek doğru gördükleri için hadislere sımsıkı
sarılmış ve dikkatle alıp nesillere taşımıştır. Hz. Peygamberin teşvikleri ise
Arapların sorumluluk bilinciyle bunu yapmalarını sağlamıştır.Hadisin dindeki
yeri; dinin aslından olup kurtuluşa tek vesile olması.Peygamberimizin hadisleri
iyi anlaşılıp nesillere aktarılması için kısa, öz, tekrar ile, anlaşılır ve
tane tane söylemesi.Hadislerin üslubu; zira Efendimiz özel bir kabiliyetle
donatılmıştır.Bu maddeler hadislerin ezberlenmesinde etkili olmuştur.
HADİSLERİN
YAZILMASI
Rasülüllah’ın yazma ve yazmama ile
ilgili hadisleri farklı yorumlanmıştır. İbn Küteybe; nesh veya iznin şahsa özel
olabileceğini, Hitâbî; yasağın Kuran nüshasına yazmak olduğunu, Ramehürmüzî ise
nesh’i tercih etmiştir.
Nesih umumi olsaydı sahbiler ittifak
ederlerdi. Anlaşılan o ki yazma zatı itibari ile değil, Kuran meşguliyetinden
alıkoymaması içindir.Hadisler sahabe döneminde hatırlatıcı notlar şeklinde
yazılmıştır,
Hicri II. Asırda ise bablar ve muayyen
tertipler olmaksızın yazılmıştır,II. asrın ortasında bablar ve tertipler
oluşmaya başlamıştır,III. Asır (tedvin devri) hadislerin toplanıp, hadis ilimlerinin
zirveye ulaştığı söylenebilir.
Hadislerin
Yazıldığına Dair İlk Deliller/İlk Yazılı Kaynaklar
Sahifetü’s-Sadıka; Amr b. Âs, Hz. Ali
ra.; Akile, diyet ve esirlerle ilgili hükümler barındırır,Sa’d b. Ubade; yemin
ve şahitle ilgili hükümler barındırır,
4-
Hz. Peygamberin yazdırmaları: a)
Hz. Ebu Bekir’e zakat ve diyetle alakalı, Amr b. Hazm’a cizye, diyet, zekat ve
davetle alakalı, Vail b. Hıcr’a haramlarla alakalı yazdırmaları, b) Hz. Pegamberin
krallara davetleri,
c) Hz. Peygamberin bazı münasebetlerle
(Ebi Şah vb.) yazdırması, d) Hz. Peygamberin kafirlerle antlaşmaları (Hudeybiye
vb.) ve başkalarıyla yaşama kuralları (Medine Vesikası vb.)
Sahabe
Döneminde Hadis Yazım Kuralları
Hata etmekten korktukları için az
rivayet etmeleri,Hadisi alma-vermede (tesebbüt) dikkatli, ihtiyatlı
davranmaları, Hz. Ebu Bekir şahit, Hz. Ömer delil istemiş, Hz. Ali ise yemin
istemiştir.Dinin kaidelerine ve Kuran’a arz ederek eleştirel yaklaşmışlardır.
Uydurmanın
Ortaya Çıkışı ve Mücadele Yolları
Hz. Osman ve Hz. Hüseyin ra.’in şehit
edilmesinden sonra, etrafına insan kazanmak için Hz. Peygamberin demediğini
diyenler ve bidatçiler türedi. Sahabe hadisi korumak için şu tedbirleri aldı;Hadisin
isnadı ve ravilerin durumunu sorulmaya başlandı.Az da olsa sahabi hakkında,
sonra tabii ve diğer raviler hakkında cerh ve tadil başladı, alim sahabiler
buna teşvik etti.Asıl raviye ulaşma (âli İsnad) için rihleler başladı.Uydurma
ve zayıfı ayırt etmek için sika ravilerin hadisine arz başladı.Böylece hicri I.
Asır bitmeden hadis ilimlerinden; merfu hadis, mevkuf hadis, maktu’ hadis,
muttasıl hadis, mürsel hadis, munkatı’ hadis ve müdelles hadis gibi hadis
kavramları oluştu. Bunların tamamı makbul; daha sonra sahih, hasen diye,
merdüd; daha sonra zayıf diye kısımlarda düzenlendi.
2.DEVİR
(TEKÂMÜL/OLGUNLAŞMA DÖNEMİ) H.100-200
Bu asırda insanların hafıza
melekelerinin azalması senetlerin uzayıp kollara ayrılması ve bozuk fırkaların
artması sebebiyle resmi tedvin başlamıştır. Dağınık halde olan hadisler “cami’
ve musannef”lerde toplanmıştır.
Cami’lere örnek; 1- Ma’mer b. Raşit,
2- Süfyan es-Sevri, 3- Süfyan b. Uyeyne
Musanneflere örnek; 1- Hammad b.
Seleme 2- Abdürrezzak 3- İmam Malik
Alimler cerh ve tadil konusunda, bidat
ve hevanın yayılması sebebiyle geniş araştırmalar yaptı ve bilinmeyen
kimselerin hadislerini alma konusunda ihtiyatlı davranmaya başladılar. Rical
araştırması için rihleler zaruri hale geldi. Usul kavramları oluşmaya başladı
ve İmam Şafii elimize ulaşan ilk usul eserini yazdı.
3.DEVİR
(HADİS İLİMLERİ TEDVİN DEVRİ) H. 200-350
Hadis ve ilimleri için “altın çağ”
denilen devirde hadisler tertip ve düzen içinde tedvine başladı. Buhari gibi
alimler bu devirde eserlerini kaleme aldı. Hadis ilimlerinin her biri işçin
ayrı eserler yazıldı. Yahya b. Main; Rical Tarihi, Muhammed b.Sa’d; Tabakat,
Ahmed b. Hanbel; el-İlel ve ma’rifetü’r-rical ve Tirmizi; İlelü’s-sağır gibi
eserler yazıldı.
4.DEVİR
(HADİS İLİMLERİNİN YAYILMASI-TOPLANMASI) H. 350-600
Ramehürmüzi; el-Muhaddisü’l-fâsıl
beyne’r-ravi ve’l-vaî,Hatip Bağdadi; el-Kafiye fi ilmi’r-rivaye
Kadı İyaz; el-ilma’ fi usuli’r-rivaye
ve’s-sema’,
Ulumul
Hadis Eserleri
Hakim Nisaburî; Marifetü Ulumu’l-Hadis,Ebu
Nuaym İsfehani; el- Müstahrec,Meyaneci; ما لا يسع
المحدث جهله
5.DEVİR
(HADİS İLİMLERİ OLGUNLUK VE KEMALİ DEVRİ) H. 600-900
İbn Salah’la başlar, İbn Salah, 1-
Önceki ulemanın görüşlerini bir kitapta toplamış 2- Önceki kavramların
tanımlarını zapt etmiş 3- Ulemanın görüşleri yanında kendi görüşlerini de
yazmış
İbn Salah; Ulumu’l-Hadis,Nevevi;
el-İrşad, et-Takrib ve’t-Teysir,Hafız Irakî; et-Tebsıra ve’t-Tezkira
İbn Hacer; Nuhbetü’l-Fiker,
Nüzhetü’n-Nazar
6.DEVİR
(DURAKLAMA DÖNEMİ) H. 900-1400
Yeni tasniflerin durduğu ve eskiler
üzerine nesir ve nazım olarak şerh ve ihtisarların yapıldığı bir dönemdir.
Ömer b. Muhammed Beykuni;
Menzumetü’l-Beykuniye,Ali el-Hirravi; Şerhu’ş-Şerh
Bu dönemde Hindistan’da Şah
Veliyyullah Dihlevî ve ailesi Hadis ve Hadis ilimlerine çok hizmet etmişlerdir.
7.DEVİR
(DİKKATLİ OLMA VE YENİDEN UYANIŞ DÖNEMİ) 1400-…
İslam Âleminin doğu ve batıyla
iletişimi, Fikir sömürgeciliği ve müsteşriklerin saldırıları neticesinde Hadise
yönelik çalışmalar yeniden başlamıştır.
Cemalettin Kasımî; Kavaidu’t-Tahdis,Mustafa
Sibaî; السنة ومكانتها في التشريع الإسلامي
Muhammed Semahi; المنهج الحديث في علوم الحديث
hadis tarihi, hadis ıstılahları, rivayet ve raviler hakkında bilgi içerir.
SONUÇ
Tefsir,hadis
ve fıkıh ilimleri başta olmak üzere tüm İslami ilimlerin ilk nüveleri hz.peygamber
(s.a.v.)zamanında atılmıştır.bu ilimler ilk başta birbirlerinin içerisinde mundemiç
bir halde iken,daha sonraları özellikle hicri 2.asırdan sonra her ilim mustekil
bir ilim haline gelmiş,o günden günümüze kadar tevarüs yoluyla en güzel bir şekilde
nakledilmiştir.islami ilimlerin bu şekilde olması şu sonucu doğurmaktadır;her hangi
bir İslami ilim dalında çalışma yapmak isteyen kimse şüphesiz ki bu ilimleri bir
bütün olarak değerlendirmek zorundadır.çünkü bunların tamamı aslında bir kaynaktan
gelen tatlı menbalardır.bu ilimleri bütüncül bir şekilde ele alan kimse çok güzel
sonuçlar elde edecek,aksini yapan ise yaptığı çalışmada pekte muvaffak olamayacaktır.
SELAM VE DUALARIMLA.
KAYNAKLAR:
1- PROF.DR.DAVUT AYDÜZ,IŞIK YAYINLARI,İSTANBUL,2004.
2- HAYRETTİN
KARAMAN İSLAM HUKUK TARİHİ, İZ YAYINCILIK
3- NURETTİN ITR,MENHECÜ’N-NAKT.
Ahmet YILMAZ – 13912772 (Yüksek Lisans)
Fıkıh, müctehidlerin, tafsili şer’i delillerden istinbat ettiği şer’i ameli
hükümlerdir. Bir başka anlatımla, müctehidlerin, her bir ameli meseleyi
ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere fıkıh
denir. Fıkıh ilminin bir dalı füru’, diğer dalı ise usul’dur.
Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta temel, esas, kök, dayanak gibi
manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab ve delil manalarında
kullanılır.
Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:
İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden
ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir.
İctihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat
etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir.
Kavaid, Kaide(Kural) kelimesinin
çoğuludur. Her biri birçok cüz’i hükümlere şamil olan külli-umumi esaslar
önermeler demektir. Mesela: “Aksine bir karine bulunmadıkça her emir vücub
içindir” bir kaidedir, kuraldır.
“Ahkam” kelimesi “hüküm” kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir
durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Hükümler üç kısımdır:
Şer’i hükümler üç kısımdır.
Usul ilminde, sadece ameli hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği
için, itikadi ve ahlaki hükümleri “tevhid” veya “kelam” ilmi, ahlaki olanlar
ise “tasavvuf” veya “ahlak” ilminde incelenir.
Şer’i deliller iki türlüdür:
Usûlü'l-fıkhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î
küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun
kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.
Fıkıh usulü iki şeyden bahseder:
Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan,
istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların
hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram,
mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan),
istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed,
emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem,
te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın
delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek
yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsili delillere
tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Yani Fıkıh Usulü ilminin
asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden
çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır.
İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını
öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni
meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve
delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine
usul ilminden istifade eder.
Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ
olmak üzere genel olarak üçe ayrılır.
İttifak etmek, görüş birliğine varmak, azmetmek, kasdetmek. Hz.
Peygamber'den sonraki bir çağda amelî bir meselenin şer'î hükmü üzerinde İslâm
müctehidlerinin birleşmesi demektir. İslâm hukukunda, müctehidlerin üzerinde
ittifak ettikleri dört tane aslî delil vardır: Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas.
Ölçmek, kıyaslamak, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri
tesbit etmek, hakkında nass (âyet hadis) bulunan bir meselenin hükmünü,
aralarındaki ortak illetten dolayı, hakkında nass bulunmayan meselenin hükmüne
bağlamak anlamında bir fıkıh usulü terimidir. K.Y.S kökünden, "kâse"
ve "kâyese" dili geçmişin mastarı. Müctehid tarafından ictihad
yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnet'e dayandırılır.
Çünkü şer'i hükümler, ya doğrudan doğruya âyet veya hadislere, ya da kıyas
yoluyla bu nass'lara dayanır.
Kıyasın tariflerinde ortak olan nokta şudur: Nass'a dayanan bir meselenin
hükmünü, ictihad yoluyla, aynı ortak illeti taşıyan ve nass ile belirtilmemiş
bulunan mesele için de sâbit kılmaktan ibarettir.
Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak
illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak, şeklinde
tarif edilince, buradan dört rukün ortaya çıkmaktadır. Asl, fer', hüküm ve
illet.
Bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek. Hukukçunun adalet ve insafla
hareket ederek, özel bir delile dayanılmak sûretiyle genel kuraldan ayrılması
anlamında bir fıkıh usûlü terimidir.
İstihsan ile Kıyas Arasındaki Fark
Ferdî düşünce ürünü olan ictihad, Sahabe devrinde "re'y" adını
alıyordu. Bu metod geliştirilip, sistematik hale gelince "kıyas" adı
verildi. Fakîh'in kendisine uygun gelen ve genel kuralın istisnası olarak
tercih ettiği kıyas şekline de "istihsan" denildi. Bu duruma göre,
istihsan, toplumda karşılaşılan problemleri çözmede daha elverişli ve etkisi
daha çok olan bir metoddur.
3. Zarûret ve İhtiyaç Sebebiyle İstihsan
4. Kapalı Kıyas Sebebiyle İstihsan
6. Maslahat Sebebiyle İstihsan
İyilik, ihsan, bilme, tanıma, akıl ve dinin güzel gördüğü şey; itiraf; at
yelesi; horoz ibiği; yüksek yer; dalga, sabır; aklın delâletiyle kişilerde
yerleşen ve selim tabiatça benimsenip, kabul edilen söz ve fiiller anlamında
bir İslâm hukuku terimi. Çoğulu "a'râf" ve "uref"tir. Yeni
İslâm hukukçularından bazılarının tarifi şöyledir: "Örf, herkesin bildiği
ve genellikle kendisine uya geldiği söz ve fiillerdir"
"Mesâlih", yerine göre gerekli olan iş, söz, davranış, iyilik,
düzen, barış yolu, kârlı iş, uygun iş anlamındaki "Maslahat"
kelimesinin çoğulu; "Mürsele", "Resele" den türetilmiş olan
"İrsâl" masdarından ism-i mef'ul olup, salıverilmiş, başıboş
bırakılmış, kayıt ve şarta bağlanmamış şey; "Mesalih-i Mürsele" her
hangi bir kayda bağlı olmayan maslahatlar anlamında bir İslâm hukuku terimi.
Mesâlih-i Mürsele yerine Maslahat-i Mürsele terimi de kullanılır.
İslâm hukukçuları, Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olup olmayacağı
konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Şâfiî fakihleri, bunu bağımsız bir
delil olarak kabul etmeyip, kıyasın içinde mütalâa ederler. Mesâlih-i
Mürsele'nin şer'î bir delil olarak kabul edilmesi gerektiğini hararetle savunan
İmam Malik'tir.
SEDDİ ZERAYİ'
Sedd; menetme, engelleme, kapama manalarına gelir. Zerayi' ise bir şey'e
götüren vesîle ve yol manâsına gelen zeria'nın çoğuludur. Bu şey mefsedet,
maslahat, söz ve fiil olabilir. Sedd-i zerayi' vesîleleri kaldırmak, sebebi
tıkamak demektir. Bu durumda harama vesîle olân şey haram, vacibu vesîle olan
şey vaciptir.
Zor olanı istemek. Fıkıh usulü ıstılahında, Şari'in bir fiilin yapılıp
yapılmamasını talep etmesi. Buna göre teklifî hükümler: 1- Vacip, 2- Mendup, 3- Haram, 4- Mekruh, 5- Mübah
olmak üzere beş kısma ayrılır.
Bu taksim fakihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefiler ise, teklifi hükümleri
yedi kısma ayırırlar: 1- Farz, 2- Vacip, 3- Mendup, 4- Haram, 5- Tahrimen mekruh, 6- Tenzihen mekruh, 7- Mübah.
Teklifin esasını akıl ve idrak teşkil eder; yani akıl ve idrak, teklifin
temel şartıdır.
Dinî sorumluluk, yapılması dinen gerekli olma, kesme, hisseye ayırma
anlamlarını ifade eder. Kur'an-ı Kerîm'de onsekiz yerde geçen kelime değişik
anlamlarıyla kullanılmıştır.
Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:
Gerekli ve sabit olan. "Vecebe" fiilinden ism-i fâil. Bu fiilin
mastarları olan "vücûben", "vecben", "vecbeten",
ve "vecibeten", gerekli ve sabit olmak, yere düşmek, kalb çarpmak,
günde bir defa yemek, ölmek ve güneş batmak anlamlarına gelir.
İslâm hukukunda "vâcib", yükümlünün farzdan aşağıda, fakat sünnetten
daha kuvvetli olarak yerine getirmesi istenilen şer'î hükümdür.
Mendûb sözlükte, kendisine davet olunan şey anlamına gelir. Sevilen,
yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş demektir. Dinen yapılması iyi
sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasulullah (s.a.s)'ın
bazen yapıp, bazen terk ettiği işler.
Müstehab sözlükte, sevilen, hoşa giden demektir. Fıkıh ilminde ise;
şeriatın yapılmasını hoş gördüğü, tavsiye ettiği ama yapılması zorunlu olmayan
amellerdir. Müstehap, genellikle (devamlı işlenmeyen) gayr-i müekked sünnetle
eş anlamlı olarak da kullanılır.
‘Nafile’nin aslı ‘nefl’dir ki bu da gerekli olanın (farz olanın) üzerine
yapılan bir fazlalıktır. Aynı kelime, ganimet malı, yani savaştan sonra ele
geçen mal hakkında da kullanılır. Bunun çoğulu ‘enfal’dir. Mecburi olmaksızın
yapılan fazla işe, ‘nafile’ demek daha yaygın bir söyleyiştir. Nafile, aynı
zamanda, bağış, hibe anlamlarına da gelmektedir.
Fıkıh ilminde ‘nafile’; Farz ve vacip dışında, sevap amacıyla yapılan,
Peygamberimizin de kıldığı bilinen namazların tümüne ve diğer ibadetlere
verilen bir isimdir.
Sözlükte, yasaklama, mahrum etme
anlamlarına gelir. Haram, dince yapılması yasak olan şeydir. Herhangi bir şeyi yemek, bir
fiili yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış
olabilir. Yükümlünün böyle şeylerden mahrum edilmesi, yani bunların ona yasak
edilmesi ‘haram’ kelimesiyle ifade edilmektir.
Bir haramdaki zarar ya bizzat yasaklanan fiilin kendisinden kaynaklanır
veya dolaylı yoldan bir sebebe dayanır. Buna göre haram, doğrudan ve dolaylı
yoldan olmak üzere ikiye ayrılır.
Kerahet kökünden ism-i mef'ul. Kerahet; istememek, hoşlanmamak ve çirkin
görmek demektir. Mekrûh ise; istenmeyen, hoşa gitmeyen, çirkin iş anlamındadır.
Bir fıkıh terimi olarak mekrûh; Allah ve Resulünün, yapılmamasını, bağlayıcı
olmayan bir tarzda istediği fiildir.
Bu kelimenin aslı ‘ibâha’dır. ‘İbâha’ sözlükte; bir şeyin yapılması veya
terkedilmesi arasındaki hükümdür. ‘Mübah’ ise; şeriatın mükellefi (yükümlüyü)
yapılması veya yapılmaması arasında serbest bıraktığı, yapılmasında veya
terkedilmesinde bir vebal (sakınca) olmayan işler hakkındaki hükümdür.
Mükellef kılınmanın iki şartı vardır.
Ehliyet, vücub ve eda ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.
a)
Eksik Vücub Ehliyeti: Bu ana karnındaki
cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan
haklardan yararlanır. Aleyhine olan haklar onun hakkında sabit olmaz. Cenin sağ
doğmak şartıyla mirasçı olur, lehine vasiyet edilen mala sahip bulunur, yine
lehine vakıf geçerlidir, babası cihetinden nesebi sabit olur. Aleyhine olan
medeni haklar ise sabit olmaz.
b)
Tam Vücub Ehliyeti: Şahsın lehine ve
aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından
küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler.
Yerine getirilmesi gerekli olan şey. Bir şeyin varlığı kendi varlığına
bağlı olmakla birlikte onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf.
Meselâ, namaz için "abdest" bir şarttır.
Bir şeyi oluşturan asıl parçalardan her biri; direk, dayanak, maddî ve
mânevî destek; bir ibadet veya muamelenin varlığı kendisine bağlı bulunan ve
onun esas unsur ve parçalarını teşkil eden temeller. Çoğulu "erkân"
ve "erkün" gelir.
Allah'ın yapılmasını emrettiği ve yapılmamasını istediği hususlarda tam bir
titizlik gösterip bir emir ve yasaklara kuvvetle ve kesin kararlılıkla uymakla
ilgili bir fıkıh ıstılahı. Azimet, kuvvetle, ısrarla ve büyük bir kararlılıkla
bir şeyi istemek veya yapmaktır. Bu duruma göre azimet; farz, vacip, sünnet,
müstehap, mübah, mekruh ve haramların tümünü içerir.
Zaruretler bazı haram ve yasak olan şeyleri mübah kılar. İşte buna ruhsat
denir. Bu açıdan haram olan şeyler üç kısma ayrılır:
Şiddetli sıkıntı, ihtiyaç, şiirde şairin nesirde caiz olmayan dil
kullanımına ihtiyaç duyması. Çoğulu "zarâir"dir. Zarûret, ızdırar
mastarından isimdir. Izdırar; muhtaç ve mecbur etmek demektir. Bir fıkıh terimi
olarak zarûret; dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten
durum, demektir. Bir kimse haram olan yiyeceği yemez veya içeceği içmezse,
ölecek veya ölüme yaklaşacaksa zarûret hali ortaya çıkmış olur.
İstemediği ve çirkin gördüğü bir işi yapmağa zorlanan kimse; ikrah kökünden
ism-i mef'ûl. İkrah; tehdit etmek suretiyle kişinin hukuken yapmakla yükümlü
olmadığı bir işi yapmaya onu zorlamak demektir. Zorlayan, tehdit eden kimseye
"mükrih" denir.
İkrah, söz ve fiillerin sonuçlarına etki yapar, fakat ehliyetin aslını
ortadan kaldırmaz. Geçerli olan ikrah, tam olsun, eksik bulunsun, sözleri
hükümden düşürür. Bu nedenle, ikrah altında yapılan ikrarlar geçerli olmaz.
Ancak, ikrah hâli kalktıktan sonra rıza gösterilmesi hali müstesnadır. Tam
ikrah da, eksik ikrah da rızayı yok eder. Bağlayıcı akid ve sözlerde ise
karşılıklı rıza esastır. Zorlananın fiilleri, zorlamanın tam veya eksik
olmasına göre değişik hükme tâbi olur. Eksik ikrah, zorlananı fiilinin sonucu
bakımından mutlak olarak serbest bırakmaz. Tam ikrahta ise zorlanan, işlediği
fiilden sorumlu olmamakla birlikte, korkutan sorumlu olur. Sorumluluk ikisi
arasında yer değiştirmiş bulunur.
Mefhum sözlükte, anlam, kavram; muhalefet ise zıt, muhalif, karşı
anlamlarına gelir. Mefhum-i muhalefet; zıt anlam demektir. Bir fıkıh usulü
terimi olarak; şer'î bir sözde söylenmeyenin söylenene ve zikrolunana hükümde
zıt olmasıdır.
Meselâ: "Anne babaya öf deme" (el-İsrâ, 17/23, 24) ayetinde söylenene,
"onları dövme, onlara sövme" şeklindeki söylenmeyen hüküm uygundur.
Faydalı olanı elde edip, zararlı olanı defetme. ‘Maslahat’, ‘salah’
kökünden türemiş bir kavramdır. Salah sözlükte; ‘fesad’ın zıddı olup, düzgün
oldu, istikamet üzere oldu, sağlam oldu, düzeldi, kendisinden fesat gidip sulh
(barış-iyi durum) oldu gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türemiş ‘salih’ iyi,
faydalı işler, akla ve dine göre yarayışlı olma, fesat içinde olmama
anlamlarına gelmektedir. Bu kavram fıkıhta, yararlı olanı elde etme, zararlı
olanı (müfsidi) defetme anlamında kullanılmıştır.
Maslahatları üçe ayırmak mümkündür.
a) Dini muhafaza,
b) Nefsi muhafaza,
c) Nesli muhafaza,
d) Aklı muhafaza,
e) Malı muhafaza.
Hadis
Istılahları İlmi: Ravinin
ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun kendi vasıtası
ile bilenebildiği ilim demektir.
Faydası: Ravi
ile mervîden kabul ve red olunanı bilmektir.
Hadis:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da
niteliktir.
Haber: Hadis
anlamındadır. Haberin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e de, başkasına da
isnad edilen rivayet olduğu da söylenmiştir. Bu durumda haber hadisten daha
genel ve kapsamlı olur.
Eser ise,
sahabiye ya da tabiîye isnad edilendir. Bazan kayıtlı olarak Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilenin kastedildiği de olabilir. Bu
durumda: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den rivayet edilen eserden... diye
söylenir.
Kudsi
hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden
yaptığı rivayettir. Aynı zamanda buna Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir.
Kudsî hadis mertebe itibariyle Kur’ân ile nebevî hadis
arasında bir yerdedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem mana itibariyle yüce
Allah'a nisbet edilir. Nebevî hadis ise hem lafız, hem mana itibariyle
Peygamberimize nisbet edilir. Kudsî hadis ise mana itibariyle yüce Allah'a
nisbet edilir, ama lafız itibariyle değil.
Bize
Naklediliş Yolları İtibariyle Haberin Kısımları
Mütevatir: Adeten
yalan söylemek üzere birbirleriyle anlaşmaları imkânsız bir topluluğun rivayet
ettiği ve maddi bir şeye isnad ettikleri rivayettir. Mütevatir iki kısma
ayrılır:
Âhâd: Mütevatirlerin
dışında kalanlardır.
Rivayet
Yolları İtibariyle: Meşhur, aziz ve garib olmak üzere üç kısma ayrılır.
Hadisin sıhhati şu üç hususla bilinir:
Mertebe
İtibariyle: Hadisler beş kısma ayrılır: Sahih li zâtihî, sahih li
gayrihî, hasen li zatihî, hasen li gayrihî ve daîf (zayıf)
Hasen li zâtihî ile sahih li zâtihî arasındaki tek fark,
sahih hadiste zaptın tam olma şartının koşulması ile birlikte, hasen li
zatihide bunun şart olmamasıdır.
Zayıf hariç olmak üzere âhâd hadisler:
Zayıf hadise gelince ne zan, ne de amel ifade eder. Onu
delil olarak kabul etmek de caiz değildir, zayıf olduğunu açıklamadan zikretmek
de caiz değildir. Bir grup ilim adamı şu aşağıdaki şartlara bağlı olarak
zikredilmesini müsamaha ile karşılamışlardır:
Munkatı’
sened: Senedi muttasıl olmayan demektir. Munkatı’ senedin dört
kısmı vardır: Mürsel, muallak, mu’dal ve munkatı.
Tedlîs: Hadisi
gerçekte bulunduğu dereceden daha üstün bir mertebede olduğunu vehmettirecek
bir senedle nakletmektir. Tedlîs iki kısımdır: İsnaddaki tedlîs ve şuyûh
Tedlîsi
Muzdarib:
Ravilerin, senedinde ya da metninde ihtilâf ettikleri ve bunların birarada
telifine ya da tercihine imkân bulunmayan rivayetlere denir. Şayet cem mümkün
olursa cem etmek gerekir ve ızdırab ortadan kalkar. Muzdarib zayıftır, delil
olarak gösterilemez. Çünkü onun muzdarib olması ravilerinin zapt sahibi
olmadıklarını gösterir. Ancak eğer ızdırab hadisin aslı ile ilgili değilse
zarar vermez.
Metinde idrâc:
Ravilerden birisinin hadise gerekli açıklamayı yapmaksızın kendiliğinden bir
söz araya sokuşturmasıdır. Bunu ya bir kelimeyi açıklamak, ya bir hüküm
istinbat etmek ya da bir hikmeti beyan etmek için yapar. İdrâc hadisin başında,
ortasında ve sonunda olabilir.
Hadiste
ziyade: Ravilerden birisinin hadisten olmayan bir şeyi hadise
katması demektir. İki kısma ayrılır:
Eğer bu ziyade sika olmayan bir ravi tarafından
zikredilmiş ise kabul edilmez. Şayet bu ziyade sika bir raviden geliyor ise
eğer kendisinden daha çok rivayeti bulunan yahut daha sika bir kimsenin rivayeti
ile uyuşmuyor ise bu fazlalık kabul edilmez.
Hadisi ihtisar etmek:
Hadisi rivayet edenin ya da nakledenin hadisten bir şeyler hazfetmesidir. Ancak
beş şart ile caizdir:
Mana yoluyla hadis rivayeti:
Kendisinden hadis rivayet edilenin kullandığı lafızlardan başka lafızlar
kullanarak hadisi nakletmek demektir. Ancak üç şartla caizdir:
Mevzu: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
aleyhine yalan olarak uydurulmuş hadistir.
Hükmü: Böyle bir rivayeti ancak ondan
sakındırmak maksadıyla uydurma olduğu açıklanarak zikretmek caiz olur. Hadisin
uydurma olduğu bir kaç yolla bilinebilir. Bazıları:
Cerh ve Ta’dîl
Cerh: Ravinin, rivayetinin reddedilmesini
gereken bir niteliğe sahip olduğunu tesbit etmek yahut kabul edilmesini
gerektiren bir niteliğe sahip olmadığını belirterek, rivayetinin reddedilmesini
gerektirecek şekilde sözkonusu edilmesidir. Cerh mutlak ve mukayyed olmak üzere
iki kısma ayrılır:
Cerhin kabul edilmesi için beş şart aranır:
Ta’dîl:
Ravinin rivayetinin kabul edilmesini gerektiren bir sıfata sahip olduğunun,
rivayetinin de reddedilmesini gerektiren bir niteliğinin bulunmadığının
belirtilmesi suretiyle ravinin sözkonusu edilmesidir. Mutlak ve mukayyed olmak
üzere iki kısma ayrılır:
Tadilin kabul edilmesi için dört şart aranır:
Haberin, Kendisine İzafet
Edildiği Kimse Bakımından Kısımları
Haber kendisine izafet edildiği kimse itibariyle üç kısma
ayrılır: merfû’, mevkûf ve maktû’.
a. Sarih merfû’:
Bizzat Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilen söz, fiil, takrir,
ahlakî vasıf ya da yaratılışının niteliği ile alakalı şeylerdir.
b. Hükmen merfû’:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilmiş hükmünü taşıyan
rivayetlerdir. Bu da birkaç türlüdür:
Sahabi:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ile ona iman ederek birlikte bulunan yahut
onu gören ve bu hal üzere ölen kimsedir.
Buna göre önce irtidad eden, sonra tekrar İslama dönen kimseler de
kapsama girer. el-Eş’as b. Kays gibi.
Muhadram:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e hayatta iken iman etmekle birlikte,
onunla bir araya gelememiş olan kimseye denir. Muhadramlar ashab ile tabiîn
arasında bağımsız bir tabakadırlar denildiği gibi, hayır, onlar tabiînlerin büyükleridir,
diye de söylenmiştir.
Tabiûn:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e iman eden bir kişi olarak sahabi ile
birarada bulunan ve bu hali üzere ölen kimsedir. Tabiûn üç tabakadırlar. Büyük,
küçük ve ikisinin arasında. Tabiûnun büyük tabakası rivayetlerinin çoğunluğu
ashab-ı kiramdan olan kimselerdir. Küçük tabaka ise rivayetlerinin çoğunluğu
tabiînden olan ve ancak az sayıdaki sahabi ile karşılaşmış bulunan kimselerdir.
Orta tabaka ise hem ashabdan, hem de tabiîlerin büyüklerinden çokça rivayette bulunan
kimselerdir.
Ashab-ı
Kiramdan En Son Vefat Eden Kişileri Bilmenin Faydaları:
İsnâd: Sened de denilir. Hadisi bize
nakleden hadisin ravileridir. İsnâd, âlî ve nâzil olmak üzere iki kısımdır: Âlî
isnad, Sıhhate daha yakın olandır, nâzil isnâd da bunun aksidir.
Uluvv iki türlüdür. Sıfat itibariyle
uluvv, adet (saygı) itibariyle uluvv.
Sayı azlığının uluvv olmasının sebebi, aradaki vasıtalar
azaldıkça hata ihtimalinin azalmasından dolayıdır. Bundan dolayı böyle bir
senedin sıhhat ihtimali daha yüksektir.
Nüzûl ise uluvvün karşıtı olup, o da sıfat itibariyle
nüzul ve sayı itibariyle nüzûl olmak üzere iki türlüdür.
Bazan aynı isnadda sıfat itibariyle uluvv ve sayı
itibariyle uluvv türleri birarada bulunabilir. Bu durumda böyle bir isnad hem
sıfat bakımından, hem sayı bakımından âlî olur.
Müselsel:
Ravilerin gerek rivayet eden, gerek rivayet ile ilgili aynı husus üzerinde
ittifak etmeleri demektir. Burada ravilerin tek bir siga üzerinde ittifak
ettikleri teselsülen görülmüştür. O da "haddesenâ: bize anlattı"
sözüdür. Mesela, rivayet an fulanin an fulan lafzı ile müteselsilen gelirse,
yine böyledir.
Müselselin faydası:
Ravilerin birbirlerinden rivayet alışlarını iyice zaptettiklerini ve
herbirisinin kendisinden öncekine tabi oluşta itina gösterdiğini açıkça ortaya
koymaktır.
Hadis tahammülü:
Hadisi, kendisinden rivayet ettiği şahıstan alması demektir. Üç şartı vardır:
Hadis rivayeti (edâsı):
Başkasına ulaştırmak demektir. Hadisi duyduğu gibi nakletmelidir. Hatta edâ
sîgalarında bile böyle yapmalıdır. Bunun için haddesenî yerine, ahbaranî demez
yahut semi’tu veya buna benzer bir ifade kullanmaz. Edanın kabulü için birtakım
şartlar vardır. Bazıları şunlardır:
Hadis Tasnif Yolları: Hadislerin
iki türlü tasnif yolu vardır:
a. Cüzler:
Herbir ilim babı için özel ve bağımsız bir cüz tasnif edilir. Mesela, namaz
bahsi için özel bir cüz, zekât bahsi için özel bir cüz tasnif eder ve bu
böylece sürüp gider.
b. Bablara göre tasnif: Tek
bir cüzde birden çok bab bulunur ve bu bablar konulara göre düzenlenir. Fıkıh
babları veya başka bablar şeklinde.
c.
Müsnedlere
göre tasnif: Her sahabinin hadislerini ayrı bir bölüm halinde toplayıp
"Ebu Bekir'in Müsnedi"nde Ebu Bekir'den naklettiği bütün rivayetleri
kaydeder.
a. Bablara göre yapılan tasnif: İbn
Hacer el-Askalanî'nin Bulûğu'l-Merâm, Abdu'l-Ğani el-Makdisî'nin Umdetu'l-Ahkâm
adlı eserleri gibi.
b. Alfabetik sıraya göre düzenlenmiş tasnif:
Suyuti'nin el-Camiu's-Sağir adlı eseri gibi.
Bu tabir aşağıdaki usûl (ana kitaplar) hakkında
kullanılır:
Kur'an-ı
Kerim
Sözlükte Kur’ân "kaf, ra ve elif" kökünden;
okumak ya da toplamak anlamında bir mastardır. Şer'î bir terim olarak Kur’ân;
yüce Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Sallallahu aleyhi
vesellem'e indirilmiş bulunan, Fatiha sûresi ile başlayıp, Nâs sûresiyle biten
yüce Allah'ın kelâmıdır.
Kur’ân ilk olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e
ramazan ayında, kadir gecesinde nazil oldu. Kur’ân Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem efendimize ilk indirilmeye başladığında ilim ehlince meşhur olan
görüşe göre kırk yaşında idi. Yüce Allah'tan Kur’ân-ı Kerim'i Rasûlullah’a
indiren ise şerefli melekler arasından mukarreb meleklerden birisi olan Cebrail
Aleyhisselam'dır:
Kur’ân-ı
Kerim'in Sebebe Bağlı Olarak ve Olmayarak Nüzûlü
Kur’ân-ı Kerim'in nüzûlü iki kısımdır:
a. Yüce Allah'ın cevabını verdiği bir soru. Meselâ:"Sana
hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit
ölçüleridir." (el-Bakara, 2/189)
b. Bir açıklama ve bir sakındırma gerektiren bir olay sonrasında. "Andolsun onlara soracak
olsan elbette şöyle diyeceklerdir: 'Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.'"
(et-Tevbe, 9/65) diye başlayan iki ayet-i kerime, münafıklardan bir adam
hakkında inmişlerdir.
c.
Hükmü
bilinmesine gerek duyulan meydana gelmiş bir fiil sebebiyle. Yüce Allah'ın:
"Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyet etmekte olan
kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı da zaten
işitiyordu. Çünkü Allah en iyi işitendir, en iyi görendir." (el-Mücadele,
58/1) diye başlayan buyrukları buna örnektir.
Nüzûl
Sebeplerini Bilmenin Faydaları
Lafzın
Umumiliği ve Sebebin Hususiliği
Şayet âyet-i kerime özel bir sebep dolayısıyla inmekle
birlikte lafzı umumi bir anlam ifade ediyorsa, âyetin hükmü hem iniş sebebini
hem de lafzının kapsamına giren bütün hususları kapsar.. Örnek liân âyetleri
gösterilebilir.
Mekkî
ve Medenî (Kur’ân'ın Mekke'de ve Medine'de İnen Bölümleri)
Kur’ân-ı Kerim 23 senelik bir süre içerisinde Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e kısım kısım indirilmiştir. Bundan dolayı ilim
adamları Kur’ân'ı; Mekkî ve Medenî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır:
Mekkî Bölümleri Üslûb ve Konu
Bakımlarından Farkları
a. Mekkî buyruklarda çoğunlukla görülen güçlü bir üslûb ve
sert bir hitaptır. Meselâ, el-Müddessir ve el-Kamer sûreleri. Medenî
buyruklarda çoğunlukla görülen ise yumuşak bir üslûb ve kolay bir
hitaptır. Örnek: el-Mâide sûresi.
b. Mekkî surelerde çoğunlukla âyetler kısa, getirilen
deliller güçlüdür. Örnek olarak Tûr suresi. Medenî buyruklara gelince, Medenî
âyetler çoğunlukla uzun ve herhangi bir delil getirilmeksizin serbest bir
şekilde hükümler sözkonusu edilmektedir. Örnek: Bakara suresindeki deyn
(borçlanma) âyeti.
a. Mekkî buyruklarda çoğunlukla görülen, tevhid ve doğru
akideye dair açıklamalardır. Özellikle ulûhiyetin tevhidi ve öldükten sonra
dirilişe iman ile alakalı hususlar dile getirilmiştir.
b. Medenî buyruklarda çoğunlukla görülen ise ibadetlere ve
muamelata dair geniş açıklamalardır.
c.
Kur’ân'ın
Medine'de inen bölümlerinde cihad, cihada dair hükümler, münafıklar ve onların
durumlarına dair geniş açıklamalar yer alır.
Kur’ân'ın
Kısım Kısım İndirilişindeki Hikmet
Kur’ân'ın tertibi mushaflarda yazılı, kalplerde
ezberlenmiş olduğu şekilde ardı arkasına okunması demektir. Bu tertip üç
çeşittir:
Kur’ân'ın
Yazılması ve Toplanması
Kur’ân'ın yazılış ve toplanmasının üç aşaması vardır:
Tefsir:
Sözlükte "fesr" kökünden gelmekte olup, örtülü olan bir şeyin üstünü
açmak demektir. Terim olarak; Kur’ân-ı Kerim'in anlamlarını
açıklamak demektir.
Me'sûr
(Rivâyet Yoluyla) Tefsirde Görülen Ayrılıklar
Me'sûr (rivâyet yoluyla) tefsirde görülen ayrılıklar üç
türlüdür:
Sözlükte tercüme hepsi beyan ve açıklama anlamı
çerçevesinde değişik manalar hakkında kullanılır. Terim olarak, bir sözü başka
bir dille ifade etmektir. Kur’ân tercümesi; başka bir dille Kur’ân'ın anlamını
ifade etmek, demektir.
Kur’ân tercümesi iki türlüdür:
Mana yoluyla tercüme ise, âyetin ihtiva ettiği mananın
tamamının tercüme edilmekle birlikte, herbir kelimenin anlamı ve sırasının
gözönünde bulundurulmamasıdır. Böyle bir tercüme toplu anlamıyla yapılan
tefsire yakın bir muhtevaya sahiptir.
Muhkemlik ve müteşabihlik bakımından Kur'ân-ı Kerim üç
çeşittir:
Kur’ân-ı
Kerim'de Müteşâbihlerin Çeşitleri
Kur’ân-ı Kerim'de görülen müteşabihler iki çeşittir.
Kur’ân-ı
Kerim Âyetlerinin Muhkem ve Müteşâbih Türlerine Ayrılmasındaki Hikmet
Eğer Kur’ân'ın tamamı muhkem olsaydı, bu sefer hem tasdik
hem de amel yönü ile Kur’ân'la sınama hikmeti sözkonusu olmazdı. Çünkü
Kur’ân'ın anlamı açıkça ortada olacak olsaydı fitneyi aramak ve Kur’ân'ın
tevili peşinde gitmek maksadı ile onu tahrif etmeye ve müteşâbihlere sarılmaya
imkân bulunmazdı.
Şayet bütünüyle müteşâbih olsaydı, bu sefer Kur’ân'ın
bütün insanlar için apaçık ve bir hidayet olması sözkonusu olmazdı. Gereğince
amel etmeye de imkân bulunmazdı. Üzerine sağlam bir akide bina edilemezdi.
Kur’ân'da
Çelişki Olduğu İzlenimini Veren Buyruklar
Tearuz; iki âyetin birisinin ifade ettiği hususu,
diğerinin ifade ettiğini imkansız kılması demektir. Meselâ; bir âyet bir hususu
tespit ederken, diğeri aynı hususu nefyeder. İkisinin de ifade ettiği muhteva
haber vermek mahiyetinde olan iki âyet arasında bir teâruzun ortaya çıkması
imkânsızdır. Her ikisi bir hükme delâlet eden iki âyet arasında bir teâruzun
olması da imkânsızdır. Çünkü bu iki âyetten sonra gelen âyet birinci geleni
neshedicidir. Nesh sabit olduğuna göre birinci âyetin hükmü artık devam etmez
ve ikinci âyetin hükmü ile çelişki arzetmez. Bu kabilden tearuz izlenimi veren
âyetler görüldüğü takdirde, her iki âyetin birlikte telif edilmesine gayret
edilir. Eğer bu sağlanamayacak olursa, o takdirde bu hususta herhangi bir
yargıya varmadan işi bilene havale etmek gerekir.
Kasem; yemin demek olup, herhangi bir
hususu tazim olunan bir sözü vav ya da benzeri diğer edatlardan birisini
sözkonusu ederek tekid etmektir. Yemin edatları üç tanedir:
Kasemin iki faydası vardır:
Kasas ve kass (kıssa anlatmak) sözlükte izi takip etmek demektir.
Terim olarak; ardı arkasına gelen birtakım aşamalara sahip bir hususa dair
haber vermektir. Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça büyük, pekçok
hikmetleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:
Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lukman
kıssası, Ashab-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata
binaen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde
olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder.
Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir
başka yerde sözkonusu edilmemektedir. Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin
bazıları şunlardır:
İsrâiliyât: İsrailoğullarından
olan yahudilerden, yahut hristiyanlardan nakledilen haberlerdir. Bu haberler üç
türdür:
İlim
Adamlarının İsrâiliyâta Karşı Tutumları
İlim adamlarının, özellikle de müfessirlerin bu türden
olan İsrâiliyâta karşı çeşitli tutumları vardır.
Zamir: Sözlükte ya zayıflık demek olan
"ed-dumûr"dan gelmektedir. Çünkü harfleri azdır. Yahutta gizlemek
anlamındaki "el-idmar"dan gelmektedir. Çünkü zamir gizli, saklıdır.
Terim olarak; ifadeyi kısaltmak amacıyla zâhir yerine
kullanılandır. Zamir; (hazır ve gaib için kullanılan isimlerin) köklerinden
olmamakla birlikte hazır ya da gaib oluşa delâlet edendir, diye de tanımlanmıştır.
Hazırda olana delâlet eden iki çeşittir:
Bu iki zamirin hazır oluşun delâletleri ile yetinilerek
mercia (zamirlerin ait olduğu kişiye gönderilmelerine) ihtiyaçları yoktur.
Gaib (üçüncü şahıs)a delâlet eden zamir ise, gaib için
kullanılması öngörülen zamirlerdir. Bunun ise ait olacağı bir merciinin
bulunması kaçınılmazdır. "Nuh, Rabbine seslendi." (Hud, 11/45) gibi.
Zamir bazen daha önce geçmiş fiilden de anlaşılabilir.
Yüce Allah'ın: "Adalet yapın. Çünkü o takvâya daha yakın olandır."
(el-Maide, 5/8)
Zamirin mercii bazan rütbe (cümle içerisinde gelmesi
gereken sıra) itibariyle değil de, lafız itibariyle daha önce
geçebilir."Hani İbrahim'i Rabbi... imtihan etmişti." (el-Bakara,
2/124) buyruğunda olduğu gibi.
Bazen zamirin mercii, ifadelerin akışından anlaşılabilir.
Yüce Allah'ın: "(Ölenin) çocuğu varsa anne ve babasının herbirine geriye
bıraktığından altıda biri verilir." (en-Nisa, 4/11) buyruğu gibi. Burada
zamir "geriye bıraktığı" lafzından anlaşılan "ölü"ye
aittir.
Bazen zamir mercii ile uyumlu olmayabilir. Yüce Allah'ın
"Andolsun ki biz (ilk) insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu
sağlam bir karargahta yerleşen bir nutfe kıldık." (el-Mu'minun, 23/12-13)
buyruğunda gibi.
Eğer zamir mercii, hem tekil, hem çoğul bir zamirin dönmesine
elverişli ise, zamirin bu iki şekilden birisi ile mercie ait olması mümkündür.
Yüce Allah'ın: "Kim Allah'a iman edip salih amel işlerse onu altından
ırmaklar akan cennetlere, kendileri orada ebedi ve devamlı kalmak üzere koyar.
Allah on(lar)a gerçekten güzel bir rızık vermiştir." (et-Talâk, 65/11)
Eğer zamirler birden çok olursa, aslolan zamir merciinin
bir olmasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ona çetin güçler
sahibi öğretti. O büyük bir güce sahiptir. Hemen asıl şeklinde doğruluverdi ve
o en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaşıp sarktı. Böylece iki yay (boyu) kadar
veya daha da yaklaştı. Kuluna vahyettiğini vahyetti." (en-Necm, 53/5-10)
Zamir
Kullanılacak Yerde Açık İsmi Zikretmek
Aslolan zamir gelmesi gereken yerde zamir kullanmaktır. Çünkü
böylesi anlamı daha açık ortaya koyar, lafzan daha kısadır. Bundan dolayı yüce
Allah'ın: "Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat
hazırlamıştır." (el-Ahzab, 33/35) buyruğunda zamir kendisinden önce geçmiş
yirmibeş kelimenin yerini tutmaktadır.
Bazen zamir yerine açıkça isim getirildiğide olur. İşte
"zamir kullanılacak yerde açık isim kullanmak" diye adlandırılan
husus da budur. Bunun, anlatımın akışına göre ortaya çıkacak pekçok faydaları
vardır. Bazıları şunlardır:
Bu buyrukta yüce Allah: "Allah o kimseye
düşmandır" diye buyurmamıştır. Açıktan açığa zamir yerine ismin
zikredilmesi ayrıca şu hususları ifade etmektedir:
Fasıl zamiri, munfasıl ref’ zamiri (özne konumundaki ayrı
zamir) şeklinde bir harf olup, her ikisi de marife oldukları takdirde mübtedâ
ile haber arasında yer alır. Bu durumda fasıl zamiri bazen mütekellim (birinci
şahıs) zamiri olarak gelebilir. Yüce Allah'ın: "Ben, evet ben Allah'ım! Benden
başka ilah yoktur." (Taha, 20/14) buyruğu ile: "Muhakkak biz saf saf
duranlarız." (es-Sâffât, 37/165) buyruklarında olduğu gibi.
Bazen muhatap (ikinci şahıs) zamiri de kullanılabilir.
Yüce Allah'ın: "Onlar üzerinde gözetleyici sen oldun." (el-Maide,
5/117) buyruğunda olduğu gibi.
Bazen gâib (üçüncü şahıs) zamiri de kullanılabilir. Yüce
Allah'ın: "İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."
(el-Bakara, 2/5) buyruğunda olduğu gibi.
Bunun üç faydası vardır:
TEFSİR TARİHİ
HZ.
PEYGAMBERİN TEFSİRİ
Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı
kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın
nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir
etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.
HZ.
PEYGAMBERİN TEFSİR YÖNTEMİ
1.Mücmeli Teybin 2.Mübhemi Tafsil 3.Mutlakı Takyid 4.Müşkili Tavzih
SAHABENİN TEFSİRİ
Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber
(s.a)’den ne duymuslarsa;
sebebi
nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah
kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe
ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı
Sünnetle tefsir ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde
tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri
sürdürülmüştür.
Tefsirde Meshur Sahabiler
İbn
Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab.
Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali
Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri
1-
Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir
edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de
artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.
2-
Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır
3-
Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı
4-
Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.
5-
Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti
güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.
6-
Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.
7-
Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.
TABİİUN DÖNEMİ(65-132)
MEKKE
EKOLÜ: Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid
akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid, ‘Mushafı baştan sona 3 defa
İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.
İbn-i
Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin
Keysan’dır.
MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir.
Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun
başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.
IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir.
İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid,
Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.
Tabiîn Tefsirinin Özellikleri
1-
Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir.
Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i
Kitabın
girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması
gösterilebilir.
İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin
bu konuda gevsek
davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.
2-
Tefsir rivayet nakil özelliğini,
karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)
döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.
3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.
4-
Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere
göre
yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.
Tefsir Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri
RİVAYET TEFSİRİ
Tanım: “Bir kısım
ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce
Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve
Tabiîn sözlerinde yer alan
açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber
(s.a)’den rivayet ettikleri
gibi,
birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde
bulunmustur.
Sonra
Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey
ve
içtihatlarıyla
Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.
Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar
A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse
bakılır:
1-
İki rivayetten biri sahih diğeri
zayıfsa, sahih olan alınır
2-
Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi
bakımdan
sonra
olan alınır.
3-
Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan
bilinmiyorsa,
isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)
4-
İsitme yoluyla sabit olan bir sey
yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.
5-
İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette
Allah’ın
murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine
kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve
mütesabihin durumu gibidir.
B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse
bakılır:
1-
Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.
2-
Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme
yoluyla sabit olan alınır.
3-
İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet
kazanan tercih edilir.
4-
İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat
ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda
mesele
açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin
durumu gibidir.
En Meshur Rivayet Tefsirleri
1.
Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî
2.
Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî
3.
el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî
4.
Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî
5.
el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye
6.
Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir
7.
el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî
8.
ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî
DİRAYET TEFSİRİ
Tanım: Müfessirin,
Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli
anlamlarını
öğrenmesi, Cahiliye siirini
kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve
mensuhlarına
ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer
vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardan
sonra
kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.
Rey iki kısımdır:
1-
Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için
gerekli diğer sartlara
uygun
olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin
caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini
caiz
görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.
2-
Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan
ve
kötülenen rey çesidi de budur.
Rey
ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde
iki kısım olduğunu caiz olanın da
mahdut
ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz
yerinde
olacak.
Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler
1-
Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7-
Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni.
8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din 10- Usulü Fıkıh 11- Esbab-ı Nüzul
12- Kasas İlmi
13- Nâsih ve Mensuh İlmi
. 14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için “mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller açıklığa kavusur.
15- Mevhibe İlmi:
En Meshur Dirayet Tefsirleri
1.
Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî
2.
Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî
3.
Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî
4.
Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin
5.
el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân
6. Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan / en-Nîsâbûrî
HADİS
TARİHİ
·
Hz. Peygamberin
onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet
denir.
·
Hz. Peygamberin sözlerine
KAVLÎ sünnet denir.
·
Hz. Peygamberin fiil
ve davranışlarına FİİLÎ sünnet
denir.
·
Peygamberlerin
görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.
·
Hadis rivayet
edenlere RAVÎ denir.
·
Tarih
ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.
·
Tarih ve Tabâkat
kitapları ilk hicri II. Asrın
ortalarında yazılmaya başlandı.
·
İlk
Tarih ve Tabâkat yazarları
1.
Leys b. Sa’d 2.Abdullah b. Mubarek 3.Velîd b. Müslîm 4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan
·
Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.
·
Hicrî IV. Asrın
başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.
·
Mutekaddimûn
Dönemi kitapları
1.
Er-Râmhurmuzî; El Muhaddis ul Fasıl
2.
Hakîm en-Nişaburî; Marifetu ulumil-Hadis
3.
Hatib el Bağdadî; el-Kifaye
·
Hicri IV.asırdan
sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN
Dönemi kitaplarıdır.
·
Muteahhirûn
Dönemi Kitapları
1.
Kadı Îyad; El-İlma
2.
Meyânci; Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül
3.
İbnü’s Salah; Ulum’il Hadis
·
Hadis öğrenen kişiye
TÂLİB denir.
·
Hadis öğreten kişiye
HÂFIZ denir.
·
İleri seviye hadis
Âlimlerine Huccet-ul İslam, Şeyh-ul
İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis
denir.
·
Hadisler
arasındaki itilafları giderme yolları
1. Cem ve Te’lif;
Çelişen
hadislerin hepsini almak
2. Nesh;
Şer’i
bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.
3. Tercih;
Ravî
sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete,
din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.
4. Tevakkuf;Delil buluncaya kadar Hadisi askıya almak.
· Kur’ana göre Hz. Peygamberin temel görevleri
1.
Tebliğ; Bildirme.
2.
Beyân; Açıklama.
3.
Tezkiye; İnsanları
yanlış ve günahlardan arındırma.
Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.
· RİVAYET
1.
Hadis Öğrenme 2.Nakletme 3.Derleme 4.Hadis kitabı te’lif etme
· DİRAYET
1.
Hadis senetleri 2.Hadis Metinleri
· Peygamberimizi Konu edinen ilimler
1. Meğazî;Savaşları
3.Siyer;Hayatı
2.
Şemail;Fiziksel
özellikleri 4. Delâil;Mucizeleri
· Hadis Râvileri hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.
1.
CERH:
Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme
2.
TA’DİL:
Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme
·
İlk bakışta sağlam
görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.
· Günümüze ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları
1. Ali b. El-Medîni: İlelü’l Hadis
2. Ahmed b.
Hanbel: el
İlel ve Ma’rifetü’r rical
3. Muhammed b. İsa et
Tirmîzi: el
İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.
4. İbn Ebî Hâtim
er-Râzi: İlel’ül
Hadis
·
Az kullanılan Yaygın
olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l
Hadis denir.
·
Ğarib kelimelere
yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap
Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.
·
Ğaribu’l
Hadis alanında eseri bulunan müellifler
1.
İbnu’l Kesir 2. Zemahşerî 3. Hattabî 4. İbn Kuteyfe
·
Hadislerin söyleniş
sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.
·
Ravilerin Hadisleri
metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.
·
Sahabenin söz ve
davranışlarına MEVKUF hadis denir.
·
Tâbiûnun söz ve
uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.
·
Bir hadisin farklı
isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK
denir.
·
Günümüze ulaşan ilk Hadis
usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l
Fâsıl dır.
·
Hanefîler Hadisler
arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK
sırasını gözetirler.
·
Hadis ilminde
başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.
·
1000’den fazla hadis
rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.
· Maksirûn Râviler;
1.
Ebû Hureyre 2.
Abdullah b. Ömer 3. Enes b. Mâlik 4. Hz.Aişe
5. Abdullah b. Abbas
6. Câbir b. Abdullah 7. Ebû Said el Hudrî
·
1000’den az Hadis
rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.
·
Sahabenin
Hadis Taammül yolları;
1. Sorarak öğrenme 2. Öğrenmede nöbetleşme 3. Hadis müzakeresi 4. Öğrenim için seyahat
·
Hadislerin bir divân
içinde toplanmasın TEDVÎN denir.
·
Devlet eliyle resmen
TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b.
Abdulaziz’dir.
·
Hadislerin
öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.
·
Aşere-i Mübeşşereden
olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç
Hadis rivayet etmemiştir.
·
Hadislerin yazılı ve
sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.
·
Tedvindeki
Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.
·
Ebû
Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin
istedim vermedi demiştir.
·
Hz.
Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği
söylenir.
·
Peygamberimizin
azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi
hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.
·
Tasnif
döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları
1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar 2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar 3. Tartışma ve reddiyeler 4. Muvattalar 5. Sünenler 6. Câmiler 7. Musannaflar
·
Hicrî
II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler
1.
Ma’mer b. Raşid el Ezdî 2.Süfyan es-Servî 3. Rebî b. Habib el-Basrî 4. Süfyan b. Uyeyne
·
Hicrî
III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi
1. 1. Buhâri 3. Müslim 4. Tirmîzi
·
Buhâri MEBSÛT isimli
kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ
BUHÂRİ yi yazdı.
·
Es-Sünenü’l
Erbea (Dört Sünen) yazarları
1. 1. Nesâî 2.
Ebû Dâvud 3. İbn Mâce 4. Tirmîzi
·
Hadisleri, Hadis
kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.
·
TASNİF’i
başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman
toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.
·
Muvatta’lar;
Peygamber efendimizden gelen
hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler)
içerir.
·
Buhârini
Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada
hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.
·
Müslîmin
Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı
kanallarını bir arada vermesidir.
·
Müsnedlerde
hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun
sözleri bulunmaz.
·
Sünenlerde
bulunan ağırlıklı konular;
1.
Salât 2. Eşribe
3. Tahâret 4. Savm/Sıyam
·
Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre
düzenlenmiştir.
·
Muvatta, Sünen,
Câmi, Musannef Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.
·
Buharî 194-256 arasında yaşadı.
·
Buharînin Sahihinde
Muallak hadisler dahil edilmeden 7275
hadis vardır.
·
Kütüb-ü
Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.
·
Kütüb-ü
Sittede eserlerin doğru sıralaması;
1.
Buhari 2. Müslîm
3. Tirmîzi 4. Ebu Davud
5. Nesâi 6. İbn Mâce
·
Sahih hadisleri
derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki
muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.
·
Bir hadis veya
hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.
·
En tanınmış Müstedrek
Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s
Sahihayn adlı eseridir.
·
Zehebî, Nisaburinin
el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını
söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i
yazmıştır.
·
Tespit edildiği
kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis
kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye
tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.
·
Suyutinin Cami’ul
Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul
Cevâmi’dir.
·
Rudanî’nin 14 hadis
kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.
·
Münzirî et-Terğib
ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği
teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.
·
Buhari ve Müslimin
Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.
·
Müstahrec
türü eserler rivayete olan güveni arttırır.
·
Kütüb-i
Sitte üzerine yapılan çalışmalar;
1.
Cem
:Hadisleri
bir araya getirmek 2.Zevaid
:Hadisleri birbiriyle mukayese etmek
3.Şerh
:Hadisleri
açıklamak 4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek
·
Hadislerin
kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu
işlem
ETRAF
kitaplarıyla yapılırdı.
·
Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana
İslam dünyasında genel kabul görmüştür.
·
Halk arasında Hadis
diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler
1. Aclûni,
Keşfu’l Hafâ 2.Sehâvi, Mekâsıdu’l
Hasene
·
Suyuti başta Kütüb-i
Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif
emiştir.
Fıkıh Tarihi
İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi
(H. Ö. 13-H. S. 10)
Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2) Dört Halife Dönemi (H. S.
10-40)
Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S.
40-100)
Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.
4) Abbâsîlerin Birinci
Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)
Bu dönem fıkhın olgunlaşma
dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek
Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz.
Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.
Hadis okuluna mensup olan
fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve
bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini
hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.
Rey okuluna mensup fakîhler
ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu
için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve
medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda
konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.
Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed
b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen
hadisçi sayılabilir.
Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.
5) Abbâsîlerin İkinci
Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)
Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.
6) Moğol İstilasından
Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden
Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Bu devrede, ictihâd ruhu
yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır.
İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi
alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur
olmuştur.
Bütün müctehidlerin
görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan
seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla
boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.
Bu metot, Mecelle’nin yazılması
sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri
esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan
Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma
yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün
mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı tarihine
baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları
maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:
Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî
kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe
göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.
İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve
hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı
konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir
kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre
de hükümler verilmiştir.
Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin
yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna
gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1]
·
* * *
Günümüzde müslüman gruplar
arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır.
Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her
türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise
taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan
gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı
sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün
olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin
bir anlamı yoktur.
TEFSİR TARİHİ
HZ.
PEYGAMBERİN TEFSİRİ
Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı
kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın
nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir
etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.
HZ.
PEYGAMBERİN TEFSİR YÖNTEMİ
1.Mücmeli Teybin 2.Mübhemi Tafsil 3.Mutlakı Takyid 4.Müşkili Tavzih
SAHABENİN TEFSİRİ
Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber
(s.a)’den ne duymuslarsa;
sebebi
nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah
kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe
ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı
Sünnetle tefsir ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde
tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri
sürdürülmüştür.
Tefsirde Meshur Sahabiler
İbn
Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab.
Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali
Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri
1-
Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir
edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de
artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.
2-
Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır
3-
Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı
4-
Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.
5-
Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti
güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.
6-
Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.
7-
Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.
TABİİUN DÖNEMİ(65-132)
MEKKE
EKOLÜ: Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid
akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid, ‘Mushafı baştan sona 3 defa
İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.
İbn-i
Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin
Keysan’dır.
MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir.
Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun
başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.
IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir.
İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid,
Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.
Tabiîn Tefsirinin Özellikleri
1-
Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir.
Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i
Kitabın
girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması
gösterilebilir.
İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin
bu konuda gevsek
davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.
2-
Tefsir rivayet nakil özelliğini,
karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)
döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.
3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.
4-
Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere
göre
yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.
Tefsir Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri
RİVAYET TEFSİRİ
Tanım: “Bir kısım
ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce
Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve
Tabiîn sözlerinde yer alan
açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber
(s.a)’den rivayet ettikleri
gibi,
birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde
bulunmustur.
Sonra
Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey
ve
içtihatlarıyla
Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.
Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar
A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse
bakılır:
1-
İki rivayetten biri sahih diğeri
zayıfsa, sahih olan alınır
2-
Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi
bakımdan
sonra
olan alınır.
3-
Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan
bilinmiyorsa,
isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)
4-
İsitme yoluyla sabit olan bir sey
yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.
5-
İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette
Allah’ın
murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine
kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve
mütesabihin durumu gibidir.
B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse
bakılır:
1-
Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.
2-
Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme
yoluyla sabit olan alınır.
3-
İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet
kazanan tercih edilir.
4-
İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat
ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda
mesele
açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin
durumu gibidir.
En Meshur Rivayet Tefsirleri
1.
Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî
2.
Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî
3.
el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî
4.
Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî
5.
el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye
6.
Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir
7.
el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî
8.
ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî
DİRAYET TEFSİRİ
Tanım: Müfessirin,
Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli
anlamlarını
öğrenmesi, Cahiliye siirini
kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve
mensuhlarına
ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer
vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardan
sonra
kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.
Rey iki kısımdır:
1-
Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için
gerekli diğer sartlara
uygun
olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin
caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini
caiz
görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.
2-
Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan
ve
kötülenen rey çesidi de budur.
Rey
ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde
iki kısım olduğunu caiz olanın da
mahdut
ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz
yerinde
olacak.
Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler
1-
Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7-
Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni.
8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din 10- Usulü Fıkıh 11- Esbab-ı Nüzul
12- Kasas İlmi
13- Nâsih ve Mensuh İlmi
. 14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için “mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller açıklığa kavusur.
15- Mevhibe İlmi:
En Meshur Dirayet Tefsirleri
1.
Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî
2.
Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî
3.
Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî
4.
Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin
5.
el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân
6. Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan / en-Nîsâbûrî
HADİS
TARİHİ
·
Hz. Peygamberin
onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet
denir.
·
Hz. Peygamberin sözlerine
KAVLÎ sünnet denir.
·
Hz. Peygamberin fiil
ve davranışlarına FİİLÎ sünnet
denir.
·
Peygamberlerin
görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.
·
Hadis rivayet
edenlere RAVÎ denir.
·
Tarih
ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.
·
Tarih ve Tabâkat
kitapları ilk hicri II. Asrın
ortalarında yazılmaya başlandı.
·
İlk
Tarih ve Tabâkat yazarları
1.
Leys b. Sa’d 2.Abdullah b. Mubarek 3.Velîd b. Müslîm 4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan
·
Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.
·
Hicrî IV. Asrın
başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.
·
Mutekaddimûn
Dönemi kitapları
1.
Er-Râmhurmuzî; El Muhaddis ul Fasıl
2.
Hakîm en-Nişaburî; Marifetu ulumil-Hadis
3.
Hatib el Bağdadî; el-Kifaye
·
Hicri IV.asırdan
sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN
Dönemi kitaplarıdır.
·
Muteahhirûn
Dönemi Kitapları
1.
Kadı Îyad; El-İlma
2.
Meyânci; Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül
3.
İbnü’s Salah; Ulum’il Hadis
·
Hadis öğrenen kişiye
TÂLİB denir.
·
Hadis öğreten kişiye
HÂFIZ denir.
·
İleri seviye hadis
Âlimlerine Huccet-ul İslam, Şeyh-ul
İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis
denir.
·
Hadisler
arasındaki itilafları giderme yolları
1. Cem ve Te’lif;
Çelişen
hadislerin hepsini almak
2. Nesh;
Şer’i
bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.
3. Tercih;
Ravî
sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete,
din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.
4. Tevakkuf;Delil buluncaya kadar Hadisi askıya almak.
· Kur’ana göre Hz. Peygamberin temel görevleri
1.
Tebliğ; Bildirme.
2.
Beyân; Açıklama.
3.
Tezkiye; İnsanları
yanlış ve günahlardan arındırma.
Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.
· RİVAYET
1.
Hadis Öğrenme 2.Nakletme 3.Derleme 4.Hadis kitabı te’lif etme
· DİRAYET
1.
Hadis senetleri 2.Hadis Metinleri
· Peygamberimizi Konu edinen ilimler
1. Meğazî;Savaşları
3.Siyer;Hayatı
2.
Şemail;Fiziksel
özellikleri 4. Delâil;Mucizeleri
· Hadis Râvileri hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.
1.
CERH:
Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme
2.
TA’DİL:
Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme
·
İlk bakışta sağlam
görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.
· Günümüze ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları
1. Ali b. El-Medîni: İlelü’l Hadis
2. Ahmed b.
Hanbel: el
İlel ve Ma’rifetü’r rical
3. Muhammed b. İsa et
Tirmîzi: el
İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.
4. İbn Ebî Hâtim
er-Râzi: İlel’ül
Hadis
·
Az kullanılan Yaygın
olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l
Hadis denir.
·
Ğarib kelimelere
yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap
Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.
·
Ğaribu’l
Hadis alanında eseri bulunan müellifler
1.
İbnu’l Kesir 2. Zemahşerî 3. Hattabî 4. İbn Kuteyfe
·
Hadislerin söyleniş
sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.
·
Ravilerin Hadisleri
metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.
·
Sahabenin söz ve
davranışlarına MEVKUF hadis denir.
·
Tâbiûnun söz ve
uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.
·
Bir hadisin farklı
isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK
denir.
·
Günümüze ulaşan ilk Hadis
usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l
Fâsıl dır.
·
Hanefîler Hadisler
arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK
sırasını gözetirler.
·
Hadis ilminde
başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.
·
1000’den fazla hadis
rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.
· Maksirûn Râviler;
1.
Ebû Hureyre 2.
Abdullah b. Ömer 3. Enes b. Mâlik 4. Hz.Aişe
5. Abdullah b. Abbas
6. Câbir b. Abdullah 7. Ebû Said el Hudrî
·
1000’den az Hadis
rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.
·
Sahabenin
Hadis Taammül yolları;
1. Sorarak öğrenme 2. Öğrenmede nöbetleşme 3. Hadis müzakeresi 4. Öğrenim için seyahat
·
Hadislerin bir divân
içinde toplanmasın TEDVÎN denir.
·
Devlet eliyle resmen
TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b.
Abdulaziz’dir.
·
Hadislerin
öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.
·
Aşere-i Mübeşşereden
olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç
Hadis rivayet etmemiştir.
·
Hadislerin yazılı ve
sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.
·
Tedvindeki
Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.
·
Ebû
Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin
istedim vermedi demiştir.
·
Hz.
Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği
söylenir.
·
Peygamberimizin
azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi
hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.
·
Tasnif
döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları
1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar 2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar 3. Tartışma ve reddiyeler 4. Muvattalar 5. Sünenler 6. Câmiler 7. Musannaflar
·
Hicrî
II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler
1.
Ma’mer b. Raşid el Ezdî 2.Süfyan es-Servî 3. Rebî b. Habib el-Basrî 4. Süfyan b. Uyeyne
·
Hicrî
III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi
1. 1. Buhâri 3. Müslim 4. Tirmîzi
·
Buhâri MEBSÛT isimli
kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ
BUHÂRİ yi yazdı.
·
Es-Sünenü’l
Erbea (Dört Sünen) yazarları
1. 1. Nesâî 2.
Ebû Dâvud 3. İbn Mâce 4. Tirmîzi
·
Hadisleri, Hadis
kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.
·
TASNİF’i
başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman
toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.
·
Muvatta’lar;
Peygamber efendimizden gelen
hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler)
içerir.
·
Buhârini
Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada
hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.
·
Müslîmin
Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı
kanallarını bir arada vermesidir.
·
Müsnedlerde
hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun
sözleri bulunmaz.
·
Sünenlerde
bulunan ağırlıklı konular;
1.
Salât 2. Eşribe
3. Tahâret 4. Savm/Sıyam
·
Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre
düzenlenmiştir.
·
Muvatta, Sünen,
Câmi, Musannef Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.
·
Buharî 194-256 arasında yaşadı.
·
Buharînin Sahihinde
Muallak hadisler dahil edilmeden 7275
hadis vardır.
·
Kütüb-ü
Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.
·
Kütüb-ü
Sittede eserlerin doğru sıralaması;
1.
Buhari 2. Müslîm
3. Tirmîzi 4. Ebu Davud
5. Nesâi 6. İbn Mâce
·
Sahih hadisleri
derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki
muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.
·
Bir hadis veya
hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.
·
En tanınmış Müstedrek
Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s
Sahihayn adlı eseridir.
·
Zehebî, Nisaburinin
el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını
söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i
yazmıştır.
·
Tespit edildiği
kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis
kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye
tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.
·
Suyutinin Cami’ul
Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul
Cevâmi’dir.
·
Rudanî’nin 14 hadis
kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.
·
Münzirî et-Terğib
ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği
teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.
·
Buhari ve Müslimin
Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.
·
Müstahrec
türü eserler rivayete olan güveni arttırır.
·
Kütüb-i
Sitte üzerine yapılan çalışmalar;
1.
Cem
:Hadisleri
bir araya getirmek 2.Zevaid
:Hadisleri birbiriyle mukayese etmek
3.Şerh
:Hadisleri
açıklamak 4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek
·
Hadislerin
kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu
işlem
ETRAF
kitaplarıyla yapılırdı.
·
Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana
İslam dünyasında genel kabul görmüştür.
·
Halk arasında Hadis
diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler
1. Aclûni,
Keşfu’l Hafâ 2.Sehâvi, Mekâsıdu’l
Hasene
·
Suyuti başta Kütüb-i
Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif
emiştir.
Fıkıh Tarihi
İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi
(H. Ö. 13-H. S. 10)
Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2) Dört Halife Dönemi (H. S.
10-40)
Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S.
40-100)
Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.
4) Abbâsîlerin Birinci
Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)
Bu dönem fıkhın olgunlaşma
dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek
Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz.
Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.
Hadis okuluna mensup olan
fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve
bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini
hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.
Rey okuluna mensup fakîhler
ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu
için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve
medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda
konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.
Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed
b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen
hadisçi sayılabilir.
Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.
5) Abbâsîlerin İkinci
Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)
Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.
6) Moğol İstilasından
Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden
Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Bu devrede, ictihâd ruhu
yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır.
İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi
alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur
olmuştur.
Bütün müctehidlerin
görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan
seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla
boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.
Bu metot, Mecelle’nin yazılması
sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri
esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan
Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma
yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün
mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı tarihine
baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları
maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:
Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî
kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe
göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.
İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve
hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı
konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir
kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre
de hükümler verilmiştir.
Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin
yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna
gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1]
·
* * *
Günümüzde müslüman gruplar
arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır.
Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her
türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise
taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan
gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı
sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün
olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin
bir anlamı yoktur.
Adı ve Soyadı: Abdulbari FAİK
Öğrenci numarası: 14.912.701
Alan: Tefsir/Yüksek Lisans
Fıkıh tarihi ve gelişim süreçleri ve doğuşundan günümüze kadar
geçirdiği evreleri şekiller ve gelişmelerine göre inceleyeceğiz ve bu dönemler
şunlardır.
1-Doğuş dönemi: Hz. Peygamber dönemi
2- Kuruluş Dönemi: Sahabe ve Tabiun asrı
3- Olgunluk ve kemal dönemi: Mezheplerin oluştuğu dönem
4-İstikrar dönemi: hicri dördüncü asrın ikinci yarısından sanayi
devrimine kadar geçen süre
5- Sanayi devrimi sonrası: Günümüze kadar geçen süre
6: Uyanış dönemi: günümüze İslam hukuku!
Fıkıh tarihinin ilk devri Hz. Peygamberin risalet
görevinin yerine getirdiği süreçtir.
Hz. Muhmahhed’in dönemi ve sonraki dönemler yani Mekke Medine
dönemleri olmak üzere iki aşaması vardır. İlk vahyin alındığı 620-622 a kadar
Mekke döneminde daha çok ahlaki konulara ağırlık verilmiş çünkü ahlakı
oluşturulmamış kuralın kalıcılığından söz edemeyiz.
Nübüvvet döneminde fıkhın be temel özelliğinden bahsedilmektedir
bunlar, fıkhı hükümlerin gerçek n olaylar üzerinden oluşması, ihtilafın
bulunmayışı, tedriç, kolaylık ve kabul edenlere göre nesih ve hükümlerin tek
kaynağının vahyi oluşudur.
Fıkhî
hükümlerin yaşanan gerçek olaylar üzerinden oluşması
Hz. Peygamberin kendisine sorulan bazı sorularda o günkü
uygulamalara göre verdiği cevaplardan tatmin olamayan bazı sahabilerin ısrarı
üzerine inen ayetlerin belirlediği hükümlerdir buna örnek olarak Kur’an-ı
Kerimde “sana soruyorlar” Bakara, 2/189) ve ya “senden fetva istiyorlar” Nisa , 4/127 ifadelerinde bunu görmek mümkündür.
Ayrıca sahabelerin de uygulama ve İçtihatları da fıkhi hükümlerin oluşmasında
zemin hazırlamıştır.
İhtilafın
bulunmayışı
Bu dönemde hükümlerin tek belirleyicisi nazil olan ayetler ve
bizzat Hz. Peygamberdir. Bu sebeple onların açıkladığı hükümlere başkasının
itirazı olmadığı için ihtilaftan söz etmek mümkün değildir. Eğer ortay bir
görüş ayrılığı ve ihtilaf çıkarsa şayet yine son sözü Hz. Peygamber söyler ve
öylece kimsenin itiraz etme gibi bir lüksü yoktu çünkü kaynak sahibi o idi.
