Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

2. Ödev: İzah    25.10.2014


Esbab-ı Nüzul I 2. Ödev: Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası nedir? Yazınız.

Esbab-ı Nüzul dersini ilk defa alan öğrenciden tefsir tarihi-hadis tarihi-fıkıh tarihi kitaplarını, ikinci defa alan öğrenciden tefsir usulü-hadis usulü-fıkıh usulü kitaplarını mütalaa etmesi istenmektedir. Bu kıraatinin sonuçlarının mukayeseli hülasasını yazması beklenmektedir.

Kütüphanenizde bulunan tefsir tarihi-hadis tarihi-fıkıh tarihi - tefsir usulü-hadis usulü-fıkıh usulü kitaplarından istifade edebilirsiniz.

Hedef tarih: 15 Aralık 2014 Pazartesi




0 Yorum - Yorum Yaz

Bochra REFAS DOK.14922707    11.11.2014

Bochra REFAS

Doktora

14922707

   GİRİŞ

 

      Bu çalışmamda, birbirlerinden müstağni kalamayacak, bilakis birbirlerinden  beslenerek neşvu nema bulacak olan tefsir fıkıh ve hadis alanlarının bir bütün o-larak seyretmesi üzerinde duracağım.

       Hadisin Kuran üzerinde, Kuran’ın ve hadislerin fıkıh üzerinde ne denli be-lirleyici ve etkili olduğu gerçeğini örneklerle sunmaya ve ilk asırlardan itibaren nasıl vücuda geldikleri, birbirleriyle nerede bütünleşip nerede ayrıldıklarını açıklamaya çalışacağım.

 

 

          TEFSİR – HADİS - FIKIH  İLİŞKİSİ

        

         Tefsir faaliyeti, Kuran’ın nüzulünün ilk zamanlarında peygamberimizin kelime îzahlarından ibaretti.  Zira nüzul asrını yaşayan ve ana dilinde  inen kitabı anlamakta ciddi bir sıkıntı yaşamayan insanlardan sonra, gerek üzerinden geçen zamanla, gerek devrin değişmesi ve anlamakta sıkıntılar, farklı yorumla-alar zuhur etmesiyle, çok geçmeden tefsire olan ihtiyaç kendini gösterdi.Evvela hadis kitaplarının içinde bir bab olarak yer alan,hadis ilminin bir kolu olarak tedvin edilen tefsir, daha sonraları müstakil bir ilim olarak algılanmaya başlandı.

    

         Rasulullahın sünneti seniyyesi, hadisleri, Kur’an karşısında inkar edilemez mühim iki fonksiyon icra ediyordu. Biri; mecazi manada Şâri olan Rasulullahın, Kuran’da yer almayan hükümleri koyması ( yırtıcı hayvanların etlerinin haram olması, nesep açısından haram olan kişinin süt emzirme yoluyla da haram oluşu gibi ) diğeri ise; açıklanması gereken Kuran naslarını beyan/tefsir etmesidir (beş vakit namazın nasıl kılınacağı, orucu bozan ve bozmayan haller gibi ) .

       

          Kuran’da icmali olarak bahsedilen namaz oruç hac gibi temel ibadetlerin

açıklanması,sünnetin açıklama fonksiyonunun; fıtır sadakası,vitir namazı,bir ka-dının üzerine hala ve teyzesini almanın haram oluşu v.s gibi birçok hüküm de sünnetin boşlukları doldurma fonksiyonunun örnekleridir.Burada,Kuran ayetleri hadisler ışığında anlaşılır yaşanır hale gelirken, ortaya konan hükümler dolayısı ile de fıkıh ilmi devreye girmekte,hükümler ve ilmi fıkıh vücud bulmaktadır. İşte burada,bir alanın diğerini değerlendirmeden ya da bir diğerinin verilerinden yararlanmadan kendine dair bir bulguya varamayacağı,tefsir hadis ve fıkıh ilim-lerinin kombine bir yapı oluşturduğu aşikardır. Birbirlerinin var olma ve gelişim seyrine katkıda bulunan bu ilimler için bir yerde kısır döngü sözkonusudur.

 

 

 

         Öyle ki; bir müfessir aynı zamanda muhaddis, diğer yandan fakih idi. Bu-nun en güzel örneğini hulefai raşidin temsil eder. Ayrıca, fıkhi hüküm istinbat-ında özel bir yere sahip olan Ebu Hanife de muhaddislerin ileri gelenlerinden  olmakla birlikte , hadisleri Kuran’a arz prensibiyle de Kuran’a hakim bir müfes-sirdir.  İmam Malik’in meşhur eseri Muvatta da hem bir hadis kitabı hem bir fıkıh kitabıdır. Ve tefsir, bu kitabın içinde bir babdır.

 

           Fıkıh ve tefsir de öylesine iç içedir ki, ilk asırlardan itibaren fıkhi tefsirler yazılagelmiştir. Hicri 2. asrın başlarında hadis tedvin ve tasnif faaliyetlerinin başlaması ile ortaya çıkan ilk hadis eserleri ise; Sünen ve Musannaf adı verilen, fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş, ahkam hadislerini içeren kitaplar olmuştur. Cami adı verilen hadis kitapları ise fıkhi hadisleri içerdiği gibi, Kuran’ın fazilet-leri, tefsiri ve birçok konuyu içermiştir. Fıkıh usulünün hadis usulünden önce tedvin edilmiş olması ise, ilk iki asır içinde fakihler ve hadisçiler şeklinde belir-gin bir ayrım olmamasına bağlanabilir.

 

 

           SONUÇ

          

           Tefsir hadis ve fıkıh evvela birbirleriyle sonra diğer bilim dallarıyla ilişki içerisinde varolmuş ve gelişmiş hala da birbirlerine katkılarıyla ilerleyen alanlar  olagelmiştir. Tefsir; hadis ışığında, fıkıh; Kuran ve hadisin şekillendirmesiyle gelişmekte ve birbirleri için yegane merciler olmaya devam etmektedir. Zira bir alanın kendi sahasında bir veri ortaya koyması için kendine paralel diğer o iki alana başvurması, faydalanması kaçınılmazdır. 




0 Yorum - Yorum Yaz

MUKAYESELİ TARİHLER    14.11.2014

Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası
14922723
ZEKARİYA EFE
DOKTORA

Bilindiği gibi Kur’ân 23 yıl gibi uzun bir sürede inbiştir. Bununla beraber islamın dininin ilke ve prensipleri de böylece uzun bir zaman dilimine yayılarak tamamlanmıştır. Bu dönemde İslami ilimlerden söz edilmesi yerine inan ayetlerin anlaşılması için çaba gösteren insanlar örnek bir model olan peygamberin söz ve davranışlarına bakmışlardır. İşte bu davranış zamanla bazı ilimlerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve İslam Tarihi gibi İslâmî bilim dalları, farklı zamanlarda gelişim göstererek sistemleşmişlerdir. İlk zamanlar bu ilim dalları birbirinden tamamen keskin çizgilerle ayrılmış değillerdir. Zira tefsir, fıkıh ve hadis ilmi iç içe bir gelişim göstermektedir. Zira fakih sahabeler aynı zamanda müfessir ve hadisçidir. İlk dönemde hele kuran ilimlerini ayırt etmek neredeyse imkânsızdır. Zamanla ihtiyaç duyuldukça ilim dalları da gelişim göstermeye başlamıştır. Tedvin dönemiyle birlikte ilim dalları oluşmaya başlamış ve telif edilen eserler arasında tefsir ilmi olarak anlaşılan sebeb-i nüzul ilmi de kendisini göstermektedir.
Bütün bu çalışmalar yüce Allah’ın muhatabı olan insanın kendisine gönderilen kitabı en güzel bir şekilde okuyarak muradi ilahiyi anlamaya çalışmaktır. Bunun için her kitap ve ilim bir kitabı anlamak için ortaya çıkmış olmaktadır. Bu gayret vahyin indiği günden başlayıp kıyamete kadar devam edecektir. Amaç Kur’ân’ı anlamak, kavramak ve yaşamak olunca insanın aklına mübelliğ, mübeyyin ve müfessir olan hz. Peygamber gelmektedir.  Zira her zaman olduğu gibi edebi, felsefi ve ilmi eserleri en iyi açıklayanlar onları en iyi anlayanlar olduğu aşikârdır. Kaldı ki, Kur’ân insan ürünü edebi veya kültürel bir eser de değildir. İlahi kitap olan Kur’ân’ı Müslümanlar, hatta bütün insanlar anlamak, kavramak ve yaşamak için Hz. Peygamberin, onun öğrencilerinin nasıl anladıklarını izah eden bir açıklamaya muhtaçtırlar.  Bu nedenle tefsirde rivayetler çok önem arzetmektedir.
Bütün insanlık için prensip ve ilkeler ihtiva eden bu kitap, fıkıh ilminin ortaya çıkmasına esas teşkil etmiştir. Zira insanların bütün ihtiyaç ve sorunlarını sıralamasına ve maddeler halinde saymasına imkân yoktur. Bu sorunlar ancak onun koyduğu ilkeler ışığında ele alınarak çözüme kavuşturulmuş ve kavuşturulmaya da devam edecektir.  Burada devreye Hz. Peygamberin ve ashabının hayatı devreye girmektedir ki bu İslam tarihinin bu anlayış içerisinde önemli bir yerinin varlığını ortaya koymakta, ayrıca peygamberin söz ve davranışları bu kitabı anlamakta önem arz ettiğinden hadis ilminin doğuşuna zemin hazırlamıştır. İşte bu ihtiyaçlar ve zorunluluklar Kur’ân etrafında teşekkül eden ilimleri zamanla ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede düşünüldüğünde tefsir ilminin ortaya çıktığı zamanı Kur’ân’ın ilk muhatabı olan Rasûlullah dönemi olarak söylememiz doğru olacaktır. Yaşam tarzı olarak vahyi kendilerine sistem olarak seçen ashap ve tabiinin tefsire verdikleri önemin müstesna bir yeri olduğunu görmekteyiz.  Böylece şifahi olan tefsir geleneği tabiin dönemiyle tedvin edilmeye başlamıştır.

HZ. PEYGAMBERİN DEVRİNDE TEFSİR
Hz. Peygamber kendisine vahyedilen Kur’ân’ı muhataplarına okuyor, anlamadıkları yeri de onlara beyan ediyordu.  İlk muhatapların dilleri Arapça olduğundan tefsire çok fazla gerek duyulmuyordu. Çok az bir kısmını anlamadıklarında da peygamber devreye girerek ihtiyaç duydukları açıklamayı alma imkânı buluyorlardı. Buna ilaveten sahabe içerisinde anlayış, kültür, ilmi seviye ve medeniyet farklılıkları dolayısıyla kısmen tefsire ihtiyaç duyulsa da bu ihtiyacı gerek ilmi gelişme gösteren önde gelen sahabeler, gerekse Hz. Peygamber bu ihtiyacı karşılıyorlardı. Böylece Kur’ân’ın indiği bu dönemde anlamadıkları ayetlerin manalarını açıklayan, bilmedikleri ameli hükümleri uygulayarak örnek olan dini ilimlerin otoriter yapısını temsil eden peygamber ve onun yetiştirdiği sahabe vardı. Bu nedenle sorunlar kolayca çözüme kavuşuyordu.
Efendimiz döneminde tefsir vaaliyetini şu şekilde sayabiliriz;
1-    Ayetlerden bazılarını okuyarak tefsir ederdi.
2-    Sorulara cevaplar vererek açıklama yapardı.
3-    Konuştuğuna delil olarak ayetler okuyarak açıklardı.
4-    Kendisi soru sorarak tefsir etmeye başlardı.
Efendimizin tefsir yöntemini şu şekilde maddeleştirebiliriz:
1-    Mücmel olan ayetleri açıklamak.
2-    Müphem olanı izahatla açığa çıkarmak.
3-    Mutlak anlamı kayıtlamak.
4-    Müşkilatı gidermek.
5-    Uygulanması istenen davranışı uygulayarak öğretmek.
İşte sünnetin kuran açısından bu fonksiyonu ileride farklı bir ilim dalı olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla hem ayetlerin açıklanması yani beyan görevini üstlenecek ve hem de şariin iradesi konusunda teşri görevini üstlenmiş olarak hizmet etmeye devam edecektir.


SAHABENİN TEFSİRDEKİ YERİ
      Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe önem kazanmıştır. hadis ve nüzul sebeplerini müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, tefsir ilminde ayrıcalıklı bir yerlerinin olmasını sağlamıştır. Sahabe Peygamberimiz (s.a.v.)den sonra siyasi karmaşayla birlikte İslam’ın kaynakları olan ilimleri de bizlere aktarmasını bilmişlerdir. Topladıkları bilgi malzemeleri kısmen yazılı ve çoğunluğu ise şifahi olarak nesillere aktarılarak yazıya geçirilinceye kadar devam etmiştir.
BU DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI
 Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulun-duğunu görmekteyiz. Bunlar;
1-Kur’ân-ı Kerim,
2- Hz. Peygamber,
3-İctihâd  ve   
 4- Re’y
Sahabe Arasında bazı isimler diğer ilimlerde olduğu gibi Tefsir İlminde de öne çıkmışlardır. Bu isimleri şu şekilde sayabiliriz: Hz. Zeyd b. Sabit, Hz. Ali b. Ebî Tâlib, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hz. Aişe bt. Ebubek, Hz. Ubey b. Ka’b, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebû Musa el-Eş’arî, Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr.
TABİÛN TEFSİRDEKİ YERİ
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması dolayısıyla ister arap olsun ister olmasın yeni Müslümanlar ortaya çıkmış ve onların sahabe ve onların öğrencileri gibi Kur’an’ı anlamaları da mümkün değildi. Bu nedenle onlardaki Kur’ân’ı anlama ve İslam’ı yaşama hevesleri ilme sürüklemiş, zamanla ilimde zirve yapan mevaliler olmuştur. İslam’a yeni giren milletlerin İslam’ı öğrenmeye olan arzuları yanında Arapların idarecilikle uğraşmayı ilme tercih ederek ilimle uğraşmayı bir eksiklik olarak gördüklerinden bu dönemde ilim ve bilhassa tefsir sahasında temayüz eden şahısların çoğunluğunun Arap olmadıklarını görmek mümkündür. Sahabenin İslâmî ilimlerdeki rolü kendilerinden sonra mevalilerine miras olarak kalmıştır. Hal böyle olunca Mevaliler, doğal olarak tefsirlerine kendi kültürlerini de eklemişlerdir. Tabiûnlar, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat et¬mişlerdi. Artık tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fert¬ler ona yeni bir şeyler katmışlardır. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, geleneklerini ve hurafeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.
Bazı Meşhur Tabiûn Müfessirlerşu şekilde saymamız mümkündür; Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime, Muhammed b. Kab el-Kurezî ve Zeyd b. Eslem, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.
İslâm hukuku, tefsirde olduğu gibi oluşum süreci Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde aşamalı olarak temellendirildi, müctehid imamlar döneminde ise sistemleşerek daha önce atılan temel üzerine kuruldu.
İslâm hukukunun Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn, müctehid imamlar şeklinde dönemlendirilmesi görülmektedir.  Müctehid imamlara kadar ve onların dönemlerini de içine alacak şekilde ki dönem fıkıh gelişme, sistemleşme ve zirveleşme dönemi olarak kabul edilirken bu dönem sonrası ise genelde, “taklid dönemi” olarak nitelendirilmektedir. Bu dönemden sonraki aşama ise “kanunlaştırma” dönemi adıyla ifade edilmektedir. Biz esas itibarıyla, hukukun oluşum sürecinde aşamalardan sonraki dönemi uyanış dönemi olarak ifade edersek abartmış olmayız.
Peygamber döneminde hukukun kaynağı vahiy ve içtihadı olmak üzere iki iken sahabe döneminde kitap ve sünnetin yanında sahabe re’y’i/içtihadı  olarak görülmektedir. Tabiin dönemine gelindiğinde bu kaynaklara ilaveten sahabe icmaını da bulmaktayız. Mezheplerin çıkışıyla birlikte kaynakların sistematize olduğu görülmektesdir. Zira kitap, sünnet, icma, kıyas genel ilkeler olarak görülürken her müçtehid bu ilkeler yanında bazı ilkelerde geliştirmişlerdir. Mesalihi mürsele, şer’ü menkablena, ameli ehli medine ve zamanın değişmesiye değişen hükme konu olan adet ve gelenekleri de bu kategoride saymak mümkündür.  Bu ilimlerin bizlere kadar iletilmesinde sahabenin özellikle Hz. Ebu Bekir (ö. 13/634) ve Hz. Ömer (ö. 23/644)in yanında Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687), Kûfe’de Abdullah b. Mesud (ö. 32/653), Medine’de Zeyd b. Sabit (ö. 45/655) ve İbn Ömer (ö. 74/693) gibi fakih, mühaddis ve müfessir sahabiler gerek fıkhi, gerek hadis ve kerekse tefsir birikiminin aktarılması hususunda çok önemli rol oynamışlardır. Tabin döneminde de gayretleri ön plana çıkan tabin ilim adamlarımızı yani Medine’de Said b. Müseyyib’i (ö. 94/712), Mekke’de Atâ’yı (ö. 114/732) ve İkrime’yi (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame b. Kays’ı (ö. 62/682), İbrahim en-Nehaî’yi (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr’i (ö. 95/714) unutmamak gerekir.
Peygamber döneminden uzaklaştıkça ilim sahasına çıkan insan ların çokluğu ve arap olmayanların da sahaya girmesiyle ilimler önce şahıslar adıyla anılırken sonra ekollere bölünmüştür. İster tefsir, ister hadis ve ister fıkıh olsun hicaz ekolü- ırak ekolü; hadis ekolü-rey ekolü; küfe ekolü ve basra ekolü diye anılmalara çokça raslanılmaktadır. Her ekol kendi sistemini geliştirmiş ve ilim sahasında ufak tefek ayrılıkçı saldırgan tutumları saymazsak takdire şayan hizmetler vermişlerdir.
Özetlemeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz: İlim vahiyle doğmuş, Hz. Peygamberin (s.a.s.) gayretleriyle alim sahabeler yetiştirmek suretiyle büyük bir gelişme göstermiştir. Onlarda nice öğrenciler yetiştirerek ilmi gelişmenin evrelerinin uluşumunda büyük rol oynamışlardır. Bu evreleri şu şekilde maddeleştire edebiliriz; I. Peygamber (S.A.S.) Devri ki, bu Devirde Fıkhın Kaynakları Kur'ân, peygamber içtihadı/Sünnet,. 2. Sahabe Devri ki, bu Devrede Fıkhın Kaynakları Kur'an, Sünnet, İcmâ, ve Rey/İctihaddır. 3.  Tâbiûn Devri ki, bu devirde fıkhın kaynaklanrı şunlardı Kitâb, Sünnet, İcmâ, Sahabe Kavli ve Fetvaları yanında Rey'dir. 4.  Müctehid   İmamlar Devri ki, bu devir islam ilimlerinin altın devri olarak bilinir. Zira bu dönemde ilmin gelişme sebepleri daha çok dile getirilir. Gelişme Sebebleri olarak Abbasi halifelerinin din ilimlerine ve âlimlere gösterdikleri yakın ilgiyi, fikir ve İctihad Hürriyeti olduğunu, İslam Ülkesinin Genişlemesi dolayısıyla zeki ve kabiliyetli insanların ilimle severek ilgilenmelerini, ilimlerin Tedvini olunmasını, ilimler için seyahatlar yapılmasını, Mezheb ve ekollerin ortaya çılarak gelişmelerini sayabiliriz.  5.  Taklid Devri ki,  Bu devirde taklide sürükleyen hocaya saygı, mezheplere bağlı olan fakihlerin kadı tayin edilmesi, mezhei görüşlerin hüküm şeklinde tedvin edilmesi, kendine güvenin azalması, belli başlı mezheblere devlet tahsisi,  idarecilerin bazı mezhepleri desteklemesi gibi sebeplerin varlığından sözedilebilir. 6.  Duraklama devri ki,  metinin şerh, haşiye ve özet mahiyetinde kitap yazma faaliyetlerinden söz edebiliriz. 7.  Kanunlaştırma Devri ki, bu devir, 1851 maddelik Mecelle'nin tedvin edilmeğe başlandığı hicri 1286 yılından başlar, 1926 yılına kadar devam eder. ve 8. Uyanış devri ki, çağımızın dönemidir diyebilmemiz mümkündür.

Yararlanılan Kaynaklar
[1] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.
[2] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[3] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[4] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.
[5] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.
[6]  Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.
[7]  Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210; ve Tefsir Tarihi, FECR YAY. 2010, Ankara.
[8]  Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.



0 Yorum - Yorum Yaz


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MUKAYESELİ TARİHLER/USULLER KIRAATİ HÜLASASI 17.11.2014

 

Adı ve Soyadı: ALİ AKKUŞ

Öğrenci No: 14922706 ( DOKTORA)

Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

Konu: ESBAB-I NÜZUL I-2.ÖDEV

İSLAM TARİHİ BOYUNCA TEFSİR, FIKIH VE HADİSE

BÜTÜNCÜL BİR BAKIŞ DENEMESİ


 

İçindekiler

1.    GİRİŞ. 2

2.    HZ. PEYGAMBER DÖNEMİ: 2

3.    SAHABE DÖNEMİ: 5

4.    TABİİN DÖNEMİ 11

5.    İMAM ŞAFİ’YE KADAR OLAN DÖNEM: 16

6.    ŞAFİİ SONRASI GELİŞİM DÖNEMİ ( SÜNNİ DETERMİNİZMİN OLUŞUM AŞAMASI) 2

7.    DURAKLAMA DÖNEMİ ( a-Şerhler (350-656) b- Haşiyeler (654) 28

8.    GÜNÜMÜZ- YENİ DÖNEM : DÖNÜŞÜM DÖNEMİ 34

9.    DEĞERLENDİRME VE ÖNERİLER.. 3

 

 

 

  1. GİRİŞ

Yaklaşık 1500 yıllık İslam kültürümüzün temelini oluşturan faktörleri, temel İslam bilimlerinin bir açılımı ve gelişimi olarak düşünmek çok abartılı bir yargı değildir.

Hadis fıkıh, tefsir ve kelam oluşum ve gelişim süreçlerinde birbirlerini etkileyerek, siyasi ekonomik ve toplumsal alanlarda, karşılıklı etki-tepki kuralına göre ilerlemiş gelişmiş, kendilerini oluştururken de toplumun dünya görüşünün ve kültürel yapısının temel taşları olmuşlardır.

Bu bilimler içsel gelişmelerinden daha çok karşılıklı etkileşim yoluyla gelişmişler, iç ve dış faktörlerden etkilenmişlerdir. Zamanın ve coğrafyanın getirdiği siyasi ve sosyo-kültürel ortam ve çevrelerin kültürlerinin etkisi ve baskısı altında kalmışlar, ancak kendilerine özgün bir yol ve üslubu oluşturmayı başarmışlardır. Bu zor ve çetin mücadeleden güçlenerek çıkmışlardır. Temel ilimlerin bu serüvenini değişik bakış açıları ile irdelemek mümkündür.

İslam ilimlerinin bu gelişimini kronolojik açıdan incelersek, Hicri birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü asır ve sonrası, oluşum süreci açısından incelersek, oluşum, gelişim, açılım, daralma, dönüşüm dönemi, Bölge Olarak Arabistan, Suriye, ırak, İran, Horasan, Mısır, Endülüs, Hint, Anadolu ve Batı,  siyasi olarak incelersek Hz. Peygamber, dört halife, Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Türkler (Karahanlılar ve Gazneliler), Memluklular, Selçuklular ve Osmanlılar olarak, oluşum şekli olarak incelersek hıfz, kitabet, tedvin ve tasnif dönemi olarak, ferdi dönemler olarak incelersek Hz. Peygamber dönemi, Sahabeler, Tabiinler, Tabe-i Tabiinler ve sonraki dönem, metodolojik açıdan incelersek oluşum, gelişim, sistemleşme, duraklama ve taklit dönemi olarak bir çok açıdan inceleyebiliriz. Ayrıca bu bilimleri bakış açılarına göre ayrı ayrı ele alabileceğimiz gibi bir bütün içinde ve karşılıklı etkileşimleri bakımından da inceleyebiliriz.

Ben burada bu dönemlerin hepsini kullanarak ve bütünlük içerisinde tarihsel bir yöntem ile bakmak istiyorum. Daha sonra bütün bu ilimler tarihi için yeni ve kapsayıcı bir bakış açısı geliştirme denemesi yapmak istiyorum. Ancak bu dönemleri birbirinden ayırmanın çok güç olduğunu ve bunların iç içe olduğunu, kesin sınırlar ile ayrılamayacağını da belirtmeliyiz.

  1. HZ. PEYGAMBER DÖNEMİ:

Hz. Peygamber dönemi vahyin iniş süreci olarak algılanmalıdır. Bu döneme nüzul dönemi diyebiliriz. Bu dönemde yine sahabeler vardır fakat ağırlık Hz. Peygamber üzerindedir. Bu nedenle Peygamber dönemi olarak adlandırabiliriz.

Dönemin Özelliği bütün İslam bilimlerinin başlangıç ve doğuş dönemi olmasıdır. İlimlerin kaynağı da doğal olarak Kuran ve Hz. Peygamber olmuştur. Dönemin bilgi saklama şekli HIFZ idi . sadece kuran bu dönemde yazılmıştır. Hz. Peygamberin hadisleri kuranla karışmaması için çok fazla yazıya geçirilmemiştir. Ancak bazı sahabiler bu dönemde Hz. Peygamberden hadis yazmışlardır.

Öncelikle kuran Müslümanları ilme ve tartışmaya davet etmiştir. Sağlam bilgiye dayanmayı tavsiye ediyor ve bilgiyi en önemli güç kabul ediyordu. Peygambere ve müslümanlara kendisini anlamasını ve düşünmesini emretmiştir. Kuran kendini açıklıyordu. Arap dili ve kurallarını çok incelikli olarak kullanmış belağatın ve söz sanatının en üstün örneklerini vermiştir. Bazen bir kelimeyi aynı ayet içinde, bazen başka bir ayette  ve bazen başka bir sure içinde açıklamıştır. (cerrahoğlu…) Kendini mücmel mufassal, mutlak, mukayyet, umum – husus olarak ortaya koymuştur. Böylece kuran bütün İslami bilimlerin birinci kaynağı olmuştur.

İkinci olarak Hz. Peygamber kuranın gaye ve amaçlarını en iyi anlamış ve bize açıklamıştır. Kuranı en iyi anlayanın onu ilk alanın olacağında hiç şüphemiz yoktur. Çünkü Hz. Peygamber vahyi alabilecek bir ruhsal yükselişe varmış, miraçta ise bu yükseliş zirveye ulaşmıştır. Burada yaratılışın ve yaratıcının en yüksek sırlarını müşahede etmiştir. Başka bir kimsenin bu ruh yüceliğine ulaşması da pratikte mümkün değildir. Kuran ise   Hz. Peygamberi tebliğ ve tebyin (açıklama) ile görevlendirmiştir.   Uygulamaları ile güzel bir örnek oluşturmuştur. Kuranın  mücmelini beyan etmiş, mutlakını takyid etmiştir. Mesela namaz vakitlerini, zekat miktarını, hac menasiklerini açıklamıştır.  Hala ve teyzeyi bir nikah altında toplamayı haram kılmış, böylece haramlar konusunda ziyade yapmıştır. Bazen da sorulan sorulara cevap vermiştir. Açıklama yaparken çok beliğ ve kısa konuşurdu. Karşıdaki kişinin durumuna göre hareket ederdi. (i.cerrahoğlu).

Hz. Peygamber sahabenin anlamadığı, kuranın garip ve müşkil kelimelerini de açıklamıştır. Ancak alimler peygamberin  kuranın tamamını tefsir ettiği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Suyuti ve Gazali tamamını tefsir etmedi demişlerdir. Taberi ise çok azını tefsir etmiş olmasına sıcak bakmaz. (Tarih içinde tefsir ve tefsir ilimleri) İbni Haldunda Mukaddimesinde sahabenin kuranın anlaşılmayan kelimelerini peygambere sorarak öğrendiklerini nakleder, ama kuranın tümünü tefsir ettiğinden bahsetmez. (A.Nedim Serinsu)

Yine Hz. Peygamberin sağlığında hadisler kısmen yazıya geçirilmiştir. Bazı sahabeler hadis yazıyorlardı. Veda hutbesi de kayda geçmiştir. Ayrıca Medine anlaşması, Yemene gönderilen vergi düzenlemesi, Hudeybiye Anlaşması, davet mektupları vs.. yazıya geçmiştir. Hz. Peygamberin mescitte düzenlediği sohbetler de bazen yazıya aktarılıyordu. (Hadis Tarihine Genel Bakış) . Sab b. El Ubade el Ensari, Abdullah b. Ebi Evfa, Semume b.Cundap, Cebin b.Abdullah Hz. Peygamberden izin alarak hadis yazmışlardır. (İslam Bilimlerinde Yöntem) Aslında Hz. Peygamber ilmi kaydetmeyi(yazı=kitabe) tavsiye etmiş ve hatta ilim için seyahati bile teşvik etmiştir.

Hz. Peygamber insanlar içerisinde çıkan olaylarda hüküm veriyordu. Yani yargı görevini de yerine getiriyordu. Ayrıca komutan ve bir devlet başkanı olarak ta çeşitli uygulamalarda bulunuyordu.

Bu dönemle ilgili olarak bazı müsteşrikler mesela Margolotti  kuran dışı Hz. Peygamberin sünnetinin olmadığını iddia etmiştir.

Hz. Peygamber devrini daha derinden incelediğimizde bu dönemin nüzul dönemi olduğunu ve bunun ayrıcalıklı bir dönem olduğunu anlayabiliriz. Bu dönem İslam Dünya Görüşünün oluşturulduğu dönemdir.Kuran olaylara doğrudan müdahele ederek iniyordu. Dolayısı ile bir pratik dönem idi. İlimler FIKIH, TEFSİR, HADİS, KELAM vs diye henüz ayrışmamıştı.Bilgi ve dolayısı ile DÜNYA GÖRÜŞÜ bir BÜTÜN halinde işliyordu. İLİM denince genel bilgi anlaşılıyordu. Buna tefakkuh da deniyordu. Hem ameli hem de teorik bilgiyi içeriyordu. ilim=tefakkuh= Bilgi   ve Amel (fiil). Dolayısı ile Hz. Peygamberin davranışları genel ilim çerçevesinde oluyordu. Aslında Hz. Peygamberin kuranı anlaması ve yorumlaması, yargıda bulunması ve ceza vermesi,sorulara cevap vermesi bütün fiilleri ve teorik yorumları sünnet kapsamında idi. Sünnet kuranın yorumu ve uygulaması idi. Ancak sünnetin yasama yönü (yani Fıkıh yönü) çok azdı. Sünnet daha çok dini-ahlaki bir rehber idi. Hz. Peygamber yaptığı uygulamalarda sahabesine danışıyordu. Buna kuran ŞURA demektedir. Kararlar ortak alınıyordu. Dolayısı ile sünnetin içine sahabelerin görüşleri de dâhil idi. Hadis bu dönemde resmi değildi. Sünnet olarak ele alınıyordu. Sünnet bu anlamda ilkeler bütünü değil yol gösterici bir rehber idi ve sürekli gelişip büyüyordu. Buna YAŞAYAN SÜNNET diyebiliriz. (İslam, Fazlurrahman) Yani bu Yaşayan Sünnet kavramı Hz. Peygamberin teorik, fiili ve sözlü davranışları ile sahabenin görüşlerini kapsıyordu. Aslında buna Hz. Peygamber ve sahabenin İCMAI da diyebiliriz. Buna aynı zamanda NEBEVİ SÜNNET de diyebiliriz. Bu nebevi sünnet Hz. Peygamberin ve sahabenin içtihatları ile gelişip büyüyordu. İmam Ebu Yusuf da sünnetin bu nedenle “Müslümanların Genel uygulamasıdır” şartlara göre  gelişir ve ictihatla büyür demektedir.      (Erreddü ala- Siyeril Evzaii, Ebu Yusuf)

Sonuç olarak bu dönemin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz.

1- Bu dönemde ilimler ayrışmamıştı. Tasnif yoktu ( fıkıh, tefsir, hadis gibi)

2- Bilgi bütün idi. Bazı

3- Bu ilim SÜNNET ile anlaşılıp yorunlanmıştır.

4- Sünnet YAŞAYAN SÜNNET idi. Hz. Peygamberin ve sahabeler

İçtihatlarını, sözlerini, davranışlarını içeriyordu.

5- Yaşayan sünnet dinamikti ve gelişip büyüyordu

6- Yaşayan Sünnet içtihatla gelişip icma halini alıyordu. Aralarında kopmaz birbağ vardı. Sünnet--- içtihat--- icma .

7- Yaşayan Sünnetin koruma şekli genel olarak HIFZ idi ve şifahi olarak aktarılıyordu.

8- Yaşayan Sünnet devam eden ve büyüyen bir süreç idi.

9- Hadis yaşayan sünneti daraltır ve statikleştirir. (sabitler), belli bir alana hapseder.

10- Sünnetin içindeki kuran yorumlarından tefsir ilmi oluşur.

11- Sünnetin içindeki ameli yorumlardan Fıkıh İlmi oluşur.

12- Hadisin hepsi peygambere söz olarak ulaşmasa da manen (ruh) olarak ulaşır.Çünkü hadis isnadı daha çok sahabeye dayanır. Sahabe ise zaten Yaşayan sünnetin bir parçasıdır.Peygamber zamanında çok az hadis yazılmıştır. Bazı sahabeler bu konuda hz. peygamberden izin almıştır.

13- Yaşayan sünnet duruma ve şartlara göre yorumdur.

14. Sünnetin gelişim yöntemi İÇTİHAT idi.

15- Kısacası nüzul döneminde İLİM kavramı branşlara ayrışmamış ve bütün idi. Bu nedenle kuranın DÜNYA GÖRÜŞÜ’de bütün Olarak ve canlı olarak zihinlerde yaşıyordu. Sonraki devirlerde ortaya çıkan ilimler bu dünya görüşünün ayrışması ve parçalanması sonucunda oluşmuştur.

  1. SAHABE DÖNEMİ:

Aslında sahabe dönemi Hz. Peygamber dönemi ile başlar küçük sahabelerin vefatı ile biter. Bu dönemi peygamber dönemi ile ayırmak  oldukça güçtür.

Bu dönemde öncelikle 4 halife dönem çok önemlidir. Halifeler Halk ile iç içe olmuş, birlikte şura ile hareket etmişlerdir. Tam bir DEMOKRATİK ortam sağlanmıştır. Hz. Ebu Bekir öneminde irtidat olayları bastırılmış, Hz.Ömer döneminde ortalık sakinleşince istikrar durumu yaşanmıştır. Bu istikrarın dalgası Hz. Osmanın ilk döneminde etkisini gösterir ancak Hz. Osmanın  akrabaları (mesela Muaviyeyi Şam Valisi yapması gibi) resmi görevlere ataması olayların karışmasına sebep olur.Hz Ömer de daha önce Ümeyye Oğularının yönetime katılmamasını tavsiye etmiştir. Hz. Alinin halife seçilmesi ve yönetim dönemi çok çalkantılı geçer. İç tartışmalar durmaz. Cemel ve Sıffın Savaşları yaşanır. Bu olaylar ümmetin moralini ve birliğini Bozduğu gibi yeni fırkaların ortaya çıkmasını da sağlar. İslam tarihinde daha sonra Kelam, Fıkıh, Hadis, Tefsir dallarındaki ekollere dönüşen ayrılıkların hepsinin temelinde bu dönemdeki SİYASİ ayrılıklar ve fırkaların rolü vardır.

Hz. Osman ve Hz. Ali dönemindeki çatışmaların temelinde ise Güneyli ve Kuzeyli Arap kabilelerinin çekişmesi vardı. (İslam, Fazlurrahman) Yani Araplar islamın kaldırdığı kabile asabiyetini kılık değiştirmiş bir şekilde yeniden ortaya çıkardılar. Siyasi kutuplaşmanın temelinde yatan en derin etki bu idi.