Hükümlerin
zamana yayılması (tedriç)
Kur’an-ı Kerim, toplumun bağımlılık kazandığı bazı alışkanlıkları
radikal bir kararla bir anda terk etmenin fiili imkânsızlığından toplumsal
zaruretlerden dolayı tedriç (nihai çözümü zamana yayma) yöntemini
benimsemiştir.
İslam öncesi Arap toplumunun müptela oldukları içki islamın
gelişiyle dört aşamada yasaklanmış, ilk adım Mekke de, “hurma ve üzüm
gibi meyvelerden hem içki hem güzel gıdalar elde edinirsiniz. İşte bunda
aklının kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır” (Nahl,16/67)
ayetiyle atıldı ve içki güzel rızıktan çıkıp ayrı zikredilerek ima edildi ve
ayetin son kısmına da bunun üzerine düşünülmesi için dikkat çekildi. Arkasından
içkinin fayda ve zararından bahsederek ikinci ayet Medine de geldi,
“sana şarap ve kumarı soruyorlar. De ki ikisinde de büyük
günah ve insanlar için faydalar vardır ancak her ikisinin günahı faydasından
daha büyüktür” bu ayetin
inişinden sonra bazı sahabiler içkiden sakınmaya başladı ancak yasaklar her
zihne aynı açıklıkta olmadığından bir çok Müslüman içmeye devam etti fakat tüm
zihinlerin tam bir kanaate sahip olabilmeleri için daha açık ir hükme ihtiyaç
vardı.
Üçüncü aşamada ise, bazı sahabelerin içkili iken namaza durmaları
ve bu sebeple ayetleri ters okumaları sonucu üzerine: “sarhoşken namaza
yaklaşmayın” (Nisa; 4/43) ayet nazil oldu ve böylece bazı sahabeler
içkiyi terk ettiler. Bunun üzerine sahabeler arasında bazı olalar çıkması
nedeniyle içkiyi yasaklayan kesin ayet indi:“Ey imân edenler! içki, kumar, tapınmak için konulan dikili taşlar
ve fal okları (talih zarları) şeytan işi murdar şeylerden başkası değildir. O
halde bunlardan kaçınıp sakının ki kurtuluşa eresiniz” bu ayetten
sonra bütün sahabeler içkiyi terk etmişler.
Zorluğun
kaldırılmas
Nübüvvet döneminin bir diğer ayırıcı özelliğinden birisi de
zorluğun kaldırılması ilkesi dır.
Hz. Peygamber ümmetinin sıkıntıya girmesini istememiş ve hep
kolyalık sağlayacak yerlerde durmuş ve dinin de kolaylık dini olduğunu
belirtmiştir. “Siz kolyalık istenen bir ümmet siniz” hadisiyle ümmetinin
sıkıntıya düşmesinden endişe etmiş ve bu konudada özen göstermeye çalışmıştır.
Bir hutbesinde haccın farzlarını anlatırken sahabinin biri “her yıl mı”? diye
sorduğunda duymazdan geldi ancak sahabi bu soruyu üç defa tekrar etti ve ondan
sonra söyle buyurdu Rasul:” şayet evet deseydim her yıl haccetmeniz farz
olurdu” yine teravih namazına karşı da tutumu böyle olmuş: Ramazanda teravih
namazını bizzat cemaatte kıldırmış ancak bu namaz ümmet içinde farz kılınabilir
endişesiyle bundan vazgeçmiştir.
Hükümlerde
Neshi
Genel anlamda nesih mevcut hükmün yeni bir hükümle kaldırılmasıdır.
Neshin amacı insanlardan zorlukları ve meşakkatları ortadan kaldırmaktır.
Nitekim peygamber efendimizin kebir ziyaretini ve kurban etlerinin saklanmasını
önce yasaklamış sonra da buna izin vermesi nesih konularına örnektir. Bundan diyebiliriz
ki Hz. Peygamber dönemi fıkhın kaynaklarının oluştuğu bir dönemdir ve Hz.
Peygamber en son veda hutbesinde Kur’an ve sünnete sarılmalarını emretmiştir.
Kuruluş dönemi:
sahabe ve tabiun asrı
Fıkıh açısından bakıldığında sahabe dönemi Hz. Peygamber irtihal
edip Hz. Ebu Bekir ile başlayan bir süreçtir. Fıkıh dönemi ve yasama
faaliyetleri ve özellikleri ile iki merhalede ele almak gerekir. Birincisi dört
halife dönemidir. Genel olarak söylemek gerekirse tabin döneminde farklı olarak
sahabe döneminin fıkıh açısından hususiyeti bu seçkin topluluğun vahyin
nüzulüne şahit olmaları Hz. Peygamberin olaylar karşısındaki tavrını tespit
edebilmek için büyük çaba sarf etmeleridir. Sahabenin fıkıh işlemelerinin
önemli sebepleri vardı. Çünkü Hz. Peygamber sadece Arap yarımadasında yaşadı
muhatapları genellikle kültürleri ve adetleri birbirine benzeyen bu insanlardı.
Ancak sahabe ve Tabiûn devrinde Müslüman topraklarına Doğudan ve Batıdan birçok
yeni unsur katıldı. İşte bu farklı kültür karşısında İslam, Cahiliye dönemi
uygulamalarının tamamını ortadan kaldırıp yeni bir dünya inşa etmiş değildir.
Daha önce geçtiği gibi İslam bu noktada ilga, ibka, tashih/ şeklinde üç tutum
takınmıştır. Sahabe de aynı şekilde hareket etmiş ve farklı kültürlerin İslam’a
katılması bu açıdan bir zenginlik sağlamıştır. Sonuç olarak dört halife
döneminde hüküm kaynakları Kitap, Sünnet ve Rey’dir. Bu husus Hz. Ebu Bekir ve
Hz. Ömer’in ifadelerinde ve kadılara yazdıkları mektuplarda da görülmektedir.
Dört halife devrini fıkıh açısında özelliklerini şu şekilde hulasa etmek
mümkündür.
1-Kur’an-ı Kerim bir
mushafta cemedilmiştir.
2- Hadisler tedvin edilmemiştir.
3- Sahabenin üzerinde icamâ ettiği hükümler olulmuştur.
4- Farazi meseleler üzerinde durulmamıştır.
5- meselenin şura yoluyla
halledilmesinin sonuçlarından biri olarak ihtilaf az olmuştur.
6- Rey’de serbestlik söz konusu mevcuttur ve taassup söz konusu
değildir.
7- fıkıh tedvin edilmemiştir. Ancak sahabenin fetvası günümüze
kadar ulaşmıştır.
Olgunluk ve
Kemal Dönemi: Mezheplerin Oluştuğu Dönem
Bu dönem, hicri ikinci asrın başlarından itibaren dördüncü asrın
ikinci yarısına kadar yaklaşık 250 yıllık süreyi kapsar. Bu dönemde fıkıh büyük
bir olgunluğa ulaşmış ve çok iyi müçtehit âlimleri yetişmiş. Bu dönemde hukukun
gelişimindeki etkenler ile ilgili dolayısıyla devrin özellikleri bağlamında
şunları söyleyebiliriz. Birincisi umumi olarak bakıldığında bu dönemde Emevî
devleti yıkılmış ve Abbasi devleti kurulmuştur. Abbasilerin ulemaya saygıları
ve fıkha itibar göstermeleri uygulamalarında fukahanın görüşlerine
başvurmaları, samimi bir biçimde dine bağlılıkları fıkhın gelişmesinde fıkhın
gelişmesinde önemli bir etken olmuştur. Bu devrin temel özelliklerini şu
şekilde sıralayabiliriz:
1-Rey ve hadis okulları arasında ihtilaflar artmış, bilimsel
tartışmalar çoğalmış, ancak bir müddet sonra Rey’in keyfi bir şey olmadığı
anlaşılmış ve Rey de bir fıkhî yöntem olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.
2- Bu devirde fıkıh çok dinamik bir süreç yaşamıştır.
3- Mezhepler oluşmuş ve her mezhep kendi yöntemine göre hareket
etmiştir.
4- Bu dönemdeki devletler fıkhi mezheplerin birisini devletin
hukuku olarak kabul etmiştir.
5- Bu dönemde hadis fıkıh ve fıkıh usulü tedvin edilmiştir.
6- farazi fıkıh ortaya çıkmıştır.
7- Bir meselede birçok farklı görüş ve fetva ortaya çıkmış.
İstikrar
Dönemi: Hicri Dördüncü Asrın İkinci Yarısından Sanayi Devrimine Kadar Geçen
Süre
Genellikle bu dönemi Bağdat’ın Moğolların eline düştüğü (656/1258)
yılına kadar uzatırlar. Bu devirde Moğolların etkisiyle İslam milletinin siyasi
birliği hasar gördü ve İslam alemi küçük küçük devletlere bölündü. Bu dönemde
mezhepler tam olarak tedvin edildi ve ulema bir mezhebe baplı olarak
faaliyetler çerçevesinde onun meselelerini düzenlemek, tasnif etmkle yetindi.
Bu dönemde fukahanın faaliyetlerini şu şekilde hulasa edebiliriz.
1-İmamlardan nakledilen görüşleri anlama çabasında olmak ve
imamlardan nakledilen fer’î hükümler üzerinde düşünmek, onların dayanaklarını
tespit etmek.
2- Mezhep İmamlarının içtihat yöntemlerini tanıyabilmek onların ürettiği
hükümlerden istinbat kaidelerini çıkarmak.
3- imamdan nakledilen görüşlerden birini tercih etmek.
4- Mezhep fıkhını düzenleme yani Şerh, haşiye ve ta’lik yoluyla
izah etmek.
5- Mezhebe bağlı olan âlimler, imamlarını ve mezheplerini savunma
yoluna gayret göstermişler.
Sanayi Devrimi
Sonrası Günümüze Kadar Geçen Süre
Sanayi devrinin gerçekleştiği 12./18. Yüz yılın ikinci yarısına
kadar meselelerin birbirine yakın ve benzer olmasından dolayı tatklit ve tahriç
yönteminin ok fazla sorun çıkarmadığını ve İslam geleneğin meselelere baş
edebilmelerinin yolunu aradığını söylemek mümkündür. O zaman olumsuzluk nerden
kaynaklanıyor? Çok genel olarak iki husus
üzerinde durmak gerekir. Birincisi: olaylar karşısında hukuki yetersizlik İslam
hukukunun yapısından ziyade bu alanda faaliyet gösteren âlimlerin, sadece
alışmış oldukları taklit ve tahric ruhunu terk edememeleri, hür düşünceye sahip
çıkamamalarından kaynaklanmaktadır. İkincisi de harici şartların
etkisidir.Sanayi devrimi, sosyal hayattaki ilişkileri, problemlerin boyutunu
baştan başa değiştirmiş gibi daha önce yaşanmamış yeni meseleleri de
doğurmuştur. Sonuçta İslam dünyası sadece hukuki açıdan değil top yekûn kendi
dışında oluşan değişime kendi değerleri çerçevesinde kalarak ayak uyduramadı.
Uyanış Dönemi:
Günümüzde İslam Hukuku
Günümüz İslam hukukçularının aktinitleriyle bu hususta daha
belirginleşmiş gözükmektedir. Artık klasik dönemde şartlara bağlı olarak
meseleci metod terk edilmeye başlanmışKur’an ve sünnetin doğrultusunda, fıkhi
miras içindeki meselelerin ortak noktalarındaki prensiplerin tespiti ve buradan
teoriye ulaşma yolunda oldukça verimli çalımlalar yapılmaktadır. Nitekim İslami
üniverstielerde bu alanda yazılan tezler, makaleler bilimsel toplantılar,
Müslümanların sorunlarını çözmek amacıyla yapılmaktadır.
Hz. Peygamber
Dönemi ve Hadis Tarihi konusunda genel bir bakış
Tebliğ görevinin yanında teybin vazifesinin de bulunduğu ve bunu
açıklama bunu açıklama ve uygulamalarıyla yerine getirdiğini belirten Hz.
Peygamber bu sebeple kendisinden öğrenilen bilgilerin orada bulunmayanlara
iletilmesini istemiştir. Nitekim peygamber efendimiz “ burada bulunanlar
sözlerimi bulunmayanlara nakletsin” demesiyle sahabeyi kendisinden öğrenilen bilgileri
hususunda başkalara götürmelerini teşvik etmiştir. Bu dönemde nakledilen
bilginin aslında uygunluğunun araştırılmasına dair hem ayet hem hadis hem
ayetlerde temel kuralların söz konusu edildiği görülmektedir. Nitekim Allah
Tealâ: Ey iman edenler! size fasık bir kimse haber getirirse onu doğruluğunu
araştırın” ayetiyle insanlara sıradan haberler konusunda dikkatli olmaları
hususunda uyarmıştır. Hz. Peygamber kendisine ait bilgilerin değerinin
farklılığına işaret ederek bunların insanlara iletilmesini ve hadislerin nakli
hususunda dikkatli olmalarını uyarmıştır. Resûlullah hadislerin Kur’anla
karışmamak amacıyla ilk önceleri kendisine ait bilgileri yasaklamış böyle bir
endişe söz konusu olmadığında ise izin vermiş. Bütün bunlar sonraki nesillere
aslına uygun olarak naklini sağlamak amacıyla bizzat Hz. Peygamber tarafından
alınan ve uygulanan kurallardır. Ki bunlar da üç madde halinde özetlemek
gerekir. A) nakledilen haberlerin araştırılarak kabul edilmesi. b)
Hz. Peygamber’den yapılan nakillerde titiz davranması. C) hadislerin
Kur’anla karışmaması için ihtiyatlı davranmak.
Sahabe Dönemi
Şüphesiz ki hadis Kur’andan sonra ilk tercih edilen ve sabit bir
kaynaktır. Sahabe ise Hz. Peygamber’den bilgi almaya son derece arzulu ve bu
işi gerçekleştirirken de son derece tiriz davranırdı. Hadis konusunda sahabe
peygamber efendimizden aldığı bilgiler hariç başla ravilerden alanları
araştırır ve daha sonra alınan haberi düzeltilecek bir tarafı varsa düzeltirdi
ve genel olarak söylemek gerekirse hadis konusunda şunları yapardı:
Hadis Rivayetinde İhtiyatlı davranırdı mesela şöyle
bir örnekle özetleyelim: kapını arkasından üç defa selam verdiği halde
kendisine izin verilmeyen Ebu Musa El eş’ari dönüp gitmesi üzerine Hz. Ömer
sebebini sorunca o; “Sizden biri üç defa selam verdiğinde izin verilmezse dönüp
gitsin” hadisini nakletmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer “ Buna delil getirmezsen
ben sana ne yapacağımı bilirim” diyerek onu tehdit etmiş ve böylece gidip şahit
bulmuş ve getirmiştir. Sahabenin diğer bir özelliği ise az hadis rivayet
ederdi, Hatalı hadisleri düzeltir, hadisleri müzakere etmek, Hatırlamak
amacıyla Hadisleri yazmak, gibi görevleri üstlenmişlerdir.
Tabiîn ve
Tebe-i Tabiin Dönemi
Hz. Peygamberden başlayıp buraya kadar bir zincirleme sistemi var
mesela: bunlar bilgilerini bir üstten onlar da bir üstten bu şekilde buraya
kadar gelinmiştir ancak bu dönem de (hem tabiin hem tebe-i Tabiin) devrinde ise
Emevîler devri olarak itikadi konularda tartışmaların başladığı ve kelam
ilminin temellerinin atıldığı bir devridir. Bu dönemde “ulumu’l-evail” diye
isimlendirilen felsefe, matematik, tıp ve kimya gibi ilimlerle ilgili eserler
Arapça’ya tercüme edilmeye ve böylece yabancı ilim ve kültür ürünleri İslam
toplumu içinde yayılmaya başlamıştır. Bu dönemde Müslümanlar Helenistik, iran
ve hint kütlüleriyle temasa geçmiştir ve antik dünyanın felsefi eserlerini
Arapçaya çevirmeye başlamıştır Abdullah b. Mukaffa en büyük örnek olarak
gösterilebilir.
Siyasi ve
Sosyal gelişmelerin Hadis İlminin oluşumuna Etkisi
İslam tarihinde “el fitnetü’l Kübra” diye tanımlanan Hz. Osamn’ın
18 Zilhicce 35(17 Haziran 656) tarihindeki şahadetiyle başlayıp Hz. Ali’nin
halife olmasıyla patlak veren Cemel Vakıası ve sıffîn savaşı ile süren
gelişmeler sonucunda etkisi günümüze kadar devam eden siyasi ve itikadi
guruplaşmalar oluşmaya başlamıştır. İslam dünyasında meydana gelen siyasi
gelişmeler yeni nesillerle birlikte durum değişmiştir. Böylece bir taraftan
insanlar arasındaki güven duygusu zayıflamış diğer taraftan uydurma faaliyetleri
devam etmeye başlamıştır. Ve bu hususta Abdullah b Abbas’ın Hz. “Peygamber
şöyle buyurdu” “Hz. Peygamber böyle
buyurdu” diyerek büşeyr el-Adevi’yi dinlemeyip bunun gerekçesini de “Hadise
yalan karışmadan önce birisi: “Hz. Peygamber şöyle buyurdu” dediği zaman
gözlerimiz ona dikilir kulaklarımız onun sözlerine eğilirdi fakat doru ve yalan
demeden rastgele konuşulmaya başlandıktan sonra artık bildiğimiz şeylerden
başkalarını almaz olduk”.Şeklinde açıklaması ayrıca Hz.Ali’nin verdiği
hükümlerle ilgili kendisine getirilen bir kitabın biri kısmını imha etmesi ve
bu şekilde uydurma hadislerin çoğalmaya başlamasına işaret etmektedir,
İsnad Faaliyetinin
Başlaması
Hadis rivayetlerinde isnad, “ hadisi nakleden ravileri rivayet
sırasına göre zikredilerek hadis metnini ilk söyleyenine ulaştırmak” anlamında
gelmektedir. Bu durum fitne olayından sonra ortaya atılan ve hadis uydurma
gurupların karşısına önemli bir tedbir olarak başlamıştır. İsnadı ilk kullanan
alim ise İbni Şihab ez- Zuhri olduğuna dair genel bir kanaat var nitekim: onun
isnadsız hadis rivayetinde bulunan İshak b.Ebi Fervi’yi “ Allah seni kahretsin,
hadisi niçin isnadsiz rivayet ediyorsun? Hangi cesaretle bize bağı ve cesareti
olmayan hadisler rivayet ediyorsun? Diyerek azarladığı insad konuda gevşek davranan
Şamlıları da “Ey Şamlılar! Size ne oluyor ki hadislerinizi isnadsiz rivayet
ediyorsunuz? Sözüyle uyardığı kaynaklarda nakledilmiştir. ve imam Malik, Ebu
Yusuf ve İmam Şafii nin eserlerinde de isnatlarla ilgili benzeri durum söz
konusudur.
Cerh ve Ta’dîl
Faaliyetlerinin Başlaması
Cerh ve Ta’dil faaliyetleri hicri ikinci asırda ravilerin
güvenirliğini belirlemek için ölçüler tespit edilmiştir. Şu’be b. Hccac ve
Maruf ravilerden, meşhur hadislerin bilmediği hadisleri çokça rivayet edenin
hadisi alınmaz, hadis uydurmakla itham edilen kimsenin hadisi alınmaz,hatası
çok olanın hadisi alınmaz, bütün bu çabalar Peygamber efendimizin hadisi
konusunda alimlerin ve hadis nakilcilerinin titizlikle davrandıklarını gözler
önünde sermektedir. Buna mukabil bu dönemde hadisler konusunda baya çalışmalar
olmuş bunları başlıca şu şekilde özetlemek mümkün olduğunu düşünerek aşağıda
sıraya göre bunu yazarız.
1-yazılı
Rivayete Geçiş
Bu konuda Hz. Peygamberden şu hadisi örnek gösterebiliriz: “Benden
Kur’andan başka bir şey yazmayınız” diğer bir hadisinde ise: “ Her kim her kim
bile bile bana insad ederek yalan uydurursa Cehennemdeki yerini hazırlasın”
ancak Hadislerin yazılmasını emreden bir çok rivayet bulunmaktadır. Hz.
Peygamber hadislerini bizzat yazdırdığı, başta Abdullah b. Amr b. As ve Ebu Şah
olmak üzere izin isteyen Sahabelerin yazmasına müsaade ettiği gerek Rasulullah hayattayken gerek ise
vefattan sonra bol miktarda hadislerin yazıldığı kaynaklarda yer almaktadir.
Tedvin Faaliyetinin
Başlaması
Âlimlerin yok olup gitmesi endişesini taşıyan Halife Ömer b.
Abdulaziz’in Medine valisi Ebu Bekir b. Muhammed b.hazm’a gönderdiği “Hz.
Peygamberin hadislerini ve Sünnetlerini ve Amra binti Abdurrahman’ın
rivayetlerini araştır ve yaz zira ben bunları bilen Âlimlerinin ölüp gitmesinden
korkuyorum” talimatıyla resmi tedvini başlatmıştır. Ve böylece ikinci dönem
hadislerin yazılma işi artık hadis naklinin vazgeçilmez bir vasıtası haline
gelmişti.
Görüldüğü gibi Sahabe, Tabiin ve Tebe-i tabiin dönemleri bazen
ihtilaf bazen ise savaş ve dini ilimlerin konusunda bir hareketlilik ve
canlılık gösteren ve diğer gelecekteki nesillere örnek teşkil eden bir
durumdur. Çünkü bu zaman bir taraftan İslam topraklarını genişlemesi diğer
taraftan insanların gündelik hayattaki ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla
yürütülen bütün faaliyetler bu doğrultuda olmuştur.
Sonuç olarak söylemek gerekirse: Kur’an ilahi bir kelam olup valık
amcına uygun tarzda anlaşılmayı ve sunduğu mesajlar doğrultusunda insan
hayatına yön vermeyi amaçlar ancak o, doğru bir şekilde anlaşılmayı murat etse
de, muhatapları arasında anlama problermi yaşayanlar her zaman olacaktır.diğer
bir ifadeyle Kur’an Hz.peygamber vssıtası ile beşeriyete bir hidayet kayanğı
olup onları kötü bir yoldan doğru ve düzgün bir yolda istikamet etmesini ve
insanlık ona uyanlara rehber olacağını amaçlar ve yine Kur’an Hz. Peygamber
tarafından açık olmayan yerlerini açıklamış ve dememiz o ki tefsir konusunda ve
bu ilmin tarihi yine Hz. Peygamber ile başlayıp ve o dönemde açık olmayan yani
kapalı olan ayetleri açıığa kavuştura yine Hz muhammed’tir.
MEHMET VEYSİ
ÖZLÜK
ÖĞRENCİ NO:
13952753
BİRLEŞİK DOKTORA
TEFSİR USULÜ
Tefsir:Tefsir
kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından
benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı) Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri
örtülü birşeyi açmak manalarına gelir. Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır.
Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak
demektir.
Usûl: Asl kelimesinin çoğuludur.Sözlükte; temel, esas, dayanak ve kök manasına
gelir. Terim olarak; hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina
edildiği şeydir. Istılahta ise; herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin
sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlara
denir.
Tefsir usûlu bir ilim
olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve
yöntemler ortaya koyar ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında
bilgiler verir. Bu ilmin gayesi Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp
incelemek ve Kur’ân’ın
anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
KUR’AN’IN METİNLEŞME SÜRECİ
Kur’ân lafzının hangi kökten türediği hakkında farklı görüşler vardır:
1. Kur’an lafzı
“karinetün” kelimesinin çoğulu ve aynı zamanda hemzesiz olan ”el-kerin”
lafzından türemiştir.
2. Bir şeyi
diğerine yaklaştırmak anlamına gelen “karene“ filinden türemiştir.
3. “Kur’an”
kelimesinin hemzesiz, türememiş ve alem–i mürteceldir.
4. Sözlükte
toplamak anlamına gelen “kara’e ‘den türemiş fu’lan vezninde bir kelimedir.
5. Çıkarıp atmak
anlamına gelen “kara’e ‘den türemiştir.
6. “Okumak”
anlamına gelen “kara’e”den türemiş, fu’lan vezninde bir kelimedir.
Terim anlamı: Hz. Peygamber (sav)’e vahiy yoluyla indirilip
Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir
kelamdır.
Kur’ân’ın yazılması:
Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin
nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Hz. Peygamber ümmî
olduğundan dolayı risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen
sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy
gelse hemen birini çağırır yazdırırdı. Kâtip yazma işini bitirince Hz.
Peygamber (sav) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrediyordu. Böylece
herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu. İstinsah
işi bittikten sonra da mukâbele gören asıl nüsha, Resûlullah’a teslim edilip
hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.
Kur’ân’ın derlenmesi ve çoğaltılması:
Hz. Muhammed (sav)’in vefatından sonra gelen halifenin dağınık olan Kur’ân’ı
Kerim’i iki kitap arasında derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti
vardı. Çünkü vahyin teminati olan Hz. Peygamber yoktu artık. Kur’ân’ın
bazı parçaları çok az kimsede yazılı olarak bulunduğundan dolayı bunlar çok
geçmeden kaybolabilirdi. Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında da birçok
kurrâ sahâbi şehit olmuştu. Tüm bu sebeblerden dolayı ayetlerin kaybolma
tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden
Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’ı derlemesini teklif
etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanlar Kur’ân’ı ezberlemede
gevşeklik gösterebileceklerdi ve Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan da
çekiniyordu. Lakin Hz. Ömer’in öne sürdüğü haklı sebepler karşısında o da ikna
olmuştu ve derleme işini Zeyd bin Sabit’e vermişti.
Hz. Zeyd(ra) Hz. Peygamber(sav) tarafından özel olarak görevlendirilen
vahiy kâtiplerindendi. Zekâsıyla sahâbiler arasında temayüz etmiş biriydi. Resûlullah
[sav] daha hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberlemiş ve çok düzgün bir şekilde
okuyordu. Arza-i ahîrede de hazır bulunmuştu. Genç olması dolayısıyla
kendisinden istenileni daha rahat bir şekilde yapabilecek donanıma sahipti. Herhangi
bir şeyle itham edilmemesi dolayısıyla da bütün insanlar ona güven duyuyordu.
Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük sahâbilerden bazılarının
da yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı derleyebilmişti.
Derlenen bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr, onun vefatından
sonra da Hz. Ömer kendi yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in
vefatından sonrada nüsha, kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir.
Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden
sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi bir
faaliyet içerisine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında ise
Mushaf’tan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir. Bunun nedeni de; hem Medine hem de Medine
dışında bir takım kıraât ihtilafları zuhûr etmişti. İhtilaflar öyle bir boyut
kazanmıştı ki savaşa kadar gidilebilirdi.
Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa’dan Kur’ân
nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler
üzerine yazılan nüshaların da yakılmasını emretti. İstinsah
edilip İslâm merkezlerine gönderilen Mushaflar’dan 3’ü günümüze kadar
gelebilmiştir. (Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)
Kur’ân’a hareke ve nokta konulması:
Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan
yazıyı hatasız okuyorlardı. Ancak Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve
bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık
sık rastlanır olmuştu. Kur’ân’ı bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun için
okumayı kolaylaştıracak ve sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı işaretleri
kullanmak gerekiyordu. Bunu ilk düşünen Basra valisidir. Vali dönemin büyük
dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak bir sistem geliştirmesini söyler. Oda
valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer. Ed-Düeli’nin
Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde bulunan yazılı
nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koyar.
Arap olmayan unsurlar için harfleri birbirinden ayırmakta zordu. Bunu ilk
farkeden Irak valisi, Nasr b. Âsım ve Yahya b. Ya’mer’den önlem almasını
istemiştir. Onlarda harfleri birbirinden ayırmak için yine noktalara
başvurulmuşlardır. Lakin harekelemede kullanılan renkten farklı olan mürekkep
tercih edilmiştir.
Büyük lügat âlimi, Halil b. Ahmed bugün bildiğimiz sistemi
geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini
vermiştir.
Kur’an metninin tertibi:
Âyetlerin tertibi: Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri,
âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Cebrâil (as) vahiy getirdikçe her âyetin yerini de Resûlullah Efendimiz’e (sav)
bildirmiştir. Hz. Peygamber de Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş
ve her senenin sonunda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir. Yani Kur’ân
herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir.
Sûrelerin tertibi: İslâm
âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde
değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak mümkündür:
1. Sûrelerin tertibi içtihâdîdir. Bu gruptaki âlimlerin
başında İmam Mâlik gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber’den
işittikleri Kur’ân’ı kendi içtihadları doğrultusunda tertip etmişlerdir. Eğer
sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in cem ettirdiği ve Hz.
Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi bir farklılık olmazdı. Veya da
hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını kendi içtihadleri doğrultusunda
yapamazlardı.
2. Sûrelerin tertibi tevfîkîdir. Bu görüşte olan
âlimlerden biri İbnu’l Enbârî’dir. Ona göre sûreler genellikle meydana gelen
bir hâdise, âyetler de soru soranlara cevap vermek üzere nâzil oluyordu.
Cebrâil vahiy getirdiği zaman Hz. Peygamber’e her sûrenin yerini bildirirdi.
Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi.
3. Kısmen tevfîkî kısmen de içtihadîdir. Kur’ân’daki bir
kısım sûrelerin tertibi bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da
ümmete bırakılmıştır.
Yedi harf kavramı:
Başta
kütüb-ü sitte olmak üzere pek çok hadis kitabında, yedi harfle ilgili hadisler
yer almaktadır. İbn Abbas’tan nakledilen hadisinde de Hz. Peygamber(sav) şöyle
buyurmuştur:”Cibril bana Kur’ân’ı bir harf üzere okuttu. Ancak artırması için
müracaatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı yapıyordum, o da her
seferinde artırıyordu. Nihayet yedi harfe kadar çıkıp orada kaldı.”
Hemen hemen bu
konudaki tüm hadislerde ortak bulunan: “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil
olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” sözü tevâtür derecesine
ulaşmıştır. Buna itimaden, Kur’an’ın yedi harf üzere okunması hakkında birçok
görüş olmasına rağmen en kuvvetlileri şunlardır:
1. Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.
2. Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli
lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma
tarzıdır.
3. Yedi harfle kastedilen yedi vecih(tarz)tir.
Kırâat çeşitleri:
Sahih
kırâatler
Sahih ve muttasıl bir senedle Hz.
Peygamber’e ulaşan, bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olan, kitâbet
bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan
kırâatlerdir.
(a.) Mütevâtir kırâat:Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen
mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan
muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da
bünyesinde taşıyan kırâat demektir. Cumhûra göre bu kırâat, kırâat-ı
seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.
(b.) Meşhûr kırâat: Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap
dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu
mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan, ancak
gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş kırâatlere de meşhûr
kırâat denmektedir.
Sahih
olmayan (Şazz) kırâatler
Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan
herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.
(a.) Âhâd kırâat: Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman (ra)’ın Mushafına
veya Arap dili gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.
(b.) Müdrec kırâat:Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir
maksadıyla yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler
Kur’ân’dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan
ibarettir.
(c. ) Mevzû kırâat: Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan kırâatlerdir.
KUR’ÂN
İLİMLERİ
ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN
Üslub, oluş, yapılış
biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya bir devrin
kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım
biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine
hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi
özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması
gereken bütün unsurları taşıdığı rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı
üslup tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm
konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet
bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile
sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de
içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.
Kur’an’ın Üslup Özellikleri
1. Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk
2. Lafız ve mana dengesi
3. Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi
4. Konuların iç içe bulunması
5. Beyân tarzının çeşitliliği
MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN
Mübhem kelimesi sözlükte algılanması
ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan
söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya
kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler,
cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle
zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması
bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.
GARİBU’L-KUR’ÂN
Garîb
kelimse sözlükte, yurdundan uzak
kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız
ise ‘az kullanılması sebebiyle manası
sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk
önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi
ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı
dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına
gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler
Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden
oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı
ortaya çıkmaya başlamış oldu.
VÜCÛH ve NEZÂİR
Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep,
yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda
kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kelimesinin
Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir:
Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı
manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı
vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek
lafızlar diye de adlandırılmıştır.
Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki
benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine denilmektedir.
Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıre/anlam
beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr,
sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet
etmektedirler. Yani vücûhta teaddüd/anlam çokluğu, nezâirde ise, teşabüh ve ittifak
vardır. Vücuh manalarda, nezâir de lafızlarda söz konusudur.
AKSÂMU’L-KUR’ÂN
Aksam, kasem
kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet,
sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya
bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını
zikrederek kuvvetlendirmesidir. Kur’an’daki yeminlere gelince; Kur’an’da
söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz.
Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine,
bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki
önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir.
MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN
Müteşâbih
sözlük anlamı itibariyle iki
şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine
benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise:‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir
sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali
olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da
harflerdir.
Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere
de muhkem ismi
verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım
ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama
delâlet eden âyettir.
Müteşabihlerin Hikmetleri:
1. Bir imtihan vesilesidir. İnsanın gayba imânının
ölçüsünü ortaya koyarlar.
2. Söz konusu âyetlerin, ne derece kabiliyyetli ve
bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini göstermesi hem de
Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir.
3. Müteşabihlerin varlığı, birden fazla kelâmî mezhebin
doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi görüşlerini teyet edici delilleri
bulmak için Kur’an’a yönelmesine zemin hazırlamıştır.
4. Müteşabih ayetlerin ihtivâ ettikleri manalar genişce açıklanmış
olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve
muhafaza edilemeyecek kadar genişleyebilirdi.
5. İnsan aklî delillere başvurmaya kendisini mechur
hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce dar kalıplar içinde kalmış
olabilirdi ve insan taklit karanlığından kurtulamazdı.
6. Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, te’vile ihtiyaç
hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu
olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi
eşit seviyeye gelirdi.
HURÛF-I MUKATTAA
Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan
harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi
bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu
harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla
gelmiştir.
Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı
konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet
olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür
demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet
değildir.Hurûf-u
mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda iki görüş vardır:
Selefin
görüşü: Selef
âlimleri, mukattaa harflerini Kur’an’ın özü ve sırrı kabul etmektedirler.
Onlara göre bu harflerin mutlaka manaları vardır, ama onları Hz. Peygamber’den
başkası kavrayamaz. Çünkü bu hususta tek selahiyetli odur. Allah katında
bulunan bilgilerden resûllerine lüzumu kadar verilmiştir.
Halefin
görüşü: İkinci görüş
de halefin yani Müteahhirûn Ehl-i Sünnet kelâmcıların görüşüdür. Onlara göre
de, Allah Teâlâ’nın muhatapları için anlamı olmayan şeyleri inzal etmesi uygun
değildir. Hurûf-u mukattaaların hangi anlamlara gelebilecekleri hakkındaki
görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Allah’ın isim ve
sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir.
2. Allah Teâlâ bu harflerle
yemin ederek söze başlamaktadır.
3. Mukattaa harfleri, başında
bulundukları sûrelerin isimleridir.
4. Mukattaa harfleri
inanmayanların dikkatini çekmek için konulmuştur.
İ’CÂZU’L-KUR’ÂN
İ’câz
kelimesi sözlükte acze düşürmek,
âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat
da onun, bütün insanları kendi
benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an,
benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir
mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği
halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından
öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi
imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın
Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla
Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü
bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu
görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın
mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe
Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına
icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona
konuşma izninin verilmesine benzer.
Kur’an’ın İcâz Yönleri
1. Nazım ve te’lif
2. Gaybî haberler içermesi
3. Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması
4. Fenni mûcizelere işaret etmesi
5. Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından
değiştirilmemesi
MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN
Müşkil’in
manası, karışık ve biririne zıt olan
şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen
husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle
birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi
düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette
içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu
apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir
çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte
herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır. Kur’ân müşkillerini gidermek için
ortaya iki vardır: Te’vil ve te’lif yolu ile nesih yolu.
MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN
Münâsebet
sözlükte yakınlık ve
benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya
arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir.
Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam
benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve
sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.
Kur’ân
âyetleri çeşitli zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir.
Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve
irtibata engel teşkil etmemektir. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla
sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından
mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.
Meselâ
Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş,
müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi
konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı
tesbih etmektedir” denilmiştir.
FEZÂİLU’L-KUR’ÂN
Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük,
meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın
yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.
Hz. Peygamber (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz
olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine
işaret etmiştir. Kur’an hakkındaki bu fazilet hadisleri güvenilir hadis
kitaplarında mevcuttur ve sahih olduklarında şüphe yoktur.
KISASU’L-KUR’ÂN
Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip
etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir.
Bunların dışında anlatmak, hikâye
etmek manalarına da gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu
anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri
açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri
yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.
Kıssaların Gayeleri:
1. Hz.
Muhammed’in nübüvvetini ispat etmek
2. Hz.
Peygamber’i ve müminleri teselli etmek
3. Muhatapları
düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak
4. İslâm’in
evrenselliğini ortaya koymak
5. Semâvî
dinlerin esasta bir olduğunu beyân etmek
ESBÂBU’N-NÜZÛL
Esbâb, sebep
kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod,
yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep
denir. Nüzûl ise yukarıdan
aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş
sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir
kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi
bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.
Esbâbu’n-Nüzûlün Kur’an’ın
Anlaşılmasındaki Rolü
1. Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun
şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına
yardımcı olur.
2. Âyetler arasında var olduğu
zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.
3. Müphem âyetlerin anlaşılmasını
kolaylaştırır.
4. Âyet/sûreler arasında münâsebet
kurmaya yardımcı olur.
5. Hasr veya tahsis (anlamların darlığı)
şüphesini ortadan kaldırır.
NÂSİH-MENSÛH
Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek,
yazmak vebirşeyi bir
yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim
olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir
başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın,
muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü
kaldırılmış âyete mensûh, hükmü
kaldıran âyete ise nâsihdenilmektedir.
Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru
bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki
müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri
uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin
bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi
reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki
olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa,
muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.
Neshin
Şartları
1. Nâsıh ve mensûh âyetler
arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.
2. Nasların şer’î hüküm
taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.
3. Mensûhun önce, nâsihin sonra
nâzil olmuş olması
4. Neshe konu olan hükmün,
iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).
5. Hüküm açısından nâsıh nassın
mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.
SÜNNET, HADİS, HABER
Sünnet: Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun, yahut başka bir
ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk
(yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Bu
manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı söylenmiştir ki, senne
aleyhi'l-mâ'e ibaresi, bu manâya uygun olarak "suyu yavaşça döktü"
demek olur. Araplar, takip edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun
bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki
gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı kelimeyi kullanmışlardır.
Lugatta, yukarıda zikredilen manâlarda kullanılmış
olan sünnet kelimesi, İslâm'ın bidayetinden itibaren özel bir manâ kazanmış,
yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu
manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak
Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin, Allah'ın tebliğine memur ettiği
"dîn" ile ilgili olması dolayısıyle, kelimenin lugatta görülen
"kötü" veya mezmûm yol" manâsı, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü
Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme lâyık
yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş, övülmeye ve örnek
alınmaya lâyıktır. İslâm'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız
şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmakla beraber, tedvîn
devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden
sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri
yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah manâları kazanmıştır.
Fıkıh usûlü âlimleri, sünneti şer'î deliller içinde
incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın
bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm ehli arasında ise, sünnet,
bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken,
hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hazreti Peygamberin
düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden
oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil
ve takririnden ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve
kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasındaki yaşayışı
da sünnetten sayılır. Sünnet,
Hazreti Peygamber’den söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur.
Hadîs: Hadîs, lugatta kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına
geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve bu kelimeden türeyen bazı fiiller,
haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Daha sonraları, kelimenin
kullanılışında bazı gelişmeler olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir
değişiklik görülmemekle beraber, dînî çevrelerde bazı haber çeşitlerine isim
olarak verilen özel bir manâ kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde
bu manâ açık bir şekilde görülür. İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz,
Allah'ın Kitabı'dır." Nihayet hadîs lafzı, Hazreti Peygamberin
sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere hadîs
denilmiştir.
Haber: Lügat yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile
ilgili olarak nakledilen bilgi manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber,
hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği
zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle
hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden
nakledilen sözler için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki
kimselerden nakledilen sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul
olanlara mühaddis denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle
uğraşanlara ahbârî denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus
mutlak bulunduğunu söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit
habere hadîs denilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
Mütevâtir, lugatta tetâbu etmek, yâni arkası
kesilmeksizin birbirini takip etmek ve birbirinin peşi sıra gelmek manâsında
kullanılan tevâtür'den ism-i faildir. “Tevâtere'l-haberu” denildiği zaman, haberin
fasılalarla birbiri arkasına geldiği, yahut bir başka
deyişle, habercilerin birbiri arkasına gelerek aynı haberi
getirdikleri anlaşılır. Bu, bir bakıma, haberin nesiller boyu herkes tarafından
getirilmesi ve nesilden nesile haber verilmesi demektir. Bu da, en basit ifade
ile, haberin her nesilde, sayısı bilinmeyen bir kalabalık tarafından
nakledildiği manâsına gelir. O halde mütevâtir haber, nesilden nesile, kalabalık
bir cemaat tarafından rivayet edilen haberdir.
Mütevâtir haberin
şartlarını şöylece sıralamak mümkündür:
1. Mütevâtir haber, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.
2. Öyle bir kalabalık ki, ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız
ittifak etmeleri mümkün değildir.
3. Herhangi bir nesilde veya tabakada, bu kalabalığın sayısında azalma
olmamalıdır. Ancak sayıda artış, haberin doğruluğunu teyîd eder.
4. Haber, menşeinde onu nakledenlerin "görme" veya
"işitme" fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır; başka bir ifade
ile menşei aklî kazıyyeye müstenid olmamalıdır.
Bu şartlar bir araya geldiği zaman, haber ilm-i
zarurî, veya ilm-i yakın ifade eder; yâni onu işiten kimse için, red ve inkârı
mümkün olmayan, aksine tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hâsıl olur. Bu
bilgi, dîne taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk
ediyorsa, kendisiyle amel etmeyi gerektirir.
Bazılarına göre Kitap, yâni Kur'ân, tevâtüren sabit
olduğu halde, sünnet ve icma, hem tevatür, hem de âhâd yol ile sabit olmuştur.
Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmadan mütevâtir olanlar çok azdır. Hattâ
sünnette, yalnız manâ yönünden mütevâtir olanlar vardır. Meselâ şerîatın asıllarından
olan beş vakit namaz, namaz rekatlarının sayısı, zekât, hac ve bunun gibi bazı
sünnetler bu kabîldendir. Mütevâtir
haberler, lafzi ve manevî olmak üzere 2’ye ayrılır:
Mütevâtir Lafzî: İsnadın başında
olsun, ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir hadîsin
lafzan, yukarıda tarifi yapılan kalabalık tarafından rivayet edilmesidir.
Mütevâtir lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Hadîsler arasında da bu
şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır.
Mütevâtir Manevî: Kelimenin manâsından da anlaşıldığı gibi, lafzî
mutabakatı olmayan, fakat manâ ile rivayet edilen hadîslerdir. Bununla
beraber, lafzî mutabakat olmasa bile, bu hadîslerde de yalan üzerinde
birleşmeleri ihtimal dâhilinde olmayan kalabalık bir cemaatin rivayeti şart
koşulmuştur. Ancak böyle hadîslerde tevatür derecesine ulaşan husus, hadîsin
aslıdır, yahut özüdür.
Âhâd, lugatta, "bir" manâsına gelen ve bir
şeyin sayısına delâlet eden ahad veya vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise,
tevatür derecesine ulaşmayan, veya mütevâtir olmayan haberlere verilmiş bir
isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhıd (bir kişinin haberi) denir ve
bir kişi tarafından rivayet edilen haber kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi
tarafından rivayet edilen haberlerdir.
Usûl kitaplarının tedvîn edildiği asırlarda, haber-i
âhâd anlayışında önemli sayılabilecek bir değişiklik olmuş ve bu tabir, yalnız
bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haberler hakkında değil, fakat iki kişinin
iki kişiden, üç kişinin ve hattâ üçün üstünde kişilerin üç veya daha fazla
kişilerden rivayet ettikleri haberler hakkında kullanılmıştır. Şu şartla ki,
üçün üstündeki kişilerin, her tabakada, mütevâtirin şartı olan kalabalıktan
daha az olması lâzımdır. Daha sonra âhâd haberler; meşhur, azîz ve garîb olmak
üzere üç kısımda mütalâ edilmişlerdir.
a) Meşhur Haber: Meşhur, lügat
yönünden şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelir. Lakin hadîsçiler
arasında, ıstılah olarak daha farklı bir manâda kullanılmış ve en az üç
isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine erişmeyen hadîslere
denilmiştir. Meşhurun diğer bir manâsı da, râvisi olsun veya olmasın,
yahut aslı bulunsun veya bulunmasın, halk dilinde dolaşan bütün hadîsleri içine
alır.Şu var ki, bu çeşit hadîsler hakkında kullanılan meşhur tabiri, kelimenin
ıstılah manâsında değil, fakat lügat manâsında kullanıldığına delâlet
eder.
b) Azîz Haber: Azîz, lugatta " şerif olmak ve bir kimsenin zelîl
iken kuvvetli ve kudretli olması" manasına gelir. Hadîs ıstılahında
ise, Azîz, bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle
kuvvet kazanması ve azîz olmasıdır. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada
yalnız iki râvi tarafından rivayet edilen hadîsler olarak tarif etmek daha
doğru olur.
c) Garîb Haber: Garîb, lugatta yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse
demektir. Hadîs ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kalmış, yahut
benzeri başka râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.Garîb hadîsler,
sahih ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, metin ve isnad
yönünden de garîb, yahut yalnız isnad yönünden, ya-hutta yalnız metin yönünden
garîb olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Garîb hadîsler, umumiyetle
sahîh olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok edici bir vasıf olduğu da
ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (güvenilir) kimseler olmaları
halinde sübût bulur.
SIHHAT YÖNÜNDEN HABER ÇEŞİTLERİ
Sahîh Hadîs: Makbul hadîs çeşitlerinin başında yer alan
sahîh, adalet ve zabt sıfatlarını hâiz olan râvilerin, muttasıl senedle
rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak
verdiğimiz bu tarif, ameli gerektiren sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında
başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması gerektiğini göstermektedir.
Sahih hadis kendi içinde iki kısma ayrılır: Birincisi “Sahîh Li-Zâtihi” denilen hadistir ki; kendi
şartlarıyla sahîh olup ve sıhhat yönünden en üst derecede bulunur. İkincisi de
“Sahîh Li-Gayrihi” dir. Bu da; râvisinin
zabtındaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan, ancak başka bir sahîh isnadla
rivayet edilip, sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselen
hadistir.
Hasen Hadîs: Lügat yönünden
"güzel" manâsına gelir. Hadîsçilerin ıstılahında ise, sahîh ile zayıf
arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın olduğu için makbul hadîsler
arasında sayılan hadîs çeşididir. Hasen hadîs, kuvvet yönünden sahîh hadîs
derecesinde olmasa bile, delil olma yönünden ondan farksızdır. Bu sebeple
el-Hâkim, îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar, haseni sahîh
çeşidi arasında zikretmişlerdir.
Hasen hadis de kendi içinde iki kısma ayrılır: Birincisi olan “Hasen Li-Zâtihi” âdil, fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin
muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Yani
zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh hadîsin aynısıdır. İkincisi “Hasen Li-Gayrihi”dir ki; İbn Salâh onu şöyle tarif etmiştir: Râvilerinin ehliyetleri
tam olarak tesbit edilmemiş bulunan, bununla beraber rivayet ettikleri hadîste
fazla hata yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri
hadîstir. Bu hadis bir kaç yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker
olmaktan çıkar ve hasen li-gayrihi adını alır.
Mahfuz Hadîs: Şâz olan hadîsin
mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı
verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, rivayetin çokluğu ve buna
benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere
muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir.
Maruf Hadîs: Münker veya şâz
merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker
veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna
göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.
Mutâbi Hadîs: Mutâbe'at,
şeyhinden rivayetiyle tek kalmış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya
o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir. Mutâbe'atın
manâsı bu açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve fail
manâsında kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek
kaldığı sanılan bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya
daha yukarıdaki şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı
hadîstir.
Şâhid Hadis: ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami,
musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma
neticesinde manâ yönünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir.
Çünkü araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet
yolu ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir.
Merdud haber; reddedilmesi gereken hadîslere delâlet
etmek üzere, makbulün mukabili olarak genel manâda kullanılan bir tabirdir.
İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan ve âhâd denilen haberler,
ya makbul, ya da merdûd olurlar. Bir haberin merdûd olması, genel olarak iki
sebebe dayanır. Bu sebeplerden biri isnadla ilgilidir ve isnaddan bir veya
daha fazla râvinin düşmesiyle haber merdûd olur. İkincisi de isnadı oluşturan
râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden cerh edilmesi
halinde haber merdûd sayılır.
Muallâk Hadîs: Muallak, ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta
bir şeyi asmak, destek veya dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs
ıstılahında ise, musannifin, kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya
kendi şeyhini, yahut kendi şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ
bütün isnadı hazfederek veya ibaresiyle, hadîsi zikrettiği ilk
kaynağa isnad etmesidir.
Mursel Hadîs: Hazreti Peygambere
yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sahabenin çoğunu gören ve
onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden
hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin
rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel hadîs,
isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir. Mursel hadîslerin delil olarak
kullanılıp kullanılamayacağı hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
En-Nevevî'nin belirttiğine göre, hadîsçilerin çoğunluğu, birçok fukahâ ve
usûlcüler nazarında mursel zayıftır ve onunla ihticac olunmaz. Eş-Şâfi'î de
aynı görüşe sâhiptir.
Mu'dal Hadîs: İsnadında birbirini
takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu
tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini
takip eden en az iki râvinin düşmüş olması şart koşulduğu için, bazen bir,
bazen de birbirini takip etmeksizin aralıklarla birden fazla râvisi düşen ve
ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı
olduğu halde, her munkatı mu'dal değildir.Mu'dal hadîsler, isnadlarından
düşürülen râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden halleri tesbit
edilmedikçe merdûd hadîslerden sayılırlar.
Munkatı Hadîs: Munkatı tabiri,
lügat yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için
kullanılmıştır. İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister
ortasında veya sonunda olsun, o isnad munkatıdır. Bu bakımdan sahabîsi düşen ve
mursel denilen, yahut musannifin tasarrufu ile isnadın başından hazfedilen ve
muallak denilen isnadla munkatı arasında lugat manâsı yönünden hiçbir fark
yoktur. Bununla beraber ıstılahta
munkatı, murselden ayrı bir şeydir ve isnadda tâbi'îye varmadan önceki bir
râvinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeden ondan rivayetidir. Bu durum, tabiatiyle râvinin, hadîsi
bir başka şahıs vâsıtasıyle almış olduğuna delâlet ettiği gibi, bu vâsıtanın
isnadda zikredilmemiş olması da, isnadın munkatı, yâni kopuk olmasını
gerektirir.Munkatı'ın bir başka çeşidi de, isnadda mübhem şahısların yer almış
olmasıyle ortaya çıkar.
Mudelles Hadîs: Mudelles, zulmet veya karanlık manâsına gelen
deles'ten türetilmiş tedlîs'ten ism-i mef ûl olup, bir şeyin ayıbını ve
kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken onu karanlıkta bırakıp
belirsiz hale sokmak demektir. Tedlîsin bu manâsı gözönünde bulundurulursa,
râvinin, şeyhinden işittiği ve işitmediği hadîsleri birbirinden ayırt
etmeksizin hepsini de rivayet etmesidir ki, işitmediği hadîsleri de işitmiş
olduğu vehmini uyandırdığı için, ayıbını ve kusurunu gizlemiş olur.Tedlîsin
çeşitli şekilleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
3.
Tedlîsu'ş-Şuyûh
5.
Tedlîsu's-Sukût
Mursel-i Hafi: Mursel-i hafî, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, senedin neresinde olursa olsun, muasır olan, fakat mülakatı
bulunmayan, yahut aralarında semâ olmayan iki râviden birinin diğerinden
rivayet ettiği hadîstir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu iki râvi
arasında semâ olmadığının, yahut mülakat bulunmadığının bilinmesidir.
RAVİLERİN TA’N EDİLMELERİNİN BAŞLICA SEBEPLERİ
Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri:
5.
Cehâletu'r-Râvi
Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri:
5.
Sû-i Hıfzı'r-Râvi
Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri:
Mevzu Hadîs: Başta İslâm Dînine kasdedenler olmak üzere, mensûb
oldukları .siyasî fırka ve hizibleri, fıkhı mezhebleri, kabilelerini,
cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam ve hükümdarları medhetmek,
halîfe ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescidlerde
va'zettikleri cemaatın teveccühüne nail olmak, halkın dînî emir ve nehiylere
karşı rağbetini artırmak maksadıyle dîn düşmanlarının, yalancıların ve
câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek
için tanınmış hadîs râvilerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi
Hazreti Peygamber’e iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzu (uydurma) hadîs
adı verilmiştir.
Metruk Hadîs: Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (yalancılık)
ile itham olunan, yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir konuşmalarında
kezzâb (yalancı) olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak
rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk
denilmiştir.
Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri
Şâz Hadîs: sika olan râvinin, kendisinden daha
sika râviye muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir.
Munker Hadîs: Zayıf olan bir
râvinin, güvenilir râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek
kaldığı hadîse munker denilmiştir.
Mu'allel Hadîs: Görünüşü itibariyle sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini
kemiren) bir illeti bulunan hadîslere mu'allel denilmiştir. Ancak bu illet
keşfedilmedikçe hadîsin mu'allel olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu
sebepten, mu'allelin tarifini yaparken, “kendisinde sıhhatini kemiren bir
illeti bulunan, bununla beraber görünüşte yine de sahîh olan hadîstir” demek
daha doğru olur.
Mudrec Hadîs: Râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş
hadîs demektir. Bu tarife göre, ya isnadı yönünden ya da metni yönünden hadiste
idrâc hasıl olmuştur. Mudrecin bu iki kısmı mudrecu'l-isnâd ve mudrecu'l-metn
adiyle bilinir.
Maklûb Hadîs: Hadîs râvilerinin isimlerinde, isnadlarda ve
metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri değiştirilerek rivayet edilen
hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre maklûb, kelime manâsına uygun olarak,
ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle değişikliğe uğramış hadîs
demektir.
Muztarib Hadîs: Bazen bir, bazen de iki veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde rivayet
edilen, fakat ne râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne kendisinden
rivayet ettiği şeyhine yakınlığı ve ne de şâir tercih sebeplerinden herhangi
birinin bulunmaması dolayısıyle rivayetleri arasında tercih yapılamayan hadîse
muztarib denilmiştir.
Musahhaf Hadîs: Metin veya isnadında bir kelimesi veya
râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edilmiş
hadîse verilen isimdir.
İsnad, lugatta ya lâzım (geçişsiz) olarak dağın
eteğinden zirvesine doğru tırmanmak ve yükselmek, yahutta müteaddî (geçişli)
olarak yükseltmek manâsında kullanılmıştır. Bundan ayrı olarak, İsnadın, bir
de iti-mad etmek manâsı vardır ve her iki manâ, sülâsîden kullanılan sened kelimesinin
tam karşılığıdır. Hadîs ıstılahında ise, isnâd, sözün, aracılar vâsıtasıyle
asıl sahibine yükseltilmesidir ve bu tarif, kelimenin, dağın zirvesine
yükselmek veya yükseltmek manâsından alındığına delâlet eder. Hadîsin, Hazreti
Peygambere varıncaya kadar muttasıl bir şekilde güvenilir kimselerin yine
güvenilir kimselerden rivayet edilmesi keyfiyeti, Allah'ın yalnız müslümanlara
hâs kıldığı bir sistemdir.
İsnad gerçek değerini tâbi'ûn devrinde kazanmış, hadîsçiler, isnadsız hadîs
rivayet edenleri dâima ikaz ederek hadîs aldıkları kimseleri açıklamaya davet
etmişlerdir. Meselâ İbn Şîrîn "bu
ilim dîndir; dînini kimden aldığına dikkat et" diyerek isnada önem
verilmesini tavsiye etmiştir. İsnada verilen bu değer sayesinde, hadîs
rivayet eden kimselerin hal ve meşreblerini öğrenmek de mümkün olmuş ve herbiri
hakkında tanzim edilen biyografik tarihler yardımı ile, kimin güvenilir, kimin
zayıf ve yalancı olduğu tesbît edilerek bu ilimle meşgul olanların
istifadelerine sunulmuştur. İsnadlar, kendilerini oluşturan râvi sayılarının az
veya çok oluşu yönünden iki kısımda değerlendirilmiş ve kaynağa daha az râvi
ile ulaşan isnada âlî, daha çok râvisi
olan isnada da nazil denilmiştir.
Âlî İsnad: Alî, lugatta,
yücelik veya yükseklik manâsına gelen uluv'dan ism-i fail olup, râvi sayısının
azlığı dolayısıyle Hazreti Peygambere yakınlık (kurb) kasdedilmiştir. Isnaddaki
bu yakınlık, hadîsi en kısa yoldan Hazreti Peygambere ulaşan sahih bir isnadla
rivayet etmek suretiyle meydana gelir. Râvi sayısının azlığı dolayısıyle âlî
olan bir isnadla rivayet edilen hadîs, râvi sayısının çokluğu dolayısıyle nazil
olan aynı hadîsin diğer rivayetine tercih edilir. Hadîs imamları, âlî isnadla
rivayet eden kimselerden hadîs almak için meşakkatli seyahatları bu sebepten
ihtiyar etmişlerdir. Ahmed İbn Hanbel, bunu şu sözleriyle açıklamıştır: "Âlî isnad talebi, bize seleften kalan
bir sünnettir."
İsnadta uluv, mutlak ve nisbî olmak üzere başlıca iki
kısımda mütalâ edilmiştir: Uluw-i Mutlak; güvenilir
bir isnadla Hazreti Peygambere olan yakınlıktır. Bu yakınlık, Muhammed İbn
Eşlem et-Tûsî'nin ifadesine göre, Allah'a yakınlık gibidir. Çünkü isnadın
yakınlığı, Hazreti Peygambere yakınlıktır; Hazreti Peygambere yakınlık ise,
Allah'a yakınlıktır. Uluw-i Nisbî
ise; el-A'meş, îbn Cureyc, el-Evzâ'î, Şu'be, Mâlik,
Huşeym ve emsali hadîs imamlarından birine, râvi sayısının azlığı dolayısıyla
veya Kutub-i Sitte gibi mutemed kitaplardan birinin rivayetine nisbetle ortaya
çıkan yakınlıktır.
Nazil İsnad: Nuzûl kelimesi,
uluvvün karşıtı olup bir hadîsi rivayet eden en son râviyi o hadîsin kaynağına
en çok râvi sayısı ile ulaştıran isnadın keyfiyetidir. Nazil isnadlar, râvi
sayısının çokluğu ve bu çokluk halinde hata yapılması ihtimalinin fazlalığı
dolayısıyle, hadîsçiler arasında rağbet görmemiştir. Bununla beraber, nazil
isnadın râvileri, güven yönünden, yahut hafıza ve fıkıh yönlerinden
üstünlükleri dolayısıyle âli isnad râvilerine temayüz ederlerse nazil isnad
âlî isnada tercîh edilir.
İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri:
Merfû Hadîs: Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve
takrirlerden, ister munkatı isnadla rivayet edilmiş olsun, ister muttasıl
isnadla rivayet edilmiş olsun, bütün hadîslere merfû denilmiştir. Söz, fiil ve
takrirler dışında sahabe ve tâbi'ûnun, sarîh bir tabir kullanmaksızın naklettikleri
bazı haberler daha vardır ki, bunlar da merfû hükmündedirler. Meselâ Sahabînin
herhangi bir şey hakkında "bu şey sünnettendir" demesi, ekseriyetin
görüşüne göre merfû hükmündedir. Sahabenin "fulân
şeyden nehyolunduk" sözleri de, emrin ve nehyin Hazreti Peygamberden
gelmesi dolayısıyle merfû hükmündedir.
Mevkuf Hadîs: Sahabeden, isnadı
ister muttasıl olsun ister munkatı olsun, söz, fiil ve takrir olarak rivayet
edilen haberlere mevkuf denilmiştir. Sahabe sözlerine bu ismin verilmesi,
isnadın sahabîde son bulması ve Hazreti Peygambere ulaşmamış olması dolayısıyladir.
Mevkuf tabiri, bazen de sahabî dışında herhangi bir râviye atfen kullanılır ve
meselâ “hazâ mevkufun alâ Atâ” denir. Bu tabir, isnadın Atâ'ya kadar geldiğine
işaretten ibarettir ve kelime, burada, ıstılah manâsında değil, lügat manâsında
kullanılmıştır.
Maktu Hadîs: İsnadı tâbi'ûnda
son bulan ve tâbi'ûnun söz ve fiillerinden ibaret olan haberlere maktu
denilmiştir.
Musned Hadîs: İsnadı, ilk
râvisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfû olan hadîslere musned
denilmiştir. O halde, bazılarının zannettikleri gibi musned ve merfû tabirleri
birbirinin müradifî olan kelimeler değildir; fakat merfü, hadîsin musned olması
için gerekli olan unsurlardan biridir. Bu bakımdan her musned hadîs merfû
olduğu halde, her merfû hadîs, senedi muttasıl olmadıkça musned değildir.
HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ
SAHABÎLER: Hazreti Peygamber devrini idrak etmiş, müslüman olarak Peygamberi görmüş,
onun sohbetinde bulunmuş ve yine müslüman olarak ölmüş olan kimselere sahabî
(çoğulu: Sahabe) denir. Sahabîlerin sayısı hakkında
kat'î bir rakam söylenmemiştir. Ebû Zur'a er-Râzî, Hazreti Peygamberin vefat
ettiği sıralarda Mekke, Medîne ve civarlarında 114 bin müslüman bulunduğunu
söyler. Sahabîler, Allahu Ta'âlâ'nm tezkiye ve ta'dîline mazhar olmaları
dolayısıyla udûl addedilmişlerdir; yâni ister hadîs rivayetinde olsun, İster sâir
hususlarda olsun, yalan söylemezler; tashîf ve tahrif yapmazlar.
Hadîsçiler, sahabîleri, derece, itibar ve fazilet
yönünden çeşitli tabakalara ayırmışlardır. Bunlar arasında, el-Hâkim'in
tasnifi büyük şöhret kazanmıştır. Bu tasnife göre sahabe, fazilet bakımından 12
tabakaya ayrılır. Bunlar sırasıyle şöyledir:
1. Mekke'de ilk defa müslüman olanlar.
2. Dâru'n-Nedve azaları.
3. Habeşistan'a hicret edenler.
4. Birinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.
5. İkinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.
6. Hazreti Peygamber Küba'da iken kendisine iltihak eden müslümanlar.
7. Bedir savaşına iştirak edenler.
8. Bedir savaşı ile Hudeybiye andlaşması arasında hicret edenler.
9. Hudeybiye yakınındaki ağaç altında Hazreti Peygambere bey'at edenler.
10. Hudeybiye andlaşması ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler.
11. Mekke 'nin fethedüdiği gün müslüman olanlar.
12. Mekke'nin fethinde ve Hazreti Peygamberin Veda Haccı'nda onu gören
çocuklar.
Usûl kitapları, sahabîleri, rivayet ettikleri hadîs
sayısına göre iki guruba ayırmışlardır. Birinci gurupta, çok sayıda hadîs
rivayet eden sahabîleri zikretmişlerdir ki, bunların başında Ebû Hureyre gelir.
Es-Suyûtî'nin verdiği bilgiye göre bu meşhur sahabî, 5375 hadîs rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre'den sonra, rivayet ettiği 2630 hadîsle Abdullah İbn Ömer
İbni'l-Hattâb gelir. Bunu, sırasıyle 2286 hadîsle Enes İbn Mâlik, 2210 hadîsle
Umrnu'l-mu'minîn Âişe, 1969 hadîsle İbn Abbâs, 1540 hadîsle Câbir İbn Abdillah
ve 1170 hadîsle Ebû Sa'îd el-Hudrî takip eder. İsimleri zikredilen bu
sahabîlerden başka binin üzerinde hadîs rivayet eden kimse yoktur. İşte, binin
üstünde hadîs rivayet etmekle şöhret kazanan bu yedi sahabî muksirûn adı ile anılmıştır. Bu yedi
kişi dışında kalan ve binin altında hadîs rivayet eden sahabîler ise, mukillûn adiyle tanınmışlardır ki, ilk
dört halîfe ile sahabîlerin çoğu bunlar arasında yer alır.
TABİİLER: Hazreti Peygamberin ashabından herhangi birine mülâki
olan ve onunla sohbeti bulunan kimseye tâbi'î (çoğulu: Tâbi'ûn) denilmiştir.Tâbi'ûnun
sayısı hakkında hiçbir rakam ileri sürülmemiştir. Sahabî-lerin, Hazreti
Peygamberin vefatından sonra, fethedilen çeşitli ülkelere dağıldıkları ve
buralarda kendilerine pek çok müslümanm mülâki olduğu göz önünde
bulundurulursa, bunların sayısını tesbit etmenin mümkün olamayacağı kolayca
anlaşılır. Tâbi'ûn içerisinde ilmiyle şöhret
kazanmış daha pek çok kimse vardır. Kaynaklar, bunların şehirlere göre
dağılımını vererek her biri hakkında geniş bilgi verirler. İslâmî ilimlerde ve
özellikle hadîs sahasında en meşhur tâbi'îler şunlardır:
Mekke'de: Abdullah îbn Abbâs'ın kölesi Ikrime (Ö.
105), Atâ îbn Ebî Rabâh (Ö. 115), Ebu'z-Zubeyr Muhammed İbn Müslim (Ö.
128).
Medine'de: Sa'îd İbnu'l-Museyyib(Ö.93), Süleyman
îbn Yesâr(Ö. 93), Urve İbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), Salim İbn Abdillah İbn Ömer (Ö.
106), Abdullah İbn Ömerin kölesi Nâfi (Ö. 117), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124),
Ebu'z-Zinâd (Ö. 130).
Kûfe'de: Alkame îbn Kays en-Naha'î (Ö. 62),
İbrahim en-Naha'î (Ö. 96),
Basra'da: El-Hasan el-Basrî(Ö. 110), Muhammed İbn
Şîrîn (Ö. 110), Katâde (Ö. 117).
Şam'da: Kabîsa (Ö. 86), Ömer İbn Abdi'1-Azîz
(Ö. 101), Mekhûl (Ö. 118). Yemen'de: Tâvûs îbn Keysân (Ö. 106), Vehb îbn
Munebbih (Ö. 110).
Râvînin
Adaleti: Adalet, insanı, kebâir (büyük günâh)
iktisabından ve sağâ'ir (küçük günâh) üzerinde direnmekten alıkoyan bir
melekedir. Bazılarına göre de, şehadet ve rivayetinin kabul edilmesini
gerektirecek şekilde, insana, tâ'at ve mürüvuet'in hâkim olmasıdır. Zira
insanın işlerinde ma'sıyet ve mürüvvetsizlik galebe çalarsa, şehadet ve
rivayeti reddedilir.
Bir hadîs râvisinde adaletin sübût bulması için bazı
delillere ihtiyaç vardır. Bu deliller, ya iki âlimin o râvinin adaleti hakkında
şehadette bulunmasıdır; ya da râvinin adaleti, hadîsçiler ve sâir ilim ehli
arasında hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde şöhret kazanır. Meselâ
Mâlik İbn Enes, Sufyân es-Sevrî, Sufyân İbn Uyeyne, eş-Şâfi'î, Ahmed İbn Hanbel
ve emsali, adaletlerine şehadet edecek herhangi bir muaddile muhtaç değillerdir.
Râvinin Zabtı: İnsanın, işittiği herhangi bir şeyi,
aradan uzun zaman geçmiş olsa bile, dilediği anda hatırlayabilecek bir şekilde
iyi belleyip hıfzetme yeteneğine sahip olması manâsına gelir. Rivayetinin
kabulü için bir râvide bulunması gereken iki önemli sıfattan biridir. Bu iki
sıfat bir râvide birleştiği zaman, o râvi, sika (güvenilir) olma vasfını
kazanır. Diğer sıfat, daha önce üzerinde durduğumuz adalettir.
Râvinin Akıl
ve Bâliğ Olması: Akıldan murad, hadîs râvisinin temyiz
kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu sebeple, hadîs rivayetinde belirli bir yaş
haddi konulmamış, fakat temyîz kudreti olan her yaştaki çocuğun rivayeti kabul
edilmiştir. Ancak akıl şartı içerisinde bulûğ zımnen mülâhaza edildiği için,
bulûğ çağına girmemiş bir çocuğun hadîs tahammülü (yâni işitmesi, alması) caiz
görülmüş olsa bile bulûğdan önce bu hadîsleri rivayet etmesi tecviz
edilmemiştir. Yâni bulûğ çağından önce işitilen hadîsler, ancak bulûğ çağına
girdikten sonra rivayet edilmişse makbul sayılmıştır.
Bir kimseyi yaralamak manâsına gelen cerh ile, bir
kimsenin adaletinin açıklanması demek olan ta'dîl, her ikisi birden hadîs
ilminin en önemli konularından birini teşkil eder. Cerh ve ta'dîl olmaksızın
bir hadîsin sahîh veya zayıf olduğunu tesbit etmek mümkün değildir.
Bir hadîs râvisinin, bir veya iki hadîs imamı tarafından cerh, bir veya iki
hadîs imamı tarafından da ta'dîl edilmesi halinde, birincisi, yâni cerh kabul
edilir ve hüküm ona göre verilir. Çünkü cârih (yâni hadîs râvısini cerheden,
veya onun hadîs rivayetinde kusur teşkil edecek ayıplarını ortaya koyan kimse),
hadîs râvisinde gizli olan ve muaddil (yâni hadîs râvisinin adaletini isbat
eden kimse) tarafından bilinmeyen bir kusuru ortaya koymaktadır.
Bir hadîs râvisi, kalabalık bir hadîs imamı tarafından
ta'dîl, buna karşılık daha az imam tarafından cerh edilmiş olsa, hüküm, yine
cârihlerin sözlerine göre verilir.
Cerhe Sebep
Teşkil Eden Haller:
·
Kizb (yalancılık)
·
Sefeh
·
Bid'at ve hevâ
·
İhtilât ve tegayyür( rivayet ettikleri
hadîsleri karıştıranlar, değiştirenler)
·
Rivayetleri arasında şâz, münker ve
garîb hadîslere fazla yer verenler
·
Rivayetlerinde fazla yanlışlık yapanlar
·
Gaflet
·
Rivayet ettikleri hadîslerin yalan olduğunu bilmeyenler
·
Görmedikleri ve hiç karşılaşmadıkları
şeyhlerden hadîs nakledenler
·
Şeyhlerinden, hiç işitmedikleri
hadîsleri de rivayet edenler
·
Kitapları kaybolduktan sonra başkalarına
âit kitaplardan rivayet edenler
·
Hadîslerine başkaları tarafından yapılan
ilâvelerin farkına varmayanlar
·
Hadîs rivayeti esnasında dillerinde vâki
olan hatâyı düzeltmekten kaçanlar
·
Görmedikleri şeyhlerden hadîs rivayet
edenler
Hadîslerin Lafzen
Rivayeti: Sahabe, rivayetin mes'ûliyetini müdrik olarak, Hazreti Peygamberden
nakletmiş oldukları hadîslerde büyük bir titizlik gösteriyor, değil bir kelime
değişikliğine, aynı kelimenin cümle içerisinde yer değiştirmesine bile rıza
göstermiyorlardı. Hadîs rivayet eden bir kimsenin, Hazreti Peygamberin ağzından
bir sözü harf harf ve kelime kelime nasıl işitmişse, onu aynen nakletmesini
şart koşuyorlardı. Meselâ Abdullah İbn Ömer, İslâm'ın beş şartını birbiri
arkasına sıralayarak sayan bir kimseye, Ramazan orucunu beşinci şart olarak
sona almasını ihtar etmiş ve Hazreti Peygamberin ağzından nasıl işitti ise,
onu öyle rivayet etmesini söylemiştir.''
Hadîslerin
Manâ Üzere Rivayeti: Hadîslerin lafzen rivayetini şart koşanlara rağmen, aralarında birçok
sahabenin de bulunduğu büyük bir hadîsçi gurubunun, hadîslerin manâ yününden
rivayet edilmesine cevaz verdikleri ve kendilerinin de bu yolda hadîs rivayet
ettikleri görülmektedir. Meselâ, Alî İbn Ebî Tâlib, Abdullah İbn Abbâs, Enes
îbn Mâlik, Ebu'd-Derdâ1, Vasile Îbnül-Eska', Ebû Hureyre, el-Hasan el-Basrî,
eş-Şa'bî, Amr İbn Dînâr, İbrahim en-Naha'î, Mucâhid, Ikrime, bu konuda
zikredilen isimlerden bazılarıdır.
Gerek sahabe ve gerekse sahabeden sonra gelen
nesiller, hadîslerin manâ yönünden rivayet edilmesini hoş karşılamış olmakla
beraber, bu rivayetin doğruluğuna güvenebilmek için rivayet sahibinde bazı
şartlar aramışlardır:
1. Hadîs râvisinin, sarf ve nahiv kaidelerine tam manâsıyle vâkıf olması.
2. Lügat ilmine sahip olması.
3. Lafızların delâlet ettiği manâyı iyi bilmesi.
4. Bir hadîsi değişik lafızlarla rivayet ettiği zaman, o hadîsin, Hazreti
Peygamberin kasdetmiş olduğu manâyı verdiğine her bakımdan kanaat getirmesi.
Rivayetu'l-Akrân: Akran olan, yâni aynı yaşlarda bulunan râvilerin
birbirlerinden hadîs rivayet etmeleridir.
Mudebbec: Îbnu's-Salâh'ın ifadesine göre
Mudebbec, akranın, yâni yaşça birbirine yakın olan râvilerin birbirlerinden
hadîs rivayet etmeleridir. Aynı şekilde isnadca olan yakınlıkta da râvilerin
birbirlerinden hadîs rivayet etmeleri bu isimle adlandırılmıştır.
Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğır: Büyük yaşta olanların küçük yaşta olanlardan hadîs rivayet etmeleridir.
Rivâyetu'l-Âbâ
Ani'l-Ebnâ':Hadîs tarihinde âba' ve ebnâ', bir aile içerisindeki hadîs rivayeti
münâsebetiyle sık sık kullanılan tabirlerden biri olarak görülür. Âbâ', eb (baba)'nın,
ebnâ' da îbn (oğul)'un çoğuludur. Babaların oğullardan rivayet ettikleri
hadîsler, bazı hadîsçilerin dikkatini çekmiş ve bu hadîsleri toplayan kitaplar
telîf etmişlerdir.
Rivâyetu'l-Ebnâ
Ani'l-Âbâ: Aile içerisinde görülen hadîs
rivayetinin en meşhuru, hiç şüphesiz, oğulların babalarından yaptıkları
rivayetlerdir.
Mühmel: Bir râvinin, baba ve dede isimleri,
yahut nisbetleri aynı olan iki ayrı şeyhten hadîs rivayet etmesi, fakat bu iki
şeyhi belirleyecek ve onları birbirinden ayırt edecek herhangi bir isim veya
sıfatı terketmesi, yahut ihmal etmesidir. Bunlar, neseblerinin ihmal edilmiş
olmaları dolayısıyle mühmel olarak adlandırılmışlardır.
Muselsel: İsnadındaki bütün ricalin, bazen râvilerin, bazen de
rivayetin belirli bir hal ve sıfatını takip ettikleri hadîslere verilmiş bir
isimdir.
·
Münâvele
·
Vİcâde
Hadîslerin Tedvini: Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde
bazı sahabîlerin hadîs yazdıklarını ve bir takım sabiteler vücûda
getirdiklerini biliyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe
devrinden sonra, başladığı anlaşılmaktadır. Bu devirde yaşayan Ez-Zuhrî
"hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı
hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler
vardır. Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Ez-Zuhrî ile birlikte ulemâyı dolaşırdık.
Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur, işittiği her şeyi onlara
yazardı". Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn
Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet kazandırmıştır. Ancak dikkat edilmesi ve
yanlış anlaşılmaması gereken bir hususa burada işaret etmekte fayda vardır:
Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin olarak kabul edilmiş ise de, bu, onun
muasırları arasında ondan başka hadîs toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında
değildir. Hadîs kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken
başladığı ve giderek yaygınlaştığı gözönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha
yaşlı tâbi'ûn arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile,
muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr
edilemez. Onların bu faaliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için
hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak
tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması
sebebiyledir.
Hadîslerin Tasnifi: Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîler ondan
işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazmış, tedvîn devrinin başlangıcında
da, toplanan haberler aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmıştır. Bu tarzda
meydana getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne
kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn
devrinin başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da fark
edilmiştir. Gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan
kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde
kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine,
konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle
meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer almış ve
böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de
zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmıştır. Musannaf denilen bu çeşit
eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya
getiren ve Musnedler bu şekilde ortaya çıkmıştır.
1. Siyer ve mağazî kitapları: Hazreti Peygamberin Mekke ve
Medine'deki yaşayışı, Peygamberlikten önce ve sonraki şahsî hayatı, fiil ve
davranışları, ahlâkı, kısacası sîreti ve gazveleri ile ilgili haberlerin
toplandığı eserlerdir. İlk mağazî tasnîf edenler arasında, Medine'nin tanınmış
âlim ve fakîhlerinden Urve Îbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124),
İbn îshâk (Ö. 150), Ma'mer îbn Râşid (Ö. 153), El-Velîd İbn Müslim (Ö. 195)
gibi isimler vardır.
2. Sünen kitapları: Fıkıh bâblarına göre tasnîf edilmiş,
Hazreti Peygamberin söz, fîil ve takrirlerinden ibaret olan ve merfû sayılan
haberlerdir. Sünen müellifleri şunlardır:Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi, Nessai…
3. Câmi'ler: Câmi'ler de Sunen'ler gibi ibâdât,
muamelât ve ukûbâta âit bâblara göre tasnîf edilmiş hadîsleri ihtiva ederler; ancak
Câmi'lerin ihtiva ettikleri hadîsler, sadece bu konularla ilgili hadîslerden
ibaret değildir. Bunlara ilâveten, Câmi'lerde, Kur'ânın faziletleri, tefsiri,
yaratılışın başlangıcı, geçmiş peygamberler, menâkıb, Hazreti Peygamberin
sîreti ve mağâzîsi, halîfeleri ve ashabının faziletleri, îman, tevhîd ve bunun
gibi diğer bazı konulara âit hadîslere de yer verilmiştir. Câmi’ müellifleri
şunlardır: Buhari ve Müslim…
4. Musanneflar: Cami' denilen eserler gibi her konudaki
hadîsleri ihtiva etmeseler bile, Sunen'lerden farklı olarak, Camilerde yer
alan konulardan bazılarıyle ilgili hadîslere de yer verilmiştir. Bu bakımdan
Musannafları, ihtiva ettikleri konular yönünden, Sunen'ler ile Camiler arasında
mütalâ etmek mümkündür. Bazı musannef müellifleri şunlardır: Ebû Bekr
Abdurrazzâk bin Hemmâm, Ebu'r-Rabî Süleyman bin Dâvûd el-Ezdî ez-Zehrânî..
5. Musnedler: Hadîslerin konuları nazarı dikkata alınmamış; fakat,
kitaba alınması düşünülen hadîsler, ya onları rivayet eden sahabî, yahutta
sahabîden sonraki râvilerden birinin adı altında biraraya getirilmiştir. Müsned
müellifleri: Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Ahmed bin Hanbel…
6. Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar: Belirli bir konuya tahsis edilmiş müstakil eserlere umumiyetle
"Kitâb" adı verilmiştir.
7.
Mustahrecler: İstihraç, bir hadîs imamının, kitabında belirli bir
isnadla naklettiği hadîsin bir başka isnadını arayıp bulmaktır. Başka
isnadlarla hadîslerin toplandığı kitaplara da Mustahrec adı verilir. Ebû Bekr
el-İsferâ'înî'nin ve Ebu'l-Fazl Ahmed bin Seleme el-Be'zzâz’ın Müslim'in
Sahih'i üzerine yapılmış birer Mustahrec'leri vardır.
FIKIH USULÜ
Fıkıh: Fıkıh, müctehidlerin, tafsili şer’i
delillerden istinbat ettiği şer’i ameli hükümlerdir. Fıkıh ilminin bir dalı
füru’ (Furuu’l-fıkıh: Tatbiki hukuk), diğer dalı ise usul (Usulu’l-fıkıh:
Nazari hukuk)’dur. Fıkıh denince, genellikle bu ilmin füru’ dalı kastedilir
Usul: Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta
temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab
ve delil manalarında kullanılır.
Fıkıh Usulü: Müctehidin şer’i ameli hükümleri
tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.
Usulu’l-fıkh tamlamasında usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul
etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine
oturtulmuş, bina edilmiştir. Buna göre Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha
mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir
Fıkıh Usulünün Konusu: Fıkıh usulü iki şeyden bahseder:
Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu
istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit
olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar:
“Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir”
demektedirler. Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma,
kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki
şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah,
haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat,
butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak,
mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser,
muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın,
iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip
edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Fıkıh Usulünün Gayesi: Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye,
kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î
hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî
delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer'î
nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki
olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet
kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak
için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur.
İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden
tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır.
Fıkıh Usulünün Faydaları:
Fıkıh usulü
ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin
tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu
ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını,
Arap dili kaidelerini öğrenir.
2-
Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve
arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana
bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm
istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet
ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3- Fıkhi
hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi
hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı
olarak çıktığını tesbit eder. Müctehid imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş
bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahric yapıp hükme varabilir. Bir
başka deyişle,kendisine uyulan müctehid, o olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm
verirdi diye düşünerek sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya
çalışır.
4- Allah’ın,
dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne
olduğunu öğrenir.
5- Hukuki,
kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi
teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler
çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında
mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı
tercih eder. Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin
çeşitli şer’i hükümlerin tesbiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi
bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında en kuvvetlisini seçmekle
mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar
herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta
iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan
Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve
teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline
olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat
ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de
pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle
âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm
çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları,
günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra
gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden
hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç
duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni
giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular.
Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni
bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden
değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun
olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar
da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım
temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince
bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda
olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde
toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü
müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret
ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip
onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri
usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Bu ilim zamanla fıkıhtan
ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler
dolusu kaynağa sahip bir ilim haline
geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû
Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir.
Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu
yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle
adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu
ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda
getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih
ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı. Usûlü'l-fıkıh sahasında
eser yazan alimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulanmazlardır. Bunlar;
Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.
a- Mütekellimîn Metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların
gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu
kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu
metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyişiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil,
onlara hakim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek
fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda
getirmişlerdir.
b- Hanefî Metodu: Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi
mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri
araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel
kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina
edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin
çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık
sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu
kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları
tesbit etmiştir.
c- Mecz Metodu: Bir de bu iki metodu meczederek yeni
bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan,
usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere
bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.
ŞER’İ DELİLLER
Kur'ân-ı Kerim: Müslümanlar arasında hiç ihtilafsız
kabul edilmektedir ki; Kuran’da mevcut hüküm ile amel etmek fardır ve
kendisinde, hükmü bilinmek istenen olayın hükmü bulunduğu sürece onu bırakıp
başka delillere yönelmek caiz değildir.
Sünnet:
sünnet her ne kadar islam hukukunun kaynaklarından biri ise de.
Kaynaklar sıralamasında Kur’an’dan sonra gelir. Bir hükmü öğrenme ve delil
getirme hususunda ikinci sırada yer alır. Hükmünü öğrenmek istediğimiz olayı
cevaplayan bir nass Kur’an’da varsa, artık sünnete başvurulmaz. Sünnetin
Kur’an’dan sonraki sırada yer almasının sebebi onun sübutunun zanni, Kur’an’ın
sübutunun tamamıyla kat’i oluşudur.
Kat’inin zanniden önce geleceği ise
açıktır.
İcma’: Sarih ve sukuti olmak üzere iki
kısımdır. Bunlardan sarih icma’ kesin delil teşkil eder. Ona uymak vacip,
muhalif davranmak ise haramdır. Sarih icma’ın kaynak olduğunu kabul eden
usulcülerden bir kısmı sükuti icma’ı kaynak olarak görmemişlerdir. Hatta
içlerinde bunun icma’ olarak isimlendirilmesini bile reddedenler vardır. Usulcülerin çoğunluğu ise sükuti icma’ı delil
olrak kabul etmişlerdir.
Kıyas: İslam hukukçuların büyük çoğunluğu ,
kıyasın şer’i delil olması hususunda hemfikirdirler. Nazzam, Zahiriler ve bir
kısım Şiiler, kıyasın delil oluşunu kabul etmezler.
İstihsan: hanefi
mezhebinin delillerinden biri olduğu ve diğer fakihlerin bunu bir delil olarak kabul etmedikleri,
gerçeği yansıtmamaktadır. Değişik
mezheplerin fıkıh kitaplarını inceleyen bir kimse bu kitapların istihsana dayalı hükümlerle
dolu olduğunu görür. Bu konuda en çok
dikkat çeken Maliki mezhebidir. İmam Şafi’nin “İstihsan yapan, kendi yanından
dim uydurmuş olur”sözü; istaihsanı hüccet olarak kabul edenlerin anladığı
manada değil, bir başka anlamda yorumlanmaktadır. Bu da, bir delile
dayanmaksızın şahsi arzuya göre hüküm
vermektir.
Örf: Alimler, şer’i delillere aykırı olması halinde
örfün muteber sayılamayacağı ve hatta ortadan kaldırılması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler. Bununla
beraber, Örf deliline dayanarak yapılan ictihadların örfün değişmesiyle
dayanaktan yoksun kalacağı açıktır. İbn Âbidîn bu konuda şöyle der: “Fıkhî
meseleler ya açık bir nass'a (ayet-hadis) dayanır, ya da re'y ve ictihad ile
sabit olurlar.Bu bölüme giren fıkhî meselelerin çoğunu müctehid, kendi çağının
örfüne dayandırmıştır. Eğer müctehid,bugünkü örfün hâkim olduğu devirde
bulunsaydı, öncekine uymayan yeni bir görüşe sahip olurdu.”
Mesâlih-i Mürsele: sadece İmam Malik’e göre delil olduğu,
diğer imamların bunu delil olarak kabul etmediği söylense de, değişik fıkıh
kitaplarını inceleyen bir kişi bunun böyle olmadığını görecektir.
Sedd-i zerayi: Sedd-i zerâyi' Malikî mezhebinde fıkhî
delillerdendir. Hanbelîler de bunu fıkhî delil olarak kabul eder ve uygularlar.
Hanefi ve Şafiî mezheblerinde ise bunun muhtevasını kısmen birlikte, kısmen de
farklı bir şekilde kabul ederler. Meselâ, Hanefilere göre mirastan mahrum
bırakılmak kastıyla boşanmış olan zevceye miras hakkı aynen verilir. Zahirîler
de sedd-i zerayi' delil olarak kabul etmemekle beraber, onun icâbına göre hüküm
vermişlerdir.
Bazen sahabe izah etmiş olduğu hususu beyân ederken, bizzat o hali yaşıyarak tatbik ediyordu. Bazen de, sahabenin yanında, talebesinin cevap vermesi şeklinde açıklanıyordu ki bu saygısızlık gibi görünürse de, aslında böyle bir şey bahis konusu değildir. Zira Hz. Peygamber'in huzurunda, sahabenin ona olan saygısından dolayı ve vahiy sahibi olan peygamberi dinlemek için konuşmama¬larından, sahabenin huzurunda tabiilerin de konuşmamaları gerektiği neticesini çıkarmak doğru değildir.
5- Tefsir İlminde Şöhret Kazanan Sahabiler
Ali b. Ebi Talib (ö. 40/661), Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652), Ubeyy b. Ka'b (ö. 19/ 640), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688), Ebû Musa el-Eş'ari (ö. 44/ 664), Zeyd b. Sabit (ö. 45/665) ve Abdullah b. ez-Zübeyr (ö. 73/692). Bunlardan başka, Hz. Aişe (ö. 59/678), Ebu Hureyre (ö. 57/677), Cabir b. Abdillah (ö. 74/693), Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), Abdullah b. Amr b. el-As (ö. 63/683) Enes b. Malik (ö. 91/710) gibi zatlardan da, tefsir haberleri nakledilmişse de, ilk başta zikrettiğimiz müfessir sahabilere nisbetle, nakilleri nisbeten az sayılır. Bunlar arasında en fazla tefsir rivayet edenler şunlardır: Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Aii b. Ebi Talib ve Ubeyy b. Ka'b.
C. TABİÎLER DEVRİNDE TEFSİR
1- Tabiîlerin Tefsirdeki Yeri Ve Metodları
Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, bünyesine yeni ülkelerle beraber, ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de katmaya başlamıştır. Müslümanlar ilk defa Medine'de basit site devletinin temellerini atınca, bu devleti devam ettirecek kanun hükümlerine muhtaç oldular. Kur'ân-ı Kerîm onların kanunlarının menşei ve anayasaları idi. Bu basit devlete tabi olan ilk Müslümanların ihtiaçları da basitti. Ülkeler fethedildikçe o ülkelerin medeniyetleri ile karşı karşıya gelen Araplar, onlarla bir arada yaşamaya başlamışlardır. Bu bakımdan onlar, bedevi hayatın sınırları içinde kalmaktan kurtulmuş, ihtiyaçlarında da değişiklikler hasıl olmuştu. Gerek İslamiyete yeni girenleri ve gerekse Müslüman olmayanları bir idare altında toplamak ve onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu hususlar için Kur'ân-ı Kerîm ilk merci oluyor, yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler ve müfessirler Kur'ân'a sarılıyorlardı. İslam devleti çok genişlediğinden, dinin menşei olan Hicaz'dan diğer ülkelere, bazı imkansızlıklardan dolayı, dini haberier pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol oynamağa başlıyordu. Bu şahsi görüş sahiplen aynı ırk, aynı kültür, aynı dil, aynı din ve aynı örf ve adeti ihtiva eden bir cemiyet içinde yetişmediklerinden görüşlerinin neticesi de değişik oluyordu.
Bir taraftan Arap olmayan Müslüman unsurların İslamiyeti öğrenme arzusu, diğer taraftan Kureyş'in ve diğer Arapların, bu milletleri idare etme sanatıyla, yani idarecilikle iştigal edip, diğer sahalarda çalışmayı hakir görmeleri sebebiyle, ilim ve bilhassa tefsir sahasında önem kazanan şahsiyetlerin Arap olmadıklarını görüyoruz. Bunun en mühim sebebi, İbn Haldun'un da dediği gibi "Bilgiler bir sanaat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar.
Tefsir Medreseleri Ve Müfessir Tabiîler
İslâm yayılmakta, genişlemesi devam etmekte, şehirler çoğalmakta ve ge¬lişmekte, sahabe de ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabiîlere devredilmişti Bu arada, fitneler zuhur etmeye baş¬lamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, fetvalar çoğalmış meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aramaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkha ait bilgiler de toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğra-şan kişilerin, hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.
Bu devrin müfessirleri, Kur'ân'ı anlamak için yine Kur'ân'a, sonra sahabenin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış oldjkları tefsirlere itimad etmişlerdir. Tabiîler tefsirde buraya kadar takip ettikleri esaslarda, sahabe devri ile aynı usûlü paylaşmışlardır. Bu devirde tefsir için yukarıdaki asıllardan başka, kitap ehlinin kitaplarında gelen haberleri de aldılar. Allah'ın onlara içtihad yoluyla bahşettiklerini de ilâve ettiler. Bu konuda tefsir kitaplarında onlardan pek çok tefsir haberi nakledildi ki bunlar re'y ve içtihadlarına dayanmaktadır. Hz. Peygamber ve sahabeden gelen tefsirin, Kur'ân'ın bütün âyetlerini ihtiva etmediğini söylemiştik. Onlar, kendilerinin veya muhatapların anlayışına zor gelen hususları almışlardı. İnsanlar, Hz. Peygamber ve sahabe devrinden uzaklaştıkça, zorluklar daha da çoğalmıştır. Bu müşkilleri halletmek için, tabiîler devrinde, tefsirle meşgul olacak kişilere daha fazla ihtiyaç duyulmuştur. Müşkiller çoğaldıkça, tefsirler de müşkillerin artması nisbetinde genişlemişti.
Dört halife devrinden itibaren islâm, süratli bir şekilde yayılmaya başlamış, medeniyet ve kültür merkezi olan şehirlerle ülkeleri kendi bünyesine katmıştı. Müslümanlar bir yerde kalmamış, çeşitli sebeblerle şehirden şehire, bölgeden bölgeye dolaşmışlardır. Onlardan bazıları vali, bazıları kadı, bazıları muallim ve bazıları da çeşitli vazifelerde bulunmuşlardır.
Çeşitli şehirlere ve beldelere giden sahabe, Hz. Peygamber'den hıfzettiklerini de yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerlerde öğretmenlik yapmışlar ve etraflarına pek çok meraklı kişi toplanmıştır. Tabiiler dediğimiz bu yeni talebe grubu onlardan ilim almış ve kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir. Bu andan itibaren çeşitli şehirlerde ilim medreselerinin teşekkül ettiğini görüyoruz ki bunların öğretmenleri sahabe, talebeleri ise tabiiler olacaktı.
Bu medreselerden Mekke, Medine ve Irak'ta bulunanlar tefsir ilminde şöhret kazandılar.
Mekke Medresesi: Bu medresenin kurucusu ve başkanı, tefsir ümindeki kabiliyet ve bilgisi müsellem olan Abdullah b. Abbas'tır. Talebeleri tabiilerdir. Onlara Allah'ın kitabını tefsir eder, mânâ yönünden müşkil olan kısımları açık¬lardı. Ondan işittiklerini talebeleri, daha sonrakilere nakletmişlerdir. Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Mücâhid (ö. 103/721), İkrime (ö. 105/ 723), Ata b. Ebî Rabah (ö. 114/732) ve Tâvûs b. Keysan (ö. 106/724) gibi daha pek çok kişi onun tefsirdeki talebeleri arasında yer almaktadır. İbn Teymiye; "Tefsirde, insanların en âlim olanları Mekke ehli idi. Zira onlar, İbn Abbas'ın talebeleri olan, Atâ b. Ebî Rabah, İkrime, Mücâhid, Tâvûs, Ebî'ş-Şa'sa, Sa'id b. Cübeyr ve benzeri şahsiyetlerdi"[421], demektedir.
Medine Medresesi: Bu devirde sahabe her ne kadar çeşitli şehirlere ve bölgelere dağılmış ise de, pek çok sahabe Medine'de kalmış, oradaki gençlere Allah'ın kitabını ve Resulünün sünnetini öğretmişlerdir. Medine'de de bir tefsir medresesi teşekkül etmiş, pek çok tabiî orada talebelik yapmıştır. Bu med¬resenin başında Ubeyy b. Ka'b'ın bulunduğunu söyleyebiliriz. En meşhur ta¬lebeleri, Ebû'l-Âliye er-Riyâhi (ö. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurezî (ö.118/736), ve Zeyd b. Eşlem (ö. 136/753) dir. Onların bir kısmı doğrudan doğruya, bir kısmı da bir vasıta ile Ubeyy b. Ka'b'dan tefsir aldılar.
Irak Medresesi: Bu bölgeye pek çok sahabi gelmiş ve Iraklılar onlardan İslâmî ilimleri ve tefsiri almışsa da, bu medresenin ilk üstadlık payesi Abdullah b. Mes'ud'a verilmiştir. Onun tefsir ve tefsir rivayetleriyle meşgul olan bir kişi oluşu, buna sebep olmuştur. Hz. Ömer devrinde, Ammar b. Yâsir Kûfe'ye vali olarak gönderildiğinde, onunla birlikte Abdulah b. Mes'ud da muallim ve vezir olarak gönderilmişti. Onun Küfe muallimliği Hz. Ömer'in emriyledir. Küfeliler, kendilerine gelen diğer sahabeden daha fazla, İbn Mes'ud'dan dini bilgileri almış ve onun etrafında toplanmışlardı. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Abdullah b. Mes'ud'un, Kûfe'de uzun müddet kalışı, bu medresenin gelişmesine yardımcı olmuştur. Tefsir alanında otorite olan tabiîlerden pek çok kişinin bu medresede yetişmiş olduklarını unutmamak lâzımdır. İbn Mes'ud bu medreseye, şer'i bir delilin bulunmadığı yerde re'y ve kıyasa müracaat ederek hükme varma esasını getirmiştir. Bu husus fıkhî meselelerde olduğu gibi, tefsir hareketlerinde de gö¬rülür. İşte İbn Mes'ud'un bu medreseye verdiği ve onun özelliğini teşkil eden husus re'y ve kıyasa gereken önemi vermeleridir. Şüphesiz Irak, Hicaz'a nispetle problemleri bol olan bir bölge idi. Oraya şer'î hükümlerin ulaşması da kolay olmuyordu. Hükme bağlanması gereken birçok meselenin re'y ve kıyasla halledilmesi gerekiyordu.
Bu medresenin tefsir ilminde şöhret kazanan şahsiyetlerinden bir kaçını zikredelim: Alkame b. Kays (ö. 62/682), Mesrûk b. el-Ecda' (ö. 63/683), el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Mürre el-Hemadânî (ö. 90/ 709), Âmir eş-Şa'bî (ö.103/721) el-Hasen el-Basrî (ö 110/728), Katâde b. Diâme (ö. 117/735), İbrahim Neha'î (ö 95/714) gibi daha pek çok ünlü alim İbn Mes'ud'dan ilim almış¬lardır.
Yukarıda kısaca bahsetiğimiz üç tefsir medresesinin ayrı ayrı bölgelerde ve sahıs|ar tarafından yönetilmesi sebebiyle, aralarında kendilerine hâs Akıllıklar olacağı düşünüleceği gibi, bunların müşterek taraflarının bulunduğu da unutulmamalıdır. Mesalâ, İsrâiliyatın tefsir ilmine girişi, aşağı yukarı bütün tefsir medreselerinde müşterektir. Bu medreselerde tefsir, telakki ve rivayet karakterlerini aynen muhafaza etmiştir. Bütün bu benzerliğe rağmen, bir medre¬senin diğeriyle tam olarak ayniliğini düşünmek mümkün değildir. Her ne kadar medreseler arasında genel benzerlikler varsa da, bazı hususî ayrılıkların olaca¬ğı tabiîdir. Mesela, Mekke ve Medine medreselerinde re'y ve kıyasa fazla yer verilmezken, Irak medresesinde bu görüşlere ziyadesiyle önem verildiği görülür. Zikrettiğimiz medreselerin kurucuları ve hocaları olan, İbn Abbas, İbn Mes'ud ve Ubeyy b. Ka'b'ın yetiştirmiş oldukları talebeler, tefsir sahasında ün kazanmışlardır.
Sahabe Tefsiri İle Tabiîlerin Tefsirinin Mukayesesi
Sahabe devrindeki tefsir ile tâbiîler devrindeki tefsir hareketlerinde her ne kadar benzerlik düşünülebilirse de, tabiîlerin durumu ile sahabenin durumunun aynı olmaması sebebiyle aralarında bazı farklılıklar olması tabiîdir. Bunları bir madde halinde sıralayabiliriz:a- Sahabe devrinde' Kur'ân'ın bütününün tefsiri yapılmadı. Onlar ancak, zor olan âyetlerin tefsirini yaptılar; iniş sebeplerine vâkıf oldukları âyetlerin iniş sebeplerini anlatmak suretiyle, hükümle sebepler arasında mü¬nasebet tesis ederek âyetleri açıklığa kavuşturdular. Tabiîler devrinde ise, tefsir hareketi, Kur'ân'ın bütün âyetlerine teşmil edilir duruma gelmeye başlamıştır.b- Sahabe devrinde Kur'ân'ın manâlarını anlayışta ihtilaflar çok değildi. Tabiîler devrinde ise, ihtilaflar çoğalmıştır.c- Sahabe, âyetler için icmâlî bilgilerle yetinirken, daha sonra her âyet ve her kelime için tefsirler yapılmaya başlanmıştır.d- Âyetler etrafında mezhep ihtilafları hemen hemen hiç yoktu. Halbuki daha sonraki devirde, âyetler etrafındaki mezhebi ithilaflar, çoğalmıştır. Meselâ, Hasen et-Basrî ve Katâde'nin tefsirlerinde görülen kader meselesi etrafındaki münakaşalar bunun açık örneğidir.e- Sahabe devrinde tefsir tedvin edilmemiştir. Bu devreden sonra tefsirin tedvini başlamıştır,f- İlk devirde tefsir, hadis ilmi içerisinde mütaala edilmiştir.
Daha sonra ise, tefsir her ne kadar hadis rivayeti şeklinde yapılmışsa da, müstakil kitaplar da telif edilmiştir.g- İlk devirde kitap ehline müracaat azdır. Bundan sonraki devrede kitap ehline müracaat çoğalacaktır. İsrâilîyattan pek çok şey tefsire girmiştir. Bu da ki¬tap ehlinden İslâm'a girenlerin çokluğundan ve tabiîlerin onlardan kolaylıkla dinleyebilmeğinden ve onlardan almış olmalarındandır.
FIKHÎ TEFSİRLER
Fıkhî tefsir, Kur'ân-ı Kerîm'in amel yani ibâdât ve muamelât yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili bulunan âyetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir koludur. Bu nevi tefsirin gayesi, İslâm'ın ilk temel kaynağı olan Kur'ân'ın ihtiva ettiği amelî hükümleri, kaide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları açıklamak ve onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve âhiret saadetini temin etmektir. Biliyoruz ki Kur'ân-ı Kerîm'in genel olarak üç yönü vardır: İtikad, ibadet ve ahlak. İtikad ve ahlâk yönü incelenirken, felsefî, kelâmî ve tasavvûfî tefsirler de gelişmiştir. İnancın ve iyi huyların amellerle takviye edilmesi gerekir. Çünkü inanç ve ahlâk, amelle kuvvetlendirilmedikçe, zayıflar, sonunda yok bile olabilir. Böyle bir duruma düşmemek için, Allah'ın emrettiği hareketlerde bulunmak, ona karşı kulluk vazifelerimizi yapmak, insanlarla olan her türlü münasebetlerimizi düzenlemek icâb eder. Fıkhî tefsirin konusu Kur'ân'ın ahkâm, yani amellerle ilgili yönü olduğuna göre, Kur'ân-ı Kerîm'de herkesin anlayabileceği şekilde bulunan muhkem fıkhî âyeteri, sıralayıp tespit etmek, müfesirin kendi ilmî kudret ve kabiliyetine bağlıdır. Bu sebepledir ki bu gibi eserlerde ele alınan âyetlerin sayısının birbirini tutmaması, bu işin müfessirierin kabiliyetine bağlı bir husus olduğuna delâlet eder. Meselâ, el-Cassâs, meşhur Ahkâmu'l-Kur'ân'ında 1000 den fazla âyeti incelerken, İbn Arabî 800 küsur âyeti, M. Sıddık Hasan Hân da 250 ye yakın âyeti eserlerinde incelemişlerdir. Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır. Kur'ân'daki ahkâm âyetleri hakkında tâm bir birlik yoktur. Bu rakam 500-1000 arasında değişmektedir. Daha doğrusu bunları bir sayı İle sınırlandırmanın mümkün olamayacağını söyleyebiliriz. Zira bu âyetlerin sayısı kişinin ilminin genişliğine ve görüşünün derinliğine bağlı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. İfrat ve tefrîtlerden kaçınılırsa bu sayının, İslâm'ın ilk devirlerinde de denildiği gibi, 500 civarında olduğunu söyleyebiliriz.
RİVAYET VE DİRAYET YÖNÜNDEN TEFSİRLER
1- Rivayet Tefsiri
Bu tefsir çeşidine "me'sûr" veya "menkûl" tefsir adı da verilir. Bu nevi tefsir, Kur'ân'ın Kur'ân ile Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'in sünnetiyle tefsirini veya sahabenin âyetler hakında Allah'ın muradını beyân etmeye matuf nakillerini ihtiva eder. Bu konuda tabiilerden gelen sözleri ulemânın bazısı, rivayet tefsiri içerisine sokmuş, bazısı ise bundan imtina etmişlerdir.
2- Dirayet Tefsiri
Bu tefsir nevine "Re'y" veya "Aklî" tefsir de denilir. Dirayet tefsiri, sadece rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din, mezhep ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Burada bahsettiğimiz "Re'y" den maksat ictihad'tır. Bu tefsir nev'i bir zarurete, bir maslahata mebni olarak zuhur etmiştir. İslâm'ın ilk devirlerinde Müslüman Araplar, Arap, yarımadasında iken dillerinin selikasına hâkimdiler. Zamanla fetihler neticesinde hudutlar genişleyip, yabancı milletler ve onların kültürleriyle karışınca Arapların lisan melekeleri za'fa uğradı. Arap dilini korumak için kaidelere ihtiyaç duyuldu. Hele Arap olmayan Müslümanların bu dili öğrenmesi Arapça'nın gramerinin bilinmesine bağlı idi. Kur'ân da Arap dili ile inmiş bulunduğundan, onun anlaşılması da bazı ilimlere ihtiyaç göstermekte idi. Zamanla İslam ülkesi geliştikçe muhtelif ilimler ilerledi, felsefî fikirler geliştikçe ve çeşitli mezhepler ortaya çıktıkça, tefsirlerde de, bu hususlara dâir bilgiler verilmeye başlandı.
GÜNÜMÜZDEKİ TEFSİR HAREKETLERİ
Müslümanlar her devirde Kur'ân-ı Kerim'e, dünya ve ahiret saadetlerini sağlayan bir esas, bir anayasa gözü ile bakmışlar, nüzulünün başlangıcından itibaren, muhtevasını iyi anlamak için çeşitli yönlerden onu araştırmışlar ve onu tefsir etmişlerdir. Başlangıçtan zamanımıza kadar, lügat, belagat, edeb, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli yönlerdeki tefsirlerde çeşitli usûl meseleleri ortaya konmuştur. Müfessirler genellikle, kendilerinden evvel gelen alimlerin sözlerini, gerek tercih edilecek bir görüş veya zor bir yerin izahı ve gerekse tenkit yönünden ele alarak eserlerine kaydetmişlerdir. İslâm'ın ilk beş altı asrından sonra zamanla içtimai hayatta mukallidükten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun meydana gelişinin tefsir ilminde de bir donukluk meydana getirmesi tabii idi. Bir kaç asırdan beri Avrupa'da meydana gelen fikri ve ilmi hareketler, İslâm aleminde de bir uyanma hareketi meydana getirmiştir. Pusulanın keşfi, matbaa ve kağıdın inkişafı, Dekartın fikirleri, Galile ve Newton gibi alimlerin keşifleri İslâm aleminin gözünü açmış, olumlu uyanış hareketlerine vesile olmuş, Avrupa'nın ilhadi ve dehri felsefe ve fikir cereyanları, İslâm aleminin birçok bölgelerinde, bilhassa Hindistan ve İran'da batini hareketlerini yeniden zuhuruna sebeb olmuştur. Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut devirlerindeki ıslah, Gülhane hattı, Islahatı Hayriyye, Necitte Vahhabi, Mağribte Sultan Süleyman el-Alevi'nin hareketleri gibi olaylar meydana gelmeye başlamıştır. Bu durum karşısında birçok İslâm ülkesinde bilhassa Mısır ve Hindistan'da ilim adamları harekete geçmiş, yeni görüş ve anlayışla ilmin de ışığı altında, diğer ilimlerde olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim tefsirinde yeni ufuklar açmışlardır. Hiç şüphesiz Miladi XIX. asır, Müslümanlar arasında dini hare¬ketlerin canlandığı bir asır oldu. İlim adamları tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe son vermeye çalıştılar, islâm dininin, ilme karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni metod ve usûllere tevessül ettiler.
Asrımızdaki tefsir hareketleri, genel olarak dirayet veya aklî tefsir ekolü içerisinde mütalaa edilebilir. Fakat aralarında gösterdikleri farklılıklar sebebiyle onları dört grupta toplayabiliriz.
1- İlhâdi Tefsirler
2- Mezhebî Tefsirler.
3- İlmî Tefsirler.
4- İçtîmâi-Edebi Tefsirler.
HADİS TARİHİ
Hadis ilmi, üçüncü Hicrî asrın sonunda bütün konuları ile teşekkül et¬miştir. Her ne kadar, bu konuları içine alan kitapların telifi bir müddet daha gecikmiş olsa bile, usûl ve kaidelerin, tabir ve tariflerin birinci asrın sonundan itibaren hadîs imamları arasında kullanılması, ikinci asırda ise, hiç bir kayda tâbi olunmaksızın münakaşa edilmesi, bu ilmin bir hayli erken bir devirde teşekkül ettiğini gösterir.
Gerek lügat ve gerekse ıstılah yönünden hadîs kelimesinin arzettiği ma¬nâlar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur. Lügat yönünden kadim (eski) in zıddı cedid (yeni) manâsına gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Istılah yönünden hadîs, umumiyet itibariyle Hazreti Peygamberin »öz¬lerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması arasında yine aynı manâda kul¬lanılan kelimenin medlulünü tarif bahis konusu olduğu zaman, bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre,usûl ulemasının tarifinde hadis» Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.
Hadisin değeri
Hadîsin sünnete müradif bir manâya sahip olarak sahabe devrinde ve müteakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul edilirse, İslâm Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve Dinin tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış olacaktır. Çünkü İslâm teşriinde sün¬netin, Kitap (Kur'ân) dan Bonra ilk kaynağı teşkil ettiği, bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır. Bu bakımdan, onun fıkıh uleması yönünden değeri, bîr bakıma, hadisin aynı sahada sahip olduğu değer manasındadır. Bu değer, Hazreti Peygamberin rîsalet göreviyle birlikte or¬taya çıkmış ve yine bu görevin değeri nisbetinde yükseklik kasanmıs.tır. Hadişin kazandığı bu yüksek değeri tesbit edebilmek için, Hazreti Peygamberin risalet görevini ve bu görevin ehemmiyet derecesini daima gözönünde bulun-durmak lâzımdır.
1. Hadis kitabetinin yasaklanması
ilk devirde, Hazreti Peygamberden iştilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, bu devirde sahabenin yazı bilgisi, buna imkân vermiyecek derecede kıttı. Maamafih ilk devirdeki yazı durumu, hadis tedvinini engelleyen bir âmil sayılmasa bile, nübüvvetin başlangıcın¬dan itibaren, Hazreti Peygamberin, dinin şerh ve izahı mahiyetinde olan bü¬tün konuşmalarını kâğıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemik¬ler ve lâvha halindeki taşlar üzerine yazmanın, sonra da bunları muhafaza et¬menin güçlüğü, hadis tedvinini engelleyebilecek ilk âmillerden sayılmak icabeder.
2. Yasak kararının sebepleri
a. Yazı
Kaynaklarda hadîs kitabetiyle ilgili bu yasağın sebepleri hakkında çe¬şitli görüşler ileri sürülmüş, bu konuda gelen haberlerle kitabete izin veril¬diğini gösteren haberler ele alınarak, araları çeşitli yönlerden telif edilmeye çalışılmıştır. Meselâ Ibn Kuteybe'ye göre hadîs yazma yasağı, iyi yazı bil¬meyenlere mahsustur; çünkü bu devirde Arap yazısı henüz tam manisiyle gelişmiş değildir. Diğer taraftan, az yazı bilenlerin de hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz. Hazreti Peygamber bu gibi kimselere hadîs yazmayı yasaklamıştır.
b. Kurânla karışma tehlikesi
Hadîs kitabetinin yasaklanmasında en mühim sebeb, hadîs sahîfeleriyle Kur'ân sahîfelerinin karışması tehlikesidir.
HADÎSİN İLK KAYNAĞI: SAHABE
1. Sahabî kime denir?
Hazreti Peygamber devrinde toplanan geniş hadîs külliyatının, daha son¬raki nesillere naklinde ilk mühim rolü oynayan neslin sahabe olduğu elbette bilinen bir husustur. Bununla beraber hadîs tarihini incelerken bu nesle de kısaca temas etmek ve hakkında genelde olsa biraz bilgi vermek faydalı olacaktır. Sahabî, lügat yönünden sohbet kelimesinden müştak olup zaman veya mekân tahdidi olmaksızın, bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka kimseye nisbet edilen isimdir. Zamanın tahdid edilmemesi, sohbetin, bir saatlik bir müddetin küçük bir cüz'ünü olduğu kadar, bir çok seneleri de şâmil olabile¬ceğine delâlet eder ve meselâ bir kimse için "bir saatlik sohbeti var" denildiği gibi, senelerce sohbeti bulunduğu da söylenebilir.Hadîs ıstılahı yönünden sahabî, Hazreti Peygamberi gören her müslüma-na denir; ancak bu tarifte bazı görüş ayrılıkları vardır: El-Buhârî'ye göre, Hazreti Peygamberle sohbeti bulunan, yahut onu gören her müslüman onan ashabındandır.
Bazı ilim merkezleri
Medine
Alim sahabîlerin gayretleriyle teşekkül eden ilim merkezlerinin başında, Dâru'l-Hıcre adiyle de şöhret kazanan Medine'yi zikretmek gerekir; çünkü burası, Hazreti Peygamberin ve ashabının Mekke'den hicretle İslâm İmpara¬torluğunun temelini attıkları ilk şehirdir. İslâm teşriinin büyük bir kısmı burada oluşmuş, Hazreti Peygamber hadîslerinin çoğunu burada söylemiştir. Şehrin her köşe ve bucağında ondan bir hatıraya rastlamamak mümkin de¬ğildir. Bu itibarla sahabenin kibarı, onun vefatından sonra da buradan ayrıl¬mayı hoş karşılamamış, onun kabrine yakın olmayı, onunla birlikte yaşamak kadar değerli saymıştır.Hadîs ve fıkıh sahasında şöhret kazanmış pek çok sahabî Medine'de ya¬şadığı için, burası, Hazreti Peygamberi görmeyen, fakat onun hadîslerini yakın arkadaşlarından işitip hıfzetmek isteyen hadîsçilerin devamlı ziyaret-gâhı olmuş, tıpkı bir ticaret merkezi gibi, hadîs almağa gelenlerle dolup bo¬şalmıştır.Medine'de yaşayan ve hadîs sahasında otorite olan bu sahabîlerin ba¬şında Ebü Bekr es-Şıddık, Ömer bin Hattâb, halîfe olarak Küfe'ye inti¬kalinden önce Ali İbn Ebî fâlib, Ebû Hurayra, Ummu'l-mu'minin Aişe, 'Abdullah İbn Ömer, Ebü Sa'îd el-Hudrî ve Zeyd bin Sabit'i zikretmek ge¬rekir.
Mekke
İlk vahiyle Islâmî davetin başlangıç şerefine nail olmasına rağmen, halkı, Hazreti Peygambere ve etrafındaki bir avuç müslümana reva gördükleri teh¬dit ve işkencelerle onların hicret etmelerine sebep olan bu şehir, ancak sekiz sene sonra, müslüman fethiyle tarihteki gerçek yerini almıştır.Fetihten sonra Hazreti Peygamber Muâz İbn Cebel'i Mekke'de bırakmış ve Mekke halkına Kur'ân ve Sünnet ahkâmını ve kıraati öğretmesini ona em¬retmişti. Muâz, Hazreti Peygamberin genç ve âlim sahabîlerinden biri idi ve onunla birlikte bütün gazvelere iştirak etmişti.Muâz İbn Cebel ile birlikte Mekke'de daha bîr çok sahabî yerleşmiş bu-lunuyordu.
Küfe
Küfe,İslâm fütuhatı sırasında ordu karargâhı olarak tesis edilmiş bir şehirdi. Bununla beraber bu şehrin bulunduğu ülke, yani Irâk, geçmiş asırların medeniyet izlerini taşıyan bir yer olup, Babillilerin, Asurlarm, Keldanilerin, Rumların hepsi burada birbirinden farklı devletler kurmuşlardı. Müslümanlar Ömer îbnu'l-Hattâb devrinde buraları istilâ edip Basra ve Küfe şehirlerini kurunca, kısa bir zamanda ilim dünyasının iki büyük merkezi haline gel¬miştir.
Küfe, bidayette bir ordu karargâhı olarak kurulduğu için, ordu içinde bulunan bir çok sahabî buraya gelmiş bulunuyordu. Fakat AIi bin Ebi Tâlib'in Medine'yi terkederek hilâfet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra şehir geçici bir karargâh merkezi olmaktan çıkmış, her gün süratle genişleyen bü¬yük bir devletin makam olmuştur. Bu sebepten pek çok sahabe buraya yer¬leşmiş ve ömürlerinin sonuna kadar burada yaşamışlardır.
Küfe'ye yerleşmiş, olan sahabîlerin ilim yönünden en meşhurları, şüphe¬siz Ali Ibn Ebi Tâlib ve 'Abdullah İbn Mes'ûd idi. Ancak ALİ İbn Ebi Tâlib'in Küfe hayatı, ilminden çok siyasete dönüktü ve vaktinin çoğunu harplerle geçiriyordu.Daha halifeliğinin başlangıcında, Ummu'l-mu'minin (Aişe ile Basra çöllerinde dövüşmek zorunda kalmış, bunu Muâviye ile olan çatışması takip etmişti. Fakat bu çatışmanın ortaya çıkardığı haricîler kadar biç bir şey her halde onu meşgul etmemiştir. Bütün bu meşgaleler, onun ilim için zaman ayırmasına daima engel olmuştur.Abdullah İbn Mesud'a gelince, Küfe medresesi, varlığını ve şöhretini ona borçludur, denilebilir. İbn Mesud önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etmiştir. Uzun müddet Hazreti Peygamberin hizmetinde bulunmuş, bu arada Kur'ânı hıfzetmiş, manâsını en iyi bir şekilde öğrenmiştir. Hazreti Peygamberin hizmetinde bulunması ise ona, onun sözlerini, fiil ve hareketlerini yakından öğrenme imkânını ver¬miştir. Geniş bilgisi dolayısıyle sahabenin ilk devre âlimlerinden biri sayılan İbn Mesud, Halife Omer İbnu'l-Hattâb tarafından öğretim için Küfe'ye gönderilmiştir.
Hadis tedvininin başlangıcı
Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdık¬larını ve bir takım sahîfeler vücuda getirdiklerini bitiyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında başladığı anlaşıl¬maktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakkamla tesbit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahi¬yettedir. Bu haberlerin bir kısmı, hadîs rivayetinden bah¬sederken ismi üzerinde durduğumuz İbn Şihâb ez-Zühri ile ilgilidir. Ez-Zühri (50-124) bu haberlerde "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
Hadîslerin Tasnifi
Tedvin devrinin başlan¬gıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da farkedilmiş; gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanıl¬malarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine konularına göre tertib ve tasnif olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana geti¬rilen kitaplarda her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer alıyor ve meselâ sa-lâtla ilgili olanını salât, yahut zekâtla ilgili olanını da zekât bölümünde arayıp bulmak kolaylaştırılmış oluyordu. "Musannaf" denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren bir başka tasnif şekli daha vardı ve bu kitaplara da "musned" adı verilmişti. Ancak müsned eserlerin çıkışı, muşannaf denilen diğer eserlerden çok kısa bir zaman sonraya rastlar.
İlk hadîs eserleri
Hadîs ıstılahlarına dair ilk eseri telif etmekle şöhret kazanan Rame Hürmüzidir. Hicri ikinci asırda telif ve tasnif edilen hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkindir:
a) Siyer ve mağazî kitapları;b) Sünen kitapları;c) Câmi'ler;d) Musannefler;
e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
FIKIH TARİHİ
II- FIKIH:
A- MÂNASI:
lûgat mânası anlamak, kavramak, idrak etmektir. Aynı mânayı ifade eden kelimelerden fıkh'ın farkı, buradaki anlayışın sathî değil, derinliğine olması ve söyleyenin maksadını da içine almasıdır.
B- MEFHÛM VE ŞÛMÛLÜ:
Fıkıh kelimesi islâmın ilk devirlerinden zamanımıza kadar birkaç defa mefhum değiştirmiş, buna bağlı olarak da fıkıh için çeşitli tarifler verilmiştir. Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde fıkıh, tedvin edilmiş ayrı bir ilmin adı değildir. İtikad, amel ve ahlâk konularında, kitap ve sünnetten anlaşılan, elde edilen bilgiler fıkıhtır. "İlm" kelimesi de bu devrede aynı mânaya gelmektedir. Ebû Hanîfe fıkıh'ı: "Kişinin, leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir." diye tarif ederken kelimenin şümûlü aynıdır. Ancak itikad, ahlâk... ilimlerinin mevzûları zenginleşip husûsîleşince fıkıh kelimesi itikad ve ahlâk bilgileri dışında kalan amel ve muamele ile alâlalı bilgilere, kaidelere tahsis edilmiş ve tarife "...amel cihetinden..." ifadesi eklenmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM Hz. Peygamber Devri (Fıkhın Doğuşu)Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke devri ve Medine devri.
A- MEKKE DEVRİ:
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birinden az eksiği nâzil olmuştur. Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.
B- MEDİNE DEVRİ:
Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Yesrib'e göç edildi. Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi. Bunların ortaya çıkışı, devre uygun özellikler arzediyordu.
Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:
a) Tedric:
b) Kolaylık:
c) Nesih:
İKİNCİ BÖLÜM SAHÂBE DEVRİ (Fıkhın Gelişme Çağı)
Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna (41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar uzanır. Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder.
A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:
Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına terketmesiyle sona erer. Bu devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve irtidâd hareketlerini bastırarak fetihlere başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam ettirmiş, İslâm ülkesinin sınırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye ve Ermenistan, batıda Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Osman bu sınırları daha da genişletmiştir.
Hüküm Kaynakları:
Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu.
Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında- istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu. Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ABBÂSÎLER DEVRİ (Fıkhın Olgunluk Çağı)
DEVRE UMÛMÎ BAKIŞ:
Bağdad merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir.
Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesi:
Bu devirde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı âmilleri vardır:
a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin, davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri. Böylece boşama, yeminler, adaklar, azad gibi konularda vukuu çok nâdir hadiseler üzerinde dahi durulmuş, ictihad edilmiştir. Bu yolu ilk açan Irak fukahâsıdır. Şâfiî ve mâlikîler de onlara uymuşlardır.
d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red, bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir
Dördüncü Bölüm SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH
FIKIH TARİHİ BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:
Merkezî otoritenin sarsılması ve çeşitli İslâm devletlerinin kurulması, aralarında barışıp savaşmaları, hak-batıl birçok fikir cereyanının İslâm dünyasında dal budak salmasına rağmen bu devrede fikrî hayat inkişaf etmiş, ilimler ilerlemiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sâhasında durum böyle değildir; inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma vardır. Artık büyük müctehidler devrinin hür ve mutlak ictihadı, doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnet kaynağından hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini "takdîdçilik rûhu" almağa başlamıştır.
Beşinci Bölüm MOĞOL İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR (Fıkhın Gerileme Çağı)BU DEVİRDE İCTİHAD ve FIKIH:
Hukukî hayatın ve dolayısıyle hukuk ilminin inkişâfında hâkimiyetin ve siyasî istiklâlin rolü büyüktür. Abbâsî ve Selçuklu hâkimiyetini yıkan Mogollar, İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a (1271-1304) kadar devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, şahsî-dinî işlerinde halkı serbest bırakmışlardır. Müslüman halk ise çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, devrin fıkıh bilginleriyle beraber bunlara taassupla sarılmışlardır. Bundan önceki devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh bilginlerinden sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök salmıştır. Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb sâliklerinin birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır. Mısır Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine sert reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.
Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Son cümleyi biraz daha genişletmek, devrin hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır:
1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık:
Önceki devirlerde Horasan'dan Mısır'a, Bağdad'dan Nisâbur'a ve daha uzak yerlere kadar yorulmadan, usanmadan seyahat eden bilginler ve talebeler ilim alış-verişinde bulunuyor, hem kendilerini yetiştiriyor hem de ilmin inkişâfını sağlıyorlardı. Halbuki içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru bu irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç hissedilmemiştir.
2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik:
Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.
3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması:
Daha önceki devrelerde de geniş eserlerin kısaltıldığı, özetlendiği (ihtisâr) görülmüştür. Fakat bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.
4- Hîle ve Te'vîl:
Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır. Ribâ ve tâlâk konusundaki hileleri burada örnek olarak hatırlatabiliriz.
Altıncı Bölüm MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR (Uyanış Çağı)
İncelediğimiz devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür:
1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. Önemine binâen bu konu ayrı bir başlık altında ele alınacaktır.
2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah Veliyyullah, Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile mezheb imamları ve talebelerinin kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı örnekleridir.
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir.
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.(6)
6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir.
TEFSİR TARİHİ
A-
HZ PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR
Şüphesiz Kur’an-ı Kerim, ümmi olan Hz
Peygambere Arap dili ve üslubu ile nazil olmuştur. Kuran’ın ilk muhatapları onu
kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları Hz
Peygambere sormuşlardı. Hz Peygamberi Kuran tefsirine sevk eden en mühim amil,
şüphesiz islamiyetin kendi emridir. Kur’an, kendisi üzerinde düşünmeyi istemiş,
kapalı olan bir ayet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini
tebliğ ve tebyinle mükellef kılmıştır. Bundan dolayı Hz Peygamber devrinde
tefsirin iki mühim kaynağı, Kuranı Kerim ile Hz Muhammed’in kendisi olmuştur.
1)
Kuranı Kerim: Kuranı Kerim ‘in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur’an
olduğunu biliyoruz. Kuranı Kerim, Arap dili ve edebiyatının en ince sanatlarını
ihtiva eden ve bu dilin ve edebiyatının gelişmesinde en mühim amil olan ilahi
bir kitaptır. Kur’an-ı Kerim’de bazen herhangi bir mesele bir yerde mücmel veya
müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak
anlatılır. Bunun için Kur’an’dan bir mesele inceleneceği zaman o mesele ile
alakalı bütün ayetler üzerinde durmak gerekir.
2)
Hz Peygamber: Kur’an-ı Kerim’in gaye ve maksadını, Kur’an’ın Kur’an
ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zat, kendisine kitap gelen Hz
Muhammeddir. O, Kur’an tefsirinin aslı
ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur’an’ı insanlar arasında en iyi bilendir.
Kur’an onu teybin ve tebliğ ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve Tebyinle vazifelendirilmiş
olan Hz Peygamber, ilk günden itibaren muhataplarının anlayamadıkları yerleri
luzumu kadar izah ediyordu.
Kur’an’ın en mühim tefsir kaynağı Hz
Peygamberin sünnetidir.Sünnet, Kuranın umum ve hususunu, mutlak ve mukayyedini,
nasih ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Sünnet Kuranı Kerimi iki
şekilde beyan eder.
Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela
namaz vakitleri, zekat miktarı, hacc menasikinin beyanı gibi hususlar bu
kapsama girer.
İkincisi ise, Kitapta bulunmayan bir husus
üzerine ziyadeliktir. Zira Kuran Hz Peygambere itaatin, ancak Allah’a itaat
olduğunu ve onun heva ve hevesine göre konuşmayacağını buyurmaktadır.
Hz. Peygamberin gerekli bulduğu tefsir
ameliyesi, ya muhatapları tarafından bir suale maruz kalması veya kendisi
tebyinle vazifeli olduğundan, icab eden yerde muhataba ayette geçen şeyin ne
olduğunu sorması, sonrada yine kendisinin cevap vermesi veyahut hiç hiç sual
sormadan izahta bulunması, icab eden yeri açıklamasıyla oluyordu. Hz Peygambere
sual soran şahıslar, Müslüman veya gayri Müslim olabilirlerdi, fakat bizim için
burada mühim olan nokta, onun vermiş olduğu cevapların mahiyetidir.
B- SAHABE DEVRİNDE TEFSİR
Bu
devirdeki tefsir kaynakları şunlardır:
1.
Kuranı Kerim,
2.
Hz Peygamber,
3.
İctihad ve Rey,
4.
Diğer ilahi kitaplar ve Ehli Kitab’a muracaat.
Hz Peygamber devrinde tefsirin kaynaklarından
bahsederken Kuranın tefsiri için ilk kaynağın Kuranıkerim, ikinci kaynağın ise
Hz peygamber olduğuna değinmiştik. Sahabe, bir mesele ile karşılaşıp müşkil
durumda kaldıkları zama, o meselenin hallini Kurana başvurarak veya bu konuda
Hz Peygamberden bir haberin bulunup bulunmadığını araştırarak yaparlardı. Eğer
her iki kaynakta da bir şey bulamazlarsa ictihad ve re’ylerine müracaat
ederlerdi. İctihad yoklu ile yapılan Kuran tefsirinde sahabe birbirinden çok
farklı idi. Bazıları kuvvetli bir anlayış ve ileri bir görüşe sahip iken,
bazıları o seviyeye ulaşamamışlardı.
Diğer ilahi kitaplar ve Ehli Kitaba müracaat
ise sahabe devrinde fazla bir önem taşımasa da, sahabe devrinin sonu ve
tabiiler döneminde tefsir hareketinde bilhassa olumsuz yönü ile etkili
olacaktır. Sahabenin bazısı, Kuranın mufassal olarak bahsetmediği kıssaların
mahiyet ve teferruatını, İslam’a girmiş bulunan Ehli Kitaba sormayı adet
edinmişlerdi. Bunlardan alınan bilgiler genellikle, İslam inancı ile
karşılaştırılmak suretiyle ince bir süzgeçten geçirilir, Kuran ve sünnete uygun
olanlar kabul edilirdi.
Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en
mühim rolü sahabe almıştı. Hz Peygamberin muhatbı olan bu muhterem zevatı
tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Bunlardan birincisi, sarsılmaz mutlak
imanları; ikincisi ise, hadise ve sebepleri müşahede edip, hadiselerle hükümler
arasında munasebet kurmaları idi. Kısacası, nüzul sebeblerine vakıf olmaları
idi. Sağlam imanlarından dolayı, akli delillere ve akli düşünceye ihtiyaçları
yoktu. Onlar, Kur’anı anlamakta
insanların en muktediri sayılır. Çünkü Kuran Arap dili ile ve onların belağat
uslublarıyla nazil olmuştu.
Sahabenin tefsirini birkaç maddede özetleyecek
olursak şunları söyleyebiliriz:
- Sahabe asrında yapılan tefsir tedvin
edilmemiştir.
- Sahabe, Kuranı tamamen sıra ile tefsir
etmemiştir.
- Aralarındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil,
nev’i ihtilafıdır.
- İcmali mana ile iktifa edilmiştir.
- Ahkâm ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.
C-TABİİLERİN TEFSİRDEKİ YERİ VE METODLARI
Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, bünyesine yeni ülkelerle beraber, ayrı kültür ve dine mensup cemiyetleri de katmaya başlamıştır. Tabiiler tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihadlarına müracaat etmişlerdi. Artık tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fertler ona yeni bir şeyler katmışlardır. Tabiiler devrinde ayetleri kendi reyleri ile tefsir etme hareketi daha açık olarak görülmektedir. Onlar re’y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, harika ve hurafeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.
İslama ilk defa sahabe devrinde girmeye
başlayan İsrailiyat, tabiiler ve daha sonraki nesiller döneminde, Ehli kitaptan
çok sayıda kişinin Müslüman olmasıyla geniş boyutlara ulaşmıştır. Sahabe
devrinden itibaren, İsrailiyat denilen menkulat , ekseriya Kuranı Kerimde kısa
ve kapalı olrak zikredilen kıssalar etrafında meydana gelen boşlukları doldurmk
için, diğer mukaddes kitap mensuplarına müracaat edilerek, onların bu hususta
kitaplarında bulunan tamamlayıcı malumatın aktarılışından kaynaklanıyordu. Artık
sahabe devri sona erip de tabiiler devri başladığında, fitneler zuhur etmeye
başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, fetvalar çoğalmış, meseleler artmış,
bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı.
Umumi olarak İarailiyat denilen haberleri üç kısımda mütalaa edecek olursak:
a)
Sıhhati bilinip, Kitaba muvafık olanlar. Bunlar makbul olan
haberlerdir.
b)
Yalan olduğu bilinip, kitaba muhalif olanlar ki bunların rivayeti asla
tecviz edilemez.
c)
Sıhhatini tam olarak bilmediğimiz, bu bakımdan ne kabul ne de
yalanlayabildiğimiz rivayetlerdir. İslami tefsirdeki ihtilaflar bu tür
haberlerde ortaya çıkmaktadır.
İsrailiyatta rolleri olan bazı meşhurlar ise
şunlardır:
-Abdullah b. Selam
-Ka’bu’l Ahbâr
-Vehb b. Münebbih
-Abdulmelik b. Abdilaziz b. Cüreyc
Artık sahabe devri sona erip de tabiiler devri
başladığında, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış,
fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler
aranmaya başlanmıştı.
D-TABİİLER DEVRİNDEN SONRAKİ TEFSİR HAREKETLERİ
Tefsir hareketinin ilk merhalesi olarak Hz Peygamber ve ashabının tefsir anlayışını kabul edersek, tefsirde çeşitli âlimlerin rol oynadığı tabiiler devrini de ikinci merhale olarak görebiliriz. Bu devrenin hemen akabinde başlayan tedvin hareketi ile tefsirde çeşitli yönler belirmeye başlamıştır ki bu devre de tefsirin üçüncü merhalesini teşkil etmektedir.
Duha’l İslam sahibi Ahmet Emin, Ebu Zekeriyya
Yahya b. Ziyad el- Ferra’yı, Kuranı ayet ayet ilk tefsir eden kişi olarak
görmektedir. Ahmet Emin’in ilk tefsir müdevvini olarak el- Ferra ya
meyletmesini çürütmek ise kolay olacaktır. Şöyle ki: El- Ferra’nın
Meani’l-Kuran adlı eseri, Kuranın her ayetini sıra ile ele alan bir tefsir
değildir. O genelde Kur’an’ın müşkil kelimelerini tefsir etmektedir. El-Ferra’dan
yarım asırlık bir önceliğe sahip olan Mukatil b. Süleyman’ın tefsiri, Kur’an
için daha kâmil bir tefsir sayılır.
Bu konuyu şu şekilde özetleyecek olursak;
- Tefsir, Hz Peygamberin bazı ayetleri
açıklaması ile başlamış ve bu bakımdan Hz Peygamber Kur’an’ın ilk müfessiri
olma şerefini kazanmıştır.
-Hz Peygamberden sonra, insanların tefsire
olan ihtiyaçlarından ve nüzul sebeplerine dalmalarından dolayı tefsir
çalışmaları genişlemiştir.
-Tefsirin doğuşu sırf tefsir etmek için değil
de, Kur’an’daki kapalılıkları ve müşkilleri açıklamak ve müphem olanları tefsir
etmek içindi. Hz Peyhamber bütün Kur’an’ı tefsir etmemiş ve ondan kapalı olan
noktaları açıklamıştır. Ashabı da ona Kur’an’ı okuma, anlama ve tefsir etme
hususunda söz verdi. Bu durumda nisbi olarak tefsir tefsir sahası genişledi.
Fakat bu genişlik bütün Kur’an’a şamil olmadı. İmam eş-Şafi’nin ‘’ İbn
Abbas’tan tefsir hakkında ancak yüz kadar hadis sabit olmuştur’’ sözü, bu
hususu teyit eder.
-Bugün bize ulaşan en eski ve tam bir Kur’an
tefsiri, Mukatil b. Süleyman’ınkidir. O, ayet ayet Kur’an’ tefsir etmektedir.
-İlk tefsirlerden çoğu kaybolmuş ve bize kadar
ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberi’nin tefsiri, bu eski tefsirleri muhafaza eden
tefsirler koleksiyonu sayılır.
-Müslümanlar her asırda Kur’an’a gereken itina
ve titizliği göstermiş ve bu konuda sayılamayacak kadar tefsirler telif
etmişlerdir. Yüce Allah da ‘’ Onu biz
indirdik onun koruyucusu da biziz’’ buyurmaktadır.
FIKIH ÖZETİ
HZ.
PEYGAMBER DEVRİ (FIKHIN DOĞUŞU)
Bu
dönem fıkıh için en önemli dönemdir. Çünkü vahye dayanan teşri’ bu dönemde
tamamlanmış ve sonraki devirlere temel teşkil etmiştir. Bu dönem Mekke Devri-
Hz. Peygamberin Vahye muhatap olduğu 610 yılında Hicrete kadar (622) 13 yıl Mekke’de
kalmıştır- ve Medine Devri – Hicretten Hz. Peygamberin vefatına kadar
olan süreçtir-dir.
1)
Fıkıh kaidelerinin
orttaya çıkış şekli
a)
Bir hüküm
gerektiren hadiseler oluyor, yahut da sahabeyi, Hz. Peygambere başvurup sual
sormaya sevk eden problemler doğuyordu. Bu duruma Esbab-ı Nuzül adı
verilmektedir. Yani ayetlerin iniş sebebidir.
b)
Hükmün vaz’ını
gerektiren bir sual veya problem bahis mevzuu olmadan da zamanı geldikçe hüküm
ve kaide vazediliyordu.
2)
Bu
Devir Fıkhının Özellikleri
Hükümler
zamana ve hükümlerin içinde bir tedriciliğe bağlı olarak vaz edilmişti.
Kolaylık
ilkesi gözetilmiş, Allah kullarından zorluk istememiştir.
Diğer
önemli bir özellik ise Nesih’tir. Sadece bu dönem mahsus bir durumdur. Bir hükmün
başka bir hükmün geçerliliğini ortadan kaldırması demektir.
Yine
peygamber’in sünneti fıkıh tarihi açısından önem arzeder. Çünkü fıkhın en temel
kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. Sünnet bir yandan Kur’an-ı açıklarken diğer
taraftan boşlukları doldurmakta yani müstakil olarka kur’an’da bulunmyan
hükümleri ortaya koymaktadır.
3)
İcma
Herhangi
bir asırda yaşayan müctehidlerin tamamının bir fıkıh hükmü üzerinde ittifak etmeleridir.
İcmanın bu dönemi ilgilendiren tarafı Rasulüllahın ümmeti ittifaka teşvik
ederek gerektiğinde icma eğitimi vermesi ve ümmetin ittfakının değerini
açıklamış bulunmasıdır.
4)
Kıyas
Kitap
ve Sünnette yer alan bir hükmün hangi gerekçeye (vasıf, illet) dayandığı
bilinir veya ayrı bir istihad ile ortaya çıkarılır, sonra aynı gerekçeye sahip
bulunan aynı illet ve vasfı taşıyan bir fiil veya nesneye de aynı hüküm
verilirse “kıyas” içtihadı gerçekleşmiş olur. Peygamber içtihada izin verirken,
ashabına ictihad eğitimi yaptırırken kıyas içtihadına da izin vermiş ve ilk
örnekleri bu dönemde ortaya çıkmıştır.
5) İstidlal
Kur’an-ı
Kerim’den ve Sünnet’ten, dil bilgisine ve kaidelerine dayanılarak bilgi ve
hüküm elde edildiği gibi bu hükümlerin gerekçesine dayanmak suretiyle kıysa
yoluyla da hüküm ve bilgi sahibi olmak mümkündür. Bunların dışında kalan bilgi
ve hüküm elde etme yolları istidlal kelimesi ile ifade edilmektedir.
6)
Hz.
Peygamber ve Ashabının İctihadı
Hz.
Peygamber’in söylediği şeylerin büyük çoğunluğu Kur’an’a dayanır. Yani vahiy
kaynaklıdır. Ancak kimi zamanda ictihad yapmıştır. Ve ashabına da ictihad etme konusunda
teşvik etmiştir. Bu konuyla ilgili Muaz’ın kadı olarak gönderilirken Peygamberle
arasında geçen diyalog en güzel örnektir. Muaz “Reyimle ictihad ederim” diyerek
bu konuda öncü olmuştur.
Fıkh'ın
usûl ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okunup okutulması,
sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber,
gerek usûlün ve gerekse fürû'un temelleri, Hz. Peygamber devrinde atılmış,
hattâ esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere inananlara yol gösteren,
bağlayıcı hükümler koyan, şeriat (kanun) vazeden Allah'tır (el-En'âm: 6/57;
Yûsuf: 12/40, 67). Allah'ın hükmü bize, ya Kitâb'ı (Kur'ân-ı Kerîm), ya
Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyâs,
istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal
etmektedir. Fıkh'ın birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış,
Kur'ân-ı Kerîm baştan sona birçok hâfız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca
yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hâfızalarda muhâfaza edilmiş, diğer
kaynaklar ise ya kullanılmış yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır.
Fıkh'ın fürû kısmı ile ilgili bu devre ait hüküm ve örnekler ise sayılamayacak
kadar çoktur.
1-
SAHABE
DEVRİ
Gerek
râşid halîfeler gerekse Emevîler devrinde fıkhî hayata yön veren sahâbedir; bu
sebeple iki iktidar devrini aynı daire içinde ele almak uygun olacaktır. Bu
devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar.
21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye’ye terk etmesiyle
sona erer.
Bu
devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve dinden dönme hareketlerini bastırarak fetihlere
başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam ettirmiş, İslâm ülkesinin sınırları doğuda
Amuderya, kuzeyde Suriye ve Ermenistan, batıda Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz.
Osman bu sınırları daha da genişletmiştir. Üçüncü halîfenin şehid edilmesi
üzerine Hz. Ali'ye bey'at edilmişse de Şam vâlisi Muâviye, azilden kurtulmak
için, şehid halifenin kan dâvasını bahane ederek Hz. Ali'ye bey’at etmemiş, bu
davranış Müslümanları iç savaşlara sürüklemiştir. Mezkûr çalkantılar içinde,
başta siyâsî iken sonraları itikad ve fıkha da tesir eden iki grup (mezheb)
doğmuştur: Şîa ve Havâric.
Herhangi
bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da
sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik
ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor,
fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet
mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci
derecede Şâri' Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği
kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu.
Hz.
Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in
maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında-
istişâreye başvuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar
sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli
telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise
başkalarını bağlamıyordu.
Bu
devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve
İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak
zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki
devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas
ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.
Dönemin
Genel Özellikleri
a)
İslâm ülkesinin
sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti
gelişmeye başladığı için, Rasûlullah zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler
ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna
başvurmuşlardır.
b)
Daha sonraki devre
nisbetle yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe
fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler,
henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler,
bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır.
c)
Bilhassa ilk dört
halîfe zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre
yürütülüyordu. Halifeler, sahâbenin âlimlerini yanlarından uzaklaştırmıyor, yeni
hadiseleri danışma meclisine getiriyor, gerektiği kadar tartışıp inceledikten
sonra hükme bağlıyorlardı. Bu sebeple sahâbe devrinde görüş ayrılığı yok
denecek kadar azdır; hâlbuki daha sonraki devirde fıkıh yönetime uymaya,
yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya başlamış, danışma
terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve derinleşmeye yüz
tutmuştur.
d)
Kitâb ve Sünnet'in
gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin
anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha
uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların
otoritesi, sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim
bulunuyordu.
e)
Bilhassa Hz. Osmân
zamanına kadar şûrâ üyelerinin Medîne'den devamlı ayrılmalarına izin
verilmediği için büyük sahâbe halîfenin yanında bulunuyorlar, danışmaya
katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hâsıl oluyordu. Az
sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat
gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği
bozmuyordu. Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm dünyasına dağıldıkları,
hem de ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve ilim dışında faktörler
karıştığı için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı müctehidlere göre imkânsız
hale geldi.
2- ABBASİLER DEVRİNDE FIKIH
Bağdat
merkezli Abbasîler devri 750-1258 tarihleri arasını kapsar. Bu devirde fıkhın
sahası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Bu gelişmenin bir takım nedenleri
vardır. Bunlar:
Abbasilerin
Emevilerin aksine davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları,
Fukahanın
hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Kur’an, sünnet, sahabe ve tabiun’a ait
görüşler
Rey
fakihlerinin sadece meydana gelmiş hadiselerde yetinmeyip farazi meselelerde de
mesai harcaması ve ictihadda bulunması,
İslam
ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslam’a girmesi.
Bu
dönemde fukâha’nın ihtilaf ettiği meseleler artmıştır. Bu ihtilafta kişisel
farklılıklar ve Hadis ile ilgili ihtilaflardır.
Bu
dönemim önemli gelişmelerinden biri de mezheplerin doğuşudur. Dönemim şartları
mezheplerin müstakil mezheplerin doğuşunu hazırlamıştır.
Abbasiler
dönemi Kur’an- Kerim’in tamamı, kısmen fıkıh ve hadislerin dışındaki bütün ilim
ve kitaplarının telifinin başlangıç devridir. Bu asırda tedvin başlamıştır.
Yine
bu dönemde çok sayıda büyük fıkıh bilgini ve mezhep imamları yetişmiştir.
3- ABBASİLERİN SONU VE SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH
Bu dönem fıkıh için inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma meydana gelmiştir. Artık büyük müctehidler devrinin hür ve mutlak içtihadı, doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet kaynağından hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş ve yerini “taklitçilik ruhu” almaya başlamıştır.
Kerhî
döneme ışık tutan şu ifadelere er-Risale’de yer vermektedir:
“mezhebimizin
hükümlerine uymayan her ayet ya te’vil edilmiştir yahut da mensuhtur, her hadis
de böyledir: ya te’vil edilmiş, zahiri manasıyla alınmamıştır, yahut da hadis
mensuhtur; bşka hadis ile yürürlükten kaldırılmışıtır.” Kerhî’nin demek
istediği şudur: nas ile mezhep çakıştığı zaman biz mezheb hükmünü alır, onu
uygularız.
Dönemin
bir diğer önemli meselesi de mezhep taassubudur. İhtilaflar artmış, mezhepler
arası mücadeleler yaşanmıştır. Yine dönemin bir diğer meselesi de ictihad
etmeye karşı durulmasıdır. Taklid ve taassub içtihat faaliyetlerini
durdurmuştur. Bu dönemden sonra ictihad edene karşı olumsuz bir tavır
alınmıştır.
Dönemin
tedvin çalışmaları mezhep imamlarının ictihadlarını açıklamak, boşlukları
doldurmak için yazılan kitaplar, yapılan çalışmalar vardır.
4- MOĞOL İSTİLASINDAN MECELLEYE KADAR
Bu
dönemde taklid ruhu kök salmıştır. Yeni ictihad ortaya koymak bir tarafa artık
ehl-i sünnet içinde yer alan fıkhi mezhepler arasındaki gerilim iyice
artmıştır.fıkıhçılar arasında itibarsızlık yani eskiden olduğu gibi ilim
yolculuğu vb kalmamıştır, Selef’in kitaplarına karşı ilgisiz bir tavır
takınılmış, mezhep imamlarının ve talebelerinin ve onları takip edenlerin
eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış,
hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.
Müctehid
yetiştirecek eserler kaleme alınamamış, meselelerde hükümlerin zamanın
şartlarına intibakını sağlamak için ictihad yerine hile ve te’vil yoluna
gidilmiştir.
Kanunnameler
ve Fıkıh ve Fetva kitapları kaleme alınmıştır. Her mezhebin belirli fıkıh ve
fetva kitapları kadılar tarafından kullanılmış, bu kitaplarda çoğu zaman
muayyen olarak kadılara tevdi edilmiştir.
5- MECELLEDEN
ZAMANIMIZA KADAR
19.
asırda İslam milletlerini uyarmak, onlara kaybettikleri değerleri hatırlatmak,
hürriyet ve istiklal mücadelelerini teşvik etmek için harekete geçen liderlerin
başında Cemaleddin Efgânî zikredilir. Bu konuda bir çok muasır alim uyanış için
bir çaba ve gayret içerisinde hareket etmiştir.
Dönemin
fıkıh açısından önemi ise kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Bunun en önde
gelen örneği Mecelle’dir. Mecelle’den sonra bütün islam dünyasında
kanunlaştırma hareketi başlamıştır.
İctihad
ruhunu besleyen okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı kitaplar tahkik ve
neşredilmiştir.
Çeşitli
mezheplerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama,
istenilen mevzuu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde
tezahür eden çalışmalar başlamıştır.
Usul
ve fıkhın önemli mevzuları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde
çalışmalar yapılmıştır.
Batı
menşeli hukukçulara karşı İslam Hukukunun arzı, müdafaa ve mukayesesi maksadına
yönelmiş eserler verilmiştir.
İlmi
kongre ve konferanslar düzenlenmeye başlamıştır.
Bazı
batı üniversitelerinde İslam hukuku kürsüleri kurulmuştur.
HADİSİN TARİHÇESİ
Başlangıçtan
günümüze kadar hadis ilminin geçirdiği gelişim süreci ana hatlarıyla şöyledir:
A-
SAHABE
VE HADİS
Sahabe
veya ashab, hz. Peygamberin Müslüman çağdaşlarına verilen isimdir. Terim olarak
ifade ettiği anlam ise: “Müslüman olarak Resul-i Ekrem’i gören ve bu imanla
ölen kimse” dir. bir kişinin sahabe olarak ifade edilebilmesi için bir takım
şartlar vardır. Bu hadis edebiyatı açısından önemli bir tespittir. Çünkü hadis
tarihinde kilit nokta sahabedir. Onların doğru tespit edilmesi hadislerin
güvenilirliği açısından da önem arzeden hayati bir meseledir. Bir kişinin
sahabe olup olmadığını bilmek için dört yol vardır:
1- Tevatür yoluyla
bilinebilir.
2- Şöhret yoluyla
bilinebilir. (Dımam (Dımad) b. Salebe gibi)
3- Şehadet yoluyla
bilinebilir. Bu da sahabe olduğu bilinen birinin başka birini sahabedendir
demesidir.
4- İkrar yoluyla
bilinebilir. Kişinin kendini sahabi olarak ifade etmesidir. Burada da sınır H.
110 senesidir. Bu hüküm de peygamberin “ Yüz sene sonra bügün yaşayanlardan hiç
kimse sağ kalmayacaktır” hadisinden çıkarılır.
Sahabe
döneminde hadisler yazılmamıştır. Bu nedenle de hadisler ezberlenmiş, hadisler
daha sonraki dönemde tedvin edilmiş, yazılmıştır. Rivayet edilen hadislerin
tamamına yakını ezber yoluyla sahabeden tabiine aktarılmış ve bundan sonraki
dönemlerde kaleme alınan eserlerle yazıya aktarılmıştır. Sahabenin hadis
ezberlemesindeki en önemli etkenler ise şunlardır: Dini savunma duygusu ve
gayreti, Hadis’in İslam’daki yeri, Peygamberin yaptığı eğitim faaliyetleri,
Hadislerin uslûbu’dur.
Hadislerin
yazıya geçirilmesi (Kitabetü’l-hadis)
Sahabe
asrında diğer bir önemli konuda hadislerin yazılması konusudur.
Peygamber
hadisin yazılmasını yasaklamıştır. Ancak Abdullah b. Amr’a yazması için izin
vermiştir. Bu dönemde hadisin yazılmasına engel olmadaki maksat Kur’an-ın
öğrenilmesine ve önemsenmesine daha büyük önem verilmesidir, Hadis sebebiyle
Kur’an-ın terk edilmesi endişesidir.
Hadislerin
yazımına hicri 2. Asrın başlarında başlanmıştır. Bu tarihten sonra hadis
kitapları yazılmış ve hadis kitapları herkesin ulaşabileceği bir hüviyete
kavuşmuştur.
B-
TABİİLER
VE HADİS
Hz.
Peygamberin vefatı anından başlayıp hicri ikinci asrın ikinci yarısına kadar
olan dönem tabiin dönemidir. Tabii sahabeyi gören kişilere denir. Hadis
rivayetleri bakımından ikinci tabakayı oluştururlar.