Örneğin HARİCİLERİN çıkması ve gelişimi ilginçtir. Hariciler idealist insanlardı. Bu bakımdan fanatik, hoşgörüsüz ve zorba idiler. Bu idealizm onları şiddete sürüklemiştir. Ancak çokta dindar ve sade insanlardı. Bütün zamanları namaz kılmak ve ibadet etmekle geçerdi. Bu gruptakiler Hz. Ali nin TAHKİM olayına karşı çıkmışlar, ‘Allahtan başka Hakem yoktur’ sloganını kendilerine şiar edinmişlerdir. Onların isyanları Hz. Alinin öldürülmesine kadar gider. Hariciler Iraktan ve çölden gelmiş bedevi idiler ve Kureyşli (Kuzey kabilelerinden) değillerdi. Birçok İranlıyı da kendilerine destekçi olarak almışlardı. Bu insanlar temelde bütün kabileler için eşitlik istiyorlardı. Bu nedenle siyasi olarak HALİFENİN Kureyşli olmasına da itiraz ediyorlardı. MUTLAK EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK istiyorlardı. İmanın amelden ayrılmayacağını da savunuyorlardı. Bu nedenle tahkim olayını ve onu kabul edenleri KÜFR ile itham ederler ve kâfirler ile savaşa başlarlar. Bunların yüzünden binlerce Müslüman kanı akar. Bunların fanatik tutumları ve eşitlik istekleri Emevi Saltanatına uymaz. Emeviler de Kureyşli idi ve bu nedenle Haricileri baskı ve savaşla tarih sahnesinden sildiler. Haricilerin çok kan dökmekten endişe eden, sessiz çoğunluğun sesi olan Ehlisünnet (ehli hadis) mevcut düzene daha çok bağlandı ve hatta saltanatı savundu.’Yönetici          zalim de olsa uyulacak’ öğretisini geliştirdi. Çünkü onlara göre en kötü kanun kanunsuzluk ve anarşiden daha iyi idi.

Bu olayların ikinci taraftarı ŞİA oldu. Emevilere siyasi olarak düşman oldular.Hz.Alinin hilafetini kabul ettiler ve İslam cemaatinden ayrıldılar. Aslında ŞİA İranlı kabileler di. Bunlar Güneyli Kabile grubundan idiler. Kuzeyli ve Kureyşli kabilelere olan nefret ve kinlerine Hz.Aliyi alet ederler ve ŞİA kisvesine bürünürler.

Bu dönemde kendi içine çekilen Şia daha sonraki dönemlerde çok farklılaşmış olarak ortaya çıkar. Toplumdan itilmişlik hali şiada BATİNİLİK ve TAKİYYE doktrinlerinin gelişmesine neden olur.Bu olaylar İslam tarihindeki ilk düşünce tartışmalarını başlatır. Bunların ilki iman nedir? Kâfir Kimdir? Amel imandan bir cüz müdür? Sorularıdır. Bu soruların tartışılması ikinci büyük tartışmayı doğurur. Bu soru da insan iradesi özgür müdür? Yoksa cebri midir?

Bu sorulara verilen cevaplar fırkaların doğuşunu ve ayrışmasını sağlar. Böylece Hariciler,  Mürcie, Şia, Kadiriye ve Cebriye gibi fırkalar oluşur. Bu fırkalar diğer ilimlerin ve düşüncelerin temelini oluştururlar. Bu olayların tabiin dönemi ve daha sonraki dönemlerin ilim ve siyasi düşünceye etkilerini göreceğiz, ancak daha önce Sahabe dönemindeki tefsir, fıkıh, hadis ilimlerine ve sünnet anlayışına bakalım.

Sahabeler Hz.Peygamber ile nüzul ortamını canlı yaşamışlardı. Bu nedenle Kuranın genel bütünlüğünü, sünnetin amaç ve gayelerini çok iyi kavramışlardı. Sahabe Peygamberin müridi idi. Onun söz ve davranışlarını aynen özümsediler. Peygamberin sözü ve davranışı sahabenin sözü ve davranışından ayırt edilmez hale geldi. Bu nedenle hadislerin Hz. Peygambere dayanmasına gerek yoktu. İsnad zinciri de zaten sahabede son bulmuştur. Sahabe sünneti yorumlamıştır. Önceki dönemde ( Peygamber döneminde) de belirttiğimiz gibi YAŞAYAN SÜNNET peygamberin ve sahabenin içtihat ve yorumlarını da kapsıyordu ve içtihatla sürekli gelişiyordu. Sahabeler yine bu yöntemle İÇTİHAT ve Reyle yaşayan Sünneti geliştirdiler. Yeni olayları yorumladılar. Bunun yöntemi de KIYAS idi.

Bu dönemde peygamber dönemi gibi ilimler ayrışmamış, bütüncül bir haldeydi. Bu nedenle sahabeler de Kuran ve Sünneti canlı ve bütüncül yaşamışlar ve Tabiinlere aktarmışlardır. Sahabe sünnetin GENEL İLKE ve amaçlarına göre içtihat ediyordu. Sünnet, sahabeler tarafından yorumlandı. İçtihat ve icmaları ile gelişti ve büyüdü. Yöntemleri Kuran bütünlüğü ve Hz. Peygamberin örnek davranışlarının genel amaç ve gayeleri ile kendi rey ve içtihatları idi. Bu durum şifahi ve yaşantısal idi. Bu nedenle ilimler tedvin edilme gereği duyulmadı. Hıfz ağırlıklı idi.  Hatta genel kanı kitabete (yazı) karşı idi.  “İlim öğretimle olur, kaydetmekle değil, sözlü olur yazı ile değil” lafı ( Kuran ve Bağlam,A.Nedim Serinsu) genel kanaati de ifade etmektedir. Çünkü yazıya güven yoktu. Yazı değiştirilebilirdi. Ancak zihinlerdeki hıfzedilen ilim değiştirilemezdi. Zaten bu dönemde Arap dili ve kuralları gelişmiş değildi. Bu dönemde İLİM kavramı kuran ve sünnetin ilkelerinin içtihadi yolla kullanılmasını ifade ediyordu. Bir anlamda İCMA ile eş anlamlı idi. Sahabe sünneti Hz. Peygamberin sözleri ve davranışlarından almıştır. Sözlerine hadis denmesi daha sonraki dönemlerde daha belirgin hale gelir. Kuran dışında çok fazla yazıya geçen bir ilim yoktu. Ancak bazı sahabeler Hz Peygamberden izin alarak hadis yazdılar. Mesela sad b. El Ubade el Ensari, Abdullah b. Ebi Evfa. Cabi b. Adullah bunlardandır. Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer hadis yazmazlar, hatta Hz.Ömer Ebu Hüreyreyi çok hadis söylediği için dayak attırır. Hadis nakli ve yazımı son iki halife döneminde daha çok artar. Sahabelerden çok hadis rivayet edene MUKSİRUN (bunlar yedi sahabedir) az hadis rivayet edene MUKİLLUN denir. Ali b.Ebi Talip (v.45), Ebu Hüreyre(v.59), Abdullah b.Abbas, Abdullah ibni Ömer (v.74), Hz.Aişe gibi sahabelerden yoğun hadis rivayeti yapılır. Sahbenin ne kadar hadis yazıya geçtiği belli değildir.

İbni Hacer ‘El Babe’ sinde 1230 kişiden, İbnül Esir ‘Üsdül Babe’ adlı eserinde 755 sahabi olan hadis ravisinden bahseder. Ancak aslolan sahabenin yazmış olduğu SAHİFELER olduğunu kabul etmektir. Hıfza değer verildiği kitabetin yerildiği bir ortamda fazla hadis yazılmış olmasını beklemek çok doğru bir düşünce değildir. Yine bu dönemde sahabeler fethedilen yeni coğrafyalara yerleşmişler ve burada ilim merkezleri kurmuşlardır. Bu ilim merkezlerinden MEVALİ denen İslam âlimleri yetişmiştir. KUFEDE Abdullah b.Mesud yerleşti ve dersler verdi. Hz.Ali  Irakı devlet merkezi yapınca kendisi de buraya yerleşti. BASRADA Ebu Musa el-Eşari, FİLİSTİNDE Muaz b.Cebel yerleşmiş ve ilim ve hadisi öğretmişlerdir. Sahabeler hadisi de sünneti anlamak için kullanmışlardır. Bu anlamda hadiste sünnetin bir parçası idi. Önemli olan sünnetin  gaye ve hedeflerini anlamak ilkelerini kavramak idi.Yine bu açıdan  HİDİS-KAVL-FİİL-FITRAT kavramları da sünnet anlamında kullanılır.

Sahabenin sünnet anlayışını kendi içlerinde üç açıdan değerlendire biliriz. Bu üç anlayış sahabenin kendi fıtrat ve kapasitesine göre anladıkları sünnet anlayışıdır. Birincisi ZAHİRİ yaklaşım. Bu yaklaşımı benimseyen sahabeler lafzi anlayışı benimsemiş ve harfiyen Hz.Peygamberi taklit etmişlerdir. Abdullah İbni Ömer, Sait el Hudri, Ebu Zerr, Ebu d Derda, Enes B. Malik, bunlardandır. İkinci olarak FIKHİ yaklaşım. Bu gruptakiler sünnetin illet ve maksatlarına önem vermişlerdir. Bu yaklaşımda illetin ortaya çıkarılması için bağlam, merkezi noktayı oluşturmuştur. Hz.Aişe, Ümmi Seleme, Hz.Abbas, İbni Mesut, Zeyd b. Sabit bu gruptandır. Üçüncü olarak ta İÇTİHADİ yaklaşımı. Sünnetin bütünlüğü ve GENEL İLKELERİNDEN hareket ederek yeni durumlar karşısında yeni ve değişik çözümlere ulaşmışlar ve yaşayan sünnete katkıda  bulunmuşlardır. Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer, Hz.Ali, Hz.Osman, Muaviye bu grup içinde kalmıştır. Burada önemli bir nokta şudur, sahabeler sünnet koymada son durak olmuşlardır. Tabiin ve daha sonraki nesiller konulan sünneti yorumlayarak İCMAya vardılar.

Nüzul döneminde Kuranda yasamayla ilgili çok az ayet inmiştir. Bu nedenle yasama ve yargı (FIKIH) daha çok sünnet ile gelişmiştir. Peygamber  (AS) ve Sahabe ayetin nüzul sebeplerini ve illetini çok iyi kavrayarak yeni yorumlar yaptılar. Özellikle Medine döneminde, ehli kitap, savaş, aile, miras…. İle ilgili konuları peygamberin uygulamaları ve sahabe ile istişareleri ile geliştirip bir model olarak ortaya kondu. Buradaki yöntem önemlidir. İçtihat da TEDRİCİLİK esas idi ve KOLAYLIK, HAFİFLİK, birey  ve toplum MASLAHATI, ADALETİN gerçekleştirilmesi gibi hedef  ve sonuçlara bakılırdı. Yasamanın genel amacı bunlar idi. Sahabeler Hz. Peygamberden sonra da alışık oldukları bu yöntemi kullandılar ve yeni sorunlara yeni çözümler getirdiler yasama ve yargıyı geliştirip büyüttüler. Sahabeler içtihatları REY olarak algıladılar. Ancak bu reylerde çok fazla ihtilaf yoktu. Çünkü sahabenin büyükleri ve fakihleri Medinede oturuyorlardı ve Şura ile karar veriyorlardı. Bu sahabe icmasını kolaylaştırıyordu. Coğrafya henüz dar olduğundan yeni olaylar denilen nevazil çok fazla değildi. Sadece sorun çıkınca ortaya görüşler koyuyor, tartışılıyor ve icmaya varılıyordu.  Bu içtihat yönteminde iki şekil vardı. Birincisi, ittihadül icma:  istişare ve fikir birliği ile yapılıyordu. Bu görüşlerin temelinde de yine maslahat, istihsan, adalet, kolaylık yöntemi göz önünde bulunduruluyor ve Kıyas yöntemi ile içtihat ediliyordu. Dinin ruhuna aykırı olan ve ihtiyaca cevap vermeyen görüşler (rey ve içtihatlar) kabul görmüyordu ve duruma göre değiştirilerek yorumlanıyordu. Mesela Hz. Ömerin savaş hukuku ile ilgili olarak, ganimet topraklarının ( fethedilen yerlerde) özellikle Irak fethedilince, peygamberimizin uygulamasının zıttı olarak savaşan askerlere dağıtmaması, bu tür içtihatların en güzel örneklerindendir. Hz. Ömer burada zamanın ihtiyacı olarak sosyal-adaletin sağlanması için bu içtihadı yapmıştır. Yine ceza hukuku ile ilgili olarak kıtlık zamanında had cezasını (sopa ve el kesme) kaldırır. Sosyal yasama ve aile hukuku ile ilgili olarak, ümmü veled denen çocuğu olmuş cariyelerin satışını yasaklar. Halbuki Hz. Peygamber zamanında bunların satışına izin verilmiştir. Hz.Ömerin buradaki tutumu, cariyeler çoğalınca ve toplumda annesiz ve babasız çocukların sayısı artınca sosyal adaletin sağlanması amacını taşıyordu. Yine aynı tutum ve davranışı Hz.Alinin içki cezasını ağırlaştırıp iftira cezası ile de birleştirmesi olayında da görüyoruz. Bu dönemde REY ile verilen görüşlerin temelinde KIYAS olduğunu söylenebilir. Kıyas, açıkça bilinen bir olaydan, açıkça bilinmeyen bir olaya doğru yapılan tümdengelimsel bir çıkarım idi. Buna ilkesel benzetme deniyordu ve bu benzerlik İLLET ile tanımlanıyordu. Söz kalıbı olarak “fikrimi ortaya koyuyorum, düşünüyorum” şeklinde ifade ediliyordu bu yöntemi kullananlara daha sonraki devirlerde Ehli Rey deneceğini göreceğiz. Ancak burada belirtmemiz gereken bir konu var. Kıyas, tamamen keyfi ve metotsuzdu.  Benzerlik noktaları ve örneklerin seçimi serbest ve kuralsızdı. Bu durum daha sonraki dönemlerde sistemleşme durumuna geçilmesine ve mezheplerin oluşmasına sebep olacaktır. Fakat kıyas ve reyin itimat görecek fikir birliğine varması icmayı oluşturur. Sünnetin en sağlam yorumu ferdi görüşlerden ziyade İCMA olmuştur. İCMA metod ve ilke olarak yanılmazlığını ilan eder. Hem sünnetin geçmiş bir yorumunu içerir, hem de geleceğe yönelik görüşlerin oluşmasında rol oynayarak geleceğin tesisini ve yapılanmasını sağlar. Böylece hem geçmişi ve hem de geleceği tesis etme görevini üslenir.  

Kuran, sahabenin fıkıhta ve sünneti anlamada en temel kaynağı idi. Hz.Ebu Bekir döneminde cem edilir (toplanır),Hz. Osman döneminde çoğaltılır, diğer resmi olmayan Mushaflar imha edilir. Hz. Ali döneminde noktalama işaretleri ve harekelemeler yapılır. Sahabe döneminde kuran kendi müşahedeleri, bilgi birikimleri ve kavrayışlarına göre yorumlandı. Kuranın iniş amacını, sebebini, kimin için ve nerede hangi olay için indiğini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle sahabenin bize sunmuş olduğu sosyo-kültür, tarih ve siyasi arka plan tefsir için çok önemidir. (Kuran ilimleri ve Hadis) Hz.Peygamberin vefatından sonra sahabeler a)Kuran b) Hz.Peygamber c)Ehli Kitap (Hıristiyan ve Yahudiler) d) Arap dili ve edebiyatı e) Kendi içtihat ve reyleri ile kuranı açıkladılar. Kavrayışları farklı olan sahabeler farklı yöntemleri de oluşturdular. (Fecrül İslam, Ahmet Emin)

            Medinede : Ubey b.Kaab---Rivayet ekolü

            Mekkede : İbni Abbas--- Rey ve Rivayet ekolü ( Arap dilini çok kullanmıştır)

            Irakta: Abdullah b. Mesud---Rey ekolünün temsilcileri oldular.

Tefsir konusunda da sahabeler fıkıh ve sünnette olduğu gibi davrandılar. Sünnetin genel ilkelerini bildikleri için kuranın genel mantığını kavramışlardı. Zaten nüzul ortamı bilgisinin de canlı şahitleri idiler. Bu nedenle kuranı kendi reyleri ile açıkladılar. Bazen talebelerinin sorularına cevap verdiler. Bu açıklamalarında ayetlerin zahiri ve mecazi manalarını kullandılar. (Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi). Ancak sahabe kuranı tamamen tefsir edememiştir. Onlar genelde yaşanan sorunlar neticesinde açıklamaya gittiler. Zaten sahabenin sünneti yorumlaması, fıkhi bir görüş belirtmemesi veya herhangi bir olayla ilgili olarak fetva vermesi ve yasama yapması kuranın genel bir yorumu olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde sahabeler kuran üzerinde imtiyaz sahibi olmuştur. Hz.Ali (v.40), Ebu Musa El Eşari(v.44),Ubeyd b. Kaab(v.19), Abdullah İbni Abbas (v.68) Abdullah İbni Mesud (v.32), Zeyd b. Sabit (v.45), Hz.Aişe (v.59), Abdullah İbni Ömer (v.73) Amr b. El As(v.63), Enes b. Malik (v.41) bunların başlıca önde gelen isimleridir.

Sonuç olarak sahabe dönemi, fıkıh, sünnet ve tefsir konusunda aynı özelliklerin yaşandığı bir dönem olmuştur. HIFZ bütün bilimlerin yöntemi idi. Bütün bilimlerde sahabeler genel sünnet ilkelerinden hareketle içtihat ve reylerini kullanmışlardır. Önemli bir nokta bu ilimler yine bütün idi ve ayrışmış ve ihtisaslaşmış değildi. Onlar da sonraki dönemlere bu ilimleri şifahi olarak aktardılar. Yazı bu dönemde yok denecek kadar azdı. Sadece bazı sahabelerin sahifeleri ve öğrencilerine yazdırdığı nüshaları vardı. Bu dönemin en büyük özelliği düşünce özgürlüğü ve demokratik bir siyasetin olduğu, ümmetin birlik ve beraberlik beraberliğinin bozulmadığı bir dönemdi. Bunu sağlayan unsur Medinede oturan ve henüz çevre coğrafyalara dağılmamış olan büyük sahabelerin oluşturduğu İCMA (genel görüş birliği) olmuştur. Bu dönemde yönetim ve halk iç içe birlikte idi ve ŞURA yöntemi ile karar alınıyordu. Ümmet ortak bir dünya görüşü etrafında birleşmiş idi. Daha sonraki devirlerde, Hz.Osman ve Hz.Ali dönemindeki iç kargaşalıklar ve savaşlar sonucunda yeni siyasi fırkalar ortaya çıktı. (Harici, Şia, Mürciye , Kaderiye..) Bu fırkalar daha sonra düşünce ekollerine dönerler ve kendi kelam, fıkıh, sünnet (hadis) ve tefsir anlayışlarını geliştirirler. Böylece ümmetin ortak dünya görüşü, siyasi birlik ve beraberliği bozulur. İlimlerde bu parçalanmadan sonra kendi içinde ihtisaslaşmaya gider. Bu önemli olaylar sonraki dönemlerde ilimlerin TEDVİN ve TASNİFİ hareketlerini zorunlu olarak başlatır. Bunun derininde yatan en temel sebep ilimlerdeki bilgi birikimin sistemleştirilme isteği ile birlikte ümmetin dağılan ve parçalanan birlik ve beraberliğinin yeniden inşası düşüncesi olmuştur.ilimler bu zor mücadeleden geçerek görevlerini başarmışlardır.

Özet olarak bu dönemin özelliklerini maddeler halinde kısaca şöyle sıralayabiliriz.

1-      Hadis ve Sünnet zamandaştır. Ve sünnet= hadistir.

2-      Sünnet pratiktir, hadis sözlüdür.

3-      Sahabeler sünnet ve hadisi yorumlayarak yeni sünnet anlayışı ortaya koyarlar. Sonraki nesiller ancak bu sünnet anlayışını incelemek ve yorumlamak durumunda kalmışlardır.

4-      Bu yeni anlayış sünnetin genel ilkelerini içeren MUHTEVA yönü idi.

5-      Sahabe ittifakına İCMA dendi. Bu icma sünnetin muhtevasını genel kabulü idi ve içtihatla gelişti, zenginleşti.

6-      Bu nedenle REY= KIYAS = İCMA=HADİS=SÜNNET idi.

7-       Bunların hepsine birden YAŞAYAN SÜNNET deniyordu ve sahabelerin yaratıcı yorum ve çözümlerini içeriyordu.

8-       Hz. Peygamber dönemine İDEAL SÜNNET, sahabelerin içtihat ve icmasına  da YORUMLANMIŞ SÜNNET diyebiliriz.

9-       Sahabeler fıkıhta (yasama ve yargıda) sosyal adalet ve DURUMA GÖRE YORUM yöntemini uyguladılar ve yeni sorunlara yaratıcı çözümler sundular. Bu çözümlerde kolaylık, maslahat,adalet ve tericilik ilkesini kullandılar.

10-   Hz. Peygamberin uygulamasını aynen taklit etmediler, bunun ardında ve derininde yatan AMAÇ VE GAYELERE göre hareket ettiler. Yaşayan sünneti geliştirdiler.

11-   Sahabenin bu özgür ve demokratik tutum ve zihniyeti, siyasi olarak devlet yönetimine de yansımıştır. Hilafet dönemi tam bir DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ ve DEMOKRATİK dönem olmuştur. Yukarıda bahsedilen fırkaların ortaya çıkışı ve cemaatin parçalanması, Muaviye ile birlikte SALTANATA geçişin habercisi olmuştur.              

12-   İçtihatta KIYAS yöntemi kullanılmıştır. Ancak bu tamamen keyfi ve serbest idi. Metodoloji oluşturulmamıştı.

13-   Kıyasın ittifak edilen şekli İCMA idi ve sünnetin en sağlam yorumu haline geldi.  Geçmişi ve geleceği tesis etme görevini üstlendi. Büyük sahabeler henüz medinede yaşadığı için  icmaya varmak kolay oldu.Bu nedenle sahabe icması diğer icmalardan daha kapsamlı ve sağlam olmuştur.

14-   İlimlerde ihtilaf ve çatışma henüz başlamamıştı. Aksine bu ilimler birbirini destekliyordu.

15-   İlimlerin koruma ve aktarma yöntemi HIFZ idi. Ancak bazı sahabeler öğrencilerine derslerinde not aldırmışlar ve sahifeler oluşturmuşlardır.

16-   Sahabe kuran tefsirinde de, sünnette (hadis) ve fıkıhta olduğu gibi genel ilkeler ışığında rey ile açıklamalar yapmıştır.

17-  Ancak sahabeler kuranın tamamını tefsir etmemişler, hatta buna gerek duymamışlardır. Çünkü kuran genel olarak canlı bir şekilde zihinlerinde ve hayatlarında mevcuttu. Fıkıhta ( yasama ve yargı) da olduğu gibi olaylar ortaya çıktıkça, çeşitli sorular sorulunca, cevaplar vermişler ve görüşler belirtmişlerdir.

18-   Sahabeler bütün bu bilgi birikimini ve mirasını gelecek nesle ŞİFAHİ oarak aktarmışlardır

 

 

  1. TABİİN DÖNEMİ

           Tabiin dönemi İslami fetihlerin çok arttığı, İslam topraklarının ve coğrafyasının çok genişlediği bir dönemdir. Coğrafyanın genişlemesi ile birlikte Müslümanlar yeni kültür ve inanışlar ile karşılaşmışlardır. Bunlar beraberlerinde yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. İslamın kendi içindeki fırkalar da kendi kelami, siyasi ve fıkhi düşüncelerini oluşturmaya başlamışlardır. Emevilerin dönemini kapayan tabiin dönemi, emevilerin baskı rejiminin sonucu saltanata geçilmesinin yaşandığı bir dönemdir. Başkent Şam yapılır. Devlet idaresine müşavirler atanır. Bunlar kuran ve sünneti yorumlarlar. Fırkalardan Hariciler ve Şia Emevi saltanatını desteklemez. Bu dönemde ortaya çıkan BÜYÜK GÜNAH meselesi değişik şekillerde cevaplandırılır. MÜRCİE bu soruya, Allahın buna kıyamette karar vereceğini ve Allaha bırakılması gerektiğini söyleyerek cevap vermeye çalışır. Mantık ve görüş olarak Haricilerin durumu gibi olan Mutezile akılcı ekolün  temsilcisi olarak ortaya çıkar ve “el menzilü beynel menzileteyn” düşüncesini ortaya atar. Hariciler ise daha  önce büyük günah işleyenin kafir olacağını ilan etmiş ve şiddet olaylarına  başvurarak  cihad ilan etmişti. Emeviler, kendi saltanatlarını meşru göstermek için Mürciye’yi desteklerler. Amaçlarına  birliği sağlamak diyorlardı. Ancak bu göstermelikti. Bu dönemde Mürciye düşüncelerini yayma  fırsatını  bulur. Hatta daha ileri giderek CEBRİYEYE düşer ve Emevi saltanatın Allahın bir kaderi  olduğunu iddia ederler. Bu arada Medinede yaşayan alimler ,hadis erbabı ,sessiz bir grup bu  dağınıklık ve parçalanma  ve iç savaşların engellenmesi için  iktidarı desteklerler. Ama Emevilerin aşırılıkları nedeniyle Abbasilere yönelirler. Mutlakıyet yönetimi olan    Emeviler dönemi, Halk ve yönetimin ayrıldığı ve SURANIN iptal edildiği, Arap milliyetçiliğinin aşırı radikal boyutlara ulaştığı bir baskı dönemi oldu. Bu dönem ilimlerin gelişiminde olumsuz etki  yaratmıştır. İktidar ile uzlaşmayan alimler, susturulmuş ve hatta ders halkaları bile yasaklanmıştır. Şimdi bunları ilimleri  ayrı ayrı inceleyerek  görmeye çalışalım.

İslam coğrafyası genişleyince, önceki küçük  İslam devleti devasa boyutlara ulaşmış ve bünyesine gayri Müslim bir çok unsur ve kültür katılmıştır. Her yere bilgi ve bilim aktarılamıyordu. Bütün coğrafyayı bir yönetimde birleştirmek ve iyi yönetmek çok zordu. Araplar kendilerini idareci olarak gördükleri için ilimle uğraşmazlar. Bu dönemde ilimle arap olmayan uzak bölgelerdeki, çoğunluğu köle olan insanlar ilgilendiler. Bunlara İslam tarihinde MEVALİ denir.(Mukaddime 3-179 ) Mevali ilim ve bilgiyi savaş sebebiyle gidip yerleşen sahabeden almışlardır. İkrime, Ata, Said b. Cübeyr, Mücahid, Katade bu mevaliden idiler. (İ.Cerrahoğlu,Tefsir Tarihi), İslam tarihinde gelecek nesillere de yön verenle bu  mevaliler oldu.

Tabiiler tefsiri sahabeden öğrenirler. Ancak kendi toplumlarının kültürünü tam olarak bırakamazlar. Bu nedenle dönemin toplumsal şartları tabiin tefsirinde etkili olmuştur.

Yöntem olarak, önce kuranı araştırırlar, sonra sünnete ve sahabe sözlerine bakarlar, bunlarda bulamazlarsa Arap dilini de kullanarak REY ile içtihat ederlerdi. Reylerinde toplumsal bağlam etkili olur. Bunun olumsuz yönleri de ortaya çıkarmıştır. Mesela İSRAİLİYAT rivayetleri bu dönemde çok etkili olmuştur. Sahabeler İsrailiyatı çok sınırlı kullandılar, ancak tabiin döneminde israliyyatın hem konusu hem de sayısı çok fazla artmıştır. (İ.Cerrahoğlu,Tefsir Tarihi) Bunun  birçok sebebi vardır. Öncelikle ehli kitaptan çok sayıda insan Müslüman olmuş ve tefsirle ilgilenmişlerdir. İkinci olarak Müslüman olmayan gayri Müslimler İslamı yıkmak için bu rivayetleri tefsire katarlar. Rivayetleri yazıya Yahudi kökenli uzmanlar geçirir. Diğer yandan arap dili ihtiyacı karşılayacak kadar gelişmemişti. İşte tabiin döneminde bu rivayetler çığrından çıkmış, eğri ve doğru birbirine karışmıştır. Dört müfessir israili rivayetleri tefsire aktarır.

1-      Abdullah b. Selam (v.43)

2-      Kabul Ahbar(v.32)

3-      Vehb b. Münebbih (v.110)

4-      Abdulmelik b. Cureyc (v.150)

Bunlardan  Abdullah b. Selam ve Abdulmelik b. Cureyc  çok samimi Müslüman ve güvenilir kimseler idiler.

Ayrıca tabiin döneminde fitne ve karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Bu dönemde tefsir rivayetleri de kontrolsüz olarak genişlemiştir. Bu nedenle TEDVİN hareketleri başlamıştır. Tabiin müfessirleri aynı zamanda hadisçi ve fıkıhçı idiler. İlmi de sahabeden almışlardı. Sahabeden hadis.fıkıh, ve tefsiri birlikte okumuşlardır. Aşağıdaki üç büyük ekol tefsire yön vermişlerdir.

MEKKEDE: İbni Abbas

·         Said b. Cübeyr (v.95)

·         Mücahid ( v.103)

·         İkrime (v.105)

·         Tavus (v. 106)

MEDİNE: Ubey b. Kaab

·         Ebul Aliye (v.90)

·         Kabel Kurazi (v.119)

·         Zeyd b. Eslem (v.136)

IRAK: Abdullah b. Mesud

·         Alkame (v.62)

·         Katade (v.117)

·         Hasan El-Basri (v.116)

·         İbrahim en-Nehai (v.91)

·         Mesruk b. El-Ecda (v.63)

·         El-Hemadani (v.90)

Yukarıda belirtilen tabiin müfessirleri tedvin hareketinin başlatıcısı olmuşlardır.hocaları olan sahabelerden öğrendikleri ilim ve tefsiri yazıya geçirmeye çalışmışlardır. Bu açıdan tefsirin tedvinihadis tedvininden önce başlar. Hatta ilk  tedvin edilen ilim tefsirdir. ( kuran ve Bağlam, Ah.Nedim Serinsu). Tefsir tedvini ihtiyaca binaen başlamıştır. Bu dönemdeki olumsuz gelişmeler , Abbasi yönetimin desteği, ilimlerin artık yazıya geçilmesi, bütün ilimler de bir tedvin hareketini zorunlu olarak başlatır. Çünkü ilim artık Medinede küçük bir çevrede ve şifahi değildi, çok geniş coğrafyalarda özelikle arap olmaya mevaliler tarafından öğreniliyor ve öğretiliyordu. En önemli hususlardan birisi de tefsir ve diğer ilimlerde bölünmeler, gruplaşmalar ve mezhepleşmeler başlamıştı. Sahabe devrindeki ittifak artık yerini ihtilaflara bırakmıştı. Bu nedenle her ekol kendi görüşlerini ortaya koyabilmek için tedvin hareketine başlamıştır. Ayrıca yeni bölgelerde, sorulan sorulara cevap vermek için tabiler ayetlerin detaylarına inmeye başladılar. İsrailiyyat rivayetleri bu boşluğu çok iyi bir şekilde doldurmuştur. Çünkü bu dönemde ilim artık canlı ve şifahi olmaktan çıkmış, rivayet ağırlıklı  hale gelmiş ve yazıya aktarılmıştır. Yazı işlerini  daha çok ehli kitaba mensup uzmanlar yapmışlardır. Yazıya geçişin sebeplerinden biri de tefsir alanındaki uydurma haber ve yorumları engellemektir. Bu devirde ilim kavramı Rivayet kavramı ile anlatılmıştır.Sahabe ve tabiinden yapılan rivayetler tefsir ilmi olarak anılmıştır. Bu rivayetlerde bulunmayan konular ortamın ilim kültür ve şartlarına uygun olarak çözümlenmiştir. Bununla birlikte tefsir anlayışı da değişir. Sahabenin gerekli gördüğü yerde kuran ayetlerini açıklama yöntemi, bütüncül bir kuran anlayışına kendini bırakmıştır. Bu aynı zamanda tabiindeki zihniyet değişikliğinin de bir göstergesidir. Çünkü sahabe zamanındaki canlı ve bütüncül dünya görüşü artık kalmamıştır. Ekoller bu dünya görüşünü parçalamışlardır. Bu nedenle her ekol kendi içinde bütüncül bir kuran anlayışı geliştirme ihtiyacı duymuşlardır. Mesela Medine ekolü Rivayet ağırlıklı bir yöntem kullanmış ve bunun dışına çıkmamıştır. Ancak Irak gibi uzak bölgelerde müfessirler REY yöntemini tercih etmişlerdir. Çünkü yeni sorunlarla başa çıkmanın  başka bir yolu da yoktu. Her ekol kendi yöntemi ve görüşleri için müstakil tefsir kitapları oluşturur. Ancak kuranın tam (bütün) bir tefsiri henüz yazılmamıştır. Bu dönemde yazılan tefsirler tartışılan konular üzerinde yoğunlaştığı için daha çok SORUNLAR TEFSİRİ olarak adlandırılabilir.

Tefsir ilminde yaşanan olaylar aynı şekilde FIKIH ilminde de yaşanmıştır. Dönemin sosyal ve siyasi olayları aynı tarzda ve çizgide fıkhı da etkilemiştir.

Bu dönemde kendilerini oluşturan fırkalar (Harici, Şia..) kendi fıkıh sistemlerini de oluşturmaya başladılar. Bunlara tepki olarak ehli sünnet adı altındaki grup kendi içinde hem sistemleşmeye gitmiş  ve hem de ehli Hadis ve ehli Rey      grubu olarak kutuplaşmaya başlamıştır. Devlet yönetiminde şura iptal edildiği için de, iktidar hangi grubu desteklemişse o grup ön plana çıkmıştır. Bu da gruplar arsındaki gerginliği ve çatışmayı artırmıştır. Bu dönemin en hakim unsurları Mevali fakihlerdi. Uzak bölgelerde yetişen bu alimler Rey ile hükmederler. Hadise çok fazla dikkat etmezler ancak sünnete itibar ederlerdi. Bunun sebebi bu dönemde UYDURMA hadislerin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle hadis fıkhın güvenilir bir kaynağı olarak görülmemiştir. Ehli hadis ise hadise (rivayetlere) bağlı kalmış daha sonraki dönemlerde devam edecek olan hadis hareketini başlatmışlardır.

 

 

Dönemin en önemli iki ekolü:

1-      Medine ekolü (Ehli Hadis): Hz.Aişe, Abdullah b.Ömer;

                                   - Said el Müseyyib başkanlığında yedi Medine imamı

 

2-  Kufe ekolü ( Ehli Rey): Hz.Ali, Abdullah İbni Mesud, Musal el-Eşari;

                                   - Alkame, İbrahim Nehai, Said b.Cubeyr, Mesruk

  Emeviler dönemi baskı dönemi olduğundan, alimler yönetimden uzak durmuşlardır. Ve okullar şahısların etrafında oluşmuştur. Her bölgede okullar gelişince fıkıh alanı da genişlemiştir. Yine fırkalar oluşumlarına devam etmişlerdir. Mesela Şia icmayı reddederek MASUM İMAM görüşünü savunmuştur. Bunun en temel sebebi Emevi baskısı yüzünden Şianın kendi içine çekilmesi ve kendi fıkhını oluşturmasıdır. Hacriler de icmayı redderek Emevi baskısına karşı durmaya çalışırlar. Bunun yanı sıra reye ve  diğer düşünceye dayandığı için kıyası kabul etmişlerdir. Bu tepkiler Emevi determinizmine ( cebriyesine) karşı idi. Fakihlerin genel yöntemi Kuran, Sünnet, Sahabe icması ve Rey (Kıyas) idi.  Rey çok fazla kullanmış  ve her konuda farklı görüşler ortaya konmuştur. Tabi ki bu durum ihtilafların çoğalmasına birlik ve beraberliğin daha çok bozulmasına neden oldu. Yani bu esnada başka bir grup olan HADİSÇİLER bu dağılmışlığı önlemek için tarih sahnesinde yerlerini aldılar.

Daha öncede belirtildiği gibi fitneden sonra ( Sıffın- Cemel savaşları, hakem olayı) fırkalar ortaya çıkar ve gelişmelerini bu dönemde sürdürürler. Tabiin döneminin göze çarpan en önemli olayı şüphesiz HADİS UYDURMACILIĞI dır. Bahsedilen bu fırkalar kendi taraftarlarını haklı çıkarmak ve görüşlerini ispat etmek için hadis uydurmaya başlarlar. Mürciye, Kadiriye, Cebriye, Müşebbehe, Şia kendiler için hadis uydururlar. Uydurulan bu hadislere FİTEN ve MELAHİM hadisleri denir. Özellikle Şia çok fazla hadis uydurur ve aşırıya kaçar. Diğer yönden Emevilere yakın olanlar kendilerini ve iktidarlarını ( saltanat ) haklı çıkarmak ve meşru göstermek için hadis uydururlar. Ayrıca bunlara tepki duyan zahitler ve iyi niyetli cahil insanlar halkı ibadete ve birliğe çağırmak için hadis uydururlar. Bunu fırsat bilen gayri Müslimler ve ehli kitap tarihte görülmemiş bir şekilde hadis uydurma işine girişmişlerdir. Buna benzer olayı tefsir konusunda israiliyyat  rivayetleri ile yapmışlardır. Tefsirciler hadislere itibar etmeseler de israiliyyattan çok etkilenmişlerdir. Hadis erbabı da bu yıkımın önüne geçebilmek için  İSNAD tenkidini başlatır, cerh ve tadil yöntemini geliştirir. Böylece hadisler senedleriyle birlikte toplanıp yazıya geçirilmeye başlanır. Fıkıh ve tefsirde olduğu gibi hadisçilerde TEDVİN dönemini başlatarak ilim mirasını korumaya çalışmışlardır.