1- İnsanlarda hıfs
melekesi zaafa uğradı.
2- Senedler uzadı ve
zamanın uzamsı ve hadis ravilerinin çoğalması sebebiyle tarikler arttı.
3- Siyasi bakımdan
Şii, Revafız, Havariç, itikadi bakımdan Mu’tezile, Cebriye gibi fırkalara
oluştu.
2. Hadislerin
Bir Araya Toplanması
Hadisler
dönemin şartları karşında islam bilginlerinin gayreti ve gelebilecek zararlar
nedeniyle bir takım tedbirler aldılar:
a. Ömer b. Abdülaziz
sünnet malzemesini muhafaza etmek için bütün eyaletlere emir göndererek hadis
namın ne biliniyorsa yazılmasını istedi.
b. Cerh ve ta’dil
hususunda alimler daha geniş çalışmalar yapıldı.
c. Ehl-i hadis olarak
tanınmayan kişilerden hadis kabulü durduruldu.
d.Gizli illetleri
açığa çıkarmak için hadisler inceden inceye araştırıldı.
C- ETBAU’T-TABİİN
VE SONRASINDA HADİS
En
son Sahâbînin vefatından itibaren başlayan ve H. 220 ye kadar geçen süreye
verilen isimdir.
1. Hadis
Kitaplarının Tasnifi
Resmi
tedvin faaliyetini takip eden tasnifin ilk ürünlerini H. 150’lili yıllardan
itibaren görebilmekteyiz. Ma’mer b. Raşid’in Câmi’i bu dönemdeki tasnif
faaliyetlerinin günümüze ulaşabilmiş ilk örneklerindendir. Bu eser Hemmâm b.
Münebbih’in Ebu Hurey-re’den yazarak aldığı 138 hadislik sahifeyi de
içermektedir. Yine bu dönemde İbn Cüreyc’in Sünen’i, Süfyan es-Sevri’nin
Câmi, İbnu’l-Mübarek gibi Zühd ve Rekaik, İmam Malik gibi Muvatta
adıyla kapsamlı veya özel konulu birçok hadis kitabı yazılmıştır.
Dönemin
önemli eserlerinden biri de İmam Şafii’nin er-Risale’sidir.
2. İmam
Malik ve Muvatta’ı
Dönemin
en meşhur ve günümüze ulaşabilmiş eser İmam Malik’in Muvatta’ıdır.
Muvatta
bir hadis kitabı olmaktan çok fıkıh kitabı gibidir. Fıkıh bablarına göre
yazılmış bir hadis kitabıdır. Kitapta 600 müsned, 613 mevkuf, 285 maktu’ haber
olmak üzere 1720 hadis vardır.
3. Hadis
Kitaplarının Yazılış Sistemleri
Hadis
kitapları genellikle iki usulle yazılmışlardır.
a) Ale’r-ricâl:
sahabi raviler üstünlük derecelerine göre esas alınıp, bazen tam bazen de yarı
alfabetik sıralama içinden raviden rivayet edilen hadisler konusuna dikkat
edilmeksizin sıralanır, sonra diğer raviye geçilir. Bu usulle yazılan eserlere genillikle MÜSNED
adı verilir.
Bu
usulle yazılmış ve elimize ulaşmış en eski eser Tayâlîsî’nin Müsned’idir. 2767
hadis içerir. 11 Cüz, 6 ana bölümde 281 sahabinin rivayetlerine yer vermiştir.
Yine en meşhur Müsned Ahmed b. Hanbel’e aittir. Eser 6 Cilt, 700 küsür
sahabinin 30.000’e yakın rivayeti kapsar.
b) Ale’l-ebvab: bu
sistemde hadisler konularına göre bir taksim ve tasnife tabi tutulur. Her hadis
ilgili olduğu konu altında zikredilir. Bu usulle yazılan eserlere de MUSANNEF
adı verilir. Bu usulle yazılan eserlerin ilk örnekleri ise Abdurrezzak b.
Hemmam ve İbn Ebi Şeybe’nin Musannef’leridir.
CAMİ’
ve SÜNEN diye bilinen eserlerde musannef türü eserlerdir. Cami’; İman, ahkâm,
yeme-içme, tefsir, siyer, fiten ve menâkıb’dan oluşan 8 bölümü ihtiva eden
hadis kitaplarıdır. Buhari ve Müslim
ve Tirmîzî’nin kitapları gibi.
4.
Kütüb-i sitte
müellifleri
a)
Buhari ve Sahih’i
b)
Müslim ve sahih’i
c)
Ebu Davud ve
Sünen’i
d)
Tirmizi ve Cami’i
e)
Nesai ve Süneni
f)
İbn Mace ve
Sünen’i
5.
Sahih hadisler
sadece kütüb-i sitte’de mi bulunur?
Elbette
sadece bu eserlerle sınırlı değildir. Sahih hadislerin yer aldığı diğer
eserlerde vardır. Kütüb-i sitte eserleri kazandıkları şöhret sebebiyle daha çok
bilinir ve tanınır. Ancak yaygın bir anlayış olan güvenilir her hadisin Buhari
ve Müslim de yer aldığıdır. Unutulmamalıdır ki her güvenilir hadis sadece
Buhari ve Müslim de yer almaz. Diğer eserlerde de vardır.
D-
SON
DÖNEM ÇALIŞMALARI
Bu
devre Hicri X. Asırdan günümüze kadar olan dönemdir. Bu dönemin dört asırlık
ilk döneminde ilmi meseleler üzerinde çalışma ve tasnifte yenilikler meydana
gelmemiştir. Nazım ve nesir olarak hadis ilimlerinde özet çalışmalar
çoğalmıştır.
Hicri
X-XIV asırlarda Hindistan’da hadis neşriyatında, araştırma ve ilim bakımından
üst seviyede önemli bir gelişme başlamıştır. Bu gelişme ed-Dihlevî ile
başlamıştır ve ailesi ve talebeleri tarafından sürdürülmüştür. Yine et-Tahavî
de önemli isimlerdendir. Eseri Prof. Dr. İbrahim Canan tarafından “ Yeni Usul-i
Hadis” adıyla Türkçeye çevirilmiş ve neşredilmiştir.
XIV.
Hicri asrın başlarından günümüze kadar geçen dönem içinde önemli hadis
çalışmalarından biri de müsteşriklere cevap niteliğinde kaleme alınan
eserlerdir. Bu eserlere örnek olarak;
1) Şeyh Cemaleddin
el-Kasımî’nin Kavaidu’t-tahaddis’i.
2) Tahir b. Salih
el-Cezairi’nin Tevcihu’n-nazar ile ilm-i eser’i.
3) Abdulaziz
el-Huli’nin Miftahu’s-sünne veya Tarihu fununi’l-hadis’i.
4) Doktor Mustafa
Sıbbaî’nin es-Sünne ve Mekanetüha fi’t-teşri’i’l-islam’ı vb.
Türkiye’de
Hadis Çalışmaları
1956’ya
kadar yapılan hadis çalışmalarında DİB marifetiyle yapılan Sahih-i Buhari
Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi ile Riyazu’s-salihin Tercemesi
dışında kayda değer bir çalışma yoktur. 1956 sonrası hadis ilgili birçok eser
kaleme alınmıştır. Sön dönemde yapılan bu çalışmalar çok yönlüdür.
Hadis
tarihi Sahâbe’den başlayarak günümüze kadar birçok safhadan geçmiştir. Bu
safhaların en önemlisi şüphesiz tedvin dönemdir. Hadislerin yazıya geçirilmeye
başlanması ile hadis ilmi şekillenmeye ve terminoloji kazanmaya başlamış ve
tekâmülünü sürdürerek günümüze kadar birçok aşamayı kat ederek ulaşmıştır.
Diğer ilimlerde olduğu gibi gelişimini sürdüre gelmiştir.
Özetle her üç ilim dalı da birbirine paralel olarak bir gelişim seyri izlemiştir. Yine zamanın şartlarına göre birbirine paralel olarak gelişimlerinde aksamalar, duraklamalar ve hatta gerilemeler meydana gelmiştir.
Kaynakça:
Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu
Anahatlarıyl Hadis, İ. Lütfi Çakan,
İslam Hukuk Tarihi, Hayreddin Karaman
Mukayeseli Tarihler 24.11.2014
Hafize ELDERŞEVİ
Yüksek Lisans özel öğrenci
Mukayeseli Tarihler
TEFSİR TARİHİ
HZ. PEYGAMBERİN TEFSİRİ
Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.
HZ. PEYGAMBERİN TEFSİR YÖNTEMİ
1.Mücmeli Teybin 2.Mübhemi Tafsil 3.Mutlakı Takyid 4.Müşkili Tavzih
SAHABENİN TEFSİRİ
Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber (s.a)’den ne duymuslarsa;
sebebi nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı Sünnetle tefsir ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri sürdürülmüştür.
Tefsirde Meshur Sahabiler
İbn Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab. Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali
Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri
1- Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.
2- Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır
3- Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı
4- Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.
5- Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.
6- Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.
7- Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.
TABİİUN DÖNEMİ(65-132)
MEKKE EKOLÜ: Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid, ‘Mushafı baştan sona 3 defa İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.
İbn-i Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin Keysan’dır.
MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir. Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.
IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir. İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid, Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.
Tabiîn Tefsirinin Özellikleri
1- Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir. Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i
Kitabın girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması gösterilebilir. İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin bu konuda gevsek davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.
2- Tefsir rivayet nakil özelliğini, karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)
döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.
3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.
4- Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere
göre yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.
Tefsir Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri
RİVAYET TEFSİRİ
Tanım: “Bir kısım ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve Tabiîn sözlerinde yer alan açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber (s.a)’den rivayet ettikleri gibi, birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde bulunmustur.
Sonra Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey ve içtihatlarıyla Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.
Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar
A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse bakılır:
1- İki rivayetten biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır
2- Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi bakımdan
sonra olan alınır.
3- Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan bilinmiyorsa, isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)
4- İsitme yoluyla sabit olan bir sey yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.
5- İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette
Allah’ın murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.
B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse bakılır:
1- Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.
2- Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme yoluyla sabit olan alınır.
3- İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.
4- İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat
ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda mesele açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.
En Meshur Rivayet Tefsirleri
1. Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî
2. Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî
3. el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî
4. Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî
5. el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye
6. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir
7. el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî
8. ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî
DİRAYET TEFSİRİ
Tanım: Müfessirin, Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli anlamlarını öğrenmesi, Cahiliye siirini kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve mensuhlarına ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardan sonra kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.
Rey iki kısımdır:
1- Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için gerekli diğer sartlara uygun olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini caiz görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.
2- Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan ve kötülenen rey çesidi de budur. Rey ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde iki kısım olduğunu caiz olanın da mahdut ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz yerinde olacak.
Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler
1- 1.Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7- Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni.
8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din 10- Usulü Fıkıh 11- Esbab-ı Nüzul
12- Kasas İlmi
13- Nâsih ve Mensuh İlmi:
14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için “mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller açıklığa kavusur.
15- Mevhibe İlmi:
En Meshur Dirayet Tefsirleri
1. Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî
2. Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî
3. Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî
4. Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin
5. el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân
6. Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan / en-Nîsâbûrî
HADİS TARİHİ
· Hz. Peygamberin onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet denir.
· Hz. Peygamberin sözlerine KAVLÎ sünnet denir.
· Hz. Peygamberin fiil ve davranışlarına FİİLÎ sünnet denir.
· Peygamberlerin görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.
· Hadis rivayet edenlere RAVÎ denir.
· Tarih ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.
· Tarih ve Tabâkat kitapları ilk hicri II. Asrın ortalarında yazılmaya başlandı.
· İlk Tarih ve Tabâkat yazarları
1. Leys b. Sa’d 2.Abdullah b. Mubarek 3.Velîd b. Müslîm 4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan
· Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.
· Hicrî IV. Asrın başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.
· Mutekaddimûn Dönemi kitapları
1. Er-Râmhurmuzî; El Muhaddis ul Fasıl
2. Hakîm en-Nişaburî; Marifetu ulumil-Hadis
3. Hatib el Bağdadî; el-Kifaye
· Hicri IV.asırdan sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN Dönemi kitaplarıdır.
· Muteahhirûn Dönemi Kitapları
1.Kadı Îyad; El-İlma
2. Meyânci; Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül
3. İbnü’s Salah; Ulum’il Hadis
· Hadis öğrenen kişiye TÂLİB denir.
· Hadis öğreten kişiye HÂFIZ denir.
· İleri seviye hadis Âlimlerine Huccet-ul İslam, Şeyh-ul İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis denir.
· Hadisler arasındaki itilafları giderme yolları
1. Cem ve Te’lif; Çelişen hadislerin hepsini almak
2. Nesh; Şer’i bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.
3. Tercih; Ravî sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete, din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.
4. Tevakkuf; Delil buluncaya kadar Hadisi askıya almak.
· Kur’ana göre Hz. Peygamberin temel görevleri
1. Tebliğ; Bildirme.
2. Beyân; Açıklama.
3. Tezkiye; İnsanları yanlış ve günahlardan arındırma.
Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.
· RİVAYET
1. Hadis Öğrenme 2.Nakletme 3.Derleme 4.Hadis kitabı te’lif etme
· DİRAYET
1. Hadis senetleri 2.Hadis Metinleri
· Peygamberimizi Konu edinen ilimler
1. Meğazî;Savaşları 3. Siyer;Hayatı
2. Şemail;Fiziksel özellikleri 4. Delâil;Mucizeleri
· Hadis Râvileri hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.
1. CERH: Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme
2. TA’DİL: Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme
· İlk bakışta sağlam görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.
· Günümüze ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları
1. Ali b. El-Medîni: İlelü’l Hadis
2. Ahmed b. Hanbel: el İlel ve Ma’rifetü’r rical
3. Muhammed b. İsa et Tirmîzi: el İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.
4. İbn Ebî Hâtim er-Râzi: İlel’ül Hadis
· Az kullanılan Yaygın olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l Hadis denir.
· Ğarib kelimelere yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.
· Ğaribu’l Hadis alanında eseri bulunan müellifler
1. İbnu’l Kesir 2. Zemahşerî 3. Hattabî 4. İbn Kuteyfe
· Hadislerin söyleniş sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.
· Ravilerin Hadisleri metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.
· Sahabenin söz ve davranışlarına MEVKUF hadis denir.
· Tâbiûnun söz ve uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.
· Bir hadisin farklı isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK denir.
· Günümüze ulaşan ilk Hadis usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l Fâsıl dır.
· Hanefîler Hadisler arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK sırasını gözetirler.
· Hadis ilminde başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.
· 1000’den fazla hadis rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.
· Maksirûn Râviler;
1. Ebû Hureyre 2. Abdullah b. Ömer 3. Enes b. Mâlik 4. Hz.Aişe 5. Abdullah b. Abbas 6. Câbir b. Abdullah 7. Ebû Said el Hudrî
· 1000’den az Hadis rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.
· Sahabenin Hadis Taammül yolları;
1. Sorarak öğrenme 2. Öğrenmede nöbetleşme 3. Hadis müzakeresi
4. Öğrenim için seyahat
· Hadislerin bir divân içinde toplanmasın TEDVÎN denir.
· Devlet eliyle resmen TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b. Abdulaziz’dir.
· Hadislerin öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.
· Aşere-i Mübeşşereden olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç Hadis rivayet etmemiştir.
· Hadislerin yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.
· Tedvindeki Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.
· Ebû Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin istedim vermedi demiştir.
· Hz. Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği söylenir.
· Peygamberimizin azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.
· Tasnif döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları
1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar 2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar 3. Tartışma ve reddiyeler
4. Muvattalar 5. Sünenler 6. Câmiler 7. Musannaflar
· Hicrî II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler
1. Ma’mer b. Raşid el Ezdî 2.Süfyan es-Servî 3. Rebî b. Habib el-Basrî 4. Süfyan b. Uyeyne
· Hicrî III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi
1. Buhâri 3. Müslim 4. Tirmîzi
· Buhâri MEBSÛT isimli kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ BUHÂRİ yi yazdı.
· Es-Sünenü’l Erbea (Dört Sünen) yazarları
1. Nesâî 2. Ebû Dâvud 3. İbn Mâce 4. Tirmîzi
· Hadisleri, Hadis kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.
· TASNİF’i başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.
· Muvatta’lar;
Peygamber efendimizden gelen hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler) içerir.
· Buhârini Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.
· Müslîmin Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı kanallarını bir arada vermesidir.
· Müsnedlerde hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun sözleri bulunmaz.
· Sünenlerde bulunan ağırlıklı konular;
1. Salât 2. Eşribe 3. Tahâret 4. Savm/Sıyam
· Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre düzenlenmiştir.
· Muvatta, Sünen, Câmi, Musannef Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.
· Buharî 194-256 arasında yaşadı.
· Buharînin Sahihinde Muallak hadisler dahil edilmeden 7275 hadis vardır.
· Kütüb-ü Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.
· Kütüb-ü Sittede eserlerin doğru sıralaması;
1. Buhari 2. Müslîm 3. Tirmîzi 4. Ebu Davud 5. Nesâi 6. İbn Mâce
· Sahih hadisleri derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.
· Bir hadis veya hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.
· En tanınmış Müstedrek Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s Sahihayn adlı eseridir.
· Zehebî, Nisaburinin el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i yazmıştır.
· Tespit edildiği kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.
· Suyutinin Cami’ul Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul Cevâmi’dir.
· Rudanî’nin 14 hadis kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.
· Münzirî et-Terğib ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.
· Buhari ve Müslimin Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.
· Müstahrec türü eserler rivayete olan güveni arttırır.
· Kütüb-i Sitte üzerine yapılan çalışmalar;
1. Cem :Hadisleri bir araya getirmek 2.Zevaid :Hadisleri birbiriyle mukayese etmek 3.Şerh :Hadisleri açıklamak 4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek
· Hadislerin kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu işlem
ETRAF kitaplarıyla yapılırdı.
· Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana İslam dünyasında genel kabul görmüştür.
· Halk arasında Hadis diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler
1. Aclûni, Keşfu’l Hafâ 2.Sehâvi, Mekâsıdu’l Hasene
· Suyuti başta Kütüb-i Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif emiştir.
Fıkıh Tarihi
İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)
Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)
Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)
Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.
4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)
Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.
Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.
Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.
Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.
Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.
5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)
Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.
6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.
Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.
Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:
Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.
İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.
Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.
Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.
FAHRİYE ERDOĞMUŞ
yüksek lisans: 14912714
Zira Kuran’da bir yerde mücmel olarak zikredilen bir mana, başka bir yerde geniş bir şekilde zikredilmiştir. Bir yerde "Müphem" olarak gözüken bir ayet başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuştur. Kuran’ın Kur'an la tefsirinin pek çok misalinden biri İhlas süresindeki “es-samed” lafzının, hemen akabinde gelen (lem yelid ve lem yüled) ayetlerle tefsir edilmesidir.[2]
Şahıs olarak Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz Peygamber (s.a.v.) dir. Bu olayı bizzat kendisi şu ifade ile tespit etmiştir. “Bana kitapla beraber benzeri (olan Sünnet) de verildi.” [3]Kur'an-ı Kerîmde, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kuran’ı tebliğ ve açıklamakla görevlendirilmiştir. "Ey Resul sana indirileni tebliğ et".[4] diğer bir ayette "Biz sana Zikri (Kuran’ı) insanlara beyan edesin (açıklayasın) diye indirdik" buyrulmuştur.[5]
Bu emirlerden yola çıkarak, Kuran’ı tefsir etmede en büyük salahiyet ve yeterliliğin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Kuran’ın tefsirinde, Sünnet, bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Sünnet'e o kadar önem verilmiştir ki, Yahya b. Ebî Kesir; "Sünnet, Kuran’a kadî (hükmeden) dir. Kitap ise Sünnet'e kadî değildir," şeklinde konunun önemini anlatan ilginç bir söz sarf etmiştir. Bu söz, Ahmed b. Hanbel'e söylendiğinde "Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat Sünnet, Kitabı tefsir ve tebyin eder, derim" demiştir.[6]
Bundan sonraki aşamada tefsir sahasında sahabeleri görmekteyiz. Sahabenin Kur'an ayetlerini tefsir etmesi, Kuran’ın Kuran’la, Kuran’ın sünnetle tefsirinden sonra çok önemli bir yer tutmaktadır. Sahabenin saf iman ve itikadı, sıkıntılarının çözümlerim Kuran’da aramaları, Kuran’ın iniş olaylarına tanık olmaları, onları tefsir alanında haklı olarak sonraki nesiller için örnek hale getirmiştir.
Sahabelerden başta dört halife olmak üzere İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b gibi ilimde şöhret bulmuş sahabeler, Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa ilmi melekelerinin verdiği içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur'an'ın tümü tefsir edilmemiş ve tefsir ilmi, hadis ilmi içinde bir bölüm olarak yerini almıştır. [7]
Tefsir hareketinin ilk merhalesi olarak Hz. Peygamber (sav) ve ashabının
tefsirini kabul edersek, tefsirde çeşitli amillerin rol oynadığı tabiller devrini de ikinci
merhale olarak görebiliriz. Bu devrin hemen akabinde başlayan· tedvin hareketi ile
tefsirde çeşitli yönler belirmeye başlamıştır ki, bu devre de tefsirin üçüncü
merhalesini teşkil eder.
Hicri ikinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başlayan tefsirlerin hangisinin
tam tefsir olduğu kesin belli olmamakla birlikte, bugün için elde mevcut en eski
tefsirin Mukatil b. Süleyman (150/767)'a ait Tefsir olduğunu söylemek mümkündür.
Bundan başka, tam olarak elimizde bulunmayan Ali b. Ebi Talha (143/760)'ya ait,
ismine izafeten "Ali b. Ebi Talha Sahifesi " adıyla anılan tefsir ile, Süfyan b. Said
es-Sevr (1611778), Yahya b. Sellam (200/815) ve Abdürrezzak b. Hernınarn
(211/827) ın eserleri, ilk dönem tefsirleri arasında sayılabilir. O günden bugüne
asırlar boyu binlerce tefsir yazılmış ve yazılmaktadır.
Kur'an-ı Kerlm'e yorum zenginliği kazandıran başlıca iki unsurdan birisi,
Kur'an'ı inceleyen insan; diğeri de Kur'an'da bulunan bazı özelliklerdir.
Her insanın sahip olduğu bilgi ve kültür düzeyi, kavrama ve muhakeme
gücü farklı farklıdır; buna göre Kur'an'ı anlayış ve yorumları da farklı olacaktır.
Keza kişisel özellikleri, yaşadıkları dönem, bulundukları çevre ve yetişme tarzları da
bu farklı anlayışın sebebleri arasındadır.(9)
İnsanlar Kur'an'ı yorumlarken mensup oldukları mezheb ve mesleklerin de
tesiri altında kalmışlardır. Bir sünni ile bir şiinin, bir filozof ile bir sufinin Kur'an'ı
anlayışlan farklı olduğu gibi, bir hukukçu ile bir filoloğun Kur'an'ı yorumlayışları
da farklı olmuştur. Bazıları ilmi, edebi, felsefi açıdan, bazıları mezhebi açıdan,
bazıları psikolojik, sosyolojik, ekonomik.. vb. açılardan Kur'ana bakmışlardır.
Böylece tefsir ekolleri ortaya çıkmıştır.(10)
Klasik dönemdeki tefsirler esas itibariyle rivayet ve dirâyet tefsirleri ana kategorileri altında incelenmektedir. Ancak rivayet tefsiri sayılan eserlerin büyük çoğunluğunda dirâyet usulünün kullanıldığı, dirâyet kategorisine yerleştirilen eserlerde de rivayet usulüne yer verildiği dikkati çekmektedir. Dolayısıyla bunları tefsir literatüründe kategorik bir ayırım olarak görmek yerine birer telif geleneği kabul etmek ve rivayet ya da dirâyetten birini tamamen göz ardı etmektense ağırlığı ikisinden birine veren eserlerden söz etmek daha doğru görünmektedir. Taberî’nin tefsiri yanında rivayet tefsirleri kategorisinde ele alınan en önemli eserler İbn Ebû Hâtim’in Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm’i (nşr. Es‘ad Muhammed Tayyib, I-X, Mekke 1997), Begavî’nin Meâlimü’t-tenzîl’i, İbn Atıyye el-Endelüsî’nin el-Muĥarrerü’l-vecîz’i, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin Zâdü’l-mesîr’i, İbn Kesîr’in Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm’i ve Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-menŝûr’udur. Bunlardan rivayet tefsiri tanımlamasını en fazla hak edenler İbn Ebû Hâtim ve Süyûtî’nin eserleridir.(11)
Hz. Peygamber’le sahâbe ve tâbiînden gelen rivayetler sonraki dönemlerde Kur’an tefsirinde önemini korumuştur. Ancak tefsirin nakle dayalı boyutu yanında dirâyet tefsiri giderek daha fazla ağırlık kazanmıştır. Dirâyet tefsirinin gelişmesinin rivayet tefsirlerine nazaran daha geç dönemlerde ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) el-Keşşâf’ı özellikle lugat, nahiv ve belâgata ilişkin izahlar bağlamında neredeyse sonraki bütün dirâyet tefsirleri üzerinde etkili olmuştur. Ehl-i sünnet çevrelerinde dirâyet metodu açısından en etkili diğer bir çalışma Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ıdır. Beyzâvî’nin Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-tevîl’i, Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin Medârikü’t-tenzîl ve ĥaķāiku’t-tevîl’i, Ebû Hayyân’ın el-Baĥrü’l-muĥît’i, Celâleddin el-Mahallî ile öğrencisi Süyûtî’nin Tefsîrü’l-Celâleyn’i ve Ebüssuûd Efendi’nin İrşâdü’l-aķli’s-selîm’i de en meşhur dirâyet tefsirlerindendir. Âlûsî’nin Rûĥu’l-meânî’si klasik dönemdeki hacimli dirâyet tefsirlerinin son örneklerinden biri kabul edilebilir.
Klasik tefsirler metot, ilgi alanları ve müelliflerin mezhep ve çevre aidiyeti gibi bazı kriterler göz önünde bulundurularak lugavî tefsirler, işârî ve tasavvufî tefsirler, ahkâm tefsirleri, mezhebî tefsirler gibi tasniflere tâbi tutulmuştur (bk. KUR’AN [Literatür]; KİTÂBİYAT [Tefsir]). Konuyla ilgili çalışmalarda ayrıca felsefî, bâtınî, kelâmî ve belâgī gibi başka tasniflere de rastlanmaktadır (M. Ali Ayâzî, s. 34 vd.). Batılı araştırmacıların da bazı tasnif teşebbüsleri olmuştur. Meselâ John Wansbrough tefsirleri epik/anlatıma dayalı, fıkhî, filolojik, retorik/belâgī ve mecazî başlıkları altında incelemektedir (Quranic Studies, s. 119-246). Klasik dönemde belirli sûre ve âyetlerin tefsirleri literatürün önemli bir kısmını teşkil eder. Özellikle Fâtiha, Yâsîn, Mülk sûrelerinin yanında İhlâs ve Muavvizeteyn gibi kısa sûrelerle besmele ve Âyetü’l-kürsî gibi âyetler üzerine çok sayıda tefsir kaleme alınmıştır. Yine bu dönemde temel bazı eserler etrafında oluşan önemli bir şerh ve hâşiye literatürü bulunmaktadır (bk. HÂŞİYE; ŞERH [Tefsir]). Tefsir metodolojisinden bahseden ya da Kur’an tefsiriyle doğrudan ilgisi bulunan ve çoğunlukla ulûmü’l-Kur’ân çerçevesi içinde değerlendirilen bir literatür de oluşmuştur (bk. ULÛMÜ’l-KUR’ÂN). (12)
Hadis,Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur; bu bakımdan
kelime, aynı manâda kullanılan sunnetin müradifidir. Bazı hadis uleması
ise, hadis lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine değil, sahabe ve tabiûndan
nakledilen mevkuf ve maktu’ haberlere de ıtlak etmişlerdir; buna göre
kelimenin ifade ettiği mana, haber kelimesiyle kasdolunan manânın müradifidir.
Bu manâ içerisinde Hazreti Peygamberin, peygamberlikten önceki
sözleri de mündemiçtir. Bazıları da, hadisi yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine
tahsis etmişler, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin Hadîslerinin menba'i Kur'ân-ı Kerîm âyetleridir. Peygamber-i Zî-Şân Efendimiz, Kur'ân-ı Mübîn'in âyetlerinden mülhem olur; sözlerini, işlerini bütün Kur'ân'ın beyanâtına mutabık bulundururdu.
Saîd ibn-i Cübeyr Hazretleri diyor ki: (Bana Resulullâh'dan bir Hadîs baliğ olmadı ki ben onun mısdakını doğruluğunu isbât eden şey'i Kitâbu'llah'da bulmuş olmıyayım.
Zâten mübarek Hadîsler ile amelin lüzumunu emreden de yine Kur'ân-ı Kerîm'dir. Nazm-ı Kerîm'i buna şahiddir.
Hazreti Peygamberin, dinin çeşitli meselelerine taalluk eden ictîhad-lari, çok defa ilâhî ilhamın bîr neticesidir. Bu bakımdan bunları ittiba yönünden Kur'ânla sabit olmuş diğer ahkâmdan ayırt etmek mümkün değildir. Her ne kadar kaynağı ilâhî ilham olmayan bazı söz ve ictihadlar da mevcut idiyse de, Hazreti Peygamberin bunlardaki isabeti vahiy yolu ile teyid, bir beşer olması hasebiyle hataya düştüğü noktalar olmuş ise, yine vahiy yolu ile tashih edilmiştir . Bu itibarla, ilham-ı ilâhîden sadır olmayan ictihad-ı nebevî hükmü ile ilham-ı ilâhîden sadır olan ictihad-i nebevi hükmü arasında tefrik yapmağa mahal yoktur [13].
işte, ilk devirde söz, fiil) ve takrir olarak Hazreti Peygamberden sadır olan her şey, Kur'ânı Kerîmin "(Peygamber) kendi hevasından konuşmaz; (o her ne soylemişse) kendisine vahyolunan bir vahiydir" [13] âyetiylede şehadette bulunduğu gibi, yukarıda izahını verdiğimiz şekilde kabul edilmiş ve sahabe, dinî ve dünyevî yaşayışlarına düzen veren Sünneti büyük bir titizlikle muhafaza etmeğe koyulmuşlardır. Sünnet ise, daha Önceki bahiste de açıkladığımız gibi, söz, fiil ve takrir olarak Hazreti Peygamberden rivayet edildiği müddetçe, hadısın, isim yönünden bir başka ifade şekli olmuştur. [15]
Hazreti Peygamber hayatta olduğu müddetçe hadîs, sahabe arasında dolaşmış, müzakere ve münakaşa edilmiştir. Hatta zaman ilerledikçe yeni yetişen genç sahabîler arasında okuyup yazmayı öğrenenler çıkmış, yazı ile hâfızalarındaki hadiseleri perçinleme gayretine girişmişlerdir. Maamafih bu devirde, daha sonraki devirlerde ortaya çıkan çeşitli tehlikeler hadis için henüz bahis konusu değildir. Bir taraftan Hazreti Peygamberin hayatta oluşu, diğer taraftan vahyin devam edişi, hadîse musallat olabilecek tahrif, tashîf ve vaz’ (uydurma) gibi her çeşit tehlikeye karşı en emin koruyuculuk görevi ifa etmiştir. Çünkü Hazreti Peygamberin hayatta oluşu, sahabîlerin ondan işitmiş oldukları hadîsleri aralarında müzakere ederken hasıl olan tereddütlerde ona başvurmak ve sözün doğrusunu öğrenmek imkânını sağlıyordu. Müzakere sırasında her hangi bir sahabî, Hazreti Peygamberden işittiğini söylediği bir hadîsin naklinde her hangi bir hataya düşmesi halinde, o hadîsi bilen diğer sahabîlerin hemen itirazına uğruyor, eğer sözün doğrusu üzerinde ittifak hasıl olmazsa Hazreti Peygambere müracaat ediliyordu. Meselâ Hişâm bin Hakîm'ın Furkan sûresini değişik bir kıraatla okuduğunu gören Omer Îbnu'l-Hattâb, onu eteğinden tutup Hazreti Peygambere götürmüş ve ona "bu, senin bana okuduğundan başka bir şekilde okuyor" demişti. Hazreti Peygamber, her ikisine de mezkûr sûreyi okuttuktan sonra, her iki kıraatin da doğru olduğunu söylemiş ve Kur'ânı Kerîmin "yedi harf üzerine nazil olduğunu'* sözlerine ilâve etmiştir [16]. Sahabenin bu türlü davranışı, aslında, Kur'ânı Kerîmin "bir şeyde ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah'a ve Peygambere götürün (onlara başvurun)" [17], âyetindeki emre uymaktan başka bîr manâya gelmez.
.
Sahabenin Kur'ân ve Sünnet üzerindeki bu çalışması, İslâm'ın bu iki kaynağına dayalı bir ilmin vücut bulmasına yol açmıştır. Bu ilim, başlangıçta ne kadar basit bilgi kırıntılarından ibaret olursa olsun, gelecek için gelişmeğe ve yükselmeğe müsteıd bir hüviyete sahip bulunuyordu ve bu da, onun gelecek nesillere sağlam ve sıhhatli bir şekilde intikali ile mümkin olacaktı. Kur'ânı Kerîmden bu konuda da nazil olan âyetler, müslümanlara düşen görevi açıklıyor, ilmin başkalarına öğretilmesini tavsiye ve telkin ederken, Onu gizleyenleri şiddetli bir dille lanetliyordu:
"İndirdiğimiz apaçık delilleri ve doğru yolu göstereni, Kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyen kimseler, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lânetçiler lanet eder" [18]. Sahabe, bu âyetin ifade ettiği manâ içerisinde dinin ikinci kaynağını teşkil eden Sünnetin de mündemiç bulunduğunu anlamakta güçlük çekmemiş, onu da bilmeyenlere öğretmeyi, ihmal edilmez bîr vazife telâkki etmiştir. Nitekim çok hadis rivayet ettiği için itiraza uğrayan Ebû Hurayra'nın, bu itirazlara cevaben "eğer Kur'ânda şu iki âyet olmasaydı hiç bir hadîs rivayet etmezdim" [19]demesi, sahabe arasında Sünnetin nakliyle ilgili olarak yerleşmiş olan kanaati açıklaması bakımından büyük bir ehemmiyet taşır
Ancak, Hazreti Peygamberin ashabını hadis rivayetine teşvik etmesine rağmen, onun vefatından sonra bazı sahabîlerin, çok hadis rivayet eden diğer bazı sahabîleri rivayetten menetmeleri, yahut onlardan hadîs riveyetini azaltmalarını istemeleri, çelişkili bir konu olarak karşımıza çıkabilir. Filhakika Hazreti Peygamber vefat ettikten sonra, meselâ Ömer İbnu'l-Hattâb, Irâka gitmek üzere yola çıkan Karaza bin ka’ba "gittiği yerde hadîs rivayet edip halkı Kur'ân okumaktan alıkoymamasını" söylemiş [20], fazla hadîs rivayet eden üç kişinin, ibn Mesud, Ebu'd-Derdâ ve Ebû Zerr'in Medine dışına çıkmalarına da izin vermemiştir [21]. Ebû Hurayra ise, daha sonraları, 'Ömer İbnu'l-Hattâb devrini bahis konusu ederek "onun zamanında bugünkü gibi hadîs rivayet etseydim, Ömer, kılıcıyle boynumu uçururdu" [22]demiştir.
Hilâfeti Ömer lbnu'l-Hattâb'a tekaddüm eden Ebü Bekr es-sıddîk da, Hazreti Peygamberle sohbetinin çokluğuna ve ondan pek çok hadîs işitmiş olmasına rağmen az hadîs rivayet edenlerdendi. Cennetle tebşir olunanlardan Saıd İbn Zeyd'in ise iki veya üç hadîsten fazla rivayeti bilinmemektedir [23].
Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdıklarını ve bir takım sahîfeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Ancak yukarıda açıkladığımız manâda sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyle ikinci asrın başlarında başladığı anlaşılmaktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakamla tesbit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkin değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahiyettedir. Bu haberlerin bir kısmı, hadîs rivayetinde isnad tatbikinden bahsederken ismi üzerinde durduğumuz Ibn Şihâb ez-Zuhrl ile ilgilidir. Ez-Zuh-rl (50-124) bu haberlerde "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür. Bu konuda Mâlik İbn Enes'in şu sözü bilhassa çok şöhret kazanmıştır: " hadîsi ilk tedvin eden kimse ibn Şihâb-tır”[24]. Mâlik'in bu sözünü teyid eden bir başka haber de, ez-Zuhrinin bizzat kendisinden nakledilir. Ez-Zuhrl şöyle demektedir: "Bu ilmi benim tedvinimden önce hiç kimse tedvin etmemiştir" [25].
ibn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadisleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler gelir. Bu haberlerden birisinde, onun talebu'l-ilm yolundaki refiki Salih ibn Keysân şöyle demektedir: "Ben ve ez-Zuhrî, talebu'l-'ılm için biraraya geldik ve süneni yazalım dedik. Hazreti Peygamberden gelenleri yazdık. Sonra ez-Zuhri, sahabeden gelenleri de yazalım; onlar da sünnettendir, dedi. Ben, değildir, dedim. O yazdı, ben yazmadım; o muvaffak oldu, ben kaybettim' (26)
.
Mezkûr haberler, tedvin faaliyetinin ez-Zuhri ile başladığını ve Halîfe (Omer İbn 'Âbdil-'Azîz'in bu husustaki emri ile resmen teşvik ve takip edildiğini göstermektedir. Ancak burada dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir husussa işaret etmekte fayda yardır: Her ne kadar ez-Zuhrl ilk mudevvin olarak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadis toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında anlaşılmamalıdır. Hadis kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek yaygınlaştığı göz önünde bulundurulursa, ez-Zuhriden daha yaşlı tâbî'ûn arasında, kitabeti kerih gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr edilemez. Onların bu faaliyetinide hadîs tedvini içinde mütalâa etmemek için hiç bir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli obuası sebebiyledir. Ma'mer tbn Râşid'in "biz, ez-Zuhrl'den pek çok hadîs öğrendiğimizi zannederdik; fakat Halîfe el-Velîd İbn Yezld öldürülüpde (126) hazinelerinden Mervân ailesi için ez-Zuhrl'den yazılan ilmin kitaplar halinde hayvan sırtında taşındığını görünce, ondan öğrendiklerimizin ne kadar az olduğunu anladık" sözü (27)
Birinci hicrî asrın sonu ile ikinci hicrî asrın başı, hadîs tedvininin başlangıcı olarak kabul edilmekle beraber, asıl hadîs eserlerinin ortaya çıkışı, ikinci asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar, Ez-Zuhrinin tedvin faaliyetiyle ilgili olarak sâlih İbn Keysân'dan naklen yukarıda zikrettiğimiz haber hatırlanacak olursa, ez-Zuhri'nin Hazreti Peygamberden gelen sünen yanında, sünnetten olduğu görüşü ile sahabeden gelen haberleri de toplayıp yazdığı görülecektir. Hattâ Ebu'z-Zinâd'ın aynı manâda söylediği "biz, helâl ve haramla ilgili haberleri yazardık, ibn Şihâb ez-Zuhrl ise işittiği her şeyi yazıyordu" sözü, ez-Zuhrî'nin, Hazreti Peygamberin hadîslerinden başka diğer bir çok söz ve haberleri de topladığını göstermektedir. İşte bu durum, ez-Zuhrl ile başlayan tedvin faaliyetinin ilk devredeki genel görünüşünün bir yanını teşkil eder. Bu görünüşün diğer yanı ise, tıpkı Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîlerin ondan işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazdıkları gibi, tedvin devrinin başlangıcında da, toplanan haberlerin aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmış olmasıdır. Bu tarzda meydana getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden, ne kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır, işte bu güçlük, tedvin devrinin başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da farkedilmiş; gerek mümkin olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi gtizel sıralanması yerine konularına göre tertib ve tasnif olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer alıyor ve meselâ salâtla ilgili olanını salât, yahut zekâtla ilgili olanını da zekât bölümünde arayıp bulmak kolaylaştırılmış oluyordu. "Muannef" denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren bir başka tasnif şekli daha vardı ve bu kitaplara da "musned" adı verilmişti. Ancak musned eserlerin çıkışı, musannef denilen diğer eserlerden çok kısa bir zaman sonraya rastlar.
Mustalahu'l-hadîse dair ilk tedvin edilen eserin müellifi olan er-Râmuzul-hurmuz (ö. 360), ilk musannıflar hakkında bize şu bilgiyi vermiştir: "Bildiğime göre hadîsleri ilk defa tasnif edip bâblara ayıran kimse, Basra'da er-Rebl( İbn Şubeyh (Ö. 160), Sa’d Ibn Ebî 'Arube (Ö. 156), Yemen'de Abd diye adlandırılan Hâlid İbn Cemil ve Mamer İbn Râşid (Ö. 153), Mekke'de İbn Cu-reyc (Ö. 150), sonra Küfe'de Sufyân es-Şevrl (ö. 161) Basra'da Hammâd İbn Seleme (Ö. 167) ve yine Mekke'de Sufyân İbn (Uyeyne (Ö. 198), Şam'da el-Velîd İbn Müslim (Ö.195), Rey'de Cerîr İbn Abdi'l-Şamîd (Ö. 182), Horasan ve Mervde Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 181), Vâsıt'da Huşeym İbn Beşlr (Ö. 193) ve bu asırda Kûfe'de İbn Ebi Zâ'İde (Ö. 193), İbn Fuzayl (Ö. 196) ve daha sonraları Yemen'de 'Abdurrazzâk İbn Hemmâm (Ö. 211) ve Ebü" Kurra Müsâ İbn fârik olmuştur" [28].
İbn Hacer de, hadîslerin Hazreti Peygamber, ashabı ve tâbiîn devrinde tedvin edilmediğine temasla şöyle demiştir: "... Bu devirde hadîsler iki sebepten dolayı camilerde mudevven ve muretteb değildi. Birincisi, Müslim'in sahihinde de sabit olduğu gibi, Kur'ânı Kerîmle karışma korkusundan dolayı sahabenin tedvinden menedilmeleri; ikincisi ise, hafızalarının vüs'ati ve zihinlerinin akıcılığı idi. Çoğu yazı bilmiyordu. Fakat tâbi'ûn devrinin sonlarına doğru ulemanın muhtelif şehirlere dağılması, havâric, ravafız ve kader münkirleri gibi bid'at ehlinin ortaya çıkması üzerine, âsârın tedvini ve bâblara göre tasnifi başladı. Bu işe ilk defa girişenlerin başında er-Rebi Ibn Şubeyh, Sa'id İbn Ebî Arübe ve diğerleri vardı. Bunlar, üçüncü tabaka gelinceye kadar her babı ayrı ayrı tasnif ediyorlardı. İmam Mâlik el-Muvat-tâ adını verdiği kitabını tasnif etti. Bu kitapta Hicaz ehlinin hadîsini toplamış, sahabenin sözlerini, tâbi'ûn ve daha sonrakilerin fetvalarını da mezce-derek onu telif etmişti..."[29].
Gerek er-Râmuzul-hurmuz ve gerekse İbn Hacer tarafından tasnifin başlangıcı ile ilgili olarak verilen bu bilgi, şu husususu açıkça göstermektedir ki, hadîslerin konularına göre tasnif edilip bâblara ayrılması işi, ez-Zuhrl ile başlayan tedvin faaliyetinin hemen akabinde vukubulmuştur ve tedvin ile tasnif arasında uzun bir zaman aşımı yoktur. Yukarıda isimleri zikredilen ilk musannıflann vefat tarihlerine dikkat edilecek olursa, bunlardan büyük bir kısmının 124 senesinde vefat etmiş olan ilk mudevvin ez-Zuhrî devrine yetişmiş oldukları kolayca anlaşılır. Bu bakımdan tedvin ve tasnif faaliyetinin, hadîs tarihinde birbiri arkasından başladığını söylemek mümkündür. Ancak, yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, her ikisi de aynı değil, fakat ayrı ayrı faaliyetlerden ibarettir. Bu itibarla tedvin ile tasnifi birbirinden ayırmak ve her ikisinin başlangıç tarihlerini birbiriyle karıştırmamak lâzımdır. Bununla beraber, meselâ müsteşrik I. Goldziher, ikisi arasındaki farkı idrak edememiş ve her ikisinin başlangıcı hakkında verilen ayrı ayrı tarihler ara* sında bir tenakuz bulunduğunu iddia ederek tedvinin başlangıç tarihini çok daha sonralara götürmeğe çalışmıştır[30].
Hadîs ıstılahlarına dair ilk eseri telif etmekle şöhret kazanan er-Râmuzul-hurmuzinin, ilk musanniflerrdan verdiği bazı isimleri yukarıda zikretmiştik. İkinci asırda kitap tasnif edenlerin hepsi,şüphesiz ki,bu isimlerden ibaret değildir. Bununla beraber bu isimler, çoğunun eserleri zamanımıza kadar intikal etmemiş olsa bile, tasnif faaliyetinin, İslâm'ın çok erken bir devrinde başladığını göstermek bakımından büyük ehemmiyeti haizdir. Konumuzun ağırlığını hadîs tarihi teşkil ettiğine göre, ikinci asırda ortaya çıkan hadîs eserlerine ve müelliflerine işaret etmek elbette ki faydalı olacaktır.
ikinci asırda telif ve tasnif edilen hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkindir:
a) Siyer ve mağazî kitapları;
b) Sünen kitapları;
c) Câmi'ler;
d) Musannaflar;
e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar. [833]
İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur eden ve giderek geliştikten sonra, üçüncü asrın yine ilk yansında tamamiyle kuvvetten düşen mutezile ile, onun eliyle ortaya çıkan Kelâm ilmi hakkında bilgiler, bize şu gerçeği göstermiştir ki, mezheb, kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve hadîsçileri hedef olarak seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı prensipler yönünden, hadîs ve hadîsçilerle ters düşmüş; bunun neticesinde» iki taraf arasında ithamlara varan sert tartışmalar çıkmış, hattâ mezhep mensuplarının Halîfe el-Me'mun vasıtasıyle sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı tarafın tehdit ve işkencelerle imha edilmesi cihetine bile gidilmiştir.
Mutezile imamları, iyi veya kötü davranışlarını, aklî ve felsefî görüşlerini halka telkin edebilmek gayesiyle plânlarken, hadîsçilerin de sünnete dayalı inançlarını yaymak için gayret göstermiş olmalarını tabii karşılamak gerekir. Aslında hadîsçilerin dinî konularda sahip oldukları inanç, mutezileden farklı olarak, Kur'ân ve hadîste buldukları nassların ifade ettikleri manâdır; çünkü nassın sıhhati onlar için sabit olduktan sonra, o nass mutlak surette inanç hasıl eder. Bu bakımdan hadîsçiler için yapılması gereken ilk is., her biri bir amel veya bir inancı gerektiren hadîs metinlerinin rivayeti ve daha kolay istifade edilmesi için kitaplarda biraraya getirilmesidir. Halbuki mutezileye göre durum farklıdır. Onlar için nassın sıhhati, manâsının prensiplerine uygun olarak gelmesi halinde değer ifade eder. Aksi halde nassın sıhhatini ve dolayısiyle nassı inkâr etmekte tereddüt göstermezler.
işte, ikinci asırda hadîsçilerle mutezile kelâmciları arasında ortaya çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı, hadîsçilerin, Hazreti Peygamberin sünnetine dayalı amel ve itikadı, kelâmcıların eski Yunan felsefesi ile terbiye edip geliştirdikleri aklî muhakemelerinden ve onun tahripkâr tesirlerinden korumak için yoğun bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tesbit edilmiş, gerek mutezilenin ve gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadîslerin biraraya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve sıhhati ile ün salan buharideki îman, tevhîd, kader, Kitap ve Sünnete sarılma, haber-i âhâd gibi bölümler ve bu bölümler içinde yer alan hadîsler, kitabın, kesinlikle İslâm dinini mutezile ve benzeri mezheblerin tasallutundan korumak maksadıyle hazırlandığını isbat eder. Buna benzer bölümleri Müslim'in Şahidinde de görmek mümkindir.
Kutub~i Sitte musannıfları arasında bulunan ibn Mâce'nin bu konuda takip ettiği yol çok daha açık ve kesindir. Sünen adlı,eserine, sünnete tâbi olmanın gerekli olduğunu gösteren hadîsleri biraraya getirmekle başlamış, bunu sırasiyle, hadîsin ehemmiyeti, hadîste kasden yalan söylemenin kötülüğü, Hulafa-i Raşidînin sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfî rey ve kıyastan sakınma, iman, kader, ashabın faziletleri, havaric, cehmiyye (mute-zile)nin inkâr ettiği hususlar, iyi ve kötü olan sünnet (yol) i takip edenler, sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir, ibn Mâce, bu bâblarda zikrettiği hadîslerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin ağzından cevap vermek ve onların İslâm dışı görüşlerini çürütmek gayesi gütmüştür.
Kutub'i Sitte'nin zuhuru dolayısiyle hicretin üçüncü asrını, hadîs tasnifinin altın çağı olarak tavsif ederken, bu asırda tasnife hız veren âmillerin başında, mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm ilminin doğuşunu ve kelâmcılarla hadîsçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi zikretmiş bulunuyoruz. Ancak şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir kî, tasnife Hız veren âmiller sadece bunlardan ibaret değildir. Daha önce çeşitli vesilelerle üzerinde durduğumuz hadîs, vaz'ı da, tedvin ve tasnife hız veren âmillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir. Çünkü sahih hadîslerin belirli kitaplarda toplanması halinde, bu kitaplar dışında kalan hadîslere itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadîs toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadîsleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı hadîsler arasına mevzu olanlarını karıştırmamağa dikkat sarfettiği için, vücûda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkânı hasıl olmuştur. Bu bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadîs kitaplarının vücüd bulduğu, mütea-kıb asırlara bu konuda artık yapılması gerekli fazlaca bir işin bırakılmadığı bir devir olarak görülür. Hadîs hafızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış; hadîslerin isnadlanna, isnadların illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden mertebelerine vâkıf meşhur üstadlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadîs mecmuaları bu asırda onların eliyle vücûd bulmuştur. Bu asrı takip eden devirlerde her ne kadar bazı müstakil hadîs eserlerinin telif edildiği görülürse de, asıl telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan. eserlerdeki hadîslerin bir kitap içinde cem'ine, yahut isnadlarının hazfedilmek suretiyle İhtisarına, yahutta mustedrek veya mustahreclerhinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza müteakıb asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili hakkında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. İşte, üçüncü asrın hadîs ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayisiyladır ki onu altın çağı olarak vasıflandırmayı uygun gördük. [31]
FIKIH İLMİ
fıkıh, kelime olarak bir şeyi tam olarak bilmek ve anlamak anlamına gelmektedir. İslam fıkhı ise şeriatın yanı sıra Fakihlerin fetvalarıyla Müslümanların hayatına yön verme amacı güden, Müslümanların kurup geliştirdiği ilk ilim dalıdır. İslam hukukunun temeli fıkıhla atılmıştır. Kuran ve sünnetin cevap vermediği sorular, Fakihlerin çözümlemeleriyle cevaplandırılmış, böylece İslam fıkhı hızlı bir gelişme kat etmiştir. İslam karşıtları tarafından kendinden önceki Roma ve Yahudi hukukunu aldığı iddia edilse de İslam, yepyeni hükümlerle gelmiş ve kendi hukukunu da özgün bir seviyeye ulaştırmıştır.
Fıkıh kelimesi islâmın ilk devirlerinden zamanımıza kadar birkaç defa mefhum değiştirmiş, buna bağlı olarak da fıkıh için çeşitli tarifler verilmiştir. Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde fıkıh, tedvin edilmiş ayrı bir ilmin adı değildir. İtikad, amel ve ahlâk konularında, kitap ve sünnetten anlaşılan, elde edilen bilgiler fıkıhtır. "İlm" kelimesi de -bu devrede- aynı mânaya gelmektedir.
Ebû Hanîfe fıkıh'ı: "Kişinin, leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir." diye tarif ederken kelimenin şümûlü aynıdır. Ancak itikad, ahlâk... ilimlerinin mevzûları zenginleşip husûsîleşince fıkıh kelimesi itikad ve ahlâk bilgileri dışında kalan amel ve muamele ile alâlakı bilgilere, kaidelere tahsis edilmiş ve tarife "...amel cihetinden..." ifadesi eklenmiştir. İmam Şâfiî de fıkhı: "Dinin ameli hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir" diye târif etmiştir.(31)
.
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. (32)
Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.
Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır.
Bahsi geçen sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir problem olarak ortaya çıkmamıştır.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir. (33)
Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır.(34) Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.
Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır. (35)
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti. (36)
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur.(37)Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.(38)
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır.(39) Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması (40)
Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.(41)
Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.” (42)
Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.(43)
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.
Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur.
İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır.(44)
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
(1) Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/46.
(2) Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/47.
(3)Ebü Davud Süleyman b.el-Eşa's, es-Sünen li Ebî Davııd, 61 4604, İst. 1981, Çağrı.
(4)Maide, 5/67.
(5)Nahl, 16/44.
(6) Ebî Abdillah Muhammed b.Ahmed el-Ensarî el-Kurtubî, el-Cami"li Ahkami'l Kur' an. I/ 39, 2.B, 1945 Mısır, Daru’l Kütübü'l Mısriyye.
(7)Zerkanî, Muhammed Abdulazim, Menahilu'l- Irfan fi Ulıımi'l- Kur'an, I/31, ts. Kahire, Daru İhyai'l-Kütübü'l- Arabiyye
(8)tdv islam ansiklopedisi cilt: 40; sayfa: 285[TEFSİR - Abdülhamit Birışık]
(9)23 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, ı, f68. 2
" Cerrahoğlu, age, ı, 174.200
(10)ÇETİN,abdurrahma T.C.ULUDAĞ ÜNiVERSiTESiiLAHiYAT FAKÜLTESİ Sayı: 9, Cilt: 9, 2000
(11)TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ cilt: 40; sayfa: 291[TEFSİR - Mehmet Suat Mertoğlu]
(12)TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ cilt: 40; sayfa: 291[TEFSİR - Mehmet Suat Mertoğlu]
(13) 'Abdulvahnab Hall&f, Ulam teşrti tarihi, t. İS.
(14)Necm sûresi, 3.
(15)Prof. Dr. Talât Koçyiğit, HADİS TARİHİ, Türkiye, Diyanet Vakfı Yayınları: 11-15.
(16)El-Buhâri, Şahih, VI. 100.
(17)Nisa sûresi, 58.
(18) Bakara sûresi, 159.
(19) EI-Buhâri, Sahih, I. 37-38.
(20)Ebû Qatim tbn Hibûn, KUâbu't-Tirify M'l-niMrâfrlh, 10 b; Ahmed tbn Qanbel, Kİtö-*«V-'ıM, I. 62, 113; ez-Zehebt, Teikir*u'l-WJ*i, I. 6.
(21)Ebü H&tim İbn Hıbbân, adı geçen eseri, 10b; İbn ıAdt, eUKâmil, I. 2b; Ahıned İbn Jtaıı-bel, Kitöbu'f-Me/, I.
(22) Ez-Zehebİ, TezkUeSu.%f>uffâi, I. 7.
(23)Tercemesi hakkında bkz. İbn Hacet, el-Iföbe, 111. 96-97; Ibıutf-Egîr, Usdul-gâtbe
II. 306-307.
(24)Bu haber için bkz. Ebü NuSjym, gdye, III. 363; tbn 'Abdil-Beir, Cami* bey&m I. 76; tbn Kesir, d-Bidâye ve'n-nihâye, IX. 315; el-Kettanf, «r-RUâU d-Mıutafra/a, s. 4,
(25)El-Kettânt, erRUale eLMustafrafa, s. 4.
(26)Ebu Nuaym, HUye, III. 360; ez-Zehebf, Târ^u'l-tilâm, V. 145; îbn Çacer, T«hif-4uV(«A?ft, IX. 448.
(27) Ebü Nu'aym, HUye, III. 361; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, IX. 344; V. 141.
(28)Ebü Nu'aym, HUye, III. 361; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, IX. 344; V. 141.
(29) îbn Hacer, Hedyu's-târî, s. 4—5.
(30)Bkz. Etüde* sur la tradition Islamiçue, s. 26S-267
(31) Prof. Dr.talat Koçyiğit,hadis tarihi,tdv vakfı yayınları:229-231
(31) Tehânevi, Keşşâfu-Istılâhâti'l-Fünûn, mukaddime.
(32) Fahrettin Atar, M.Ü.İ.F.Dergisi, “İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, Sayı: 3, sayfa:21-22, İstanbul 1985
(33) İbn Kayım, İ’lâmü’l-muvakkıin, I, 17.
(34) Fahreddin Atar, M.U.İ.F. Dergisi, “ İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, sayı 3, s.26
(35) Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İstanbul 1989, s. 115.
(36) Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.162.
(37) Muhammed el-Hudarî, İslam Hukuku Tarihi, terc. Haydar Hatipoğlu, İstanbul 1987, s.159.
(38) Hudarî, İslam Hukuku Tarihi, terc. Haydar Hatipoğlu, s.159-169; Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.161-167; Fahreddin Atar, Fıkıh Usulü, s.355-359
(39) Hayreddin Karaman, Ders Notları, s.45
(40) Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.170-171; Atar, Fıkıh Usulü, s.361-362
(41) Atar, M.U.İ.F. Dergisi, “İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, sayı:3, s.30
(42) Hudarî, İslam Hukuku Tarihi (terc. Haydar Hatipoğlu), s.320
(43) Atar, Fıkıh Usulü, s..365-366.
(44) Karaman, Ders Notları, s. 17.
Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati
hülasası nedir?
Hamdi KARANFİL
Öğrenci No: 14912718
Tezli Yüksek
Lisans
TEFSİR ve
TARİHİ OLUŞUM SÜRECİ
Kur’an’ın terim anlamıyla
ilgili olarak çeşitli tanımlamalar yapılmış, bunlar büyük ölçüde bir araya
getirilerek şöyle bir tarife ulaşılmıştır: “Kur’an, Allah tarafından Cebrâil
vasıtasıyla mahiyeti bilinmeyen bir şekilde son peygamber Hz. Muhammed’e
indirilen, mushaflarda yazılan, tevâtürle nakledilen, okunmasıyla ibadet
edilen, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle biten, başkalarının benzerini
getirmekten âciz kaldığı Arapça mûciz bir kelâmdır.” Bu tarife göre Hz.
Peygamber’e indirilmeyen kitap ve sayfalara, Kur’an’ın tercümesine veya
Kur’an’ın mânalarının Arapça olarak başka kelimelerle ifade edilmiş şekline,
Hz. Osman’ın mushaflarının hattına uymayan kıraatlere ve kutsî hadislere Kur’an
denilemez.Kur’an’ın göndriliş amacı onun mesajlarını anlama ve hayat aktarmadır.Bu
maksadı gerçekleştirmek için onun doğru şekilde anlaşılması gerekir.Bunun
içinde Hz Peygember’in teybin görevi bu görevi ifa etmekteydi.Hz Peygamberin vefatından sonra
Kur’an mesajının ve vahyin anlaşılması tefsir ilminin konusu olmuştur.
“Allah’ın Kur’ân-ı
Kerîm’deki muradını beşerin gücü oranında bulmaya yardımcı olan bir ilim dalı
anlamında kullanılan tefsir,sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr
kökünden türeyen tefsîr “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki
kapalılığı gidermek” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu için fesr ve aynı
anlamda tefsire kelimeleri kullanılırsa da tefsir yaygınlık kazanmıştır. Tefsir
kelimesinin maklûb olduğu ve fesr ile benzer anlamlar taşıyan sefr kökünden
geldiği de ileri sürülmüştür. Sefr kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki
sarığın alınmasıyla başın ortaya çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi
“bir şeyin üzerindeki perdenin kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin
aydınlanması” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir. İnsanın iç yüzünü,
tabiatını ortaya çıkaran “sefer” de bu kökten gelmektedir
Süyûtî tefsir ilmini öğrenmenin farz-ı kifâye olduğu konusunda
ulemânın icmâ ettiğini bildirmekte ve İslâm’daki üç temel ilimden birini tefsir
diye göstermektedir (el-İtķān, II, 1195). Tefsirin konusu Allah’ın insanlar
için gönderdiği son ilâhî tebliği incelemek, amacı ise bu tebliği her seviyeden
insana anlatıp tanıtmak, bununla insanların yolunu aydınlatmaktır.
Kur’an’a muhatap olan insanlar, onu başından itibaren Hz.
Peygamber’in kendilerine tebliğ ettiği ve onlara ulaştığı haliyle kavramış ve
öylece kabul etmiştir.
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir
ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri
ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis
kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an
tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in
Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer
yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan
bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazan
da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın
giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi,
âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir.
Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını
takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan
etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır.
Hz Peygamber’in vefatından sonra Kur’an’ı açıklama işiyle , bilgili ve kavrayışlı sahabiler
meşgul olmuşlardır.Onlar, Kur’an ayetlerinin hangi maksatla, kimler hakkında
veya hangi hadiselerle ilgili olarak indirildiğini bilen insanlardı.Onun için
sahabe’nin Kur’an metniyle vakıa arasındaki irtibatı, daha sıhhatli bir şekilde
kurabildiklerini kabul etmek gerekir.Bu çerçevede sahabe’nin özellikle Esbabu’n-Nüzul’la ilgili
açıklamaları, sonraki nesiller için Kur’an’ın tefsirinde ve anlaşılmasında
kıymetli malzemelerdir.
Sahabe asrında Tefsir sahasında meşhur isimler şunlardır.
Ali b.Ebi Talib,Abdullah b.Mes’ud, Abdullah b.Abbas, Ubeyy b.Ka’b,
Ebu Musa el-Eşari, Zeyd b.Sabit, Abdullah b.Zübeyr. İlk dönem tefsir okulları
arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi
için, “Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde
dua ettiği İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Tefsirle ilgili kendisinden en fazla
görüş nakledilen sahabi Abdullah b.Abbas’tır.Ona Tercumanü’l-Kur’an adı
verilmiştir. Onun arkadaşları ve öğrencileri
arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân ve
Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn
Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde
güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek
olanlar da vardır.
Tefsirde bir diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b.
Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî,
Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah
b. Vehb gibi âlimler mevcuttur. İlk müslümanlar arasında yer alan ve tefsire
dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un
öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar
güçlüdür.
Sahabe neslinden sonra doğal olarak Tabiün nesli Kur’an tefsiriyle
ilgilenmiştir.İslam devletinin sınırları kısa bir zamanda Arap Yarımadasının
dışına taşmış, Arap olmayan , kendilerine mevali denilen insanlar, İslam Ülkesinin çeşitli
beldelerine dağılansahabenin Kur’an hakkındakibilgilerinden istifade
etmişlerdir.Mesela Mekke’de Said b. Cübeyr, Mücahid, İkrime, Ata b. Ebi Rebah
gibi tabiün müfessirleri İbn Abbas’ın talebeleri olmuşlardır.Irak’ta Mesruk,
Hasan’ül-Basri ve Katade gibi zatlar Abdullah b. Mes’uddan ilim almış ve tefsir
sahasında meşhur olmuşlardır.
Tabiün devrinde de Kur’an
Tefsiri bazı kelimelerin açıklanması,
bazı müşkillerin izahı tarzında ortaya çıkmıştı.Tabiün müfessirlerinin
açıklamalarının bir kısmı, sahabeden gelen rivayetlerdi.Bir kısmı Ehli Kitap
alimlerinden elde ettikleri bilgilere
dayalı yorumlardı.Ayrıca onlar, bazı koularda kendi içtihadlarına dayalı açıklmalarda yapıyorlardı; ancak başlangıçta tefsirde akli
yorumlara fazla yer olmadığı söylenmektedir.Bu konuda bir çekingenlik vardı.Onun
için tefsir, ilk dönemlerde Hz Peygamber’den sahabeden ve tabiündan nakledilen
rivayetlerden oluşmaktaydı.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir.
Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin
anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile
oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak
kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların
nakledilmesi etkili olmuştur. Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren
yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde
bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de
tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında
muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukātil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an
tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr: Tefsîru Muķātil b. Süleymân) ve tefsire dair diğer
eserleri tefsirlerin ilklerindendir
Tarihi seyri içinde baktığımızda tefsir, ilk olrak rivayet tefsiri
şeklinde ortaya çıkmıştır, önceleri Hadis geleneğinin içinde yer almışken,
sonraları tefsir rivayetlerini toplayan müstakil tefsir eserleri yazılmaya
başlanmıştır.İlk tefsirler, hicri II.asırdan itibaren ortay çıkmıştır.Hangi
müfessirin daha önce müstakil tefsir eseri vucuda getirdiği konusu tartışmalıdır.Çünkü ilk tefsirlerin
çoğu bize kadar ulaşmamıştır.Günümüze kadar gelebilen ilk tefsir sahifelerinin
sahipleri ni şöyle sıralayabiliriz.
Ali b.Ebi Talha(ö.143/760)
Mukatil b.Suleyman (ö.150/767)
Sufyanu’s-Sevri (ö.161/778)
Yahya b. Sellam (ö.200/815)
Abdurrezzak b.Hemmam (ö.211/827)
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî
(filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik
kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm
toplumundaki fikrî gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i
Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve
büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle
karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına
ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve
ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri
i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân,
müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan
Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi kabul görürken öte yandan Kur’an’ı
yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen
kaynaklar olarak görülmüştür. Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere
dayanan tefsirle dil tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y
tefsiri birlikte devam etmiştir
İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz niteliğindeki
çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada
öncülük yaparken öte yandan dağınık halde bulunan tefsir rivayetlerini bir
araya getirmiş ve tefsirin tedvini için önemli bir hizmet görmüştür.
CâmiǾu’l-beyân Ǿan teǿvîli âyi’l-Ķurǿân adını verdiği eseri genellikle bir
rivayet tefsiri olarak kabul edilse de iyi bir inceleme onun aynı zamanda
dirâyet tefsirine ait pek çok unsur içerdiğini ortaya koyar. Nitekim son
zamanlarda Taberî’nin tefsirinin dirâyet yönüne dikkat eden çalışmalar
yapılmaktadır. Taberî’den sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa
da farklı metotlarla onun eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır.
Bunların içinde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin
Mefâtîĥu’l-ġayb’ını özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın küçük yerinde
yayılması ile İranlılar’ın, Türkler’in, Türkistanlılar’ın, Kafkas kavimlerinin,
Hintli müslümanların, Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın,
Endülüslüler’in yazdığı çok sayıda tefsir meydana getirilmiştir.
Kaynakları ve Yöntemleri Bakımından Tefsirler. Âyetlerin tefsiri
esnasında başvurulan kaynaklara göre yapılan bir taksimde ağırlıklı olarak
rivayet bilgilerini kullanan yaklaşımla aklî muhakemeye dayanan şahsî
değerlendirmeleri ve re’y ile tefsiri önceleyen yaklaşım belirleyicidir. Bu iki
yaklaşım göz ardı edilmemekle birlikte bunların yanında sezgiyi de işin içine
katan ve Kur’an’ı tefsir ederken bazı işaretleri önemseyen bir yaklaşım biçimi
de vardır. Ayrıca geniş ölçüde dil tahlillerine yer veren ve filolojik bir amaç
güden tefsirler mevcuttur. Müfessirlerden bu dört yöntemi karma biçimde
kullananlar da vardır.
1. Rivayet Tefsiri. Tefsir için kaynak olarak sadece Kur’ân-ı
Kerîm’in, Resûl-i Ekrem’in sünnetini, sahâbeyi ve sahâbeden faydalanan nesli
esas alan ve “me’sûr tefsir” diye de adlandırılan rivayet tefsiri yaklaşımına
göre müfessir bu yollarla gelen bilgiyle yetinir ve Kur’an’ı bu kaynaklara
dayanarak yorumlar. Şüphesiz Kur’an’ın en iyi müfessiri Kur’an’ın kendisi ve
Allah resulüdür. Sahâbe ise vahiy döneminde yaşadığı, âyetlerin kimler hakkında
ne zaman indiğini gözlemlediği, Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirini işittiği ve
Kur’an’ın getirdiği hükümlerin uygulamasını gördüğü için tefsirde önemli bir
kaynaktır. Tâbiîn ise sahâbenin aktarmadığı pek çok uygulamayı onlardan görerek
sonraki nesillere taşımıştır. Burada en önemli sorun anılan dört kaynağın
Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri için yeterli olup olmadığıdır.
Selefin
önde gelen imamları, özgün bir düşünce ve özgür bir yaklaşımla Kur’an'ı tefsir
etmeyi doğru bulmuyorlardı. Onlara göre Kur’an tefsirinde en doğru ve başarılı
yöntem nakle bağlı kalarak yapılan tefsirdir. Nakle dayanmayan tefsirler ya "keyfi"
ve "aklî", ya da"zan" ve "tahmin"
den ibarettir ki, bu da "ilim" değildir. Bu durumda bir
şeyin ilim olarak nitelendirilebilmesi ise, o şeyin isnâd zinciri yoluyla gerçek
ilim ehli olan ilk râvisine ulaştırılmış, kulaktan kulağa nakledilen rivayet
olması şarttır ve ancak bu şekilde gerçeğe mümkündür.
Rivayet
tefsiri: "Kur’an'a, Hz. Peygamber'in sünnetine, seleften naklilen
haberlere, Arap dili ve Câhiliye Arap şiirine dayanan tefsir" diye
tanımlanabilir. Buna göre Rivayet tefsirinin kaynakları, Kur’an, sünnet, sahabe
ve tâbiûn kavilleri ve hiçbir müfessirin müstağni kalamayacağı filolojik yani
dilbilimsel tefsirin vazgeçilmez iki unsuru olan Arap Dili ve Câhiliye
şiiridir.
Meşhur
Rivayet Tefsirleri
1. İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922), Câmiu'l-Beyân an Te'vîli'l-Kur’an. (Bu
tefsir her ne kadar rivayet tefsirinin özelliklerini taşıdığı için söz konusu
tefsirler arasında sayılıyorsa da, şunu kabul etmek lazım ki Câmi'u'l-Beyân
ayrıca dirayet tarafı da ağır basan birkaç önemli, tefsirden biridir.)
2. Ebu'I-Leys es-Semerkandî (ö. 61.383/993), Tefsîru'l-Kur’ani'l-Azîm.
3 Ebû İshâk es-Sa'lebî (ö. 427/1036), el-Keşf ve'l-Beyân.
4. el-Beğavî (ö. 516/1122), Me'âlimu't-Tenzil
5. İbn Atiyye el-Endülüsî (ö. 546/1151), el-Muharreru'1-Vectz fî
Tefsîri'1-Kitâbi'l-Azîz.
6. İsmail İbn Kesîr (ö. 774/1372), Tefsîru'l-Kur’ani'l-Azîm.
7. es-Se'âlibî (ö. 875/1470), el-Cevâhiru'l-Hisân fi Tefsiri'l-Kur’an.
8. es-Suyûtî (ö. 9U/1505), ed-Dürrü'l-Mensûr fi't-Tefsîr bi'l-Me'sûr.
9. el-Kâsımî (ö. 1332/1914), Mehasinu't-Te'vîl, (Tefsîru'l-Kâsımî)
2. Dirâyet Tefsiri. Re’y tefsiri ve aklî tefsir de denilen bu
yönteme göre müfessir rivayet tefsirinin kaynaklarını ve yöntemini kullanmakla
yetinmez; yer yer bu kaynakların verilerini eleştirir, rivayetin ortaya koyduğu
bilginin yetersiz kalacağı düşüncesiyle ilgili âyeti veya sûreyi yorumlamaya
çalışır. Bu tefsir tarzında müfessir daha aktiftir; elinde bulunan kaynakları
akıl süzgecinden geçirir, bir bakıma ictihad yapar. Dirâyet tefsiri, ulemânın
sonradan ihdas ettiği bir yöntem olmayıp kaynağını bizzat Kur’an’ın kendisinden
ve Resûl-i Ekrem’in Kur’an’ı yorumlama biçiminden alır. Zira Allah birçok
âyette insanı Kur’an üzerinde düşünmeye teşvik etmekte, Hz. Peygamber de lafzın
günlük dildeki kullanımı dışında başka anlamlara da gelebileceğini söylemekte,
kişinin bu konuda dikkatli olmasını ve aklını kullanmasını öğütlemektedir. Adî
b. Hâtim’in orucun başlama vaktini (imsak) tayin eden âyeti (el-Bakara 2/187)
yanlış anladığını gördüğünde bu ifadedeki beyaz iplik ve siyah iplikle gecenin
karanlığının ve gündüzün aydınlığının kastedildiğini söylemiştir (Buhârî,
“Tefsîr”, 2/28). Sahâbeden ve tâbiînden birçok kimse Kur’an’ı anlamaya
çalışırken kendilerine ulaşan bilgilerin yanında re’y tefsirine de
başvurmuştur. Nasr sûresinin tefsirini arkadaşlarına soran Hz. Ömer sohbete
genç sahâbî İbn Abbas’ı dahil etmiş ve onun yaptığı aklî yorumu beğenerek ona
iltifat etmiştir
Dirayet
tefsiri, yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere
dayanılarak yapılan tefsir demektir. Buna re'y ve aklî tefsir de denir.
Dirayet
tefsiri bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bildiğimiz kadarıyla
Kur’an'ın ilk muhatapları oldukça sade bir hayat yaşıyordu. Onların yaşayışları
Kur’an'ın ana prensipleri istikametinde devam edip gittiği için, o dönemde
Kur’an'ın anlaşılması noktasında pek problem ortaya çıkmıyordu. Aynca
Müslümanlar herhangi bir mesele ile karşılaştıklarında Hz. Peygamber (sav)'e
başvurup onu çözüme kavuşturabiliyorlardı. Ancak bir taraftan İslâm
coğrafyasının genişlemesi neticesi yeni hadiselerin, felsefî fikirlerin ve
mezheplerin ortaya çıkması, diğer taraftan da nübüvvet asrından uzaklaştıkça
Müslümanların bilgi ve kültürlerinin zayıflaması, hem daha önce üzerinde
durulmayan nasslann, hem de açıklanmış olmakla birlikte yeniden ele alınması
gereken âyetlerin tefsirini zorunlu hale getirmişti. İşte böyle hassas bir
dönemde söz konusu edilen tefsirin, rivayet kaynakları yanında içtihada da yer
vermesi icap ediyordu. Böylece bahis konusu doğal süreç sonunda dirayet
tefsirinin kaynakları da ortaya çıkmış oldu.
Dirayet
tefsirini rivayetten ayıran en belirgin özellik, müfessirin herhangi bir
meselede kendi görüşüne yer vermesidir. Ancak bu onun rivayet tefsir
kaynaklarını hiç kullanmayacağı anlamına gelmez. Burada takip edilecek en
sağlıklı yöntem öncelikle rivayet tefsiri için söz konusu edilen kaynaklara
başvurmak ve o kaynaklardan elde edilen bilgileri akıl süzgecinden geçirmektir.
İşte bu da içtihâdda bulunmak demektir. Ancak bu, müfessirin tefsir ettiği nass
hakkında bahis konusu kaynaklarda bilgi bulamadığı, ya da kendisine ulaşan
rivâyetlerdeki ihtilâf veya tutarsızlıkları ortadan kaldırmak istediği zaman
müracaat edeceği bir yoldur. Bu da demektir ki, herhangi bir âyetin tefsiri
esnasında yorum yapacak müfessirin bir taraftan rivayet tefsir kaynaklarını
kullanabilecek bir alt yapıya, diğer taraftan da bu kaynalardaki çelişki ve
tutarsızlıkları Kur’an ve sahih sünnetin ruhuna uygun bir sonuca kavuşturma
hususunda içtihâd edebilecek bir bilgi birikimine sentez kabiliyetine ve yorum
gücüne sahip olması gerekmektedir. Ancak böyle bir yeteneğe ve güce sahip olup,
Kur’an'ı söz konusu tarzda tefsir edecek müfessirin yapacağı yorum da, bir
taraftan lafızların zahiri manalarına, Kur’an ve sahih sünnete ters düşmemeli,
diğer taraftan da yapılacak o yorumu destekleyici nitelikte bir nas
bulunmalıdır. Aksi takdirde ortaya konulan görüş, mücerred re'ye dayanacağı
için mezmum ve haram sayılmıştır.