Bu dönemin önemli muhaddisleri tefsirdeki silsilenin aynısıdır. Said b.Cübeyr, Said el-Müseyyeb, Katade, Ata, Sihab ez-Zuhri, İbni İshak, Hasan Basri, İbrahim en-Nehai, Evzai vs. dir. Bu alimler sahabeden hadis , tefsir, fıkıh, kelam tedris ettikleri için hepsinin kuşaklara aktarımında kavşak noktası olmuşlardır.

Bu  dönemin   en etkin kutuplaşması Rey ve Hadis eksenli tartışmalardır. Özellikle fıkıh alanında, daha önce belirtilen Rey ehli ve hadis ehli arasındaki tartışmalar kitaplar kaleme alınarak daha sonraki asırlarda da devam etmiştir.

Yine bu dönemde gelişen çok önemli bir olay da hadis tedvininin devlet eliyle RESMİ OLARAK başlatılmasıdır. Emevi halifesi Ömer b. Abdulaziz (v.101) ilk kez devlet eli ile hadis yazılımını başlatır ve bunun için bir genelge yayınlayarak valilere gönderir. Dönemin ünlü hadisçisi ZÜHRİ (v.124) yi hadis yazımı ve tedvini için resmi olarak görevlendirir. Bu nedenle İmam Zuhri tarihte ilk hadis tedvini yapan kişi olarak geçer. Ömer bin Abdulazizin hadis tedvini başlatmasının birkaç sebebi vardır. Birincisi; hadis alimleri ölmüştü ve ilim yok olmaya başlamıştı. İkincisi;sahih hadislerin yerini uydurma hadisler ve batıl fikirler doldurmaya başlamıştı. Üçüncüsü; kaderiye fırkasına karşı çok şiddetli mücadele başlamıştı ve hadisler bu mücadelenin baş aktörleri idi. Zühri bunun için “er-redd ale’l mutezile” risalesini yazar. Mutezilenin/ kaderiyenin aşırı akılcılığı yıpratılmaya ve Emevi saltanatına karşı muhalefeti bastırılmaya çalışılır. Dördüncüsü ; fakihler kıyas ile hükmettikleri için bu konuda çok sayıda fetva ortaya çıkmıştı. Fakihler ise genel bir metod ortaya koyamamışlardı. Bu nedenle hukuk sisteminde karışıklıklar ortaya çıkmıştı. Bu olumsuzluğu kaldırmak ve hukukun birliğini tesis etmek istemişti. Beşincisi ; hukuktaki (fıkıh) düzensizlik devlet yapısına da yansıyordu. Devlette kanun ve uygulamalarda düzensizlik ve bölgelere göre farklılıklar baş göstermişti. Bu durumu düzenleyip yasal bir birliği ( bir nevi anayasa ) oluşturmak düşüncesi ile hareket etmiştir. Çünkü bu dönemde devlet yasama yapmıyordu. Yasama işi bireysel çalışan veya devletin görevlendirdiği fakihlerin yetkisindeydi. Devlet genelde yürütme işine bakıyordu.

Sonuç olarak Ömer b. Abdulazizin tedvin uygulamasını başlatma sebeplerinden de anlaşılacağı gibi, toplumsal ve siyasi düzenin parçalandığı, birliğinin dağıldığı bir ortamda, fıkıh, hadis, tefsir ilimleri kendilerini korumak için kitabet ve tedvin işlemlerine başlamışlar, ancak ortamın olumsuz koşullarından da etkilenmişlerdir. Uydurma rivayet ve israiliyyat haberleri ile uğraşan bu dönem bütün ilimlerde zorunlu olarak TEDVİN dönemi olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemin özelliklerini kısaca şöyle özetleyebiliriz;

1-      Hz. Peygamber ve Sahabe dönemindeki bütüncül dünya görüşü parçalanmış ve ilimlere dağılmıştır. ( DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN PARÇALANMASI)

2-       Sahabe dönemindeki fikir birliği ( icma ), coğrafyanın genişlemesi ve sahabelerin fethedilen yerlere dağılması sonucunda yok olmuş, ihtilaflar artmıştır.

3-      İlimler genel sünnet kavramından ayrılarak bağımsızlaşmışlar, fıkıh, tefsir, hadis, kelam gibi branşlara ayrılmışlardır. (AYRIŞMA DÖNEMİ)

4-      Bağımsızlaşan ilimlerde yöntem tartışmaları başlamıştır ve İslam tarihinin  en belirgin kutuplaşması olan Ehli Rey ve Ehli Hadis ekolleri olmuştur. (YÖNTEM ARAYIŞI)

5-      İlimleri aktarım yöntemi hıfz olmaktan çıkar ve KİTABET dönemi başlar. Yazılı eserler ve kitaplar oluşur.

6-      Canlı ve şifahi dönem sona erdiğinden artık RİVAYET dönemi başlamıştır. İlim kavramı rivayet ile eş anlamlı hale gelmiştir. Artık öncekilerin  mirasından söz edilir. (İLİM=RİVAYET)

7-      Bütün bilimlerde yöntem; kuran, sünnet, sahabe icması, hadis ve kıyas olarak belirginleşir. YAŞAYAN SÜNNET YOK OLUR  ( SABİTLEŞME DÖNEMİ)

8-      Sünnet hadisten bağımsız olarak vardır. Hadis sünnetin tam karşıtı değildir. Hadis içinde sünnet aranır. (HADİS  =   SÜNNET)

9-      En önemli gelişmelerden biri de FİTEN ve MELAHİM adıyla bilinen hadis uydurmacılığının çıkışıdır. (UYDURMA HADİSLER)

10-   Bu durumdan dolayı fıkıhçılar ve tefsirciler hadise çok itibar etmez sünnete uyarlar. Ancak tefsirde çok aşırı bir seviyede israiliyyat rivayeti yerini alır.

11-  Hadisçiler uydurma hadisleri ortaya çıkarmak ve cemaatin birliğini sağlamak için İSNAD zincirini oluştururlar. Cerh ve tadil ilimlerini başlatırlar. (TEDVİN DÖNEMİ)

12-   Yönetimde Saltanat dönemi ve sünni determinizmin ( cebriyeciliğin ) başlangıcı.

Bu dönemde başlayan ehli Rey ve Ehli Hadis arasındaki yöntem tartışmaları daha sonraki dönemlerde çok daha derinden tartışmalara sebep olmuştur.

  1. İMAM ŞAFİ’YE KADAR OLAN DÖNEM:

Bu döneme biz MÜÇTEHİT İmamlar dönemi de diyebiliriz. Bu dönem siyasi olarak Abbasiler dönemidir. Abbasilerin yumuşak tavırları ilim adamları ve devletin arasını iyileştirir ve devletin desteği ve teşviki ile TASNİF dönemi başlar ve gelişir. Fıkıhta üç büyük mezhep oluşur ve sistemleşir. Hadisçiler fıkıhtaki ehli rey ekolüne karşı tepki ve reaksiyon olarak kendi fıkıhlarını, yine fıkıhçıların tasnifini ve bablarını aynen taklit etmek üzere oluşturmaya başlarlar . bu dönemde yabancı düşünce ve felsefeler İslam dünyasını karıştırmaya başlar. Mecusiler ve maniheizm  bu konuda çok ileri gider, geniş bir kamuoyu oluşturur ve Abbasi devletinin dolayısı ile İslam dininin varlığını tehdit eder bir duruma gelir. Bunlara ZINDIKLAR denir. Zındıklar ile kendi yöntemlerinde mücadeleyi MUTEZİLE kelamcıları yapar. Akli yöntemi kullanarak karşı hareket başlatırlar. Ancak daha sonra kendileri de Akli fıkıh ve sünnet anlayışını geliştirirler. Hatta sünneti inkar eder konuma gelirler. Ehli hadis mutezileye de saldırır ve çok çetin bir mücadeleye girişir. Dolayısı ile bu dönem ehli hadisin (HADİSÇİLERİN), EHLİ REY (fıkıhçılar) ve kelamcılar (MUTEZİLE) ile mücadele ve reaksiyon dönemidir. Bu nedenle ilimlerdeki TASNİF hareketi; öncelikle İslam dışı akımlarla mücadele, ikinci olarak ta – hadisçilerin- fıkıhçılar ve kelamcılar ve de tefsirciler ile olan mücadelesinin bir açılımıdır. Hadisçiler bu tasnif işini belirtilen sebepten dolayı “imana hizmet” olarak görürler. Şimdi bu mücadeleye daha detaylı bakalım.

Fikirler geliştikleri ortamlardan bağımsız olamazlar. Bu nedenle önce tasnif döneminin geliştiği sosyo-politik ortamı inceleyebiliriz. İlimler Abbasiler döneminde ivme kazanır ve altın çağını yaşarlar. Çünkü bu dönemde ekonomi de çok gelişmiş ve büyümüştür. Emeviler tek taraflı, kabileci (Arap Milliyetçiliği) ve hakim bir siyaset izlemişlerdi. Arap olmayanları küçük gördüler. Cahiliye asabiyetini yeniden canlandırdılar. Ekonomik ve sosyal dengesizlikler arttı ve fikri hareketler ile bunların desteklediği  İSYANLAR  başladı. Hariciler ve Şia mevaliyi kendi taraflarına çekerek Emevilerin Arap aristokrasisine karşı hareket başlattılar. Başta Ebu Hanife (v.150), Süfyan-i Servi (v.161) , Süfyan b. Üyeyne (v.198) fıkıh ve hadis alimleri Ehli Beyti destekleyerek , Emevilere karşı ortak bir tavır sergilerler. Fethedilen uzak bölgelerde halkçı hareketler başlar (Hadis edebiyatının oluşumu, Ömer Özpınar)  

İlk Abbasi halifesi Seffah (132-136) Kufe’de ihtilal başlatır  ve Halifeliğe seçilir. Hilafet merkezini Kufe yapar. İlk iş olarak Emevi kültürünü yok eder. İlk Hutbesinde “Biz emeviler gibi dünyayı tercih etmeyiz. Ahireti tercih edip Hz. Peygamberin yolundan gideceğiz.” Diyerek hutbeyi ayakta okur. (Hadis edebiyatının oluşumu, Ömer Özpınar)   bu mantıkta hareket eden Abbasi halifeleri  ilme ve alimlere çok iyi ve yakın davranarak destek ve teşvik verirler. TASNİF hareketinin başlamasına ve ilimlerin ALTIN ÇAĞLARINI YAŞAMASINA önayak olurlar. İlimler bunların döneminde gelişir ve uzmanlaşır.

Bu dönemdeki coğrafi bölgeler ve kültürel yapısına bakınca ilginç tablolarla karşılaşırız. Ehli Kitap ( Yahudi ve Hıristiyanlar) bu dönemin en etkin gruplarındandır. ŞAM ve FİLİSTİN bölgesinde bulunan ehli kitap, Allah, peygamber, Ahiret, Sünnet, Cehennem ve kitap ile ilgili konuları tartışır. Mutezile Allahın sıfatları konusunun bu tartışmalardan alır. Hıristiyanlar Tevratın yaratıldığını ve Hz.İsanın kelime olduğunu iddia ederler. Mutezile sıfatlarda ileri giderek benzer şekilde Halk ul- Kuran olayını kabul etmek zorunda kalır. Yahudiler, kıssalar ve peygamberler hakkındaki rivayetleri hadis aracılığı ile İslama sokar. Yine ehli kitap hadisin oluşumunun zayıflığından faydalanarak UYDURMA HADİS yoluyla, imamet, VESAYET, ARŞ, İSTİVA, RUYET, MEHDİ gibi İslamın kelamında , felsefesinde, fıkıh ve hadisinde çok tartışılacak metafizik konuların temelini atarlar. Ehli kitabın bu rivayetleri haddini aşınca Halife Mütevekkil Yahudi ve Hıristiyanları uyarır. Olayların tırmanmasının en önemli sebeplerinden biri de, Arapların yazıda çok geri olmalarından dolayı, Katiplik ve mütercimlik işlerinin Süryani kilisesi tarafından yürütülmesi idi.

Ehli kitaptan sonra ikinci büyük kültür dalgası İrandan gelmiştir. Çünkü Abbasiler İRAN İDARE SİSTEMİNİ aynen kopye etmişlerdir.  (Hadis edebiyatının oluşumu, Ömer Özpınar)   İranlıların bu dönemde nufuzları çok artmıştır. Özellikle aydın BERMEKİ ailesi yönetim kademesinde çok önemli yerlere gelirler ve BÜROKRASİYİ tamamen ele geçirirler. Bermekiler eski iran kültürünün yayılması için siyasi ve maddi destek verirler. Harun Reşidin Bermeki ailesini ortadan kaldırmasına kadar kültür ve bidat faaliyetlerine devam ederler. İslam tarihinde bu eski İran kültürünün bidat düşüncesine ZINDIKLIK denmiştir. Zındıklar Bermekilerden aldıkları ekonomik destek ile kitap yayınlarlar, bidatlarını ve İslamı yıkma faaliyetlerini güçlendirirler. Coğrafyada KİTAPLAR SAVAŞI başlatırlar. Bu kültür savaşı  ve yıkım faaliyetleri içinde saldırdıkları en zayıf nokta yine HADİS olur. Çünkü hadis henüz  ilim haline gelip tasnif edilmemiştir. Muhammed bin Zeyd (v.198) Zındıkların bu dönemde 12.000 hadis uydurduklarını söyler. Hadisçiler bu uydurma faaliyetine engel olmak için özellikle FASIK ravi kavramını ortaya atar. Zındıkların uydurma ve yıkım faaliyetleri öyle bir noktaya varmıştır ki İmam Malik “Zındıklar tevbe edilmeden öldürülür” fetvasını vermiştir. Genel durum ise şöyledir.

            IRAK,İRAN—Kozmopolit, Hıristiyan, Yahudi, maztek, mani, Yahudi

            ŞAM--- Finikeliler, Gassaniler, Bizans Ermenileri,   Hıristiyan, Yahudi

            MISIR---    İskenderiye felsefe okulu, Romalı Yahudiler.

Fethedilen coğrafyalarda ilim kültür, sanat ve devlet idaresi çok gelişmiş medeniyetler vardı. Abbasiler bunların etkisi altında kalmıştır. Ancak yanlış düşünceleri ve kültürel yıkım faaliyetleri ile de, ilim adamlarını destekleyerek mücadele etmişlerdir. Böylece kendi siyasi varlıklarını da korumuşlardır. 2. Halife Mansur (v.136) dönemi bu kültürel yıkım dalgaları ile uğraşmakla geçmiştir. Bu dalgaların en önemlisi de şüphesiz  MANİHEİZM dinini yayan ZINDIKLAR dır. Zındıklar teşkilatlanarak, gizli açık propaganda yaparak kitap ve ilim yayarlar. Devlete ve İslama tehlike oluştururlar. Mansur zındıklara karşı MUTEZİLEYİ kullanır. Mutezile bu fırkaların diliyle onlarla mücadele eder. Tevhidi ve İslamı savunur. Bu dönemlerde hukuk ve yargı işleri özel imamlar aşırılığı ile yapılıyordu. Devlet merkezi otorite olarak kanun yapmıyordu. Bu nedenle ortalık çok farkı uygulamalar ile doldu. Mansur’un baş danışmanı İbni MUKAFFA (v.142) yargıdaki bu karışıklığı gidermek için Mansura teklifte bulundu. GENEL BİR KANUNUN ( bir nevi anayasa) merkezi devlet tarafından yapılmasını ve birlik sağlanmasını önerir. İmam Malik bu öneriyi içtihat özgürlüğünü engeller diye reddetmiştir. Zaten İbni Mukaffa bu düşünceyi İRAN devlet yapısından örnek alır. Daha sonra Mansur zındıkları ve şiayı zayıflatmak için bir KÜLTÜR POLİTİKASI hayata geçirir. Amaç hukukta birlik ve İslam dışı akımlarla mücadele. Böylece TASNİF faaliyeti devlet eli ile resmi olarak başlatılır. Emeviler devrinde kopan ULEMA ve İDARECİ bağı yeniden kurulur.

Tasnif işlemini sürdürenler MEVALİLER olmuştur. Çünkü Araplar yazıda ve gramerde çok geri kalmışlardır. Araplar kitabeti Fars ve Rumlardan öğrenirler. Bu nedenle tasnif işlemi uzak merkezlerdeki Mevalilerce yürütülür. Medinede ilk tasnif işini yapan İBNİ CÜREYC (80-150) in bile Rum asıllı olduğu ve isminin Rumca    GEORGES den gelmesi çok ilginçtir. İbni Cüreycden başka tasnif işlemini yürütenlerde olmuştur. Ancak genelde ilk hadis tasnif edenin     İbni Cüreyc olduğu kabul görmüştür. Ayrıca İmam Malik (v.179 ) MUVATTA yazımı başlatılır. Bitirince halife 4000 dinar verir.  İmam Malik MUVATTA yı bablara ayırır. Konulara göre tasnif eder. Tasnif dönemini iki ölümde inceleye biliriz.

a) Tebvib:konulara bölme b) Tasnif: Sınıflandırma  

Hadisi ilk tebvib edenler yani ilk BAB’çılar;  Rabi b. Es-Sabih (v.160) ve Said b. Ebi Arabi (v.156) dir. İlk hadis tasnifçisi ise ibni Cüreyc (80-150) dir.

Bablar konulara göre toplandıktan sonra tasnif işlemi kendiliğinden ve doğal olarak gelir. Çünkü malzeme bu bablarda toplanmıştır ancak karışıktır  ve kullanışsızdır. Tasnifçile  malzemeyi sadece düzenler, sistemleştirir ve kullanışlı hale getirir.

 Hadisçiler tasnifi 1- RAVİ’lere göre 2- KONULARINA göre yapmışlardır. Bu bağlamda ibni cüreyc, kitabu s-Sünen , kitab ul menasık ve kitabut- tefsiri  kaleme alır. Bu dönemde yazılan ilk kitaplar,

1-      Camii – mamur b. Raşid

2-       Kitabul menasık – said b. Ebi Arube ( Kataden, Niyet)

3-      El cami – Rabi b. Hab. El BASİR dir.

Tasnif dönemi tedvin dönemine dayanır. Aslında bu iki dönem iç içedir. Bu nedenle tedvin dönemini  ve ikinci kuşak tabiinleri ( hadisçi olması bağlamında ) şöyle belirtebiliriz.

Said el-Münebbih (v.101), ibni Şirin (v.110), el- Haccac (v.160), Malik b Enes (v.170) Ali b. Mübarek (v.189), Vaki b. El- Cerrah ( v.197), İbn Uyeyne (v.189) , Abbas b. Mehdi (v.198)

Bu ikinci kuşak tabiinler tedvin hareketinin temelidir. Tasnif hareketleri   bunların üzerine kurulur.

Ancak hadis tasnifinden önce FKIH çoktan tasnif edilmiştir. Fıkıh tasnifini KUFE ekolünün imamlarından İbrahim En-Nehai’nin zeki talebesi İmam Azam Ebu Hanife (v.150)  fıkhı  ilk kez sistematik hale getirip tasnif yapmış kişidir. Daha sonra gelen hadisçiler, hadis tasnifinde Ebu Hanifenin tasnifini ve  konu bölümlemelerini taklit etmişlerdir. Böylece bu dönemdeki , iki fıkıh ekolü oluşmuştur. Birincisi ehli Kufe ; İmam Azam Ebu Hanife, fıkıh kaynaklarını Kuran, Sünnet, İcma, Kıyas (rey) olarak belirler. Hadislere, çok aşırı derecede uydurma karıştığı için temkinli yaklaşır. Kıyas yöntemini kullanarak İÇTİHAD eder. REY ekolünün temsilcisi unvanını alır. Fıkıhta ilk kavramları ve tanıları da Ebu Hanife oluşturur. Farz, Vacip, Sünnet, Mendup vs kavramları tanımlar. İçtihatlarında sünnetin genel ilkelerine dayanır.

Haberi Vahitlere itibar etmez. İSTİHSAN kavramını geliştirir. Ve hukukun kaynaklarını koyar. En önemlisi FARAZİ hukuku geliştirir. Teorik problemler üretir ve cevaplar arar. Bu şekilde 70.000 konuda içtihat ettiği söylenir. Bu sırada hadisçilerin en ünlüsü Suriyede el Evzai ( v.157) dir. Evzai fıkıhtaki Rey ekolüne eleştiriler yöneltir. Sünneti reddettiklerini söyler. Hadisiçi Evzai ve Hanefi fıkıhçıları arasında tartışılan en önemli konu SÜNNETİN TANIMI  ve fıkıh kaynakları ve yöntemidir. Hanefi fakihleri peygamber dönemindeki YAŞAYAN SÜNNETi kabul eder. İçtihat ve rey ile geliştirirler. Hadisi direk almazlar, içinde sünneti ararlar. Nebevi sünnete ( Genel İlkelere) ulaşarak  REY ile İÇTİHAT ederler. İmam Yusuf bu nedenle ŞAZZ hadisi reddeder. Şazz hadis genel sünnet içinde tek başına kalmış hadistir, bu nedenle itibar edilmez der. Bu ortamda İmam Malik de hadise karşı MEDİNE UGULAMASI (icması) nı savunur. Kendisi de Medine uygulamasının genel ilkelerinden hareketle REYini söyler. ‘Bize göre sünnet’ , ‘Bizim yanımızda sünnet’ şudur gibi kalıpları kullanır. Ebu Hanife de sünnete (genel ilkelere)  dayalı hür düşünce (REY) yöntemini geliştirir. Evzai’nin hadisi ezberlediğini ancak içindeki sünneti anlamadığı için, Müslümanların maslahatını bilmediğini söyler. İmamı Malikte sünneti hadise üstün tutar ve Medine uygulamasını ( Medine Sünnetini) ispat için hadis ileri sürer.  Ebu Yusuf ta ilk kez hadis karşıtı hadis ileri sürer. Bu anlamda Hadis SENTETİKTİR. Birden fazla sünnet olabileceği gibi, hiç sünnet olmayabilir de . Fıkıhla ilgili olabileceği gibi, tefsir ve kelamla da ilgili olabilir. Bu nedenle fakihler hadisçileri;

1- yaratıcı düşünceyi öldürmek ve 2- Uydurma Hadisler konusunda  uyarırlar. Ancak Rey ehli bölgelere ve özelliklere göre içtihat ettiği için ihtilaflar ve görüş ayrılıkları artar, uygulamada düzensizlikler ve eşitsizlikler ortaya çıkar. Yabancı düşünce ve akımlar ve mutezlile ile mücadele eden hadisçiler fıkıhtaki Rey ekolü ile, birlik ve beraberliği bozdukları, ümmeti parçaladığı ve hadisi reddettikleri için mücadeleye girişir. Ancak hadisçiler sistematik olamadıkları için fazla varlık gösteremezler. Tam bu sırada imdatlarına İMAM ŞAFİİ (v.204) yetişir.

İmam Şafi dönemi Harun Reşidin ( 170-193 ) halife olduğu dönemdir. Hem ilimler hem de devlet ALTIN AĞINI yaşar. Hadisçilerin Harun Reşit döneminde itibarı artar, mutezile kelamcıları gözden düşer. Çünkü, hadis ehline halk nezdinde çok itibar ediliyordu. Hadisçiler de çok büyük bir kamuoyu oluşturdular. Ayrıca hadisçilerin inanç ve amelde BİRLİĞİ oluşturma istekleri, devletin politikaları ile tam örtüşmüştür. Kelamcılar gözden düşer ve hatta hapsedilir. Bu arada devletin resmi mezhebi HANİFİLİK tir. Ebu Yusuf (v.192) devletin Başkadısı olarak atanır. Ve Kitab Ul-Haraç yazdırılır. Harun Reşit imam Yusuf ve İmam Maliki huzurunda tartışma yaptırır. İmam Şafiyi de Bağdattan kendi yanına getirir ve bu tartışmalara katar. Harun Reşit hadisçilerin gönlünü almak için halkın eğitimini onlara bırakır. Hukukun yönetimi hala fakihlerin elindedir.

İmam Şafi fıkıh (hukuk) kaynakları ve yöntemi konusunda Reyciler ile tartışır. KIYASI sınırlandırır, hadisi icmanın önüne alır. KURAN, HADİS, İCMA, KIYAS yöntemini değişmez bir sıra ile uygular. İlke olarak Hadisin lafzına dayanmayı koyar. İlk kez hadisi destekleyen hadis nakleder. ( Fazlurrahman, Metodoloji anlayışı)

Tek ravili olsa bile hadisi İCMA ya tercih eder. İmam Şafi Kum da HADİSİ İLK DEFA HUKUKUN TEMELİ olarak koyar. Sünneti donuklaştırır ve hadiste sabitler. Fazlurrahmanın dediği gibi HADİS ŞAMPİYONU olur. İstihsan ve Mesalihi Mürseleyi, Medine Halkının icmaını reddeder. Hadis rey ehline karşı zafer kazanır. Bunun sebebi Şafiinin İcmaya inanmamasıdır. İcmanın imkansızlığını savunur. Fakihler arasında icma ve ittifak yok sadece ihtilaf var diyordu. Tabiî ki Şafinin asıl amacı ehli sünnet vel cemaat oluşturma kampanyasının hadis temelli oluşturulmasıdır. Bunun için tek bir UNİTER ( tek biçimli) bir topluma geçmesi ve BİRLİĞİN TESİSİ . Şafii şunu iddia eder: Hadis ,  temeli olan RİVAYET KAYNAKLARI ile aktarılabilir.  İmam Şafi 

1-      Aklı  sınırlar ,kıyasın şartlarını belirler,

2-      İcmayı sınırlayarak zararsız bir hale getirir.

3-      Sünneti hadisle sabitleyerek dondurur.

Böylece yaşayan sünneti ve hür düşünceyi yok eder. Geçici bir birlik sağlanır ama bu uzun sürmez. Şafiden sonra tartışmalar daha da derinleşerek devam eder. Bu nedenle imama Şafii bir dönüm noktası olmuştur. Er -Risalesi kendinden sonra da tartışılmıştır.

Şafi hadisçilerin ( Ehli Hadis) , REY ehline karşı sözcüsü ve kurtarıcısı olmuştur. Şafii ile birlikte FIKHUL HADİS gelmiştir. Ancak Şafii KELAMİ konulara hiç girmemiştir. Bu boşluğu da daha sonraki hadisçiler dolduracaklar Hadisçilik konusunda çok aşırı noktalara gidecektir. Hatta Ahmet B.Hanbel(v.241) Şafii bile kıyası kabul ettiği içi eleştirecektir.

Bu dönemin tefsircileri de fıkhın ağırlığından dolayı Ahkamla uğraşırlar. Fakat tefsir rivayeti kullansa da daha çok dirayet olarak gelişir. Ancak hadis kitaplarında tefsir için bablar açılır.

Özet olarak Ebu Hanifeye göre hadis, ilk nesillerden nakledilen rivayettir ve değerlendirmeye açık, tarihi bir malzemedir. İçinde sünnet aranır.

İmam Şafiye göre hadis sünnettir. Sünnet olması için subutu yeterlidir. Kabul ve itat edilmesi zorunlu, dini bir delildir.

Buraya kadar anlattıklarımızı aşağıdaki maddelerde özetleyebiliriz:

1-      Tasnif dönemi Abbasiler dönemidir. (TASNİF)

2-      Ekonomik gelişme ilimlerin de gelişmesini etkilemiştir. ( SOSYAL REFAH)

3-      Dönemin üç büyük sorunu (KÜLTÜREL MÜCADELE)

a)      ZINDIKLIK hareketi. (İran Maniheizmi)

b)      Ehli Kitabın yıkıcı eylem dalgaları

c)      Bu nedenle aşırı HADİS UYDURMALARI dır.

4-      Mutezile kendi fıkhını ve kelamını oluşturur (FIRKALAR)

5-      Üç büyük fıkıh mezhebi oluşur. ( MÜÇTEHİD İMAMLAR )

a)      Hanifi

b)      Maliki

c)      Şafii

6-      Farazi Hukuk gelişir.

7-      Kavramlar oluşur. (Farz, vecip, sünnet) ( SİSTEMLEŞME)

8-      Aşırı  ihtilaf  dönemi

9-      Şafinin icmayı reddi

10-  Hadisi fıkhın temeli yapması (yaşayan sünnet ve hür düşünce yok edilir) (HADİS ŞAMPİYONU)

11-  Hadis resmileşir.

12-   Hadisçi –Rey ehli tartışması daha derinden devam eder.

13-  Ulema – devlet işbirliği yapar.

14-  İlim = Rivayet = Hadis olur.

15-  UNİTER ( tek biçimli) devlet politikası ve EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT kampanyasının oluşumu. (SİYASİ BİRLİK)

  1. ŞAFİİ SONRASI GELİŞİM DÖNEMİ ( SÜNNİ DETERMİNİZMİN OLUŞUM AŞAMASI)

Bir önceki Şafii döneminde, yaşayan sünnet ortadan kalmış Hadis yaşayan sünnetin yerini almıştı. Böylece içtihat ve icma ile gelişip büyüyen sünnet ( sünnet bir süreçtir) hadis ile donuklaşır ve sabitleşir. Böylece hadis hukukun temel kaynağı olur. Ebu Hanife hadisi ilk nesillerin nakledilen bir rivayeti olarak tanımlayıp, değerlendirmeye ve incelemeye açık TARİHİ bir aktarım olarak görürken, İmam Şafii hadis sünnetin kendisidir şeklinde tanımlayarak , hadisi kabul ve itaat edilmesi zorunlu, dini ve hukuki bir delil olarak görür. Bunun en temel sebebi ŞAFİİ nin uygulama ve yargıda ümmetin birliğini tahsis etmek, ihtilaflar ile dolu olduğunu ve imkansız olduğunu iddia eder.Birlik  ancak sened yoluyla aktarılan hadis ile teşekkül edebilir der ve hadisin şampiyonluğunu ilan eder (Tarih boyunca metodoloji sorunu, F.Rahman). Ancak, ŞAFİİ ‘den sonra tartışmalar ve parçalanma durmaz, aksine daha derinden devam eder. Bu şekildeki bir siyasi birlik ve doktrin birliği projesinin başarısı çok uzun sürmez.

( İLİM=HADİS=FIKIH + KELAM + TEFSİR)

Şafiden sonraki bu dönem hadisin gelişim dönemi olur. Ehli Rey ve Ehli Hadis çatışmaları ile, mutezile ve hadisçilerin çatışmaları doruk noktaya ulaşır. Hadis kitaplarının tasnifi altın çağını yaşarken, fıkıhçılara ve kelamcılara karşı, kendi görüşlerini sistematize yapmak isteyen hadisçiler, devletin de desteğini alarak, fıkhul hadis ve fıkhul kelamı oluşturur. Böylece hadisçi bakış açısı, dünya görüşü ve paradigmasını oluştururlar. Bu hadisçi  hareketi Sünni paradigmanın oluşumunu ve özellikle Ahmet İbni Hanbel ile SELEFİYYE ekolünün ortaya çıkışını sağlar. Daha sonra hadis yazımı ve hadis RIHLELERİ ( seyahatleri) başlar ve Buhari, Müslim gibi şahıslar ve sünenler yazılarak Kütübü Sitte Külliyatı oluşturulur. Eşari ve Maturidi kelamının sistemleşmesiyle de Sünni doktrin son şeklini alır.  Bu dönemle birlikte yaratıcı faaliyet sona erer ve İslam düşünce tarihinde DURAKLAMA VE GERİLEME DÖNEMİ BAŞLAR. Şimdi bu süreci de detaylı olarak görelim.  

Önceki dönem Harun Reşit ile sona erer. Harun Reşit İran BERMEKİ sülalesini iktidardan uzaklaştırır ve İranlıların tepkisini ve muhalefetini artırır. Bu durum Şiada kızgınlığı ortaya çıkarır. İranlıların ve şia taraftarlarının desteğini alan ME’MUN (198-248) İHTİLAL ile halife olur ve saltanatı ele geçirir. Ehli hadis ise bunu tasvip etmez ve Me’muna muhalefet eder. Çünkü ehli hadis araptır ve Emevi milliyetçiliğine daha yakındır. Harun Reşit zamanındaki hadisçiler iktidar (devlet) ilişkileri tekrar kopar ve hadisçiler yönetimden ayrılarak halka yaklaşır ve büyük bir kamuoyu oluştururlar, halkın desteğini alırlar. (Hadis Edebiyatının Oluşumu, Ömer Özpınar)

Ancak Me’munun amacı Harun Reşit döneminde iyice tırmanan Şii muhalefeti kırmak ve denge sağlamaktır. Aslında zamanında Harun Reşit te hadisçilerin muhalefetini kırmak için aynı taktiği uygulamış ve hadisçilere yakın davranmıştır.

Tabiki  ME’MUN kendisini iktidara getiren  Şiilere çok iyi davranmıştır. Şia bu dönemde Altın Çağını yaşamıştır. Me’munun iktidarının ilk yılları fikri özgürlüğün yaşandığı bir dönemdir. Bu yıllarda Memun Beytül Hikmeyi kurar ve ilimlerin tartışıldığı, tercümelerin yapıldığı bir Üniversite haline gelir. Tabiî ki bu dönemde  İranlılar ve özellikle  Şia düşüncesine yakın olan kelamcı grubu yani Mutezile çok ayrı bir yere sahip olur ve yönetimin her kademesinde yer alarak bürokrasiyi doldururlar. Mutezile ve Hadisçi gerginliği ise tırmanarak MİHNE olayının ortaya çıkmasına neden olur.

Mihnenin temeli halk ul-Kuran olayıdır. Mutezile ehli kitap ile girdiği tartışmada bu sonuca ulaşmıştır. Suriyede bulunan ehli  kitap tevratın yaratılmışlığını  ve Hz. İsanın kelime durumu (sonsuzluğu) tartışıyordu. Mutezile bu tartışmaları İslama çekmiş ve Kuranın yaratılmış olduğunu, çünkü Allahın sonsuz olup hadis sıfatlardan uzak olduğunu, bu nedenle kelam gibi yaratılmış bir sözün onun sıfatı olamayacağını söyleyerek Allahı tenzih konusunda aşırıya kaçmışlardır. Bu dönemin en hararetli tartışması bu olmuş ve hadis tasnifinin ve kitapların yazılmasındaki en büyük etken olarak yerini almıştır. Halk ul Kuran fikrini ilk olarak ortaya atan Cehm Bin Saffan dır.(v.128 ) Bunu Hıristiyan zındıklardan almıştır. Daha sonra  ceh bin Dirhem ( v.150) bu düşünceyi savunmuştur. Ancak ikisi de Abbasi halifeleri tarafından öldürülmüştür. Memun ise Mutezile akaidini kabul eder. Hadisçilerin artan muhalefetine karşı sert tedbirler uygular. H.212’de Bağdatta Kuranın Mahluk olduğunu ilan eder. Hz.Ali’nin üstünlüğünü ve ruyetullahın imkansızlığını resmi olarak  kanunlaştırır. Bütün hadisçileri bu üç konuda sorguya çeker ve bu konuları ( Ruyetullah, Halkul Kuran, Hz.Alinin üstünlüğü) kabul etmeye zorlar. (aslında burada İranlı Şia taraftarlarının Hz.Ali ve Ehli Beyte yapılan işkence ve katliamların bir intikamının alınması düşüncesi de yatar) Memunun tek rakibi ve muhatabı HADİSÇİLER dir. Çünkü fakihler ve tefsirciler kısmen yönetimde olup, hadisçiler gibi, tepki ve muhalefet  oluşturmamışlardır. Bunun bir sebebi belki en önemli sebebi hadisçilerin genelde Arap oluşlarıdır. Bu nedenle yönetimin İranlılar ve Mutezilelilerin eline geçmesini istememişlerdir. Fakihler ve müfessirlerin hemen hepsi ise MEVALİ (Arap olmayan insanlar)dır. Bu nedenle iktidarın gayri arap insanların elnde olmasından rahatsız olmazlar. Bundan dolayı  Hadisçiler Arap Milliyetçiliğini destekleyen Emevi yanlısı olmuşlardır.