Meşhur
Dirayet Tefsirleri:
1. ez-Zemahşerî (ö. 538/949), el-Keşşâf an Hakâiki't-Tenzîl.
2. er-Râzî
(ö. 606/I209), Mefâtîhu'l-Gayb.
3. el-Beydâvî (ö. 685/1286), Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vil.
4. en-Nesefî (ö. 710/1300), Medâriku't-tenzîi ve Hakâiku't-Te'vil.
5. el-Hâzin (ö. 741/1340), Lübâbu't-Te'vîl fî Me'âni't-Tenzîl.
6. Ebû Hayyân (ö. 745/1344), el-Bahru'l-Muhît.
7. Hatib eş-Şirbînî (ö. 977/1570), es-Sirâcu'l-Münîr.
8. Ebu's-Suûd Efendi (ö. 982/1574), İrşâdu'l-Akli's-Selîm ilâ
Mezâye'l-Kur’ani'l-Kerîm.
9. el-Âlûsî
(ö. 1270/1853), Rûhu'l-Me'âni fî Tefsîri'1-Kur’ani'l-Azîm
ve's'Seb'i'l-Mesânî.
10. Reşid Rızâ (ö. 354/1935), Tefsîru'l-Menâr
11. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1362/1942), Hak Dini Kur’an
Dili.
12. el-Merâğî (ö. 1365/1945), Tefsîru'l-Merâğî.
13. Ebu'l-'A'lâ, el-Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’an
3. İşârî Tefsir. Kur’an’ın keşf ve ilham yoluyla açıklandığı
tefsirler için kullanılan bu tabir yerine “remzî tefsir” veya “tasavvufî
tefsir” de denir. Bu tefsir biçiminin tutarlı bir esasa dayanmayan bâtınî
tefsirden ayrılan yönleri vardır. Her ne kadar bu türden tefsir yazanlar
kendilerinin Kur’an’ın iç anlamıyla uğraştıklarını söyleseler de çoğunlukla
zâhirî mânaya karşı çıkmamışlar, açık nasla ortaya konan hükümleri inkâr
etmemişlerdir. Onlar bu tefsir şeklini insanın gönül ve his dünyasının bir
yansıması olarak görürler ve âyetlerin iç yorumlarına ulaşmak için bilgi
birikimi ve tefekkür kabiliyeti yanında ahlâkî olgunluğun gerekliliğine vurgu
yaparlar; Kur’an’ın dış anlamını Arapça bilenlerin, iç anlamını yakīn ehli olan
âriflerin bildiğini ifade ederler.
İşârî tefsirde tedvin dönemi sahâbe sonrasına rastlar. Hasan-ı
Basrî’nin adı işârî tefsirde de öne çıkar. Onun şahsındaki âlimlik ve zâhidlik
tefsir yorumlarına yansımıştır. Bazı işârî yorumlar ondan talebelerine intikal
etmiş, nihayet Sehl et-Tüsterî’nin Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm adlı eseriyle
işârî tefsir kayda geçirilmiştir. Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’nin
Ĥaķāǿiķu’t-tefsîr’i, Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin Leŧâǿifü’l-işârât’ı, Rûzbihân-ı
Baklî’nin ǾArâǿisü’l-beyân’ı, Necmeddîn-i Dâye’nin Baĥrü’l-ĥaķāǿiķ
ve’l-meǾânî’si, Abdürrezzâk el-Kâşânî’nin Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân’ı, Hüseyin Vâiz-i
Kâşifî’nin Mevâhib-i ǾAliyye’si, Baba Ni‘metullah b. Mahmûd en-Nahcuvânî’nin
el-Fevâtiĥu’l-ilâhiyye ve’l-mefâtîĥu’l-ġaybiyye’si, İsmâil Hakkı Bursevî’nin
Rûĥu’l-beyân’ı ve Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî’nin Rûĥu’l-meǾânî’si işârî
tefsirin klasiklerinden sayılır.
4. Lugavî/Filolojik Tefsir. Ağırlıklı olarak ilk dört asır
içerisinde (VII-XI) meydana gelen, daha çok lafızların ve cümlelerin delâletini,
Kur’an’ın üslûbunu, dil inceliklerini, Kur’an metnindeki iç bütünlüğü dikkate
alan bu çalışmaların amacı âyetlerin anlamında ortaya çıkabilecek kaymaların ve
yanlış yorumlamaların önüne geçmektir. İslâm toplumunun genişlemesi ve Arap
olmayan unsurların İslâm’a girmesiyle bir yandan Kur’an’ın indiği dil
safiyetini kaybetmeye başlamış, öte yandan Arapça’yı anlayanların oranı
azalmıştır. Çeşitli düşüncelerle ortaya çıkan aşırı fırkaların Kur’an’ı
yorumlarken kendilerini kayıt dışı tutma ve Kur’an’ı serbest şekilde yorumlama
arzuları da lugavî tefsir hareketinin önemli etkenlerindendir. Sahâbe döneminde
başlayan Kur’an lafızları ve ibareleriyle ilgili çalışmalar, Arap dilinin kayda
geçirilmesi ve dil okullarının ortaya çıkmasıyla birlikte daha sistemli bir
seyir takip etmiştir. İ‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân gibi dil
ilimlerinde kısa bir zaman içerisinde yüzlerce eser meydana getirilmiştir .
Tefsir rivayetleri, günümüze kadar değişik biçimlerde ve
muhtevalarda tezahür etmiştir.İslam toplumunun tarihi, kültürel, ilmi, fikri,
ekonomik,siyasi, ahlaki, sosyal vs. dönüşüm seyri içerisinde müfessirler,
içinde bulundukları ortamların da etkisiyle Kur’an’ı çeşitli yönleriyle tefsire
ve yorumlamaya çalışmışlardır.
HADİS ve TARİHİ
OLUŞUM SÜRECİ
İslam Dini’nin
iki temel kaynağı vardır. Bunlar yüce kitabımız Kur’an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in Sünneti’dir. Ashâb–ı kirâm, İslâm dinini, Kur’an-ı Kerîm, Hz.
Peygamber’in şahsı ve onun sözlü veya fiilî tebliğ ve tâlimâtı demek olan
hadislerinden meydana gelen sünnetiyle bir bütün olarak tanıdı. Hz.
Peygamber’in vefatından sonra İslâm dini, Kitap
ve Sünnet’in ortaya koyduğu esaslar
çerçevesinde anlaşıldı ve yaşanmaya çalışıldı. Daha ilk halîfe Hz. Ebû Bekir
zamanında Kur’an âyetleri bir araya toplandı. Bizzat Hz. Peygamber’in izniyle
kendi devrinde başlayan sünneti ezberleme ve yazarak derleme çalışmaları ise,
zaman içinde giderek hız ve yaygınlık kazandı. İlk bir buçuk asırda tamamen
yazılı hale getirilmiş olan sünnet bilgi ve belgeleri, ikinci ve özellikle
üçüncü hicrî yüzyılda büyük hadis kitaplarında toplandı. Bugün bizim hadis
kitaplarında gördüğümüz bu yazılı metinler, birer sünnet belgesi olarak hadis
adıyla anılageldi.
Bir
toplum için müşterek hafıza müşterek kültür demektir. Müşterek hafızanın
parçalanması veya unutulması toplumun varlığı için bir tehlikedir. Çünkü hiçbir toplum müşterek bir hafızaya sahip olmadan meydana
gelmez ve geldikten sonra da varlığını sürdüremez. İslâm toplumunun teşekkülü,
entegrasyonu ve idamesi, yaşayan sünnetin ifadesi olan hadislerde tecessüm eden
söz konusu müşterek hafızanın toplumun bütün katmanlarına yayılması ve
muhafazası ile mümkün olmuştur. Bu
bağlamda sünnetin bütün Müslümanlar tarafından
benimsenen ve hayatın her alanını kapsayan davranış modelleri sağlayarak
belirleyici bir rol oynadığı tarih boyunca müşahede edilmiştir.
İslam
toplumunda hem
nesiller arası hem de bölgeler arası kültürel entegrasyon, hadis rivayetinin
İslâm toplumunun her kesimine nüfuz etmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Hadis
âlimleri Hz. Peygamber'in örnek davranış tarzını bütün Müslüman toplumlara
yayarak tüm dünyada ortak bir Müslüman kimliği oluşmasına katkıda
bulunmuşlardır. Eğer hadis âlimleri Nebevî sünneti yayarak
ortak bir davranış ve sosyal hayat tarzını hâkim kılmasalar ve hadisi bir
referans olarak yerleştirmemiş olsalardı, ne nesiller ne de bölgeler arası bir
müşterek kültür ortaya çıkabilirdi. Aksi takdirde farklı nesiller, farklı
düşünür ve yaşardı. Farklı bölgelerin insanları Kur’an'ı farklı yorumlayıp
uygulardı.
Hadislerin
kültürel önemini izahta, hadis metinlerinin içeriği kadar, hadis rivayet ağı
olan isnad sisteminin ne denli önem arz ettiğinden yararlanabiliriz. Hadis
rivayet ağı, günümüz dünyasında bilinen kayda geçmiş en geniş ve en uzun ömürlü
sosyal ilişkiler ağıdır. Benzer bir sosyal ilişkiler ağı henüz sosyal
bilimciler tarafından keşfedilmemiştir. Böyle bir ağa İslam dışı kültürlerde
rastlanmamaktadır. Hadis âlimlerinin övünerek ifade ettikleri gibi isnad İslâm
medeniyetine has bir kurumdur, başka medeniyetlerde yoktur. Başka
medeniyetlerde sistemli ve tenkitli bir şekilde kaynak gösterme âdeti son
derece yeni bir uygulamadır. Özellikle Hıristiyanlık ve Yahudilik'te benzer bir
unsura rastlanmamaktadır. Bu kültürlerde rivayet sistemlerinde isnad ile kısmî
benzerliklere rastlanabilir ama bir sistem olarak isnad sistemi ile mukayese
edilebilecek bir yapı gözlemlenmemektedir.
Ashab döneminde
hadis
rivayetinin merkezi Medine olmuştur. Ancak daha sonraki dönemlerde Medine
merkez olmaktan çıkmıştır. Merkez Şam'a, Bağdad'a ve İran'a kaymıştır.
Müteakiben, önde gelen belli bir merkeze sahip olmayan çok merkezli bir sosyal
yapı ortaya çıkmıştır. Eğer hadis rivayeti sadece Medine ile sınırlı kalsaydı,
sünnet bütün İslam dünyasına yayılmaz, sadece belli bir kesimin kültürünü ve
hayatını etkilerdi. Ancak durum böyle olmamış, daha başlangıçtan itibaren
İslam'ın gittiği her yere sünnet de gitmiştir. Zaten sünnet olmadan İslam'ı
tasavvur etmek mümkün değildir.
Hadis rivayeti
Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar kesintisiz olarak devam etmiştir. Her
nesil ilim akışını sağlayan bu zincir içinde bir halka vazifesi görmüştür.
Böylece Sünnet bütün nesillerin kültür ve hayatını şekillendirmiş, nesiller
arası kültür birliği sağlanmıştır. Ancak bir de bunun tersini düşünelim. Eğer
bir veya birkaç nesilde hadis rivayet zinciri kopsaydı, bir daha bu zincirin
yeniden inşası mümkün olmazdı. Bunun sonucu olarak da nesiller arası kültür
farklılığı doğar, çağlar boyunca süren İslam kültür birliği gerçekleşemezdi.
Hadis Tarihi,
hadis ve sünnetin günümüze ulaşana kadar geçirdiği evreleri inceleyen bir ilim
daldır. Eski zamanlarda “hadis tarihi” adıyla müstakil bir alandan
bahsedilmezken, hadis ilimleri içerisinde erimiş, kaynaşmış bir tarzda ele
alınırdı. Özellikle Batı’da yeni bilim anlayışlarına paralel olarak gelişen
bilim tarihlerinden ilhamla “hadis tarihi” ihdas olunmuştur. Hadis Tarihi’nin
amacı, hadis metinlerini doğru anlayabilmek ve yorumlayabilmek için, hadisin
tarihi geçmişini ortaya koymaktır. Bu tarihi geçmiş içerisinde yaşananlar,
hadis malzemesinin başından geçenler ortaya konmalıdır ki, hadis metinlerinin
doğru ve sağlıklı bir şekilde anlaşılması temin edilebilsin.
Başlangıçtan Günümüze Kadar Hadîs İlminin
Geçirdiği Devreler
Hadîs ilimleri tedrîcî bir gelişme
göstermiştir. Doğuş Dönemi olarak adlandırılabilecek hicrî I. asrın sonuna
kadar uzanan sahâbe asrının iki belirgin özelliği vardır; hadîslerin ashâb-ı
kirâm tarafından ezberlenmesi ve hadîslerin yazıya geçirilmesi.
Takip eden hicrî II. asrın başından III. asrın evveline kadar süren Tekâmül
Döneminde ise hadîs ilimleri gelişmiştir. Bu gelişmenin nedeni olarak;
insanlarda hıfz melekesinin zaafa uğraması, zaman diliminin açılması nedeniyle
senedlerin uzaması, buna ek olarak hadîs râvîlerinin çoğalması, siyasî ve
itikâdî mezhepler ve gruplaşmaların ortaya çıkması gibi olumsuz gelişmeler
karşısında İslâm alimlerinin muhtemel zararların önüne geçebilecek tedbirler
alma gayretlerini tespit etmek mümkündür. Tekâmül Dönemini hicrî III. asırdan
IV. asrın yarısına kadar süren ve “hadîs edebiyatının altın çağı” denmeye sezâ
tasnif asrı gelir. Çünkü bu asırda sünnet ve sünnetle ilgili ilimler tam
anlamıyla tedvîn ve tasnîf edilmiş, hadîs kitaplarının en değerlileri olan
“Kütübü Sitte” bu devrede telif edilmişlerdir. Bereketlenme Dönemi olarak
isimlendirilen IV. asrın ortalarından VII. Asrın başlarına kadar uzanan dönemde
ulema, geçmiş alimlerin ilk tedvîn devri eserleri üzerine eğildi; bir branşta
yazılmış olan muhtelif eserlerdeki bilgileri birleştirdiler, öncekilerin ihmal
ettikleri konuları tamamladılar, hadîs ilimleri konusunda tedvin faaliyetleri
artarak devam etti. VII. asırdan X. asıra kadar devam eden döneme Olgunlaşma
Dönemi denir ki, bu dönemde hadîs ilimlerine ait eserler kemâle ulaşmıştır. Bu
ilmin bütün branşlarını içine alan eserler ortaya konmuştur. Duraklama Dönemi
adı verilen X. asırdan XIV. asra kadar süren dönemde nazım ve nesir olarak
hadîs ilimlerinde özet çalışmalar çoğalmış, konuların derinliklerine
girmeksizin önceki müelliflerin sözleri üzerinde lafzî münakaşalar ulemayı
meşgul etmiştir. XIV. asırdan günümüze kadar gelen dönem içinde, İslâm
dünyasının başka kültür havzalarıyla temasının neticesinde ortaya çıkan
tehlikeler, sünnet etrafında oryantalistler tarafından ortaya atılan ve müstağribler
tarafından da aynen iktibas edilen ve benimsenen birtakım şüpheler baş
gösterdi. Şüphe belirtilen konular etrafında eserler yazmak, onların yanlış ve
iftiralarını reddetmek gerekmekteydi. Keza mevcut hadîs ilimleri hakkında telif
usulü de yenilemeyi gerektiriyordu. Nitekim ulema bu gerekleri yerine
getirdiler ve faydalı, gerçekten orijinalitesi olan eserler artmaya başladı.
Tedvin faaliyetinin en meşhur ismi İbn
Şihab ez-Zuhri’dir. İbn Şihab için “Hadisi ilk tedvin eden kişi” denilmektedir.
Nitekim Halife Ömer b. Abdilaziz’in emrini ilk gerçekleştiren ez-Zuhri’dir.
FIKIH VE TARİHİ OLUŞUM SÜRECİ
Sözlükte
“bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak” mânasına gelen
fıkıh kelimesi ilim, fehim gibi yakın anlamlı diğer kavramlara göre daha özel
bir anlam taşır. Fakīh de (çoğulu fukahâ) “bir konuyu derinden kavrayan, ince
anlayış sahibi kimse” demektir. İmam Şâfiî’ye nisbet edilen, “Fıkıh, dinin
amelî hükümlerini muayyen delil ve kaynaklarından çıkararak elde edilen
bilgidir” şeklindeki tarif giderek yaygınlık kazanmıştır Tarihçesi. Fıkhın doğuşundan günümüze
kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler ve nesiller, bazan da
siyasî, sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı
fıkhın dönemleri Hz. Peygamber, sahâbe, Tabiun Dönemi Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük
Müctehid İmamlar Dönemi) Taklid ve Duraklama dönemi Kanunlaştırma Dönemi şeklinde bir sıralamaya tâbi
tutulmuştur.
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın
Doğuşu)
Hz.
Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya
vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde
tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur.
Bu devrin hicretten önce Mekke’de geçen kısmında sosyal ilişkilerin
düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlâk konuları üzerinde durulmuş, bir
anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resul-i Ekrem’in toplum lideri
olarak benimsenip davet edildiği Medine’de ise İslâm Allah-fert ilişkileri
yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad,
aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza, muhakeme usulü, muâmelât,
devletler arası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm ve kaideler konulmuştur.
Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya çıkıyordu, a) İlâhî hükmün
açıklanmasını gerektiren bir olay meydana geliyor veya soru soruluyor, bunun
üzerine ya bir âyet nâzil oluyor yahut hüküm Hz. Peygamber’e bildiriliyor, o da
kendi sözü ve üslûbu ile (sünnet) hükmü açıklıyor, uyguluyordu. Bazan vahiy de
gelmiyor, Resûl-i Ekrem Allah’ın iradesiyle ilgili irfan ve tecrübesine
dayanarak (ictihad) bir uygulamada bulunuyor, eğer hata ederse Allah tarafından
tashih ediliyordu. b) Bir olay veya soru beklenmeden ilâhî plandaki yeri ve
zamanı geldiği için bazı hükümler doğrudan bildiriliyordu. Çünkü İslâm’ın amacı
yalnızca belli bir sosyokültürel düzeydeki toplumun ihtiyaçlarını karşılamak
değildi; İslâmiyet hem muhatabı olan toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor, onları
geliştiriyor, hem de evrensel hüküm ve değerler getiriyordu.
Fıkhın
bu dönemde üç temel özelliği vardır: Tedrîc, kolaylık ve nesih. Tedrîc
hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulması, böylece hem toplumun
hazırlanmasına hem de yeni hükümlerin toplum tarafından özümsenmesine imkân
verilmesi, sonuçta derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek teşriin
tamamlanmasıdır. Zaman açısından tedrîc yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım,
hazırlanma, aşamalar halinde tamamlanma bakımından namaz, zekât, içki ve faiz
yasağı, cihad örnekleri ilgi çekicidir. Kolaylık ise yasamada, kural koymada,
uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını
göz önüne alarak dinle muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, tekâmül
eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme ve kolaylaştırmayı esas
almaktır. İbadetlerin günün kısa sayılabilecek parçalarına dağıtılması,
insanların tabii ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mubah kılınması, hastalık,
yolculuk, baskı, yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve
darda kalma halinde haramların mubah hale gelmesi önemli kolaylaştırma
örnekleridir. İslâm âlimleri arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma,
kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin önce konup sonra
kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir.
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan
sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile
cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak
mümkündür.3
Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar”
gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından
cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı
ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara,
217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki:
Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu
özelliktedir.
Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de
fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı
sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir”
diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş
ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz.
Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve
Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin
olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı;
vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin
bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir
kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu
konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi
sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı
müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken
diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.
Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa
ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu.
Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin
iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması,
Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve
yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır.
Bahsi geçen sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü
belirlenmemiş ve bu konu bir problem olarak ortaya
çıkmamıştır.
2- Sahabe Dönemi Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir
kırılma noktasıyla Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler şeklinde ikiye ayrılmaktadır.
Her iki dönemde de sahâbe nesli fıkıh açısından belirleyici bir role sahip
olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emevîler devri hilâfetin
saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir.
Hulefâ-yi Râşidîn devri dinî hayatın, İslâm’ın insanlığa getirdiği inkılâbın
tekâmül devridir. Bu dönemde her şey din için, dinin amaçlarını gerçekleştirmek
içindir. Emevîler devrinde ise fazilet ve mânevî tekâmülün yerini siyasî
istikrar ve maddî gelişme almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın ve siyasî
baskıların doğurduğu muhalefet (Havâric ve Şîa), özellikle fıkhın kamu hukuku
alanında yeni düşünce ve teorilere zemin hazırlamıştır. Hulefâ-yi Râşidîn
döneminde fıkhın kaynakları bakımından önemli olan gelişmelerden biri vahyin
sona ermesi, sahâbe içtihadının Hz. Peygamber’e arzı ve tasvibinin alınması
imkânının ortadan kalkmış bulunmasıdır. Bundan böyle fıkıh, Kitap ve Sünnet’in
sınırlı nasları ile re’y içtihadına dayanmaktadır. Bu devirde re’yin mânası,
Kitap ve Sünnet’in hükmünü açıklamadığı meseleleri nasların parça parça ve
bütün olarak açıklamalarına dayanıp bunlar üzerinde düşünerek hükme bağlamaktır
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı
ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam
ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun
neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği
doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete
sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere
başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına
başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri
nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir
ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu
olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak
istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b.
Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler.
Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve
kâsım kıldı.” Demiştir.
Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve
düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe
ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul
olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.
Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve
Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha
gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde
bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma
faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden
geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin
de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ
kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde
de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü
belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin
kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir
kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım
problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde
ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla
birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha
bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile
birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda
tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu),
hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda
Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar
genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet,
şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan
bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri,
hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b.
Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı
görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri
sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini
oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak
medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın,
bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya
onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i
meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden
çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke
ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan
insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi
anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden
uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda
problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki
seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva
isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine
sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için
henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı
olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar
Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına
kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de
isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai,
Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu
dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler
şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere
Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları
İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip
insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik
ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler,
hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid
olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide
bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin
Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet,
sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması
Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda
farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün
fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin
yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi
ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi
müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı
ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları
ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse
karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre
düzenlemiştir.
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin
olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî
karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur.
Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu
olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin
edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek,
ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını
yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk
imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı
imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz
görmüyordu.
Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi
göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı
düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan
hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.”
Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin
edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi
desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin
yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad
kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi
mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak
üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ
usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye
başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile
bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz
otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile
ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve
ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.
Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların
fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı
anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın
hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir
şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına
sebep olmuştur.
İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken
başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad
için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler
tarafından yazılmıştır.
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecelle’den
günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır. Mecellenin
tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik
olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini
güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya
konulmuştur.
Sonuç Olarak,
Tefsir, Hadis ve Fıkıh Usulü Arasında Mukayese
Tefsîr usulü, Kur'ân-ı anlamak, yorumlamak, açıklamak ve îzah etmek
için takip edilmesi gereken esas ve yöntemleri konu edinen bir metodoloji bilim
dalıdır. Tefsîr usulü; Kur'ân tarihi, Kur'ân'ın inişi, vahiy ve çeşitleri,
âyet, sûre, Kur'ân'ın yazılışı, toplanması, çoğaltılması, tefsîri, tefsîrle
ilgili ilimler, tefsîr, te'vil, meal, tercüme kelimeleri tefsîr çeşitleri,
tefsîr tarihi vb. konularını işler.
Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi.
Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir
terkiptir. Usûl, "asl" kelimesinin çoğuludur. "Kökler, asıllar,
üzerine bir şey bina edilen şey" manalarınadır. Sözlükte, anlayış anlamına
gelen fıkıh ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan
şer'î-amelî hükümleri bilmektir" şeklinde tarif edilir. Buna göre
usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına gelmektedir.
Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin, şer'î amelî hükümleri tafsîlî
delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan kural ve prensiplerdir" diye
tarif edilmektedir
Hadis Usulü, hadisleri, ravilerinin
adalet ve zabt yönlerinden durumları, senetlerinin muttasıl veya munkatı olması
bakımından Hz. Peygamber (s.a.s)'e nasıl nisbet edildiklerinden bahseden
ilimdir. Hadis Usulü ilmi,
hadislerin rivayeti ile ravilerin hallerinin tetkikinden doğmuştur. Dindeki
yeri itibariyle hadislerin rivayet edilmesi zorunlu hale gelince nakillerin
gelişi güzel yapılmasını önleyici tedbirler almak da zarurî hale gelmiştir. İlk
olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'in ebedî aleme göç etmesinden so a müslümanlar,
aralarında bazı ihtilafların görülmesi üzerine rivayetlerin artması sonucu
isnad sistemini getirmişler; her hadisi nakleden kişiye onu kimden aldığını
sormuşlardır. Ayrıca hadis nakleden ravilerin, rivayetlerine güvenilecek
kişiler olup olmadıkları da araştırılmış, hadisler elde edilen bilgiler
ışığında değerlendirilmiştir.
Tüm sosyal ilim dallarında olduğu
gibi, hiçbir ilim dalı, diğer ilimlerden bağımsız olarak, etkileşimde bulunmadan gelişemez.Özellikle bu
İslami ilimler sahasında ise daha net olarak ortaya çıkar.Yani her ilim diğer
ilim dallarından etkilenmiş ve diğerlerini etkilemiştir.Hadis, Tefsir ve
Fıkıhta aynı şekilde, hem oluşum süreçlerinde ve hemde tekamül süreçlerinde
birbirlerinden etkilenmişlerdir.Çünkü bu ilimlerin ana kaynağı Kur’an ve
Sünnettir.Bunların amacı şarinin maksadını doğru yöntemle ve doğru şekilde
tespit edip, insanlara yol göstermektir.Bu ilimler birbirlerine her zaman
muhtaçtır.Çünkü Kur’andaki kapalı bir ifadeyi Peygamberimizin teybin görevi
nedeniyle açıklaması, Tefsir ilmine yardımcı olmakta, Fıkıh ilminin ana
malzemesi Kur’an ve Hadis olması hasebiyle de bu ilimler adate birbirleriyle
girift hale gelmiş olmaktadırlar.Tarihi oluşum süreçlerinde de görüldüğü üzere
öncelikle Hadis ilmi gelişmeye başlamış, sonra Tefsir müstakil bir ilim olarak
ortaya çıkmıştır.Fıkıh ilminin ortaya çıkmasında sosyal hayatta ortaya çıkan problemleri çözme
adına sahabenin kendi rey ve içtihadı belirleyici bir rol oynamıştır.Bu ilimler
birbirlerinden etkilenerek kendi metodolojilerini tarihi seyir içerisinde
oluşturmuşlardır.
TEFSİR
USULÜ
Tefsir kelimesi ڧسرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. Sözlükte: bir şeyi
açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak
demektir.
Usûl ,asl kelimesinin çoğuludur. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök
manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarına da gelir.
Terim olarak: hükmü
tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey demektir.
Tefsir usûlu bir
ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel
ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği
noktasında bilgiler vermektedir.
Tefsir usûlünün gayesi,Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek, Kur’ân’ın
anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
Tefsir
faaliyetleri, hocamızın bize tablo şeklinde gösterdiği gibi dört dönemde
şekillenmiştir.
1.Asrı saadet
devri ,Peygamber Efendimizin beyanları
2. Sahabe
Tefsirleri
3. Tabiin
Tefsirleri
4- Tebeat
tabiin Tefsirleri
Efendimizin
tefsir yöntemi
Mücmel olan ayetleri
açıklamak.
Müphem olanı izahatla açığa
çıkarmak.
Mutlak anlamı kayıtlamak.
Müşkilatı gidermek.
Uygulanması istenen davranışı
uygulayarak öğretmek.
İşte sünnetin kuran açısından bu fonksiyonu
ileride farklı bir ilim dalı olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla hem
ayetlerin açıklanması yani beyan görevini üstlenecek ve hem de şariin iradesi
konusunda teşri görevini üstlenmiş olarak hizmet etmeye devam edecektir.
SAHABE TEFSİRİ
Sahabeler
ayetlerin nüzul sebeplerini müşahede ettiklerinden, hükümlerle nüzul sebepleri arasında münasebet kurabilmişler, buda tefsir ilminde
ayrıcalıklı bir yerlerinin olmasını sağlamıştır.
BU DÖNEMDEKİ TEFSİR
KAYNAKLARI
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe
için tefsirin dört kaynağı bulunmaktaydı.
1-Kur’ân-ı
Kerim,2- Hz. Peygamber,3-İctihâd 4- Re’y
SAHABE ARASINDA TEFSİR İLMİNDE ÖNE ÇIKAN SAHABİLER
Hz. Zeyd b. Sabit, Hz.
Ali b. Ebî Tâlib, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hz. Aişe bt. Ebubek, Hz. Ubey b.
Ka’b, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebû Musa el-Eş’arî, Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr.
TABİÛN TEFSİRİ
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir.
İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması dolayısıyla ister arap olsun ister
olmasın yeni Müslümanlar ortaya çıkmış ve onların sahabe ve onların öğrencileri
gibi Kur’an’ı anlamaları da mümkün değildi. Bu nedenle onlardaki Kur’ân’ı
anlama ve İslam’ı yaşama hevesleri onları ilme sevketmiştir. Tabiûn, tefsiri sahabeden
işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat
etmişlerdir.
Meşhur Tabiûn
Müfessirler; Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime, Muhammed b. Kab el-Kurezî
ve Zeyd b. Eslem, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.
İslâm hukuku, tefsirde olduğu gibi oluşum süreci
Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde aşamalı olarak temellendirildi,
müctehid imamlar döneminde ise sistemleşerek daha önce atılan temel üzerine
kuruldu.
Vahye mazhar olan ve arapça olarak inen Kur’an ayetlerini tebliğ eden Rasulullah ile ashabı arasında ayetleri anlama konusunda ciddi bir problem yoktu. Zaman zaman sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerin tefsiri de Rasulullah tarafından[1] doğrudan veya başka bir ayetle yapıldığı için bu dönemde Kur’an ilimleri (Tefsir Usûlü) ile ilgili te’lif çalışmalarına ihtiyaç duyulmamıştır.[2]
Bunun yanı sıra sahabenin çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi, yazı malzemelerinin teminindeki güçlükler, te’life engel olan hususlar olarak gözükmektedir. Ayrıca Rasulullah’ın bizzat Kur’an ayetlerinin dışında kalanların yazılmasını yasaklaması[3] da Kur’an ilimlerine ilişkin te’lif çalışmalarını bir sonraki döneme aktarmıştır.[4]
Bilinen şartlar ve özellikler çerçevesinde Rasulullah, Ebu Bekir (13/634) ve Ömer (23/643) dönemlerinde Kur’an ilimleri dilden dile rivayet biçiminde aktarılmıştır. Osman (35/655) döneminde genişleyen İslam coğrafyası içinde arap olan ve olmayanların bir araya gelmesi “İmam Mushaf”ın çoğaltılması gereğini ortaya çıkarmış ve halifenin emriyle çoğaltılarak muhtelif şehirlere gönderilmiştir.[5]
İşte Osman’ın mushafların çoğaltılması ile ilgili bu çalışması sonradan “İlmu Resmi’l-Osman” veya “İlmu Resmi’l-Osmanî” adını alacak Kur’anî ilmin temelini oluşturmuştur.
Daha sonra Ali’nin (40/660) Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye (69/688) Arap dilinin korunmasına ilişkin kaideleri tesbit etmesini emretmesi “İ’rabu’l-Kur’an” ilmine atılan ilk temel kabul edilmiştir.[6]
Sahabeden sonraki tabiin, genel anlamda Kur’an ilimlerinin kurulup kökleşmesi yönündeki çabalarını rivayet yoluyla devam ettirmişlerdir. Her iki nesilden bu ilmin temellerini atanları şöyle sıralamak mümkündür:
Dört Halife, Abdullah b. Abbas (68/687), İbn Mes’ud (32/652), Zeyd b. Sabit (45/665), Ubeyy b. Ka’b (30/650), Ebu Musa el-Eş’ari (44/664), Abdullah b. Zübeyr (73/692). Bunlar başta olmak üzere diğer sahabilerden gelen rivayetlerle tüm Kur’an’ın tefsiri yapılmamakla birlikte bazı ayetlerin kapalı yönleri açıklanmıştır.[7]
Mücahid b. Cebr (104/722), Ata b. Ebi Rebah (115/733), İkrime (107/725), Katade (118/736), Hasanu’l-Basri (110/728), Said b. Cübeyr (95/713), Zeyd b. Eslem (136/753).[8] Bunlar Mekke’de İbn Abbas, Medine’de Ubeyy b. Ka’b, Irak’ta Abdullah b. Mesud’a bağlanarak yaptıkları rivayetlerle Mekke, Medine ve Irak ehlini oluşturmuşlardır.[9]
Hicretin ikinci asrından itibaren tedvin dönemi başlamış, rivayetler kitaba aktarılarak te’lif ve tasnifler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde tefsir, Kur’an ilimlerinin esasını teşkil ettiği için ağırlık tefsire verilmiştir.[10] Bu anlamda tefsirle meşgul olup eser verenler şunlardır:
1) Zeyd b. Harun es-Sülemi (117/735)
2) Mukatil b. Süleyman (150/767) Tefsiru Mukatil[11]
3) Şu’be b. Haccac (160/776).
4) Süfyanu’s-Sevri (161/777) Tefsiru’s-Süfyani’s-Sevri[12]
5) Veki’ b. el-Cerrah (197/812).
6) Süfyan b. Uyeyne (198/813) Tefsiru Süfyan b. Uyeyne[13]
7) Yahya b. Sellam (200/815) et-Tesarif[14]
8) Ferra, Ebu Zekeriyya Yahya (207/822)
Meani’l-Kur’an[15]
9) Abdurrezzek b. Hemmam (211/826)
Tefsiru’l-Kur’an)[16]
Sayılan alimler sahabe ve tabiinin
görüşlerini toplayıp eserler te’lif etmişlerdir.[17] Kendileri aynı zamanda muhaddis oldukları
için de tefsirleri hadis mecmualarının tefsir bölümünde yer almıştır.
Hicri ikinci asırdan itibaren her asırda,
ileride ayrı ayrı ele alacağımız Kur’anî ilimlere dair yüzlerce eser yazılmış
ve yeni yeni ilimler tesis edilmiştir. Bu durumda tefsir usulü çalışmalarını
iki kategoride incelemek mümkündür. 1) Müstakil ve kapsamlı 2) Konularına göre.
Zerkani’nin bildirdiğine göre[18] h. 4. asırdan önce derli toplu bir
şekilde Tefsir Usulü, başka bir deyişle Ulumu’l-Kur’an’la ilgili yazılmış bir
eser yoktur. Çünkü o zamana kadar böyle bir eser yazmaya ihtiyaç duyulmamıştır.
Aslında Kur’anî ilimler bir kitapta toplanmamıştır. Fakat alimler bu bilgilerin
tamamına sahipti.
Zerkani’nin bu ifadesinden anlaşıldığına
göre, Tefsir usulünde müstakil ve kapsamlı te’lif çalışmaları, konularına göre
gerçekleştirilmiş çalışmalardan daha sonra başlamıştır.
Zerkani, müstakil ve kapsamlı tefsir usulü
çalışmasının Ali b. İbrahim b. Said Hufi’nin (450/1038) “El-Burhan fi
ulumi’l-Kur’an” adlı eseriyle başladığını belirtirken[19] Subhi es-Salih, söz konusu alanda ilk
çalışmanın eserine “Kur’an İlimleri” ismini de vererek te’lif etmesi açısından
İbn Merzeban tarafından yapıldığını öne sürmüştür.[20]
Ancak araştırmalar ve incelemelerimize
göre Haris el-Muhasibi’nin (243/857) te’lif ettiği “El-Akl ve Fehmu’l-Kur’an”
adlı eseri, ilk sayılacak değerdedir. Tahkiki yapılarak neşredilen bu kitabın[21] belli başlı tefsir usulü konularını
ihtiva ettiği görülmektedir. Muhasibi’nin anılan eserini tefsir usulü
çalışmalarının ilki kabul edersek müstakil ve kapsamlı çalışmaların
başlangıcını hicri 3. asra kadar götürmüş oluruz.
Tefsir usulünün başlangıcını h. 3. veya 4.
asır kabul eden münakaşaları burada belirttikten sonra günümüze kadar bu yönde
yapılan çalışmaları ve müellifleri tanıyalım.
Haris El Muhasibi: (243/857) Bağdat’lıdır.
Tefsir usulünün ilki olabilecek özellik ve değerde görülen “Fehmu’l-Kur’an”
adlı eserin sahibidir. Va’zu nasihat kitapları ve Mutezileye cevap kitabı
vardır.[22]
1) Muhammed b. Halef el-Merzebân:
(309/921) Bağdat’lıdır. Tarih ve edebiyat alimidir. Farsçadan Arapçaya 50’den
fazla kitap tercüme etmiştir. El-Havi fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[23]
2) Ebu’l-Haseni’l-Eş’ari: (324/935)
Basra’da doğmuş Bağdat’ta vefat etmiştir. Eş’ari mezhebinin kurucusudur.
Mütekellim ve müctehid imamlardandır. Önceleri Mutezili iken daha sonra Ehl-i
Sünnet’e dönmüştür. El-Muhtezen fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.
300’den fazla eseri vardır.[24]
3) Ebu Bekir el-Enbari: (328/939)
Bağdat’lıdır. Arap dil ve edebiyat alimidir. Kur’an-ı Kerim ayetlerini
açıklamak için 300 bin şiiri (şevahid) ezberlemiştir. Acaibu Ulumi’l-Kur’an
adlı eserin sahibidir.[25]
4) Ebu Muhammed el-Kassab Muhammed b. Ali
el-Kereci: (360/970) Katıldığı savaşlarda bir çok kişiyi öldürdüğü için kassab
diye tanınmıştır. Nüketu’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[26]
5) Muhammed b. Ali el-Udfuvi: (388/998)
Kahire’lidir. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-İstiğna’ fi ulumi’l-Kur’an
adlı 20 ciltlik eseri vardır.[27]
1) Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfi:
(430/1038) Mısır’lıdır. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-Burhan fi
ulumi’l-Kur’an adlı 30 ciltlik eseri vardır.[28]
2) Ebu Davut Süleyman b. Necah: (496/1103)
Kurtuba’lıdır. Tefsir alimidir. El-Beyanu’l-Cami’ li Ulumi’l-Kur’an adlı 300
bölümden oluşan eserin ve Et-Tibyan li-Hecai’t-Tenzil adlı 6 ciltlik eserin
sahibidir.[29]
1) Ebu’l-Kasım el-Hüseyin b. Muhammed
el-Mufaddal: (503/1109) Rağıb el-İsfehani adıyla ün yapmıştır. Bağdat’lıdır.
Mutezili olduğu söylenir. Hanefi mezhebindendir. Felsefe, Ahlak, Edebiyat ve
Tefsir alimidir. Tefsirini tamamlayamamıştır. “El-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an
ve Mukaddimetü’t-Tefsir adlı kitapların sahibidir.[30]
2) Abdulhak b. Ebi Bekr b. Abdulmelik b.
Atıyye: (543/1148) İbn Atıyye ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Tefsir
alimidir. “El-Camiu’l-Muharraru’s-Sahihu’l-Veciz fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz”
adlı tefsirine ait 45 sayfadan oluşan bir mukaddimesi vardır.[31]
3) Muhammed b. Abdullah b. Muhammed
el-Mearifi: (546/1151) İbn Arabî ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Maliki
mezhebindendir. Fıkıh, Hadis ve Tefsir alimidir. Muvatta, Tirmizi şerhleri,
Ahkamu’l-Kur’an adlı eseri vardır. El-Kanun fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz adlı
eserin sahibidir.[32]
4) Cemaluddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman b.
Ali: (510-517/1116-1200) İbn Cevzi ismiyle ünlenmiştir. Bağdat’lıdır. Hanbeli
mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih, Ahlak ve Edebiyat alimidir. 300’den fazla
kitap yazmıştır. Fununu’l-Efnan fi Ulumi’l-Kur’an, Zadu’l-Mesir fi
İlmi’t-Tefsir, El-Müdhiş, Nevasihu’l-Kur’an, El-Erib Fi Tefsiri’l-Ğarib,
Nüzhetu’l-Uyuni’n-Nevadir fi’l-Vucuh ve’n-Nezair, el-Musaffa gibi eserlerin
sahibidir.[33]
1) Süleyman b. Abdu’l-Kavi et-Tufi:
(716/1316) Bağdat’lıdır. Fıkıh, Edebiyat, Tarih alimidir. El-İksir fi
İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[34]
2) Takıyyüddin Ebu’l-Abbas Ahmed b.
Abdulhalim: (728/1327) İbn Teymiyye ismiyle ünlenmiştir. Harran’lıdır. Tatar
zulmünden dolayı Şam’a göçetmiştir. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis,
Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık konularında bir çok eser yazmıştır. Mukaddime fi
usuli’t-tefsir ve Tefsiru Suretu’l-İhlas adlı kitapların sahibidir.[35]
3) Ebu Abdullah Bedreddin Muhammed b.
Behadur b. Abdullah ez-Zerkeşi: (794/1392) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir.
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. El-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin
sahibidir.[36]
1) Celaleddin Ebi’l Fadl Abdurrahman b.
Ömer b. Rislan b. Nusayr b. Salih Bulkini: (824/1421) Kahire’lidir. Tefsir,
Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. Mevakiu’l-Ulum min Mevakiu’n-Nucum adlı eserin
sahibidir.[37]
2) Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed b.
Süleyman Kafiyeci: (879/1478) Bergama’lıdır. Mısır’da vefat etmiştir. Tefsir,
Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık, Edebiyat alimidir. 60’tan fazla eseri
vardır. Et-Teysir fi Kavaidi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[38]
Celaleddin b. Kemaleddin es-Suyuti:
(911/1506) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih ve Edebiyat
alimidir. 500’den fazla eseri vardır. Tefsiru Celaleyn, Ed-Dürrü’l-Mensur
fi’t-Tefsir bi’l-Me’sur, El-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[39]
İbrahim Bergamavi: (1014/1605) Bergama’lı
bir Osmanlı alimidir. Tefsir, Hadis ve Kelam alimidir. Tefsir usulü ile ilgili
bir eseri vardır.[40]
Ahmed b. Abdurrahim Şah Veliyyullah
ed-Dihlevi: (1176/1764) Hindistan’lıdır.Tefsir, Hadis ve Fıkıh alimidir.
Fethu’r-Rahman, El-Fevzü’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir adlı eserlerin sahibidir.[41]
1) Şeyh Tahir b. Ali el-Cezairi:
(1338/1919) Tefsir, Hadis, Dinler Tarihi, Kelam, Edebiyat, Tarih alimidir. 30’a
yakın eseri vardır.Tefsiru’l-Kur’an, Et-Tibyan li Ba’dı’l-Mebahis el-Müteallika
bi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[42]
2) Muhammed Abdulazim Zerkani: (1367/1948)
Kahire’lidir. Mısır Üniversitesi Usuli’d-din fakültesinden mezun oldu.
Menahilu’l-İrfan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[43]
3) Muhammed Hüseyin ez-Zehebi: Irak Hukuk
Fakültesi İslam Hukuku Eski Bölüm Başkanı, Ezher Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Kur’an ve Hadis İlimleri Öğretim üyesidir. Et-Tefsir ve’l-Müfessirin
adlı eserin sahibidir.
Asrımızda Kur’an ilimleriyle ilgili
çalışma ve araştırmalarda büyük artış görülmektedir. Tefsir Usulü ile ilgili bu
son dönem çalışmalarından tesbit edebildiklerimiz şunlardır:
1) Ebu Abdillah Zencani (1356/1935),
Tarihu’l-Kur’an, s. 83.
2) Muhammed Ebu Selame, Menhecu’l-Furkan,
Kahire, 1359/1938.
3) Emin el-Hûli, Et-Tefsir ve Mealimu
hayatihi ve Menhecühü’l-Yevm, Mısır, 1944.
4) Ahmed Adil Kemal, Ulumu’l-Kur’an,
Mısır, 1951, s. 173.
5) Subhi’s-Salih, Mebahis fi
Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1381/1962, s. 440. Said Şimşek tarafından Kur’an
ilimleri adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Konya, ts.
6) İzzet Hüseyin, Ulumu’l-Kur’an, Dımeşk,
1962.
7) İbrahim el-Ebyari, Tarihu’l-Kur’an,
Kahire, 1965, s. 164.
8) Muhammed Fadl b. Aşur, Et-Tefsir ve
Ricaluh, Tunus, 1972, s. 183.
9) Abdulkahhar Davud el-Ani, Dirasat fi
Ulumi’l-Kur’an, Bağdat, 1972.
10) Mennau’l-Kattan, Mebahis fi
Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1393/1973.
11) Muhammed Sabbağ, Lemahat fi
Ulumi’l-Kur’an ve İttihacatu’t-tefsir, Dımeşk, 1394/1974.
12) Adnan Zerzur, Tarihu’l-Kur’an ve
Ulumuh, Dımeşk, 1395/1975.
13) Abdulfettah el-Kadı, Min
Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1396/1976.
14) Şaban Muhammed İsmail,
Maa’l-Kur’ani’l-Kerim, Mısır, 1398/1978; El-Medhal li Diraseti’l-Kur’an
ve’s-Sünne ve Ulumi’l-İslamiyye, c. 2, Kahire, 1400/1980.
15) Mahmut Zalat, Et-Tibyan fi
Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1399/1979.
16) Mahmud İbrahim Şerif, Muhadarat fi
Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.
17) Fehd b. Abdurrahman er-Rumi,
Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyye el-Hadise fi’t-Tefsir, Beyrut, 1401/1981;
İtticahatu’t-tefsir fi’l-Karni’r-Rabia Aşere, c. 3, Riyad, 1407/1986.
18) Muhammed Ali es-Sabuni, et-Tibyan fi
Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1405/1985.
19) Abdulmun’im en-Nemr,
Ulumu’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1403/1983; İlmu’t-Tefsir Keyfe Neşee ve
Tetavvera, Kahire, 1405/1985.
20) Abdullah Mahmud Şehhate,
Tarihu’l-Kur’an ve’t-Tefsir; Ulumu’l-Kur’an ve’t-Tefsir, Kahire 1403/1983;
Ulumu’l-Kur’an, Kahire, 1985; Ulumu’t-Tefsir, Kahire, 1986.
21) Emir Abdulaziz, Dırasat fi
Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1403/1983.
22) Nureddin Itr, Muhadarat fi
Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1404/1984.
23) Abdulğafur Mahmud Mustafa Ca’fer,
Buhus fi Ulumi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire 1403/1983; Dirasat fi Ulumi’l-Kur’an
ve Menahicü’l-Müfessirin, 1408/1987.
24) Muhammedi Abdurrahman, El-Mücmel fi
Ulumi’l-Kur’an, Mısır, 1403/1983.
25) Mahmud Bisyuni Fude, Neş’etü’t-Tefsir
ve Menhecuh, Mısır, 1406/1986.[44]
26) A. Ahmed Ali, Müzekkeretu
Ulumu’l-Kur’an.
27) Ahmed Muhammed Cemal, Ulumu’l-Kur’an.[45]
Kur’an-ı Kerim’in lafız ve mana derinliklerine nüfuz etmeyi hedefleyen çalışmalara ilk asırlardan itibaren başlandığı anlaşılmaktadır. Bu anlamda Kur’an tefsirine ve Kur’an’ın iyi anlaşılmasına yardımcı olan çalışmalar, başlangıçtan günümüze kadar devam etmiş, özellikle günümüzde daha da yoğunlaşmıştır. Tefsir usulüne kaynak teşkil edecek olan ve çoğunlukla Kur’an araştırmaları olarak nitelenen bu eserleri müellifleriyle kısaca tanıyalım:
1) Mahmud b. el-Ferec en-Nisaburi
(235/850) el-Kur’an[46]
2) Ebu Bekir b. Ebi Şeybe (235/849)
Sevabu’l-Kur’an[47]
3) Ahmed b. Hanbel (241/855) Cevabatu’l-Kur’an
ve er-Redd ala men İddea’t-Tenakuz fi’l-Kur’an[48]
4) İsmail b. İshak (282/835) El-İhticac
bi’l-Kur’an[49]
5) Ebu Ubeyd el-Belhi, Ahmed b. Sehl
(322/933) Kitabu Kavarii’l-Kur’an; Kitabu İnne Surete’l-Hamd tenubu an
Cemii’l-Kur’an[50]
6) Ebu Bekir en-Nakkaş (355/965)
El-Muvaddıh fi Maani’l-Kur’an[51]
7) Ebu Bekir el-Cessas, (370/980) Kitabu
İlhami’l-Kur’an[52]
8) İmam el-Gazali (505/1111)
Tercümanu’l-Kur’an ve Düreruh[53]
9) Ebu’l-Hüseyin İbnu’d-Dekkak, Ali b.
el-Kasım el-İşbili (605/1208) Müfredatu’l-Kur’an[54]
10) Muhammed b. Ahmed el-İskenderani
(1306/1889) Keşfü’l-Esrari’n-Nuraniyyetü’l-Kur’an[55]
11) Muhammed Abduh (1323/1905) Durus
Mine’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1400/1980.
12) Muhammed Tahir b. Abdulkadir el-Kürdi
el-Mekki, Tarihu’l-Kur’an, Mısır 1372/1953.
13) Ahmed Halil, Neş’etü’t-Tefsirfi
Kütübi’l-Mukaddeseti ve’l-Kur’an, İskenderiyye, 1373/1954.
14) Muhammed Ebu Şuhbe, El-Medhal li
Diraseti’l-Kur’an, 1377/1958.
15) Muhammed Abdullah Draz, (1958)
Dusturu’l-Ahlak fi’l-Kur’an, Tah: Abdussabur Şahin, Beyrut, 1972; Medhal
ile’l-Kur’ani’l-Kerim, Kuveyt 1400/1980; en-Nebeü’l-Azim Kuveyt, 1390/1970,
Suat Yıldırım tarafından En Mühim Mesaj Kur’an adıyla Türkçeye tercüme
edilmiştir. Akçağ Yayınları, Ankara, 1985.
16) Muhammed el-Gazali, Nazarat
fi’l-Kur’an, Kahire, 1377/1958 s. 83.
17) Muhammed Sadık Urcun,
El-Kur’ani’l-Azim, Hedyuhu, İ’cazuhu fi Akvali’l-Müfessirin, Kahire 1966, s.
328.
18) Muhammed Mahmud Hicazi,
el-Vahdetü’lMevduiyye fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1390/1970.
19) Abdurrahman Fude, El-Vahyu
ve’l-Kur’an, Mısır 1390/1970, s. 64.
20) Ahmet Halil, Dirasat fi’l-Kur’an,
Kahire, 1972 s. 166.
21) M. Sadık er-Rafii, Tahte
Rayeti’l-Kur’an, 1394/1974, s. 414.
22) İbrahim Abdulhamid Selame, Kasabi
Mahmud Zalat, Abdulhayy Hüseyin, Muhammed Abdulmun’im, Dirasat Kur’aniyye
Mısır, 1396/1976.
23) Muhammed Said Ramazan el-Buti, Min Ravaii’l-Kur’an, Dımeşk, 1977, s. 351.
24) Abdussalim Mükrim, Mine’d-Diraseti’l-Kur’aniyye, 1978.
25) Muhammed Kutub, Dirasat Kur’aniyye, Beyrut, 1979.
26) Muhammed Bisyuni Fude, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.
27) Ahmed Cemal el-Umri, Dirasat fi’l-Kur’an ve’s-Sünne, Kahire, 1982.
28) Rauf Şelebi, Cevahiru’l-İrfan fi’d-Da’ve Ulumi’l-Kur’an, Kahire 1406/1986.
29) Muhammed İzzed Derveze, el-Kur’an ve’l-Mübeşşirun, s. 467; El-Kur’anu’l-Mecid, Tenziluh, Uslubuh, Eseruh, Cem’uh, Beyrut, s. 340; Ed-Dusturu’l-Kur’aniyye ve’s-Sünnetü’n-Nebeviyye fi Şuuni’l-Hayat, Kahire, ts.
30) Ahmed Faiz, Dusturu’l-Usre fi Zilali’l-Kur’an, Beyrut ts.
31) Muhammed Abdulaziz el-Huli, el-Kur’an, Vasfuh, hidayetuh, Eseruh, İ’cazuh, Kahire, s. 108.
32) Salih el-Büleyhi, El-Hedyu ve’l-Beyan fi Emsali’l-Kur’an, Riyad.
Tefsir Usulüyle ilgili türkçe çalışma ve araştırmaların son dönemde arttığı görülmektedir. Osmanlı alimlerinin çoğunlukla tefsir ve usulüne ilişkin eserleri arapça yazdıkları görülmektedir. Türkçe olarak tesbit edebildiğimiz Tefsir Tarihi, Kur’an Tarihi ve Kur’an İlimleriyle ilgili Türtçe eserleri müellifleriyle tanıyalım:
1) Ahmed b. Muhammed: Tabakatu’l-Müfessirin. Veli Efendi Kütüphanesi no: 427. Türkçe Yazma bir tabakat kitabı.
2) Buras’lı Mehmed Tahir: (1861-1924) Delilu’t-Tefasir. İstanbul 1325. Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihi ile ilgili öz bilgiler içerir. Üç ciltlik Osman’lı Müellifleri kitabının da yazarıdır.
3) Bergama’lı Cevdet Bey: (1873-1925) Tefsir Tarihi, İstanbul 1927, s. 152. Daru’l-Fünun İlahiyat Fakultesi’ndeki ders notlarıdır. Ayat-ı Müteşabihe adlı kitabın da yazarıdır.
FIKIH USULÜ
Fıkıh,
sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak
anlamına gelmektedir.
Fıkıh
usulü,şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün
kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.
Fıkıh usulü iki şeyden
bahseder.
1. Birer istinbat vasıtası
olarak şer’i deliller.
2. Bu istinbatın bir
neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması.
Fıkıh
usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab,
maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların
hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram,
mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan),
istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed,
emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem,
te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın
delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek
yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Fıkıh Usulünün Gayesi,müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili
delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır.
Fıkıh Usulünün Faydaları
1. Kişi bu ilimde mütehassıs
olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili
kaidelerini öğrenir.
2. Müctehidlerin hüküm
çıkarma yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini,
bilakis bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, belirli kural ve prensiplere
uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma
kabiliyetini öğrenir.
3. Fıkhi hükümlerin
delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap
ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını
tesbit eder.
4. Allah’ın, dini hükümleri
koyarken gözettiği maksat ve gayenin ne olduğunu öğrenir.
5. Hukuki, kanuni bilgiler
öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata
yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.
HADİS USÛLÜ
Hadis: Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.
Hadis Usulü: Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun
kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir.
HADÎSLERİN TEDVÎN
VE TASNİFİ
Hadîslerin Tedvini: Hazreti Peygamber
ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdıklarını ve bir takım sabiteler
vücûda getirdiklerini biliyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin,
sahabe devrinden sonra, başladığı anlaşılmaktadır. Bu devirde yaşayan Ez-Zuhrî
"hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadîsleri
yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler
vardır. Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Ez-Zuhrî
ile birlikte ulemâyı dolaşırdık. Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur,
işittiği her şeyi onlara yazardı". Ez-Zuhrî'nin tedvin
faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet
kazandırmıştır. Ancak dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir
hususa burada işaret etmekte fayda vardır: Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin
olarak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadîs
toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında değildir. Hadîs
kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek
yaygınlaştığı gözönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha yaşlı tâbi'ûn
arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif
sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr
edilemez. Onların bu faaliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için
hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak
tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması
sebebiyledir.
Hadîslerin Tasnifi: Hazreti
Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîler ondan işittikleri bazı
sözleri, birbiri arkasına yazmış, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan
haberler aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmıştır. Bu tarzda meydana
getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç
ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin
başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da fark
edilmiştir. Gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan
kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde
kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine,
konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle
meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer almış ve
böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de
zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmıştır. Musannaf denilen bu
çeşit eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya
getiren Musnedler bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Hadis Alma Yolları:
4.
Münâvele
·
Vİcâde
Ravi, hadisi rivayet eden
kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i
denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet
etmeye de eda tabir edilir. Sema,hadisçilerinnazarındaensağlamahzyoludur.
Sened,
hadisi rivayet eden raviler zinciridir.
HADİSLERİN
ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI
Sıhhat
yönünden:
Sahih: Aşağıdaki
üç şartı sağlayan hadise denir:
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması)
- Bütün ravilerin sika olması
- İllet ve şazlık bulunmaması
Hasen: Sahih
hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi
olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o
hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf
hadisden yukarda bir yerdedir.
Zayıf: Genelde
sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir
veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı
sağlayamayan hadisdir.
Mevzu: Uydurma hadisdir.
Sahibi
yönünden:
Merfu: Peygamber
(sav)'e ait olan hadisdir.
Mevkuf: Söz
veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.
Maktu: Söz
veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.
Senet yönünden:
Ali: Senedin
muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.
Nazil: Seneddeki
ravi sayısının çok olmasıdır.
Bir
hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:
- Metin
tenkidi
- Sened tenkidi
Metin
tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup
olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin
araştırılmasıdır.
Sened
tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin
ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup
olmadığının araştırılmasıdır.
TEFSİR, HADİS VE
FIKIH USÜLLERİNİN LİTERATÜR KARŞILAŞTIRMASI
Kronolojik olarak
Tefsir Usulü
1.Haris el-Muhasibî(243/857), el-Akl
ve Fehmu'l-Kur'an
2. Muhammed b. Halef
el-Merzebân(309/921), el-Havî fî
Ulumi'l-Kur'an
3. Ebu'l-Hasan el-Eşarî(324/935) el-Muhtezen fi
Ulumi'l-Kur'an
4. Ebu Bekr el-Eribarî(328/939), Acâibu
Ulûmi'l-Kur'ân
5. Muhammed b. Ali
el-Udvufî(388/998), el-İstiğnâ fi
ulûmi'l-Kurân
6. Ali b. İbrahim b. Said
el-Hûfî(430/1038), el-Burhân fi
Ulûmi'l-Kur’an
7. Ebu Davut Süleyman b. Necah(496/1103), el-Beyânül-Câmi'
li-Ulûmil-Kur'ân
8. Rağıb el-İsfehanî(503/1109), Mukaddimetü't-Tefsîr
9. Bedruddin Zerkeşî(794/1392)
, el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an
10. Celaleddin es-Suyutî(911), el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an
Hadis Usulu Eserleri
A. Mütekaddimun'a
ait eserler:
1. Ramehurmuzi(h.360), el-Muhaddisul-Fasıl
2. Hakim en-Neysaburi(h.405), Ma'rifetu Ulumi'l-Hadis
3. Hatib el-Bağdadi(h.463), el-Kifaye fi İlmi'r-Rivaye
B. Müteahhirun'a
ait eserler:
1. Kadı İyaz(h.544), el-İlma'
2. İbnu's-Salah(h.643), Ulumu'l-Hadis
Ulumu'l-Hadis üzerine yapılan çalışmalar:
a. İmam Nevevi(h.676), et-Takrib;
İ.Nevevi Ulumu'l-Hadis'i "İrşad"
ismiyle ihtisar etmiş. Sonra bunu da ihtisar edip "et-Takrib
ve't-Teysir" ismini vermiştir.
"Takribu'n-Nevevi" ismiyle meşhurdur.
b. İbn Kesir(h.774), İhtisaru Ulumu'l-Hadis
c. İbn Hacer(h.852), Nuhbetü'l-Fiker;
Ulumu'l-Hadis'in ihtisarı. İbn Hacer daha sonra bu eserine de bir şerhyazar: Nüzhetu'n-Nazar fi Tavdihi Nuhbeti'l-Fiker
3. Suyuti(h.911), Tedribu'r-Ravi; Suyuti'nin, Nevevi'nin Takrib'ine
"Tedribu'r-Ravi fi Şerhi Takribi'n-Nevevi"
ismiyle yazdığı şerh.
4. Sehavî(h.902), Fethu'l-Muğis
5. Zeynuddin el-Irakî(h.806), Fethu'l-Muğis
6. Cemaleddin Kasımi(m.1914), Kavaidu't-Tahdis
7. Tahir el-Cezairi(m.1920),
Tevcihu'n-Nazar
8. Ahmed Muhammed Şakir, el-Baisu'l-Hasis
Fıkıh Usûlü
Fıkıh usülu kitablarının yazımında "Fukaha metodu" ve "Mütekellimun
metodu" olmak üzere belli başlı iki metod takip edilmiştir. Fukaha metodu özellikle Hanefilerin takip ettiği
bir metod olup, temel özelliği fıkhi örneklerden kurallara gitmesidir.
Fukaha metoduna
göre yazılan eserler:
1- Ebu Bekr b. Ahmed b. Ali er-Razi
el-Cessas(370/980), el-Fusûl
fi'l-Usûl
2- Ebu Zeyd Ubeydullah b. Ömer
ed-Debûsî(432/1040), Takvimu'l-Edille
3- Fahru'l-İslam Ali
b. Muhammed el-Pezdevî(483/1090), Kenzu'l-Vüsul
ile'l-Usul
4- Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed
es-Serahsî(490/1097), el-Usul
Mütekellimun metodu ise genelde
Hanefiler dışındakilerin yazım metodu olup, temel özelliği kuralların öncelikle
tespit
edilip, meselelere uygulanmasıdır.
Mütekellimun
metoduna göre yazılan eserler:
1- Kadı Abdulcebbar(415), el-Umed fi
Usuli'l-Fıkh ve en-Nihaye fi
Usuli'l-Fıkh
2- Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali
el-Basrî el-Mu'tezilî(436/1044), el-Mu'temed fi
Usuli'l-Fıkh
3- İmamu'l-Harameyn
el-Cüveynî(478/1085), el-Burhan fi
Usuli'l-Fıkh
4- İmam Ebu Hamid Muhammed
Gazzalî(505/1111), el-Mustasfa min
İlmi'l-Usul
Bu iki metodu
meczederek yeni bir metod ortaya koyan eserler:
Bu gruptakiler bir taraftan, usûl
kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh
kurallarını
usûl kaidelere bağlayarak fıkha
hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:
1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali
el-Bağdâdî İbnu's-Saatî(694/1294),Bedîu'n-Nizam
el-Câmî Beyne Kitâbeyi'l-Pezdevî ve'l İhkâm
2-Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd(747/1346), et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde,
Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem
edilmiştir.
3-Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî(771/1369), Cem'ul-Cevâmî.
4-Muhammed b. Abdülvahid İbnu'l-Hümâm(861/1456), et-Tahrîr. Bu eseri ise öğrencisi Muhammed b.
Emiri'l-Hacc el-Hâlebî(879/1474) et-Takrir
ve't-Tahbir adıyla şerhetmiştir.
Bu eserlerin yanında
eş-Şatıbî'nin(790/1388) el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin(1250/1834) İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.
Muasır Eserler
Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, İstanbul 1988
Seyyid Bey, Usul-i Fıkıh, İstanbul, 1333, 1338.
Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh
Dersleri, İstanbul, 1969
Zekiyyuddin Şa'ban, İslam Hukuk
İlminin Esasları(Usulü'l-Fıkh), TDV Yay.
Muhammed Ebu Zehra, Abdulvahhab
Hallaf, Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdulkerim Zeydan, Muhammed
Ma'rûf ed-Devâlibî'nin fıkıh usulune dair yazdıkları eserler
[1] Zerkeşi-El-Burhan: 1/14; Zehebi-Et-Tefsir
ve’l-Müfessirun: 1/45; Kattan-Mebahis: 9.
[2] Zerkani-Menahil: 1/28; Salih-Mebahis: 127.
[3] Müslim, Zühd: 72.
[4] Zerkani-Menahil: 1/28.
[5] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10.
[6] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10; Salih-Mebahis:
128-129.
[7] Zerkani-Menahil: 1/31; Kattan-Mebahis: 11.
[8] Et-Tefsir ve’l-Müfessirun: 1/99-132.
[9] İbn Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 15.
[10] Zerkani-Menahil: 1/31;
Salih-Mebahis: 129.
[11] Yazma nüshası Hamidiye
kütüphanesi: 58; Umumi kütüphane: 281, 561 no’da kayıtlıdır.
[12] Ebu Abdullah Süfyan b. Said
tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.
[13] Ahmed Salih Mehayiri tarafından
tahkiki yapılmış ve Riyad’da neşredilmiştir.
[14] Hind b. Şelebi tarafından tahkiki
yapılarak Tunus’ta neşredilmiştir.
[15] Muhammed Ali en-Neccar ve Ahmet
Yusuf Necatî tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.
[16] Farid el-Faris tarafından Kuveyt’te neşredilmiştir.
[17] Zerkani-Menahil: 1/31-32; Kattan-Mebahis: 12;
Salih-Mebahis: 121.
[18] Zerkani-Menahil: 1/33.
[19] Zerkani-Menahil: 1/33.
[20] Salih-Mebahis: 133.
[21] Hüseyin Kuvvetli tarafından tahkiki yapılmış ve
Daru’l-Fikir tarafından neşredilmiş 245 sayfalık bir eserdir.
[22] Zirikli-A’lam: 2/153-154; İsfehani-Hilyetü’l-Evliya:
10/73-110; İbn Hallikan-Vefayatu’l-A’yan: 1/126; Bağdadi-Tarih: 8/211.
[23] Zirikli-A’lam: 6/348; Bağdadi-Tarih: 5/237.
[24] Zirikli-A’lam: 5/69; İbn Kesir-Bidaye ve’n-Nihaye:
11/187.
[25] İbn Ferhun, İbrahim b. Ali, ed-ibacu’l-Mühezzeb fi
ma’rifeti a’yani Ulamai’l-Mezheb: 195.
[26] Kehhale-Mu’cemu’l-Müellifin:
11/58-59; Zehebi, Tezkiretü’l-Huffaz: 3/141-142.
[27] Salih-Mebahis: 131; Zirikli-A’lam: 7/160; Ğaye: 2/198.
[28] Salih-Mebahis: 133; Zirikli-A’lam: 5/53; Zerkani-Menahil:
1/35; Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 1/241; Suyuti-Buğyetu’l-Vuat: 2/140.
[29] Zirikli-A’lam: 3/200.
[30] Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 2/1773; Serkis,
Mu’cemu’l-Matbuatu’l-Arabiyye:921-923; Adil Nüvehid-Mu’cemu’l-Müfessirin:
1/158-259.
[31] Mukaddimetan Fi Ulumi’l-Kur’an: 5/250.
[32] Zirikli-A’lam: 7/106; Davudi, Tabakatu’l-Müfessirin:
2/162.
[33] Vefeyat: 2/321; Tezkire: 4/133; Miftahu’s-Saade: 1/254,
2/146; Suyuti, Tabakatu’l-Huffaz: 480.
[34] İbn Receb-Zeyl: 2/367; Şezerat: 3/39; Buğye: 1/599;
A’lam: 3/189.
[35] Zirikli-A’lam: 1/140; El-Bidaye: 14/135;
Dairetü’l-Mearif: 1/109; Askalani-Dürerü’l-Kamine: 1/144-160.
[36] Ed-Dürerü’l-Kamine: 3/397; Şezerat: 6/335; A’lam: 6/286.
[37] A’lam: 4/93; Şezerat: 7/166; Hediyyetü’l-Arifin:
1/529-530; Mebahis: 134.
[38] Şezerat: 7/326; Hediyyetü’l-Arifin: 2/208; Suyuti,
Hüsnü’l-Muhadara: 1/264.
[39] Şezerat: 8/51-55; İslam Ansiklopedisi: 10/260; A’lam:
4/71-73; Mu’cemu’l-Matbuat: 1/229.
[40] Osmanlı Müellifleri: 1/229.
[41] Mu’cemü’l-Müellifin: 890; İslam Ansiklopedisi: 3/585.
[42] Zirikli-A’lam: 3/222; Mu’cemu’l-Matbuat: 688-691;
Mu’cemü’l-Müellifin: 3/35-37.
[43] Zirikli-A’lam: 6/210.
[44] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 52-54.
[45] Kattan-Mebahis: 28.
[46] Zirikli-A’lam: 8/57.
[47] Tezkire: 2/18; Keşfu’z-Zunun:
1/526.
[48] El-Bidaye, 10/385; Bağdadi-Tarih:
4/12; Hilye: 9/61; İbn Asakir-Mu’cemu’l-Müştemil: 58;
İbnü’l-Cevzi-Sıfatu’s-Safve: 2/336-359.
[49] Bağdadi-Tarih: 6/284; Buğye: 1/443;
A’lam: 1/305.
[50] Yakut el-Hamevi-Mu’cemu’l-Udeba:
3/64-68; Buğye: 1/131.
[51] Ğaye: 2/119; Tezkire: 3/909; Bağdadi-Tarih: 2/201; A’lam;
6/310; Brock: 1/334.
[52] Miftahu’s-Saade: 2/183; El-Fevaidu’l-Behiyye: 27-28.
[53] A’lam: 7/247; Şezerat: 4/10; Mu’cemu’l-Matbuat:
2/1408-1416.
[54] A’lam: 5/137; İzahu’l-Meknun: 4/529.
[55] A’lam: 6/246.
ADEM
ORHAN
YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ
ÖĞRENCİ NO:13912778
TEFSİR
USULÜ
Tefsir kelimesi ڧسرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. Sözlükte: bir şeyi
açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak
demektir.
Usûl ,asl kelimesinin çoğuludur. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök
manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarına da gelir.
Terim olarak: hükmü
tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey demektir.
Tefsir usûlu bir
ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel
ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği
noktasında bilgiler vermektedir.
Tefsir usûlünün gayesi,Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek, Kur’ân’ın
anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
Tefsir
faaliyetleri, hocamızın bize tablo şeklinde gösterdiği gibi dört dönemde
şekillenmiştir.
1.Asrı saadet
devri ,Peygamber Efendimizin beyanları
2. Sahabe
Tefsirleri
3. Tabiin
Tefsirleri
4- Tebeat
tabiin Tefsirleri
Efendimizin
tefsir yöntemi
Mücmel olan ayetleri
açıklamak.
Müphem olanı izahatla açığa
çıkarmak.
Mutlak anlamı kayıtlamak.
Müşkilatı gidermek.
Uygulanması istenen davranışı
uygulayarak öğretmek.
İşte sünnetin kuran açısından bu fonksiyonu
ileride farklı bir ilim dalı olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla hem
ayetlerin açıklanması yani beyan görevini üstlenecek ve hem de şariin iradesi
konusunda teşri görevini üstlenmiş olarak hizmet etmeye devam edecektir.
SAHABE TEFSİRİ
Sahabeler
ayetlerin nüzul sebeplerini müşahede ettiklerinden, hükümlerle nüzul sebepleri arasında münasebet kurabilmişler, buda tefsir ilminde
ayrıcalıklı bir yerlerinin olmasını sağlamıştır.
BU DÖNEMDEKİ TEFSİR
KAYNAKLARI
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe
için tefsirin dört kaynağı bulunmaktaydı.
1-Kur’ân-ı
Kerim,2- Hz. Peygamber,3-İctihâd 4- Re’y
SAHABE ARASINDA TEFSİR İLMİNDE ÖNE ÇIKAN SAHABİLER
Hz. Zeyd b. Sabit, Hz.
Ali b. Ebî Tâlib, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hz. Aişe bt. Ebubek, Hz. Ubey b.
Ka’b, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebû Musa el-Eş’arî, Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr.
TABİÛN TEFSİRİ
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir.
İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması dolayısıyla ister arap olsun ister
olmasın yeni Müslümanlar ortaya çıkmış ve onların sahabe ve onların öğrencileri
gibi Kur’an’ı anlamaları da mümkün değildi. Bu nedenle onlardaki Kur’ân’ı
anlama ve İslam’ı yaşama hevesleri onları ilme sevketmiştir. Tabiûn, tefsiri sahabeden
işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat
etmişlerdir.
Meşhur Tabiûn
Müfessirler; Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime, Muhammed b. Kab el-Kurezî
ve Zeyd b. Eslem, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.
İslâm hukuku, tefsirde olduğu gibi oluşum süreci
Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde aşamalı olarak temellendirildi,
müctehid imamlar döneminde ise sistemleşerek daha önce atılan temel üzerine
kuruldu.
Vahye mazhar olan ve arapça olarak inen Kur’an ayetlerini tebliğ eden Rasulullah ile ashabı arasında ayetleri anlama konusunda ciddi bir problem yoktu. Zaman zaman sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerin tefsiri de Rasulullah tarafından[1] doğrudan veya başka bir ayetle yapıldığı için bu dönemde Kur’an ilimleri (Tefsir Usûlü) ile ilgili te’lif çalışmalarına ihtiyaç duyulmamıştır.[2]
Bunun yanı sıra sahabenin çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi, yazı malzemelerinin teminindeki güçlükler, te’life engel olan hususlar olarak gözükmektedir. Ayrıca Rasulullah’ın bizzat Kur’an ayetlerinin dışında kalanların yazılmasını yasaklaması[3] da Kur’an ilimlerine ilişkin te’lif çalışmalarını bir sonraki döneme aktarmıştır.[4]
Bilinen şartlar ve özellikler çerçevesinde Rasulullah, Ebu Bekir (13/634) ve Ömer (23/643) dönemlerinde Kur’an ilimleri dilden dile rivayet biçiminde aktarılmıştır. Osman (35/655) döneminde genişleyen İslam coğrafyası içinde arap olan ve olmayanların bir araya gelmesi “İmam Mushaf”ın çoğaltılması gereğini ortaya çıkarmış ve halifenin emriyle çoğaltılarak muhtelif şehirlere gönderilmiştir.[5]
İşte Osman’ın mushafların çoğaltılması ile ilgili bu çalışması sonradan “İlmu Resmi’l-Osman” veya “İlmu Resmi’l-Osmanî” adını alacak Kur’anî ilmin temelini oluşturmuştur.
Daha sonra Ali’nin (40/660) Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye (69/688) Arap dilinin korunmasına ilişkin kaideleri tesbit etmesini emretmesi “İ’rabu’l-Kur’an” ilmine atılan ilk temel kabul edilmiştir.[6]
Sahabeden sonraki tabiin, genel anlamda Kur’an ilimlerinin kurulup kökleşmesi yönündeki çabalarını rivayet yoluyla devam ettirmişlerdir. Her iki nesilden bu ilmin temellerini atanları şöyle sıralamak mümkündür:
Dört Halife, Abdullah b. Abbas (68/687), İbn Mes’ud (32/652), Zeyd b. Sabit (45/665), Ubeyy b. Ka’b (30/650), Ebu Musa el-Eş’ari (44/664), Abdullah b. Zübeyr (73/692). Bunlar başta olmak üzere diğer sahabilerden gelen rivayetlerle tüm Kur’an’ın tefsiri yapılmamakla birlikte bazı ayetlerin kapalı yönleri açıklanmıştır.[7]
Mücahid b. Cebr (104/722), Ata b. Ebi Rebah (115/733), İkrime (107/725), Katade (118/736), Hasanu’l-Basri (110/728), Said b. Cübeyr (95/713), Zeyd b. Eslem (136/753).[8] Bunlar Mekke’de İbn Abbas, Medine’de Ubeyy b. Ka’b, Irak’ta Abdullah b. Mesud’a bağlanarak yaptıkları rivayetlerle Mekke, Medine ve Irak ehlini oluşturmuşlardır.[9]
Hicretin ikinci asrından itibaren tedvin dönemi başlamış, rivayetler kitaba aktarılarak te’lif ve tasnifler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde tefsir, Kur’an ilimlerinin esasını teşkil ettiği için ağırlık tefsire verilmiştir.[10] Bu anlamda tefsirle meşgul olup eser verenler şunlardır:
1) Zeyd b. Harun es-Sülemi (117/735)
2) Mukatil b. Süleyman (150/767) Tefsiru Mukatil[11]
3) Şu’be b. Haccac (160/776).