İşin aslında Me’nun da yaratılmış Kuran fikrini siyaseten kullanır. Çünkü, idareci iradesi bu durumda daha rahat işler. Kuran yaratılmış ise, bu durum yöneticilerin otoritesini artırır, öyle değil de  yaratılmamış ise bu durum ulema ve öncelikle hadisçilerin değerini artırır ve halk içindeki otoritesini sağlamlaştırır. Yani yaratılmış bir kuran fikri, kutsallığı sarsarak yöneticilerin rahat davranmasını sağlar. Bu ise derindeki ulema- umera çatışmasının su yüzüne çıkmasıdır.

Mihne olayı 16 yıl sürer. Bu süre içinde hadisçi ulemaya baskı ve işkence yapılır. Bu dönemin en önemli şahsı olan Ahmet b.Hanbel (v.241) i de 2. Memun lakaplı Halife VASIK işkenceye tabi tutar. Ancak halkul kuranı kabul ettiremez ve   Ahmet b.Hanbeli serbest bırakmak zorunda kalır. Ancak yine ömrünün sonuna kadar göz hapsinde tutar. İşkence (mihne) olayından sonra Ahmet b.Hanbelin halk içindeki  otoritesi ve saygınlığı artar. Hadisçi hareketin İMAMI lakabını alır. Bağdatta SELEFİ ekolün temeli atılır.

Ahmet b. Hanbel Mutezile kelamını reddeder. Metod olarak KURAN ve HADİSİ ortaya koyar. Bu bakımdan bütün mezhepleri de reddeder. Maliki, Şafii ve Hanefileri ehli rey olarak görür ve hiç birini kabul etmez. Bunların metotlarından uzak durulmasını tavsiye eder. İmamı Şafii ve İmam Malik “rey değişkendir ve itikadi sahada kullanılmaz, ancak fıkıhta kıyas ile içtihat edilir” derler. Ahmet b. Hanbel ise “rey hiçbir sahada kullanılmaz” der. Bu nedenle kıyası kabul eden Şafii ve Maliki eleştirir. “ Amelde bile zayıf hadis Ebu Hanifenin reyinden hayırlıdır” der.

 Ahmet b. Hanbel kendi kelam,fıkıh,tefsir ve sünnet anlayışını ortaya koymak ve Selefi Paradigmayı oluşturmak için MÜSNED isimli hadis kitabını yazar. Böylece bütün ilimleri HADİS ile çözeceğini iddia eder. Ona göre ilim rivayettir (İLİM=RİVAYET) , DİN ise ASAR dır. Bu nedenle Hanbel Kıyas, İstihsan, Maslahat, Medine İcmaını toptan reddeder. Süfyan ı Servi bile “rey ile din olmaz” der. Eş Şabi “sahabeden geleni al, kendi reyinle söylediklerine bevlet” der. Bu çok ilginç bir ithamdır.

Daha sonra Ahmet b. Hanbel reycilere suçlamalar yönlendirir. Reyciler sünnet düşmanı BİDATÇILAR olarak damgalanır. Bu arada Ahmet b. Hanbel sünneti kurtaran olarak adlandırılır. “Ahmet b. Hanbeli seven sünneti sever” diye slogan yayarlar. Hadisçiler kendilerini diğer fırkalara  göre özel bir konumda görürler. Allah bunları bidatçilere karşı seçmiştir. Fırkaı Naciye bunlardır. Sünneti koruyanlar bunlardır. Dini koruma görevini üstlenirler ve kitap tasnif ederler. Tasnif işini ilahi bir görev bilirler. ,

Bütün bu olayların altında temel bir zihniyet yatmaktadır. Selefi zihniyeti. BİLGİDE MUTLAK SABİT BİR DOĞRU arayışının bir sonucudur. Bu zihniyet doğa bilimlerindeki determinist kesin doğru anlayışı ile özdeştir. Mutezilenin insanın özgür iradesine karşı girişilen karşı mücadele ve tepki selefi anlayışı büyük bir cebriyeye- determinizme düşürür. Bu anlamda insan aklı değişkendir ve bu nedenle güvensizdir. Ahmet b. Hanbel, “daha sonra yine değişecek olan bir reye neden inanayım” der. Aslında bu cebriye anlayışı siyasi alanda UYSALLIK fikrini ortaya çıkarır. (İslam, F.Rahman). çünkü artık iktidar determinist bir şekilde oluşmuştur. Yönetici zalim de, fasık ta olsa itaat edilecektir. Bu iktidarında işine gelir. Daha sonra Halife MÜTEVEKKİL Ahmet b. Hanbeli danışman olarak atar ve Ahmet b. Hanbel hilafeti hadisçileri atayarak doldurur, mutezileyi iktidardan uzaklaştırır. Hadisçiler ve idareciler tekrar barışırlar. Bu yakınlaşma öyle safhaya ulaşır ki , Ahmet b. Hanbel idarecilere karşı ayaklanmayı teşvik eden hadisleri MÜSNETTEN çıkarılması emrini verir.  Böylece devletin hadisçi muhalefeti ERİTME POLİTİKASI tekrar başarıya ulaşır. Hadisçiler de özellikle Ahmet b. Hanbelin idareye karşı bu tutumu ile, yönetime tekrar destek çıkarlar. Ancak Ahmet b. Hanbelin bu tutumu, ayaklanmaya teşvik eden hadislerin çıkarılması, hadise karşı olan samimiyeti konusunda bende  şüphe uyandırmıştır. Bu konu üzerinde düşünülmesi ve incelenmesi gereken bir konudur.

Ayrıca hadisçiler kendi içlerinde de ihtilafa düşerler. Bazıları hadislerin bablara ayrılmasını bile kerih görürler. Hadisi tetkik etmeyi anlamayı çalışmayı bile güzel görmezler. İlim  geldiği şekli ile yani sadece sened ve rivayettir derler.bu mantıkta olanlar MÜSNEDLERİ oluştururlar. Hadisçiler bu bakış açısından iki genel gruba ayırırlar. Birincisi VAKFİYECİLER: bunlar tasnifi kabul ederler ancak Kuranın Mahluk olması konusunda susmayı tercih ederler. Görüş bildirme ve yorum yapmazlar. İKİNCİSİ LAFIZCILAR : bunlar mahluk konusuna orta bir çözüm yolu bulmayı denerler. Dağılan birliği toparlamaya çalışırlar. Kuranın lafız (yazı) olarak mahluk olduğunu ancak mana ve kelam olarak mahluk olmadığını çünkü Allahın bir sıfatı olduğunu söylerler. BUHARİ (v.251) , MUHASİBİ (V.243) ve İSFAHANİ (v.276) bu lafzın grubundandır. Ancak birinci gruptaki VAKIF çılar diğer hadisçiler tarafından KÜFÜRLE itham edilirler. İkinci gruptaki LAFIZCILAR ise Ahmet b. Hanbel tarafından ZINDIK olarak ilan edilirler ve bunlardan hadis almazlar. Sonuç olarak Ahmet b. Hanbel tarafından oluşturulan SELEFİ  hareket, rey ve kelama şiddetli saldırarak bunları reddeder , hatta küfürle suçlar. Fıkıhta malik , Şafii ve ebu Hanife ehli rey olarak reddedilir. Kınanır ve bunlardan  uzak durulması tavsiye edilir. Hatta hadisçiler içinde bile  VAKFİYE kolu küfürle ve LAFZİYE kolu zındıklıkla suçlanır. Yani selefiyeciler Kuran ve Hadis mantığı ile bütün bilimlere muhalif bir ekol olma özelliğine kavuşur. HANBELİLİK İslam tarihinde dördüncü büyük  mezhep olarak yerini alır. (Hadis Edebiyatının Oluşumu, Ö.Özpınar).

Daha önceden hadisçi rivayet eder,  fakih yorumlardı. Şimdi ise hadisçi hem rivayet eder hem de yorumlar. Bu fıkhi hadis oluşumuna  işaret eder. Artık fıkhın kaynağı hadistir. Ve bütün fıkıh hadis içindedir.

Ahmet b. Hanbelden sonra her ne kadar kendisi sert ve radikal bir tutum sergilese de, daha sonraki hadisçiler daha yumuşak bir tavır sergilemişlerdir. Hadis sistematiğini tamamlamışlar, isnad ve rical ilimleri ile hadis usulunu tasnif edip kullanıma sunmuşlardır.

Diğer taraftan, mutezile ve rey ehli de, hadisçileri yalan rivayetlerde bulunan ve uydurma hadisler aktarmakla, içerisinde Allahı teşbih ve tescim yapan sözler bulundurmakla ve hadisi anlamayacak kadar cahil olmakla suçlamıştır.

Bu dönemde tefsir hareketleri de devam etmiştir. Ancak dönemin olaylarından tefsir de etkilenmiştir. Tartışılan konular fıkıh ve fıkıh usulü  olması nedeniyle yazılan tefsir kitapları da, fıkıhla ilgili olmuştur. Böylece AHKAM  tefsirleri ortaya çıkmıştır. Bir çok fıkıh ve kelamdaki tartışmalar ve suçlamalar tefsire de yansımıştır. REY eksenli tefsirler yerilmiştir. RİVAYET tefsirleri önem kazanmıştır. Rey tefsirleri de Hadisçilerin saldırısına uğramışlardır. Çünkü Tefsirde israiliyyat rivayetleri artmıştır, aktarılan hadislerin senedleri bırakılmış ve söylenmemiştir. Bu nedenle yine Ahmet b. Hanbel “üç şeyin aslı yoktur. Tefsir, melahim ve megazi” diyerek REY tefsirini ve hatta rivayet tefsirini kötülemiştir. Ve tefsircilere saldırmıştır. Bu konuda dah da ileri giderek Mukatil b. Süleymanın tefsirini tefsiri için “ baştan sona kadar yalan” demiştir. Halbuki Mukatil ilk tam tefsiri yazan, tefsiri ilk telif eden kişi olarak tarihe geçmiştir. İmam Şafii bile Mükatili övmüştür. Zaten Ahmet b. Hanbel Şafii bile eleştirmiş ondan hadis almamıştır. Kıyası ve Reyi kabul ettiği için Şafiyi yermiştir. Bu selefi ekol tefsirde aklı kaldırır. Hadisi baz alır. Mesela müteşabihler konusunda akli yorum yapmaz ve zahiri olarak da almaz. Sadece konuşmaz ve keyfiyeti bilinmez ( bila keyfe), iman etmek gereklidir” der. Sonuçta akla karşı nakli, tevile karşı taklidi, dirayete karşı rivayeti kabul ederek kendi tefsir anlayışını ortaya koyar ve hadis kitaplarında TEFSİR bölümü bab olarak ayrılır.

Halife mütevekkil (H.233-247) Şia ve Mutezileyi kaldırır ve yönetimden uzaklaştırır. Yerine ehli hadisi getirir. Çünkü akılcılar çok daha devrimci ve isyancı oluyorlardı ve bu da idarenin işine gelmiyordu. Halbuki hadisçiler siyasette uysalığı kabul ediyorlar ve yönetimin işine yarıyorlardı. Bu nedenle mütevekkil kelamı ve felsefi tartışmaları yasaklar. İbnu Ziyadı görevden alarak MİHNE olayına bir son verir. Mutezili eğitimi okullardan kaldırır, buralara hadisçileri yerleştirir. Hadis kitaplarını yazdırıp tasnif ettirir. Buna tarihte SÜNN İ DEVRİM denir.

Mütevekkilden sonra Sünni paradigma birliği fazla sağlayamaz. Arap olmayan coğrafyalarda iç isyanlar başlar. Abbasiler tarih sahnesinden silinirler. Bundan sonraki günümüze kadar olan dönem TÜRKLERİN iktidar olduğu dönem olarak gelişir.( Hadis Edebiyatının Oluşumu,Ö. Özpınar)

Şafiden sonraki bu GELİŞİM DÖNEMİNİ iki dönem olarak inceleyebiliriz. Birinci dönem buraya kadar anlatmış olduğumuz dönemdir. Bu birinci dönemde FIKIHTA 4 mezhep oluşmuş ( Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli) ve oluşumlarını tamamlamıştır. TEFSİRDE, ahkam tefsiri dönemi başlamış ve rivayet tefsiri tasnif edilmiştir. HADİSTE ehli hadis paradigması oluştrulmuş, fıkhul hadis dönemi başlamış ve hadisin ALTIN KİTAPLARI yazılmıştır. Yani kütübü sitte külliyatı oluşmuştur. Buhari (v.194), Müslim (v.206), Ebu Davud (v.202), Tirmizi (v.209), ibni Mace (v.209), Nesai (v.205).B unlar SAHİHLER, SÜNENLER ve MÜSNEDLER adı ile anılarak hadiste RİVAYET DÖNEMİ KAPANMIŞTIR.

Gelişim döneminin ikinci aşaması, Mutezileye karşı geliştiren kelam ekollerinin gelişimidir. Bu ekoller EŞARİ ve MATURİDİ ekolleridir.

            İslam toplumunda siyasi fırkaların ve görüş ayrılıklarının temeli iman ve mümin tanımı ve insan iradesinin özgürlüğü gibi iki temel konudur. Bu  konulardaki  ayrılıklar  ümmeti parçaladı.Ancak Sünni doktrin bunları bir orta yolda birleştirerek birliği yeniden sağladı. Selefi hadisçiler mutezileyi tarihten silince yeni kelami ekoller bu Sünni paradigmanın yansıtıcısı oldular . Mesela Hasan El-Eşari (v.330) Mutezili  Cübbaiden ayrılarak Eşari ekolünü kurdu.  İlahi adalet beşeri terimlerle tanımlanamaz dedi. Fiiller konusunda KESB nazariyesini kurdu ve kazanmayı insan iradesine bağladı. İlahi iradeyi insan özgürlüğü ile uzlaştırma konusunda, Kesb yetisini yaratan Allahtır, kazanan ve sorumlu olan insandır diyerek uzlaştırmaya gitti. İlahi sıfatlarda, sıfatlar Allahın ne aynısıdır ne de ayrısıdır dedi. Böylece TEŞBİHTEN ve aşırı TENZİHTEN kaçındı. Kuran mahluk değil , ezeli bir sıfattır dedi.  Mutezilenin Allahın iradesini sınırlandırmasını reddetti ve tabiatta da katı bir nedenselliği onaylamadı. Ahmet b. Hanbelin bu konudaki görüşünden ayrılmak istemedi ve Allahın mutlak iradesini tekrar ortaya koydu. Bu nedenle tabiatta yaratmaya ve Allahın iradesine yer açan ATOMCU görüşü savundu.

İkinci ekol Maturidilik, İmam Maturidi (v.333) tarafından geliştirildi. Eşariliğe çok benzer ancak bazı noktalarda ayrılır. Mesela kötü fiiller Allahın rızası değildir ve İnsan fiillerinde hürdür der. İmanın artıp eksileceğini söylerler ama fiille ortadan kalmayacağını kabul eder. Böylece fiillerin zahirini  fıkha ve batınını  incelemek sufizme kalır.

Bu kelam ekollerinin oluşmasından sonra Sünni görüş üçe bölünür.

Birincisi eski Medine ehlinin görüşünün devamı olan HADİS EHLİ görüşleri. Bunlar İmam Şafinin ZAHİR teorisini alıp benimserler. İkincisi Ahmet b. Hanbelin izinden gidip kelam ve Eşariyi reddederler. İbni Teymiyye bunun devam ettiricisidir. Bu radikal ruha SELEFİYE denir. Üçüncüsü Eşari ve Maturidi kelamlarının devamı olan, Gazali, Fahruddin Razi, Nesefi ile devam eden hem rey, hem de hadisi (rivayeti) kullanan grup. Bunlar EHLİ SÜNNET  KELEMCILARI dır. Kelamcılardan sonra , Sufizm ve kelam felsefi bir boyut kazanarak devam eder. (İslam,F.Rahman)         

Kelam ekollerinin oluşması ile de Sünni paradigma tamamlanmıştır. Siyasette de siyasi dogma oluşturulmuştur. İdareciler Allahın gölgesi olur ve adil olmayan sultana bile itaat şart olur. Cemmatin bütünlüğü amacını taşıyan bu siyasi düzen fikri SİYASİ UMURSAMAZLIĞI ve ortaçağ İslami DETERMİNİZM görüşünü oluşturur. Ümmetin birliği ve dengesi sağlanır. Parlak bir devir yaşanır , ancak bu uzun sürmez.

Ehli sünnet paradigmasını  kısaca şöyle değerlendirebiliriz: 1- Ayrı uçlar bir araya getirilmiştir. 2- Orta yol tespit edilir ve sıkıca sarılınır. 3-  Cemaat yok olmaktan kurtarılır. 4- Paradigma gelişince muhteşem bir sosyal denge  kurulur. Ancak diğer yandan bu paradigma 1) kendini nebevi/yaşayan  sünnetin tek yorumu görür ve Allahın iradesinin tek tezahürü sayar. 2-) Bu nedenle  KUTSALLIK ve DEĞİŞMEZLİĞE bürünür. 3-) Yaşayan sünnetin yaratıcı faaliyeti  ortadan kalkar. 4-) İslam Kültürü gelişmeye başladığı sırada TIKANIR 5-) Bu yüzden kurulan bu SOSYAL DENGE çok kısa ömürlü olur ve bozulmaya başlar. (Tarih Boyuna metodoloji sorunu, F.Rahman)

Ehli Sünnet doktrininin bu genel özet ve değerlendirilmesinden sonra sonuç olarak, buraya kadar anlattıklarımızı maddeler halinde belirleyelim.

1-      Hadisin zaferi ( hadis >sünnet)

2-      Mihne olayı ve Ahmet b Hanbel (İşkence Dönemi)

3-      Selefi doktrin oluşumu ( Sünni Ortodoks )

4-      Hadisin resmiyet kazanması ( Resmi Hadis)

5-      İLİM=HADİS İlim anlayışı daralır.

6-      Hadis rıhleleri (seyahatler)

7-       Kütübü sittenin yazılımı, Sünenşer ve Sahihler ( Buhari, Müslim, İbni Mace, Tirmizi,Ebu Davud, Nesei)

8-      Hadiste rivayet dönemi böylece kapanır (Rivayetin Bitişi)

9-      Yaratıcı düşünce de sona erer. ( metodolojik donukluk )

10-  Hadisçiler Reycileri Bidatçı olarak damgalar. (suçlamalar)

11-  Hadisçiler bidatçılara karşı seçilmiş kişiler olarak görülür.

12-  Hanbeli mezhebinin oluşması

13-   Böylece FIKIHTA 4 MEZHEP tamamlanır.

14-   Tefsir de fıkıhla ilgilenir. AHKAM tefsiri yazılır.

15-   Hadisçiler tefsire de saldırır. Dirayeti ve Te’vili reddeder.

16-   Kelamda EŞARİ ve MATURİDİ ekolleri oluşur. ( Sünni doktrin tanılanır)

17-   İnsan aklı değişken olduğu için güvenilmez rededilir.

18-   Mutlak Sabit Bir Doğru Arayışı amaçlanır. (Selefi Bilgi Anlayışı)

19-   İLİM=RİVAYET ve DİN=ASAR dır. (İçtihat ve Aklın yokoluşu)

20-   SİYASETTE UYSALLIK yönü oluşur.

21-   Felsefi olarak DETERMİNİZM görüşü hakim olur. ( ortaçağ İslam anlayışı amaç: Allahın iradesini kurtarmak)

22-  Bu nedenle DURAKLAMA ve GERİLEME dönemi başlar. Kurulan sosyal denge çok       kısa sürer.

23-  Bunlar İÇTİHAT ve YARATICI akli düşüncenin yok olmasının sonucudur.

24-  Bu olaylardan sonra Abbasiler yıkılır ve TÜRKLER dönemi başlar.

  1. DURAKLAMA DÖNEMİ ( a-Şerhler (350-656) b- Haşiyeler (654)

Önceki dönemde, yani gelişim döneminde, fıkıh alanında dört büyük mezhep oluşmuş, hadis alanında selefiye görüşü Ahmet b. Hanbel ile ortaya çıkmış ve kütübü sitte yazıya geçirilerek tamamlanmış, kelam alanında mutezile ekolünün hadisçiler tarafından siyaseten ortadan kaldırılması sonucunda EŞARİ ve MATURİDİ kelam okulları oluşmuş ve sitematiğini tamamlamıştı. Böylece günümüze kadar gelecek olan SÜNNİ PARADİGMA / DÜNYA GÖRÜŞÜ son halini almıştır. Bunlardan sonraki gelişmeler ancak bu paradigma nın taklidi, açılımı veya özeti şeklinde olmuştur. Çünkü İslam düşünce sistemi paradigma nın oluşumu ile tamamlanmış, içtihat kapısı kapanmış, canlı ve dinamik olan yaşayan sünnet kalkarak yerini Hadise bırakmış ve neticede yaratıcı ve akli düşünce son bulmuştur.

Duraklama döneminde fıkıh konusunda çok fazla bir ilerleme olmaz. Sadece mezhep kavgaları başlar. Mezhep taassubunun doruğa ulaştığı bir dönem olur. Mezhep imamlarının eserleri şerh edilir. Mezheple ilgili kitaplar yazılır. İçtihat ancak mezhep içinde olur. Mutlak müçtehidin şartları öyle ağırlaştırılır ki ulaşmak neredeyse imkansız olur. Bundan sonraki dönemler, Osmanlı da dahil, fıkıhta okullaşma ve kurumlaşma dönemi olur. Siyasi otoriteler fıkıh okulları kurarlar. Müfti ve kadı yetiştirirler, müftüler hukuk danışmanı, kadılar ise yargıçlık görevini yaparlar. Siyasi otorite hangi mezhebi desteklerse o mezhep resmi hale gelir ve yayılır gelişir. İlk dönem olan şerhler döneminde yetişen fıkıhçılar şunlardır.

Hanefi fıkıhçıları: Kerhi (v.260), El-Cessas (v.270), Semerkandi (v.373), Cürcani (v.393), Bağdadi (v.424), seymeri( v.436), Serahsi (v.490), Bezdavi (v.400), Saffar (v.427), Kasani (v.387), Fergani (v.590), Merginani (v.543)

    Maliki fıkıhçıları: El-Endülisi(v.326), Kureyşi (v.314), Abdulberr (v.380), Kayrevani (v.386), el-Ezdi (…), el-Ebheri (v.395), Mearifi (v.403), el- Maliki (v.422), el-Baki (v.484), el-Kurtubi ( v. 525), el- Avfi (v.581), ibn Rüşd (v.595), es- Sadi ( v.620)

Şafii fıkıhçıları:  el-Harzemi (v.340), en- Nisaburi (540), Dareki (v.375), Saymari (v.286), Esfarayini(v.401), el-Maverdi (v.350), eş-Şirazi (v.476), İmamul Haremeyn el-Cüveyni (v.487), el-Gazali(v.450), el-Iraki(v.596), er-Reffii (623), en-Nevevi (651) 

    Zahiri Fıkıfçı: İbn Hazm

Şerh döneminin isimlerini zikrettiğimiz fıkıhçıları, fıkıhta taklit döneminin temsilcileri olmuşlardır. Bu fıkıhçılar mezhepler arası münazara ve tartışmalara çok önem verdiler. Kendi mezheplerini savundular. Ancak bu dönemin önemli bir gelişmesi usul-ü fıkıh konusunun sistemleşmesi olmuştur. Her mezhep mensubu kendi mezhep imamlarının görüşlerini iyi anlamış bunları detaylı bir şekilde izah etmiş ve imamların kitaplarını şerh etmişlerdir.  

Siyasi olarak bu dönem zaten İslam ümmetinin de parçalandığı bir dönemdir. Tıpkı ilimlerin parçalandığı hatta fıkıhta bile mezheplerin parçalanıp ayrıldığı döneme rastlar. Abbasiler yıkılınca Fatimiler, Endülüs Emevileri,Mısırda ve Suriyede beylikler oluşur. Orta Asya dan gelen Cengiz Han ve oğulları İslam topraklarını kan gölüne çevirir. Selçukluların kurulması ise duruma biraz da olsa istikrar katmıştır.

Kısaca bu dönem fıkhının özellikleri şöyledir.

1-      Taklit ruhunun yeleşmesi,

2-      Münazara ve Mücadelenin yaygınlaşması,

3-      Mezhep taassubunun başlaması ( İslam Hukuk Tarihi, M.El- Hudari)

Duraklamanın ikinci dönemi haşiyeler dönemidir.  Bu dönem siyasi olarak 657 den başlayıp Türklerin iktidar olduğu ve özellikle OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN hakim olduğu dönemdir. Yedi asırdan fazla süren bu dönem alimlerin TAKLİT prensibine sımsıkı sarıldıkları bir dönemdir.  Bir kaç kişi hariç mezhep içi içtihat seviyesine ulaşan bile çok azdır.  Bu dönemin alimleri mütekaddimin alimleri ile irtibatı kesmiştir. Sadece bu dönemde yazılan kitaplar okunmuştur. Bu nedenle fıkıh gerilemiş neredeyse yok olmuştur. Fıkıhta gerilemenin iki sebebi vardır.

1-      Farklı bölgelerde oturan İslam alimleri arasındaki irtibat kopar.

2-      Alimlerin temel eserlerle ( Mütekaddimin kaynaklarla ) ve sonraki asırlarla irtibatları kopar.

Bu dönemde eğitim sistemi MEDRESELER şeklinde yürütülmüştür. Ancak buralarda ilk orta ve yüksek eğitimde basitten zora doğru olmak üzere sadece ait olunan mezheple ilgili kitaplar  ve şerhleri okutulmuştur. Bu dönemde yazılan eserlerin ortak noktası HAŞİYELERDİR. Şerh dönemindeki büyük imamlar yoktur. Alimler ancak kitapları küçük notlar yani haşiyeler almakla yetinirler. Sonuç olarak duraklama döneminde Fıkıh ilmi inişe geçmiş, şerh döneminde çok zayıflamış haşiyeler döneminde yok olmaya yüz tutmuştur.   ( İslam Hukuk Tarihi, M.El- Hudari)

Duraklama döneminde HADİS ilimleri de aynı gelişmeleri yaşamıştır. Tabiî ki bu gelişmeler İslam dünyasının siyasi olarak parçalanma ve gerileme olaylarından etkilenmiştir. İlimler de sosyal ve siyasi gerilemeye paralel bir çizgi izlemiştir.

Hadis kitapları, kütübü sitte oluşunca, hadiste rivayet dönemi sona ermiştir. Mevcut kitapları korumak ve öğretmek dönemi başlamıştır. Bu amaçla hadis eğitim merkezleri kurulur. Bu okullara DARUL- HADİS denir.

Fıkıhtaki gibi önemli bir gelişme Hadis Usulünün tamamlanmasıdır. İlk hadis usulü telif eden  Ramehürmuzidir. (v.369)  Diğer hadis usulcüleri Neysaburi (v.405), Kadı İyaz (v.544), ibn Salah (v.643), an-Nevevi (676), İbn Hacer El-Askalani (v.852), Sehavi (v.903) ve özellikle büyük imam ES-SUYUTİ ( v.911-r. 1505) dir. Hadis Usulü, mevcut malumatın sistemleştirilmesinden ibarettir. Hadis olarak orijinal herhangi bir kitap yazılmamıştır. Bu dönem hadiste ŞERH dönemidir. Mukaddim kitaplar bu dönemde sadece şerh edilir. Kütübü sittedeki  hadisler açıklanır. Ciltler dolusu açıklayıcı yazılar yazılır.

Dönemin en önemli ŞARİHLERİ Hattabi (v.388) ve İbn Hacer (v.852) dir. Özellikle ibn Hacer Buhari üzerine yazdığı şerhler ile ün yapmıştır.

Şerh döneminde usul kitapları ve bazı biyografiler de yazılır. Dönemin en önemli okulları SELÇUKLU MEDRESELERİDİR. Buralarda yetişen en önemli hadisçiler şunlardır:

            Bağdadi, Abdilberr, Baci, Bağavi, Kadı İyaz, İbni Asakir, eş-Silefi, İbnul  Cezvi, İbn Salah, Nevevi, Ez-Zehebi(v.748), Iraki, el-Ayni, es-Sahavi, SUYUTİ (v.911) (Hadis Tarihine Kısa Bakış, ilitam yayınları)

Hadis ilminin ikinci dönemi yani HAŞİYELER döneminde fıkıh ilminde yaşanan olayların benzerinin yaşandığı dönemdir. Orijinal eserler yazılmadığı gibi hadis şerhleri bile çok fazla yazılmamıştır. Sadece önceki dönemin kuru bir tekrarı niteliğinde eserler ortaya çıkmıştır.

Bu dönemden bir önceki dönemde hadis alanında Mısır ve Suriye merkez idi. Haşiyeler dönemi ise tamamen Osmanlı dönemi olup merkezin İstanbul ve Anadolu’ya kaydığı dönemdir. Ayrıca bu dönemde Şah VELİYULLAH DEHLEVİ nin çalışmaları ile HİNT-PAKİSTAN ALT KITASINDA medreseler oluşturulmuş fıkıh ve hadis çalışmaları yapılmıştır. Yine bu dönemin ortak özelliği kitapların kısaltılarak MUHTASARLARIN yazılması ve kitaplara küçük notların düşülerek haşiyelerin oluşturulmasıdır. Ancak Osmanlı döneminin en güzel tarafı ilimlerin KURUMLAŞMASIDIR. Avrupa, Balkanlar, Asya, Ortadoğuda medreseler kurulmuş ve buralara resmi hocalar tayin edilmiştir.

H.737( m.1331) de İznik Medresesi kurulmuş Davud el-Kayseri (v.754) buraya hoca olarak atanmıştır. Osmanlı döneminde medrese hocaları ve yetişen hadis ve fıkıh alimlerini şöylece sıralayabiliriz:

İbni Melek (v.797), Molla Gürani (v.893), et- Tusi, Semerkandi, Fehrettin el- ACEMİ (v.865), Tarihçi MAKRİZİ (v.869), Tokatlı Molla Lütfi, Münavi (v.1051), er-Razi (1094), ünlü Tacül Arus sözlüğünün yazarı meşhur Murtaza ez-ZEBİDİ(1732), İbn Kemal (940), Birgivi Mahmut Efendi (v.981), el-Kevseri (1371) ve meşhur hadisçi GAYTİ (v.984), İsmail el-ACLUNİ (1162) meşhur kırk Hadisin yazarı, Yusuf Efendizade Abdullah (1167), yine meşhur Ramuz El-Ehadis yazarı GÜMÜŞHANEVİ (1877), meşhur Safranbolulu Ahmet Şakir (1315) talebeleri Erzurumlu Musa Kazım- Mahmud Esat- İzmirli İsmail Hakkı (İlmi Kelam yazarı,v.1924)

Osmanlı döneminde kurumlaşma bütün ilimleri kapsamıştır. Yine bu dönemde tasavvuf- hadis kaynaşması ve birlikteliği yaşanmıştır. Halbuki aşağıda belirteceğimiz gibi, bu şerh ve haşiyeler döneminde en önemli gelişmeler kelam,felsefe ve tasavvufta olmuş,hadisçiler telif döneminde  olduğu gibi yine bu üç ilme saldırmışlardır. Ancak bu sefer fazla başarılı olamamışlardır. Hatta çok eleştirdikleri tasavvufu Sünnileştirerek kendi bünyelerine çekmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemin başlarında, tefsirde kendi gelişimini oluşturmaya başlamıştır. Bu zamana kadar gelen tefsirler ve rivayetler tefsir kitaplarında toplanmışlardır. Bütüncül tefsir kitaplarının yazıldığı bu dönemde genel ağırlık DİRAYET tefsirindedir. En önemli müfessir TABERİ (v.330) dir. Taberi Zahir teorisini geliştirmiş ve kendisine gelen bütün rivayetleri toplamıştır. İkinci müfessir Ebi Hatimdir.(v.927). Taberiye benzer bir tefsir yazmıştır. Bunlar rivayetleri tarif ederken kendi görüşlerini de aktarmışlardır. Diğer müfessirler Semerkandi, Vahidi (v.408), Bağavi, ibni Atiye(546), İbni Kesir (v.774), Suyuti (v.911) ve El Kasimi’dir. Bu müfessirler tefsir rivayetlerini toplamışlardır. Daha sonrakiler daha çok dirayet ağırlıklı tefsir yazmışlardır. İçinde bulundukları sosyal sınıflar ve bilimsel malumattan etkilenirler. Mezhepler ve gruplar kendi görüşlerini desteklemek için tefsir yazmışlardır. Sünni, Mutezili, Şii, Harici, Fıkhi, Felsefi, Filolojik, Tasavvufi tefsirler yazılmıştır. 

Dirayet müfessirlerini  şöyle sıralayabiliriz: Havrani, Tusi, Zemahşeri (v.538), Tabresi, Fahrettin Razi (v.606), Kurtubi (v.631), Beydavi (v.635), Nesefi (v.710), İbni Hazin (v.740), Endülüsi, Şibrini, Ebussuud (v.977), Alusi (v.1270)

Bu dirayetçi müfessirler belli mezheplere sahip olsalar da kendi görüşlerine göre tefsir tanzim etmişlerdir. Mesela Fahrettin Razi, kelami, fıkhi, hadis, felsefe, matematik, sosyal, tarihi bütün bilgilerini tefsirde kullanmıştır.

Filolojik tefsirler: Meanil Kuran, Garib ul- Kuran ve  İcaz ul- Kuran tarzı tefsirlerdir. Sağleb, El-Ferra, Ebu Ubeyde, Ahfeş, İbn Kuteybe.

Fıkhi Tefsirler: Bunlar Ahkam tefsirleridir. Tahavi (v.321), Cassas (v.370) Ebu Bekir el-Arabi (v.543)

İlmi Tefsirler: el-İskenderani (v.1306) Bilimi baz alan tefsirler.

Felsefi Tefsirler: ibni Sina

Tasavvufi tefsirler: Bunlar işari tefsir türüdür. Muhyiddin Arabi, Gazali (v.505), Tusteri, Sülemi (v.459) Kureyşi(v.465)

Tefsir İlmi,dönemin ilmi gelişmelerine göre bir seyir izlemiştir. Rivayetler bitip şerh dönemi başlayınca ve mezhepler oluşunca, tefsirde rivayet ve dirayet olarak ayrılmış, dirayet tefsirleri bilimsel branşlara göre ve mezheplerin görüşlerine göre oluşmuştur.

Şerh ve haşiyeler dönemi fıkıh, hadis ve tefsir ilimleri açısından gerileme dönemi olmuş, içtihat kapısının kapanması ile yaratıcı düşünce sona ermiştir. Ancak bu dönemde bu ilimlere tepki olarak gelişen başka ilimleri görmekteyiz. Felsefe, tasavvuf ve kelam değişik bir gelişme çizgisi oluşturmuştur.

Mesela SUFİZM (tasavvuf) siyasi alandaki bu olumsuz gelişmelere ve kurtulma ümitlerinin yok oluşuna karşın, kendi içine çekilerek farklı bir etik sistemi oluşturmuştur. Mehdi   inancı sufizm inancı içinde gelişmiştir. Adaletsizliğe ve ümitsizliğe karşı geliştirilen bu kurtarıcı fikri sosyo- psikolojik çaresizliğin, bir göstergesidir. Daha sonra Veliler, Makamatlar (Zunnun Mısri), Vecd ve Salahat ve Marifet nazariyeleri geliştirilir. Veliler ve mehdi inancı genellikle şianın gaib imam inancına karşı oluşturulmuştur.

Felsefe ise mutezilenin öncülüğünde oluşmuştur. Batı felsefesinin girişi ile de boyut değiştirmiştir. Kindi (v.261), Farabi, İbni Sina (v.427) ve İbn Rüşd en önemli temsilcileri olmuşlardır. İbni Sina, bedeni haşrın inkarı, alemin ezeli oluşu ve Allahın cüzleri bilemeyeceği konularında görüşlerini geliştirmiştir. Allahın evrenin ilk sebebi olduğunun mantıken söylemiştir. Yani fiillen Allahın  evreni yaratması gerekmez diye iddia etmiştir. Buna karşın ibn Rüşd ikili gerçek fikrini geliştirmiştir.  Ona göre din ve akıl birbirine paralel ve birbiri ile çelişmeyen iki gerçekliktir.

Ancak bu dönemin en önemli ismi şüphesiz İMAM GAZALİDİR.(v.505) İmam Gazali bütün ilimleri değerlendirmiş, artı ve eksisini ortaya koymuştur. Felsefecilerin üç konuda küfre düştüklerini diğer konularda bidata düştüklerini söyleyerek felsefeye büyük bir darbe indirmiştir. Gazali tasavvufu da felsefe gibi eleştirmiştir. Tasavvufu fena ve vecd gibi aşırı uçlardan kurtarır. Takva bilincini ve Zühd hayatını yeniden inşa etmeye çalışır. Bunları yaparken Akıl ve Kalbi birleştirmeye çalışır.

Gazalinin eleştirilerinden sonra KELAM ve SUFİLİK felsefileşir. Felsefi Kelam ve Felsefi Sufilik gelişir. Felsefe ise Din ile Felsefeyi uzlaştıran felsefi bir din haline gelir.

Gazaliden sonra gelen felsefi kelamcı Meşhur Fahreddin Razi (v.606) dir. Kelamı felsefe olarak sistemleştirir. Ve El-Mufassal’ı yazar. Bilgi teorisi, tabiat felsefesi ve varlık nazariyesini Kelamın içinde sistemleştirir. Ayrıca Razi yazmış olduğu tefsirde de bir dönüm noktası olur. Tefsirinde doğa bilimleri, insan bilimleri ve bütün dini ilimleri kullanır. Razi bu anlamda bütün ilimleri sentez yapmıştır. Raziden sonra ilmi, felsefi, tasavvufi tefsirler yazılmaya başlamıştır.    

    Raziden sonra önemli isim İCİ (v.752) dir. El-Mevakıf ı yazmıştır. Daha sonra TAFTAZANİ Şerh ul-Mekasid i yazmıştır. Osmanlı döneminde kelamda bu iki ekol, İCİ ve TAFTAZANİ ekolü hakim olmuştur. Kelam bu dönemde Tevhit ilmi adını da almıştır. Ve Sünni paradigmanın oluşması için yumuşatılmış ve zararsız hale getirilmiştir.   Ahlaki gaye gütmeyen bu kelam sırf nazari bir amaç gütmüştür. Allahın iradesinin kurtarılması adına determinizmin oluşmasına neden olmuştur.

Gazaliden sonra sufizm de felsefeleşir ve İbn Arabi de doruk noktasına ulaşır. İbn Arabi, İbn Sina’nın Vücut nazariyesini kullanarak Vahdet-i Vucut nazariyesine ulaşır.  İslamda ilk panteist görüşün oluşumu böyle başlamıştır. Ancak İbni Teymiyye hocası Ahmet b.Hanbel gibi SELEFİ ekolün temsilcisi olarak, sufizme çok şiddetli saldırmıştır. İkinci hadisçi hareketi diyebileceğimiz bu olay ilki kadar başarılı olamamıştır.

İbni Teymiyye aynı zamanda felsefeye ve kelama da saldırmış ve selefi hareketin tipik bir örneğini vermiştir.

Kendisi de yeni bir şeriat kavramı geliştirerek, filozofun aklını, sufinin sezgisini (kalbini), hukukun zahirini bir kavramda birleştirmeye çalışmıştır. Ancak daha sonra Taftazani (v.791), Semnani (v.736), Şah Veliyullah Dehlevi gibi Sünni kelamcıların uzlaştırması ile sufizm de yumuşatılır ve Sünnileşir. Sünni tasavvuf  olan Rıfai, Kadiri ve Nakşibendi tarikatları oluşur. Sonuçta Sünni doktrin sufizm tehlikesini de kelam gibi ehlileştirmiş ve Sünni doktrine yardımcı olacak bir mahiyete büründürmüştür. Sufizmin her şeyin Allah olduğu fikri, Sünni paradigmanın her şeyi (her fiili) Allahın yarattığı tezi ile uzlaştırılarak, yumuşak bir cebriyeye varılmıştır.

Yine Gazaliden sonra felsefe kendini yeraltına çeker. Bir yandan tasavvufun içine girerek yaşamını sürdürürken diğer yandan, felsefi bir din halinde kendini oluşturmuştur. Sühreverdi (v.587), İbni Arabi(v.633) ve Molla Sadra (v.1050) felsefeyi geliştirerek VAROLUŞÇU nazariyenin temellerini atmışlardır. Aslında bunlar İranın Şia düşüncesi, tasavvuf ve felsefesinin bir sentezi durumundadır. Mesela düşünce ve varlığın özdeşliğini savunan Molla Sadra varoluşu doruk noktaya taşımıştır. Cevheri Hareket kuramı bu gün bile hala güncelliğini korumaktadır. İranda Sebzevari okulu bu ekolün devam ettiricisi durumundadır. Sonuçta Sünniliğin saldırısına uğrayan felsefe, kılıktan kılığa girerek kendisini değişik şekillerde tezahür ettirmiştir. Varlık konusu Osmanlı medreselerinde özellikle, İzmirli İsmail Hakkının İlmi Kelam isimli eserinde sistematize edilmeye çalışılmıştır.

Sonuç olarak; Şerh ve Haşiyeler döneminde tefsir, hadis ve Fıkıh ilimleri oluşumlarını tamamlamış, medreseler sistemiyle okullaşıp kurumlaşırken, kendilerine tepki olarak gelişen, sufizm, felsefe ve kelamı yumuşatarak zararsız hale getirmişler, suni paradigmanın oluşum  hizmetinde kullanmışlardır. Özellikle haşiyeler döneminin yaşandığı Osmanlı dönemi kendine kadar oluşan SUNNİ PARADİGMANIN dünya görüşünün tamamen koruyuculuğunu yapmış, bilgi birikimini resmi kurumlar ile, Avrupa, Balkanlar, Afrika, Orta Asya gibi uzak ülkelere taşımışlardır.

 

       Şerh ve Haşiyeler dönemi olan DURAKLAMA DÖNEMİNİ  de aşağıdaki gibi özetleyebiliriz.

1-      Duraklama dönemi genelde ŞERH ve HAŞİYELER dönemidir.

2-      FIKIHTA mezhep taassubu başlar.

3-      İçtihat ancak mezhep içinde olur.

4-      Fıkhi mezhepler çekişmeye başlar.

5-      Usulü Fıkıh oluşur

6-      Haşiye dönemi fıkıhta sırf taklit dönemi olmuştur.

7-      Bunun sebebi temel eserlerle fıkıh alimlerinin irtibatı kesilmiştir.

8-      HADİSTE rivayet dönemi sona erer.

9-      Hadis usulü oluşur.

10-  Hadis öğretimi için okullar kurulur.( Dar ul-Hadis)

11-  Hadislerin sadece şerhleri yazılır. Orijinal hadis kitapları yazılmaz.

12-  Şerh döneminde Selçuklu Medreseleri oluşmuştur.

13-  Hadis Tasavvuf ile kaynaşıp birleşir. Sünni Tasavvuf oluşur.

14-  TEFSİRDE  mezhep tefsirleri oluşur.

15-   İlim branşlarında tefsirler oluşur. Fıkhi, filolojik, ilmi, felsefi, tasavvufi tefsirler yazılır.

16-   Gazali’den sonra sufizm ve kelam felsefi boyut kazanır.

17-   Ancak Sünni paradigma üç branşı da ( felsefe, kelam, sufizm) yumuşatıp Sünnileştirir. Determinizmin destekçisi haline getirir. Kendisi içtihadı yok ettiği gibi, bu alanlarda da düşünceyi durdurmuştur.

18-  OSMANLI dönemi, Sünni paradigmanın KURUMSALLAŞTIĞI ve korunarak, uzak ülkelere taşındığı dönemdir.

İlimlerdeki biriken bütün bu malumat ve birikim günümüze kadar gelmiştir. Günümüz bilim adamları bunları yeniden değerlendirmek durumundadır.

  1. GÜNÜMÜZ-YENİ DÖNEM: DÖNÜŞÜM DÖNEMİ

Günümüzde islami bilimler yeniden değerlendirme ve yeniden bir dünya görüşü oluşturma dönemine girmiştir. Müslüman bilim adamı öncelikle geçmişteki bu malumatı ile yüzleşmeli ve daha sonra kendi dönemini aydınlatacak yeni ve kullanışlı bir paradigmanın oluşumuna gitmelidirler.

Aslında günümüz dönemi eski dönemlerden daha karışıktır. Çünkü önceki dönemler islamın hakim olduğu dönemlerdir. Günümüz toplumları İslama siyasi ve ekonomik olarak zayıfladığı bazı devletlerin farklı yönetim biçimiyle yönetildiği, bazılarının da hala eski tutumunu devam ettirdiği bir dönemdir. Bu nedenle günümüz bilim adamlarının, batının ortaya koyduğu bilgi birikimi ve kendi geçmiş bilgi birikimi arasında değerlendirme, karşılaştırma ve sentez yapması çok daha zordur.

Gümüz üniversitelerinde hadis, tefsir ve fıkıh ilimleri artık AKADEMİK BİR BAKIŞ açısı ile değerlendirilmektedir. Batı tarzı teşkilatlanan üniversitelerin gelişimi Dar ul-Funundan beri devam etmektedir. Bu konuya tekrar dönmek için daha önce son dönemdeki tefsir gelişmelerine bakalım.

Yirminci yüzyıl tefsiri pozitif ve akılcı bilim anlayışından etkilenmiştir. Elmalı Hamdi Yazır günümüz bilimlerini de kullanarak Kuranın mana yönüne ağırlık vermiştir. Cemalettin Afgani (1938), Muhammet Abduh (1805), Reşit Rıza (1865), İzzet Derveze, Kasimi (1866), Mustafa Meraği ( 1871), Abdulaziz Çavuş (1876) ile temsil edilen yenilikçi tefsir hareketi, Kuranın nazil olduğu ilk asıra geri dönmek düşüncesini savunmuştur. İslam ülkelerindeki sömürü düzenine karşı çıkmak için oluşan ve Kuranın siyasi yorumunu içeren ideolojik tefsir hareketleri de oluşmuştur. MEVDUDİ (1903-1979) ve SEYYİT KUTUB(1906-1966) bu akımın temsilcisidirler. Hakimiyetin Allaha verilmesi ve Kurana dayalı yeni bir hayat düzeninin kurulmasını savunmuşlardır. Seyyit Kutup kuranın indiği asırdaki ilk Müslüman cemaatin atmosferini aynen yaşamayı istemiş ve romantik – ideolojik selefilik hareketinin başlatıcısı olmuştur.

Daha yakın dönemlerdeki tefsirler, batıda gelişen tarihi tenkitçi felsefi hareketlerden özellikle hermonotikten çok etkilenmişlerdir. Bu düşünüler Kuranın belli bir tarihi dönem ve zaman diliminde hayata müdahale ederek inmiş olduğunu bu nedenle ORTAM bilgisinin çok önemli olduğunu savunmuşlardır. Kuranın iniş ortamındaki temel ilke ve amaçlarını çıkararak günümüze uygulamayı hedeflemişlerdir. Emin el-Huli bunu sağlayabilmek için konulu tefsir yöntemini kullanmıştır. Aişe Abdurrahman (1982) semantik yöntemi kullanarak aynı amaca ulaşmayı denemiştir. Ahmet HALEFULLAH aynı yöntemi kuran kıssalarına uygular ve kıssalara psikolojik unsurlar olarak  bakar. Bu kıssaların tarihi bir gerçeklik değil eğitim amaçlı olduğunu iddia etmiştir.         

Muhammet ARKOUN (1929) semitoloji, antropoloji ve sosyolojiyi kullanarak tarihsellik yöntemine katkı yapmıştır.

Hasan HANEFİ (1978) ve Ebu ZEYD (1943) Kuranın kültürel, linguistik ve tarihsel bir metin olduğunu iddia eder.

Bütün bu düşünürler tarihsellik yöntemini değişik şekilde kurana uygulamaya çalışmışlar ve farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Günümüz kuran anlayışını batının son felsefi akımı olan TARİHSELCİLİK ve HERMENÖTİK yöntemler çok derinden etkilemiştir.(Kuran ilimleri ve hadis, İletişim Yayınları)

Bu dönemin en önemli ismi şüphesiz FAZLURRAHMAN (1919-1988) dır. Hermenötik yöntemi kullanan Fazlurrahman, felsefi Hermenötiğin kurucusu GADAMAR’a karşı itiraz etmiş, geçmişin bilgisinin elde edilme imkanını savunmuştur. Kendi yöntemini ikili  bir yöntem olarak geliştirmiştir. Birincisi, Kuranın indiği tarihsel ortama gitmek, oradaki TEMEL- GENEL ilkeleri yaşayan sünnetten ortaya çıkarmak. İkinci aşama, günümüze tekrar dönerek bu genel ilkeleri yeniden yorumlayarak uygulamak. Aslında bu temel ilkeler, Kuranın en derin AHLAKİ İLKELERİ dir. Zaten Kuran devrimi de AHLAKİ bir devrimdir der Fazlurrahman( İslam ve Çağdaşlık, Fazlurrahman).

Günümüz HADİSÇİLERİ eski dönemdeki gibi şerh ve haşiye yazmamaktalar. Tefsirdeki gibi Tarihsel yöntem ışığında çalışmaktadırlar. Hadise tarihsel bir metin olarak bakarlar, metodik bir bakışla hadisin tarihsel, sosyo-psikolojik analizini yaparlar. Bu bakış açısının ortay çıkardığı tartışma, eski dönemlerde de tartışılmış HADİS – SÜNNET tartışmasıdır. Günümüz hadisçileri yeni bir sünnet anlayışı ve teorisi geliştirmeye çalışmaktadır. Seyit Ahmet Han, Muhammet   Abduh, Fazlurrahman, Musa Carullah Bigiyev , İzzet Derveze, Garudy bu çabaların içindedirler.

Ayrıca bazı oryantalistler de tarihi tenkitçi metodu kullanarak sünneti ve kuranı incelerler. Arbery, D.Gibb, İ.Goldziher (1850) Concordance (Hadis Fihristi) yazarı,J. Schacht, GUP Juynbool bunların başlıcalarıdır.

Sonuç olarak günümüzde özellikle son dönemlerde tefsir ve Hadis anlayışında temel dönüşümler olmuştur. Üniversitelerde tefsir, hadis ve fıkıh bölümlerinde çalışan bilim adamları, bu ilimlerdeki malumat ve mirasa KÜLTÜR TARİH ALANI olarak bakmaktadırlar. Bu mevcut ve zengin muhteva akademisyenler için artık direk bir bilgi kaynağı değil, projeler, tezler geliştirmek için bekleyen bir birikimdir. Artık Müslüman bilim adamları geçmişiyle yüzleşmek ve birikmiş malumatlarını yeniden yorumlayarak, çağdaş dünyaya yeni ve tutarlı bir dünya görüşü sunmak zorundadırlar. Bunun için Kuran Teorisi, Sünnet Teorisi, Fıkıh Teorisi gibi kavramlar uygun olabilir.

Günümüz yeni dönemini kısaca özetleyebiliriz:

1-      Günümüz dönemi ilim anlayışında dönüşümün yaşandığı bir dönemdir.

2-      İdeolojik, yenilikçi ve tarihselci tefsirler yazılmıştır.

3-      TARİHSELCİ hermenötik yöntem çok etkili olmuştur.

4-      Hadis Sünnet tartışması yeniden gündeme gelir. Ancak yeni sünnet görüşleri oluşturulur.

5-      Oryantalistler de tarihselci yöntemle bu tartışmalara katılırlar.

6-      Bu dönem ilimlerde AKADEMİK BAKIŞ AÇISI hakim olmuştur.

7-      Bu nedenle bilgi artık bir PROJE ve TEZ dir.

8-      Proje ve tezler ile yeni bir, Kuran, Hadis ve fıkıh TEORİSİ geliştirilmelidir.

Günümüz döneminde bilim anlayışındaki bu köklü değişiklikler, üniversitelerde kullanılan yöntemleri de değiştirmiştir. Bilgisayarlar sayesinde bilgiye erişim çok kolaylaşmıştır. Bilgiyi kullanma yöntemi, tarihsel sırayla HIFZ, KİTABET,TEDVİN,TASNİF olarak gelişmiş ve günümüzde DİJİTAL sanal ortamda koruma şekline dönüşmüştür. Teknolojinin kullanımı Müslüman bilim adamlarında yeni ufuklar açacaktır.

 

  1. DEĞERLENDİRME VE ÖNERİLER   

Buraya kadar anlatılanları aşağıdaki tabloda göstererek, İslami ilimlerin geçirdikleri tarihsel sürecin daha somut olarak görülmesini ve anlaşılmasını sağlayabiliriz.

Tabloda görüleceği üzere, İslam bilimleri (tefsir, hadis, fıkıh, kelam, felsefe, sufizm..) Genel olarak sekiz aşamada tarihsel olarak incelenebilir. Hz. Peygamber dönemi, Sahabe dönemi, Tabiin Dönemi, İmamı Şafii’e kadarki dönem, İmam Gazali ve yakın dönemi, Şerh Dönemi, Haşiyeler dönemi ( Osmanlı Dönemi). Daha öncede belirttiğimiz gibi bu dönemler birbirinden bariz sınırlarla ayrılan dönemler değildir. Aksine iç içe geçmiş karmaşık dönemlerdir. Biz dönemleri özellik ve söylemlerine göre ancak genel hatlarla ayırabiliriz. Çok detaylı bir dönemleme önerisi pratik olarak pek mümkün görünmemektedir.

İlk başlangıcın da – Hz. Peygamber döneminde İslam İlimleri bütüncül bir halde ve bütüncül bir dünya görüşünün unsurları idiler. Bu ilim sahabelerle tabiinlere aynen aktarılır. Ancak tabiinler döneminde CANLI ve bütüncül bu İLİM ,tarihsel bir zorunluluk ile rivayete dönüşür, kaybolan bütünlüğün yerini ayrışmaış bir haldeki ilimler alır. Fıkıh, tefsir, hadis, kelam, bu bütüncül dünya görüşünden ayrılır ve bağımsız bilgi haline gelirler. Ancak 3. yüzyılda imam Şafii, fıkıh bilimindeki özgür düşünce ( içtihat)  ile ortaya çıkan çok fazla ayrılık ve ihtilafları görerek yargı ve yasamada birliği sağlamak ve parçalanan ümmetin siyasi birliğini yeniden oluşturmak amacı ile yöntem arayışına gider. Bu arayışın sonucunda Hadisi şampiyon ilan eder ve fıkhın temeline koyar. Böylece Kuran, sünnet ve içtihat olan islami metodolojiyi Kuran, hadis, içtihat eksenine oturtur. Hadis senet ile aktarıldığından sabit idi ve birliği sağlamaya yapı itibariyle müsait idi. Böylece kaynaktaki birlik içtihatlardaki ve yasmadaki birliği de sağlayacaktı. Ancak durum hiç de Şafiinin düşündüğü gibi olmadı. Ne hadis bu birliği sağladı ne de tartışmalar son buldu. Aksine daha derinden devam etti. Ayrıca imam Şafii tarafından yaratıcı ve gelişen sünnet sürecine ( yaşayan sünnet) darbe vuruldu. İslam ilimleri tam gelişeceği dönemde tıkanıp kaldı. Bu dönem yöntem tartışmalarına İ.Şafii tarafından yapılan 1. eleştiri dönemidir. Bu eleştirirler sonucu, 4 mezhep ( Hanefi, Maliki, Şafii,Hanbeli) kelami ekoller ( Eşari,Mutezili, Maturidi,Zahiri), Tefsir ekolleri (rivayet, dirayet) oluşumunu hemen tamamlama yoluna gitmiştir. Hadis kitapları (sünenler ve sahihler) oluşturulmuş ve tasnif süreci tamamlanmıştır. Bu dönemin oluşum sürecinin temelinde iki unsur yatar. Birincisi tabiin döneminde başlayan ve Arap olmayan adına MEVALİ denilen Müslüman alimlerin çıkması ve ilim ve kültür sahibi olan mevalinin REY ekolünü benimsemesi. İkincisi, Tabiin ve Şafii döneminde fetihlerle genişleyen İslam coğrafyasında ortaya çıkan yabancı unsurlardır. Geniş coğrafyalardaki eski ve büyük medeniyetler (İran, Hint,Bizans,Habeş, Mısır, İskenderiye, Endülüs…) kendi ilim ve bilimsel sürecini tamamlamış ve bilim geleneğini oluşturmuştu. Ancak Araplar daha önce hiçbir ilim geleneğine sahip olamamışlardı. Bu nedenle karşılaştıkları bu büyük medeniyetlerin sistemleri ve kültürleri karşısında yetersiz kaldılar ve bocalama geçirdiler. Önceleri bu medeniyetlerin yönetim sistemlerini aynen alıp taklit ettiler. Daha sonra bunu özümsemeye çalıştılar. Ancak bu medeniyetlerin etkisinden kurtulamadılar. Bunların ortaya koyduğu sistemle bilgisel alanda çok fazla hesaplaşmaya giremediler. Büyük medeniyetlerin etki ve baskısı İslam toplumunu hem çok karıştırdı hem de geliştirdi. Bu baskı karşısında İslam toplumu korumacı bir tutum benimsedi. Kaybolmasından korkulan İslam ilimleri tasnife tabi tutuldu ve hadis olarak senetle aktarılmaya başlandı. Ancak bu esnada İslam toplumu çok büyük bir yanlışa düştü. Bu medeniyetlerdeki bilim ve akli yapıyı eleştirerek alma yerine akla ve bilime saldırarak yok etme yoluna gitti. Akla karşı takınılan bu yanlış tutum olaya çözüm getirmediği gibi İslam toplumunu hemen her alanda temel yanlışlara sürükledi. Siyasi ve ahlaki çözülme ve yozlaşmaya neden oldu. Sonuçta determinizmin kucağına düşüldü. Aslında Sünni paradigma İslam ilimlerinin kendi içinde gelişmekte olan akli yönteme (ehl-i rey) de insafsızca saldırdı. Hadisçi hareketi denen bu oluşum sonuçta Sünni paradigmayı oluşturdu ve Hakim söylemi korudu. Ancak determinizmin ( cebriye) sözcülüğünü yapmaktan  ve İslam toplumunun bilimsel gelişmesini tıkamaktan başka çok fazla bir işe yaramadı. 1. eleştiri döneminden ( şafi dönemi) sonra ikinci eleştiri diye nitelendirdiğimiz Gazali dönemi gelir. Bu dönemde yöntemlerini oluşturan İslam ilimleri, mantık, felsefe, matematik, fizik, kimya,… gibi ilimlerle çeviriler sonucu tanıştı ve kendisini bilimsel olarak sistematize etmeye, bilimsel yöntemlerini kurmaya başladı. Ancak bu bilimsel ve akli gelişme ikinci defa İmam Gazali ile eleştiriye tabi tutuldu. İmam Gazali bilimleri sınıfladı ve sistematize etti. Akla ve felsefeye saldırdı ve felsefeyi dışladı. Ancak Aristo mantığını kabul etti ve kelamın ve fıkhın temel yöntemi olarak tespit etti. Gazali sonrasında felsefi ve akli bilimler şekil değiştirerek gelişti. Felsefi kelam ve felsefi sufizm oluştu. Varoluşçu felsefe bu ilimler aracılığı altında gelişti. Tefsir ilmi de Gazaliden sonra boyut değiştirdi. Fahruddin Razi tefsirinde her türlü ilmini ve bilgisini kullandı. Tefsirin alanı ve yöntemi çok değişti ve gelişti. İmam Gazali özünde Eşari idi. Bu nedenle felsefenin bilgi teorisine ve nedensellik anlayışına saldırdı. İslam toplumunda Gazaliden sonra Allahın yaratıcılığına yer açmak, yani imkan tanımak için, nedenselliği reddeden Atomcu Varlık Nazariyesi geliştirildi. Ancak 2.kez Gazalinin akla ve akli bilimlere ( felsefeye) saldırısı Sünni paradigmayı bilimsel yönteme taşıdı ve SİSTEMATİZE yaptı. Böylece İslami bilimsel yöntem oluşmuş oldu. Bu dönemden sonra bilimlerde herhangi bir gelişme olmadı. ŞERHLER döneminde yığılmış, bir dağ gibi bekleyen İslam ilimleri ancak ŞERH edilmiştir. Bu dönemde büyük şarihler çıkmıştır. Ancak yöntem ve sistem anlayışı aynı kalmıştır. Son dönem HAŞİYELER dönemi tam bir Osmanlı dönemidir. Bu dönemin hakim karakteri kurumsallaşmadır. Hemen her alanda kurumsallaşmaya gidilmiş ve bilimler de bundan nasibini almıştır. Bilimlerin öğrenilmesi ve öğretilmesi için okullar kurulmuş ve dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Ancak Gazalinin akla ikinci saldırısından sonra İslam ilimleri doğa ilimlerden ayrılmıştır ve ilimler, rivayet ilimleri (tefsir, fıkıh, kelam,sufizm…)ve akli ilimler (mantık, felsefe, matematik, fizik, kimya…) olarak ikili bir yapıya bürünmüştür. Osmanlı medreseleri bu ikili yapının koruması ve aynen aktarılmasından ibarettir. Gazalinin algılayan akıl (kalp) ve ifade eden akılı (rasyonel akıl) ikiye ayırmasından sonra İslam toplumu bu ikili ayrımı hep bünyesinde taşıdı, birleştirme imkanı bulamadı. Aslında bu bir nevi bilgide laiklik idi. Yani akıl-nakil, din-dünya bilgisi. Bu temel ve çok yanlış ayırım, hem toplumsal sahada hem de bilgisel sahada İslam ümmetini yirminci yüzyıla taşıdı.           

Osmanlı imparatorluğu zaten bu ikili bilgi anlayışını toplumsal olarak uygulamış ve hilafet ve saltanatı siyaseten oluşturmuştur. TÜRKİYE CUMHURİYETİ bu ikili toplum yapısını ( ikli bilgi anlayışına dayanan) tek yapıya, özellikle dünyevi yönde /saltanat dünyevi yöndür) dönüştürerek ortadan kaldırdı. Bu dünyevi yön Türkiye Cumhuriyetinde Laik bir yapı anlayışının doğmasına neden olmuştur, en azından en güçlü nedenlerinden birisi olmuştur.

İslam bilimlerinin oluşum süreci ile ilgili olarak çok şey söylenebilir. Bu konuda yazılacak cümlelerin sonu pek gelmez. Ancak ben, yazımın da başında belirttiğim gibi, İslam ilimleri tarihine daha genel bakmak, kısa bir yöntem önerisi sunmak istiyorum.

Aslında bu önereceğim yöntem sadece İslam bilimleri için değil genel olarak bütün bilimler, dünya üzerindeki diğer toplumların, yani her hangi bir toplumun, geçirmiş olduğu bilimsel süreçler için, geliştirilmiş genel bir bakış açısı olarak görülebilir.

Sayın Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç hocamızın, İslam Medeniyetinde Bilgi ve Bilim adlı kitabında, bilimlerin bu gelişim sürecini incelemiş ve genel bir yöntemi önermiştir. Aynı eserinde “ Her medeniyette bilimsel sürecin takip ettiği tarihi yol, değişik olsa da, geçirdiği aşamalar aynıdır      ( s.58) diyerek bu aşamaların ayniliğinden bahsetmiştir.

Bu bilimsel gelişim sürecini 4 aşamada incelemiştir:

1-      Bilgiyi yönlendirici bir dünya görüşü oluşumu

 

2-      Bu dünya görüşü ekseninde bilgi faaliyetleri oluşması ve bilgi geleneğinin meydana gelmesi

3-      Bu bilgi birikiminin bir yönteme bağlı  olarak düzene sokulması.

4-      Düzenlenen bilginin sınıflandırılması ve sistematize edilmesi. Bilimsel bilgi  geleneğinin oluşması.

Ayrıca sayın hocamızın kitabında, hem batı hem de doğu İslam bilimlerinin bu aşamalarını kendi yöntemine uygun olarak göstermiştir. Ben de aşağıda sunmuş olduğum tablonun 9. satırındaki “BİLİM GELENEĞİNİN OLUŞUM SÜRECİ  başlıklı bölümüne bakarak bu süreci incelemek istiyorum.

Tabloda birinci aşama bütüncül dünya görüşü aşaması olarak belirtilmiştir. Bu aşama  Hz. Peygamber ve sahabe dönemine rastlamaktadır. Bütün bilimler bu dünya görüşünün içinde saklıdır. İkinci aşama Tabiin dönemidir.Sahabenin aynen aktardığı bu dünya görüşü, tabiin döneminde bilgi birikimi sürecine girer. Buna biz MALUMAT sürecinde diye biliriz. Malumat aşaması, İslam coğrafyasının gelişmesi sonucunda topluma katılan yeni medeniyetler ve kültürlerin etkisi ve bilgi katkısı ile oluşmuş ve genişlemiştir. Bu dönemde çıkan bölgesel sorulara cevap aranmıştır. Felsefi açıdan bilgi birikiminin oluşum aşamasına, sorunlar felsefesi dönemi de diyebiliriz. Üçüncü aşama bilginin YÖNTEMİ aşamasıdır. Bu dönem İslam ilimlerinde İmam Şafii ile son bulmuştur. Şafinin serbest aklı eleştirisi, ilimlerde ortak ve sabit bir yöntem arayışını ortaya çıkarmıştır. Parçalanan ümmetin imdadına bu yöntem birliği koşmuştur. Ancak bu birlik çok uzun sürmemiştir. Bu dönemde dünya görüşünden ayrılan İslam ilimleri ( fıkıh, hadis, tefsir, kelam…..) kendi içinde tedvin ve tasnif işlemlerini bitirmiş ve bilgisel YÖNTEMLERİNİ oluşturmuşlardır. İslami disiplinler  son halini almıştır.  

Dördüncü ve son aşama bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Yani bilimsel geleneğin oluşumudur. Aslında bu çok doğal bir süreçtir. Çünkü islamın gelişinden önce Arap toplumunda bilimsel herhangi bir gelenek yoktu. İslamdan, kuranın getirdiği dünya görüşünden sonra İslam toplumu,   4. ve 5. yüzyıllarda bilimsel geleneğe kavuşmuştur. Bu 5 yüzyıllık uzun bir süreç iç ve dış etkiler sonucu oluşmuştur. Bu dönemin en etkin ismi şüphesiz Gazalidir. Tabloda bu dönem 2. eleştiri dönemi olarak isimlendirilmiştir. İmam Gazali bu dönemde felsefi ve akli bilimlere saldırır ve bilimler için yöntem arayışına gider. Sonuçta aklı ve kalbi ayırarak İslam toplumundaki ikli (dualist) bilgi anlayışının temellerini atar. Ancak bu arada bilimler dini ve dünyevi (akli-nakli) olarak sınıflanmış ve sistematize edilmiştir. İslam bilim geleneği tamamlanmıştır. Daha sonraki dönemler (Şerh ve Haşiyeler dönemi) bilimsel geleneğin yok oluşu da diyebiliriz. Bu dönemler çok geneldir. Her türlü eleştiriye açıktır. Ancak bir ufuk vermesi açısından incelemeye ve üzerinde düşünmeye değer görünmektedir.

Günümüz bilim anlayışı artık şekil değiştirmiş ve yeni bir sistem sürecine girmiştir. Artık İslam bilimleri, Müslüman akademisyenler tarafından, kültürel ve bilimsel bir veri olarak incelenmektedir. Bu dönemde her türlü ekol ve yönteme eşit durulmaktadır. Ancak tarihsel bir yöntem olarak HERMENÖTİK yöntem ağırlık kazanmıştır. Müslüman bilim adamları hermenötik yöntemi kullanarak, çok zengin tarihi ve kültürel mirasına yeniden bakmalı, bu süreçten edinecekleri eleştirel bilgi ile, kendilerine ve yüzyıllarına ışık tutacak bir dünya görüşünü yeniden oluşturmalıdırlar. Ancak böylece yeni bir bilgi edinme ve bilimsel bilgi geleneği oluşturma dönemlerini başlatma süreci ivme kazanabilir. Kısacası biz dört döneme ayırdığımız ( 1- dünya görüşü, 2- bilgi birikimi, 3- bilgi yöntemi, 4- bilimsel bilgi sistemi) ÇEVRİMSEL SÜRECİN, ta en başından başlamalı ve tarihin çevrimine böylece katkıda bulunmalıyız. Bunun için de tablomuzdaki 1. Yüzyıla Hz. Peygamber ve Sahabeler dönemine dönmeli, bu dönemi en ince ayrıntısına kadar incelemeli, eleştirel bir yöntemle bilgileri ayıklamalı, sonuçta, bizi bir dünya görüşüne götürecek basamakların ilki olan teorileri geliştirmeliyiz. Bu teorileri; kuran teorisi, sünnet teorisi, hadis teorisi, fıkıh teorisi vs. olarak adlandırmak mümkündür.

        

1-

PEYGAMBER

DÖNEMİ

2-

SAHABE

DÖNEMİ

3-

TABİİN (MEVALİ)

DÖNEMİ

4- 1. ELEŞTİRİ

(ŞAFİİYE  KADAR)

DÖNEMİ

5- 2. ELEŞTİRİ

(GAZALİ )

DÖNEMİ

6-

ŞERH

DÖNEMİ

7-

HAŞİYE

DÖNEMİ

8-

AKADEMİSYENLER

DÖNEMİ

1-DÖNEM

 

2-EKOLLER

3-SÜNNET

4-YASAMA

5-SİYASET

6-AHLAKİ

TUTUM

7- BİLGİ AKTARMA

ŞEKLİ

 

8-İLİM

 

9-BİLİM GELENEĞİ OLUŞUM

SÜRECİ

1. YÜZYIL

2. YÜZYIL

3. YÜZYIL

4-5. YÜZYIL

5-12. YÜZYIL

13. YÜZYIL

15. YÜZYIL

(GÜNÜMÜZ)

Bütüncül Dünya Görüşü

Ekolleşme yok

Yaşayan Sünnet =İCMA=İÇTİHAT

(dinamik ve büyüyen bir süreç)

Devlet ve Halk İç içe

(demokrasi)

HİLAFET

ÖZGÜR İRADE

 

 

BÜTÜNCÜL İLİM

 

ŞİFAHİ

 

HIFZ

 

 

BÜTÜNCÜL DÜNYA GÖRÜŞÜ

 

 

BİLGİ ( DÜNYA GÖRÜŞÜ)

AKTARIMI

 Ehli Hadis

            

       Ehli Rey

Yaşayan Sünnet = Rivayet

Şahıslar (Mezhep İmamları)

Yasama yapar

Saltanat

(Emevi ve Abbasiler)

DETERMİNİZM

(Cebriye)

HIFZ ve KİTABET

TEDVİN ve TASNİF 

BİLİMLER TASNİFİ 

 

 

AYRIŞMA (Hadis, Fıkıh, Tefsir, Kelam)

Fıkıh: 4 mezhep

Kelam: Eşari, Maturidi Mutezili,  Zahiri,

Tefsir: Rivayrt Dirayet

(Hadisin zaferi Sünni paradigmanın oluşması)

Pozitif ve dini bilimler eleştirilir. Bilimlerin sınıflandırılması

(Sünni doktrinin bilimsel hale gelmesi)

Sünni paradigmada iki Ekol

1- İCİ

2- TAFTAZANİ

Hepsine eşit yaklaşım. Tarih ve kültür alanını  YENİDEN DEĞERLENDİRME

Sünnet = Hadis

(Donuklaşma ve Sabitleşme )

Hadis ( Fıkıh, tefsir, Kelam, Sünnet)

Yeniden Sünnet -Hadis tartışması ve SÜNNET TEORİLERİ

DEVLET

(Yasama+Yürütme+Yargı)

Devletin Yasaması

Görevli Fakihler

Kadı (Yargıç) + Müftü ( Hukuk danışmanı) KURUMSALLAŞMA

CUMHURİYET

(Türkiye)

HİLAFET VE SALTANAT

(Osmanlı)

SALTANAT

(Fatimi + Memlüklüler + Selçuklu )

KURUMSAL

DETERMİNİZM

BELİRSİZLİK

BİLGİSAYAR ÇAĞI

(Üniversiteler)

 

Pozitif Bilim Anlayışı

 

 

YENİDEN YAPILANMA VE DEĞİŞİM                     ( Akademik Bilim Anlayışı)

 

GERİLEME DÖNEMİ

(Mevcudu koruma ve taklit. Haşiyeler)

 

DURAKLAMA

DÖNEMİ

(Bilimlerin Şerhi

Büyük Şarihler))

 

 

YÖNTEM AŞAMASI (Bilimsel bilincin Oluşumu)

 

 

BİLGİ BİRİKİMİ

 ( MALUMAT)

Sorunlar Felsefesi

GENİŞLEME

(Felsefe, Doğabilimlerinin gelişmesi, Sufizm, Matematik, Varoluşçu Felsefe, Dil bilimleri, mantık)

 

SABİTLEŞME

(aynen aktarım)

YAYGIN EĞİTİM OKULLARIN KURULMASI

SİSTEMLEŞME AŞAMASI

(Bilimsel bilincin gelişimi ve bilim geleneğinin oluşumu. Bilimler Tasnifi)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


      KAYNAKÇA

  • A.Hallaf, İslam Hukuk Felsefesi
  • A.Kerim Zeydan, İslam Hukukuna Giriş
  • A.O.Koçkuzu, Hadis İlimleri
  • A.Sami en-Neşşar, İslamda Felsefi Düşüncenin Doğuşu
  • Daniel Brown, İslam Düşüncesinde Sünneti Yeniden Düşünmek
  • Fazlurrahman, İslam
  • Fazlurrahman, Tarih Boyunca Metodoloji Arayışı ve İslam
  • Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık
  • G.H. A.Junboll, Hadis Tarihin Yeniden İnşası
  • H.Karaman, İslam Hukuku Tarihi
  • H.Karaman, İslam Hukukunda İçtihat
  • Hoodgison, İslamın Serüveni
  • H.İbrahim Hasan, İslam Tarihi
  • H.Corbin, İslam Felsefesi Tarihi
  • İbn Hişam, Siret i İbn Hişam
  • İ.Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi
  • İ.Cerrahoğlu, Tefsir Usulü
  • İlitam Yayınları, Fıkıh
  • İlitam Yayınları, Sistematik Kelam
  • İlitam Yayınları, İslam Tarih ve Medeniyeti
  • İlitam Yayınları, Felsefe
  • İlitam Yayınları, Kuran ve Hadis İlimleri
  • M.Sofuoğlu, Tefsire Giriş
  • M.H. Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet
  • M.H. Kırbaşoğlu, Hadis Metodolojisi
  • M.Hudari, İslam Hukuk Tarihi
  • M.E. Özavşar, Hadisi Yeniden Düşünmek
  • M.Yusuf Musa, Fıkhi İslam Tarihi
  • M.Carullah Bigiyev, Kitab us-Sünne
  • M.Hamidullah, İslam Peygamberi
  • Mevdudi, Tevhit Mücadelesi ve Hz.Peygamber
  • Mücteba Uğur, H.1. Asırda İslam Toplumu
  • Necip Taylan, İslam Felsefesi
  • O.Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku
  • Ömer Özpınar, Hadis Edebiyatının Oluşumu
  • P.M.Holt, A.K.S.Lambton, B.Lewis, İslam Tarihi
  • Philip K.Hitti, İslam Tarihi
  • Ramazan Altunay, Emevilerde Günlük Yaşam
  • Suphi es-Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları
  • Suyuti, el-Itkan
  • Sekaki, Mefatih ul-Ulum
  • Şatibi, el-Muvafakat
  • Taberi, Tarihi Taberi
  • T.J.DE Boer, İslamda Felsefe Tarihi
  • Tarih Kaynakça (Nedim Hoca)
  • T.Koçyiğit, Hadis Usulü
  • T.Koçyiğit, Hadis Tarihi
  • W.M.Watt, İslam Felsefesi ve Kelam
  • Zerkeşi, El Burhan fi Ulum ul Kuran


 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Hatice Merve ÇALIŞKAN, 13922768 (DOKTORA)

TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİNİN MUKAYESELİ OKUNMASI   

 

Kur'ân-ı Kerim Arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlamışlardır. Anlayamadıkları kısımları ise Hz. Peygamber’e sormuşlardır.  Tefsir tarihi bizlere nüzul ortamını, o dönemdeki insanların zihin yapılarını ve bu doğrultuda Kur'an-ı Kerim’e bakışlarını resmederken, Hadis tarihi, Sünnetin Kur'ân-ı Kerim’in umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah etiğini belirtir.[1] 4.asrın ilk yarısından itibaren hadis ilminin konularını içine yer alan müstakil kitaplar telif edilmeye başlanmıştır. Bu konulardan birisi de nâsih ve mensûh hadisler konusudur.[2] “Hukuk, cemiyette düzen kuran, müeyyidesini toplum vicdanının tepkisinde ve bu tepkiye tercüman olan devletin maddi zorlama kuvvetinde bulan kâideler toplamıdır.” “Fıkıh, anlamak derinlemesine kavramak, tam bilgi sahibi olmak anlamına gelir.”[3] Aynı zamanda kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer’i hükümleri bir meleke halinde bilmesi anlamına da geldiği söylenmiştir.[4] Kur'ân-ı Kerim ve Sünnetten elde edilen bilgilerin adı demek olan fıkıh, iman ve ibadetten sosyal nizama ve ahlâka kadar birçok bilgi dalını kapsamaktadır. Görüldüğü gibi Fıkıh da kaynağını önce Kur'ân-ı Kerim’den almıştır. Daha sonra hadisleri de hüküm vermede kullanmıştır. Aslında bakılan olay, kişiler, mekân aynıdır. Hepsi bir bütünsellik arz eder. Ama olayı ele alışlarında farklılıklara rastlanmaktadır.           

Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihinin tarih sahnesindeki gelişimlerine bakarak, bu ilimlerin birbirleriyle nasıl ilişki içerisinde olduğunu bir kere daha görelim. İlk dönemlerde gelen vahiyler Hz. Muhammed’in vahiy kâtipleri tarafından yazılıyordu.[5] Ancak başlarda hadislerin yazımına ayetler ile karışır endişesiyle izin verilmemişti. İkinci dönemde sahifeler yazılmaya başlanmıştır.[6] İslâmın bidayetiyle birlikte ise hadis yazımının çoğaldığı görülmektedir. [7] Fıkıh ise, tarihin ilk devirlerinde oluşmaya başlamış, hicri ikinci yılın başlarında yazılmıştır. [8] Kur'ân-ı Kerim’in yazıldığı, hadislerin ise yazımına izin verilmediği dönemde ispat delilleri ise şahitlik, itiraf ve yemin ile olmaktaydı.[9] Sünnetin düzensiz ve müsned tarzında tedvini fıkıh tedvininden önce olsa da konularına göre tasnifi daha sonradır.[10]

Zamanın geçmesiyle bir taraftan tedvin hareketi geniş bir şekilde faaliyet gösterirken, diğer tarafta fıkhi, itikadi ve siyasi fırkalar teşekkül etmiş, her fırka bir hüküm için lazım olan nassı aramaya koyulmuş, onlar kendilerini teyid edecek bir delil aramışlardır.[11] Tefsir, Hadis ve Fıkhın tarih sahnelerine baktığımızda, sınırların da genişlemesiyle birlikte farklılaşma ve gelişmelerin olduğunu görmekteyiz. Mesela Sahabilerin Hz. Peygamber’den sonra hadisleri nakletmedeki rolleri büyüktür.[12] Aynı zamanda Hz. Peygamberin stratejilerine de çoğunlukla uymuşlardır.[13] Bu anlamda Hadis tarihiyle ilişkiliyken, söz konusu rivayetleri ayetleri tefsir etmek için kullanmaları ise Tefsir tarihini ilgilendirmiştir.

Hadis toplama ve muhafaza işi Hz. Peygamber döneminde yalnız hafızalara tevdi edilip, yazıdan istifade edilmediğini daha önce de belirtmiştik. “Bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde onu Allah’a ve Peygamber’e götürün”[14] ayetine dayanarak Sahabiler, ihtilaf ettikleri hususları Hz. Peygamber’e sormuşlar ve Hz. Peygamber hayatta olduğu müddetçe de hadisleri, müzakere ve münakaşa etmişlerdir.[15] “Hz. Peygamber’den sâdır olan hadislerde zaman zaman ilimden, fıkıhtan bahsedilmesi, sahabenin dini meselelerde bilgi sahibi olmak, meselelerin inceliklerini kavramak arzusunu uyandırmıştır. Bazıları muhkem ve müteşâbih ayetleri anlamaya çalışırken, bazıları sadece Hz. Peygamber’in sözlerini toplamaya çalışmıştır. Hz. Peygamber hayatta olduğu için hüküm çıkarmayla doğrudan ilgilenmeseler de, bunun yollarını Hz. Peygamber’den öğrenmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim de ilmin başkalarına öğretilmesini tavsiye ediyordu.”[16] Yine Sahabiler tefsirde sebeb-i nüzûle vakıftılar.[17] Ayetlerin izahını peygamberden işiterek ya da ictihadlarıyla yapmışlardır. Dile ve dini yöne önem vermişlerdir.[18] Görüldüğü gibi Hadis tarihinin yakından ilgilendiği, Hz. Peygamber ve ashabının durumları, aslında yapılan Kur'ân-ı Kerim’i anlama faaliyeti olduğundan, Tefsir tarihi içinde de pek çok kere yer almıştır. Bir örnek verecek olursak sahabilerden İbn Mesud’un Kur'ân-ı Kerim tefsirindeki en mühim kaynağı Kur'ân-ı Kerim olmuştur. Ondan sonra Hz Peygamber’in sünnetidir. Bunun yanında içtihadıyla da hareket etmiştir.[19] Tarih sahnesinde gördüğümüz İbn Mesud hem tefsir ile ilgilenmiş, bunu yaparken sünneti kullanmış, hem de hüküm vererek Hukuk tarihinin de içinde ismini zikredilmesini sağlamıştır.

Vahyin hukuk nizamını oluşturmasında; bazı olayların ortaya çıkmasının ardından, Sahabilerin Hz. Peygamber’den çözüm istemeleri, bazen problem çıkmadan hükümler çıkması, bazen de probleme rağmen vahiy gelmeyince Hz. Peygamber’in içtihada başvurması etkili oluyordu.[20] Mekke devrindeki ayetler iman ve ahlakla ilgilidir. İslam Hukukunun da bu alanlarla ilişkisi dikkate alındığında temelinin teferruat olmadan bu dönemde atıldığı söylenebilir. Sonraları Kur'ân-ı Kerim ve Sünnette açıkça bulunmayan meseleler ortaya çıktığında istişareye başvurulmuştur. [21]

            Tâbiun dönemine baktığımızda İslâmiyete yeni giren unsurlar nedeniyle müslüman olmayanları bir çatı altında toplamak ve onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu yüzden yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler müfessirler Kur'ân-ı Kerim’e sarılıyorlardı. Şahsi görüşlerde böylece rol oynamaya başlamıştı. [22] Siyasi ihtilaflar ve bu ihtilafların neticesi ortaya çıkan şia ve havâric fırkaları, hadis vaz’ının başlamasında başlıca âmil olmuşlardır. Her fırka kendi siyasi görüşlerinin doğruluğunu teyid edecek dini nasslara ihtiyaç duymuşlardır.[23] Hadis uydurma hareketinin ortaya çıktığı Emeviler devrinde, nazari fıkıh da başlayıp, gelişti.[24] İslâm ülkesinin sınırlarının genişlemesi, yeni düzenlemeler yapma ihtiyacını doğurdu.[25]  Kısacası bu dönemde yaşanan bir takım olaylar, herkesin kendi görüşünü Kur'ân-ı Kerim’den destekleme uğraşı ve akabinde gelen hadis uydurma faaliyetleri yeni hukuk kaidelerine ihtiyacı doğurmuştur. Bu olayların her birinin birbirini gerektirdiğini ya da birinin diğerine neden olduğunu görmekteyiz.

            Yine tarih içerisinde dikkatimizi çeken bir durum da her bir alana ait ihtilaflar ve onların sebepleri olmuştur. Sınırların genişlemesi ve İslam’ın yayılmaya başlamasının beraberinde getirdiği bir takım olgular tabi ki bazı ayrılıkların da oluşmasına neden olmuştur. Müfessirler arasındaki ihtilaf sebepleri; kıraat ihtilafları, i’rab yönlerindeki ihtilaflar, kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı, lafzın iki veya daha fazla manada iştirakı, ıtlak ve takyid ihtimali,  umum ve husus ihtilafı, hakikat ve mecaz ihtimali, kelimenin ziyadeliği ihtimali, hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali, Hz. Peygamber ve seleften gelen tefsir rivayetlerinin ihtilafıdır.[26] Sahabe İhtilafları; Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete ait nasların bir manaya gelme ihtimali olduğu gibi bir başka manaya gelme ihtimali de vardı. Yaşadıkları çevreler farklı olduğundan ihtiyaçları da değişikti. Hadislerin sahabe devrinde tedvin edilerek, Müslümanların arasında neşredilmemesi ayrılıklara neden olmuştur.[27] İhtilaf sebepleri, Hz. Peygamber’den uzakta bulunan bazı Sahabilerin bu arada geçen ayet ve hadislerden haberdar olmamaları, hadisi sağlam bir kaynaktan elde etmemiş olmak, farklı anlamak ve yorumlamak, yanılmak ve unutmak olmuştur.[28]

            Her üç tarih kitabından aktardığımız ihtilaf sebeplerine bakınca, hepsinin de bu konuyla ilgilendiğini görüyoruz. Çünkü bu ihtilafların doğurduğu bir takım olgular tefsiri, hadisi ve fıkhı etkilemiştir.

            Bu alanların birbirleriyle olan ilişkilerinin bir başka yönünde de Elimizdeki en eski örnek olan Şâfii’nin er-Risâle ismindeki eserinde, Kur'ân-ı Kerim ve onun hükmünü açıklama metodu, nâsih-mensûh, haber-i vâhid, kıyas, istihsan gibi konuları işlediğini görüyoruz.[29] Tefsirin konularından biri olan nâsih-mensûh ve hadisin bir yönünü teşkil eden haber-i vâhidin bir İslâm hukukçusu tarafından ele alındığını görmekteyiz. Yine islâmın ilk dönemlerimde “fıkıh” kelimesinin, Ebû Hanife’nin akaid alanına dair eserine verdiği “el-fıkhu’l ekber” adından, tüm ilimler için kullanıldığını fark ediyoruz. Yani bilgi bütün olarak görülmüş, derin düşünme anlamındaki “fıkıh” kelimesi farklı ilimlerde de kullanılmıştır.

            Hadisçiler, “Mütevâtir hadis gelişi itibariyle sahihtir. Ancak sahih olduğu kadar zayıf olma ihtimali de bulunan hadisler ise âhaddır”[30] diye sınıflamalarla hadisleri sıhhat derecelerine ayırırken, hukukçuların bu olaya bakışları ise, bu tarz hadislerle amel etmenin hükmü bağlamında olmuş ve bu bağlamda farklı yorumlarda bulunanlar olmuştur.

             İslâm Hukuku Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete dayanır. Din, ibadet, ahlak ve hukuk birbirini tamamlamaktadır. Kur'ân-ı Kerim ve Sünnette ifade edilen hukuk kâideleri ve hükümlerin sayısı azdır ve teferruattan ziyade genel esaslara dayanır. [31] Oysaki tefsir ilminde her ayetin farklı tezahürlerde üzerinde durulmaktadır. Hukuk bu bağlamda sadece kâide ifade eden ayetlerle ilgilenmektedir.

            Tüm bu örneklerden anlaşılacağı üzere, farklı birer disiplin olarak gelişen tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinin tarihlerine baktığımızda aslında aynı kaynaktan beslenip, farklı bir ihtiyacın tezahüründe oluştuğunu görmekteyiz. Her üçünün de aslında bu anlamda birbiriyle ilişkili olduğu göz ardı edilmeyecek bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır.

           

 

 

KAYNAKÇA

 

KUR’ÂN-I KERİM

 

ATAR, Prof. Dr. Fahrettin, Fıkıh Usûlü, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst. 2008.

 

CERRAHOĞLU, Prof. Dr. İsmail, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. b.t.yok.

 

DEMİRCİ, Prof. Dr. Muhsin, Tefsir Tarihi, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst. 2008.

-------------, Tefsir Usûlü, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst. 2008.

 

KARAMAN, Prof. Dr. Hayreddin, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, Ensar Neşriyat, İst. 2008.

 

KOÇYİĞİT, Prof. Dr. Talât, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2011.

----------------, Hadis Usûlü, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ank. 1993.

 

ŞA’BÂN, Prof. Dr. Zekiyüddîn, İslâm Hukuk İlminin Esasları, çev. İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2009.

 

 

 



[1] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.231.

[2] Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.266.

[3] Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.32.

[4] Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İst. 2008, s.2.

[5] Muhsin Demirci, Tefsir Usûlü, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İst. 2009, s.78.

[6] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.26.

[7] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.68.

[8] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.36.

[9] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.47.

[10] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.57.

[11] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.289.

[12] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.69.

[13] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.86.

[14] 4. Nisa, 58.

[15] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.20-21.

[16] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.22.

[17] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.234.

[18] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.235.

[19] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.238.

[20] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.46.

[21] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.45.

[22] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.243.

[23] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.109.

[24] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.51.

[25] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.53.

[26] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.226-227.

[27] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.99.

[28] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.50-51.

[29] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.36.

[30] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.183.

[31] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.43-44.




0 Yorum - Yorum Yaz



Adı ve Soyadı: Habib BAYGIN

Öğrenci No: 14952703 (B.DOKTORA)

Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ


 

 

FIKIH TARİHİ SÜRECİ    

FIKIH İLMİNİN GELİŞİM SAFHALARI

 

1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.

Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.

 

2- Sahabe Dönemi

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.

Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.

Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.

Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.

 

3- Tabiun Dönemi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.

Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.

Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.

Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.

a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.

c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

 

4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması

İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.

 

5- Taklid ve Duraklama Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.

Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.

Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir..

6- Kanunlaştırma Dönemi

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

 

 

FIKIH İLE FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK

Fıkıh ilminin konusu, mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiille­rin hükümleridir. Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf, hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri, tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir. Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini zikreder.İşte, Usûlcü  mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır.

HADİS TARİHİ VE USULÜ

Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.

HADİS İLİMLERİ 
Hadis ilimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayet-il-hadis gelir. Bu ilim dalında hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde ulaşıp ulaşmadığı araştırılır. Dirayet/Rivayet ikilisi bir bakıma kalite/kantite ikilisine benzer. Mesela tek bir kanaldan gelen dirayeten güçlü bir hadisin, bir kaç kanaldan gelen yani rivayeten güçlü gözüken bir hadisden daha sahih olması pek ala mümkündür.

Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar.

Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir.

 

HADİS İSTİLAHLARI 
Her ilim dalının bir terminolojisi olduğu gibi hadis ilimlerinin de istilahları vardır. Hadis istilahları anlaşılmadıkça hadis usulü de anlaşılamaz. Hadis istilahları çok sayıda olduğu için aşağıda sadece bir kısmına temas edilecektir:

Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir. 
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.

Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde değerlendirilir. 
"Sika" da iki şart aranır: Adl ve zabt. Adl ravinin hadisi bozmadan rivayet eden dürüst bir müslüman olması, zabt ise hafızanın kuvvetli olması özelliğidir.

Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır.

Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var:

Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim:

Tirmizi (ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler: 
"Yahya b. Main ilk benim önümde oturduğu zaman bu hadisi sordu. Ben de Hammad b. Seleme bize tahdis etti (diyerek hadisi edaya başladım) Yahya dedi ki keşke defterinizden rivayet etseniz? Ben de defterimi getirmek üzere kalktım. Elbisemden tuttu ve önce bana (hafızanızdan) yazdırın. (Defteri getirmeden önce) tekrar size kavuşamamaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine hadisi yazdırdım, sonra çıkıp defterimi getirdim ve ona (hadisi) okudum."

Muhaddislerin, ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu sözleri ile işaret etmektedir: 
"Bu ilim, yani hadis ilmi dindir. Artık dininizi kimlerden aldığınıza dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde Rasulullah (sav) şöyle buyurdu diyenlerden yetmiş zat gördüm ki her hangi birisine beytü'l-malı teslim ederseniz yine emin sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiç birisinden ahz etmedim. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn-i Şihab-i Zühri gelince hepimiz kapısına koşup üst üste yığılırdık."

HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI

Sıhhat yönünden:

Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir: 
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması) 
- Bütün ravilerin sika olması 
- İllet ve şazlık bulunmaması 
Bu son şartın araştırılması zor olup, bunda ancak Buhari gibi büyük hadis mütehassısları derinleşebilmişlerdir. İllet ve şazlık olması durumu, ilk bakışta hadisin sened ve ravi yönünden sağlam gözükmesine rağmen, metin veya senedde gizli bir bozukluk olması halidir. Eğer muallel (illetli) veya şaz ise hemen zayıf hadis mertebesine iner.

Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir.

Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir.

Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır.

Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler.

Sahibi yönünden:

Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir.

Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.

Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.

Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir.

Senedde uzunluğu yönünden:

Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.

Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır.

Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür.

Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü:

Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır.

Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir. 
Hadisde metin ve sened tenkidi:

 

 

Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:

- Metin tenkidi 
- Sened tenkidi

Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır.

Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır.

Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır.

 

HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI 
Hicri ilk asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet ediliyordu. Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların kendi lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride kalması gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiin hazeratının ve onlardan sonraki muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz davranmalarına yol açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce, haftalarca süren yolculuklara çıktılar.

Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir.

Hadis kitaplarının türleri:

Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır:

Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir.

Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir.

Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru 
Ahmed b. Hanbel'in müsnedidir.

Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır.

Kütüb-ü Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der: 
"Hadis rivayeti mevzuunda daha çok bilgi almak isteyen Tirmizi'nin camiine, sadece ahkam hadisleri isteyen Ebu Davud'un sünenine, fıkhi babların mükemmel sıralanışını görmek isteyen İbn-i Mace'nin sünenine müracaat etmelidir. Nesai'nin süneninde ise bu meziyetlerin bir çoğu bulunmaktadır."

Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır.

Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır.

 

SONUÇ

Hadis ilmi dünyada yalnızca müslümanlara has bir ilim olup tarihçilere parmak ısırtmış, bu ilmi değersiz göstermek isteyen müsteşrikleri de bir çok sıkıntılara sokmuştur. Dünya tarihinde, peygamberimizden başka, hayatı ve risaleti, bütün ayrıntıları ile ve çok titiz metodlarla günümüze kadar ulaşan başka hiç bir şahsiyet yoktur. Bu sebeple, hadis ilmi müslümanların medar-ı iftiharları olup aynı zamanda sünneti bize ulaştırdığı için ona sahip çıkmak, onun metodolojisini, bize bıraktığı muhteşem ilmi mirası sonraki nesillere aktarmak vazifemiz olmalıdır. 
Hadislerden bahsederken de, uluorta ve kulaktan dolma şeyleri değil, muteber kitaplardan aldığımız hadisleri söyleyerek, ilmimiz az da olsa, sünnete aşık, mesuliyetini müdrik bir müslümana yaraşır titizlik gösterilmelidir. 
Ayrıca, muhaddislerin hadis rivayeti ve metin/sened tenkidi metodlarından bugünkü haber alma/verme ve değerlendirmede öğreneceğimiz bir çok dersler vardır

 




0 Yorum - Yorum Yaz



Mukayeseli tarihler/ usuller kıraati hulasası nedir?

Ali KAŞIKIRIK

Öğrenci no: 13922707

2014/2015 güz dönemi –Doktora

İslami ilimler bir bütünün parçaları gibidir. Onun alanlarından biriyle uğraşan mutlaka diğerlerine de ihtiyaç duyar. İnsanlık tarihinin bir parçası olması itibarıyla İslam tarihinin tüm dönemleri genel dünya tarihinden ayrı düşünülemez. Kur’an’ı Kerim içinde bulunan kıssalar ve imalar ya vahiy süreci içinde yaşanan bir kişi veya olaya işaret eder ya da genel insanlık tarihi içinde yaşanmış olan bir olaya işaret eder. Sosyal bilimlerin sağlama ve kontrol alanı olan tarih bilimi ve onun hadiseleri bu anlamda çok önemlidir. Kur’an, kıssalarında ifade edilen farklı tarih hadiseleri farklı tarih dilimleri içinde cereyan etmiş olmasına rağmen aynı ortak konuyu ele alır ve aynı sonuçlara ulaşır. Bir nevi yaşanmış tarih içinde sebeplerin aynı olması halinde sonuçlarında benzer olduğunu söyler. Helak edilen kavimlerin ve azap edilen insanların peygamberlere karşı tepkileri ve yapıp etmeleri hemen hemen aynıdır. Dolayısıyla herhangi bir alanla ilgili tarih okuması yapılırken bir olaydan yola çıkarak sonuçlara ulaşmak yerine benzer hadiselerden sonra oluşan durumun tespit edilmesiyle sonuca ulaşmak daha doğru olacaktır ki, bu Kur’an kıssalarında görebildiğimiz en belirgin özelliktir.

Ancak Kur’an bir hidayet kitabı olması hasebiyle sadece geçmiş ümmetlerin başlarına gelen iyi veya kötü hadiselerin sebep ve sonuçları üzerinde durmaz, geleceğe yönelik de bir perspektif açar. Çünkü Kur’an kıssaları insanları aynı zamanda iman ve hidayet açısından bilgilendirmeyi de amaçlar. İnsana kendine özel bir tarihi perspektif vererek ondan kendisine ait bir tarih yazmasını ister. Ona kendisini özne yaptırır. Ve derki “eğer şu kötü örnektekiler gibi yaparsan, senin de ulaşacağın sonuç aynısıdır.” Çünkü bu sebep sonuç ilişkisi genel anlamda ” sünnetullah” olarak adlandırılabilir. Bu sünnetullahtan, kötü akıbetten kurtuluşun tek yolu vardır. O da; yolunu değiştirmek ve tevbe etmektir.

Usul kıraati hulasasına gelince; burada da İslami ilimlerin bir bütün olduğu ve ayrılamaz yönlerinin bulunduğu reddedilemez bir gerçektir. Tefsir usulu okuyan bir talip kendini aynı zamanda fıkıh usulunun de bazı bablarını okumuş hisseder. Veya hadis usulu okumalarında ele alınan sahih hadise dair kriterler belirlenirken bunların Kur’an ve Sünnet’e dayanan ahlaki kriterler olduğunu görür. Bunlara örnek verecek olursak Kur’an ilimlerinde ele alınan muhkem ve müteşabih kavramı her ne kadar aynı amaca ulaşmak için ele alınmış olmasa da usulu fıkhın da önemli konularından biridir. Tefsir usulunde muhkem; manası kolaylıkla anlaşılan, harici bir tefsire ihtiyaç duymayan ve manası tek olandır. Müteşabih ise; birçok manaya ihtimali olup, bu manalardan birini tayin edebilmek için harici bir delile ihtiyacı olan ayettir. Fıkıh usulunde de tanımlar hemen hemen aynıdır. Ancak birisi mananın ne olduğu üzerine yoğunlaşırken diğeri-usulu fıkıh- onlardan hüküm çıkarmak için bunları araştırır. Yine nasih- mensuh, esbab-ı nuzül, garibul Kur’an, hakikat-mecaz, müşkilü’l-Kur’an, mücmel-mübeyyen, Kur’an’daki hitaplar, emir-nehiy gibi konuları ister “nas” kavramı adı altında Kur’an ve sünnet müşterek olarak ele alalım isterse tek tek, birbirlerinden müstağni olmadığı açıktır.

Sonuç olarak, fıkıh usulunde de belirtildiği üzere şeri deliller genel anlamda dört olarak ifade edilir; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas. Ancak bunların asıl merci yine Kur’andır. Hepsi meşruiyetini ondan alır ve ona istinad eder.

 

 

 

  



0 Yorum - Yorum Yaz


Hazırlayan

D. Erdal ATAK

Öğrenci no 14922720

Doktora 2014 güz dönemi

GİRİŞ      

FIKHIN TANIMI     

A – İmam Ebu Hanife’nin Fıkıh Tanımı            

B – İmam Şafi’nin Fıkıh Tanımı         

Mecelleye Göre Fıkhın Tanımı        

Genel Olarak Fıkhın Konusu ve Sistematiği   

Fıkıh ve Diğer İslam Bilimleri            

A-      Fıkıh ve Fıkıh usulü            

B-       Fıkıh Usulü Konusu            

C-       Fıkhın Amacı       

Dini Hükümlerin Gayesi    

Fıkhın Tarihçesi   

1- Fıkhın Doğuşu 

A- Hz. Peygamber Devrinde Fıkıh   

1- Mekke Dönemi              

2- Medine Dönemi            

B- Sahabe ve Tabiin Devrinde Fıkıh

Küfe Rey Ekolü    

Hicaz Ekolü          

Fıkhın Oluşumunun Tamamlanışı ve Mezheplerin Ortaya Çıkışı;             

Hukuk Mevzuatına Duyulan İhtiyacın Mezheplerle Karşılanması:           

A- İmam Ebu Hanife           

B- İmam Malik ve Mezhebi               

C- İmam Şaafii ve Mezhebi               

D-      İmam Ahmed ve Mezhebi

E-       Şia ve Caferi Mezhebi       

F-       F- Zahiriye Mezhebi          

HADİS TARİHİ       

RIVAYET  DÖNEMİ               

A. Hz peygamber dönemi 

B. Sahabe dönemi              

C. Tabiîn ve Tebe-İ Tabiîn Dönemi  

1- siyasi ve sosyal gelişmelerin hadis ilminin oluşumuna etkisi

A. isnad faliyetlerinin Başlaması      

B. CERH ve tadil faliyetlerinin Başlaması        

C. Yazılı rivayete geçiş       

Ca.tedvin faliyetinin başlaması        

Cb.yazıdan kaynaklanan problemler              

Cc. ALINAN tedbirler         

2- Ekoller ve yaklaşımları  

Ekoller ve Hadis Uydurma Sebepleri             

Ekoller Arası Tartışmalar   

C-TEMEL HADIS KAYNAKLARININ YAZILMASI

D.HADİS USULÜ VE İLİMLERİYLE İLGİLİ GELİŞMELER     

HİCRİ DÖRDÜNCÜ VE BEŞİNCİ ASIRLAR          

A.Sosyo kültürel ortam     

B. Hadis ilmi ile ilgili gelişmeler       

C. Hicri dördüncü ve beşinci asırların temel özellikleri             

TEFSİRİN TANIMI ve NİTELİĞİ            

Tefsir  Tarihi        

Kur’an’ın İnzali ve Kitaplaşma Süreci              

Tesfirin Tanımı ve Niteliği 

1.Tesfirin Tanımı 

A.Tesfir Kavramı 

B.Tefsirle Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar     

1.Te’vil  

2.Tercüme           

a.Tanımı

b.Çeşitleri            

3.Meal  

II.Tefsirin Niteliği 

A.Tefsirin Konusu ve Amacı             

B.Tesfirin Gerekliliği          

C.Tefsirin Diğer İslami İlimlerle İlişkisi            

TEFSİRİN DOĞUŞU ve TEDVİNİ          

1.Tefsirin Doğuşu ve Gelişmesi (Sözlü Nakil Dönemi) 

A.Hz Peygamber Tefsiri     

1.Peygamber’in Kur’an’ı Tefsir Vesileleri      

2.Hz. Peygamber ‘in Kur’an’ı Tefsir Yöntemi 

3.Hz. Peygamber’in Tefsir Ettiği Nasların Mikatarı       

4.Sünnetin Kur’an Karşısındaki Fonksiyonu ve Değeri               

II.TESFİRİN TEDVİNİ (Yazılı Nakil Dönemi)        

B.Tefsirin Hadisle Birlikte Tedvini   

C.Tefsirin Müstakil Olarak Tedvini  

D. Tedvin Döneminin İlk Müfessirleri ve Tefsiri           

1.Mukatil bn.Süleyman,et-Tefsiru-l-kebir     

2.Süfyanu’s-Sevri,Tefsirü’s-Sevri     

3.Yahya b. Sellam,Tefsirü Yahya      

4.Ferra,Meani’l-Kur’an      

5.Ebü Ubeyde,Mecazu’l Kur’an       

6.Abdurrezzak b. Hemmam,Tefsir  

E.Tedvin Dönemi Tefsirlerinin Genel Özellikleri          

TEFSİR ÇEŞİTLERİ 

Meşhur Rivayet Müfessirleri ve Tefsirleri    

1.Taberi (ö.310/923), Camiu’lbeyan              

2.Begavi(ö. 516/1122), ME’alimu’t –tenzil    

3. İbn Atiyye el-Endülüsi (ö.546/1151) ,el-Muharreru’l-veciz  

4.İbnül’l-Cezvi (ö.597/1201), Zadu’l-mesir   

5.İbn kesir (ö. 774/1377), Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim      

6.Süyuti (ö.911/1505), ed-Dürrü’l-mensür  

2.Dirayet Tefsiri  

a.Dirayet Tefsiriyle İlgili Yaklşımlar  

Ab. Caiz Görenlerin Delilleri            

b. Dirayet Tefsirindeki Hata ve Nedenleri     

c.Meşhur Dirayet Müfessirleri ve Tefsiri      

II.MEVDU (KONULU) TEFSİR

A.Tanımı ve Amacı             

B.Tarihi Seyri       

C.Yöntemi            

D.Önemi ve Faydaları        

TARİHTEN GÜNÜMÜZE TEFSİR AKIMLARI       

A.Ehl-i Sünnet Tefsiri         

1.Mezhebi Tefsirler           

C.Şia Tefsiri          

D.Harici Tefsiri    

II.İŞARİ TEFSİRLER

A.Tanımı ve Şer’i Yönü      

B.Makbul Olmasının Şartları             

C.Doğuşu, Gelişmesi ve Sistemleşmesi          

D.İşari Tefsir Örnekleri ve İşari Tefsire Yöneltilen Tenkitler     

1.İşari Tefsir Örnekleri      

2.İşari Tefsire Yöneltilen Tenkitler  

III.FIKHİ TEFSİRLER              

A.Konusu ve Gayesi           

B.Kaynakları         

C.Önemli Bazı Fıkhi Tefsirler            

1.İmam Şafi (ö.204/819),Ahkamu’l-Kur’an    

2.el-Tahavi (ö.321/933) Ahkamu’l-Kur’an     

3.el-Cessas (ö.370/980), Ahkamu’l-Kur’an   

4.el-Kiya el-Herrasi (ö.504/1110), Ahkamu’l-Kur’an  

5.Ebu Bekr İbnu’l-Arabi (ö.543/1148), Ahklam’ul-Kur’an          

6.el-Kurtubi (671/1272), el-Cami’li ahkami’l-Kur’an   

IV. İlmi Tefsirler   

A.Tanımı               

B.Ortaya Çıkış ve Gelişmesi              

C.İlmi Tefsire Karşı Çıkanlar              

V.İçtimai Tefsirler               

A.Kurucusu, yöntemi ve Amacı       

B.Diğer Temsilcileri            

1.Olumlu Eleştiriler            

3.Olumsuz Eleştitiriler       

VI.Modernist Tefsirler       

A.Modernist Tefsirin Amacı             

B.Modernst Tefsir Yöntemleri         

1.Klasik Modernist Tefsir  

2.Çağdaş Modernist Tefsir

SONUÇ  

KAYNAKÇA

GİRİŞ

Bu Özet çalışmamızda bir biriyle bağlantılı olan, hatta birbirine geçmiş ve adeta birinin Varlığı diğerine bağlı olan islami ilimlerden; teşri'i, tefsir ve hadis tarihlerini özetlemeye ve kıyaslamaya çalıştık.

  Aslında bütün islami ilimlerin ne denli bir birini besleyip desteklediğini kısa kısa izah edeceğiz.

أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ

Geleneğimizde İslam, ibrahim 14/24 ayetinden de esinlenerek bir ağaç benzetmesiyle anlatılmıştır. O, Kökleri  Kur'an ve vahiy ilişkisi ile sapasağlam zemine dayanmış, Fıkıh ve usulü ile gövdesi yükselmiş, Dalları göğe ağmış(furu'u Fıkıh) her an meyve vermeye duran görkemli, ulu bir ağaç gibidir. Bu ağacın Kökleri inançlarımız yani kelam,gövdesi temel kabullerimiz ilke ve esaslarımız yani usul ilimleri, Dalları  yapıp ettiklerimiz fıkhın muamelât kısmı,meyvesi de erdemlerimiz.

 Bunların tamamı bir bütündür ve birbirinden ayrılması mümkün değildir.işte bu bütün, ilmin konusu olunca yani insanlar bu bütünü anlamaya, kavramaya, yaşama ve yaşatmaya, nesilden nesile aktarmak için öğretme yoluna gidince ilk önceleri bu bütünü anlama çabaları olan Fıkıh, tefsir ve Hz.peygamberin hayatı olan Sünnet, giderek zenginleşmiş, buna bağlı olarak bölünüp parçalanarak diğer islami ilimler ortaya çıkmıştır.

 Örnekte ağacın tutunduğu zemin insanlık Dünyamız,köklerin taşıdığı Şeyler, insanlığın özündeki cevherlerimizdir. Bu ulu ağaç vahiyle sulandıkça özündeki cevherler ortaya çıkmaktadır.

Vahy-i temsil eden Kur'an ve sünnettir. Hz. Peygamber Döneminde Müslümanlık bilgisi, doğrudan kendisinden alınıyordu. Kur'an ve onun tek yorumlayanı Hz. Peygamber idi. Onu Ölümünün ardından vahiy kesildi, ama onun emaneti olan Kur'an ve Sünnet Yorumları ve ilimleri inananlara emanet olarak Kıyamete kadar devam edecektir.

 İşte bu ağacın, yetiştiği yani islâmın geldiği muhiti bilmek, bu ağacı ve hakikatını bilip anlamak adına, Asrı saadet ve Hicri birinci, ikinci asırları tanımak bir zaruret olarak önümüzde duruyor.