4) Süfyanu’s-Sevri (161/777) Tefsiru’s-Süfyani’s-Sevri[12]
5) Veki’ b. el-Cerrah (197/812).
6) Süfyan b. Uyeyne (198/813) Tefsiru Süfyan b. Uyeyne[13]
7) Yahya b. Sellam (200/815) et-Tesarif[14]
8) Ferra, Ebu Zekeriyya Yahya (207/822)
Meani’l-Kur’an[15]
9) Abdurrezzek b. Hemmam (211/826)
Tefsiru’l-Kur’an)[16]
Sayılan alimler sahabe ve tabiinin
görüşlerini toplayıp eserler te’lif etmişlerdir.[17] Kendileri aynı zamanda muhaddis oldukları
için de tefsirleri hadis mecmualarının tefsir bölümünde yer almıştır.
Hicri ikinci asırdan itibaren her asırda,
ileride ayrı ayrı ele alacağımız Kur’anî ilimlere dair yüzlerce eser yazılmış
ve yeni yeni ilimler tesis edilmiştir. Bu durumda tefsir usulü çalışmalarını
iki kategoride incelemek mümkündür. 1) Müstakil ve kapsamlı 2) Konularına göre.
Zerkani’nin bildirdiğine göre[18] h. 4. asırdan önce derli toplu bir
şekilde Tefsir Usulü, başka bir deyişle Ulumu’l-Kur’an’la ilgili yazılmış bir
eser yoktur. Çünkü o zamana kadar böyle bir eser yazmaya ihtiyaç duyulmamıştır.
Aslında Kur’anî ilimler bir kitapta toplanmamıştır. Fakat alimler bu bilgilerin
tamamına sahipti.
Zerkani’nin bu ifadesinden anlaşıldığına
göre, Tefsir usulünde müstakil ve kapsamlı te’lif çalışmaları, konularına göre
gerçekleştirilmiş çalışmalardan daha sonra başlamıştır.
Zerkani, müstakil ve kapsamlı tefsir usulü
çalışmasının Ali b. İbrahim b. Said Hufi’nin (450/1038) “El-Burhan fi
ulumi’l-Kur’an” adlı eseriyle başladığını belirtirken[19] Subhi es-Salih, söz konusu alanda ilk
çalışmanın eserine “Kur’an İlimleri” ismini de vererek te’lif etmesi açısından
İbn Merzeban tarafından yapıldığını öne sürmüştür.[20]
Ancak araştırmalar ve incelemelerimize
göre Haris el-Muhasibi’nin (243/857) te’lif ettiği “El-Akl ve Fehmu’l-Kur’an”
adlı eseri, ilk sayılacak değerdedir. Tahkiki yapılarak neşredilen bu kitabın[21] belli başlı tefsir usulü konularını
ihtiva ettiği görülmektedir. Muhasibi’nin anılan eserini tefsir usulü
çalışmalarının ilki kabul edersek müstakil ve kapsamlı çalışmaların
başlangıcını hicri 3. asra kadar götürmüş oluruz.
Tefsir usulünün başlangıcını h. 3. veya 4.
asır kabul eden münakaşaları burada belirttikten sonra günümüze kadar bu yönde
yapılan çalışmaları ve müellifleri tanıyalım.
Haris El Muhasibi: (243/857) Bağdat’lıdır.
Tefsir usulünün ilki olabilecek özellik ve değerde görülen “Fehmu’l-Kur’an”
adlı eserin sahibidir. Va’zu nasihat kitapları ve Mutezileye cevap kitabı
vardır.[22]
1) Muhammed b. Halef el-Merzebân:
(309/921) Bağdat’lıdır. Tarih ve edebiyat alimidir. Farsçadan Arapçaya 50’den
fazla kitap tercüme etmiştir. El-Havi fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[23]
2) Ebu’l-Haseni’l-Eş’ari: (324/935)
Basra’da doğmuş Bağdat’ta vefat etmiştir. Eş’ari mezhebinin kurucusudur.
Mütekellim ve müctehid imamlardandır. Önceleri Mutezili iken daha sonra Ehl-i
Sünnet’e dönmüştür. El-Muhtezen fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.
300’den fazla eseri vardır.[24]
3) Ebu Bekir el-Enbari: (328/939)
Bağdat’lıdır. Arap dil ve edebiyat alimidir. Kur’an-ı Kerim ayetlerini
açıklamak için 300 bin şiiri (şevahid) ezberlemiştir. Acaibu Ulumi’l-Kur’an
adlı eserin sahibidir.[25]
4) Ebu Muhammed el-Kassab Muhammed b. Ali
el-Kereci: (360/970) Katıldığı savaşlarda bir çok kişiyi öldürdüğü için kassab
diye tanınmıştır. Nüketu’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[26]
5) Muhammed b. Ali el-Udfuvi: (388/998)
Kahire’lidir. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-İstiğna’ fi ulumi’l-Kur’an
adlı 20 ciltlik eseri vardır.[27]
1) Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfi:
(430/1038) Mısır’lıdır. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-Burhan fi
ulumi’l-Kur’an adlı 30 ciltlik eseri vardır.[28]
2) Ebu Davut Süleyman b. Necah: (496/1103)
Kurtuba’lıdır. Tefsir alimidir. El-Beyanu’l-Cami’ li Ulumi’l-Kur’an adlı 300
bölümden oluşan eserin ve Et-Tibyan li-Hecai’t-Tenzil adlı 6 ciltlik eserin
sahibidir.[29]
1) Ebu’l-Kasım el-Hüseyin b. Muhammed
el-Mufaddal: (503/1109) Rağıb el-İsfehani adıyla ün yapmıştır. Bağdat’lıdır.
Mutezili olduğu söylenir. Hanefi mezhebindendir. Felsefe, Ahlak, Edebiyat ve
Tefsir alimidir. Tefsirini tamamlayamamıştır. “El-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an
ve Mukaddimetü’t-Tefsir adlı kitapların sahibidir.[30]
2) Abdulhak b. Ebi Bekr b. Abdulmelik b.
Atıyye: (543/1148) İbn Atıyye ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Tefsir
alimidir. “El-Camiu’l-Muharraru’s-Sahihu’l-Veciz fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz”
adlı tefsirine ait 45 sayfadan oluşan bir mukaddimesi vardır.[31]
3) Muhammed b. Abdullah b. Muhammed
el-Mearifi: (546/1151) İbn Arabî ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Maliki
mezhebindendir. Fıkıh, Hadis ve Tefsir alimidir. Muvatta, Tirmizi şerhleri,
Ahkamu’l-Kur’an adlı eseri vardır. El-Kanun fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz adlı
eserin sahibidir.[32]
4) Cemaluddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman b.
Ali: (510-517/1116-1200) İbn Cevzi ismiyle ünlenmiştir. Bağdat’lıdır. Hanbeli
mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih, Ahlak ve Edebiyat alimidir. 300’den fazla
kitap yazmıştır. Fununu’l-Efnan fi Ulumi’l-Kur’an, Zadu’l-Mesir fi
İlmi’t-Tefsir, El-Müdhiş, Nevasihu’l-Kur’an, El-Erib Fi Tefsiri’l-Ğarib,
Nüzhetu’l-Uyuni’n-Nevadir fi’l-Vucuh ve’n-Nezair, el-Musaffa gibi eserlerin
sahibidir.[33]
1) Süleyman b. Abdu’l-Kavi et-Tufi:
(716/1316) Bağdat’lıdır. Fıkıh, Edebiyat, Tarih alimidir. El-İksir fi
İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[34]
2) Takıyyüddin Ebu’l-Abbas Ahmed b.
Abdulhalim: (728/1327) İbn Teymiyye ismiyle ünlenmiştir. Harran’lıdır. Tatar
zulmünden dolayı Şam’a göçetmiştir. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis,
Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık konularında bir çok eser yazmıştır. Mukaddime fi
usuli’t-tefsir ve Tefsiru Suretu’l-İhlas adlı kitapların sahibidir.[35]
3) Ebu Abdullah Bedreddin Muhammed b.
Behadur b. Abdullah ez-Zerkeşi: (794/1392) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir.
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. El-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin
sahibidir.[36]
1) Celaleddin Ebi’l Fadl Abdurrahman b.
Ömer b. Rislan b. Nusayr b. Salih Bulkini: (824/1421) Kahire’lidir. Tefsir,
Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. Mevakiu’l-Ulum min Mevakiu’n-Nucum adlı eserin
sahibidir.[37]
2) Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed b.
Süleyman Kafiyeci: (879/1478) Bergama’lıdır. Mısır’da vefat etmiştir. Tefsir,
Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık, Edebiyat alimidir. 60’tan fazla eseri
vardır. Et-Teysir fi Kavaidi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[38]
Celaleddin b. Kemaleddin es-Suyuti:
(911/1506) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih ve Edebiyat
alimidir. 500’den fazla eseri vardır. Tefsiru Celaleyn, Ed-Dürrü’l-Mensur
fi’t-Tefsir bi’l-Me’sur, El-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[39]
İbrahim Bergamavi: (1014/1605) Bergama’lı
bir Osmanlı alimidir. Tefsir, Hadis ve Kelam alimidir. Tefsir usulü ile ilgili
bir eseri vardır.[40]
Ahmed b. Abdurrahim Şah Veliyyullah
ed-Dihlevi: (1176/1764) Hindistan’lıdır.Tefsir, Hadis ve Fıkıh alimidir.
Fethu’r-Rahman, El-Fevzü’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir adlı eserlerin sahibidir.[41]
1) Şeyh Tahir b. Ali el-Cezairi:
(1338/1919) Tefsir, Hadis, Dinler Tarihi, Kelam, Edebiyat, Tarih alimidir. 30’a
yakın eseri vardır.Tefsiru’l-Kur’an, Et-Tibyan li Ba’dı’l-Mebahis el-Müteallika
bi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[42]
2) Muhammed Abdulazim Zerkani: (1367/1948)
Kahire’lidir. Mısır Üniversitesi Usuli’d-din fakültesinden mezun oldu.
Menahilu’l-İrfan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[43]
3) Muhammed Hüseyin ez-Zehebi: Irak Hukuk
Fakültesi İslam Hukuku Eski Bölüm Başkanı, Ezher Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Kur’an ve Hadis İlimleri Öğretim üyesidir. Et-Tefsir ve’l-Müfessirin
adlı eserin sahibidir.
Asrımızda Kur’an ilimleriyle ilgili
çalışma ve araştırmalarda büyük artış görülmektedir. Tefsir Usulü ile ilgili bu
son dönem çalışmalarından tesbit edebildiklerimiz şunlardır:
1) Ebu Abdillah Zencani (1356/1935),
Tarihu’l-Kur’an, s. 83.
2) Muhammed Ebu Selame, Menhecu’l-Furkan,
Kahire, 1359/1938.
3) Emin el-Hûli, Et-Tefsir ve Mealimu
hayatihi ve Menhecühü’l-Yevm, Mısır, 1944.
4) Ahmed Adil Kemal, Ulumu’l-Kur’an,
Mısır, 1951, s. 173.
5) Subhi’s-Salih, Mebahis fi
Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1381/1962, s. 440. Said Şimşek tarafından Kur’an
ilimleri adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Konya, ts.
6) İzzet Hüseyin, Ulumu’l-Kur’an, Dımeşk,
1962.
7) İbrahim el-Ebyari, Tarihu’l-Kur’an,
Kahire, 1965, s. 164.
8) Muhammed Fadl b. Aşur, Et-Tefsir ve
Ricaluh, Tunus, 1972, s. 183.
9) Abdulkahhar Davud el-Ani, Dirasat fi
Ulumi’l-Kur’an, Bağdat, 1972.
10) Mennau’l-Kattan, Mebahis fi
Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1393/1973.
11) Muhammed Sabbağ, Lemahat fi
Ulumi’l-Kur’an ve İttihacatu’t-tefsir, Dımeşk, 1394/1974.
12) Adnan Zerzur, Tarihu’l-Kur’an ve
Ulumuh, Dımeşk, 1395/1975.
13) Abdulfettah el-Kadı, Min
Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1396/1976.
14) Şaban Muhammed İsmail,
Maa’l-Kur’ani’l-Kerim, Mısır, 1398/1978; El-Medhal li Diraseti’l-Kur’an
ve’s-Sünne ve Ulumi’l-İslamiyye, c. 2, Kahire, 1400/1980.
15) Mahmut Zalat, Et-Tibyan fi
Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1399/1979.
16) Mahmud İbrahim Şerif, Muhadarat fi
Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.
17) Fehd b. Abdurrahman er-Rumi,
Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyye el-Hadise fi’t-Tefsir, Beyrut, 1401/1981;
İtticahatu’t-tefsir fi’l-Karni’r-Rabia Aşere, c. 3, Riyad, 1407/1986.
18) Muhammed Ali es-Sabuni, et-Tibyan fi
Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1405/1985.
19) Abdulmun’im en-Nemr,
Ulumu’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1403/1983; İlmu’t-Tefsir Keyfe Neşee ve
Tetavvera, Kahire, 1405/1985.
20) Abdullah Mahmud Şehhate,
Tarihu’l-Kur’an ve’t-Tefsir; Ulumu’l-Kur’an ve’t-Tefsir, Kahire 1403/1983;
Ulumu’l-Kur’an, Kahire, 1985; Ulumu’t-Tefsir, Kahire, 1986.
21) Emir Abdulaziz, Dırasat fi
Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1403/1983.
22) Nureddin Itr, Muhadarat fi
Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1404/1984.
23) Abdulğafur Mahmud Mustafa Ca’fer,
Buhus fi Ulumi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire 1403/1983; Dirasat fi Ulumi’l-Kur’an
ve Menahicü’l-Müfessirin, 1408/1987.
24) Muhammedi Abdurrahman, El-Mücmel fi
Ulumi’l-Kur’an, Mısır, 1403/1983.
25) Mahmud Bisyuni Fude, Neş’etü’t-Tefsir
ve Menhecuh, Mısır, 1406/1986.[44]
26) A. Ahmed Ali, Müzekkeretu
Ulumu’l-Kur’an.
27) Ahmed Muhammed Cemal, Ulumu’l-Kur’an.[45]
Kur’an-ı Kerim’in lafız ve mana derinliklerine nüfuz etmeyi hedefleyen çalışmalara ilk asırlardan itibaren başlandığı anlaşılmaktadır. Bu anlamda Kur’an tefsirine ve Kur’an’ın iyi anlaşılmasına yardımcı olan çalışmalar, başlangıçtan günümüze kadar devam etmiş, özellikle günümüzde daha da yoğunlaşmıştır. Tefsir usulüne kaynak teşkil edecek olan ve çoğunlukla Kur’an araştırmaları olarak nitelenen bu eserleri müellifleriyle kısaca tanıyalım:
1) Mahmud b. el-Ferec en-Nisaburi
(235/850) el-Kur’an[46]
2) Ebu Bekir b. Ebi Şeybe (235/849)
Sevabu’l-Kur’an[47]
3) Ahmed b. Hanbel (241/855) Cevabatu’l-Kur’an
ve er-Redd ala men İddea’t-Tenakuz fi’l-Kur’an[48]
4) İsmail b. İshak (282/835) El-İhticac
bi’l-Kur’an[49]
5) Ebu Ubeyd el-Belhi, Ahmed b. Sehl
(322/933) Kitabu Kavarii’l-Kur’an; Kitabu İnne Surete’l-Hamd tenubu an
Cemii’l-Kur’an[50]
6) Ebu Bekir en-Nakkaş (355/965)
El-Muvaddıh fi Maani’l-Kur’an[51]
7) Ebu Bekir el-Cessas, (370/980) Kitabu
İlhami’l-Kur’an[52]
8) İmam el-Gazali (505/1111)
Tercümanu’l-Kur’an ve Düreruh[53]
9) Ebu’l-Hüseyin İbnu’d-Dekkak, Ali b.
el-Kasım el-İşbili (605/1208) Müfredatu’l-Kur’an[54]
10) Muhammed b. Ahmed el-İskenderani
(1306/1889) Keşfü’l-Esrari’n-Nuraniyyetü’l-Kur’an[55]
11) Muhammed Abduh (1323/1905) Durus
Mine’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1400/1980.
12) Muhammed Tahir b. Abdulkadir el-Kürdi
el-Mekki, Tarihu’l-Kur’an, Mısır 1372/1953.
13) Ahmed Halil, Neş’etü’t-Tefsirfi
Kütübi’l-Mukaddeseti ve’l-Kur’an, İskenderiyye, 1373/1954.
14) Muhammed Ebu Şuhbe, El-Medhal li
Diraseti’l-Kur’an, 1377/1958.
15) Muhammed Abdullah Draz, (1958)
Dusturu’l-Ahlak fi’l-Kur’an, Tah: Abdussabur Şahin, Beyrut, 1972; Medhal
ile’l-Kur’ani’l-Kerim, Kuveyt 1400/1980; en-Nebeü’l-Azim Kuveyt, 1390/1970,
Suat Yıldırım tarafından En Mühim Mesaj Kur’an adıyla Türkçeye tercüme
edilmiştir. Akçağ Yayınları, Ankara, 1985.
16) Muhammed el-Gazali, Nazarat
fi’l-Kur’an, Kahire, 1377/1958 s. 83.
17) Muhammed Sadık Urcun,
El-Kur’ani’l-Azim, Hedyuhu, İ’cazuhu fi Akvali’l-Müfessirin, Kahire 1966, s.
328.
18) Muhammed Mahmud Hicazi,
el-Vahdetü’lMevduiyye fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1390/1970.
19) Abdurrahman Fude, El-Vahyu
ve’l-Kur’an, Mısır 1390/1970, s. 64.
20) Ahmet Halil, Dirasat fi’l-Kur’an,
Kahire, 1972 s. 166.
21) M. Sadık er-Rafii, Tahte
Rayeti’l-Kur’an, 1394/1974, s. 414.
22) İbrahim Abdulhamid Selame, Kasabi
Mahmud Zalat, Abdulhayy Hüseyin, Muhammed Abdulmun’im, Dirasat Kur’aniyye
Mısır, 1396/1976.
23) Muhammed Said Ramazan el-Buti, Min Ravaii’l-Kur’an, Dımeşk, 1977, s. 351.
24) Abdussalim Mükrim, Mine’d-Diraseti’l-Kur’aniyye, 1978.
25) Muhammed Kutub, Dirasat Kur’aniyye, Beyrut, 1979.
26) Muhammed Bisyuni Fude, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.
27) Ahmed Cemal el-Umri, Dirasat fi’l-Kur’an ve’s-Sünne, Kahire, 1982.
28) Rauf Şelebi, Cevahiru’l-İrfan fi’d-Da’ve Ulumi’l-Kur’an, Kahire 1406/1986.
29) Muhammed İzzed Derveze, el-Kur’an ve’l-Mübeşşirun, s. 467; El-Kur’anu’l-Mecid, Tenziluh, Uslubuh, Eseruh, Cem’uh, Beyrut, s. 340; Ed-Dusturu’l-Kur’aniyye ve’s-Sünnetü’n-Nebeviyye fi Şuuni’l-Hayat, Kahire, ts.
30) Ahmed Faiz, Dusturu’l-Usre fi Zilali’l-Kur’an, Beyrut ts.
31) Muhammed Abdulaziz el-Huli, el-Kur’an, Vasfuh, hidayetuh, Eseruh, İ’cazuh, Kahire, s. 108.
32) Salih el-Büleyhi, El-Hedyu ve’l-Beyan fi Emsali’l-Kur’an, Riyad.
Tefsir Usulüyle ilgili türkçe çalışma ve araştırmaların son dönemde arttığı görülmektedir. Osmanlı alimlerinin çoğunlukla tefsir ve usulüne ilişkin eserleri arapça yazdıkları görülmektedir. Türkçe olarak tesbit edebildiğimiz Tefsir Tarihi, Kur’an Tarihi ve Kur’an İlimleriyle ilgili Türtçe eserleri müellifleriyle tanıyalım:
1) Ahmed b. Muhammed: Tabakatu’l-Müfessirin. Veli Efendi Kütüphanesi no: 427. Türkçe Yazma bir tabakat kitabı.
2) Buras’lı Mehmed Tahir: (1861-1924) Delilu’t-Tefasir. İstanbul 1325. Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihi ile ilgili öz bilgiler içerir. Üç ciltlik Osman’lı Müellifleri kitabının da yazarıdır.
3) Bergama’lı Cevdet Bey: (1873-1925) Tefsir Tarihi, İstanbul 1927, s. 152. Daru’l-Fünun İlahiyat Fakultesi’ndeki ders notlarıdır. Ayat-ı Müteşabihe adlı kitabın da yazarıdır.
FIKIH USULÜ
Fıkıh,
sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak
anlamına gelmektedir.
Fıkıh
usulü,şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün
kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.
Fıkıh usulü iki şeyden
bahseder.
1. Birer istinbat vasıtası
olarak şer’i deliller.
2. Bu istinbatın bir
neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması.
Fıkıh
usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab,
maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların
hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram,
mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan),
istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed,
emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem,
te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın
delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek
yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Fıkıh Usulünün Gayesi,müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili
delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır.
Fıkıh Usulünün Faydaları
1. Kişi bu ilimde mütehassıs
olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili
kaidelerini öğrenir.
2. Müctehidlerin hüküm
çıkarma yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini,
bilakis bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, belirli kural ve prensiplere
uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma
kabiliyetini öğrenir.
3. Fıkhi hükümlerin
delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap
ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını
tesbit eder.
4. Allah’ın, dini hükümleri
koyarken gözettiği maksat ve gayenin ne olduğunu öğrenir.
5. Hukuki, kanuni bilgiler
öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata
yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.
HADİS USÛLÜ
Hadis: Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.
Hadis Usulü: Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun
kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir.
HADÎSLERİN TEDVÎN
VE TASNİFİ
Hadîslerin Tedvini: Hazreti Peygamber
ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdıklarını ve bir takım sabiteler
vücûda getirdiklerini biliyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin,
sahabe devrinden sonra, başladığı anlaşılmaktadır. Bu devirde yaşayan Ez-Zuhrî
"hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadîsleri
yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler
vardır. Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Ez-Zuhrî
ile birlikte ulemâyı dolaşırdık. Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur,
işittiği her şeyi onlara yazardı". Ez-Zuhrî'nin tedvin
faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet
kazandırmıştır. Ancak dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir
hususa burada işaret etmekte fayda vardır: Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin
olarak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadîs
toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında değildir. Hadîs
kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek
yaygınlaştığı gözönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha yaşlı tâbi'ûn
arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif
sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr
edilemez. Onların bu faaliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için
hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak
tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması
sebebiyledir.
Hadîslerin Tasnifi: Hazreti
Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîler ondan işittikleri bazı
sözleri, birbiri arkasına yazmış, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan
haberler aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmıştır. Bu tarzda meydana
getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç
ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin
başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da fark
edilmiştir. Gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan
kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde
kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine,
konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle
meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer almış ve
böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de
zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmıştır. Musannaf denilen bu
çeşit eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya
getiren Musnedler bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Hadis Alma Yolları:
4.
Münâvele
·
Vİcâde
Ravi, hadisi rivayet eden
kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i
denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet
etmeye de eda tabir edilir. Sema,hadisçilerinnazarındaensağlamahzyoludur.
Sened,
hadisi rivayet eden raviler zinciridir.
HADİSLERİN
ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI
Sıhhat
yönünden:
Sahih: Aşağıdaki
üç şartı sağlayan hadise denir:
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması)
- Bütün ravilerin sika olması
- İllet ve şazlık bulunmaması
Hasen: Sahih
hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi
olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o
hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf
hadisden yukarda bir yerdedir.
Zayıf: Genelde
sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir
veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı
sağlayamayan hadisdir.
Mevzu: Uydurma hadisdir.
Sahibi
yönünden:
Merfu: Peygamber
(sav)'e ait olan hadisdir.
Mevkuf: Söz
veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.
Maktu: Söz
veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.
Senet yönünden:
Ali: Senedin
muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.
Nazil: Seneddeki
ravi sayısının çok olmasıdır.
Bir
hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:
- Metin
tenkidi
- Sened tenkidi
Metin
tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup
olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin
araştırılmasıdır.
Sened
tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin
ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup
olmadığının araştırılmasıdır.
TEFSİR, HADİS VE
FIKIH USÜLLERİNİN LİTERATÜR KARŞILAŞTIRMASI
Kronolojik olarak
Tefsir Usulü
1.Haris el-Muhasibî(243/857), el-Akl
ve Fehmu'l-Kur'an
2. Muhammed b. Halef
el-Merzebân(309/921), el-Havî fî
Ulumi'l-Kur'an
3. Ebu'l-Hasan el-Eşarî(324/935) el-Muhtezen fi
Ulumi'l-Kur'an
4. Ebu Bekr el-Eribarî(328/939), Acâibu
Ulûmi'l-Kur'ân
5. Muhammed b. Ali
el-Udvufî(388/998), el-İstiğnâ fi
ulûmi'l-Kurân
6. Ali b. İbrahim b. Said
el-Hûfî(430/1038), el-Burhân fi
Ulûmi'l-Kur’an
7. Ebu Davut Süleyman b. Necah(496/1103), el-Beyânül-Câmi'
li-Ulûmil-Kur'ân
8. Rağıb el-İsfehanî(503/1109), Mukaddimetü't-Tefsîr
9. Bedruddin Zerkeşî(794/1392)
, el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an
10. Celaleddin es-Suyutî(911), el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an
Hadis Usulu Eserleri
A. Mütekaddimun'a
ait eserler:
1. Ramehurmuzi(h.360), el-Muhaddisul-Fasıl
2. Hakim en-Neysaburi(h.405), Ma'rifetu Ulumi'l-Hadis
3. Hatib el-Bağdadi(h.463), el-Kifaye fi İlmi'r-Rivaye
B. Müteahhirun'a
ait eserler:
1. Kadı İyaz(h.544), el-İlma'
2. İbnu's-Salah(h.643), Ulumu'l-Hadis
Ulumu'l-Hadis üzerine yapılan çalışmalar:
a. İmam Nevevi(h.676), et-Takrib;
İ.Nevevi Ulumu'l-Hadis'i "İrşad"
ismiyle ihtisar etmiş. Sonra bunu da ihtisar edip "et-Takrib
ve't-Teysir" ismini vermiştir.
"Takribu'n-Nevevi" ismiyle meşhurdur.
b. İbn Kesir(h.774), İhtisaru Ulumu'l-Hadis
c. İbn Hacer(h.852), Nuhbetü'l-Fiker;
Ulumu'l-Hadis'in ihtisarı. İbn Hacer daha sonra bu eserine de bir şerhyazar: Nüzhetu'n-Nazar fi Tavdihi Nuhbeti'l-Fiker
3. Suyuti(h.911), Tedribu'r-Ravi; Suyuti'nin, Nevevi'nin Takrib'ine
"Tedribu'r-Ravi fi Şerhi Takribi'n-Nevevi"
ismiyle yazdığı şerh.
4. Sehavî(h.902), Fethu'l-Muğis
5. Zeynuddin el-Irakî(h.806), Fethu'l-Muğis
6. Cemaleddin Kasımi(m.1914), Kavaidu't-Tahdis
7. Tahir el-Cezairi(m.1920),
Tevcihu'n-Nazar
8. Ahmed Muhammed Şakir, el-Baisu'l-Hasis
Fıkıh Usûlü
Fıkıh usülu kitablarının yazımında "Fukaha metodu" ve "Mütekellimun
metodu" olmak üzere belli başlı iki metod takip edilmiştir. Fukaha metodu özellikle Hanefilerin takip ettiği
bir metod olup, temel özelliği fıkhi örneklerden kurallara gitmesidir.
Fukaha metoduna
göre yazılan eserler:
1- Ebu Bekr b. Ahmed b. Ali er-Razi
el-Cessas(370/980), el-Fusûl
fi'l-Usûl
2- Ebu Zeyd Ubeydullah b. Ömer
ed-Debûsî(432/1040), Takvimu'l-Edille
3- Fahru'l-İslam Ali
b. Muhammed el-Pezdevî(483/1090), Kenzu'l-Vüsul
ile'l-Usul
4- Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed
es-Serahsî(490/1097), el-Usul
Mütekellimun metodu ise genelde
Hanefiler dışındakilerin yazım metodu olup, temel özelliği kuralların öncelikle
tespit
edilip, meselelere uygulanmasıdır.
Mütekellimun
metoduna göre yazılan eserler:
1- Kadı Abdulcebbar(415), el-Umed fi
Usuli'l-Fıkh ve en-Nihaye fi
Usuli'l-Fıkh
2- Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali
el-Basrî el-Mu'tezilî(436/1044), el-Mu'temed fi
Usuli'l-Fıkh
3- İmamu'l-Harameyn
el-Cüveynî(478/1085), el-Burhan fi
Usuli'l-Fıkh
4- İmam Ebu Hamid Muhammed
Gazzalî(505/1111), el-Mustasfa min
İlmi'l-Usul
Bu iki metodu
meczederek yeni bir metod ortaya koyan eserler:
Bu gruptakiler bir taraftan, usûl
kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh
kurallarını
usûl kaidelere bağlayarak fıkha
hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:
1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali
el-Bağdâdî İbnu's-Saatî(694/1294),Bedîu'n-Nizam
el-Câmî Beyne Kitâbeyi'l-Pezdevî ve'l İhkâm
2-Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd(747/1346), et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde,
Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem
edilmiştir.
3-Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî(771/1369), Cem'ul-Cevâmî.
4-Muhammed b. Abdülvahid İbnu'l-Hümâm(861/1456), et-Tahrîr. Bu eseri ise öğrencisi Muhammed b.
Emiri'l-Hacc el-Hâlebî(879/1474) et-Takrir
ve't-Tahbir adıyla şerhetmiştir.
Bu eserlerin yanında
eş-Şatıbî'nin(790/1388) el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin(1250/1834) İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.
Muasır Eserler
Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, İstanbul 1988
Seyyid Bey, Usul-i Fıkıh, İstanbul, 1333, 1338.
Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh
Dersleri, İstanbul, 1969
Zekiyyuddin Şa'ban, İslam Hukuk
İlminin Esasları(Usulü'l-Fıkh), TDV Yay.
Muhammed Ebu Zehra, Abdulvahhab
Hallaf, Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdulkerim Zeydan, Muhammed
Ma'rûf ed-Devâlibî'nin fıkıh usulune dair yazdıkları eserler
[1] Zerkeşi-El-Burhan: 1/14; Zehebi-Et-Tefsir
ve’l-Müfessirun: 1/45; Kattan-Mebahis: 9.
[2] Zerkani-Menahil: 1/28; Salih-Mebahis: 127.
[3] Müslim, Zühd: 72.
[4] Zerkani-Menahil: 1/28.
[5] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10.
[6] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10; Salih-Mebahis:
128-129.
[7] Zerkani-Menahil: 1/31; Kattan-Mebahis: 11.
[8] Et-Tefsir ve’l-Müfessirun: 1/99-132.
[9] İbn Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 15.
[10] Zerkani-Menahil: 1/31;
Salih-Mebahis: 129.
[11] Yazma nüshası Hamidiye
kütüphanesi: 58; Umumi kütüphane: 281, 561 no’da kayıtlıdır.
[12] Ebu Abdullah Süfyan b. Said
tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.
[13] Ahmed Salih Mehayiri tarafından
tahkiki yapılmış ve Riyad’da neşredilmiştir.
[14] Hind b. Şelebi tarafından tahkiki
yapılarak Tunus’ta neşredilmiştir.
[15] Muhammed Ali en-Neccar ve Ahmet
Yusuf Necatî tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.
[16] Farid el-Faris tarafından Kuveyt’te neşredilmiştir.
[17] Zerkani-Menahil: 1/31-32; Kattan-Mebahis: 12;
Salih-Mebahis: 121.
[18] Zerkani-Menahil: 1/33.
[19] Zerkani-Menahil: 1/33.
[20] Salih-Mebahis: 133.
[21] Hüseyin Kuvvetli tarafından tahkiki yapılmış ve
Daru’l-Fikir tarafından neşredilmiş 245 sayfalık bir eserdir.
[22] Zirikli-A’lam: 2/153-154; İsfehani-Hilyetü’l-Evliya:
10/73-110; İbn Hallikan-Vefayatu’l-A’yan: 1/126; Bağdadi-Tarih: 8/211.
[23] Zirikli-A’lam: 6/348; Bağdadi-Tarih: 5/237.
[24] Zirikli-A’lam: 5/69; İbn Kesir-Bidaye ve’n-Nihaye:
11/187.
[25] İbn Ferhun, İbrahim b. Ali, ed-ibacu’l-Mühezzeb fi
ma’rifeti a’yani Ulamai’l-Mezheb: 195.
[26] Kehhale-Mu’cemu’l-Müellifin:
11/58-59; Zehebi, Tezkiretü’l-Huffaz: 3/141-142.
[27] Salih-Mebahis: 131; Zirikli-A’lam: 7/160; Ğaye: 2/198.
[28] Salih-Mebahis: 133; Zirikli-A’lam: 5/53; Zerkani-Menahil:
1/35; Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 1/241; Suyuti-Buğyetu’l-Vuat: 2/140.
[29] Zirikli-A’lam: 3/200.
[30] Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 2/1773; Serkis,
Mu’cemu’l-Matbuatu’l-Arabiyye:921-923; Adil Nüvehid-Mu’cemu’l-Müfessirin:
1/158-259.
[31] Mukaddimetan Fi Ulumi’l-Kur’an: 5/250.
[32] Zirikli-A’lam: 7/106; Davudi, Tabakatu’l-Müfessirin:
2/162.
[33] Vefeyat: 2/321; Tezkire: 4/133; Miftahu’s-Saade: 1/254,
2/146; Suyuti, Tabakatu’l-Huffaz: 480.
[34] İbn Receb-Zeyl: 2/367; Şezerat: 3/39; Buğye: 1/599;
A’lam: 3/189.
[35] Zirikli-A’lam: 1/140; El-Bidaye: 14/135;
Dairetü’l-Mearif: 1/109; Askalani-Dürerü’l-Kamine: 1/144-160.
[36] Ed-Dürerü’l-Kamine: 3/397; Şezerat: 6/335; A’lam: 6/286.
[37] A’lam: 4/93; Şezerat: 7/166; Hediyyetü’l-Arifin:
1/529-530; Mebahis: 134.
[38] Şezerat: 7/326; Hediyyetü’l-Arifin: 2/208; Suyuti,
Hüsnü’l-Muhadara: 1/264.
[39] Şezerat: 8/51-55; İslam Ansiklopedisi: 10/260; A’lam:
4/71-73; Mu’cemu’l-Matbuat: 1/229.
[40] Osmanlı Müellifleri: 1/229.
[41] Mu’cemü’l-Müellifin: 890; İslam Ansiklopedisi: 3/585.
[42] Zirikli-A’lam: 3/222; Mu’cemu’l-Matbuat: 688-691;
Mu’cemü’l-Müellifin: 3/35-37.
[43] Zirikli-A’lam: 6/210.
[44] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 52-54.
[45] Kattan-Mebahis: 28.
[46] Zirikli-A’lam: 8/57.
[47] Tezkire: 2/18; Keşfu’z-Zunun:
1/526.
[48] El-Bidaye, 10/385; Bağdadi-Tarih:
4/12; Hilye: 9/61; İbn Asakir-Mu’cemu’l-Müştemil: 58;
İbnü’l-Cevzi-Sıfatu’s-Safve: 2/336-359.
[49] Bağdadi-Tarih: 6/284; Buğye: 1/443;
A’lam: 1/305.
[50] Yakut el-Hamevi-Mu’cemu’l-Udeba:
3/64-68; Buğye: 1/131.
[51] Ğaye: 2/119; Tezkire: 3/909; Bağdadi-Tarih: 2/201; A’lam;
6/310; Brock: 1/334.
[52] Miftahu’s-Saade: 2/183; El-Fevaidu’l-Behiyye: 27-28.
[53] A’lam: 7/247; Şezerat: 4/10; Mu’cemu’l-Matbuat:
2/1408-1416.
[54] A’lam: 5/137; İzahu’l-Meknun: 4/529.
[55] A’lam: 6/246.
BİLGE EVLİ
13952752
TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARI HÜLASASI
TEFSÎR TARİHİ
A. Tefsîr'in Istılahî Mânâsı
Âlimler, ıstılahî açıdan çeşitli tefsîr tariflerinde bulunmuşlardır:
"Tefsîr, Allah kelâmının açıklamasıdır." yahud "Tefsîr, Kur’ân lâfızlarının ve mefhumlarının açıklayıcısıdır." (el-Hûlî 1995, 13)
Diğer bir tarife göre ise; "Tefsîr, insan gücü ve Arapça dil bilgisinin verdiği imkân nispetinde Kur’ân metninin mânâsından bahseden bir ilimdir." (Kâtip Çelebi 1971-72, 1/427)
Tefsîrin âlimler arasındaki yaygın anlamı: "Kur'ân-ı Kerim'in mânâlarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garîb lâfızlardan kastedilen şeyi beyan etmektir." (Lisanü'l-Arab; Tâcü'l-Arûs; Zerkeşî 1972, 2/147; Zerkanî, 1/471) Ancak bu mânâda tefsîr kelimesi yalnız Kur’ân'a has bir açıklama olmayıp, ilmî, edebî ve fikrî eserlerdeki açıklama ve izahlar için de kullanılır. Beyân ehline göre tefsîr kelimesi, kapalı ve anlaşılmaz olan sözün kapalılığını giderip açıklayacak şekilde sözü uzatıp fazlalaştırmaktır. (Tehavenî 1984, 2/1115-1116)
"Tefsîr; insan gücünün yettiği kadarıyla Kur’ân-ı Kerim'de Allah'ın muradını araştıran bir ilimdir". (el-Beyumî, 3/4)
Tefsîr ilminin konusu, bütünüyle Kur'ân âyetleridir. Bu ilmin gâyesi; gerek bu dünyada, gerekse âhirette kişilerin selâmete ve saadete ulaşmalarını sağlamak için Allah'ın kitabını onun ifâde etmek istediği maksada yakın olarak anlamak, anlatmak ve faydalı sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.
B. Kur’ân-ı Kerim'in Tefsîrine Duyulan İhtiyaç
Kur’ân-ı Kerim, "mânâsı açık bir Arapça ile" (Şuarâ Sûresi, 26/195) Cenab-ı Hak tarafından Peygamberimiz’e vahyedildi.
Selîkaları bozulmadığı için, Kur’ân'ın indiği devrin Arapları lûgat bakımından Kur’ân'ı anlıyorlardı. Ancak, lûgavî mânâları bilmekle birlikte, lâyıkıyla anlayamayacakları meseleler de vardı. Hadislerden de anlaşılıyor ki, Kur’ân-ı Kerim'deki bazı kelime ve âyetler hususunda bazı sahabiler, gerek Hz. Peygamber'e ve gerekse âlim sahabilere müracaat ederdi. Bir taraftan müteşabih âyetler, diğer taraftan Arap alfabesinin o zamanki büyük noksanlığı olan hareke ve noktaların bulunmayışı, nihayet muhtelif kıraatların mevcudiyeti, Kur’ân-ı Kerim'in bazı yerlerini tefsîr etmek ihtiyacını zaruri kılmıştır. (Okiç 1995, 144-145)
Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle teşriî hükümler vaz’ ediyordu. Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmaz. Onda müteşâbih âyetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır. Bu sahalarla alâkalı âyetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır. Bir kısım mühim vasıflarını hulâsa ettiğimiz böyle bir kitabın, herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay değildir. Bu sebeple Ashab-ı Kiram, umumiyetle Kur’ân'ı en iyi anlayan insanlar idiyse de, içlerinde, tabiatıyla, seviye farkları vardı. Kur’ân'la meşguliyet, Peygamber’le müsâhebet, aklî muhâkeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf, tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı oluyordu. Temâyüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi anlayamadıkları âyetler oluyorduı. Bundan dolayı Kur’ân'ın açıklanmasına ihtiyaç vardı. (Yıldırım 1983, 17-20)
Ayrıca Dîn-i İslâm, yalnız bir zamana, yalnız Arap kavmine mahsus değil, bütün müstakbel zamanlara, kavimlere de şâmil, umumî bir dindir. Binaenaleyh, Kur’ân'ın mânâsından her Müslüman kavmin bihakkın istifâde etmesi bir vecîbedir. Bu istifâde ise, ancak tefsîr vâsıtasıyla kâbil olabilir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'in güzelce anlaşılması için salâhiyet sahibi, dinî ilimlerde ve sâirede mütebahhir olan İslâm âlimleri tarafından tefsîrler yazılmasına dâimâ ihtiyaç vardır. (Bilmen 1973, 1/105-107)
C. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Kur'ân'ı Tefsîri
Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî Kitabı insanlara vahiy sûretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamber'in de onu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz zât Hz. Peygamber'dir (s.a.s.). O, Kur’ân tefsîrinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’ân O’na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur’ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. (Maide Sûresi, 5/67; Nahl Sûresi,16/44; Nisâ Sûresi, 4/105)
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tefsîri, Kur’ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder. (Yıldırım 1983, 31)
Ahkâma, âhiret ahvaline, kısas ve ahbâra ait bazı hususlar vardır ki, Kur’ân'da zikredilmezler. Bunların tefsîri Peygamberimize bırakılmıştır. "Biz sana da Kur’ân'ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın." (Nahl Sûresi,16/44) âyetiyle, Hz. Peygamber açıklamakla mükellef kılınmıştır. O’nun beyanı kavliyle, fiiliyle ve ikrarıyla olurdu. (a.g.e., 33-34)
Kur’ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izâh ve açıklamak için dâima Sünnet'e ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri Sünnet, İslâm teşrî'nin ikinci kaynağı olmuştur. (Cerrahoğlu, 1/46-47)
Allah Resûlü’nün Kur’ân'ı tefsîr ettiğini, muhtelif hadis mecmualarındaki rivâyetlerden öğrenmekteyiz. O'nun bu tefsîri, hadis mecmualarının "Kitâbu't-Tefsîr" bölümünü oluşturmuştur.
D. Sahabe Devrinde Tefsîr
Hz. Peygamber (sav)'den sonra tefsîr sahasında en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. İslâm'a davette, Hz. Peygamber'in ilk muhâtabı olan bu muhterem zâtlar, O'ndan her zaman, imanlarını kuvvetlendirecek feyzi almışlar, gerek Kur’ân'ın, gerekse Hz. Peygamber'in emirlerine derhal itaat ederek, Hz. Peygamber'den Kur’ân'ın mânâsını ve tatbikâtını öğrenmişler, öğrendikleri sûreyi ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden başka sûreye geçmemişlerdir. (Cerrahoğlu 1962, 9/34-36)
Yalnız hepsinin Kur’ân'ı anlamada eşit seviyede olmadıkları da gözlenmiştir. Sahabenin bilgi ve kültür yapısıyla Arap dil ve edebiyatına vâkıf olma husûsundaki yetişkinlik dereceleri, ayrıca Hz. Peygamber'in yanında devamlı bulunma veya bulunamama durumları böyle bir anlayış farklılığını getirmiştir. Bunun için de, en bilgili ve en kültürlü olanlar tefsîr ile meşgul olabilmişlerdir. (Okiç 1995, 145)
Sahabe, Kur’ân âyetlerini tefsîr ederken Kur’ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamber (sav)'den işittikleri ve gördükleri bir şey olup olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlardı. Bunların dışındaki tefsîrine ihtiyaç duydukları âyetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları tefsîrde dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Âyetteki müşkili halletmek için farklı metodlar takip ederek, farklı görüşleri ortaya koymuşlardır.
Sahâbeden, Kur’ân tefsîrine dair en çok rivâyette bulunan ve tefsîr alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:
Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd (32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbâs (68/687); Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692). (Ayrıca ayrıntı için: Zehebî, 1/57/59; Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90)
E. Tâbiîler Devrinde Tefsîr
Gerek Hz. Peygamber (s.a.s.), gerekse Dört Halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap Yarımadası’nı aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan Sahâbe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.
İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzîde bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına toplanmış olan tabîûndan öğrencilerine Kur’ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamber (sav)'den öğrendikleri tefsîri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların yaşadıkları birçok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını isbat etmek için öncelikle Kur’ân'a sarılması, bazan yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi sebepler, Sahabe'den bazılarının yaptığı üzere, Kur’ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur’ân'ın makûl ve doğru bir şekilde tefsîr edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabe'nin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur’ân ve Hadîs tedrîs ediliyordu. (Duman 1992, 133)
Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan mektepler (medreseler) oluştu.
1. Mekke Medresesi.
2. Medîne Medresesi.
3. Irak (Kûfe) Medresesi. (İbn Teymiyye 1988, 78-79)
Tâbiîler buralarda tefsîr ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsîr okulu ayrı bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için, aralarında ayrılıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur. (Ayrıntılı bilgi için: es-Suyutî, 2/242; ez-Zehebî, 1/99-132)
F. Tâbiîler Devrinden Sonraki Tefsîr
Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe dönemine "tefsîrin birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiîler dönemine "tefsîrin ikinci merhalesi" denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn döneminde müstakil bir ilim hüviyeti kazandığı için bu devre de, "tefsîrin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir. (ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174)
Tefsîrin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi gözetilerek tefsîr edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî’nin (310/922) tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler kolleksiyonu sayılmıştır. (Cerrahoğlu 1991, 269-270)
HADİS TARİHİ
Hz.Peygamberden nakledilen bir söz, bir fiil veya bir takrir olarak akla gelmiştir. Hadis usulünde Hz.Peygamberden rivayet olunan hadislere merfu adı verilmiştir. Fakat bir sahabiden alınan söz Hz.Peygamberin sözü değilse buna mevkuf, tabi’ inden alınan sözde maktu denilmiştir. Kısaca hadis rivayet edilen sünnet olarak nitelendirilebilir.
İSLÂM şeriatında sünnetin kuran’dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği bilinen hususlardandır. Nitekim. Kuranı Kerimde ALLAHu Teala Hz.Peygambere şu emri vermiştir.”Ey peygamber , Rabbından sana indirileni tebliğ et ;eğer bunu yapmazsan onun peygamberliğini yapmamış olursun.” Maide/70
Çünkü Hz.Peygamber tarafından tebliğ olunan ve tatbiki istenen bazı ayetler mücmel, gayrı mufassal yahut mutlak gayrı mukayyed olarak nazil olmuştur. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş, fakat adet, şekil ve vakitleri kuranda beyan edilmemiştir. Keza zekat verilmesini emreden ayetler mutlak olarak gelmiş malın asgari haddi, şekli, şartı beyan edilmemiştir. Bu ve bunun gibi birçok hüküm için başvurulacak tek kaynak Hz.Peygamber olmaktadır.
Kendisine kitapla birlikte birde sünnet verilmiş olan Hz.Peygambere, itaatı emreden kuran ayetlerinin sayısı pek çoktur.
“Peygamber size neyi getirmişse onu alın ve neden sizi nehyetmişse ondan sakınınız.” Hasr/7
“Peygamber kendi hevasından konuşmaz; O her ne söylemişse kendisine vahyolunan bir vahiydir.”Necm/ 32 ayetleriyle açıklanmaktadır.
Ve sahabe dini ve dünyevi yaşayışlarına düzen veren sünneti büyük bir titizlikle muhafaza etmeğe koyulmuşlardır. Sünnet ise daha önce anlatılan söz, fiil ve takrir olarak Hz.Peygamberden rivayet edildiği müddetçe hadisin isim yönünden bir başka ifade şekli olmuştur.
Başlangıçta hadis hafızalarda kayda alınmış. Çünkü El- Belazuri’nin kaydına göre İSLÂMın başlangıcında kureyş kabilesinden okuma yazma bilen 17 kişi müstesna diğer müslümanlar yazı bilmiyorlardı. Ve bundan sonra yeni yetişen genç sahabiler yazı ile hafızalarındaki hadisleri perçinleme gayretine girmişlerdir.
Ebu Hurayre eğer kuranda şu iki ayet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim diyor;
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve doğru yolu göstereni kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyen kimseler işte onlara hem ALLAH lanet eder hemde lanetçiler lanet eder.”Bakara/ 59
Yine Ebu davud sünen 2/ 289 ve İbni Mace Sunen 1/102 kayıtlı hadislerde;
“ALLAH bizden bir hadis işitipte onu hıfzeden sonrada başkasına tebliğ eden kimseyi güzelleştirsin. Bazan ilim sahibi kimse kendisinden daha alim olan kimseye onu nakletmiş olur; bazan ilim yüklü kimse alim olmayabilir.”
Kaynak:
Hadis Tarihi/Talha Koçyiğit
Hadislerin Yazılması
İlk devirde Hz.Peygamberden işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Yazı bilenlerin zorluğu vs.nedenlerle ancak çeşitli sahifeler ve hurma yaprağı deri ve geniş kemikler levha ve taşlar üzerine yazı yazılabilmesi sebebi ile zorluk bulunmaktaydı. Hz.Peygamber hayatta iken hadis yazımı iki devre içinde mütalaa edilir. Birincisi Hz.Peygamberin Ebu Said El-Hudri tarafından Müslim Sahih’inde 4/2298 de rivayet ettiği hadistir;
“Benden bir şey yazmayınız. Kim benden kurandan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden rivayet ediniz. Bir beis yoktur. Kim benim üzerime yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın.”
Bunlarla ilgili yasakların sebebi ilk zamanlardaki yazı ve yazı yazmayı bilen sahabilerin güçlüğü önemli rol oynamaktadır. Bundan sebep kuranla karışma tehlikesi gün yüzüne çıkmıştır. Fakat İSLÂMiyetin araplar arasından günden güne kuvvet kazanması İSLÂM ülkelerinin Mekke ve Medine sınırlarını aşıp müslümanlar arasında yazı bilenlerin birden çoğalması ve kurandan inen ayetlerin vahiy katipleri tarafından muntazam olarak kaydedilmesi ile kuran’a karışma tehlikesi ortadan kalkınca hadislerin yazılmasına Hz.Peygamberden rivayet edilen şu hadislerle destek verilmiştir.
Buhari’den nakledilen hadiste “Huzaalılar Mekkenin fethi sırasında daha önceleri öldürülen bir Huzalı’ya karşılık Ben-i Leys’ten birini öldürmüşlerdi. Bu hadise Hz.Peygamber’e haber verilince hayvanına binmiş ve Mekkelilere hitaben Mekke şehrinde adam öldürmenin, hatta diken kesmenin, yitirilmiş malına el uzatmanın kendisi için bile haram kılındığına dair bir hutbe irad etmiştir. Hutbeyi dinleyen Ebu Şah isminde bir Yemenli Hz.Peygamber’e başvurarak hutbesinin yazılmasını istemiştir. Hz.Peygamber’de Ebu Şah için hutbeyi yazınız demiştir.”
Buhari Sahih 1/36, Ebu Davud Sünen 2/286-287
Yine Ebu Hureyre’nin Hz.Peygamberin ashabı içinde Abdullah bin Amr müstesna benden daha çok hadise sahip olan kimse yoktu. Abdullah hadisleri yazardı. Ben ise yazmazdım demesi İle Abdullah’ın Hz.Peygamberden yazı ile ilgili izni aldığına dair haberler vardır.Bu haberlerden birinde Abdullahın hikayesi şöyle anlatılmıştır.
“Hz.Peygamberden işittiğim her şeyi yazıyordum.Gayem bunları ezberlemekti. Kureyşliler beni bu işten menettiler ve sen Peygamberden işittiğin her şeyi yazıyorsun. Halbuki o bir beşerdir ve rıza halinde olduğu gibi gadab halinde iken de konuşabilir, dediler. Bunun üzerine yazma işini durdurdum. Sonradan kureyşlilerin bu sözünü Hz.Peygambere zikrettim. Bana “Yaz, nefsim yedi kudretinde olan ALLAH’a yemin ederim ki benden hak doğru olan sadır olur. Dedi.”
Ahmet Bin Hanbel Musned 20/21, Ebu Davud Sünen 2/286 da
Abdullah bin Amr hadis yazmak için peygamberden izin aldıktan sonra yazmağa başladığını ve 1000 kadar hadisi ihtiva eden bir sahife vücuda getirdiği bilinmektedir
KAYNAK:
HAdis TArihi/TAlat Koçyiğit
İlk Yazılı hadisler
A)Hz.Peygamberin diplomatik mektupları;
Hangi maksatla olursa olsun, Hz.Peygamber tarafından yazılan ve yazdırılan bir vesika hadisin kapsamı içinde görülmektedir.
Nasılki huzurunda işlenen bir fiil veya söylenen bir söz onun tarafından tasvib gördüğü müddetçe takriri sünnetten sayılmış ve hadis olarak rivayet edilmiştir. Onun imzasını taşıyan bir mektubu da yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur.
Hz.Peygamberin Bizans imparatoru Acem Kisrasına, ve Mısırlı Mukavkısa ve Habeş kralı Necaşiye yazdığı mektuplar İSLÂM tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında yazılmış yüzlerce vesika vardır. Ve bunların yazılış sebebleri birbirinden farklıdır. Bu konuları şöyle sıralayabiliriz.
1)Yeni anlaşmalar,
2)İSLÂMa davet,
3)Memur tayinleri,
4)Arazi ve arazilerin gelirlerinden atıyyeler,
5)Eman ve tavsiye mektupları,
6)Bazı kimseler hakkında istisna teşkil eden hükümlerin tesbiti,
7) Hz.Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili müteferrikat.,
Bu vesikaların büyük bir kısmı medine devrine münhasırdır.
Dünyada ilk yazılı anayasa olarak bilinen nizamname şu ibarelerle başlıyordu.
“Bu ALLAHın Rasülü Peygamber Muhammed’in Kureyşli Mümin ve Müslimlerle, Yesrib ehli onlara tabi olanlar, iltihak edenler ve onlarla birlikte harbe girenler arasına geçerli bir (kitabı) yazısıdır.”
B)Sadakat Hadisleri
El-Hakimden verilen kaynaklar, Hz.Peygamberin sünneti ihtiva eden bir sahife yazarak Amr. İbni Hazm vasıtasıyla Yemene gönderdiğini ve Amr İbni Hazm’ında bu kitabı Yemen ahalisene okuduğunu zikrederler.Kaynaklara göre bu kitap farz sünen ve diyet hükümlerini ihtiva etmektedir.
1)Halife Hz.Ebubekir’den rivayet edilen sadakat hadisleri
Hz.Peygamber hayatının sonlarına doğru kılıcının kını üzerine yazmış olduğu sadakat ahkamını valilere göndermeden vefat etmişti. Ebu Bekir’in hilafete geçmesi üzerine bu kılıç ona intikal etmiş o da Enes Bin Maliki Bahreyne gönderdiği zaman kılıç üzerinde yazılı sadakat ahkamını yazıp ona vermiş ve bu ahkam ile amel etmesini istemiştir.
Ebu Davud Sünen 1/360, Tirmizi 3/17
2)Halife Hz.Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri
Hz.Ömerden rivayet edilen sadakat hadisleri Ebu Bekir’den rivayet edilen sadakat hadislerinden ayrı bir şey değildir. Mevcut haberler bunu açık bir şekilde teyid eder.
El-Hakim Müstedrek 1/392
Ez-Zühri’nin Salim yolu ile babası Abdullah Bin Ömer’den rivayet ettiği hadisin ilk ibaresi şöyledir. “Rasulullah sadakat kitabını yazmış fakat amillerine göndermeden vefat etmiştir. Bilahara Ebu Bekir sonrada Ömer aynı kitapla amel etmiştir.”
C)Sahabiler tarafından yazılan diğer sahifelere ait bilgiler
1)Ebu Bekir ve Ömer’in denemeleri
Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ömer bin Hattab’ın sünene ait hadisleri yazmağa teşebbüs ettiklerini hatta Ebubekir’in 500 kadar hadisi bir kitapta topladığı fakat sonradan bazı sebepler dolayısı ile bu kitabı imha ettiğini belirten haberler vardır. Yine haberlerden öğrendiğimize göre Ebu bekir’in yazmış olduğu kitabı imha etmesine sebep hadislerin kendisinden sonra aslına uygun olarak nakledilmemeleri korkusudur. Ömer bin Hattab’ın vazgeçmesinin sebebi ise kendisi şöyle açıklamaktadır. “Size bir sünen kitabından bahsetmiştim .Sonradan düşündüm ki sizden önceki ehli kitap kitabullah’tan başka kitaplar yazmışlar o kitaplar üzerine düşerek ALLAH’ın kitabını terketmişlerdi. Ben yemin ederim ki ALLAH’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem. İbni Sad Tabakat 3/206
Nitekim karşısında bir hadis rivayet edildiği vakit onu reddetmek yerine rivayet edenden delil istemesi onun titiz ve ihtiyatkar davranışını gösterir. “Bir gün Ebu Musa, Ömer’in yanına girmek için üç defa izin istemiş cevap alamayınca geri dönmüştü. Sonradan bunu haber alan Hz.Ömer niçin geri döndüğünü sorunca, Ebu Musa Hz.Peygamberin biriniz üç defa izin isteyipte izin verilmezse geri dönsün, dediğini işittim.diye cevap vermişti. Bunun üzerin Ömer bin Hattab bu sözü Hz.Peygamberden işittiğine dair delil istemiş, Ebu Musa’da mescide giderek orada bulunanlara Ömer ile aralarında geçen hadiseyi anlatıp bu sözü Hz.Peygamberden işiten bir kimsenin bulunup bulunmadığını sormuştu. Orada bulunanlardan Ebu Said kalkmış ve Ebu Musa’ya şehadet etmiştir. Bundan sonradır ki Ömer ibnul Hattab Ebu Musa’ya şöyle hitap etmiştir. Maksatım seni itham etmek değildir. Fakat hz.Peygamberden hadis rivayet zordur.”
2)Abdullah ibnül Amr ibnül As’ın sahifesi
Hz.Peygamberin genç ashabı arasında hadis sahifesiyle şöhret kazananlardan birisi Abdullah bin Amr bin el As’tır. Babası Mısır fatihi Amr ibnul As’tan önce müslüman olan Abdullah’ın Hz.Peygamberin izniyle pekçok hadis yazdığını gösteren haberler vardır.
İbni Sad.’ın naklettiğine göre Abdullah bin Amr bir sahifeden bahsederek Rasullullahtan işttiğim hadisleri yazmak için izin istedim bana izin verdi bende bu sahifeyi yazdım. Der. İbnu Sad Bu haberin nihayetinde Abdullah bin Amrın Hz.Peygamberden yazdığı sahifeye sadıka ismini verdiğini ilave eder ki başka haberlerin bunu teyid ettiği görülür.
Yine Ahmet Bin Hanbel’in naklettiğine göre Ebu Kabil şu hadiseyi nakletmiştir. Birgün Abdullah ibn Amr’ın yanında bulunuyorduk. Önce Konstantiniyyemi yoksa Rumiyye mi fetholuncağını soruldu. Abdullah bir sandık getirdi ve içinden bir kitap çıkartarak söyle dedi Hz.Peygamberin etrafına toplanmış yazıyorduk. Bu sual ona soruldu. Rasulullah Hirakl Şehrinin yani Konstantiniyyenin (İstanbulun)önce fetholunacağını söyledi.
3)Cabir İbn Abdullahın sahifesi
Hz.Peygamberin ashabı arasında fazla hadis rivayet etmekle söhret kazananlardan birisi olan Cabir ibn Abdullah’dır. Sahifetul Cabir diye anılan sahifenin aslında Süleyman ibnu Kays El- Yeşkuri tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Fakat Süleyman ibnu Kays’ın Cabir’den önce vefat etmesi ve Cabirin hadislerini ihtiva etmesi dolayısı ile ona isnad edilmiş ve bu isimle anılmıştır. Cabirin sahifesi hadisçiler arasında şöhret kazandıktan sonra pekçok kimse bu sahifeden rivayet etmeğe başlamıştır. Mesela Ahmet Bin Hanbel bunlardandır.
4)Ali bin ebu Talib Sahifesi
Hz.Peygamberin amca oğlu ve damadı Hz.Ali’nin elinde sadakat ve diyet hükümlerini ihtiva eden bir sahifenin bulunduğu muhtelif kaynakların verdikleri haberlerde anlaşılır. Nitekim Hz.Ali’nin; “Hz.Peygamberden kuran’dan ve şu sahifedekilerden başka bir şey yazmadık.” Sözü bunu açıklar. Hz.Ali, Hz.Peygamber’in vefat ettiği sıralarda Kuran tenzil üzerine toplamış bulunuyordu. Hatta kendisini bu işe o kadar vermişti ki Hz.Peygamberin vefatı üzerine hilafet makamına geçen Ebu Bekir’e beyat etmek fırsatını bile bulamamıştı.
5)Semura ibnu Cundeb sahifesi
Hz.Peygamberin ashabı içinde hadis yazanlardan biride Semura İbnu Cundeb’tir.Ebu Davud ve İbni Mace sünenlerinde Nuaym ibn Ebi Hind tarikiyle Semura’nın oğullarından birer hadis rivayet etmişlerdir.
6)Ebu Hurayra Sahifesi
Hz.Peygambeden en fazla hadis rivayet etmekle şöhret kazanan Ebu Hurayre ‘dir. Hayatında yazılan ve büyük şöhret kazanan diğer bir sahifede talebelerinden Hemman ibnu Münebbih’in sahifesidir. Berlin ve Şam kütüphanelerinde iki yazma nüshası Pr.Muhammed Hamidullah tarafından bulunarak geniş bir mukaddime ile neşredilmiştir. Hadis tarihi yönünden değerli bir vesikadır.Hemmam’ın sahifesinde bulunan her hadis Ebu Hureyre’nin rivayeti olarak altı hadis kitabnda yer almakla kalmamış aynı zamanda Peygamberin bu sözlerinden her biri mana itibariyle diğer sahabilerden rivayet edilmiştir.
7)Abdullah ibn. Abbas sahifesi
Hz.Peygamberin ashabı içerisinde rivayetinin çokluğu ve bilhassa tefsir sahasındaki genişliği ile şöhret kazananlardan biride Abdullah ibni Abbas İbni Abdulmuttalip’dir. İbni Abbas hicretten üç sene önce dünyaya gelmişti. Tefsir ilminde otorite olması dolayısıyla kendisine müfessiril kuran ve tercumanul kuran deniliyordu. İbn. Abbas hz.Peygamberin vefatında onüç yaşlarında olmasına rağmen ondan pekçok hadis dinlemiş ve hıfzetmiştir. İbni abbasın ilmi üç otoriteden gelmektedir. Ömer bin el hattab, Ali bin ebi Talip, Ubey bin Kab.
Abdullah ibn.Ömer ibn.hattab sahifesi
Hz.peygamberin genç ashabından bir i olan abdullah ibn ömer in hadis yazıp yazmadığını bilmiyoruz. Fakat elinde yazılı hadis vesikalarının bulunduğuna ve kölesi nafinin ondan bir sahife rivayet ettiğine dair haberler vardır. El Buhari tarafından nafi vasıtasıyla nakledilen bir habere göre Abdullah ibn.ömer sokağa çıkmadan önce kitaplarına bakardır. Ettarihul Kebir
8)Sad ibn Ubade sahifesi
Cahiliyye devri katiplarinden Sad ibn Ubade’nin Hz.Peygamberin meclislerinde daima hazır bulunup ondan kuran, feraiz ve şeriat ahkamını öğrendiği bilinen hususlardan olup hadis yazıp yazmadığı net olarak bilinmemektedir.
Bu örnekler Hz.Peygamberin ilk günlerinden itibaren hadislerin yazılmağa başlandığını ve hadis yazanların giderek çoğaldığını göstermeğe yeterlidir.
Kaynak:
Hadis Tarihi/Talat Koçyiğit
FIKIH TARİHİ
İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)
Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)
Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)
Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanından itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.
4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)
Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.
Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.
Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.
Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.
Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.
5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)
Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.
6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.
Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.
Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:
Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.
İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.
Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1][1]
* * *
Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.
[2][1] Bkz. Abdulkerîm Zeydân, el-Medhal, s. 91 vd.; Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, I, 41 vd.; Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, s. 665.
SONUÇ
Özet sunularak anlatmaya çalıştığımız üzere; tefsir tarihi, hadis tarihi ve fıkıh tarihi gelişimleri birbirine paralellik arz etmektedir. Tarihi süreç içerisinde bu üç ilim dalının etkileşime girdiği unsurlar benzerlik arz etmektedir. Bu açıdan değerlendirmeğe tabi tutulduğunda İslami İlimlerin birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceği sonucuna varmak yanlış olmasa gerektir.
Saygılarımla….
MUKAYESELİ TARİHLER
Mehmet BİLGİN – 14912726 (Yüksek Lisans)
I.Kavramlar
A.Tefsir
B.Usûl
C.Tefsir usûlünün
gayesi
II.Tefsir usulü
kaynakları
Birinci bölüm:
Kur’ân’ın metinleşme süreci
I.Genel olarak vahiy
A.Vahyin tanımı
B.Vahyin mahiyeti
Yani
lîsânî bir konuşma olması ve kullanılan dilin her iki tarafın anlayabileceği
ortak bir dil olması gerekmektedir.
C.Vahyin geliş
şekilleri
1.Vasıtalı vahiy
Allah’ın dilediği vahiy muhtevalarını aracı melek vasıtasıyla
peygamberlerine bildirmesidir. = el-vahyu’l-celî/açık vahiy. 2 ayrı şekilde
meydana gelmiştir:
a.Melek aracılığıyla
yapılan vahiy
b.Ses aracılığıyla
alınan vahiy
2.Vasıtasız vahiy
a.Sâdık rüyalar
Hz. Âişe (ra)’den rivâyet edilen: “Resûlullah (sav)’ın
ilk vahiy alması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla başlamıştır.”
b.Nebevî ilham
c.Perde arkasından
konuşmak
II.Kur’ân vahyi
B.Kur’ân lafzının
lügat ve terim anlamı
1.Lügat anlamı
Önce Kur’ân lafzının hangi kökten türediğini bilmek
gerek.
2.Terim anlamı
Hz. Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip
Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir
kelamdır.
B.Kur’ân’ın nüzûlü
1.Kur’ân’ın Cebrâil’e
intikali
Vahyin aracı melek Cebrâil’e intikali konusunda 3 ayrı
görüş:
2.Kur’ân’ın Hz.
Peygamber’e inzâli
Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı haber verilen
Kur’ân vahyinin inzâli konusunda 3 ayrı görüş:
Ez-Zerkeşî en isabetli görüşün ilk görüş olduğunu beyân
ediyor.
Kur’ân 23 senelik bir süre içerisinde meydana gelen
hâdiselere ışık tutmak için tamamen ilâhî bir program dahilinde peyderpey
indirilmiş mûcize bir kitaptır.
Kur’ân hem anlam hem de lafız olarak Allah’tan
gelmiştir.
a.Kur’ân vahyinin
başlangıcı
İlk defa Ramazan ayında ve Kadir gecesinde inmeye
başladığı şeklidir.
Hz. Âişe {ra} rivayeti. O şöyle demektedir. “Allah’ın
elçisine ilk defa vahiy, sâdık rüya yoluyla gelmeye başlamıştır. Onun her
gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi çıkardı. Sonra kendisine yalnızlık
sevdirildi. Artık o Hira mağarasında ibadet ediyor, yalnız azık almak için
evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Allah Resûlü {sav}’nün
mağarada bulunduğu bir esnada ona vahiy meleği gelip “oku” dedi o da “ben
okuma bilme” cevabını verdi. Resûlullah buyurdu ki. “o zaman melek beni
tuttu, tâkatım kesilinceye kadar sıktı, sonra bırakıp tekrar “oku” dedi.
Ben de: “okuma bilmem” dedim. İkinci kez beni tuttu, tâkatım kesilinceye kadar
sıktı ve bıraktı, yine bana “oku” dedi. Bende “okuma bilmem” dedim, yine beni
tuttu 3cü defa sıktı ve bıraktı sonra bana “Yaratan Rabbin adıyla oku,O insanı
aşılanmış bir yumurtadan yarattı. O keremi sonsuz Rabbin adıyla oku. O kalemle
öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti dedi”. Böylece Allah’ın Resûlü
{sav} kendisine vahyedilen bu âyetlerin dehşetinden titreye titreye hanımı Hz.
Hatice’nin yanına geldi ve “beni örtün” dedi. Korkusu geçince Hz.
Hatice’ye anlattı başından geçen olayları ve “başıma bir şey gelmesinden
korkuyorum dedi”Hz. Hatice korkma Allah seni asla utandırmaz….” Dedi.
sayfa: 74
b.Kur’ân vahyinde
tedricilik
Kur’ân’ın tedrîcen indirilmesinde bir takım hikmetler
söz konusudur:
Tedrîce
konu olan Kur’ân vahyi ne nüzûl çağının muasırı olan toplumun örf, âdet,
yaşayış, zihnî alışkanlık ve idrâk biçimlerinin; ne de onu tebliğ eden zâtın
hayatının bir yansıması ve onlar tarafından yönlendirilmiş güdümlü bir vahiy
muhtevasıdır. Kur’ân vahyi Allah’ın ezelî kelâmıdır, o olaylar olsada olmasada
aynı konulu vahiy gelecektir.
III.Kur’ân’ın
metinleşmesiyle ilgili faaliyetler
A.Kur’ân’ın tespiti
Hz. Peygamber’in aslî görevi vahiy yoluyla gelen
Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek
kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale
getirmekti. Bu yüzden Allah Resûlü, bir taraftan tebliğ vazifesini yerine
getirirken diğer taraftan da sahâbileri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik
ediyordu.
→Ancak Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin sadece
ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima unutkanlık illetiyle
karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve
hata söz konusu olabilir.
1.Kur’ân’ın yazılması
Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin
tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir.
Bazı örnekler:
→ Vahyin Mekke döneminde yazılmadığı konusunda en
küçük bir tereddüt bile söz konusu değildir. Kesin olarak bilinmeyen vahyin
Mekke’de ne zaman yazılmaya başlandığı hususudur.
→ Kur’ân’ı Kerim’in Mekke’de nâzil olmaya başladığı
andan itibaren yazıya geçirildiğini söylemek mümkündür.
Hz. Peygamber ümmî olduğundan dolayı risâletinin
başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi
olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy gelse hemen birini çağırır yazdırırdı.
Kâtip yazma işini bitirince Hz. Peygamber (sav)
ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrediyordu. Böylece herhangi bir yanlış
veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu. İstinsah işi bittikten sonra
da mukâbele gören asıl nüsha, Resûlullah’a teslim edilip hâne-i saadette
muhafaza ediliyordu.
Hz. Muhammed (sav)’in mevcut en uygun malzemeleri
temin edip vahyi tamamlanan sûreleri ilk yazılı malzemelerden temize çektirmek
suretiyle muhafaza ettirniştir.
2.Yazılan metnin
muhafaza edilmesi
Bu konuda 2 ayrı yaklaşım mevcuttur:
2 yaklaşım arasında değerlendirme:
Yazılan nüshalar eğer Hz. Peygamber’in evinde muhafaza
edilmiş olsaydı Hz. Ebû Bekr’in derleme esnasında Kur’ân’ın tamamını bulmuş
olması gerekirdi.
Kısaca Kur’ân nüshaları istinsahtaki pratiklik
açısından vahiy kâtiplerinin muhafaza ettiğini ileri sürerek, Allah’ın Resûlü
(sav)’nün evinde bulunan nüshayı kendi şahsî nüshası olduğunu söylemek daha
isabetli bir yaklaşım olarak görünmektedir.
3.Kur’ân metninin
mushaf haline getirilmemesi
Allah Resûlü hayatta iken Kur’ânı Mushaf haline
getirmemiştir.
B.Kur’ân’ın derlenmesi
(cem’)
Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine
kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde
Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam ve
mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi
Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde
yapılmıştır.
1.Derlemeyi
gerektiren sebepler
Âyetlerin kaybolma tehlikesini sahâbe arasında ilk
sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini
dile getirip ona Kur’ân’I derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri
vardı: insanların Kur’ân’ı ezberlemede gevşeklik gösterebilecekleri endişesi ve
Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan çekinme kaygısı.
2.Derlenme görevinin
Zeyd b. Sâbit’e verilmesi
Kur’ân’ı derleme işinin Zeyd’e verilmesi:
3.Derlemede takip
edilen yöntem
Bu konuda son derece sağlam ve hassas bir yol
izlenmiştir.
→
Bu metodun sebebi ortaya çıkma ihtimali bulunan herhangi bir şüpheye hiçbir
şekilde imkân vermemekti.
Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük
sahâbilerden bazılarının da yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda
Kur’ân’ı derleyebilmişti.
4.Derlenen Mushaf’ın
özellikleri
Kur’ân’ı dağınık görüntüden kurtarmak hem de
istifadeyi kolaylaştırmak amacıyla Zeyd, söz konusu Kur’ân bölümlerini deri
üzerine yazdırarak yeni bir nüsha meydana getirdi. Bu nüshanın özellikleri:
Bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr’in
onun vefatından sonra da Hz. Ömer’in yanında muhafaza altına almıştır. Hz.
Ömer’in vefatından sonrada kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir.
Hz. Osman’ın zamanında çoğaltılma meselesi gündeme
gelince Hz. Hafsadan ödünç alınarak istinsahın ardından iade edilmiştir.
Mushaf Hafsanın ardından Medine valisi tarafından
Abdullah b. Ömer’den alınarak Hz. Osman’ın çoğalttırdığı mushaflar arasında
ihtilaf olmasın diye o nüshayı yakmıştır.
→ Bunun nedeni ise Hz. Ebû Bekr zamanında cem edilen
Mushaf’ın yedi harf’i ihtiva edip çoğaltma esnasında “arza-i ahîre” itibariyle
tek bir harf üzerine yazılmasından dolayı çıkabilecek ihtilafları önlemekti.
Hz. Ebû Bekr okumada kolaylık sağlayacağı ümidiyle
olsa gerek ki, söz konusu ruhsatı esas alarak, Kur’ân’ı yedi harf üzere cem
ettirmiş, fakat Hz. Osman da kendi döneminde ortaya çıkan kıraât ihtilaflarını
önlemek maksadıyla Kur’ân’ın yedi harften birine göre çoğaltılmasını
kararlaştırmıştır.
C.
Kur’ân’ın çoğaltılması (istinsâh)
Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen
beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz.
Ömer’in vefatından 3 gün sonra halife olarak kendisine biat edilip,10 seneyi
aşkın bir süre bu görevde kalan Hz. Osman’ın devlet başkanlığı esnasında yapmış
olduğu hizmetlerin en büyüğüdür.
1.Çoğaltmayı
gerektiren sebepler
Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden sonra,
Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi bir faaliyet
içersine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında ise Mushaftan
birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir.
Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsadan Kur’ân nüshasını
alarak çoğalttırdı ve İslâm ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler üzerine
yazılan nüshalarında yakılmasını emretti.
Müslümanları ihtilafa düşüren sebepler:
2.Çoğalmada esas
alınan prensipler
Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltmak üzere kurmuş olduğu
heyete, bazı prensipler doğrultusunda çalışmaları talimatını da vermişti:
3.Çoğaltılma
esnasında yapılan faaliyetler
Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5
senede tamamlanmıştır.
7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise
Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam
Mushaf”denilmektedir.
Hz. Osman aldığı kararlarında ferdî hareket etmeyip
Müslümanların görüş ve düşüncelerine başvurmuş ve onlarla yapmış olduğu
istişâre neticesinde kendi çoğalttırdığı nüshaların dışındaki Mushafların
yakılması kararını almıştır.
Hz. Osman’ın o dönemdeki kıraât ihtilaflarını ortadan
kaldırma noktasında yapmış olduğu önemli işlerden biri de çoğaltılan bu Kur’ân
nüshalarını çeşitli İslâm merkezlerine göndermekle yetinmeyip, söz konusu
Mushafların kıraât tarzlarını, o beldelerdeki insanlara öğretecek Kur’ân
muallimlerini de göndermiş olmasıdır.
4.Çoğaltılan
Mushaflardan günümüze ulaşanlar
İstinsah edilip İslâm merkezlerine gönderilen
Mushaflardan 4 tanesi yangınlar, savaşlar veya benzeri olaylar sonucu yok olup
gitmiştir.