FIKHIN TANIMI

fıkıh” sözlükte: Bir şeyi iyice akletmek, derinlemesine kavramak demektir. Bu şekildeki sözlük anlamıyla Kur’an da on dokuz yerde geçmektedir. Fıkıh kelimesi zamanla özel anlam kazanmış ve bir ilim dalına özel ad olmuştur. Bu suretçe kazandığı ilk özel anlam’’ bir bütün olarak dini yerli yerince ve doğru biçimde anlamadır.’’“Allah kimin hakkında hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar” (buhari, ilim 10) hadisi şerifinde

 قا ل النبي (صلى الله عليه وسلم) : من يرد الله به خيرا يفقه في الدين

Tevbe suresi(9/122) de “ li yetefekahu fiddin” ayeti kerimede dini bir bütün olarak anlama ve kavrama manası kasdedilmiştir. Zaman içinde “din” kelimesi olmadan da bu anlam fıkıh kelimesiyle fıkıh kelimesiyle ifade edilmeye başlamış ve böylece terim halini almıştır. “Fıkıh, Şer’i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i mecmuasıdır.(Müberred, el Kamils.529) Şer’i dini delillerden hüküm çıkarana fakih denir ki bugünkü hukukçu karşılığıdır. Fıkıh, kulun hem Allah’la hem insanlarla münasebetini tanzim eder.”

A – İmam Ebu Hanife’nin Fıkıh Tanımı

Bir ilim dalı olarak fıkhı ilk tanımlayan İmam-ı Azam’dır.

 معرفة النفس ما لها و ما عليها(عملا)

diye tarif etmiştir. Yani fıkıh ‘’kişinin yararına ve zararına olan şeyleri bilmesidir.’’ Bu tarif inançtan ahlâka çok kapsamlı bir alanı içine alır. Fakat zaman içinde uzlaşma ve alan ayrışması kaçınılmaz olunca fıkhın tanımı ve içeriğinde de bir daralma meydana gelmiştir.

     Bu dönemde İmam Ebu Hanife’nin  takipçileri bu veciz tanımı(amalen) kaydını ekleyerek fıkhı ‘’ gündelik davranışlarımıza ilişkin yararlı ve zararlı olanı bilme’’ şeklinde sınırlandırmışlar ve böylece inanç ve ahlâk konuları fıkıh tanımının dışında kalmıştır. Bu tarifi hukuk alanına indirgeyerek ‘’kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir.’’ Şeklinde ifade edebiliriz.

     B – İmam Şafi’nin Fıkıh Tanımı

gündelik davranışlarımıza ilişkin dini hükümleri sahip olunan meleke ile özel delillerinden çıkararak bilmektir.

الفقه : العلم بالأحكام الشرعية العملية المكتسب من ادلتها التفصيلية

Bu tanıma göre fıkıh bir insana ait özelliktir ve zamanla kazanılan meleke ile özel delillerden yapılan çıkarımlarla elde edilen ilimdir. Fakih’te delillerden hareketle herhangi bir konuyla ilgili dini hükmü ortaya koyabilme yeteneğine sahip kimsedir. Bu anlamda fıkıh ile içtihat, fakih ile müçtehit eşanlamlıdır.

      Mecelleye Göre Fıkhın Tanımı

    Zamanla fıkhın bu anlamı da değişime uğramış ve insan özelliğinden akıp salt dini hükümlere ait bilgi hâlini almıştır. Mecellede de “Mesa’il-i şeriyye-i ameliyyeyi bilmektir.” Şeklinde  tarif edilmektedir. (Madde 1) Hatta zaman zaman öznesinden bağımsız olarak “dini hükümler” içinde fıkıh terimi kullanılır olmuştur. “Fıkıh kitabı” tabiri bu sonuncu anlamda kullanılmaktadır. En yaygın fıkıh tabiri ise şudur: “Ahk’am-ı şeriyyeyi ameliyyeyi  tafsilatlı bir surette delilleriyle bilmektir.” Ameli ve fer’i meselelerin hükümlerinin  delillerden nasıl istinbat edildiği usl-u fıkhın konusudur.

Genel Olarak Fıkhın Konusu ve Sistematiği

Fıkhın asıl konusunu kişinin iradesiyle yapmış olduğu eylemleri oluşturur. Ayrıca insanın fiilerine ilişkin olan doğa hadiselerini de ele alır. Sözgelimi insanın namaz kılması için vaktin girmesi zekat vermesi için nisab miktarında bir mala sahip olması, bir yakınına varis olabilmesi için o kişinin ölmüş olması gibi şart sebeb ve mani olarak bilinen konularla da ilgilenir. Kişinin kendi iradesiyle yapmış olduğu  fiilin geçerli yada geçersiz olması sonradan düzeltilme imkanına sahip olup olmaması gibi sonuçları ile de ilgilenir.

Dini hükümler, usul-i din ve füru-i din olmak üzere ikiye ayrılır. Usul-i din  itikat meselelerini de kapsar.

Füru-i din meseleleri de dört kısma ayrılır.

İbadat, muâmelat, ukubat, münekehât  ve müfârakât. Bu taksimin esası Mecellede 1. Maddede açıklandığına göre …

a) İbâdat, insanın ahirete ait işleri ibadetleridir. Kulun Allah’la münasebetleridir.

b) Muamelât, insanların arasındaki münasebetleri tanzim eden hükümlerdir.

c) Münekehât ve Müfarakât(evlenme ve boşanmalar), aile hayatının tanzimidir.

d) Ukubât(cezalar), emniyet ve asayişi temin için suçluların cezalandırılmasını içerir.

 İnsanların kendi iradesiyle yapmış olduğu fiiller Allah ile olan ilişkiler bağlamında olduğunda ibadetler adını alır.

 

Fıkhın ilk ve en önemli konusu budur. İbadetlere ön hazırlık için yapılması gereken temizlik işlemleri ibadetlerden önce ele alınır. En önemli temizlik olarak da su ile ilgili konular fıkıh kitaplarında önce gelir. Bundan sonra taharetlenme, abdest alma boy abdesti Teyemmüm ve daha sonra da ibadet konuları ele alınır. İbadetlerden sonra çok önem verilen aile kurumu, oluşması evlenme-nikah ve sona ermesi(boşanma-tefrik ve talak) konuları işlenir. Daha sonra gündelik hayatımızda insanlarla sürdürdüğümüz ilişkiler, alış veriş, kira, rehin gibi konular “muemalat” adı altında ele alınır. Bir kimsenin başka birinin malına canına karşı işlemiş olduğu suçlar ise ukubat adı altında işlenir. Nihayet insanını ölümü ve mirası ile ilgili konular vasiyet ve miras başlıkları altında işlenir. Son devrin fıkıh kitabı ibn-i Abidin de şöyle taksim yapılmıştır.

 

Fıkıh

1- İtikat

2- Âdâb(Ahlâk)

3- İbadât

a- Namaz

b- Zekat

c- Oruç

d- Hac

e- Cihad

4- Muamelât

a- Muavezat-ı maliye(ivazlı akitler)

b- Emanet(vedia)

c- İzdivac

d- Muhakemat(yargı)

e- Miras

5- Ukûbat

a- Kısas

b- Sirkat

c- Zina

d- Kazif

e- Riddet hadleri

Çağdaş yazarlarda sistematik şu şekilde belirlenmektedir

1- İbadetler

2- Ahval-i şahsiyye

3- Muamelât

4- Ukubat

5- Ahkâm-ı sultaniyye

6- Siyer(devletler hukuku)

7- Adâb

Fıkıh ve Diğer İslam Bilimleri

A- Fıkıh ve Fıkıh usulü

Fıkhın en ilgili olduğu ilim fıkıh usulüdür. Çünkü fıkıh, onun üzerine kuruludur. Fıkıh usulünün varlığı ve tedvini düşünceye nisbetle mantık ilminin tedvinini andırır. Buna göre fıkıh usulü varlık olarak fıkıhtan önce, tedvin olarak ise ondan sonradır.

Fıkıh usulü üç anlama gelmektedir.

1- Fıkhın temelleri ilke ve esasları : Fıkhı bir yapıya benzetirsek bu binanın temelleri, burayı taşıyan sütun ve kolonları mesafesinde olan kısımlarına, fıkıh esasları anlamında fıkıh usulü denir. Buna göre fıkıh usulü fıkhın bir parçasıdır, ondan ayrı düşünülemez. Zarurat-ı diniyye denilen, dinin olmazsa olmazlarını oluşturan kısımlarına karşılık gelir. Namaz, oruç, zekat ve haccın farziyeti, alış verişin helâl, ribânın  haram oluşu gibi

2- Fıkhın Kaynakları: Bu anlamıyla fıkıh usulü, ‘’herhangi bir fıkhî hüküm, hangi kaynaklardan alınır? Sorusunun cevabı ile uğraşır. Bu manada fıkıh usulü fıkhın bir parçası değil ayrı bir varlığı olan bilim dalıdır.

3- Fıkha ulaştıracak yol ve yöntem bilim(metodolojisi) hangi yöntemlerle sağlıklı sonuçlar elde edileceği,  kaynaklardan nasıl hükümlerin çıkarılacağı konularını ele alır, işler.

Fıkıh Usulü Konusu

fıkıh usulü dini hükümleri ele alır, bunun doğal sonucu olarak bu hükümlerin çıkarıldığı kaynaklar, kaynaklardan hüküm çıkarma metotları ve nihayet bu işi yapacak olan müçtehit üzerinde durur.

Fıkhın Amacı

En genel ifadesi ile ‘’dünyada salah, ahirette felah’’ olan maksadlar şu şekilde sıralayabiliriz.

1- Zoraki kulluktan gönüllü kulluğa ulaşmanın yollarını hazırlamak

2- Zararımıza ve yararımıza olan şeyleri bilerek dünyada mutlu bir hayat imkanı sağlamak

3- Vazife ahlâkını yerleştirmek

4- İnanç temelli davranış ve kalıpları oluşturarak, ahenkli huzurlu ve istikrarlı bir toplum oluşturmak

5- İnsanlar arası ilişkileri yaratılışta eşitlik ve inançta kardeşlik esasına oturtmak

Dini Hükümlerin Gayesi

Hükümlerde, kulların maslahatına olarak şu beş amacın gerçekleşmesi hedeflenmiştir.

1- Can emniyeti muhafaza-ı nefs: Dinimizde insan mükerremdir, hayat hakkı masundur. Hayat hem haktır hem vazifedir. Canı korumak malı korumaktan daha öndedir.

2- Mal emniyeti: islam şahsi mülkiyeti esas bir hak olarak tanır. Mülkiyet, meşru yolla elde edilir. Çalmak, gasp, yağma gibi gayri meşru kazançlar haramdır.

3- Dinin muhafazası(vicdan hürriyeti): İslamiyet nazarında din en kutsaldır. Vicdan hürriyeti de esastır. لا إكراه في الدين(bakara 256) ‘’dinde zorlama yoktur.’’ Kafirlerle düşmanlıkta tecavüzlerinden dolayıdır. İmanın muhafazası ibadetlerin teklifiyle olur.

4- Aklın muhafazası: akıl teklife vasıtadır. Kişinin tasarruf ehliyeti aklının olmasına bağlıdır. İslam bu sebeple aklın muhafazası için gerekli hükümleri vazetmiştir.Aklı zehirleyen her şey yasaklanmıştır. İçki uyuşturucu yanında falcılara kahinlere inanmak da yasaklanmıştır.

5- Neslin muhafazası: neslin muhafazası için aile kurmak, nikah meşru kılınmış, zina haram kabul edilmiştir. İnsanın ırz ve namusu şerefidir. Din bu hakları korumak için hükümler koymuştur.

 

Fıkhın Tarihçesi

1- Fıkhın Doğuşu

Dini anlama ve yorumlama çabası olarak fıkıh en baştan beri vardı. Peygamberimiz (sav) gelen vahiyleri tam bir inançla okuyor, açıklıyor, öğretiyor ve özenle uygulamaya koyuyordu. Sahabeler dini hükümleri daha çok görerek öğreniyorlardı. Kendisi bunu tavsiye ediyordu. صلوا كما رايتموني أصلي ‘’beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız siz de öyle kılın.’’(Buhari ezan18). Namaz vakitlerinin ilk ve son anlarını Hz. Peygambere birbirini takip eden iki gün içinde bizzat Cebrail (as) uygulamalı olarak öğretmişti.(buhari bediulhalk-6). Hz.Peygamberin vefatından sonra ise çözüm bekleyen yeni meselelerle karşılaşılmış, bakış açısı farklılıkları, zaman ve mekan özellikleri gibi sebeplere, problemlere karşı oluşturulması gereken dini cevapların farklılaşmasına yol açmıştır.

İslam öğretisi zaman içinde bir çekirdekten kocaman bir ağacın oluşması gibi muazzam bir islam medeniyetine dönüşmüştür. Bu arada fıkıh ve fıkıh usulü belli aşamalardan geçmiştir.

A- Hz. Peygamber Devrinde Fıkıh

Hz peygamber Dönemi Teşri açısından iki kısma ayrılır. On üç yıl süren Mekke ve on yıl süren Medine dönemi.

1- Mekke Dönemi

Bu dönemde inen ayetler daha çok iman ve ahlak konularına dairdir. Kuran  hicretten önce on üç boyunca şirk ve delaletle mücadele ederek ruhlara hidayet yolunu açmaya çalıştı. Ahkamın teşri u vazı hicretten sonra oldu. Hicretten önce teşri edilen ayetler akideyi korumak içindir. Allah adı anılmadan kesilen hayvanların ve leşlerin yasak edilmesi bu kabildendir. Aslında 6236 ayetten ahkama dair olanlar 200 veya 300 kadardır. Çoğu akideye dairdir.

2- Medine Dönemi

Bu dönem ise teşri tarihi açısından çok önemlidir. Bireysel alanda olduğu gibi kamusal alanda da çok önemli düzenlemelere gidilmiş bir çok alanda hükümler verilmiştir. Bu dönemde teşride en önemli özellik tedriciliktir. Yani toplumun hazır olmadığı noktalarda nihai hüküm bir anda verilmemiş zaman içinde peyder pey oluşturulma yoluna gidilmiştir.

Mesela içki üç dört aşamadan sonra tam olarak yasaklanmıştır. Riba yasağı en son inen hükümlerdendir. Bu devirde teşri vahiy yoluyladır. Meydana gelen hadiseleri ele alır. Olmamış şeyleri ele alarak hüküm vermez. Takdiri hüküm yoktur.

Bu devri özetlersek;

1- Bu devirde teşri vahye dayalıdır, Kuran esastır.

2- Hz peygamberin(sav) sünnetleri Kuranı izah eder.

3- Hz peygamber(sav) bazı konularda kendi rey ve içtihadıyla hüküm vermiştir. İçtihadın hataya da sevaba da ihtimali vardır. Tebük seferinde münafıklara izin verilmesinde tevbe suresinde  عفى الله عنك لم أذنت لهم (tevbe, 43)buyruluyor. Bu da içtihatta hatanın affedileceğine işarettir. Peygamberimizin içtihadı ümmetine içtihadı telkin ve talim, irşat ve temrin içindir.

B- Sahabe ve Tabiin Devrinde Fıkıh

Hz. Ebubekir dönemi kısa sürmüş bir dönemdir. Bu dönemde namaz ve zekatı kabul etmeyenlerin başkaldırmaları ile mücadele edilmiştir. İrtidat hadiseleri dediğimiz bu olayların bastırılması ve birliğin yeniden sağlanması yanında Kuranın toplanıp Mushaf haline getirilmesi de bu dönemde başarılmıştır. Bu dönemde Müslümanlar yabancı kültürlerle karşılaşmışlardır. Bunların bir kısmı Müslüman olmuş bir kısmı ise eski inancı üzerine yaşamaya devam etmişlerdir. Dini merkezler Mekke ve Medine’den uzakta Kufe ve Füstat gibi yerleşim merkezleri kurulmuştu. Bu dönemin en önemli fıkıh faaliyeti Şura içtihadı olmuştur.

Hz Ömer Medinede ileri gelen sahabelerin Medineden çıkmalarını yasaklamıştır. Önceden hükmü bilinmeyen bir olay olduğunda bu içtihat ehliyeti olan sahabeleri toplar, konuyu onlara açar, görüşlerini alır ve müzakere sonucu verilen kararı uygulardı. Bu anlayış icmanın (dini bir konuda uzlaşı) oluşmasına ve fıkhın temel kaynaklarından kabul edilmesine zemin hazırlıyordu. Bazen alınan kararlar Peygamberimiz (sav) döneminde uygulananlardan farklı oluyordu. O dönemdeki sade hayatta bu karışık dönemin karmaşık hayatı farklı uygulamaları gerekli kılabiliyordu. Mesela Hz Peygamber döneminde elde edilen taşınmazlar savaşa katılanlar arasında paylaştırılırdı. Hz Ömer karşı çıkanları ikna ederek bunu değiştirdi ve yeni bir toprak hukuku sistemi oluşturdu. Kıtlık yıllarında hırsızlık gibi suçların cezalarını uygulamadı. Atlardan da zekat aldı.

Müellefi kulub denilen kalpleri islama ısındırılması istenilen bu zümreye Hz Peyagamberimiz zekattan bir fon ayırırdı. Hz Ebubekir döneminde Hz Ömerin müdahalesiyle bu uygulamaya gerek kalmadığı gerekçesiyle onlara ayrılan mallar verilmez oldu. Genel ahlakın bozulmaya başlayabileceği endişesiyle bazı cezalar artırıldı. İlk hapishane açıldı. Yanlarına bırakılan emanet malların zayi olmasından esnaf sorumlu tutulmaya başlandı. Ekonomik gelişmeler dikkate alınarak diyet, nisap giibi konularda yeni ayarlamalar yapıldı.

Özet olarak;

1- Ashab şura esasına riayet ederdi

2- Kibar-ı ashab bir arada bulunduğundan icma kolaydı.

3- Hadis rivayeti azdı. Hz Ömer ve Hz Ali hadis rivayetini gayet sıkı tutardı.

4- Olmuş vakalar ele alınır. Mesele farz ve takdir etmezlerdi. Bu sebeple ihtilafa az düşerlerdi.

Ashabın Fukahası

Yedi fakih dediğimiz sahabeler meşhurdur.

1- Hz Ömer (ö.23 h)

2- Hz Ali (ö. 40 h)

3- Abdullah ibni Mesut (ö.32)

4- Hz Aişe (ö.58)

5- Zeyd ibni Sabit (ö.55 h)

6- Abdullah ibni Abbas (ö.66 h)

7- Abdullah ibni Ömer (ö.74 h.)

Bunlar en büyükleri,  başta gelenleridir. Abdullah ibni Ömer de en çok fetva verenleridir. (o.keskinoğlu s 60-61)

Sahabe ve Tabiin Döneminde Fıkhî Yaklaşımların Ortaya Çıkışı ve Karakteristik Özellikleri Fetihlerle beraber sahabelerin çoğu yeni kurulan yerlere ve  fethedilen şehirlere gitmişlerdi. Buralarda islamın öğreticiliğini, tebliğini yapıyorlardı. Mesela yeni kurulan Kufe şahrine emir olarak Ammar b. Yasir, kadı ve öğretmen olarak İbni Mesut gönderilmişti. Hz Ali de hilafet merkezini buraya taşımıştır. Sahabeler gittikleri yere dağarcıklarındaki ilimle gidiyorlardı. Bu ilim öncelikle Kuran ve Sünnet ve bunun yanında kendi reyleri vardı. Rey, bir alimin  kuran ve sünnet penceresinden baktığında görmüş olduğu şey demektir.

Hilafet merkezli ihtilaflar sonrasında Müslümanlar üç fırkaya ayrıldılar.

1- Harîciler

2- Şia

3- Ehl-i sünnet

Ehli sünnet dediğimiz mutedil fırka da fıkıh meselelerini inceleme ve çözme konusunda takip ettikleri usule göre ikiye ayrıldılar. Bir kısmı nassların illetlerini inceleyip kıyas yoluyla hükümler verme yolunu tutmuşlardır. Bunlara ‘rey ehli’ denmiştir. Diğer kısmı da sadece naslara bağlı kalmışlardır. Bunlara da ‘hadis ehli’ denmiştir. Ehli hadisin merkezi Medine idi. Onu için bunlara hicaz fukahası da denir. Ehli reyin merkezi Irak olduğu için Irak fukahası olarak adlandırılırlar.(o.keskinoğlu s 62)

Küfe Rey Ekolü

Küfeye gelen ibni Mesud, küfede özel meselelerle karşılaşmış ve bu problemlere sahip olduğu ilimle cevaplar bulmaya çalışmış ve başarılı olmuştur. Küfe ekolü Abdullah ibni mesut’un açtığı yolda yürümektedir. İbni mesut da Hz. Ömer yolunda dır. Hz.  Ömer ile aynı meslek ve meşrepteydi. Görüş ve düşünceleri, değerlendirmeleri birbirine çok yakındı. Böylece ibni Mesut Hz. Ömer’in fıkhını küfeye taşımış oluyordu.

İbni mesut sürdürdüğü resmi vazife yanında dini faaliyetlerde rey ağırlıklı tefsir ve fıkıh mektebinin ve kıraat ilminin temellerini atmıştır. Bu ekolün temsilcileri: ibni mesut,Alkame b. Kays en Nehai, İbrahim en Nehai, Hammad b. Ebi Süleyman ve Ebu Hanife idi.

Hicaz Ekolü

Küfe ekolü ile eş zamanlı olarak medine merkezli hicaz bölgesinde ‘eser’ ağırlıklı bir ekol oluşmaktaydı.

 Eser; Hz Peygamberin hadisleri ile sahabe ve tabiinlerin fetvalarıdır. Bu zatların içinde bulunduğu ortam Hz peygamberden miras kalan ortamdı ve şartlar ve ihtiyaçlar benzerlik arz ediyordu. Bu sebepten çok fazla reye ihtiyaç duyulmamıştı. Bu ekolün temsilcileri(mutedil eserciler);  Şu'be, Ma'mer b. Raşit, el Leys b Sad, Abdullah b. Mubarek, Ebu Avane ibn Lehia, Süfyan b. Uyeynedir. İmam Malik bu ekolde yetişmiş fakat reye de önem vermiştir. Bu ekolün aşırı taraftarlarının tutumları zahirilikle sonuçlanan mezhep anlayışına götürmüştür. Davud b. Ali Ez Zahiri en önde gelenleridir. İbni Hazm'ın elinde sistematikleşmiştir.

Fıkhın Oluşumunun Tamamlanışı ve Mezheplerin Ortaya Çıkışı;

Hz peygamberin ölümünün ardından bir buçuk asırlık bir zaman geçtiktiğinde geriye baktığımızda bunca yetişmiş alimin yoğun ilmi faaliyetleri sonucunda büyük bir fıkıh mirasının oluştuğunu görmekteyiz. Alimler çoktu ama içlerinde bazı temayüz edenler vardı. Bunlar birbirine geçmeli halkalar gibi ilim zincirleri halindeydi. Bu zincir halkaları ilk önce şehirler düzleminde oluştu. Sonunda oluşan bu zincirler adeta fıkıh halkası ihtiyacı oldu. Ebu Hanifeler, malikiler, bunun için yaratılmış gibiydiler. Onlar biz imamız demediler fakat attıkları adımlar, yaptıkları işler onları fıkıh dünyasının en büyük imamları yapmıştı.

Ebu Hanifenin en büyük talebesi Ebu Yusuf Abbasi döneminde baş kadı olmuş diğer talebelerinin bir çoğuda diğer şehirlerde kadı olmuşlardı. Ancak onlar mahkemelerde kendi reyleri ile değil, İmam-ı Azam ekolünde öğrendikleriyle anlaşmazlıkları çözmekteydiler. Küfe ve Irak için anlatılanlar Medine gibi diğer İslam merkezleri içinde geçerliydi. Mesela İmam Malikin oluşturduğu fıkıh müdevvenatı, başta medine olmak üzere çevre olarak daha çok benzerlik gösteren Mısır ve Kuzey Afrika’da, daha sonrada Endülüste duyulan mevzuat (pozitif hukuk) ihtiyacını karşılayacaktı.

Hukuk Mevzuatına Duyulan İhtiyacın Mezheplerle Karşılanması:

İmamların karizması altındaki bu oluşumların, bölgesel mahiyette hukuk ihtiyacını karşılaması mezhep olgusunu ortaya çıkarmıştır. Artık kadılar o bölgede olan bu mezheplere göre hüküm vermek zorundaydılar. Bu gidişat devrin hükümdarları tarafından da destekleniyordu. Üstelik bu sonuç resmi bir çaba sonucu değil tamamen sivil ve kendiliğinden gerçekleşiyordu. Öbür taraftan koskoca İslam ülkesini mahalli renkler taşıyan tek bir fıkhi okul içine doldurmanın imkanı yoktu.

Belli bir mezhebe bağlı kalma içinde teminat anlamı taşımakta yargının siyasallaşması önünde bir engel olarak görülmekteydi. Çünkü hüküm kadıyla kalmıyor önceden mezhepçe belirlenmiş oluyor böylece yöneticilerin müdahalesi mümkün olmuyordu.

A- İmam Ebu Hanife

           Küfe Rey Ekolü ve Hanefi Mezhebinin en önemli özelliği şuydu:

     

1- Nassın bulunmadığı yerde istihsan ve kıyasa dayalı rey içtihadına başvurması

2- Sahih olduğu kesin olarak bilinmeyen hadisler yerine içtihadın tercih edilmesi

Ebu Hanife mezhebinin itikatta da öncüsüdür. Daha sonra gelen el Maturidi onun inancı sistemleştirmiş Maturi'dilik mezhebini tesis etmiştir.

B- İmam Malik ve Mezhebi

Kaynak sıralaması kitap, sünnet, icma, kıyas şeklindedir. Ancak o, ahad yolla gelen hadislerde (amel-i ehli Medine) Medine halkının uygulamasına ters düşmemek şartıyla delil kabul eder, aksi halde kabul etmezdi. Mesalihi murseleyi dikkate alması fıkhının karakterestik özelliklerindendir.

 

C- İmam Şaafii ve Mezhebi

   Irakta iken yazdıkları eserlerine mezhebi kadîm, Mısıra yerleştikten sonra yazdıklarına ise mezhebi cedid denilmiştir.

       İçtihat usulü özetle şöyledir:

Delillerden kitap ve mütevatir sünnet en önce gelir. Hem zahir hem batında hakkı temsil eder. Sonra ahad sünnet(haber-i vahid)gelir. Sadece zahirde hakkı temsil eder. Derece itibariyle daha sonra icma vardır. Sahabe fetvaları da deliller arasındadır. Kıyas en son gelir. Kıyasın ahad da olsa haberden önce esas alınması caiz olmaz. İstihsanı, maslahatla amel etmeyi, ameli ehli medineyi sübjektif, Zayıf  karakterde oldukları ve sünnetin terkine yol açabileceği gerekçesiyle delil kabul etmez.

D- İmam Ahmed ve Mezhebi

İmam Şafiin talebesidir. Büyük bir hadis alimidir. O yüzden onu mezhep imamı olarak görmeyenler de vardır. Ona göre esas alınması gereken kaynaklar kuran ve sünnettir. Ancak uydurma olduğu sabit değilse sahih olmasa da kıyas ve reye tercih eder. Kıyasa zaruret halinde girer. Buna mukabil, bir şeyin bulunduğu hal uzeri kalması ilkesi olan istishab delilini çokça kullanır. Haram kılıcı bir delil olmadıkça eşyanın mübah olması berayı zimmetin yani kişinin ispatlanmadıkça suçsuz ve borçsuz olmasının asıl olması bu ilkenin sonucudur.

E- Şia ve Caferi Mezhebi

Şianın günümüze uzanan üç büyük fırkasından biri Zeydiye mezhebidir. Yemende revactadır. Görüşleri Hanefi mezhebine çok yakındır.

İkinci fırka İsmailiyye koludur ve aşırılığa kaçmıştır. Şianın en büyük kolu, akaitte ve fıkıhta Caferilerdir. İsna aşeriyye ve imamiyye adlarıyla da anılır.

Delil olarak kitap,sünnet, icma ve akıl kullanır. Sünnet ve icma delilleri Sünnilerinkinden farklıdır. Sünnete Hz Peygamberin yanında masum olan on iki imamın söz, fiil ve amelleri de dahildir. İcma da onların icmasıdır. Her şey onlara bildirildiği için reye ve kıyasa gerek yoktur.

F- Zahiriye Mezhebi

Yaklaşımlarının esası kitap ve sünnetin zahirine dayanma anlayışıdır. Kaynakları:

1- Nass 2- İcma 3- Bu ikisinden alınan delillerdir.

HADİS TARİHİ

       Hadis tarihi; Hadislerin kaynağı olan hazreti peygamberle başlayıp günümüze kadar devam eden yaklaşık 15 asırlık bir zaman dilimini kapsamaktadır. bu kadar uzun bir süreyi bir bütün olarak incelemenin zorluğu  ise ortadadır. bu durum ilk dönemlerden itibaren hadis tarihinin farklı kriterler esas alınarak dönemlere ayrılarak incelemesini gerekli kılmıştır. ibni sa'd'ın "et- tabakatül kübra'sı"halife bin Hayyat'ın "kitabıt tabakat'ı" gibi konuyla ilgili eserler de önceki dönemler tabaka esaslı incelenmiştir. daha sonra hadis ricali ve hadis usulü eserlerinde aynı yöntem takip edilmiştir. hadislerin naklinde ve hazreti peygambere aidiyetini tespitte isnadın son derece önemli olduğunu düşünen ilk dönem âlimleri, raviler arasındaki hoca talebe ilişkisi ve isnatların ittisalini araştırmada sağlayacagi kolayligi da dikkate alarak hadis tarihini sahabe, tabiin, tebei tabiin şeklinde tabaka esaslı ayrıma tabi tutmuşlardır.

Bu ayrıma göre yaklaşık ilk dört asırlık dönemi  mutekaddimun sonraki dönem için müteahhirun olarak isimlendirilmektedir. buna göre isnatlı bilgilerin bulunduğu ilk dönem mutekaddimun, hadis ve hadis ilmi ile ilgili bilginin senetsiz olarak nakledildiği dönem müteahhirun olarak kabul ediliyor.

Hadis tarihi ile ilgili tabaka, nesil, literatür merkezli yapılan çalışmaların yeterli olmadığını belirten Mehmet Emin Özafşar ise hadis tarihinin oluşum dönemi, gelişim dönemi, açılım dönemi, daralma dönemi, yeni dönem dönüşüm dönemi olmak üzere beş ayrı dönem olarak incelenmesi gerektiği görüşündedir. ilk Dönem alimlerinin hadis tarihini genelde râvi merkezli tabaka, mütekaddimun, mütaehhirun, şeklinde ayrıma tabi tutarak İncelemeleri son Dönem Çalışmalarını da etkilemiştir.  dolayısı  ile son dönem yazılan eserlerde hadis tarihi genellikle nesil ve literatür esaslı ele alınarak ilk dört asırla sınırlı bırakılmıştır .Bu ayrılmada hadis tarihinin gelişiminde kişi ve nesillerin katkılarını, rivayet esnasında kullanılan yöntemi ortaya koymakla birlikte siyasi ,sosyal, kültürel şartlarla ekollerin hadis anlayışına yeterli yer verilmemiştir .

   hadis tarihini önce :

1 - rivayet dönemi , Hz peygamber den yaklaşık hicri beşinci asrın sonlarına doğru olan zamanı kapsıyor .

2 - nakil dönemi, hicri 6. asırdan miladi 18.asrin başlarına kadar olan zamanı kapsıyor.

3 - son Dönem, miladi 18.asirdan günümüze kadar geçen zamandır .

    RIVAYET  DÖNEMİ

    Hicri birinci ve ikinci asırlar

    Hadisin sonraki nesillere aslına uygun naklini  sağlamak için konan kuralların temellerinin atıldığı dönemdir.

   A. Hz peygamber dönemi

     Tebliğ görevinin yanında tebyin vazifesinin  de bulunduğunu  Hz.  Peygamber kendisi ifade etmiş ve sözlerini kendisinden duyanlar orada olmayanlara ulaştırmalarını istemiştir.  muhataplarının büyük bir kısmı okuma yazma bilmediği için Hz.  Peygamber sadece Kur'ân'ı vahiy katiplerine yazdırmış,kendisine ait bilgilerin ise Kur'an la karışması ihtimalin den   dolayı şifahi olarak aktarılmasını teşvik etmiştir.

   B. Sahabe dönemi

Sahabeler bir taraftan Hz peygamber den rivayette hataya düşmemek diğer taraftan da yapılan hataları düzeltmek amacı ile bir kısım kurallar geliştirmişlerdir. ancak kaynaklarda anlatılan örneklerden hareketle bu kuralların sistematik olarak işletildigini söylemek mümkün değildir.

   Bu kurallar:

1 -hadis rivayetinde ihtiyatlı davranmak.

Sahabeler bazen ilk defa duydukları, daha önce bilmedikleri Hz peygamber e ait bilgiler kendilerine ulaşınca bunun doğruluğunu araştırırlardi.

2 - az hadis rivayet etmek

sahabe ihtiyaç ve zaruret olmadıkça her duyduğu ve bildiği hadisi rivayet etmemeye gayret göstermiştir .

3- hatalı rivayetleri düzeltmek

Sahabeler bir birlerinin eksik duyma,unutma vs. gibi sebeplerle eksik rivayet edilen veya ettikleri bir hadis varsa onu duyunca düzeltiyorlardi.

4 - hadisleri müzakere etmek

Hz peygamberin ilk başta kuran la Karışma endişesi ile yasakladığı hadis yazma işi sonradan zaruret olunca ezber yoluyla muhafaza edilen hadisler hafızalarinda  tazelenmesi için müzakere ihtiyacı duymuşlardir.

5- hatırlamak amacı ile hadisleri yazmak

C. Tabiîn ve Tebe-İ Tabiîn Dönemi

Hz. peygamberin sahabesini Müslüman olarak görenlere TABİÎN denilir. Yaklaşık 170 yıl sürmüştür. Miladi 651/796 Yılları arası dönemdir. Tebeî TABİÎN Sahabeden herhangi birini Müslüman olarak gören ve Müslüman olarak Ölene denilir. TABİÎN den sonra gelenler kaydedilir. Hicri 110/220 Yılları Arasını kapsar.Bu dönemde sahabe Döneminde olmayan birtakım siyasi, sosyal, kültürel faliyetler ortaya Çıktığı için hadis rivayeti ile alakalı yeni bir takım kurallar koymak gerekli olmuştur.

1- siyasi ve sosyal gelişmelerin hadis ilminin oluşumuna etkisi

Hz Osman'ın şehadeti, cemel ve sıffin gibi vakaların neticesi ortaya çıkan siyasi ve itikadi mezhepler guruplar ve bunların mensupları kendi görüşlerini desteklemek, karşı tarafı yermek için hadisler uydurmuşlardır.

Bunun üzerine İslam alimleri hadis uydurma faaliyetlerini engellemek Amacıyla bir takım tedbirler almışlardır.

A. isnad faliyetlerinin Başlaması

İlk hadisi nakledene ulaşıncaya kadar ravileri Sırası ile zikretme ilmidir. M.B. Sirin " bu ilim dindir,dininiz kimden aldığınıza dikkat ediniz " diye tarif ve tembih eder. Isnadı ilk kullanan Âlim ibni Şihab ez-Zuhrî(ö.124/742) dir.

B. CERH ve tadil faliyetlerinin Başlaması

Hicri birinci Asrın sonlarından itibaren isnadın yaygınlaşıp Hadisin ayrılmaz bir parçası olmaya başlaması ile senedde yer alan ravilerin ehliyetleri açısından araştırılması zorunlu hale gelmiştir. Râvinin hadis rivayetine ehil olmadığını , fısk,Tedlis,yalancılık gibi ravide olanı koymaya CERH, râvinin Güvenilir OLDUĞUNU, hadis rivayet edebileceğini tesbit etmeye de ta'dil denilmiştir. Hicri ikinci asırda prensipler tesbit edilip uygulanmaya başlanmıştır.

C. Yazılı rivayete geçiş

Ca.tedvin faliyetinin başlaması

Alimlerin yok olup gitmesinden endişe  taşıyan halife Ömer bin abdülaziz'in (ölümü 101/ 720) Medine valisi Ebubekir bin Muhammed bin hazm a gönderdiği mektupta “hazreti peygamberin hadislerini sünnetlerini ve Amr bin Abdurrahman'in rivayetini araştır ve yaz zira ben bunları bilen alimlerin ölüp gitmesiyle ilmin kaybolmasindan korkuyorum.” talimatıyla resmi tedvinin başlaması yazılı hadis metinleri çoğalmasına vesile olmuştur. Ömer bin abdülaziz'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren zühri (ö.h 124) olmuştu kaynaklarda  onun bu husustaki geniş faaliyetine işaret etmektedir.

2- böylece birinci asırda hadisler genellikle şifahi olarak nakledilirken ikinci asırdan itibaren yazılı olarak rivayet dönem başlamıştır.