Ancak bunlardan 3ü günümüze kadar gelebilmiştir.
(Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)
D.Kur’ân’a hareke ve
nokta konulması
Arap yazısı İslâm’dan önce oldukça basit bir halde
bulunuyordu. Ancak İslâm’dan sonra bu yazı gelişmeye ve yayılmaya başladı.
Müslümanların Medine’ye hicret etmelerinin ardından geniş bir okuma yazma faaliyetinin
başlaması neticesi yazı, yaygınlaşmış olmakla birlikte, henüz mükemmel bir hale
gelmiş değildi.
Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı
nokta ver harekesiz olan yazıyı hatasız okuyordu. Arap olmayan unsurların
İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış
okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu.
Kur’ân’ı bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun
için okumayı kolaylaştıracak ve sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı
işaretleri kullanmak gerekiyordu.
Vali dönemin büyük dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak
bir sistem geliştirmesini söyler. Oda valinin göndermiş olduğu kâtipler
arasından bir kâtip seçer. Ed-Düeli’nin Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması
esnasında kâtip elinde bulunan yazılı nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek
işaretler koymasından ibarettir.
Arap olmayan unsurlar için harfleri birbirinden
ayırmakta zordu.
Vali ya Nasr b. Âsım ya da Yahya b. Ya’mer’den önlem
almasını istemişti. Harfleri birbirinden ayırmak için yine noktalara
başvurulmuştu. (= i’câb) Harekelemede kullanılan renkten farklı olan mürekkep
tercih edilmiştir, ama metinle aynı renk.
Büyük lügat âlimi, Halil b. Ahmed bügün bildiğimiz
sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini
vermiştir.
(detaylı bilgi sayfa 109)
E.Kur’ân metninin
tertibi
Kur’ân vahyedildiği andan itibaren bir tertibe tâbi
tutulmuştu.
1.Âyet
(a).Genel bilgiler
(b).Âyetlerin
tertibi
Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri,
âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
İslâm bilginleri, âyetlerin Kur’ân’daki sıralanışının
Mushaflarda gördüğümüz tarzda olduğu hususunda görüş birliği içindedirler.
Kur’ân’ların tertibinde herhangi bir farklılık söz konusu değildir.
Hz. Peygamber Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba
okumuş ve her senenin sonunda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir.
Yani Kur’ân herhangi bir değişikliğe uğramadan
günümüze kadar gelmiştir.
2.Sûre
(a.) Genel
bilgiler
Sûre kelimesi sözlükte, “yüksek makam” , “ üstün
derece”, “şan”, “ şeref”, “binanın kısım veya katları” anlamına gelir. Çoğulu
“süver” dir.
Istılahta ise “âyetlerden meydana gelen başı ve
sonu bulunan müstakil Kur’ân bölümü” demektir.
Sûreler isimlerini, kıssalarda geçen şahıslardan yahut
konu edindikleri topluluklardan veya ilk kelimesinden almaktadırlar. Bazı
sûrelere birden fazla isim verilmiştir.
Kur’ân sûrelerine verilen isimlerin tevkîfî olduğunu
söylemek daha isabetli olur. Çünkü eğer ictihâdî olduğunu kabul ettiğimizde, bu
olgunun hâlâ devam ettiğini düşünürsek, her müfessire sûrelere isim koyma
şansını tanımış oluruz.
Âyet sayısı bakımından tasnif:
Mekkî ve Medenî âyetler:
Bilginlerin bir kısmı mekânı bir kısmıda
zamanı/hicreti bir kısmıda hitâbı esas almıştır.
Ama
hicretten sonra Mekke’nin fethiyle o mekânda inenler bu taksime göre Medenî
olarak tellakki edilmektedir.
→ En çok tercih edilen yaklaşım, zamanı esas alanların
görüşüdür.
(b.) Sûrelerin
tertibi
İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı
konusunda görüş birliği içinde değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak
mümkündür:
→ Eğer sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû
Bekr’in cem ettirdiği ve Hz. Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi
bir farklılık olmazdı. Veya da hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını
kendi içtihadleri doğrultusunda yapamazlardı.
IV.Kur’ân’ın okunması
A.Yedi harf
1.Yedi harf
(el-Ahrufu’s-Seb’a) kavramı
“el-Ahrufu’s-Seb’a” bir sıfat terkibidir.
2.Yedi harfle ilgili
hadisler ve değerlendirmesi
(a.) Yedi harf ile
ilgili hadisler
Yedi harfle ilgili hadisler başta kütüb-ü sitte olmak
üzere pek çok hadis kitabında yer almaktadır.
(daha çok örnek için sayfa 120)
(b.)Hadislerin
değerlendirilmesi
Hemen hemen tüm hadislerde ortak bulunan: “ Kur’ân
yedi harf üzere nâzil olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” Sözü
tevâtür derecesine ulaşmıştır.
3.Yedi harf hakkında
ileri sürülen görüşler ve tenkidi
(a.)Zayıf görüşler
(b.)Kuvvetli
görüşler
Örnekler sayfa 124-126
4.Değerlendirme
Yedi harf, lehçe değişiklikleri, yaş farkı ve bilgi
seviyesindeki değişikliklerden doğan okuma farkları, bazı lafızlarda ve cümle
tertibinde, asıl manayı bozmayacak ihtilaflardan ibarettir.
Elimizdeki mushaflarda Hz. Peygamber ’in okuduğu,
okuttuğu ve vahy katiplerine yazdırdığı metinden başka hiçbir metnin yoktur.
Rasûlüllâh yapmadığı için Kur’ân’ı cem’etmekten dahi kaçınan ve bu işe
tereddütle bakan Ashab’ın Kur’ân’a ait bir şeyi mushafa yazmaması düşünülemez.
Yedi harf ruhsatı Kur’ân’ın kıraatıyla alakalıdır, yazısıyla değildir. Sahabe
Kur’ân’ı toplarken Rasûlüllâh’ın yazdırdığını kesin olarak tesbit eden bir
metot uygulamışlardı. Osman zamanında da bunun aynen çoğaltılması
gerçekleştirilmişti. Tabii ki bu mushafa uymayan yazı şekillerinin okunmasının
yasaklanmasında icma’ vardır.
Bu durumda yedi harf ruhsatı Osman zamanında resmi makamlar tarafından
kaldırıldı. Ama bu nazil olan Kur’ân metnine bağlı olmayan bir ruhsat
olduğundan, ona etki etmedi. O metin çerçevesine girenlere ses çıkarılmadı.
B.Kırâat
1.Kırâatın tanımı ve
kırâatle ilgili bazı kavramlar
Kırâat, “Karee” fiilinden masdardır => sözlükte:
okumak
=> Terim olarak: herhangi bir kelime üzerinde med,
kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik.
Kurrâ => sözlükte: okuyucu, okuyan anlamına gelir
ve “Kâri” kelimesinin çoğuludur.
=> Istılahta ise: yedi ya da on kırâatın
kendilerine nisbet edildiği imamlara denir.
Ayrıca Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve ondaki
kırâatlara hakkıyla vâkıf olan kimselere de kurrâ denir.
→ Hz. Peygamber dönemindeki anlamı, nâzil olan
herhangi bir vahiy metnini ezberleyen kimse demekti.
Rivâyet = kırâat imamlarının râvileri arasındaki
ihtilaflara denilmektedir.
Tarîk = râvilerden sonra gelenlerin ihtilaflarını
ifade etmektir.
2.Kırâatlerin tespiti
Ashâbın Resûlullah (sav)’tan kırâatı alış tarzları
çeşitli idi. Bu kırâatleri okuyan kurrâlar çeşitli İslâm beldelerine
dağılmışlar ve onların okudukları kırâatler de, okuyucuların isimleriyle anılır
olmuştu.
Hicrî ikinci asrın sonlarında İslâm bilginleri
ellerinden gelen gayreti göstererek bütün kırâatleri bir araya topladılar.
Vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara nisbet ettiler, sahih ve şazz kırâatlerin
arasını, belirlemiş oldukları birtakım usûl ve esaslara göre ayırdılar.
3.Kırâat çeşitleri
Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve
gayr-i sahih (şazz)
(a.)Sahih
kırâatler
→ Mütevâtir ve meşhûr olmak üzere ikiye ayrılır.
Bunlar okunan ve inanılması vacip olan kırâatlerdir.
(aa.)
Mütevâtir kırâat
Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan
bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir senetle
naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da bünyesinde taşıyan kırâat
demektir.
Cumhûra göre bu kırâat, kırâat-ı seb’a/yedi kırâat
imamının naklettiği kırâatlerdir.
(ab.)
Meşhûr kırâat
Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle
senedi sahih olup, Arap dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah
ettirmiş olduğu mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine
ulaşamayan, ancak gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş
kırâatlere de meşhûr kırâat denmektedir.
(b.)Sahih olmayan
(Şazz) kırâatler
Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan
herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.
(ba.)
Âhâd kırâat
Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz.
Osman (ra)’ın Mushafına veya Arap dili gramerine uygunluk arz etmeyen
kırâatlerdir.
(bb.)
Müdrec kırâat
Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan
ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler Kur’ân’dan olmayıp
tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan ibarettir.
(bc.)
Mevzû/Apokrif kırâat
Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan uydurma
kırâatlerdir.
4.Kırâatlerdeki
çeşitliliğin hikmetleri
5.Kırâat imamları ve
râvileri
(devamı
sayfa 136-138)
6.Kırâatlerin bugünkü
durumu
“Kırâat-ı aşere” diye bilinen on kırâattan 3 tanesini
bugün Müslümanlar pratik olarak kullanmakta. Tamamını ise ancak bu işi ehlinden
özel ders almak suretiyle öğrenen bazı kimseler okumaktadır. 3 kırâat:
→ 10 kırâat imamına nisbet edilerek okunan kırâatlerin
hepsi sahihtir, haktır ve hepsi Peygamberimize dayanmaktadır. Sahih
kırâatlerin nisbet edildiği imamların hepsi de bu kırâatleri kendi hocaları
vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaşan bir senetle ondan almışlardır. Bundan dolayı
sahih kırâatler arasında doğruluk veya güzellik bakımından bir ayırıma gitmek
câiz görülmemiştir.
İKİNCİ BÖLÜM – KUR’ÂN İLİMLERİ
Bu bölüm Kur’an’ın lafzı, anlamı ve içerdiği tarih
itibariyle anlaşılmasına yardımcı olan bazı Kur’an ilimleri anlatmakta. Kur’an
ilimleri Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde ifade edilmektedir. Ulûm, ilim
kelimesinin çoğulu olup lügatte bilmek ve anlamak, ilim ıstılahta da meseleleri
delilleriyle idrak etmek anlamına gelmektedır. Bu tanıma göre Kur’an
ilimleri: inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı,
nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile
ilgili olan ilimlerdir.
Kur’an’da sözü edilen bu ilimler dışında bazı tabiat
ilimleriyle alakalı genel manalı sözler de bulunmaktadır. Ancak bu tarz sözlere
bakarak tabiat ilimlerini de Kur’anî ilimlerden saymak mümkün değildir. Çünkü
Kur’an, hiçbir zaman bu ilimlerin kanunlarını koymak ve onları ispat etmek için
inmemiştir. Bu durum, tabiat ilimlerinin küçümsendiği manasına gelmemektedir.
Aksine Kur’an, Müslümanların bu ilimleri öğrenmeye, onlar üzerinde derinleşmeye
teşvik etmektedir.
Kur’anî ilimler, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve
müfredatla yalnız Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu
ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır. Ez-Zerkeşî (ö.794/1391) bu
ilimleri 47 ile sınırlandırırken, es-Suyûtî sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini
az daha genişleterek biraz daha çoğaltmıştır. İbn Arabî (ö.543/1148) Ku’an’da
geçen her kelimenin zâhir, bâtın, had (helal-haram) ve matla’ (va’d-va’îd)
olarak dört anlamı vardır diyerek bu ilimlerin sayısının 77540 olduğunu ifade
eder.
Kur’an ilimleri konularında ilk olarak I. ve II.
asırda eserler verilmliştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini toplayıcı kapsamları
eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser ez-Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî
ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak
IV. hicrî asrın başlarında kullanıılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe
münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.
Kur’ân, yüce Allah’ın insanlara iletmek istediği son
mesajını içeren ilâhî sözler bütünüdür. Bu sözler l olarak Arap toplumuna,
onların konuştukları dille/Arapça söylenmiş kelâmdan ibarettir. Söz konusu
kelâm, orijinal ve itantik şekliyle ilâhi lafılzlardan oluşmaktadır. Çünkü
Kur’an’ın gerçek mütekellimi Allah’tır. Bu yüzden Kur’an’ın hâkim üslup tarzı
Allah-merkezlidir ve o, esas itibariyle yazılı değil sözlü bir metindir.
Anlatım biçimi bakımından Kur’ân’da bir üslup birliği söz konusu değildir.
Kur’an içerdiği manaları Yüce Allah tarafından seçilen
lafızlarla anlatmaktadır. İşte, Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak
maksadıyla ortaya çıkarılan Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun ifade tarzıyla
ilgilenmektedir.
A. ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN
Tanımı ve Mahiyeti
Üslub, oluş, yapılış biçimi, tutulan yol, tarz,
yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir
sanatçının veya bir devrin kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın
üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap
etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak
bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile
dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün
unsurları taşıdığını rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı üslüp tarzı en
üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim
üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet bataklığından
kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp,
bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de içerdiği
konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.
Kur’an’ın Üslup Özellikleri
Kur’an üslup bakımından öyle üstün bir özelliğe ve
güzelliğe sahiptir ki, beşeri eserlerde bu tarz bir güzelliğe rastlamak asla
mümkün değildir:
Kur’an’da
kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med yahut kasrların nizâmında
tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Arapça bilmelenler
dahi bunu anlayabiliyorlar. Ondaki lafızlar ve bu lafızları meydana getren
harfler öylesine güzel bir şekilde yerşetirilmiştir ki, bunların toplamından
insana hayranlık eren bir ses armonsi meydana gelmektedir.
Kur’an,
içerdiği lafızları manayı tam ifade edebilecek bir şekilde kullanmaktadır. Bu
kullanımda aslî veya tamamlayıcı herhangi bir unsur noksan olmadığı gibi, garip
bir fazlalık da söz konusu değildir. Her harf bir fonksiyon icrâ etmektedir.
Örnek için bkn. S.149
Kur’an’ın
bu husûsiyyeti sayesindedir ki, avâm/halk tabakası kendi bilgi ve tecrübesine
göre sathî bir manayı, ihtisas ehli ise lafızların köklerine nüfüz ederek
değişik manaları kavrayabilmektedir.
Kur’an,
ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi temel konuları içerisine
almaktadır. Temel konularla birlikte bütün konular bir tek küllî mananın
etrafında dönüp dolaşmaktadır; ‘insanları kendi hür iradeleriyle Allah’a
kullupa çağırma’. Kur’an şayet beşerî telif usûllerine göre hareket edip
her konuyu ilgili bölümde anlatma yoluna gitmiş olsaydı, bu merkezi gayeyi
gerçekleştiremezdi. Bu yüzden Kur’an, muhataplarını hep teyakkuz (:uyanıklık)
durumunda tutmak için muhtevâsındaki konuları iç içe bir tarzda anlatmıştır.
Farklı
beyân tarzları sebebiyle Kur’an, mükelleften yapılmasını istediği bir şeyi
çeşitli şekillerde ifade etmiştir. Bunu bazen açıkca emir olarak bazen emir
manası taşıyan kalıplar kullanarak bazen de yapılması istenen fiilin hayır
olduğunu belirterek vs. gerçekleştirir.
B. MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN
Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması
zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına
gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir
topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i
mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân
isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda
olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı
söylenebilir.
Mübhemâtın Kur’ân’da Yer Almasının Sebepleri
Bu konudaki örnekler için bkn. S.152-153
Mübhematla İlgili Nakillerdeki Tenkit Noktaları
Mübhemâtın belirlenmesinde ilk akla gelen kaynağın
Kur’an olduğundan şüphe yoktur. Ancak gerek sahâbî ve gerekse tâbıûn
müfessirlerlinden isrâiliyata meyledenler, Tevrât’ı da bu alanda kaynak olarak
kullanmışlardır. Bir diğer kaynakta tarihtir. Çünkü mübhematla ilgili husuların
büyük bir bölümü tarihte geçen olaylar ve o olayların geçtiği mekânlar ve
kahramanlardır. Sahabe nakilleri mübhematın belrilenmesinde bir kaynak niteliği
taşımaktadır. Tabiûn nakilleride göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak hemen
belirtmemiz gerekir ki, Tevrat, Tarih ve bu iki kaynağa dayalı olan tâbiûn
nakillerini kesin doğrular olarak kabul etmeyip, onlara karşı her zaman
temkinli yaklaşmak gerek. Kısaca; Mübhematla ilgili nakledilen rivayetlerin
doğruluğu, alıntıların yapıldığı kaynaklara ve söz konusu rivayetinlerin
sıhhatine bağlıdır. Bu yüzden mübhemat konusunda müşâhede ve semâya dayalı
sahâbe nakilleri dışındaki kaynaklardan yaılan rivâyetler karşısında çok titiz
davranılmalıdır. Örnek için bkn. S.154-156
C. GARİBU’L-KUR’ÂN
Tanımı ve Önemi
Garîb kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan;
müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise ‘az
kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’
demektir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az
kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer
Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler
de mevcuttur. Mesela dağ manasına gelen الطورSüryanicedir.
Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından
bilinmiyorudu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri
konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu.
Tarihi Seyri
Hz. Peygamber (sav) tebliğ görevi dolayısıyla zaman
zaman sahâbîlerin anlayamadıkları âyetleri tefsir ederdi. Ancak onun Kur’an’a
dair beyanları kelime bilgisinden ziyade ayetlerdeki hükümlei açıklamaya
yönelikti. Bundan dolayı olmalıdır ki sahâbîlerden bir kısım, bazı kelimelerin
manalarını bilmediklerini itiraf etmişlerdir. Ashab içerisinde Kur’an tefsiri
cihetiyle en önde yer alan İbn Abbâs bile bazı kelimelerin manalarını
bilmediklerini açıklamıştır. Ayrıca denildiğine göre o, Kur’an’ın garipleriyle
ilgili lafızlara mana verirken eski Arap şiirinden çok yararlanmış. Bu da
gösteriyor ki garîbu’l-Kur’ân ile ilgili ilk faaliyetler sahâbe döneminde
başlamıştır. Ancak bu dönemde İslâmî ilimler tedvin edilmediği için söz konusu
ilim dalıyla ilgili bilgiler henüz şifâhî yolla naklediliyordu. Hicrî II.
yüzyıla gelindiğinde tefsir ve diğer ilimlerle beraber garîbu’l-Kur’ân
konusundaki bilgiler de yavaş yavas yazıya geçirilmeye başlandı.
D. VÜCÛH ve NEZÂİR
Tanımı
Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât,
yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram
olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’
demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kafzubub Kur’an’da
türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân,
Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar
arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek
lafızlar diye de adlandırılmıştır.
Nezâir de, nazîrekelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil,
tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki
farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı
el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir.
Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam
itibariyle azâba delâlet etmektedirler.
Yani vücûh da teaddüd/anlam çokluğu, nezâir de ise,
teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalar da, nezâir de lafızlarda söz
konusudur.
Vücûh ve Nezâir İlminin Önemi
Vücûh ve nezâir ilmine konu olan lafızlara, muhtevâlarında
bulunan manalar açısından tam bir netlik kazandırılamazsa, o durumda söz konusu
lafızların yer aldığı nasların delâletlerini tam ve doğru bir şekilde anlamak
mümkün olmaz. Herhangi bir kimse vücûh kavramının çerçevesi içerisine
giren bir kelimeye her geçtiği yerde aynı manayı vermiş olsa, hatalı
neticelerin doğmasına yol açabilir. Aynı şey nezâir içinde geçerli. İşte bu
sebepledir ki İslâm bilginleri daha ilk dönemler (II. hicrî asırda) vücûh ve
nezâir konusunda müstakil eserler kaleme almışlardır.
E. AKSÂMU’L-KUR’ÂN
Anlamı ve Mahiyeti
Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet,
sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir
kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması
konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek
kuvvetlendirmesidir.’ Mezheplerin ittifakına göre Allah’tan başka hiçbir
varlık üzerine yemin etmek câiz değildir. Yapılan yeminler bozulduğu takdirde,
Mâide 89’da geçen cezalardan birini hak etmiş olur.
Kur’an’daki yeminlere gelince: Kur’an’da söz konusu
olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e
yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de
Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki önemli
varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir. Allah’ın Kur’an’da
yapmış olduğu yeminleri gruplandırabiliriz:
Örnek
için bkn. S.163-164
Yüce Allah, Kur’an’da çeşitli varlıklar üzerine yemin
ettiği gibi üç ayette de Hz. Peygamber’e yemin etmesini emretmiştir. Söz konusu
âyetlerde Hz. Peygamber’den yemin etmesi istenen husular, ‘öldükten sonra
dirilme’, ‘kıyamet’ ve ‘azab’ tır. Bunlar da, insanlık tarihi boyunca
inkârcıların bir türlü inanmaya yanaşmadıkları ancak vuku bulması muhakkak olan
unsurlardır.
Kasemlerin Kur’an’da Yer Almasının Sebepleri
Kaynaklar bize bu hususta üç sebepten söz
etmektedirler:
Kasem Fiiline Nefiy Edâtının Dâhil Olması
Kur’an’daki yeminlerle ilgili olarak önemli bir nokta
da, kasem fiilinin başına (لا) nefiy harfinin gelmesidir. Bu konuda müfessirlerin ileri
sürdükleri farklı açıklamaları mevcuttur:
III.
KUR’AN’IN ANLAMIYLA İLGİLİ İLİMLER
Anlam, bir kelimenin, bir önermenin, tasarımın, bir
düşüncenin ya da bir eserin anlatmak istediği şeydir. Kur’an ilimlerinin bir
kısmı da onun bu anlam boyutuyla ilgilenerek, metninin doğru anlaşılmasına
yardımcı olmaktadırlar. Bu ilim dalları, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması
noktasında, onu okuyup anlama durumunda olan insanlara pekçok yarar
sağlayabilirler.
A. MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN
Müteşâbihin Manası ve Niteliği
Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin
birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden
her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise: ‘manaları
bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya
da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz
konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.’ Yani müteşâbih ayetlerde üç
ayrı nitelik bulunmaktadır. ‘Bilinmezlik ’ vasfı, Kur’an’ın bir kısım
âyetlerinin mana itibariyle, ancak Mutlak Kudret’in bigisi dahilinde olduğunu
gösterir. ‘Kapalılık’ söz konusu olduğunda, o tür ayetlerin yorumlanmasında
mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını
kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bir kısım âyetler de
farklı anlamlara müsaittir ve bu anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede
bir benzerlik mevcuttur. Dolayısıyla bu nevi âyetlerin yorumlanmasında da hem
bazı zorluklar bulunmaktadır, hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin
isabetli ve mutlaka doğru olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir.
Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere de muhkem ismi
verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği
anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir
ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.
Kur’ânî Nasları Sınıflandıran Âyetlerin Tahlili
Bu konuda üç ayet vardır. Ayetin birine göre Kur’an’ın
tamamı muhkemdir (Hud;1). Başka bir âyete göre de Kur’an’ın tamamı müteşâbihtir
(Zümer;23). Diğer ayette de bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşâbih
olduğu (Âl-i İmrân;7) beyân edilmektedir. İlk bakışta bir çelişki olduğu
düşünülebilir. Ancak ilk ayette muhkem lafzı, her yönüyle bozulmadan uzak,
sağlam, ve sonsuz hikmetleri ihtiva etmek manasına gelmektedir. İkinci ayetteki
müteşabihlikten kasıt ise âyetlerin belâgât, fesâhat ve icâz yönleriyle birbirlerine
benzedikleri ve birbirini tasdik ettikleri anlamına geldikleridir. Son ayette
ise muhkem ve müteşabih kelimeleri ıstılâhî anlamda kullanılmıştır.
Yani ilk iki ayette kavramlar sözlük
manalarıyla, son ayette de ıstılâhi manalarıyla kullanılmışlardır.
Müteşâbihlerin Çeşitleri
Eş-Şâtıbî’ye göre müteşabihler mutlak (mahiyetlerini
sadece Allah’ın bildiği) ve izafî (rüsûh sahibi âlimlerin anladığı) olmak üzere
ikiye ayrılır.
Bu
müteşabihler beşerin gücü dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak
Allah Teâlâ’nın bildiği müteşâbihlerdir. Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret
ahvâli, Rûh, Sûr ve Dâbbetu’l-arz gibi kesin anlamları meçhul olan
kavramlardır. Bir kaçını açıklayacak olursak:
Hakiki
müteşâbihlerin manaları Allah’ın ezelî ilmi içerisindedir. Bu yüzden bu tür
ayetler üzerinde yapılan açıklama ve yorumlar hiçbir zaman o âyetlerin hakiki
anlamlarını ortaya koyucu nitelikte değildir.
Bu
müteşabihler, kastedilen mananın anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir
açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve
genel manalı âyetlerle garib kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf
ettikleri lafızların bulunduğu âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum
gücüne sahip olan müfessirlerin başka konularda olduğu gibi bu konuda da
karîneleri (:belirti) doğru tespit ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri
mümkündür. İzafî müteşâbihler ikiye ayrılır:
Not:
bu konuda 4 uzun örnek vardır, ben sadece bir tanesini kısaltılmış olarak
yazıyorum.
Örnek:
Kur’an, “Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik...” (Hicr;22)
âyetiyle bitkilerin döllenmesinde rüzgârın rolünün bulunduğunu ortaya
koymuştur. Reşid Rıza bu konuda şunları söyler: Araplar aşılamayı biliyorlardı
ve bunu kendi elleriyle yapıyorlardı. Ancak esasen bu işi rüzgârların
yaptığından habersiz idiler. Eski müfessirler de rüzgârın bu rolünü
bilmedikleri için söz konusu âyetin hakikî manasını anlayamamışlar, hep mecâzî
anlam üzerinde dolaşıp durmuşlardır.
Elmalılı
Hamdi Yazır da er-Râzî için bile bu noktanın meçhul kaldığını ifade eder ve şöyle
der: “...Ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur...”
(Ra’d;3) âyetinin ifâde ettiği hakikat (bütün bütkülerin çiçeklerinde erkek ve
dişi çiftin bulunduğu vs) keşfedildikten sonradır ki, rüzgârların aşılayıcı bir
hizmet gördükleri ortaya çıkmış oldu. Böylece Hicr;22 ayetin de Ra’d;3 âyeti
gibi meçhul bir bilimsel hakikatı haber verdiği bu kadar zaman sonra anlaşıldı.
Görüldüğü
gibi modern müfessirler, Kur’an’ın izâfi müteşabihlerini öncekilere kıyasla
daha farklı biçimde anlamışlardır. Ancak bu farklı anlayışlar arasında bir
tenakuz (:çelişki) söz konusu değildir. Zira bu durum, tıpkı havuza atılan bir
taşın önce küçük sonra gittikçe büyüyerek iç içe halkalar ortaya çıkarması
gibidir. Yani tefsirde daima bir gelişme ve açılım vardır. İşte bu da,
Kur’an’ın bütün zamanlara hitâp eden çağlar üstü bir kitap olduğunu ve ondaki
engin manaların hiçbir zaman tükenmeyeceğini ifade etmektedir.
Müteşabihlerin Hikmetleri
B. HURÛF-I MUKATTAA
Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan
harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi
bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak
kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı
yorumlar yapıla gelmiştir.
Genel Bilgiler
Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu
harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da
oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında
görünmektedir. Müfessirlerin beyânına göre vahiy geldikçe Hz. Peygamber bunları
insanlara tebliğ ederdi. Ancak Kur’an’ın meydan okuması karşısında âciz kalan
müşrikler ve gayr-i müslim unsurlar diyorlardı ki, “...Sakın çu Kur’an’ı
dinlemeyin, okundukça gürültü edin, belki bastırır galip gelirsiniz.” (Fussilet;26)
Ancak hurûf-u mukattaanın yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler,
kâfirlerin de dikkatlerini çekmiş böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a
kulak vermeye başlamışlardı.
Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı
konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet
olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür
demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet
değildir.
Hurûf-u Mukattaanın Yorumu
Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı
konusunda iki görüş vardır:
Peki, Hz. Peygamber bu harflerin manalarını neden
açıklamadı?
Bu konuda Hz. Peygamber’den nakledilen tek bir hadis
mevcuttur o da harflerin manalarıyla ilgili herhangi bir mana vermemektedir. Bu
durumda üç ihtimal var; Ya Allah Teâlâ bu harflerin Resûlü ile kendi arasında
birer sır olarak kalmasını istemiştir, ya sahâbîler bu konuda Peygamber’e
birşey sormadıkları için oda herhangi bir açıklama yapmamıştır yahut da esasen
sahâbîler de kendi bilgi ve zekâ seviyelerine göre bu harflerin manalarını
anlıyorlardı, o yüzden de Hz. Peygamber bu harflerin manalarıyla ilgili olarak
herhangi bir beyânda bulunma ihtiyacı hissetmemişti. En doğruşu Allah bilir...
C. İ’CÂZU’L-KUR’ÂN
İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz
bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun,
bütün insanları kend benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu
anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz
kalacağı çok yüksek bir mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet
ve kudreti verildiği halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve
belâğat açısından öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer
bir söz söylemesi imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile
imamlarından en-Nazzam’ın Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı
vardır. Ona göre Allah Teâla Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel
olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü bir kitap olması bu engellemeden ileri
gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu görüşü isabetli bulmayarak iki yönden
tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet
icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o
zaman Kur’an’ın meydan okumasına icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir
insanın dilini kesip sonra da ona konuşma izninin verilmesine benzer.
Kur’an’ın Mûcize Oluşunun Delilleri
Kur’an’ın mûcize oluşunun üç delili vardır:
Kur’an’ın İcâz Yönleri
Kur’an ilim, hüküm ve beyân bakımından beşer gücünü
aşan meziyetlerle dolu bir kitaptır. Bütün bu meziyetler, aynı zamanda onun
mûcizeviliğini gösteren delillerdir.
D. MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN
Müşkil Kavramı
Müşkil’in manası, karışık ve biririne zıt olan şey
demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat
gibi görünen husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle
birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla
Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası
tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’
(Nisâ;82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta
âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz
düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır.
Örnek için bkn. s.203
İşkâle Yol Açan Sebepler
Kur’ân’da bulunduğu zannedilen müşkilâtın sebepleri vardır.
İşkâli Giderme Yolları
Kur’ân müşkillerini gidermek için ortaya iki yol
çıkmıştır:
E. MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN
Münâsebetin Manası ve Alanı
Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını
ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya
arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir.
Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam
benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’
da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.
Kur’ân âyetleri çeşitl zaman aralıklarıyla muhtelif
sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş
olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir. Kur’ân’ın
içerdiği naslar arasında mantıksal bir anlam ilişkisinin bulunması zaruridir.
Bu ilişki hem âyetler hem de sûreler arasında söz konusudur. Hatta bazı
âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin
başı arasında da mana bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.
Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını
tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk
âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi
için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.Diğer
örnekler için bkn. S.211-212
Münâsebâtu’l-Kur’ân İlminin Tarihi Gelişimi
Kaynaklar, Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki
münâsebetten ilk defa söz eden İslâm bilgininin Ebû Bekr en-Nîsâbûrî
(ö.324/936) olduğunu zikretmektedir. Bu zât hem münâsebet hem de
münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüştür ve bu ilme çok katkısı
olmuştur. Buna rağmen bu katkısı şifâhi nakilden öteye geçmemiştir. Kur’ân’ın
insicâmı konusundaki düşünce ve yorumlarını kitabîleştirmek suretiyle bu ilmin
daha kalıcı olmasını sağlayan ilk müfessir er-Râzî (ö.606/1209)’dir. ‘Kur’an’ın
tamamı tek bir sûre hatta tek bir âyettir’ tezinden hareket eden er-Râzî, âyet
ve sûreler arasındaki münâsebete zaman zaman yer vererek, Kur’an’daki anlam
bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir.
VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Hayyân’ın
hocası Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî
tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk
müstakil eseri yazmıştır. Daha sonraki asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer
el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla
oldukçca hacimli sayılabilecek bir tefsir yazmış ve söz konusu eserinde
müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını böylesine
derin ve engin bir şekilde ele bir başka tefsir mevcut değildir.
F. FEZÂİLU’L-KUR’ÂN
Anlamı
Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük,
meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın
yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.
Kur’an’la ilgili Fazilet Hadisleri
Hz. Muhammed (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz
olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine
işaret etmiştir:
Kur’an’ın tümü hakkındaki bu fazilet hadisleri
güvenilir hadis kitaplarında mevcuttur ve sahih olduklarında şüphe yoktur.
Sûrelerle İlgili Fazilet Hadisleri
Sûrelerin faziletine dair pek çok hadis mevcuttur.
Bunların büyük bir kısmı tefsir kitaplarında yer almaktadır:
Kur’an sûrelerinin fazileti hakkında nakledilen bu
hadisler ez-Zemahşerî, el-Beydâvî ve Ebu’s-Suûd Efendi’nin tefsirlerinde yer
almaktadır. Kaynakların belirttiğine göre bu müfesirler söz konusu hadisleri,
Kur’an sûrelerinin faziletleri konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan
es-Sa’lebî ve el-Vâhidî kanalıyla rivâyet etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki
müfessir eş-Şirbînî, ez-Zemahşerî ve ona tâbi olarak aynı hadisleri naklene
el-Beydâvî’nin pek çok uydurma hadisi kitaplarına aldıkların söz etmektedir. Bu
müfessir söz konusu hadislerin mevzû olduklarını belirtirken, âlimlerin
ekseriyetinin görüşünü benimsemiştir. Kur’an sûrelerinin faziletiyle ilgili pek
çok hadisin uydurulduğu konusunda açık itiraflarda mevcuttur. Mesela Meysere b.
Abdi Rabbih İnsanları Kur’an okumaya teşvik etmek için pek çok fazilet
hadisi uydurduğunu beyân etmiştir.
Kur’an sûrelerinin fazileti konusunda uydurulan
hadisler teşvik için yaramış olsa bile uydurulan hadislerde öngörülen aşırı
sevaplar, Müslümanları Kur’an’ın ruhundan uzaklatırıp sadece onun lafzıyla
meşgul etmiştir. Halbuki ümmetin en hayırlısı olan ashâb Kur’an’ın manası ve
hükümlerin uygulanması konusunda çok titiz davranıyordu. Böylece bu mevzû
hadisler Müslümanları daha çok Kur’an’ın lafzına yönelterek onları asıl
görevlerinden uzaklaştırmıştır.
VI.
TARİH İÇERİKLİ İLİMLER
Kur’an tarihe ve tarihi olaylara özel bir önem
atfetmektedir. Hedefi, olayların arkasında kalan gizli degerleri, önemli
mesajları muhataplarına ulaştırmaktır. Kur’an sadece tarihi bilgileri
anlatmakla kalmaz, zaman zaman da Yüce Allah’ın yaratıcı kudretini, tarihin
akışıyla birlikte hep var olan İlâhi yasaları (Sünnetullah) görme imkanı
sağlayan jeolojik ve biyolojik özelliklere de dikkatlerimizi çeker.
A. KISASU’L-KUR’ÂN
Kıssaların amacı, sadece insaların ahlâkî
davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve neticeler üzerinde durmak değildir.
Kur’an’ın kendi sunu mantığı ve yöntemi içerisinde kıssalar, bir nakil ve
aktarımın ötesinde, toplumsal değişmelere paralel olarak ele alınması ve
üzerinde derinliğe düşünülerek birtakım yorum ve prensiplere ulaşılması gereken
tarihsel veriler konumundadırlar. Bunlar, İlâhi bir tarih yorumunu elde etmemiz
için mevcutturlar.
Kıssa Kelimesinin Anlamı
Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip
etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan
etmektir. Bunların dışında anlatmak, hikâye etmek manalarına da
gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu anlamları kullanmamak gerek.
Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle
unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı
derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.
Kıssaların Gayeleri
Kıssaların Özellikleri
Kur’an, ilâhî mesajı muhataplarına ulaştırmak için
tarihi olayları araç olarak kullanmıştır. Kur’an bu önemli hedefi
gerçekleştirirken, söz konusu olan kıssaları belli bir takım özellilere riâyet
ederek sunar:
Kıssaların Vâki Olmadığı İddiası
Kur’an kıssalarının gerçekte vuku bulmadığı iddiasını
ilk defa ciddi bir şekilde gündeme getiren, Muhammed Ahmed Halefullah’tır.
Halefullah’ın konuyla ilgili iddiası şöyledir: Kur’an’ın birçok âyetinde
müşriklerin Kur’an hakkındaki ‘evvelkilerin masalları’ nitelemelerine yer
verildiği halde hiç bir ayette bu iddialar reddedilmiş değildir. O halde
Kur’anda masal bulunduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Kur’an, naklettiği bu
olayların vuku bulup bulmadığına, gerçekle uyuşup uyuşmadığına önem vermemiştir
çünkü o kıssaları sadece vermek istediği talimat ve öğütler için vesile
kılmıştır. Bize göre bu iki iddia da mesnetsiz ve tutarsızdır. Çünkü Kur’an,
Furkân sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde ‘evvelkilerin masalları’ iddiasını
reddetmektedir. Ayrıca, anlattığı kıssaların gayb haberleri olduğunu da birkaç
âyetinde ifade etmiştir (Âl-i İmrân:44; Yûsuf:102). Ayrıca Kur’andaki
kıssaların Kitab-ı Mukaddes’de anlatılanlara çok benzemesi de bu iddialar için
bir delil teşkil etmez. Kitab-ı Mukkades ile Kur’an-ı Kerîm’in kaynağı birdir
ve Kitab-ı Mukaddes’in tamamen tahrif edildiğine dair bir bilgi yoktur.
Öyleyse bu benzerliklerin bulunmasında gayet tabiidir.
B. ESBÂBU’N-NÜZÛL
Kur’an âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir
sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya
koymak amacıyla nâzil olan âyetler. Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan
âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir.
Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı
Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod,
yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca
ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek
veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu
ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku
bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol
açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.
Örnek için bkn. S.232-234
Esbâbu’n-nüzûl Rivâyetleri İçin Kullanılan Tâbirler
Rivâyetler bazı hususî tâbirlerin kullanıldığı
görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre
kesinlik arz etmemektedir. İfadeler:
Esbâbu’n-nüzûlle İlgili Rivâyetlerin Sıhhati
Tefsir âlimleri, nüzûl sebebpleriyle ilgili
rivâyetlerin sıhhatini tesbitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için
sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:
Rivâyetlerin Çeşitliliği
Çeşitlilikten maksat, bir âyetin iniş sebebiyle ilgili
olarak birden çok rivâyetin nakledilmesidir. Eğer rivayette geçen sebep aynı,
şahıs ve zaman bakımından farklılık söz konusuyla bir problem yok demektir.
Ancak bu farklılıklarla birlikte bir de sebep de farklı ise ozaman sırayla
takip edilmesi gereken bazı yollar vardır:
Esbâbu’n-nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Sonuçlar
C. NÂSİH-MENSÛH
İslâm’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu
olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir
perspektiften ele alınması gereğini düşünüyoruz.
Neshin Tanımı
Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek,
yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına
gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille
kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki)
tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü
kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.
Kur’an’da Neshin Varlığı Tartışması
Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru
bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki
müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri
uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin
bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil
etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine
“tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni
(ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken
zamanlara uzandığı söylenebilir.
Esasen Kur’an’da neshin bulunmadığını ileri süren
âlimler, bu hususu tahsîs kavramıyla açılmaktadırlar. Onlara göre
Kur’an’da yer alan herhangi bir hüküm hiçbir zaman tamamen ortadan
kaldırılmamış; ancak bazı durumlarda bir nassın daha sonra gelen bir nasla
anlam alanı darltılmıştır.
Nesih ile Tahsisin Farkları
Neshin Şartları
Neshin Tespiti
Peygamber Efendimiz önceden koymuş olduğu bir yasağı
sonradan kaldırarak sünnetteki neshe işaret etmiştir ancak Kur’an’da neshin
varlığına dair herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Neshin tespiti konusunda o
yüzden sahâbenin bilgisine başvurmak gerekmektedir. Çünkü onların verdiği
bilgiler, sonrakiler için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır.
Belirleyici diğer bir hususta icmâ’dır.
Neshin Kısımları
Sonuç
İslâm bilginlerinin çoğunluğu neshi tefsir ilminde bir
çözüm olarak kabul edip savunurken, bir kısmı da Kur’an’daki mevcût âyetlerin
hepsinin bir işlevi olduğunu ileri sürüp neshi reddetmektedir. Bize (Muhsin
Demirci vs...) göre burada isabetli olan görüş, neshe kapılamayan aralamayan
görüştür. Çünkü Kur’an başlı başına bir hukuk sistemi değil, İslâm hukuk
sisteminin öncelikli temel kaynağıdır. Böyle olunca Kur’an’ın içerdiği bütün
naslar hukuk için malzeme niteliğindedir. Tabii ki bu durumda da bir nassın bir
başka nasla teâruzu (:çatışması) söz konusu değildir. Naslar arasında herhangi
bir çelişki olmadığı sürece de nesihten söz etmenin bir anlamı yoktur. Zira
nesih, naslar arasında meydana gelebilecek teâruzu ortadan kaldırmak, böylece
Kur’an’da anlam yönünden bir bütünlük oluşturmak için öngörülen bir yoldur.
Kaldı ki bir çözüm yolu olarak başvurulan nesih, problemleri halletme uğruna
bazen yeni problemler de ortaya çıkmaktadır.
2014-2015 Yüksek Lisans Ödevi
Hadis Eserlerinde Tefsir Rivayetleri I
Zeynep ARSLAN Öğrenci No:13912774
TEFSİR USULU
Tefsir ilminin başladı ğı ilk dönemlerden itibaren tefsir usulu ilmininde ilk kavramlarına rastlanmaktadır.Zamanla gelişen bu ilim dalı,müstakil olarak tedvin edilmiştir.
Tefsir usulu;müfessirlerin Kur’an’dan nasıl çıkarımda bulunacaklarını ve takip ettikleri yolları gösteren kaideler ve usuller mecmuasıdır.
1.BÖLÜM
KURAN TARİHİ
Kur’an’ı Kerim: Yirmi üç senelik peygamberlik müddeti içinde Hz. Muhammed’e çeşitli vesilelerle,vahiy yoluyla zaman zaman Allah tarafından indirilen sözlerin bir mecmuasıdır.Yazı ile tesbit edilmiş bu mecmuaya ‘’el- Mushaf’’denir.
El-Vahy: Allah’ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi,özel olarakta insanlara ulaştırmak istediği ilahi emir,yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda,gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesidir.
Vahyin geliş şekilleri;
1.Vahyin ilk şekli,Hz. Paygamber uykudayken gördüğü sadık rüyalardır.
2.Hz.Peygamber uyanıkken melek görünmeksizin kalbine ilahi vahyi ilka ederdi.
3.Cebrail’in insan suretinde gelip,Hz.Peygambere vahy getirmesidir.
4.Vahy’in çıngırak sesine benzer bir sesle gelmesidir.
5.Cebrail’in kendi suretiyle görünüp,ilahi vahyi Hz. Peygambere iletmesidir.
6.Hz. Peygamber uyanıkken Allah ile konuşması şeklinde vuku bulan vahiydir.
7.Cebrail’in Hz. Peygambere uyku halindeyken vahiy getirmesi şeklindedir.
Ayet: Lugat manası,açık alamet,işaret,nişane anlamlarına gelmektedir.Istılahi olarak,surelerin içinde evelinden ve sonundan munkati olan bir veya birkaç cümleden oluşan Allah kelamıdır.
Ayetlerin tertibi tevkifidir.Nazil olan her ayetin,hagi surenin neresine konulacağını Hz. Peygamber bilir ve yazılmasını vahiy katiplarine emrederdi.
Fatiha ve Besmelenin ilk nazıl oldugunu söyleyenler varsa da genelde alimler Alak suresının ilk beş ayatinin ilk nazıl olan ayetler oldugunu bildirmektedirler.Son nazıl olan ayet hakkında ise bir ittifak mevcut değildir.Bakara 278,Bakara 281,Nisa 176,Tevbe 128-129,Nasr 1-3,ve Maide 3 oldugunu bildiren farklı görüşler vardır.
Sure: Lugat manası ,yüksek rutbe,mevki,şeref binanın kısımları manasına gelir.Ayetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan mustakil Kur’an bölümüdür.Kur’an-ı Kerim biri diğeri tarafından kesilmiş 114 sureye ayrılmıştır.
Surelerin tertibi konusunda islam alimleri arasında ihtilaflar vardır.Bazıları surelerın tertibinin tevkıfı oldugunu söylerken bazılarıda bu tertibin sahabenin içtihadı olduğunu belirtir.Bir diğer görüş ise bu tertibin kısmen tevkıfı kısmen sahabe içtihadı ile olduğudur.
Sureler isimlerini ihtiva ettikleri garib bir kelimeden yada ifade ettikleri manadan alırlar.Bazı surelerin birden fazla anlamları vardır.
Surelerin Mekki yada Medeni olması ile ilgili üç farklı görüş vardır.Bunlardan ilki;vahyin nazil olduğu mekana güre tasnıf edildiğini,ikincisi hicret dikkate alınarak tasnif edildiğini, üçüncüsü ise muhatabın dikkate alınarak taksim edildiğini belirtir.
Kur’an’ın Yazı İle Tesbiti:Kur’an hadiselere uygun olarak 23 yılda tamamlanmıştır.Hz. Peygamber nazil olan Kur’an ayetlerini hafızasında tutar,derhal vahiy katiplerine yazdırır,yanındakilere ve namazlarda okurdu.Hz. Peygamber vahiyleri bu şekilde yazı ile tesbit ettirmiştir.Kur’an’ın öğrenip,öğretilmesinde kitabetle sema aynı derecede beraber gitmişlerdir.Hatta ilk günlerde sahabe hadis kitabetinden men edilmiş sadece Kur’an kitabetine müsaade edilmiştir.
Kari,Cem ve Asrı Saadette Kur’an’ın Cemi:Nazil olan vahiyleri ilk günden itibaren ezberleyenlere ‘’Kari’’denir.Hz. peygamber döneminde işittiği miktarı ezberleyenlere kari denirken daha sonraki dönemlerde Kur’an’ın tamamını ezberleyenlere ve ondaki kıraatlere vakıf olanlara denilmiştir.
Hz.Peygambere nazil olan vahiyler bir yerde cem edilip tertip edilmemiş,yani resmi bir tertip işine teşebbüs edilmemiştir.Fakat bununla beraber şahıslar münferit olarak Peygamberden işittiklerini topluyorlardı.Fakat bu cem edişler şahsi olduğundan usul ve tertipleri başka başka olmuştur.Bu bakımdan bu Mushaflar cem eden şahıslara tahsis edilmiştir.
Kur’an’ Kerim’in metnini ezbere bilenlerin şehit düşmesi veya vefat etmeleriyle,mukaddes metin için bazı tehlikeler ortaya çıkabilirdi.Bu tehlikeyi ilk defasezen Hz. Ömer olmuş ve halife Hz.Ebubekir’i Kur’an’ın cemi konusunda ikna etmiştir.Yapılan bu cem işi Peygamberin vefatından altı ay sonra gerçekleştirilmiştir.Kur’an’ın derlenme işi Zeyd bin Sabit’e verilmiş ve bu konuda oldukça sağlam bir yol izlenmiştir.Kur’an’ı derleme işinde hem Hz. Peygamber’in huzurunda yazılana hemde insanların ezberlerinde bulunanlara birlikte itibar edilmiştir.Metinlerin kabul edilmesi için Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına şahitli edecek 2 kişi istenmiştir.Büyük bir titizlikle bir araya getirilen ve Kur’an’ı Kerim’in metnini ihtiva eden bu kitabı Zeyd,Ebu Bekir’e teslim etmiştir.Sonrasında Hz. Ömer’e ardındanda kızı Hafsa’ya geçmiştir.
Kur’an’ı Kerim’in Hz. Osman Zamanında İstinsahı ve Teksiri: Hz. Osman zamanında İslam devletinin sınırları Arabistan sınırlarını aşmıs ve yeni beldelere gönderilen muallimler öğrendikleri ve duydukları kıraatle,okutup,öğretmişlerdi.İslamiyete yeni giren çeşitli bölgelerdeki insanlar,Resulullahın okuyuş ihtilaflarına niçin müsaade ettiğine vakıf değillerdi ve Kur’an’ı hangi kıraat üzere öğrenmişlerse onu şiddetle müdafa ediyorlardı ve bunun bir sonucu olarak mücadeleye girişecek kadar galeyan ve taassub gösteriyorlardı.Bu gibi hadiseler sebebiyle Hz. Osman derhal Hz. Hafsanın elindeki nüshayı isteyerek ,Kuran’ı birkaç nüsha istinsah edip,belli başlı İslam merkezlerine gönderdi.
Kur’an’ı Kerim’in Harekelenmesi ve Noktalanması:İslamiyetin doğuşunda Arapların elindeki yazı bugunkü haliyle değildi,hareke ve noktalamalardan mahrumdu. Bu sebeple Kur’an’ın ilk devirdeki yazısıda noktalama ve harekelemeden mahrumdu.İslamiyetin genişlemesiyle beraber Araplar ve arap olmayanlarla karışınca arap dilinde bozulma başladı.Kur’an’ın bu olumsuz durumdan korunması içinde ilk harekelenme gerçekleştirildi.Kur’an’ın noktalanması ve harekelenmesi çeşitli şahıslar elinde çeşitli zamanlarda tekamülü gerçekleşmiştir.Bu hareketin öncüsü ise Ebu’l Esved ed Düeli’dir.
Kur’an’ın Yedi Harf Üzerine Nazil Olması ve Kıraat Meselesi: İslamın ilk zamanlarında ortaya çıkan ve Hz Osman zamanında iyice ortaya çıkan yedi harf ve kıraat meselesi tefsir hareketinde en önemli olaylardan biridir.Bunların her ikisi de İslam’ın doğuşunda arap yazısının ve arap lehçelerinin karışık bir durumda olmasından kaynaklandığı söylenebilir.Bunun dışında Kurranın bırakmak istemedikleri okuyuş tarzları,arap yazısının kifayetsizliği,bu yazıda okuyuşun okuyucuya bırakılmış olması gibi durumlar diğer sebeplerdir.Bu sebeplerin tutatlı yönleri olduğu gibi tenkid edilecek yönleride vardır.Bununla beraber çoğu zaman harflerin birbirine karışma imkanları manaya tesir etmemektedir.Ayrıca Kur’an’ın okunuşunun sadece kitabete dayanmadığı,hatta daha çok hıfza dayandığı unutulmamalıdır.
Yedi harf ve kıraat birbirine karıştırılmış, hatta bazen aynı şeyler olduğu söylenmiştir.Oysa yedi harf ve kıraat ayrı ayrı şeylerdir.Öncelikle harf kelimesinin anlamları üzerinde durmalıyız.Harf ,lügat,vech ve lehçe anlamlarına gelmektedir.Hz. Peygamberden gelen yedi harf ile ilgili hadisten ise ne kasdedildiği tam olarak bilinmediğinden buradaki yedi harfe sonradan ortaya çıkan yedi kıraat anlamıda verilmiştir.harfden kasdın umum.husus,nasih,mensuh,emir,nehiy gibi anlamlara geldiğini bildiren rivayetler zayı olarak kabul görmektedir.Yedi harften maksadın Arap kabilelerinin yedi dili,lafızlardaki yedi vecih olması kuvvetli görüşlerdendir.
Hz. Peygamberin Kur’an’ın yedi harf üzerine okunmasıyla ilgili hadisi ve bu çerçevede yapılan rivayetleri incelediğimiz zaman buradaki yedi harfin lafızdaki değişiklikler olduğu açıktır.Manada bir değişiklik yoktur.Lafızdaki değişiklikler de Kur’an’ın her yerinde ya da her kelimesinde değildir,bazı muayyen yerlerdedir.Zaten birinci asrın ilk yarısından itibaren Kureyş lehçesinin yayılması ile yedi harf meselesi önemini kaybetmiştir.Kurtubi ve İbn Abdi’l Berr yedi harfin zaruretten dolayı özel bir vakte mahsus oldugunu ,bu durumun ortadan kalkması ile yedi harfinde hükmünün kalkacağını ve Kur’an’ı tek harf üzere okumanın gerektiğini söylerler.Bu mesele ilk zamanlar için arizi bır ruhsat olmuş,bugun ise sadece ilmi bir meseledir.
Kıraat kelime üzerinde med,kasr,hareke,sükun,nokta ve irab bakımından olan değişikliğe denir.Kuran ve kıraat birbirlerinden ayrı iki hakikattir.Kur’an beyan ve icaz için Hz.Peygambere nazil olmuş vahiydir.Kıraat ise vahiy lafızlarının,tahfif ve ağırlaştırma ve diğer yönlerden yazılma keyfiyetidir.Sahabenin Resullullahtan kıraati alış şekli farklılık arz etmektir.Bu kıraatleri okuyan Kuralar çeşitli İslam beldelerine yayılmışlar ve onların okudukları kıraatlerde okuyucusunun ismiyle anılmaya başlanmıştır.Hicri ikinci asrın sonlarında İslam alimleri bütün kıraatleri bir araya toplayarak,sahih ve şazz kıraatleri bazı usul ve esaslara göre ayırdılar
Kıraatler mütevatır ve şazz olmak üzere ikiye ayrılır.Mütevatır kıraatler sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygambere ulaşan kıraatlerdir.Ayrıca Hz.Osman’a nisbet edilen Mushafların resmi hattınaaykırı olmayan kıraatlerdir.Şazz kıraatlerde sahabe icmayla olur fakat tevatür derecesine ulaşmaz.Tevatür derecesine ulaşan ve sahanin icma ettiği kıraatler on tanedir.Bunlarında yedi tanesi daha ön plandadır.Bugün fiilen kullanılan üç kıraat vardır.Bunlar;Ebu Amrın kıratı,Nafi kıratı ve Asım kıraatidir.Diğerleri ise ilmi olarak tetik edilmektedir.Bugün yeryüzündeki Müslümanların çoğu Asım kıraatinin Hafs rivayetini kullanmaktadır.
II.BÖLÜM
KUR’ANİ İLİMLER
Esbab-ı Nüzul
Allah her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Kur'an-ı Kerimin âyetleri de bu yönden iki kısma ayrılabilir. Birincisi, Kur'anın genelini teşkil eden ve Cenab-ı Hak tarafından bir sebebe bağlayamadığımız veya doğrudan doğruya indirildığıni söylediğimiz ayetlerdir.
Ikincisi, ise, bir sebebe bağlıyabildiğimiz ayetlerdir. Hz. Peygamber’e bir sual veya bir hadise sebebiyle
birkaç ayetin yada bir sürenin nazil olmasına sebep olana’’sebeb-i nüzul’’ denir.Kur’an’ı Kermi anlamave açıklamada sebebi nüzulun yeri çok önemlidir.Nüzulş sebepleri bilinirse ayetlerden kasdedilen mana kolaylıkla anlaşılır,şüphe ve yanlışlıklar ortadan kaldırılmış olur.Ayrıca Kur’an-ın hikmeti ancak sebebi nüzul ile bilinebilir.Ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.
Nasih ve Mensuh
Kur’an’ı Kerimin tefsirini yapmak ve ameli hükümler çıkarmakiçin bilinmesi gereken ilimlerden biride nasih mensuhtur.Nesh kelimesi gidermek,yok etmek,değiştirmek ,tebdil ve nakletmek manalarına gelmektedir.Istılahi manada ise bir nassın hükmünü daha sonra gelen nas ile kaldırmaktır.Tefsir usulu ilminde karışık meselelerinden biridir ve İslam’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konudur.
Nesihte başlıca üç mesele ortaya çıkmıştır.Öncelikli olan nesh keyfiyetinin alken caiz olup olmamasıdır.sonrasında eğer caiz ise pratik olarak gerçekleşmişmidir ve Kur’an’ı Kerim de nesh varmıdır?Bu soruların cevaplarına baktığımız zaman neshin aklen kabul edildiğini ve pratikte varolduğunu görmekteyiz.Kur’an da neshin olup olmadığı meselesine gelince İslam alimlerinin çoğu neshin Kur’an da var olduğunu söylemişlerdir.Kur’an ayetinin ancak başka bir ayetle neshedilebileceğini söyleyenler olduğu gibi Hz. Peygamberin sözlerininde Necm suresi 53-55 ayetine göre vahy telakki edilebileceği ve Kur’an ayetlerini nesh edebileceğini söyleyenler olmuştur.Birkısım İslam alimleri ise Kur’an’ın kendi içinde neshin olmadığını,Kur’an’ın ancak kendinden önceki dinleri nesh ettiğini belirtmişlerdir.
Neshin üç çeşidi vardır.
1.Hükmü mensuh metni baki kalan ayetler,-kıblenin tahvili gibi-
2.Metni mensuh hükmücari kalan ayetler,-recm eyeti-
3.hem metni hemde hükmü mensuh olan ayetler,-ademoğlunun iki vadi malı olsa üçüncüyü istemesindeki hırsı-
Ayetlerin tarihi bir yolla açıklanması bakımından nesh oldukça önemlidir.Kur’an’ı iyi anlayabilmek ve onun ayetleri hakkında doğru hükümler vereblmek için mutlaka nesh konusunun bilinmesi gerekir.
Muhkem ve Müteşabih
Manası kolaylıkla anşlaşılan ,ayrıca bir tefsire ihtiyaç duyulmayan ve tek manası olan ayetlere muhkem ayetler denir.Müteşabih ise,birçok anlama gelme ihtimali olan,bu manalardan birini seçmek için harici bir delile ihtiyacı olan ayetlerdir.Muhkemler helal,haram,nasih,hudud,feraiz,iman edip amel edilen hususlardır.Müteşabihler ise mensuh,mukaddem,emsal,yeminler,iman edilip amel edilmeyen hususlarla ilgilidir Genel olarak usul alimleri müteşabihatı ikiye ayırmışlardır.
1.Muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen,
2.Hakikatını bilmeye imkan olmayan ayetler.
Müteşabihin menşeinde Şari’nin muradının gizliliği ise bazen lafızda,bazen manada,bazen de her ikisinde birdendir.Kur’an’ı Kerim de müteşabih ayetlerin bulunmasıinsanlık için bazı faydalar temin etmektedir.Bu ayetler sayesinde İslamiyette insan fikri sabitlenmemiş,geniş bir fikir hürriyetine müsaade verilmiş,dinin temelleri kuvvetlendirilmiştir.Müteşabihler sayesinde Kur’an’ın ezberlenmesi ve korunması sağlanmıştır.
Bazı Surelerin Başlangıç Harfleri
Bazı surelerin başında bazen basit bazende birkaç harfin birleşmesiyle meydana gelmiş ifadeler bulunmaktadır.Bunlara ‘’el Huruf’ul Mukatta’’denir.Bütün alimler bu harflerin müteşabihattan olduğunu kabul ederler.Yirmidokuz surede geçmektedir.Manaları hakkında ise çeşitli görüşler vardır.Bu görüşleri iki grupta toplayabiliriz.Birinci gruptaki görüşlere göre bu harfler Kur’an’ın esrarındandır,Allah bunları bilme ilmini kendine mahsus kılmıştır.İkinci görüşe göre ise;Mütekellimler bu görüşü kabul etmemişler ve Allah’ınKitabında mefhumu olmayan şeyleri dilemesinin uygun olmayacağını belirtmiş ve ayet,hadi,akli deliller getirmişlerdir.
Surelerin Başlangıçları(Fevatihu’s Suver)
Kur’an’ı Kerimdeki surelerin başlangıçları çok çeşitlidir.Suyuti bunları on gurup altında toplamıştır.
1.Allah’ı övme ile başlayan sureler
2.Heca harfleriyle başlayan sureler
3.Nida ile başlayan sureler
4.Haber cümlesiyle başlayan sureler
5.Yemin ile başlayan sureler
6.Şart ile başlayan sureler
7.Emir ile başlayan sureler
8.Soru ile başlayan sureler
9.Dilek ile başlayan sureler
10.Talil ile başlayan sureler
Garibu’l Kuran
Garib kelimesi,yabancı ,acib manasındadır.Kur’an ve hadislerin yabancı kelimelerini,hadis ilminde peygamberin ashabından biri tarafından rivayet edilmemiş olan munferit hadisler için kullanılan ifadedir.Kur’an da nadirende olsa yabancı kelimelerin bulunuşu veya Allah’ın kelamında Kureyş lehçesi ağırlıkta olmasına rağmen diğer lehçelerden de birçok kelimenin bulunması Garib’ul Kur’an meselesini ortaya çıkarmıştır.Sahabe zamanındadahi Kur’an ayetlerinde anlaşılması zor bir takım kelimelerin tefsiri için arap şiirine müracaat ihtiyacı doğmuştur.Hicretin ikinci asrında ise filolojinin etkisinde kalarak müstakil bir ilim haline gelmeye başlamış ve çeşitli eserler meydana getirilmeye başlanmıştır.
Uslub’ul Kur’an
Kur’an’ın uslub özelliği insanların oluşturduğu eserlerin uslubuna benzemediği gibi diğer nazil olan kitapların uslubunada benzememektedir.Kur’an’ın kendine has bir uslubu vardır.Bu uslubu ıyı anlamak ancak Kur’an’ı ve ona ait ilimleri anlamakla olurKur’an’ın insanlığı aciz bırakan uslubu karşısında sadece Müslümanlar değil,gayrı Müslimler hatta müsteşrikler bile hayran kalmışlardır.Kur’an’ın müşahede ve tefekküre davet edişi,insanın madde ve ruhuna hitap edişi,sözlerinin yerli yerinde oluşu,tekrarlarının usandırmayışı,çok güzel ayet sonları,tabii secileri,aklın ulaşabileceği ilmi sırlar,fert ve cemiyet ahlakını güzelleştiren ve aileyi ıslah eden ahlak kaideleri,geçmiş asırların tarihini aydınlatması,güzel hitapları,müstesna ikna sistemi vb. Kur’an’ın uslubunun fevkadaleliği onun insanı aciz bırakan yönlerindendir.
İ’cazu’l Kur’an
Lugatte i’caz aciz bırakmaktır.Bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı aciz bırakan her şeye mucize denir.Kur’an’ı Kerim Hz. Peygamberin ebedi bir mucizesidir.Arap kavminin fesahat ve belagat yönünden en yüksek bir mertebeye ulaştığı bir devirde,gereken en büyük mucize belagat ve fesahatın en büyük timsali olan ve hiç kimse tarafından taklid edilemeyen Kur’an’ın vahyedilmesidir.Bununla beraber Kur’an’ın İcazını sadece dili,uslubu ve fesahatında aramak yanlış olur..Onun telifi,içerdiği ilimler ve maarif,kevni ilimlerdeki yeri,islah siyaseti,gaybi haberleri,Peygamberin dahi ona benzer bir eser meydana getiremeyişi gibi birçok yönü O’nun icazını gösterir.Kur’an hangi mekan ve zamanda okunursa okunsun daima ebedi bir mucize olarak kalacaktır.
Aksam’ul Kur’an
Kur’an’ı Kerim de birçok yerde yeminler vardır.Bunların bazısında Allah bazen kendi yüce ismine yemin etmekte,bazen peygamberlere ve peygamberlerin zuhur ettikleri yerlere ,Kur’an’a,meleklere,kıyamet gününe,bazende kainatta ve tabiatta bulunan mühim varlıklara yemin etmektedir.Kur’an’ı Kerimdeki yeminleri çeşitli sebeplerde aramak gerekmektedir.
1.İslamiyetten önceki Arapların ictimai hayatında yeminin rolü büyüktür.Kur’an Arapların alışkanlıklarını muhafaza etmiş,bu arada yemini de alıkoymuştur.
2.Allah ayet ve delillerini yeminlerle teyit etmiştir.
3.Yemin her zaman bir şeyi teyit değil bazen de o şeyin kıymetine işaret etmek için kullanılır.
Kıssasu’l Kur’an
Kur’an da geçmiş peygamberlere ve milletlere dair kıssalar bulunmaktadır.Bundan maksat tarihi olayları kronolojık olarak sıralamak değil,geçmiş peygamberlerin ve milletlerin başına gelenlerden ders çıkarmamızdır.Ayrıca Hz.Peygamberin nübüvvetini ispat etmek,Hz,Peygamberi ve müminleri teselli etmekİslam’ın evrenselliğini ortaya koymak ve Semavi dinlerin temelde bir olduğunu göstermekte kıssaların gayeleri arasındadır.
Emsalu’l Kur’an
Mesel kelimesi nazir,delil,hüccet,halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir.Bunların söylenmesine darbı mesel,çoğuluna ise emsal denir.Kur’an da birçok misaller vardır.Bunlardan çeşitli yönlerden istifade edilir.Tezkir,vaz,his,ibret gibi yönlerden gidilerek ahlakı bır netice çıkarmak için insanları tenbih ve teşvik etmektedir.Kur’andaki bu meseller medih ve zem üzerine olduğu gibi,sevab ve ikab,işin önemini artırmak için veya tahkir için,işin tahkiki veya ibtali üzerine olabilir.Kur’andaki emsalleri sarih,zahir olanlar ve gizli,imalı olmak üzere ikiye ayırabiliriz.
Hakikat ve Mecaz
Kur’an da kelimeler hakiki anlamlarında kullanıldıkları gibi bazende mecazi anlamlarda kullanılmıştır.Kelimelerin hakiki manalarında kullanılmasında bir ihtilaf yokken,mecazi anlamda kullanılmaları noktasında İslam alimleri arasında ihtilaf vardır.Fakat alimlerin çoğu mecazı kabul etmişlerdir.Zaten Kur’andan mecazı kaldırırsak onun güzellik yönünüde kaldırmış oluruz.Mecaz;mecazul akli ve mecazul lugavi olmak üzere iki kısıma ayrılır.
Müşkilu’l Kur’an
Kur’an’ın bazı ayetleri arsında ihtilaf ve tezat gibi görünrn hususlara Müşkil’ul Kur’an denilmektedir.Fakat Kur’an da birbiriyle çelişen ayetlerin olması gibi bir durum söz konusu değildir.Meydana gelen şeyin çeşitli hallerde ve şekillerde görünmesi,mevzu ihtilafı,fiil yönünden ayetteki ihtilaf,iki vecihle çeşitli ayrılıkların cemedilmesi vb. sebepler ayetler arasında zıtlık varmış gibi bir düşünceye kapılmaya sebep olur.Kur’anda bu gibi görünüşleri bertaraf etmek için müstakil eserler meydana getirilmiştir.Kur’andaki bu müşkilleri gidermek içinse tevil ve nesih yolu ortaya konulmuştur.
Bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile yine aynı kelimenin diğer ayetlerde ifade ettiği anlamlar aynı değildir.Buna vücuh denir.Bunun aksine çeşitli birçok kelimeninde aynı manayı ifade etmesine nezair denir.Kur’an’ın iyi anlaşılması ve bilinebilmesi için tefsir ilminde öğrenilmesi gereken önemli ilimlerden biridir.
Mücmel ve Mübeyyen
Mücmel ,müphem bir lafızdır,ne kasdedildiği anlaşılmaz.Manası kapalı bir şekilde olan ayetler Kur’anda mevcuttur.Kur’andaki mücmeller için genellikle kelimenin iki zıt manada birleşmesi,zamirin mercii ihtilafı,atıf ihtimali,lafzın çok kullanılmaması,takdim-tehir,asıl lafzın başka bir şekle kalbolması gibi sebepler olduğu belirtilebilir.
Mübeyyen ise açıklamak,beyan etmek manasındadır.Ayetlerdeki müştereklik,müşkil,mücmel,hafi gibi hususları açıklayan ayetlere denir.Mübeyyen olan ayet yada lafız ,aynı ayette değilde,bir ayet veya birkaç ayet sonra,hatta başka bir surede gelmiş olabilir.Birçok mücmel ayetin açıklayıcısı Hz.Peygamberin sünneti olmaktadır.Namaz ,zekat ve haccın bazı menasıkı mücmeldirçBunlar Hz. Peygamberin sünnetiyle açıklanmıştır.
HADİS USULU
I.BÖLÜM
SUNNET VE HADİS
Sünnet,Hz. Peygamberden nakledilen söz,fiilve takrirlere denir.Bu usulculerinin verdiği manadır.Hadisçiler arasında kazanmış olduğu ıstılahi manası isedaha geneldir ve Hz. Peygamberin peygamber olmadan önceki fiil,söz ve takrirlerinide içerir.
Kur’an’ı Kerim kendisine indirilen ayetleri Müslümanları tebliğ ve teybin etmekle vazifelendirmiş ve Müslümanlarada ona uymayı emretmiştir.Ayrıca sahabenin açıklanmasına ihtiyaç duyduğu birçok ayetin tefsirinde ve bazı müşkillerde insanlara sünnet yol göstermiştir.
Hadislerin Yazılması ve İlk Yazılı Hadisler:
Sahabe ,Hz.Peygamberden duymuş olduğu her sözü ve her fiili kendi arasında müzakere ederek zihinlerine yerleştirmişler ve günlük hayatlarına uygulamaya çalışmışlardır.Hz. Peygamberin vefatından sonra birçok sahabi hadisleri yazmışlar ve sahifelerde toplamışlardır.Hz. Peygamber hayattayken hadis yazılmasını yasaklamıştır.Bunun iki temel sebebi vardır.Birincisi Müslümanların yazıyı henüz öğreniyor olması ve bu sebeple yazılarında birçok hata yapmaları;ikincisi ise sahabe arasında çok az da olsa bazı kimselerin hadis ile Kur’an’ı karıştırma ihtimaliydi.Bununla beraber hadis kitabetine ait nehyin ruhsata çevrilmesi ile ilgilide bir çok haber kaynaklarda geçmektedir.Ruhsata ait bu haberler hadis sahifeleriyle Kur’an sahifelerinin karışma tehlikesinin ortadan kalktığı bir zamana aittir.Bu ruhsattan sonra bazı sahabiler hadis yazmaya başlamış ve geniş bir hadis külliyatı oluşmuştur.Abdullah İbn Amr,Cabir İbn Abdullah,Ebu Hureyre,Ali İbn Ebu Talip,Enes İbn Malik bunlardandır.
II.BÖLÜM
HADİS RAVİLERİ
Sahabiler
Hadisin sonraki nesillere aktarımısahabe ve tabıun ile gerçekleşmiştir
Sahabe, Hz. Peygamberi gören veya onunla sohbet eden kişilere sahabe denir.Usulcülere göre ise sadece görmek yeterli değildir aynı zamanda en azından bikaç sene onunla beraber bulunmanın yada bir gazveye katılmanın gerekliliğini belirtirler.Sahabi olmak için buluğ çağ şart koşulmamıştır.sahabi İslam dininden dönerse bu vasfını kaybetmiş olur.Usul kitapları bir şahsın sahabiliğini ortaya koyacak çeşitli yollar zikrederler.bunlar;tevatür,istifade,şöhret ve yalan üzerine uzlaşmaları mümkün olmayan kalabalık bir cemaatin bir şahsın sahabi olduğuna şehadetleridir.Sahabilerin sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur.
Usul kitapları sahabileri rivayet ettikleri hadis sayısına göre ikiye ayırmışlardır.Birincisi ‘’el muksirun’’olarak nitelendirilir ve bu grupta çok sayıda hadis rivayet eden sahabiler vardır.Bunların başında Ebu Hureyre gelir.Abdullah İbn Ömerİbniı Hattab,Enes İbn Malik,Hz. Aişe bu sahabilerdendir.Az sayıda hadis rivayet eden El-mukıllun denilen ikinci grup sahabiler ise içinde dört halifenin de bulunduğu geneli erkek olan sahabilerdir.
Tabiiler ve Etba’ut Tabıin
Sahabe ile mulaki olan kimselere tabii denir.Tabiler sahabeden sonra gelen en hayırlı nesillerdir.En meşhur tabiler Abdullah İbn Abbas’ın kölesi Ikrıme,Ata Ibn Ebi Rabah,Said İbnul Museyyib,Hasan El Basri,Ömer İbn Abdil Aziz,Tavus İbn Keysan ‘dır.
Tabı’unu gören üçüncü nesile Etbaut tabıin denir.Etbaut tabıin hadis tahammülü ve rivayeti usullerinin en mükemmel şekle girdiği devir sayılmaktadır.Bu devirde hadislerin sadece sahifelere sıralanmasıyla yetinilmemiş aynı zamanda mevzularına göre bablara ayrılarak tasnife de tutulmuştur.Hadisleri ilk tasnif eden kişilerin bu dönemden Er Rebi İbn Subeyb,İbn Cureyc,Sufyan es Sevri olduğu belirtilmektedir.Bu devre ait ve günümüze kadar gelen en önemli eser Malik İbn Enes’in El-Muvattasıdır.
Sahabe,tabıun ve etbaut-tabıin İslam dininin Kur’an dan sonra gelen ikinci kaynağı olan hadislerin toplanıp muhafaza edilmesinde ve sonraki nesillere aktarılmasında önemli rol oynamışlardır.
Hadis Ravilerinde Aranan Şartlar
Hadis rivayet eden ravilerin şahıslarında rivayet ettikleri hadislerin kabul edilebilmesi için bazı şartlar aranır.Bunlar;
a.Ravinin adaleti: Ravinin din işlerinde tam istikamette olması,fısk ve fucurdan uzak bulunmasıdır.Bu ravi dini emirleri yerine getirip,nehyolunandan kaçınırsa adl ile vasıflanır
b.Ravinin Müslüman olması:Ravide bulunması gereken en temel şarttır.
c.Ravinin zabıt olması:Zabt bir ravinin işitmiş olduğu hadisi başkasına rivayet edinceye kadar herhengi bir tebdil veya tağyire maruz bırakmadan işittiği şekilde hafızasında tutması ve lüzumu halinde aynen tekrarlayabilmesidir.
d.Ravinin akıl ve baliğ olması:Akıl,ravinin temyiz kabiliyetine sahip olmasıdır.Bu sebeple hadis rivayetinde belli bir yaş konulmamıştır.Temyiz kudreti olan her yaştaki çocukların rivayetleri kabul edilmiştir.Ancak akıl çağı içerisinde buluğ yer aldığı için bu çağa girmemiş bir çocuğun hadisalması caiz görülmüş,fakat buluğ çağından önce işitilenhadisler ancak buluğ çağına girdikten sonra rivayet etmişse makbul sayılmıştır.
III.BÖLÜM
TAHAMMULU’L HADİS
Hadis Alma Usulleri
Sema: Hadis talebesinin bizzat hadis rivayet eden şeyhin ağzından hadis dinlemesidir.Şeyh rivayet ettiği bu hadisleri hıfzından yada kitabından nakleder.Bu yolla alınan hadislerin rivayetinde semi’tu,haddesena,ahberane,enbe’ena gibi ibareler kullanılır.
Kıraat:Talebenin şeyhe hadislerini okumasıdır.Bu okuma işi ya hıfızdan olur yada kitaptan gerçekleşir.Bununla beraber şeyhin okunan hadislere tam manasıyla vakıf olması gerekir.Talebenin,hadisleri şeyhe okumasıyla gerçekleştiğinden dolayı bu hadis alma usulune arz da denilmiştir.
İcaze: Talebenin,şeyhden hadis dinlemesi veya elinde bulunan hadisleri ona arzetmesi mümkün olmadığı zamanlarda şeyhin,muayyen yada gayri muayyen mesmuatını,rivayet etmesi için muayyen veya gayri muayyen kimselere izin vermesidir.
Munavale:Şeyhin kitabını yada hadis yazılı birkaç sayfayı talebeye vermesidir.
Mukatebe:Şeyhin uzakta olsun yakında olsun talebeye hadislerinden bazısını yazıp göndermesidir.
İ’lam:Şeyhin elinde bulunan kitabı veya hadisi talebeye göstererek ‘’bu benim filandan rivayetimdir’’ demesi ve fakat talebenin onları rivayeti hususunda herhengi bir şey zikretmemesidir.
Vasiyye:Şeyhin ölümü veya uzunca bir yolculuğa çıkışı esnasında kitaplarını bir kimseye vasıyetle bırakmasıdır.
Vicade:Sema,icazet ve munavele olmaksızın bir kimsenin mulaki olsun veya olmasın başka bir kimseye ait sahife veya kitabını bulması veya elde etmesidir.
Hadis Rivayeti ve Şartları
Hadis rivayetinin sahih olabilmesi için bazı şartlar ileri sürülmüştür.Fakat bu şartlar üzerinde tam olarak ittifak edilmemiştir.IbnusSalah ise bu şartlardan bazılarını şöyle sıralamıştır:
a.Gözleri görmeyen bir kimsenin hadis hıfzetmesine güvenilir bir kimse yardım ederse onun rivayeti bazı hadisçiler tarafından kabul görür.
b.Ravi kendi sema’ını ihtiva etmemekle beraber içerisinde şeyhi tarafından işitilmiş veya şeyhinden yazılmış hadisler bulunan bir kitaptan rivayet etmesi bütün hadisçiler tarafından makbul kabul edilmemiştir.Bununla beraber ravi,şeyhinden umumı bır icazet almışa rivayeti sahih kabul edilmiştir,
c.Ravi hıfzetmş olduğu bir hadisi kitabında değişik bir şekilde bulursa hafızasındaki hadisi bırakır ve kitabındakine itimad eder.Şeyhinden rivayet ediyor ve hıfzına güveniyorsa,kitabını hıfzına göre düzenler.
d.Ravi kitabında şeyhinden hatırlayamadığı bir hadis bulursaEbu hanıfe ve Şafi imamlarına göre hadisin rivayeti caiz değildir.
e.Ravinin rivayet ettiği hadislerde lahn ve tasnif yapmamaya dikkat etmesi gerekir
f.Ravi bir hadisi iki veya daha fazla kimseden işittiği zaman eğer bu hadisler arasında lafız bakımından bazı farklar olmakla beraber mana bakımından değişiklikler yoksa hadisi bir tek isnad altında rivayet eder.
g.Ravinin şeyhinden sonraki ravilerin isim ve neseblerinin zikri hususunda şeyhine tabi olması gerekir,
h.Ravinin isnadiyle beraber hadis metninin ancak bir kısmını işittiği halde tamamını rivayet etmesi genellikle tecviz edilmemiştir.
İsnad
Hadis metnini kaynağına kadar ulaştırmaya isnad denir.Haberin kaynağına kadar nakiller yolu ile ulaşma metodu İslamiyetın doğuşundan sonra uygulanmış olması bakımından sadece Müslümanlara has bir metoddur.İsnadlar ravi sayısının azlığına ve çokluğuna göre iki guruba ayrımaktadır.Bir isnad içerisinde Hz. Peygambere kadar ismi zikredilen ravi ne kadar az ise,hadsiis en son rivayet eden ravinin Hz.Peygambere yakınlığı da o oranda fazladır,Bu isnadlara ‘’ali’’denilmiştir.Diğeri ise ’’ nazil’’isnadlardır.Bir isnad içerisinde fazla sayıda ravi bulunursa bu isnad ali olmaktan çıkar ve nazil sayılır.
IV.BÖLÜM
HADİSLERİN TAKSİMİ
Mütevatir Hadisler
Mütevatır hadisler ya lafzi ya da manenevi olurlar.
Mutevatır Lafzi: İsnadının başında ,ortasında ya da sonunda bir hadisin kalabalık tarafından rivayet edimesidir.Kur’an’ı Kerim buna en güzel örnektir.Sahaben itibaren her devirde sayılamayacak kadar çok Müslüman tarafından nakledilmiş fakat tek bir harfi dahi değişikliğe uğramamıştır.Hadisler arasında mutevatır lafzı olanlar çok azdır
Mutevatır Manevi: Lafzı üzerinde mutabakat olmayan ve mana üzere rivayet edilen hadislerdir.Bununla beraber yalan üzerinde birleşme ihtimali olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmelidir.
Sahih Hadisler
Adalet ve zabt şartlarına haiz ravilerinHz. Peygambere kadar uzanan muttasıl bir isnadla rivayet ettikleri,şazsız ve illetsiz müsned hadislerdir.Sahih hadisler lizatihi ve ligayrihi olmak üzere ikiye ayrılır.Sahih hadisleri ilk defa toplayıp onları tasnif eden hadisçi Ebu Abdullah Muhammed İbn İsmail el-Buhari el-Cufi’dir.
Hasen Hadisler
Adalet şartına sahip olmakla beraber zabt yönünden ,sahih hadis ravilerinin derecesine ulaşamayan kimselerin muttasıl isnadla rivayet ettikleri şazsız ve illetsiz hadislere hasen hadis denir.
Zayıf Hadisler
Sahih hadislerde şart koşulan sıfatlardan ravinin adaleti,ravinin zabtı,senedin ittisali,hadisin şaz olmaması,hadisin gizli bir illetle şaz olmaması,hasen hadislerde şart koşulan mütebeat meselesi gibi sahih ve hasen sıfatlarından hiçbirini veya bazısını ihtiva etmeyen hadislere zayıf hadis denilmiştir.Zayıf hadisler çeşitli kısımlara ayrılır.Bunlar:
Mürsel hadisler: Tabiinin sahabeyi atlayarak Hz.Peygambere izafe ettiği hadistir.
Munkatı hadisler: İsnadında bir ravisi düşen veya müphem bbir ravi zikredilen hadisler.
Mudal hadisler: İsnaddan birbiri arkasına iki ravinin düşmesidir.
Mudelles hadisler: Bir ravinin mulaki olduğu şeyhten işitmedenya da muasırı olmakla beraber mulakı olmadığı şeyhten işitmiş gibi rivayet ettiği hadislere denir.
Muallel hadisler: Zahiren sahih olmakla beraber bu sıhhati yok edebilecek gizli bir illete sahip olan hadislere denilir.
Muztarip hadis: Bazen bir bazende birden fazla raviden birbirine muhalif şekillerde rivayet edilen ve aralarında ravilerin adalet ve zabt yönlerinden eşit derecelerde olmaları sebebiyle herhangi bir tercih yapılamayan hadislere muztarib hadis denilmiştir.
Maklub hadis:İsnadında bir veya birkaç ravinin isim veya nesebleri veya metninde bazı kelimeleri,bilerek veya bilmeyerek değiştirilmiş hadislere denir.
Şaz hadisler: İnfirad ve muhalefet konusunda ihtilaflar olmuş ve farklı şekillerde tanımlanmıştır.Bunlar;’’ravinin tek olarak rivayet ettiği hadistir’’,’’ravisi ister sika olsun ister olmasınbir tek isnadı olan hadistir’’,’’sika olan bir ravinin diğer sikatın rivayetlerine muhalif rivayetleridir’’.
Münker hadisler:Bir tek raviden gelen ve bu raviden başka tariki bilinmeyen hadistir.
Metruk hadisler:Hadis rivayetinde yalancılıkla itham olunan veya söz ve fiillerinde fasık oldugu anlaşılan yada vehim ve gafleti çok olan kimselerin rivayet ettikleri hadislerdir.
Mevkuf hadisler: Sahabbeye ait söz,fiil ve takrirlere mevkuf denir.Örneğin tabiinden olan bir ravinin’’Ömer İbnul Hattab şöyle dedi veya şöyle yaptı ‘’demesidir.
Maktu hadisler: Tabiiye ait söz,fiil ve takrirlerdir.
V.BÖLÜM
MEVZU HADİSLER
İslam dinine kasdedenler olmak üzere,mensup oldukları siyasi fırka ve hizipleri,fıkhı mezhepleri,kabilelerini,cinsiyetlerini,dillerini,beldelerini,peşinden gittkleri imamlarını methetmek,halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak,cami ve mescidlerde vazettikleri cemaatin teveccuhune nail olmak,halkın,dini emir ve nehiylere karşı rağbetini artırmak maksadıyla din düşmanlarının ,yalancıların ve cahillerin uydurdukları,sonra bu uydurulan şeylere,derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis ravilerinden dizdikleri isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz.Peygambere iftira ve isnad ettikleri yalan sözlere mevzu denilmiştir.
İslam tarihinde mevzu hadislerin ne zaman ortaya çıktığı ve vaz’ın hangi nesil içerisinde başladığı kesin olarak bilinmemekle beraber Müslümanlar arasında zuhur eden siyasi olaylardan sonra başladığı ve Şianın bu faaliyetin önderliğini yaptığı belirtilmiştir.Bunun dışında İslam düşmanlığı,cinsiyet,kabile,mezhep kavgaları,halife ve emirlere yaklaşmak arzusu,halkı hayırlı işlere yöneltmek arzusu da diğer etkenlerdendir.
Hadis ilminin erken bir devirde gelişmiş ve usul,kaidelerinin kesin bir şekilde kazanılmış olması sebebiyle mevzu hadislerin,sahih hadislerin bünyesinde eritmesine veya yok etmesine meydan verilmemiş,isnad ve metinlerine vakıf olan muhaddisler,vazettikleri kaidelerle mevzuları,sahıhlerin arasından ayıklamak imkanını bulmuşlardır.
VI.BÖLÜM
HADİS İLMİNİN DİĞER BAZI MESELELERİ
Nasih ve Mensuh
Nesh;şeri bir hükmün tatbik sahasında son bulduğunu belirtmektir.Hadis ve fıkıh Uleması genellikle İslam şeriatında neshin olduğunu kabul etmişlerdir.
Hadisin nasih ve mensuhu çeşitli yollarla bilinir.Bunların başında Hz.Peygamberin tasrihi gelir.Bazende nesh keyfiyetini bild,ren butasrih sahabeden gelir.Nasih ve mensuh hadisin bilinmesinde bir diğer yol iki mütezad hadisten birinin tarih itibariyle mukaddem,diğerinin muahhar olarak vürüd ettiğinin sahabece bilinmesidir.Bu takdirde mukaddem olan hadis,mensuh,diğeri ise nasih olur.Nesh olayı bazende icma yoluyla bilinebilmektedir.
Muhtelif’ul Hadis
İki hadisin zahiri olarak birbirinr zıt manalarda vürududur.Hadis alimleri bu konu ile meşgul olmuşlar ve birbirine zıt görünrn hadisler arasını birleştirerek müşkülü ortadan kaldırmışlardır.Bu konuda ilk defa konuşan ise İhtilaful Hadis adı altında kitap telif eden İmam Muhammed İbn İdris Şafi’dir.
İlelul Hadis
Zahiren sahih bir hadiste bulunan ve ancak hadis ilmine,hadislerin metin ve isnadlarınatam manasıyla vakıf olan imamlar tarafından bilinebilen,hadisin sıhhatini zayıflatabilecek gizli sebeplere denilmiştir.
FIKIH USULU
Usulul Fıkıh: Ayrı ayrı delillerinden işlerle ilgili şeri hükümlerin anlaşılmasına yarayan araştırma ve kaidelerin tümüne denir.
Fıkıh hükümleri Allah’ın ve elçisinin hükümlerinden,sahabenin fetva ve kararları ile müctehidlerin fetvaları ve çıkardıkları hükümlerden oluşmuş olup,kaynakları; Kur’an,sünnet sahabe ve müçtehid imamların içtihadlarıdır.
Usulul fıkıh birinci asırda kendisine ihtiyaç duyulmadığından ancak ikinci asırda ortaya çıkmıştır.
ŞERİ DELİLLER
Delil kendisini doğru bir düşünme ile kesin veya zanni olarak ameli şerri bir hükme götüren şeydir.Şeri deliller Kur’an ,sünnet,icma ve kıyastır. Bu deliller üzerinde ittifak edilmekle beraber istihsan,kamu yararı,istishab,örf,sahabi mezhebi,bizden öncekilerin şeriatı gibi delillerde ihtilaf edilmiştir.
Birinci Delil Kur’an: Fatiha suresinden başlayarak,Nas suresi ile son bulan,mushafın iki kapağı arasında yazılı olup hiçbir değişikliğe uğramadan,nesilden nesile yazılı ve sözlü olarak tevatür yoluyla bize gelen mukaddes kitap Kur’an’ı Kerimdir.
Kur’an insanları aciz bırakan muciz bir kitaptır.Bu aciziyet tek yönlü değildir.Ruhi,manevi ve lafzi olarakta aciz bırakmıştır.İcazın bazı yönleri şunlardır:
-Manasının düzeni,hükümleri ve nazariyesi bakımından
-Kur’an’ın ayetlerinin ilmin keşfettiği ilmi nazariyelere uygun olması bakımından,
-Allahtan başkasının bilemeyeceği haberleri bildirmesi açısından,
-Kur’an sözlerinin fasih,ibarelerinin belagatlı ve tesirinin kuvvetli olması bakımındandir.
Kur’an’ın getirdiği hükümler üçtür:
a.İnanç hükümleri :İman ile ilgili hükümlerdir
b.Ahlaki hükümler:Mükellefin yararlanacağı faziletler ve sakınacağı kötülüklerle ilgilidir,
c.Ameli hükümler:Mükellefin söz,iş,akit ile ilgili meydana gelenlerle ilgilidir.Bu Usulul fıkıh ilmiyle ulaşılmak istenendir.
Kur’an’ın nassları ise ihtiva ettiği hükümlere delalaet yönünden iki kısma ayrılır:
a.Hükme delaleti kesin olan sözler:Delaleti kesin olan söz,anlaşılan belirli bir manaya delalet edip yorum ihtimali olmaz ve ondan başka bir manada anlaşılmasında da imkan bulunmaz.
b.Hükme delaleti zanni olan sözler:Bir manayı göstermekle beraber yorumlanmaya,bu manadan çevirip başka bir manayı kastetmeye uygun olur.
İkinci Delil Sünnet:Hz. Peygamberinsöz,fiil veya takrirlerine sünnet denir.Kur’anın nassları,Hz. Peygamberin hayatında ve ölümünden sonra sahabenin onun sünnetine uymak gerektiğinde birleşmesi, Kur’an da belirtilen açıklanmamış hükümler ve yapılış tarzları ayrı ayrı belirtilmemiş farzların Hz. Peygamber tarafından açıklanması gibi durumlar sünnetin delil olduğunun kanıtlarındandır.
Sünnette bulunan hükümler ya Kur’anın hükümlerini destekleyen hükümlerdir yada onları açıklayan hüküm veya Kur’an’ın değinmediği ama onda bulunana kıyaslayarak veya genel ilke ve kaidelerini uygulayarak varılan hükümlerdir.Kur’anın hükümleri ile sünnet arasında çelişkinin bulunması imkansızdır.
Hz. Peygamberin sözleri ,fiilleri onun sünneti olup uyulması gerekli kanunlar değildir.Ancak peygamber olarak söylediği ve yaptığı işlerden genel teşri ve Müslümanların uyması kasdedilirsebu Müslümanlara delil olup,uyulması gereklidir.
Üçüncü Delil İcma: Hz. Peygamberin vefatından sonra herhengi bir asırda Müslüman müçtehitlerin bir olay hakkında şeri bir hükmün üzerinde birleşmeleridir.
İcma ile ilgili dört rükün vardır.Bunlar;olayın meydana geldiği asırda birkaç müctehidin bulunması,olayda şeri hüküm için memleketleri,ırkları,taifeleri dikkate alınmaksızın olayın meydana geldiği anda bütün müçtehitlerin birleşmesi,olay hakkında müçtehitlerin her birinin fikrini acıkca ortaya koymaları ve hükümde birleşmeleridir.Bu dört unsur olursa artık üzerinde birleşme olan hüküm uyulması geçerli,şeri bir kanun olup ona karşı çıkmak caiz değildir.
Dördüncü Delil Kıyas:Hakkında hüküm bulunmayan bir olayı ,hükmün nedeninde birleştikleri için hakkında hüküm bulunan bir olaya hükümde ilhak etmektir.Kıyascılar,kıyasın delil olduğunu Kur’anla,sünnetle,sahabenin söz,fiilleriyle ve akılla ispat ederler.
Her kıyas dört rukunden meydana gelir.Bunlar; asıl,feri,aslın hükmü ve illettir.
Asıl:Hükmü hakkında nass bulunan nesnedir.
Feri:Hükmü hakkında açık söz,nass bulunmayan nesnedir.
Aslın hükmü:Asıl hakkında açık sözün getirdiği şeri hükümdür ve bunun ferininde hükmü olması arzu edilir.
İllet: Aslın hükmünün üzerinde kurulduğu niteliktir.Bunun feride bulunmasından dolayı feri,hükümde asıla eşit kılınır.
Beşinci Delil İstihsan: Müçtehidin zihnine çakılıp tercih ettiği bir delilden ötürü açık kıyasdan,kapalı kıyasa veya genel hükümden bir hükmü dışarıda bırakmaya dönmesidir.İstihsanin iki kısmı vardır:
a.Bir delile dayanarak gizli kıyası açık kıyasa tercih etme
b.Bir delile dayanarak genel bir hükümden tek bir olayı istisna etmedir.
Altıncı Delil Kamu yararı(Maslahatı Mursele): Şari’nin gerçekleşmesi için bir hüküm koymamış,şeri bir delilinde onun muteber sayılıp sayılmamasını göstermemiş olduğu nesnedir.
İslam alimlerinin geneli,kamu yararının hükümlerin üzerine kurulduğu şeri bir delil olduğuna nass,icma,kıyas veya istihsan yolu ile hakkında bir hüküm bulunmadığına ,kamu yararının gereğine göre hakkında hüküm verilen olay olduğuna ve bu kamu yararının dikkate alındığına şeraitten bir şahit bulunmasının şart olmadığına gitmişlerdir.
Kamu yararını delil kabul edenler,üzerinde şeriat kurulacak kamu yararları konusunda üç şart getirmişlerdir:
a.Gerçek bir yarar olmalıdır.
b.Genel bir yarar olup,şahsi olmamalıdır.
c.Yarar için konulan hüküm nass ve icma ile sabit olan ilkeye,hükme karşı olmamalıdır.
Yedinci Delil Örf:İnsanların anlaştığı ve ona göre davrandıkları söz,iş veya terk etme olup buna adet,örf denilmiştir.Muteber olan ve olmayan olmak üzere ik çeşit örf vardır.Muteber olan örfe şeran riayet etmek,mahkemede önem vermek ve müçtehidinde hüküm koyarken ona dikkat etmek ve hakimin hükmederken ona riayet etmesi gerekmektedir.
Sekizinci Delil İstishab: Bir nesnenin daha önce bulunduğu durum değişmedikçe o durumun olduğu gibi baki kalmasına hükmetmektir.İstishab önüne gelen olayın hükmünü bilmek için müçtehidin başvuracağı son şeri delildir.Bu fetvanın son dönüm yeridir.
Dokuzuncu Delil Bizden Öncekilerin Şeriatı: Kur’an’ı Kerim vaya sahih sünnet Allah’ın bizden önceki milletler için onların dilleri ile koydığu şeri hükümlerden birini anlatmışsa ve onlara farz olduğu gibi bizede farz olduğunu ifade etmişse,bunun bizim içnde şeriatımızın itirafına göre uyulması gerekli bir kanun ve şeri bir hüküm olduğunda ihtilaf yoktur.Bununla beraber Kur’an da ve ya Hz. Peygamberin sünnetinde yer almayaların Müslümanlar için bağlayıcı olmadığı üzerinde alimler genel olarak fikir birliği içindedir.
Onuncu Delil Sahabe Yolu: Akıl ve fikirle anlasilmayan hususlarda sahabenin sözünün Müslümanlara delil olduğu muhakkaktır.Yine sahabeden muhalif olanın bilinmediği,sahabenin sözünün Müslümanlara delil olduğunda da ihtilaf yoktur.Bununla beraber ihtilaf ancak sahabenin fikir ve içtihadı ile söylemiş olduğu sözler hakkındadır.
ŞERİ HÜKÜMLER
Şeri hüküm; yükümlülerin işlerine ait Şari’nin istek ya muhayyerlik veya bağlı kılmak yönünden Allah’ın hitabıdır.Hüküm vermek ancak Allah’ın hakkıdır.Şeri hüküm ikiye ayrılır.
a.Yükümlü hüküm:Yükümlüden bir işin yapılmasını istemeyi veya bir işi yapmaktan kaçınmayı veya yapıp yapmama arasında muhayyer bırakmayı gerektirir.Yükümlü hükümler beş kısma ayrılır.Bunlar; vacib,mendub,haram,mekruh ve mübah kılmadır.
Vacib:Şarinin mükelleften kesinlikle yapılmasını istediği iştir.Bu isteğin kesin olduğunu gösteren bir delil bulunur.Vacib zaman bakımından,yapılması istenmesi bakımından,yapılması istenen miktara göre ve belli-muhayyer olmasına göre dört kısma ayrılır.
Mendub:Şariin yükümlüden kesin olmayan tarzda yapmasını istediği nesnedir.Mendub ; yapılması pekiştirilerek istenen mendub,yapılması meşru olan mendub ve zaid mendup olmak üzere üçe ayrılır.
Haram:Şariin yükümlüden kesinlikle bir işten geri durmasını istediği şeydir.Zatından dolayı haram olan ve arızdan dolayı haram olan olmak üzere iki kısımdır.
Mekruh:Şarinin yükümlününbit işten uzak durmasını kesin olmayarak istediği nesnedir.
Mübah: Şarinin yükümlüyü yapma ile yapmama arasında muhayyer kıldığı fiildir.
b.Bağıntılı hüküm:Bir nesnenin bir nesneye sebeb veya şart yada engel konulmasını gerektiren hükümdür.Bağıntılı yani vazi hüküm sebep, şart, engel, azimet yerine ruhsat koyma, sahih ve gayri sahih olmak üzere beş kısma ayrılır.
Sebep:Şarinin neticenin alameti kıldığı ve neticenin varlıpını kendi varlığına yokluğunuda kendi yokluguna bağladığı şeydir.
Şart:Hükmün varlığı kendi varlığına dayanan,kendisinin yokluğunda hükmünde yok olması gereken bir niteliktir.
Engel:Sebebin gerçekleşmesi ve şartların bir araya gelmesi halinde bulunup sebebe neticenin terettüp etmesini engelleyen nesnedir.
Ruhsat ve Azimet:Ruhsat, yükümlü için hafiflemeyi gerektiren özel durumlarda hafifletmek üzere Allah’ın şeriat olarak koyduğu hükümlerdir.Azimet ise,hiçbir yükümlüyü dışarıda bırakmadan ve hiçbir duruma mahsus olmadan Allah’ın genel hükümleri şeriat olarak koymasıdır.
Sıhhat ve Butlan: Bir ibadet veya hukuki işlemin unsurlarını ve temel gereklerini taşıması sebebiyle geçerli olmasına sıhhat,geçersizlik durumuna ise butlan denir.
TEŞRİİN PRENSİP KAİDELERİ
İslam alimleri şeri hükümlerin nedenleri ve teşri felsefeleri,genel teşri ilkeleri ve metodlarını ifade eden nassların incelenmesi ile teşri kaideleri ortaya koymuşlardır.Nasslardan hüküm çıkarmak için bu kaidelere riayet etmek gerektiği gibi nass olmayanlardan da hüküm çıkarırken bu kaidelerden yararlanılır.Bu kaideler;
-Şariin hüküm koymadaki genel maksadı,insanların zaruri ihtiyaçlarını,bolluk içindeki ihtiyaçlarını,güzellik ve ihtiyaçlarını teminet altına alarak yararlı olanları gerçekleştirmektir.Her şeri hükümde mutlaka insanların yararına olan bu esaslardan birini gaye edinmiştir.Şarinin hüküm koymadaki genel gayesini bilmek,dini metinleri gereği gibi anlamaya,olaylara uygulamaya ve nass olmayan hususta hüküm çıkarmaya yarar.Çünkü sözlerin ve ifadelerin manalara delaleti çok yönlü olabilir.
-Şeri hükümlerin taalluk ettiği yükümlülerin fiillerinden maksat toplumun genellikle menfaatı ise o sırf Allahın hakkıdır.Allahın hakkı ile kasdedilen toplumun hakkıdır.
-Kesin açık söz bulunan yerde ictihada gerek yoktur.
-Hz. Peygamberin vefatından sonra Kur’an ve sünnette bulunan hüküm nesh edilemez.
-İki söz görünüşte çatışacak olursa doğru ve uzlaştırıcı bir yolla aralarını bulup uzlaştırmak içinaraştırmak ve içtihad etmek gerekir.Uzlaştırmak mümkün değilse tercih yollarından biri ile birini diğerine tercih etmeye çalışmak gerekirçBuda mümkün olmazsa her ikisinin geliş tarihleri bilinirse sonraki öncekini nesh eder,tarihleri bilinmezse her ikisiylede iş görülmez .
Fatih ÖRNEK
12912741
Y.Lisans
(Bu yazı, Anadolu Ünv. Açıköğretim Fakültesi "Tefsir Tarihi ve Usulü", "Hadis Tarihi ve Usulü" ve "İslam Hukukuna Giriş" kitaplarından iktibas edilmiştir.)
TEFSİR TARİHİ VE USÛLÜ
Vahiy: Allah’ın insanlara ulaştırılmasını istediği mesajların peygamberlerine, olağanüstü yollarla gizli ve hızlı şekilde bildirilmesidir.
Vahiy hâdisesi, ilham, keşf, mükâşefe, basîret, ferâset, ilm-i ledün, marifet, tecellî ve sezgi gibi olaylardan tamamen farklıdır. Vahiy olgusu, sadece peygamberlere mahsustur.
Kur’ân: Hz. Muhammed’e vahiyle indirilmiş, tevâtürle nakledilmiş, mushaflarda yazılmış, tilâvetiyle ibâdet edilen, bir sûresinin –dahi olsa- meydana getirilmesi için meydan okuyan, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle sona eren, Allah’ın kelâmıdır.
Kur’ân, âyet ve sûrelerden meydana gelmektedir. Âyet, Kur’ân’ın sûreleri içinde, bir veya birkaç kelime ya da cümleden meydana gelen ve başından ve sonundan ayrılmış olan bölümlerdir. Âyetlerin tertîbi vahye dayanmaktadır. Sayıları hakkında ihtilaf edilmiştir. İlk önce, Alak sûresinin ilk beş âyeti, en son ise Bakara’nın 281. âyeti inmiştir.
Tefsir: Kur’ân âyetlerini Arap dili ve edebiyatı açısından tahlile tâbi tutup kastedilen manayı tespit etme faaliyetidir.
Te’vîl: Âyetin lafzî tahlilinden sonra ortaya çıkan manasını, -makul ve kuvvetli delillerle desteklenmiş olmak şartıyla- muhtemel manalarından bağlamına en uygun olana çevirme faaliyetidir.
Tercüme: Bir sözün manasını diğer bir lisanda dengi bir tâbirle aynen ifade etmektir.
Tefsirin Önemi: Tefsîr ilimler içinde çok önemli bir yere sahiptir; çünkü onun konusu Kur’ân’dır. Gayesi ise, Yüce Allah’ın insanlığa göndermiş olduğu ilâhî kelâmın hakikatlerini ortaya çıkarıp, ona gönül verenlerin manevî kurtuluşunu gerçekleştirmektir.
Müfessirin Özellikleri: Bir müfessirin tefsîr yapabilmesi için şu ilimlerde bilgi ve birikimi olması gerekir: Arap dili ve Edebiyatı, Kur’ân İlimleri, Fıkıh, Fıkıh Usûlü, Hadis, Nüzül Sebepleri, Sosyo-Kültürel Tarih, Sosyal-Psikoloji, Astronomi. Görüldüğü gibi bu sınıflandırmada temel iki özellik öne çıkmaktadır. Birincisi, Arap dili diğeri de Kur’ân’ın nâzil olduğu tarihî arka plan bilgisidir.
Tefsirin Diğer İlimlerle İlişkisi: Tefsîr âyetlere yönelik açıklamalar getirirken diğer İslâmî ilimlerle bir ilişki içerisine girmektedir. Bu ilişkide iki yön vardır. Birisi tefsîrin söz konusu ilimlerden yardım alması, diğeri de onlara katkı sağlamasıdır. Yararlandığı ilimler hadis ve tarih; katkı sağladıkları ise, fıkıh ve kelâmdır.
Hz. Peygamber’in Tefsiri: Kur’ân tefsîri Hz. Peygamber ile başlamıştır. Dolayısıyla Kur’ân’ın ilk hâfızı ve ilk tebliğcisi olan Hz. Muhammed (sas) aynı zamanda onun ilk müfessiridir. Hz. Peygamber’in tefsîri vahye dayalı olduğu için en doğru, en isabetli ve en güvenilir bir tefsîrdir. Çünkü Peygamberimiz ya kendisine bildirilen manalarla ya da kendi bilgi birikimiyle Kur’ân’ı tefsîr ediyordu.
Sahabenin Tefsiri: Hz. Peygamber’den sonra Kur’ân tefsîri görevini üstlenen sahâbiler bu alanda üzerlerine düşeni fazlasıyla yapmışlardır. Özellikle Kur’ân’ın müphem âyetlerini açıklamışlar, gaybî konularda Hz. Peygamber’den öğrendiklerini nakletmişler, vahiy döneminde yaşadıkları için âyetlerin nüzûl sebepleriyle ilgili müşâhedelerini aktarmışlar ve Kur’ân âyetleri arasında gerçekleştiği ifade edilen nesih konusunda aydınlatıcı bilgiler vermişlerdir.
Tâbiûn Dönemi Tefsir: Sözlü nakil döneminde Kur’ân tefsîrine önemli katkı sağlayan bir kuşak da hiç kuşkusuz tâbiîlerdir. Bu kuşak Kur’ân tefsîrinde ya doğrudan ashaptan nakilde bulunmuş ya da kendi öznel tecrübeleriyle âyetleri açıklamıştır. Her iki durumda da tâbiûn âlimlerinin ittifak ettikleri hususlar kendilerinden sonrakiler için güvenilir bilgi olarak kabul edilip nakledilmiş; ihtilaf ettikleri ise tercihe konu olmuştur.
Tedvin Dönemi: Yaklaşık bir buçuk asır süren sözlü nakil döneminin ardından Hz. Peygamber’in hadislerini toplamak üzere değişik İslâm beldelerini dolaşan bazı muhaddisler, hadislerle birlikte tefsir rivâyetlerini de toplayıp yazıya geçirmişler, böylece tefsîre ait birikim ilk olarak hadis ilmiyle birlikte tedvîn edilmiştir. Bu döneme etbâu’t-tâbiîn dönemi adı verilmektedir.
Rivayet Tefsiri: Rivâyet tefsîr metodunda âyetler, Kur’ân, Hz. Peygamber’in hadisleri, sahabe ve tâbiîn kavilleri ile tefsîr edilmektedir. Rivâyet tefsîri başlangıçta hadis ilminin bir dalı olarak ortaya çıkmış, sonradan müstakil ilim haline gelerek varlığını sürdürmüştür.
Rivâyet tefsîr ekolüne, zayıf ve uydurma haberler ihtiva etmesi, isnatları düşürmesi ve israiliyat haberlerine sıkça yer vermesi gibi yönlerden eleştiriler yöneltilmiştir.
Rivâyet tefsîri alanına mensup en önemli tefsîr, Taberî’nin Câmiu’l-Beyân adlı eseridir. Buna karşın Taberî tefsîrinde aklî muhakeme, tercihte bulunma, değerlendirme yapma gibi bazı dirâyet nitelikleri de bulunmaktadır. Bu yüzden Taberî tefsîri için “rivâyet alanında bir dirâyet” şeklindeki tespit mümkün görünmektedir.
Dirayet Tefsiri: Dirâyet tefsîri müfessirin dil, edebiyat, tarih, mantık ve müsbet bilim gibi alanlara kendi bilgi birikimini de katarak Kur’ân’ı tefsîr etmesi olarak tanımlanabilir. Bu ekol, başlangıçta yoktur ve daha önceki dönemlerde olmayan çeşitli meselelerin ortaya çıkmasıyla beraber başlamış, bir anlamda ihtiyaçtan doğmuştur.
Sağlıklı bir dirâyet tefsîri rivâyet tefsîrinin malzemelerini de dikkate almak durumundadır. Bu yüzden salt kişisel görüş veya keyfi yaklaşım ile Kur’ân’ı tefsîr etmek hoş karşılanmamış, makbul sayılmamıştır.
Dirâyet tefsîri alanının en önemli tefsîrleri arasında ise Fahreddîn Râzî’nin Mefâtihu’l-Gayb ile Zemahşerî’nin Keşşâf adlı tefsirlerini saymak mümkündür. Bu tefsirler de rivâyet tefsîrinin temel esaslarından yararlanmış, bu esaslara karşı kayıtsız kalmamışlardır. Bu özelliklerinden dolayı da çok değerli ve önemli görülmüşlerdir.
Klasik Tefsîr Ekolleri: 19. yüzyıl öncesi tefsîr ekollerdir. Üç çeşittir: Mezhebî, İşari ve Fıkhî. Mezhebî ekoller de üç çeşittir: Mutezilî, Şîî ve Hâricî ekol. Mutezile tefsîr ekolü, akla yoğun şekilde önem veren ve Kur’ân tefsîrinde kendi mezhebî görüşleri doğrultusunda yorum yapan bir ekoldür. Şîa (imâmiye) ekolü, imâmet doktrininden dolayı Şîî imâmların yaptığı tefsîrleri sahih gören ekoldür. Hâricîye ekolü ise sadece Kur’ân metninin lafız düzeyini önemseyen ve âyetleri kendi mezhebi doğrultusunda tefsîr eden ekoldür. İşârî tefsîr ekolü ise, keşf ve ilham yoluyla elde ettikleri ledünni ilimle Kur’ân âyetlerinin bâtınî yönünü tefsîr eden sufi bir ekoldür. Fıkhî tefsîr ekolü ise, sadece Kur’ân’daki ahkâm âyetlerini tefsîr eden ekoldür.
Çağdaş Tefsîr Ekolleri: 19. yüzyıl sonrası sistemleşen tefsîr ekolleridir. Üç çeşittir: Konulu, İctimâî ve Bilimsel. Konulu tefsîr ekolü, Kur’ândaki bir konuyu gayesine uygun bir şekilde bütüncül olarak ortaya koymayı hedefleyen bir ekoldür. İctimâî tefsîr ekolü, Kur’ân’ın mesajını doğrudan anlatmayı ve ictimâî hayatta meydana gelen problemlere Kur’ân çerçevesinde çözmeyi amaçlayan bir ekoldür. Bilimsel tefsîr ekolü ise Kur’ân’daki kevnî âyetleri pozitif ilimlerin verileriyle tefsîr eden bir ekoldür.
HADİS TARİHİ VE USÛLÜ
Sünnet ve Hadis: Sünnet Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir.
Hadis İlmi: Hadis ilmi Şer’î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber’in Sünnet’i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz. Peygamber’in Sünnet’ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet’i kendi açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet’in sözlü ve yazılı ifadeleri olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten Peygamber’e ait olup olmadıklarını belirlemeyi amaçlar.
Hadis ilminin önemli alt dalları; HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü’l-Hadîs, İlelü’l-Hadîs, İhtilâfü’l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi’l-Hadîs’tir.
Hadis ilminin temel görevi olan hadis tenkidi iki temel ilkeye dayanır:
1-Hadisin tek tek bütün râvîlerinin yani hadisi bize aktaran kişilerin güvenilir olmaları, hadîsi sağlam ve geçerli yöntemlerle almış ve nakletmiş olmaları.
2-Râvîleri ne kadar güvenilir olursa olsun, hadîsin tek bir rivayet kanalına güvenilmeyip, farklı rivayet zincirleriyle gelen başka kanallarla desteklenmesinin şart koşulması.
Hadis Faaliyetleri: Hadisler önce yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış (tesbît), sonra bunlar belli kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması, böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir.
Tasnifin Amaçları: Tasnifin çok sayıda amacı içinde öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kullanım kolaylığı. 3- Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması.
Tasnif Dönemi Eser Türleri: Tasnif döneminde yazılan hadis kitapları, hadisleri en temelde iki ana yönteme göre gruplandırmışlardır: Konularına göre, râvîlerine göre. Bu iki tür de kendi içinde tekrar kısımlara ayrılır.
Hadisleri konularına göre gruplandıran kitap türleri:
1. Tek bir konudaki hadisleri toplayan kitaplar
2. Dinin ana konularından birinde yazılmış kitaplar
3. Tartışma ve reddiye kitapları
4. Muvatta’lar
5. Sünenler
6. Câmî’ler
7. Musannefler
Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap türleri ise:
1. Müsnedler
2. Mu‘cemler
3. Etrâf Kitapları
Tasnif Dönemi Önemli Eserleri: Tasnif döneminde yazılıp günümüze kadar ulaşan önemli hadis kitapları ve özellikleri şunlardır:
Ma‘mer b. Râşid’in Câmi‘i ve İmam Mâlik’in Muvatta’ı tasnif sürecinin başlarında çok erken dönemde yazılmış olmaları bakımından önemlidirler. Ayrıca Muvatta’ İslam Tarihi boyunca kalıcı izler bırakmış bir kitaptır.
Abdürrezzâk ve İbn Ebû Şeybe’nin Musannefleri Hz. Peygamber’in hadisleri yanında ilk üç neslin âlimlerinin dinî konulardaki görüşlerini içermeleri bakımından önemlidirler ve türlerinin en mükemmel örneklerini teşkil ederler.
Ahmed b. Hanbel’in Müsnedi, Müsnedler içinde günümüze ulaşmış en geniş kitap olması bakımından önemlidir.
Kütüb-i Sitte’nin ilk iki kitabı olan Buhârî ve Müslim’in Câmi‘leri kendi içtihatlarına göre dinin bütün konuları ile ilgili en sahih ve sağlam hadisleri toplamış olmaları bakımından önemlidirler. Diğer dört kitap ise fıkıhla ilgili ahkâm hadislerini bir araya getirip bunlar üzerinde geçmiş âlimlerin değerlendirmelerini ve kendi görüşlerini belirtmiş olmaları sebebiyle önemlidirler.
FIKIH TARİHİ VE USÛLÜ
Fıkıh: Usûlcüler tarafından “Şer’î amelî hükümleri tafsîlî delillerine dayalı olarak bilmek” biçiminde tanımlanmıştır. Fakîhlerin fıkıh tanımı ise, “şer’î amelî hükümler bütünü” biçimindedir.
İslam Hukuku: İslam hukuku ile Câhiliye hukuku arasındaki ilişki, ibkâ, ıslâh ve ilgâ terimleri ile ifade edilmektedir. Câhiliye hukukunun İslam’ın ilkeleri ile uyumlu bir kısım hükümleri aynen korunmuş(ibkâ), bir kısmı düzeltilerek alınmış(ıslâh) ve diğer bir kısmı da tamamen reddedilerek yürürlükten kaldırılmıştır (ilgâ).
İslam Hukukunun Temel Özellikleri: İslam hukukunun, onu diğer hukuk düzenlerinden ayıran bazı temel özellikleri bulunmaktadır. Bunlar ıilahî iradeye dayanması, kuralların ihlâline bağlanan yaptırımın dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikili karakterde olması, yasama yoluyla değil, bilimsel doktrin niteliğinde teşekkül etmesi ve soyut değil, meseleci (kazuistik) yöntemle geliştirilmesi biçiminde sayabiliriz.
Hz. Peygamber ve Sahabe Dönemi: Hz. Peygamber döneminde hukukun Kur’an ve Sünnet olmak üzere iki kaynağı vardır. İctihad hukuk kaynağı niteliği taşımamaktadır. Sahabe döneminde Kur’an ve Sünnet’in yanında ictihad da bir hukuk kaynağı haline gelmiştir.
Rey-Hadis Ekolü: Re’y ehlinin Irak’ta, Hadis ehlinin Hicaz’da yoğunlaşmasının başlıca üç gerekçesi vardır:
1. Hicaz’da hadis malzemesinin çok olmasına karşın Irak’ta az olması ve bu durumun Iraklı hukukçuları daha çok çıkarım yapmaya yönlendirmesi
2. Irak’ta siyasi karışıklıklar dolayısıyla uydurma hadislerin yaygınlığı ve bu durumun Iraklı hukukçuları hadis konusunda daha titiz davranmaya itmesi
3. Irak’ta sosyal şartların Hicaz’a nazaran daha karmaşık olması ve bu durumun daha fazla re’y kullanmayı gerektirmesi
Mezhep: Belli bir müctehidin kendine mahsus ictihad usulü ve bu usul ile elde edilmiş hükümler bütünü anlamına gelmektedir.
İslam Hukukundaki İlk Kanunlar: İlk kanun olan Mecelle, yalnızca Hanefi mezhebinin doktrinini kaynak almıştır. İkinci kanun olan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ise kaynak olarak Hanefi mezhebinin yanında diğer mezheplerin ve dört mezhep dışında kalan diğer müctehidlerin görüşlerine de dayanmıştır.
Fıkıhta İhtilaflar: İslam hukukçularının ihtilafının temel sebebini, ihtilafa ve farklı anlayışlara açık bir alanın bulunması ve hukukçuların bu alanın doldurulmasına yönelik farklı metodolojilere sahip olmaları teşkil etmektedir. Bu sebebin somut bir şekilde göründüğü başlıca alanlar şunlardır:
· Nasların farklı anlaşılması
· Hadis birikimi ve kabul şartlarındaki farklılık
· Bazı delillerin kaynak değerindeki ve öncelik sıralamasındaki farklılık
· Hukuk anlayış ve nosyonlarındaki farklılık
· Sosyal ve kültürel çevre farklılığı
· Siyasi eğilimlerin hukuk anlayışı üzerindeki etkisi
Ebu Hanife’nin Kaynakları: Ebu Hanife, kendi ifadelerine göre Kitâb, Sünnet, Sahabe kavli ve içtihadı kaynak olarak kullanmıştır. İctihad, kıyas ve istihsanı kapsamaktadır. Bunların yanında açıkça zikretmese de icmâ ve örfün de Ebu Hanife tarafından ictihadlarında göz önünde bulundurulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Ebu Hanife’nin hukuki meselelerde kullandığı kaynakları Kitap, Sünnet, icmâ, sahabe kavli, kıyas, istihsan ve örf olarak sıralayabiliriz.
Şafii’nin Rey Limiti: Şâfiî, nakli delil bulunmayan alanlarda re’y yoluyla yapılan içtihadı kıyasla sınırlandırmış, bunun dışındaki re’y metotlarını meşru kabul etmemiştir. Daha önce kapsamlı bir muhtevaya sahip olan re’y ictihadının kıyasla sınırlandırılması metodoloji açısından dikkat çekici bir durumdur. Buna bağlı olarak Şâfiî, Hanefilerin kullandığı istihsanı ise açık bir dille ve sert bir şekilde reddetmiştir.
Başlıca Sünni Hukuk Ekolleri: Sünni hukuk ekolleri kendi içerisinde iki ana kısma ayrılmaktadır. Yaşayan Sünni hukuk ekolleri “dört mezhep” olarak da bilinen Hanefi, Maliki, Şâfiî ve Hanbeli ekollerdir. Yaşamayan Sünni hukuk ekollerinin başlıcaları ise Evzâî, Sevrî, Leys, Taberî ve Zahirî ekolleridir.
Deliller: İslam hukukunun kaynakları, şer’î hükümlerin kendilerinden çıkarıldığı delilleri ve bu delillerden hüküm çıkarmayı sağlayan yöntemleri ifade eder. Deliller, kendi arasında aslî deliller ve aslî delillerin uzantısı olan deliller olmak üzere ikiye ayrılır. Kitab, Sünnet, icmâ ve bazılarınca ıstıshâb aslî deliller içinde yer alırken, önceki şeriatlar, sahabî sözü ve Medine ehlinin ameli aslî delillerin uzantısı olan deliller kapsamına girer.
Yöntemler: Usulcülerin üzerinde durduğu en önemli yöntem kıyastır. Zahiriler ve Şia dışındaki usulcülerin büyük çoğunluğuna göre kıyas, hükme ulaşmanın meşru bir yöntemidir. Kıyas, naslarda yer alan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet sebebiyle naslarda açıkça düzenlenmemiş meseleye vermektir.
İstihsan, daha çok Hanefilerin ve Malikilerin kullandığı bir yöntem olup, bir meselede fakîhin, benzerlerine verdiği hükümden bir sebepten dolayı vazgeçip başka bir hüküm vermesidir. Buna neden olan şey bazen nas olur, bazen icmâ olur, bazen zaruret olur, bazen kapalı bir kıyas olur.
Maslahatlar Şâri‘in koyduğu hükümlerde dikkate alıp almamasına göre üçe ayrılır. Şâri‘in dikkate aldığı, geçerli saydığı maslahatlar muteber, geçersiz saydığı maslahatlar mülğa maslahatlar olarak isimlendirilir.
Sedd-i zerâi‘ ise bizatihi yasaklanmamakla birlikte kötü ve zararlı bir sonuca götüren şeylerin yasaklanması, engellenmesi anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle kötülüğe ve zararın doğmasına yol açan vesilelerin, sonuç gibi değerlendirilerek yasaklanmasıdır. Sedd-i zerâi‘ daha çok Malikiler ve Hanbeliler tarafından başvurulan bir yöntemdir.
Klasik Fıkıh Kitapları: İslam hukuku alanında yazılmış klasik fıkıh kitapları her biri müstakil ve “Kitâb” denilen bölümlerden oluşur. Bu bölümleri ortak alanlarına göre bir araya getirdiğimizde fıkhın temelde üç alanı ya da ana konu başlığı olduğunu görürüz: Bunlar ibâdât, muâmelât ve ukûbâttır. Muâmelât alanı da kendi içinde Münâkehât/mufârakât, Malî muâmelât, Terikât ve Muhâsemât başlıklarına ayrılır.
Muâmelât alanındaki konular medeni hukuk, ile yargılama hukuku konularına karşılık gelir. Bu alan içindeki Münâkehât/mufârakât başlığı, aile hukukuna; Malî muâmelât başlığı daha çok Eşya ve Borçlar hukukundan oluşan Malvarlığı alanına; Terikât, Miras hukukuna, Muhâsemât ise daha çok yargılama hukukuna paraleldir. Ukûbât alanı ise temelde ceza hukuku ve ceza yargılama hukuku konularını ele alır. Fıkıh kitapları hukukun birçok konusunu ele aldığı gibi ibâdetlerle ilgili konuları da aynı seviye ve şartlarda ele alır. Bu fıkhın özgün bir yönüdür.
Ad-Soyad: Abdulbari FAİK
Numara: 14912701
Alan: Tefsir, Yüksek Lisans
Tefsir Usulü Özeti
Kur’anı Kerimin Tarifi
Kura’nın çeşitli yönlerini ele alan ve âlimlerce yapılan tariflere
bir göz atalım. Hz. Peygambere vahiy yoluyla indirilmiş, Mushaflara yazılmış,
tevatürle nakledilmiş tilavetiyle taabüd olunan mu’ciz kelamdır. İkinci tarif
ise: Hazreti Peygambere gelen vahiyleri ihtiva eden mukaddes bir kitaptır.
Allah tarafında Cebrail vasıtasıyla Peygambere indirilen bu kitabın sadece ismi
“Kur’an” değil diğer farklı isimlere de sahiptir bu isimlerin arasından bir
kaçını özetle söyleyelim. الکتاب، ام الکتاب، فرقان، المثانی المصحف، Gibi isimleri almaktadır.
Vahiy nedir.( الوحی)
Kelime anlamı olarak “gizli konuşmak”
fısıldamak, mektup yazmak, emretmek anlamlarına gelir; fakat vahiy de kendi
arasında iki çeşittir birincisi: ilahi olmayan vahiy ki buna örnek olarak: فَخَرَجَ عَلَىٰ
قَوْمِهِ مِنَ الْمِحْرَابِ فَأَوْحَىٰ إِلَيْهِمْ أَنْ سَبِّحُوا بُكْرَةً
وَعَشِيًّا yani bur da işaret anlamına gelmektedir
ikincisi ilahi vahiydir ki bu Hz. Peygambere gelmiştir ve bu da aralarına
farklı kollara ayrılmakta bizim işimiz özet olduğu için o kadar detay’a
giremiyoruz.
Ayet Kelimesinin Anlamı
Süre
kelimsinin anlamı
Lügat
anlamı olarak yüksek rütbe, mevki, şeref, anlamlarına gelmektedir. Bina
katlarına süre denildiği için veya sürelerin Allah’ın kelamını taşıdığı için,
çünkü Allah’ın Kelamı yüksek bir değer sahiptir ondan bu adlar verilmiştir.
Ayrıca bu sürelerin Mekki medeni olduğu meselesi var yani eğer bir süre Mekke
de nazil olduysa ona Mekki, Eğer Medine’de nazil olduysa medeni denmektedir.
Kur’an-ı
Kerimin Cem’i ve teksiri
Bilindiği üzere Kur’an parça parça
halinde Peygamber efendimize Cebrail vasıtasıyla indi ve kendisine nazil olan
her ayeti vahiy kâtiplerine yazdırmış. Ancak Peygamber efendimiz vefat ettikten
sonra Hz. Ebu bekr zamanında Hz Ömer’in önerisiyle bu Cem edildi. Daha sonra
Hz. Osman devrinde çoğaltılarak belli başlı bazı İslam ilim merkezlerine gönderdi.
Kur’an-ı
Kerimin Harekelenmesi ve Noktalama İşareti
Bütün müfessirler Arab yazısının
hareke ve noktalama işaretinin olmadığını söylerler. Hatta İslamiyet’in ilk
yıllarında yazı o kadar gelişmemişti ancak daha sonra ابوالاسود الدُوَلِی ile başlamıştır. Her bir ilim kendi değerinden
başka bir katkı getirmiştir mesela: Hz: Osman Zamanında patlak veren yedi harf
meselesi tefsir hareketine en önemli katkı sağlamış. Daha sonra farklı tefsir
ilimleri yanı Kur’an ilimleri genişlemiş kıraat ilmi ve nüzul sebebi
(Allah’ın her şeyin bir sebebe bağlaması) gibi Kura’nın tefsir ilmine ve ya
anlaşılmasına yardımcı olan doğmaya başladı fakat bu ilimler İslam coğrafyası
genişledikçe farklı dillerden araştırmacı ve âlim yetişince sırasıyla bu
ilimler ortaya çıktı ve böylece her yaştan talebeler günden güne çoğalmaya
başladı ve âlimler yetişti. Hangi ayetin nesih hangi ayetin olduğu meselesi
büyük bir tartışma yarattı ve ya Kura’an’da neshin var olup olmaması konusu
bile tartışıldı.
Kura’nın Eşsizliği ((اعجازالقرآن
Bu kelimenin
anlamı lügatte, aciz bırakmak manasına gelir. Bir şeyin benzerini yapmaktan
muhatabı aciz bırakan şeye de mu’cize denir. Bu bakımdan Kur’an Hz. Peygamberin
bir mucizesidir. Kura’nın i’cazı pek çok yönlere tecelli eder. Hatta dil ve
üslup yönünden: bizzat Kura’nın kendisi ve bütün insanlar bir ataya gelse dahi
bunun benzerini getiremez.بمثل هذالقرآن .. قل لئن اجتمعت الإنس والجنّ علی أن یأتو “De ki bu
Kur’nın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hatta
bir birlerine yardımcı olsalar bile, onun gibisini getiremezler” demiştir. Ancak
kapalı lafızlar ve anlaşılması zor olan kelimler de buna yer almaktadır ki
bunları kafa yormadan ve ya rivayetlere dayanmadan anlaşılması bir hayli zor
dur mesela üstü kapalı olan kelimeler: الذین انعمت علیهم “kendilerine nimet verdiklerinin” burda
kastedilen anlam ise bir başka ayette açıklanmıştırمن النبیین والصدیقین والشهداء والصالحین diye.
Tefsir tarihi
Kur’an-ı Kerimin
anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilmi hidayetten günümüze kadar çeşitli
değişikliklerle süregelmiştir. Yani kısacası tefsir ilmi Peygamber efendimizden
beri gelmiş ve genç sahabeler efendimizden bir ayetin açıklamasını istedikleri
zaman onlarda hemen akıllarında soru işareti kalmayacak şekilde açıklığa
kavuşturmuştur. Tefsir konusunu ele aldığımız için tefsir ile tercüme
arasındaki farklardan bahsedeceğiz. Tefsir kelimesinin anlamı ise: tabibin
hastalığı teşhis için bakmış olduğu az suya denir. Bunlardan baka, keşfetmek,
izhar etmek ve üzeri kapalı olan bir şeyi açıklığa getirmek anlamlarına
gelmektedir. Tercüme kelimesi ise bir “bâbâ” unvan koymak anlamına gelir.
Tefsir Çeşitleri
Kur’an-ı Kerimin Tefsiri
çeşitleri hakkında söz söylemek kolay bir iş değildir. Yine de şu bir gerçek ki
müfessirler, Kur’anın çeşitli yönlerini ele alarak tefsir yapmışlar bunun
neticesinde tefsirde yönler meydana gelmiştir. Örnek olarak: Rivayet Tefsiri,
bu çeşit ise bizar yine Kur’anın diğer başka ayetler ve Peygamberin ve
sahabelerin kendi sözleriyle yapılmıştır. Diğer bir tefsir çeşidi ise: Dirayet
Tefsiridir yani dil, edebiyat, din ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan
tefsir türüdür. Ki bu tefsirin caiz olup olmadığını alimlerce ararsa tartışma
konusu olmuştur.
Hazreti Peygamberin Tefsirdeki
Yeri
Hz. Peygamberin tefsir
ettiğine dair kendisine kadar ulaşan kaynaklardan anlamaktayız fakat
peygamberin tefsirini çıkartmamız için müracaat edeceğimiz ilk kaynak ise hadis
mecmuaları olacaktır. Ancak bunla kalmayıp sahabenin de tefsir ilmine büyük bir
payı ve hizmeti vardır bunlar vahyi kimileri müşahede ederek ve peygamberin
dizlerine büyüyen kişilerdi peygamber vefat ettikten sonra iş başına bunlar
geldi ve ellerinden geldiği kadar titiz davranmak suratıyla tefsir konusunda
yağılacak çalışmaları asla esirgemediler. Örneğin Abdullah b. Mesûd ve
Abdullah b. Abbas gibi sahabelerdir. Ancak bunları takip eden bir gönüllü
ve bu işe canlarını koyan etkili ve muhteşem bir topluluk daha vardı ki onlar
tabiundu. Bunların devrinde İslam devletlerinin sınırları Arap yarımadasını
açmış ve bir devletin temelini atınca Kur’an onların anayasaları haline geldi
çünkü buna ihtiyaçları vardı. Böylece tefsir zaman içinde farklı yorumları ve
farklı açıklamalara maruz kaldı âlimlerce mesela İsrailiyât haberleri onlardan
biridir ki bu haberin yorumcuları hep akıl yoluyla daha derinlere inmek isteyip
sınırları zorlamıştır örneğin: Hz İsa’nın nesebi, Hz. Meryem’in onu doğurması
keyfiyeti, semadan inen yemeklerin nevileri vb. bunun gibi bir sürü örnek daha mevcuttur.
Fakat âlimler bu gibi hareketlere karşı bir tavır izleyerek onların
söyledikleri sözleri itibarsızlaştırmak için ellerlinden geleni yapmışlardır.
Zamanımıza kadar Tefsir
Hareketlerine Kısa bir Bakış
Tefsir ilmi, zaman ve
mekânla değişiklik arz etmiştir. Yani fikirler ve olaylar çoğalınca bir bütüncül
yaklaşmış. Asrımızda tefsir hareketlerini ve meydana getirdikleri tefsirleri 4
grupta toplayabiliriz.
A.
Mezhebi
Tefsirler,(kendilerini savunmak için en kuvvetli delili kedilerini savuncak
şekilde tefsir ve te’vil yapmışlardır)
B.
İbâdi Tefsirler,(Kur’an ve İslamiyet hakkında
söyledikleri, açıktan açığa küfre götürmüş ancak dönenler de olmuştur)
C.
İlmi Tefsirler,(Son
zamanlarda en çok beğenilen Tefsir çeşididir ki Kur’an ibarelerinden ilmi ve
felsefi görüşleri istihraç eden Tefsir nevi’dir)
D.
İçtimai edebi
Tefsirler,(Kur’an-ı mezhepler için bir vasıta kılmayıp, kendi kendine muvafık
kıldı ve mezheplerin hiç birinin tesiri altında kalmamağa gayret gösterdiler)
Görüldüğü gibi farklı kesimlerden farklı
fikirler Kur’an-ı tefsir etmişler bunların azınlığı tefsiri kendilerini
savunmak ya da kendi tuttukları yolu övmek için kullanmamışlar diğer hepsi
hariciler ve diğer bunun gibi bir çok ilmi fırkalar sadece kendilerini
katmışlar kısacası Kur’an’dan her kes kendi anladığı kadarını yazmış ve tefsir
etmiş hani ünlü bir söz vardır ya: “sen dersen de, senin söylediklerin
karşıdakinin anladığı kadardır” işte bur da da bir zekâ ve yetenek söz
konusudur diyelim ve konuyu kapatalım.
Hadis Usulü
Hadis Usulü İlminin Doğuşu
Kur’an-ı Kerimi dünya ve
Ahiret mutluluğunu gösteren bir hidayet rehberi olarak Allah, onu Peygamber
vasıtasıyla göndermiştir fakat onun açıklamasını da Hz. Peygambere görev olarak
vermiş. Sahabe ta baştan beri Hz. Peygamberin dediklerini titizlikle öğrenmiş
ve onu izlemiş ancak sahabelerin bu ilmi gayretleri hiç şüphesiz, kendilerini
takip eden tabîleri de aynı şekilde sevketti, zaman geçtikçe bu ilime farklı
isimler takılmaya başlanmıştır mesela ilk önceleri: mustalahu’l hadis ya da
ulumu’l Hadis denmiştir. Bu ilmin kaynaklarına gelince متقدمین و متأخرین olmak üzere iki gruba
ayırmak mümkündür. Ki bunların her birinin kendilerine göre eserleri vardır
fakat biz bunları burda zikredemeyiz. Şuna açıklık getirelim ki Hadisin
yapısını iki şey teşkil eder birincisi metin diğeri ise senettir.
Hadisin Dindeki Yeri
Hadisin dindeki yerini daha düzgün
bir şekilde kavrayabilmek için, biraz Peygamberlik makamından söz etmek
gerekir. Peygamberlik makamına layık görülenlerle de birer insandır fakat
onları farklı kılan tek şey onlara vahyin gelişidir. Vahye mazhar olan bir
Peygamberin varlığına ihtiyaç ise tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir.
Bunların sözlerine inanan insanların uyması gerekir çünkü bunlar kendi
davranışlarıyla insanlığa bir örnek olabilmiştir. Nitekim, şu sözler: sözlerin
en güzeli Allah’ın kitabı, yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur- size iki
şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu sapıtmazsınız. Netice
itibarıyla sünnet, Allah’ın kitabının Hz. Peygamber tarafından yapılan evrensel
yorumudur. Hadislerde bu yorumun yazı belgeleridir. Binaenaleyh sünnetsiz
Müslüman olmayacağı gibi sünnetsiz Müslümanlık da olmaz. Şimdi ise hadisleri
tanıyalım, çeşitleri bakımından ve sıhhat açısından kısa bir değerlendirme
yapalım. Sıhhat ve hüküm açısından ise hadisler, adalet ve zabt sahibi
ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri Şâzz ve muallel olmayan hadistir.
Bu tarife göre: senedin kesintisiz olması, ravilerin adil olması, hadisin
illetten uzak olmasıdır. Bununla yetinmeyip sahih hadislerin bile bir
dereceleri vardır. Mesela: Buhari ve Müslimlin ortaklaşa aldıkları hadisler,
buharinin Yalnız başına rivayet ettiği hadisler olarak sınıflara tabi
tutulmuştur. Gelelim sahih meselesine: sahih nedir? Sahih hadis en
sağlam senedle rivayet edilen hadistir. Hasan hadis, zabtı biraz gevsek
olan ravilerin muttasın senedle rivayet ettikleri şaz ve muallel olmayan
hadistir. Hasan hadisin hükmü ise, bütün fakihlere göre ihticac ve kendisiyle
amel edilmek bakımından makbuldur demişlerdir. Bir de Zayıf hadis meselesi
var ki bu da: sahih ve hasan hadisin şartlarını taşımayan bir hadistir. Bu
hadisin 15 çeşidinden söz edilmektedir ki bunlar: Mürsel, Muallak, Mu’dal,
Munkati, Müdelles, Muallel, Şaz, Münker, Mevzu, Metruk, Müdrec, Maklub,
Muztarib, Musahhaf ve Muaharref olmak üzere zayıf hadi çeşitlerindendir.
Zayıf Hadisle Amel edilebilir mi?
Daha önce “Zayıf Hadis”
teriminin hadis tarihi içinde geçirdiği br gelişmeye işaret etmek yerinde
olacaktır. Tirmizi (279/892) ye gelinceye kadar sahih saki ( zayıif) siye ikiye
ayrılırdı. Zayıf hadislerde terk edilmiş ve terk edilmemiş diye ikiye
ayrılırdı. Tirmizi’den sonra sahih ve zayıf arasında bir de hasan girdi. Terk
edilmeyen zayıf hadisler hasan terimiyle zayıflar arasından ayrılmış oldu.
Zayıf hadisle amel konusunda üç ayrı görüş bulunmaktadır. Zayıf hadisle asla
amel olunmaz لا یعمل به مطلقا
Zayıf hadisle
her konuda mutlak amel olunur یعمل به مطلقا
Özel şartlara
bağlı amel olunur یعمل به فی الفضائل بشروطه
Evet, görüldüğü
gibi, zayıf hadisler konusunda da çeşitli görüşler mevcuttur. Şimdi ise farklı
bir konu olan hadis uydurma gelişmelerine bir bakalım.
Hadis Uydurma Gelişimleri
Zaman zaman İslam
âlemindeki Müslümanlar çeşitli sebeplerden dolayı böyle bir girişim
bulunmuşlardır. Ya İslam’ın çökeceği korkusu ya da insanları İslam’a teşvik
amaçla yapmaları ve ya hem düşmanlık sebebiyle. Ancak başlıklarına baktığımız
zaman bu saydığımız kısımların hepsi bulunmaktadır. Mesela siyasi bölünmelerin
giderek itikadi bölünmeye sebep olması sonucu. Daha çok gurupların diyelim ki
bu konuda zenadika ve Şia’nın böyle bir gelişmenin başını çektiği tarihi bir
gerçektir. Çünkü Şiiler Hz. Ali hakkında, onu Hz. Peygamberin halife tayin
ettiği, ondan önceki üç halifenin haksız olarak bu makamı işgal ettikleri
fikrini işleyen birçok hadis uydurmuştur. İslam düşmanlığı, yani
Müslümanların birliğini ve beraberliğini bozmak için ve onları zayıflatmak için
zındıkların yaptıkları hadis uydurmalar buna örnektir. İslam’a Hizmet Etmek
Arzusu, biraz gariptir ama Müslümanları iyi amllere teşvik amacıyla ve
onları kötülüklerden sakındırmak için yapılan bazı hadis uydurma çalışmaları
olmuştur. Sonuç olarak görülen o ki
devir değişmişse de düşmanlıklar ve İslam âlemini kötülemeye çalışanlar kendi çabalarını
bu uğurda asla eksik etmemişlerdir. İşin ilginç tarafı da şu ki bunca
düşmanlığa rağmen İslam âleminin uyanmamasıdır ve hala batının ve zındıkların
oyunlarına gelerek birbirlerinin yani kendi kardeşlerini kırmasıdır.
İslam
âleminin uyanması ümidiyle…
Fıkıh Usulü
Tanımı, birinci olarak usul
kelimesi, asl’ın çoğulu olup üzerine başkaları bina edilen şeydir. Yani ağacın
aslı, dalların ayrıldığı nokta. Fıkıh, sözlükte anlamak kavramak demektir. “bir
de dilimden bağı çöz ki sözümü fıkıh etsinler” Taha, (20/27-28). Terim olarak
fıkıh şeri ve Ameli hükümleri tafsilatlı delilleriyle bilmektir. Şeri hükümleri
demek, vaciblik, haramlık gibi şeriattan alınan hükümlerdir. Bu ilmin faydası
da şeri hükümleri sağlam esaslara dayalı delillerinden çıkartabilme gücüne
sahip olabilmektir. Bu ilmi ilk derleyen kişi ise, imam Muhammed b. İdris
Eş-Şafiidir.
Fıkhın Tedvin Sebebi
Tabiîler devrinden sonra
(H. 120) İslam sahası baya genişlemişti. Bunun neticesi olarak ziraat,tcaret,
zanaat ve kültür hayatında büyük farklar ve değişikler hasıl olmuştu. Halkın
muameleleri genişledi, hukuki hadiseler çoğaldı, ihtilaf ve anlaşmazlıklar
arttı, âlimler her gün yeni bir mesele ve problemlerle karşılaştılar. Bu
durumda fukaha bütün gayretlerini sarf ederek gerek ahlak ve itikada gerekse
ibadetler, evlenme ve boşanma gibi konuları telif düzenine koydular. Aynı
zamanda fıkhın dayandığı prensipleri de ortaya koydular. Ancak tabiinlerin
birkaç tane fakihleri vardı ki bunlara: Saîd b. Müseyyeb, Ata b. Ebi Rebah,
Hasanü’l Basri yemame de Yahya b. Ebi kesir gibi âlimlerden söz edilir.
Yerinde olacaktır ki fıkhın doğuşundan biraz bahsedelim, sahabe ve tabbiun
zamanında fıkhın kaide ve hükümleri derli olmayıp dağınık bir şekilde idi fakat
bu iş (fıkhın tedvini) sahabe ve tabiunlar zamanı geçtikten sonra ortaya bir
ilim dalı olarak zuhur etmiştir. Bunun neticesinde fukaha, Irakıyyun ve Hicaziyyun
adlarıyla iki kısma ayrıldılar. Fakat bunlardan birinci gruba ise ehl-i rey
ikinci guruba ise ehli hadis denildi. Ve böylece bir ictihad devri açılmış
oldu. Aslında ictihad da lügatta: çalışmak zor bir işi başarmakve meydana
getirmek anlamlarında gelir. Ancak ictihadın da kendine göre bir şartı vardır
ve şartları ise ehliyetli olmak diğer ise yerinde olmasıdır. Bir de ictihadın
yeri vardır ki bu da: hakkında kat’i delil olmayan Şer’i hüküm ictihadın
yeridir. Bu ilmin konusu, Şerî deliller ve hükümlerdir. Diğer bir yandan eğer
baksak bu ilmin birçok faydaları da mevcuttur ki bunlar: 1. Kur’an ve
hadisten hüküm çıkarırken fahiş hatalara düşmemek.2. Müctehidlerin hükümlerini
değerlendirirken hangisinin üstün olduğunu öğrenmek.3. Fıkıh hükümlerini
hakkıyla anlamak.4. Hz. Peygamberin vaaz ettiği hükümleri ve fıkı birbirinden
ayırmak. 5. Allahın dini vaz ettiğini ve maksadını anlamak. İşte bu ilmin
sayesinde yukarıdaki faydalar meydana gelir.
Deliller (Akli ve nakli asli ve
ferî deliller)
Delil, lügat anlamı ise
rehber ve kılavuzdur ıstılah olarak ise bizi ilim ve zan bir bilgi ve hükme
götüren vasıtadır. Delillerin arasında bir de akli ve nakli deliller mevcuttur.
Akli delil is, iç ve dış duygulara ve zihin muhakemesinin neticesine dayanan
delildir. Nakli delil ise başkasını sözünü nakletmektir. Asli deliller ise: 1-kitap
2- Sünnet 3-İcmâ 4- Kıyas ancak bu delillerden çıkarılan deliller de
mevcuttur ki buna Ferî deliller denilmektedir ki bunlar yedidir. 1-
İstihsân 2- İstislâh 3-İstishâb 4- Asli beraat 5- Örf adet 6-Sahabe sözü
7- Geçmiş Şeriatlardır. Nasıl ki nakli delilleri kabul etmişse geçmiş
dinlerde olan delilleri de yok saymamış onu da bir delil olarak kabul etmiştir.
Deliller bahsine ek olarak Din ve Şeriattan biraz bahsedelim. Din,
sözlükte, galip gelmek, itaat, kulluk, hizmet ve bir kimseye ram olmak
demektir. Terim manası olarak ele alsak eğer: Allah’ın Hz. Peygamber
vasıtasıyla gönderen üstün bir nizamdır. Fakat şeriat dediğimiz bu yolu da İbnu
Teymiyye üç kısma ayırmıştır: Münezzel Şerî (doğrudan Kur’an-ı Kerim ve
Sünnetin açıklamalarıdır. Bir düğer ise: Müevvel Şerî: Kitap ve
Sünnetten, kıyas ve ictihad yoluyla açıklanm. Mübeddel Şerî: yani Hz. Peygambere yalan yere isnad edilen
sözlerdir. İslam’a göre bunlardan birincisine uymak bütün Müslümanlara gerekli
ve farzdır. İkincisine uymak bizzat ictihaddan aciz olanlara caizdir. Üçüncü
ise: dini tahrif ve ona iftira olduğundan ona uymak ve onu kabul etmek haramdır.
Fâsid deliller ( Muteber olmayan
deliller)
Zihnin, eserden müessire
geçmesidir dumanı görünce orda ateşin varlığına anlamak. Bazen bu tersi de
olabilir. Şimdi muteber olmayan delilleri ele alalım.
Muhalif
Mefhumu (söylenenden onun ters anlamına delaleti.
Mantûka bu, sözün
söylendiği şeye, delaletidir.
Mefhuma bu da, sözün
söylendiği yere değil de başka bir yere aynen ve tersine delaletidir.
Yakınlarla
istidlal ma’tuf ile (bağlanan cümle) ma’tufun aleyh arasında
mutlaka bir ilgi olacağından bu ikisinin de hükümde eşit olmaları gerekir. Tabi
fıkıh’ta deliller bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Fıkıh usulünde bir de
hükümler söz konusudur ki bu hükümlerin çeşitleri bakımından farklılık
göstermektedir. Mesela: anlaşılması mümkün olmayanlar ikincisi ise, muğlâk
hükümler ve garip lafızlar. Diğer bir kısmı ise âlimlerin anlayacağı ve
başkaların anlamayacağı hükümler vardır. Bir de tabi, Emir var ki bu da
iki kısma ayrılmaktadır. Sarih ve sarih olmayan emirler yani üstü kapalı
olanlar. Mesela sarih Emire misal olarak: Onun gibi bir süre getiriniz gibi.
Sarih olmayan Emire örnek ise: Size oruç farz kılındı ayetini örek
verebiliriz. Nehyin bahsi, bu da emir gibi sarih olan ve sarih olmayan nehiyler
olmak üzere ayrılmaktadır. Sarih olan nehiy, üstünlük ve bir şeyin
yapılmamasını kesin bir şekilde istemek için vazedilmiş söz dür. Sarih
olmayan nehiy, isim ve fiil cümlesiyle yapılan nehiydir. Buna örnek olarak,
“İbrahim’in makamı… Kim oraya girerse emindir.
Mutlak, bir ferde
tayinsiz ve şartsız delalet edecek örneğin: insan, at gibi kelimelerdir.
Mukayyed, cinsin her
ferdini içine alan lafız olmayacak. Örneğin: “ Arap atı” dediğimiz zaman, at
lafzını Arap vasfıyla kayda almış oluyoruz.
Âmm, Mesela bir adam “evime kim girerse ona bir
dirhem ver” demesi bu âmm bir lafızdır ve dolayısıyla bu kelimeler her dilde
mevcuttur.
Umumilik
İfade Eden Cümle ve kelimler. ( الرجال،النّساء، الابل،الضّرر) gibi kelimlere denilmektedir.
Müşterek, birkaç manayı
kendine alan bir lafızdır buna örnek olarak: العین، الجاریه ، المشتری، البین yani bir
kelime olup farklı manalara delalet edenlere denir.
Müevvel, manalarından
biri tercih edilen müşterektir.
Nesih.
Nesih, bahsi çok
önemlidir. Önemli olmasının sebepleri ise: çeşitli meseleleri içine almaktadır.
Neshin lügat manası, bir şeyi gidermek, yok etmek, ya da bir şeyi yok etmeden
yerini değiştirmek. Anlamlarına gelmektedir. Ehsin şartları, mensuh şeri bir hüküm
olacak ikincisi, hükmün kalktığını gösteren bir delil olacak. Neshin hikmeti,
nesih iki ayrı sahada cereyan ediyor, Ayetin sünnetle neshi, bunun
cevazında müctehid ittifak etmiştir. Örnek olarak: کتِبَ علَیکُم اذاحضر احدکم الموتُ ayetinin لا وصیّة لوارث varise
vasiyet yoktur.
Hüküm الحکم
Menetmek, önlemek
manasına gelir. Devlet idaresinde hâkimin davayı bağladığı neticeye hüküm
denmesi bu asıl mana ile ilgilidir. Bir de hükmün çeşitleri vardır ki bunlar
teklifi hükümlerdir. Bir işin
yapılmasını ve ya yapılmamasını gerektiğini bildiren hükümlerdir. Teklifi
hükümlerin kısmına ek olarak da vacip fillerin hak yönünden taksimi: Allah’ın
hakkı olan filler yani sadece Allah’ı ilgilendiren fillerdir. Bir de kendi
kendine var olan haklar mesela: harp ganimetleriyle, madenler ve yer altından
çıkarılan hazinelerden alınan beşte bir nisbette hükümet haklarıdır.
Husun Kubuh (iyilik ve kötülük)
Meselesi
Hayır, şer, iyi kötü,
güzel çirkin, hak batıl gibi bütün tabirlerin gösterdiği manalar bu kelimede
kastedilen manada dâhildir. Bu iki kelime beş manada kullanılmıştır.
1)
Gaye ve maksada uygun
olmayan: adalet güzel, zulüm çirkindir)
2)
İnsan tabiatına uygun
olan ve olmayan: tatlı güzel acı çirkindir)
3)
Olgunluk ve eksik sıfatı
olan: ilim güzel cehalet çirkindir)
4)
İnsanlar arasında övülme
ve takdir yahut yerilme ve tahkir vesilesi olan: cömertlik güzel, cimrilik
çirkindir)
5)
Allah indinde, rıza ve
sevaba yahut yerme ve cezaya layık kılan: Allah’a iman, ibadet, güzel,
zıtları çirkindir. İşte bizim burada meşgul olacağımız mana budur. Beşerin
kendi zatında iyilik ve kötülük var mıdır? Şeriat gönderilmeden insan aklı
bunları kavraya bilir mi? Bu meselede Eş’ariler’le Mutezile insanın kendi
sıfatında iyilik ve kötülük bulunmaktadır. Bunlar Allah’ın hükmü ve kanunu
geldikten sonra bahis konusudur. Maturidilerin görüşü da: iyilik ve kötülük
kavramlarını şeriat gelmeden de insan aklı bunu idrak eder demiştir.
El-Mahkümü
Fih (المحکوم فیه )
Teklif edilen
fillerde bir kısım Şartlar aranır ki bu da, mümkün olmak kulun kendi iradesine
kastettiği bir iş olmak. Emir olunan tarafından açıkça bilinmek.
El-Mahküm
Aleyh
Mükellef
olmanın ilk şartı teklifi anlamaktır. Çünkü hitabı anlayamayan kimseyi mukellef
tutmak imkânsızdır. Mükellef teklif edilene amel edecek. Yani “bana teklif
ulaşmadı” gibi bir lafa yer kalmayacak. Örneğin لکیلا یکون للنّاس علی الله حجة بعد الرّسُل elçilerden sonra,
,insanların Allah’a karşı itirazları olmasın diye… Görüldüğü
gibi hayatta olan bir insan için Allah-ı tanımaması imkânsız bir şeydir çünkü
her bir insan farklı bir şekilde bu dünyanın bir yaratıcısı olduğunu biliyor
onun için, Allah’ın peygamberi her bir kavime ve her bir mükellefe yetişmiştir.
Allah bizi de amel eden mükelleflerden eylemesi dileğiyle…