Cb.yazıdan kaynaklanan problemler

1- yazıya geçirilmesi bir taraftan hadisin kaybolmasini önlerken  diğer taraftan ehli olmayanların ona el uzatmasına engel olmuştur.

2- Arap yazısının yetersizliği, zira bu dönemde Arap yazısı henüz nokta ve harekelerden mahrum olduğu için şeklen bir birine  karıştırılması söz konusu idi.

3-islâm coğrafyasının genişlemesi ile Arap olmayan müslümanlarin islami ilimler ile meşgul olmalarının arttığı  da dikkate alınmalıdır. Arap dilini teleffuzda dahi hata yapabilen bu müslümanların henüz gelişimini tamamlamamış yazının kullanıldığı kitaplardan rivayette bulunurken tashif ve hata yapmaları doğaldır. Alimler bu hataları önlemek için bazı tedbirler almaya gerek görmüşlerdir.

Cc. ALINAN tedbirler

Sahifelerden yapılan istinsahlarda  hatalar olacağına dikkat çekmek, sema ve Kıraat metotlarını geliştirmek,ehil olmayanların eline geçer endişesi ile Kitaplarını yakmak,özellikle rivayet lafız ve ifadelerini kullanmak ve tasnif faliyetlerini başlatmak gibi tedbirler almışlardır.

2- Ekoller ve yaklaşımları

tahkim olayından sonra hazreti Ali'yi terkedenlerden meydana gelen ve hakem heyeti tayin etmeyi ve bu heyetin verdiği kararlara uymayı benimseyenler başta olmak üzere bütün Müslümanların büyük günah işlediklerini ileri sürerek tekfir eden, onlara savaş açan Hariciler ortaya çıktı. Haricilerin bu tutumu Cemel ve Sıffin savaşlarında ölen ve öldürülenlerin dünyadaki ve ahirette ki durumlarının ne olacağı tartışmasını başlattı. bu tartışmalar sonucunda Mürcie, Cebriyye, Kaderiyye ve Cehmiyye  gibi siyasi ve itikadi mezhepler ortaya çıktı. ancak başta Hariciler olmak üzere oluşan siyasi ve itikad mezhepleri bir ekol olmaktan daha ziyade bir görüş ve siyasi anlayışı savunan siyasi bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. belli kişilere bağlı onların isimleri anılan siyasi ve birer Fırka özelliğini taşımaktaydılar.

Ekoller ve Hadis Uydurma Sebepleri

    Siyasi ve itikadi mezhep taraftarları görüşlerini desteklemek ,karşı tarafı Tenkit etmek,kendi liderlerini övmek, diğerlerini yermek amacıyla hadis uydurmuşlardır. bu durum söz konusu fırkaların İslam dışı  ve ehli bidat görüşleri savundukları Gerekçesiyle dışlanmalarına ekolleşemeyerek marjinal kalamalarına sebep olmuştur. Tesbit edilebildiği kadarıyla bu marjinal fırkaların kendi görüşleri uğruna hadis uydurduklarına  dair bilgiler dışında hadisin sıhhatinin tespiti, yorumu ve hadis metodolojisi ile ilgili diğer konularda farklı yaklaşımları ve iddiaları söz konusu değildir.

       Hicri  ikinci asır siyasi ve itikadi fırkaların yanında İslam düşüncesi ile ilgili farklı ekollerin oluştuğu bir dönemdir. bu dönem başta hadisin sıhhatinin tesbit olmak üzere, hadisle ilgili farklı metot ve yaklaşımlara sahip "ehli hadis","ehli rey","Mutezile","Şia"ile "ehli züht ve  tasavvufun" ortaya çıktığı bir zamandır.

    Sünneti dinin ikinci kaynağı kabul etmekle birlikte itikadi ve fıkhi  hususlarda olduğu gibi hadislerin bilgi açısından değeri,sıhhatin tespiti, yorumlanması ve benzeri konularda farklı metot uygulayan ehli hadis, ehli rey ve Mutezile'Nin  ayrı birer ekol olarak incelenmeleri hadis tarihi açıdan önem arzetmektedir.

2-Hicri üçüncü asır

    İslam düşünce tarihi açısından en yoğun fikir tartışmalarının olduğu bir dönemdir. hadis tarihi açısından hicri üçüncü asır gelişme dönemi olarak nitelendirilebilir. zira söz konusu asırda ehli Hadise yöneltilen eleştirlere cevaplar verilmiş daha önce belirlenen hadis usulü kural ve ıstılahlarının bir kısmı yazılı hale getirilmiş, hadis disiplinleri ile ilgili temel eserler kaleme alınmış Hadisin İslam anlayışı temel hadis kaynaklarında da ortaya konulmuştur.

Ekoller Arası Tartışmalar

    Hicri ikinci asırda oluşan ekoller arasındaki ilgili tartışmalar üçüncü asırda da devam etmiştir. haberi Vahid in bilgi değeri, kulların fiillerinin yaratılması ve kader, Allah'ın ahirette müminler tarafından görülmesi,Allahın sıfatları ve halkıl kur'an gibi konular ehli hadis ile mu'tezile arasındaki tartışma konularıydı. bunlar arasındaki özellikle kur'an'ın  yaratılmış olup olmadığı ve Allah'ın ahirette müminler tarafından görülmesi konularının Mutezile ile Ehli Hadis arasındaki en önemli tartışma konuları olduğu anlaşılmaktadır.

   Bu tartışmalarda ehli hadis ayet,hadis sahabe ve TABİÎN  görüşlerini Mutezili  âlimler ise bunlarla birlikte felsefe tabiat ilimleri ve diğer dinlerle ilgili bilgileri de kullanmaktaydı. Mutezili  âlimler felsefe,mantık, tabiat,astronomi, fizik, kimya ve tabii ilimler gibi sahalarda Yunanca, Latince, Süryanice ve Hintçe'den yapılan tercümelerden istifade etmekteydiler.

C-TEMEL HADIS KAYNAKLARININ YAZILMASI

Hicri ikinci asırda ortaya çıkan hadislerin sıhhatini tespit ve yorumlanmasıyla ilgili ekoller arasındaki farklı yaklaşım ve tartışmalar üçüncü asırda eleştiri ve cevap şeklinde yazılı olarak devam etmiş ve bu durum temel hadis kitaplarının telifi ile hadis usulü ve ilimlerinin gelişmesinde etkili olmuştur. hicri üçüncü asır, daha sonra Kütüb-i Sitte veya Süneni Erbaa veya Kütüb-i  Erbaa diye isimlendirilen temel hadis kitaplarının yazıldığı dönemdir.

Tirmizi'nin verdiği bilgiye göre üçüncü asır öncesinde hadis âlimleri sadece güvenilir Ravilerden rivayette bulunmadıkları gibi eserlerine de sadece sahih hadisleri almamaktaydılar. bu durum üçüncü asrın başlarında hadis alimlerinin çelişkili zayıf ve Uydurma rivayetleri nakletmeleri sebebiyle eleştirmelerine sebep olmuştu. hadis âlimleri bu eleştirilere bir taraftan ihtilafı hadis başlığıyla kaleme aldıkları eserlerde diğer taraftan da sadece sahih hadisleri bir araya getiren eserler meydana getirerek cevap vermeye çalışmışlardır. tespit edilebildiği kadarıyla kitabına sadece sahih hadisler alan ve eserini sahih olarak Niteleyen ilk âlim İbaziyyenin  imamı Rebii B. Habib ( ölümü hicri 180 ) olmuştur. SAhih hadisleri müstakil eserlerde toplama faaliyeti ise hicri üçüncü ve dördüncü asırlarda gerçekleşmiştir. Buhari ve Müslimin "el camius sahihleri , ibni Huzeyfe'nin (ölümü hicri 311)sahihi ve ibn-i Hiban'ın ( ölümü hicri 354)  "el- müsned Üs sahihi" bu dönemde sadece sahih hadisleri ihtiva etmek amacıyla telif edilen eserlerdir.

D.HADİS USULÜ VE İLİMLERİYLE İLGİLİ GELİŞMELER

İkinci asırda geliştirilip uygulanan hadis usulü kuralları üçüncü asırda kısmen yazıya başlanmıştır.nitekim imam Şâfiî'nin er risale ve cimaul ilim isimli eserleri, Ali B. Medininin farklı konularda yazdığı cüzler (ölümü hicri 234), imam Buhari'nin  "el camius sahihi"nin kitabul ilim ve kitabul ahad bölümleriyle, imam müslim'in (ölümü hicri 261) "El cami Üs sahihi" ne  yazdığı Mukaddimesi, Tirmizi'nin "es-Sünen"inin  sonundaki "kitabul ilel'i", Ebu Davud'un (ö.h.275) eserini tanıtmak üzere Mekkelilere yazdığı mektup üçüncü asırda hadis usulünün temel konularını yazılı hale getiren çalışmalardır.

 HİCRİ DÖRDÜNCÜ VE BEŞİNCİ ASIRLAR

 A.Sosyo kültürel ortam

Dördüncü ve beşinci yüzyıllar siyasi açıdan Abbasiler ile emirlikler veya Hanedanlıklar dönemi olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde Endülüs döneminde Emirlikler hâkimdir. ilmi ve fikri açıdan ise dördüncü ve beşinci asırlar İslami ilimlerin tamamen teşekkül ettiği, mezheplerin kökleştiği, Batiniler ile karmatilerin önemli ölçüde etkili olduğu, İslam felsefesi ve tasavvufunun gelişmeye yüz tuttuğu zengin bir kültür ortamı görünümündedir.

B. Hadis ilmi ile ilgili gelişmeler

Ehli hadis ile mutezile ve ehli rey arasındaki tartışmaların devam ettiği ve ehli hadis lehine geliştiği bu dönemde, hadis usulü eserlerinin yanısıra rivayet usulüne ait temel hadis eserleri de telif edilmiş,ayrıca ilk dönem hadis kaynaklarına dayalı eserler de yazılmaya başlanmıştır.

C. Hicri dördüncü ve beşinci asırların temel özellikleri

Hicri dördüncü ve beşinci asırlar siyasi ve fikri tartışmaların yoğun olduğu bir dönemdir. bu dönemde ekol tartışmaları devam etmiş Eş'ariyye ve Maturidiyye gibi ehli sünnet mezheplerinin genel kabul görmesi ve yoğun olarak yöneltilen eleştiriler sonucunda mutezile giderek zayıflamış, hatta ehli rey onlardan uzaklaşma ihtiyacı hissetmiştir. ancak mutezile ve ehli reyin hadisle ilgili bir kısım anlayış ve kavramları bazı hadis âlimleri tarafından da benimsenmiştir. özellikle Hatip el Bağdâdi hadisin sıhhatini tespit ve haberlerin ahat ve mütevatir şeklindeki ayırımında eserlerinde Mutezile  ve ehli reyin bir kısım görüşlerini aktarmıştır.

 

Bu dönemde telif edilen ilk hadis usulü eserleri hadisi savunma amaçlı kaleme alınmış, azımsanmayacak kısmı ilk defa olmak üzere gerek ravilerin kimliği gerekse güvenilirliği ile ilgili daha sonraki dönemlerde kaynak olarak kullanılan bir çok eser telif edilmiştir. Bu dönemde müsnet ve mucem turu eserler kaleme alınmıştır. Müstedrek ve müstahreç türü temel hadis kaynaklarını tamamlayıcı çalışmalar yapılmış. İlk şerhler yazılmış onların ravi ve isnatlarındaki kopukluk ve metinleri açısından eleştirilen eserler de bu dönemde yazılmıştır. ayrıca temel hadis kaynaklarının hadislerini bir araya toplayan cem' türü eserlerin ilk örnekleri de bu dönemde telif edilmiştir.

Şia'nın sahih hadis kaynakları olarak kabul edilen kütübü Erbaa diye tanınan,"el kafî fi ilm ilmiddin,men la yehduruhul fakih, tehzibul ahkam ve el istibsar" isimli dört temel eser de bu dönemde yazılmıştır.

   İkinci dönem: Nakil döneminin temel özellikleri

En temel özelliği rivayetin sona ermesi ve rivayet döneminde telif edilen hadis kaynaklarının aktarılmasının başlamasıdır. Camii, Sünen,müsnet, musannaf gibi temel hadis kitaplarının isnatları oluşmaya başlamıştır. dolayısıyla bu dönemde isnat hadisle değil hadis kitaplarıyla ilgilidir. özellikle darül hadislerin eğitim kurumu olmasıyla kitap esaslı bir eğitime geçilmiş ve bu muhaddisler vasıtasıyla temel hadis kitapları oluşan isnatlarıyla korunmuş ve sonraki nesillere aktarılmıştır.

Dârul hadislerde öğrenci bir hadis kitabını hoca'dan dinleyince veya ona okuyunca bu durumu belgelemek üzere kitabın ilk veya son sayfasına icazet yazılmaktaydı. böylece bir taraftan öğrenci kitabı rivayet yetkisini elde etmekte, diğer taraftan da kitabın isnadına dahil olmaktaydı.

      Rivayet döneminde icazet Sema veya kıraat yoluyla alınamayan bir hadis metnini belirli şartlarda hocadan rivayet izni alma anlamına gelmekteydi. Bu dönemde ise icazet öğrencinin sema veya kıraat yollarından biriyle aldığı bir kitabı rivayet yetkisine sahip olduğunu bildiren bir belge anlamında kullanılmaktaydı.

Bu dönemde başta Buhari ve Müslimin “el camiiuz sahih” leri  olmak olmak üzere kütübi sitte otorite kazanmış ve diğer hadis kaynaklarından daha çok ön plana çıkmıştır. yazılan Cem, zevait etraf  ve şerh gibi edebi türlerin telifinde genellikle kütübi sitte esas alınmıştır. dolayısıyla bu dönemde yapılan eserler orijinal olmak yerine rivayet dönemi eserleri üzerine yapılan çalışmalardır. bu dönemde kaleme alınan ravilerle ilgili kitapların önemli bir kısmı daha kütübi sitte merkezli olmuştur. hadislerin sıhhatini belirlemede başta buhari ve müslim in el camiüs sahihleri olmak üzere temel hadis kaynaklarının esas alınmasının da bu dönemde ön plana çıktığı görülmektedir.

Bu dönemin bir diğer ayırıcı özelliği ise terimlerin tanımlarının yapılmasıdır. Zira önceki dönemlerde çok miktarda hadis Terim'i kullanılmakla beraber genellikle tanımları yapılmamıştı. bu dönemde özellikle İbn us Salah ile birlikte hadis terimlerinin hemen tamamının tanımları yapılmıştır.

 

  Şia  açısından da bu dönem derleme evresi olarak kabul edile bilir. dönemin bir başka özelliği de hadis anlayışında hadis Yaklaşımının genel kabul görmesi mutezile ve ona yakın olan ehli rey anlayışının ise Zayıflamasıdır. Mutezile Mütevekkilin hilafete gelmesiyle siyasi desteğini kaybetmişti. Miladi 10. yüzyılın ilk yarısından itibaren ise Maturudiye ve Eşariye  ile Sünni akide ekolleri teşekkül etmişti bu durum mutezilenin ilmi desteğini kaybetmesi anlamına gelmekteydi.

   Hadis usulü sahasında esas kabul edilen eserler de bu dönemde kaleme alınmıştır. bunlar arasında sahasında ilk derli toplu eser olduğu için en büyük ilgiyi ibn Nuss Salah'ın “ulumul hadisi” ilgi görmüştür.

  Son dönem

Son dönem ile yaklaşık 13. asırdan günümüze kadar geçen süre kastedilmektedir. oryantalistlerin hadis tarihi usulü ve literatürü hakkında yaptıkları çalışmalar ile gerek Batı'da gerekse İslam dünyasında yapılan akademik araştırmaların bu dönemi öncekilerden ayırt eden temel özellik olduğu söylenebilir. 19. yüzyıl hıristiyan misyonerliğinin ve özellikle hindistan'daki dinler arası tartışmaların yoğun olduğu müslümanların İslam rivayet geleneğinin güvenilirliğine yönelik eleştirel bir tavrı başlatan oryantalistlerin giderek artan itirazlarıyla karşılaştıkları bir dönemdi. Oryantalistler özellikle hadis literatüründe yer alan hadislerin Hazreti Peygambere aidiyeti ile sahih olan hadisleri sahih olmayandan ayırt etmeye dair klasik metotların geçerliliğini sorgulamaktaydı. oryantalistlerin hadisle ilgili sözü edilen itirazlarının ilk gündeme geldiği yer ise Hindistan olmuştu. dolayısıyla bu dönemde Hindistan hadisle ilgili ehli kur'an, ehli hadis, Diyobend, aligarh gibi farklı ekollerin ortaya çıktığı bir bölge olmuştur.

   Batılı devletlerin sömürgesinden kurtulan İslam ülkelerinde kurulan üniversitelerde hadis tarihi usulü literatürü hakkında yapılan akademik çalışmalarda bu dönemin bir başka özelliğidir.

Bu dönemin en temel özelliği Müslüman olmayan oryantalistlerin hadis ilmi alanında yaptıkları çalışmalardır onlar hadis tarihi usulü ve literatürü ile ilgili bir çok araştırma yapmış ve Müslümanlardan bütünüyle farklı sonuçlara varmışlardır onlara göre hadislerin Hazreti peygamber ile herhangi bir ilişkisi bulunmamaktadır. Hadisler özellikle hicri ikinci ve üçüncü asırlarda Müslümanlar tarafından ortaya atılan görüşlere otorite kazandırmak amacıyla hazreti peygambere nispet edilmişlerdir. Buna göre yapılması gereken söz konusu görüşlerin ne zaman kim tarafından ortaya atıldığını ve hazreti peygambere nispet edildiğini tespit etmektir. Oryantalistlerin geliştirdikleri sözü edilen yöntemler bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olmuştur.

Bu dönemde yapılan çalışmalarla, Oryantalistlerin gerek hadislerin Hazreti Peygamberle bir ilişkisinin bulunmadığı anlayışlarının gerekse kullandıkları yöntemlerin isabetli olmadığı ortaya konulmuştur.

19. ve 20. yüzyıllar İslam düşüncesi açısından önemli gelişmelere sahne olmuştur. hadis ilmi açısından özellikle Hint kıtasında siyasi gelişmelerin de etkisiyle farklı ekoller ortaya çıkmıştır. bir tarafta sömürgeci İngiliz hükümeti ile işbirliği yaptığı ve batı etkisinde kaldığı belirtilen Sir Seyyit Ahmet Han'ın kurduğu Aligar ekolü, diğer taraftan İngilizlerin eğitim politikalarına tepki olarak dini eğitimi ihya etmek üzere Hanefi mezhebine bağlı Diyobend geleneği ve mezhepleri dışlayarak hadis merkezli ve dini metinleri lafzi yorumuyla ihya etmek isteyen selefi karakterli ehli hadis ekolleri doğmuştur.

19. yüzyılın sonuna doğru ise ehli Hadisin  katı nasçılığına tepki olarak ehli kur'an'ın ekolleri ortaya çıkmıştır. Pakistan'da ise ehli hadis, Diyobend  ve Fazlurrahman'ın temsil ettiği modernist ekolü ortaya çıkmıştır. Hindistan ve Pakistan'da ehli kur'an, Mısır'da ise Mahmut eboue Reyya ve muhammet tevfik sıdkî Hadis'in otoritesini ve güvenilirliğini açıkça reddetmişlerdir. ancak bu görüşler genel kabul görmemiş marjinal olarak kalmıştır. Son dönem İran'ın da kaynakları yeniden gözden geçirmeyi, temel hadis eserlerindeki rivayetlerin sihhatlerini ele almayı benimseyen Usuliyye  anlayışı ön plana çıkmıştır.

Görüldüğü gibi İslam dünyasında son dönemde hadislerle ilgili farklı görüşler ortaya çıkmıştır öncelikle ehli kur'an'ın  ekolü kur'an'ın yeterli olduğu ve hadislerin dini delil olmayacağını söyleyerek reddetmişlerdir. bu anlayışın Mısır'daki temsilcisi Muhammet tevfik Sıdkî idi. Âligarh ekolu ise sağlam bir şekilde ulaşmadıkları güvenilir olmadıkları  gerekçesiyle hadislerin büyük bir kısmının delil olamayacağını ileri sürmekteydi. Şibli Numan, Mevdudi,   Reşit rıza, Kevseri, musa Carullah,yusuf ziya Yörükan, Gazzâli, hayri Kırbaşoğlu gibi âlimler ise tarihte hadisçilerin yaptığının istinat tenkidinden ibaret olduğunu ve bunun yeterli olmadığını dolayısıyla metinleri açısından hadislerin yeniden ele alınması gerektiğini savunmaktaydı. bunlara göre hadislerin sıhhatini tespit ile ilgili eksik olan, tarihte fakihlerin gerçekleştirdiği metin tenkidi kısmıdır, dolayısıyla bugün de hadislerin sihhatini tespitte tarihteki ehli reyin yaklaşımına uygun ve özellikle kur'an esas alınarak metin tenkidi yapılmalıdır. Mustafa eş-sibaî ve Eboue Şehbe gibi âlimler ise klasik hadis usulü anlayışını savunmaktaydı. bunlar metin esaslı sıhhat tespitini reyin egemenliğine kapı aralamak olarak yorumlamaktaydı.

Diğer taraftan hadis tetkikinde içtihat kapısını kapatma çabalarına, başta çağdaşları olmak üzere pek çok İslam âlimi  karşı çıkmış ve onu eleştirmişse de son dönem hadis usulü anlayışının önemli ölçüde ibn Nus Salah'ın etkisi altında kaldığı söylene bilir. onun eser esaslı yedi kısma ayırdığı sahih hadis anlayışı ile sahihayn hadislerinin sıhhatli konusundaki yaklaşımı son dönem alimlerini de etkilemiştir. Nitekim Tahir el Cezairî tenkide uğramış çok azı dışında sahihayn hadislerinin sihhatinin kesin olduğu görüşünü belirtmiştir.

İslam dünyasında hadisleri bütünüyle reddeden görüşün marjinal olduğu büyük çoğunluğunun ise hadisler olmadan İslam'ın doğru anlaşılamayacağını Görüşünü benimsediği görülmektedir. Genel olarak ulema arasındaki ihtilaf ise hadislerin sihhatini tespitte kullanılan yöntemle ilgilidir. bunlardan bir kısmı klasik hadis usulündeki isnat merkezli sıhhat tespitini yeterli görürken diğerleri metin merkezli ve kuran esaslı bir yöntemi tercih etmektedir .nitekim cumhuriyete geçiş dönemi âlimlerinden Babanzade Ahmet naim hadis tespit sistemiyle ilgili yaklaşımları ortaya koymak suretiyle modern dönemde öne çıkan metin tenkidine özel vurgu yapmıştır.

Son dönemin hadis ilmi açısından bir diğer özelliği de hadislerin anlaşılmasıyla ilgili yapılan çalışmalardır. özellikle Yusuf el Kardavi bu husustaki çalışmalarıyla tanınmıştır. bu hususta hadislerin kur'anı kerim ışığında anlaşılması bir konudaki bütün hadislerin ve  riayetlerinin bir araya getirilmesi ihtilaflı hadisler arasındaki çelişkilerin giderilmesi, hadislerin söylendiği ortam ile sebep ve gerekçelerinin tespit edilmesi ,hadislerdeki araç ile amacı ayırt edilmesi metinlerde yer alan kelimelerdeki hakikat ile mecazın ayırt edilmesi, hadislerin Hazreti peygamberin hangi vasfıyla söylendiğinin tespit edilmesi ve hadislerin maksatlar ışığında anlaşılması gibi hadislerin anlaşılmasında uyulması gereken temel prensiplere dikkat çekmiştir. Hadislerin Hazreti peygamberin hangi vasfıyla söylendiğinin tespit edilmesi prensibi ise son dönemde üzerinde en çok durulan hususlardandır. yukarıda işaret edildiği üzere Ahmet hamdi Akseki ve yusuf ziya Yörükan Hazreti peygamberin risalet, imamet,ifta,kaza vasıflarını bulunduğunu bunlara dikkat edilmesi gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Muhammet tahir B. Aşur ile hayrettin karaman da bu konuyu müstakil başlıklar altında incelemişlerdir.

 

TEFSİRİN TANIMI ve NİTELİĞİ

Tefsir  Tarihi

Tefsir:  Bilindiği gibi Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Bu faaliyet, önceleri şifahi bir tarzda hicri 2. asrın ikinci yarısından itibaren de yazıya geçirilerek (tedvin) günümüze kadar devam edip gelmiştir. Kur’an mesajının anlaşılmasına yönelik bu aktiviteler tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki buna ‘’Tesfir Tarihi’’ denilmektir.

Kur’an’ın İnzali ve Kitaplaşma Süreci

Allah Resulü, bir tarafından tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahabileri, Kur’an’ı okuyamaya ve ezberlemeye teşfik ediyordu.

Esasen,Müslümanlar yeni bir dine girmenin verdiği heyecan ve imanla Kur’an metnini ezberliyor ve onu gece gündüz okuyorlardı. Ancak Hz.Peygamber nazil olan Kur’an vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünki onu ne kadar çok insan ezberlerse ezberlesin, hafıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilirdi. İşte bu yüzden Hz. Peygamber, ashabı Kur’an’ı ezberlemeye teşvik etmekle birlikte, onun yazıya geçirilmesin de emrediyordu.

Hz. Peygamber  tarafından vahiy katiplerine dikte ettirilen Kur’an metinleri, bizzat Allah Rasulü tarafından tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu.

Sonuç olarak şu anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber devrinde her ne kadar Kur’an’ı kitap olarak derleme mümkün olmamışsa da, tilaveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’an’ın kitaben derlenmesi, bilindiği gibi Hz. Peygamber ‘in vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebu Bekr  devrinde yapılmıştır.

Kur’an’ın ilahilik vasfını korumak amacıyla girişilen beşeri faliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Osman’ın devlet başkanlığı esnasında yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğü olarak nitelendirilmiştir.

Hz. Osman devrinde Zeyd b. Sabit başkanlığında oluşturulan bir heyet, beş sene kadar süren titiz  bir çalışmanın sonunda birkaç Kur’an nüshası yazıp, çeşitli İslam beldelerine göndermek suretiyle söz konusu ihtialafları bertaraf etmiş ve Kur’an’ı daha önceki  ilahi kitapların başına gelen tahrif ve tebdilden korumuştur. Kur’an, bilindiği gibi Hz. Peygamber’le çevresindeki müslim ve gayr-i müslim unsurlardan meydana gelen muhataplar topluğuyla canlı bir diyalog niteliği taşımaktadır.

Tesfirin Tanımı ve Niteliği

1.Tesfirin Tanımı

Kur’an  insanlığa doğru yolu göstermek için gönderilen ilahi bir metindir. Kur’an ilahi iradeyi konusu edilen metnin, epistemolojik anlamda ilahi alana ait bir metin olduğu anlaşılır.  İşte bu metnin anlaşılır hale getirilmesi faaliyeti esasen tesfir demektir.

A.Tesfir Kavramı

Tesfir kelimesi (…) veya taklib tarikiyle türediği iddia edilen (…) kökünden (…) vezninde bir masdardır.Sözlükte ‘’bir şeyi açıklmak, ortaya çıkarmak ve kapalı bir şeyi açmak’’  gibi manalara gelmektedir.(…) masdarı ise, ‘’ aydınlatmak, ortaya  çıkarmak, üzerindeki  örtüyü kaldırmak’’  gibi  manalarada kulanılmaktadır.bundan dolayıdır ki kadın yüzünü açtığında  Araplar (………) derler.

Tesfir kelimesinin sözlük anlamlarıyla  ilgili bu kısa açıklamalardan sonra  birazda onun (kavramolarak) ifade ettiği anlam üzerinde duralım. Söz gelimi İbn Manzur  ‘’Lisanu’l-arap’’ adlı Arapça  lügatında tesfiri,  ‘’ müşkül olan lafızdan kastedilen manayı keşfetmektir ‘’  şeklinde tanımlamaktadır. Zerkani’nin tanımı da şöyledir, ‘’ Allah Taala’nın muradına delaleti bakımından beşer gücünün yettiği ölçüde Kur’an’ın manasını araştıran bir ilimdir.

Daha başka tanımlarda yapılmıştır. Ancak sözü daha fazla uzatmadan bütün bu farklı tanımlardan hareketle tefsiri  daha genel anlamda, ‘’ Arap dili ve belagatı ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır’’  şeklinde tanımlayabiliriz.

Sahabe devrinde tefsir denilince daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu.Yani bu söz onlara göre Allah’ın ,Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya O’nun elçisinin açıklaöalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Bu yüzden onda hata ihtimali asla söz konu değildi. Böylece denilebilir ki, ashab döneminde (….) lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır.  Nitekim  İmam Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü Ehli’sünne’’  adlı Kur’an tefsir ile te’vilin farkına işsret ederek tefsirin ashab, te’vilin  de fakihler için söz konusu edilmesi gerektiğini beyan etmekltedir.

B.Tefsirle Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar

1.Te’vil

a.Tanımı

Te’vil kelimesi, sözlük manası itibariyle aslında dönmek anlamına gelen (…) kökünden (…) vezninde masdar olup, döndürmek ve herhangi bir şeyi varacacağı yere vardırmak demektir. Bu kelime, Kur’an bütünlüğü içerisinde farklı anlamlarda kullanılmıştır.

Terim olarak da,’’meşrü bir sebep veya delilden ötürü,herhangi bir ayeti ya da kelimeyi zahiri manasından alıp,bağlamından koparmadan kitab ve sünnete uygun bir şekilde yorumlamaktır.’’  şeklinde tanımlanabilir.

b.Şartları

İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre naslardan hüküm  çıkarmada esas olan, te’vile gitmemektedir. Yani nasların zahiri manalarılya amel etmek vaciptir ve kuvvetli delil olmadıkça zahiri manalarını bırakıp te’vile gitmek caiz değildir. Müteşabih nasların açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda da te’vil  kaçınılmazdır.İşte bu hallerde bir takım şartların göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

1.Te’vile esas olan mananın, mecaz yoluyla da olsa lafzın kendisine delalet ettiği manalardan olması gerekmektedir.

2.Te’vil manası acik olan bir nassa ters düşmemelidir.

3.Te’vil, bir lafzın ilk anda akla gelen zahiri anlamından başka manada yorumlanmasına imkan tanıyan şer’i bir delile dayanmalıdır.

c. Çesitleri

Nasları yorumlama faaliyeti anlamındaki te’vilin Müslümanların ondört asrı aşkın ilmi geleneğinde üç çeşidi mevcuttur.Bunlar, beyani,irfani ve burhani te’vilden ibarettir.

Ca.Beyani Te’vil

Daha ziyade kelamcıların,fakihlerin,müfessir ve dilcilerin yaptığı bir yorum yönetimidir.

Cb.İrfani Tev’il

Tavvuf erbanın kalbine sezgi,keşf ve ilham yoluyla doğan bir bilgi türüdür.

Cc.Burhani Te’vil

Burhani  Tev’lin İslam düşüncesindeki en meşhur kuramcısı İbn Rüşd (ö595/1198) ‘dür.İbn Rüşd’ün tanımladığı burhani te’vil yöntemi, nasları aklın ve dilin örfi kullanımı dahilinde yorumlamayı esas almaktadır.

Sonuç olarak şunu belirtelim ki, Üç kısım olarak ele almaya çalıştığımız te’vil tarzlarından Kur’an yorumu için en uygun olanı beyani te’vil yöntemidir.

d.Te’vil ile Tefsir Arasındaki Farklar

1.Te’vil, bie delilden dolayı lafzın muhtemel manalarından birisini tercih anlamı taşıdığı için kesinlik ifade etmez. Ancak tefsire konu olan naslarda tek anlam bulunduğu için onda kesinlik vardır.

2.Te’vil genellikle nasların içsel manalarında, tefsir ise lafızlarda söz konusudur.

3.Te’vil ekseriya akla tefsir ise rivayete dayanmaktadır.

2.Tercüme

a.Tanımı

Kök itibariyle, dört harfli (rubai) “terceme” veya üç harfli (sülasi) “receme” fiilinden türediği “tercüme” kelimesi , sözlükte, “ bir kelamı bir dilden başka bir dile çevirmek, bir sözü diğer bir dilde tefsir ve beyan etmek, bir lafzı kendisinin yerini tutacak bir lafızla değiştirmek” gibi manalara gelmektedir.

Tercüme terim olarak da  “bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabirle ifade etmek”  şeklinde tanımlanabilir.

b.Çeşitleri

Tercime iki çeşittir. Bunlardan biri harfi yahut lafzi,diğeride tefsiri  ya da manevi  tercümedir

ba.Harfi Tercüme

Lafzi tercüme diye de isimlendirilen bu tercüme. ‘’nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen’’  tercümedir. Kur’an’ı, belagat,fesahat,icaz ve üslubuyla başka bir dile harfi tercüme yoluyla tam ve doğru bir şekilde tercüme etmek mümkün değildir.

bb.Tefsiri Tercüme

Asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmektedir. Manevi tercüme olarak da  adlandırılan bu tercüme tarzında önemli olan, tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların güzel bir şekilde ifade edilebilmesidir.

Tefsiri, tercüme, harfi tercüme gibi zor bir tercüme değildir. Kur’an’ın tercümesinden söz edilecek olursa, bu durumda zorunlu olarak tefsiri tercüme akla gelir.

3.Meal

Sözlükte ‘’bir şeyin özü, hülasası ve akıbeti’’  anlamına geldiği gibi, ‘’eksik bırakmak’’ manasını da içermektedir.Kavram olarak da:’’ Bir sözün manasını her yönüyle değilde biraz noksanıyla ifade etmek’’ demektir.

Kur’an’ın ifade ettiği bütün manaları tercüme yoluyla aksettirmenin imkansızlığı düşünülürse, tercüme yerine ‘’meal’’ kavramını kullanmanın ne derece isabetli olduğu kolayca grülebilir.

II.Tefsirin Niteliği

A.Tefsirin Konusu ve Amacı

Bu konuda da Kur’an’ın içerdiği yüce manalardır. Çünkü tefsir ilimi, Kur’an’da yer alan nasların içerdiği anlamları, yüce hakikatleri ve derin nüktleri araştırıp ortaya çıkaran bir ilimdir.

Amaç da hiç kuşkusuz insanlığa hidayet yolunu açık ve net bir şekilde gösterip, onların dünya ve ahrette mutlu olmalarını sağlamktadır. Bu,esasen Kur’an’ın da yegane gayesidir.

B.Tesfirin Gerekliliği

Kur’an, gerek bireysel be gereksede toplumsal planda insanın bütün davranışlarına yön vermeyi esas almış, itikadi ahlaki ve hukuki alanlarda getirmiş olduğu esaslarla her dönemde insanlığa yol göstermiştir. İşte bu özelikleri sebebiyle söz konusu kitabın tefsir edilmesi elbette ki gereklidir.

C.Tefsirin Diğer İslami İlimlerle İlişkisi

İslami ilimler, Müslümanların Kur’an’ı anlamak üzere geliştirilimiş oldukları dini ilimlerdir. Bunlar tefsir, hadis, fıkıh, kelam, siyer, tarih ve ahlak ilminden ibarettir.

Kur’an’ın  anlaşılmasını temin etmeye çalışılırken başta hadis olmak üzere siyer , tarih, Arapça, ahlak vb. İslami ilimlerden yararlanan tefsir, elde ettiği sonuçları Müslümanların itikadi ve ameli hayatlarında çok önemli bir yere sahip olan kelam ve fıkıh gibi iki temel bilim dalına takdim etmiştir.

A.Kıraat İhtilafları

Bilindiği gibi Kur’an’ın okunmasında çeşitli kıraatler söz konusudur. Bu kıraatlerin bir kısmı da şaz olarak nitelendirilmektedir. Ancak ekseriyetin anlayışına göre şaz kıraatlerle amel caiz değildir.

B.Çok Anlamlılık

C.Itlak – Takyid Anlayışı

D.Umüm- Husüs İhtilafı

E.Mensüh- Muhkem İhtimali

F.Seleften Farklı Rivayetlerin Gelmesi

G.Mezhep Taraftarlığı

H.Tefsirde Dirayet ve Rivayet Olgusu

İlk dönemlerden itibaren Kur’an tefsirinde başlıca iki eğilim söz konusudur. Bunlardan biri dirayet diğeri de rivayettir.

Sonuç olarak Kur’an’daki kelimelerin farklı okunuşları, lafızların lügat itabariyle birden fazla anlam için vazedilmiş olmaları gibi temel sebepler  yanında, müfssirlerin bilgi birikimleri, naslara yaklaşım tarzları, tefsirde geliştirdikleri  yöntemler ve herhangi bir ekole mensubiyetleri gibi tali nedenler de Kur’an tefsirinde bir farklılık ve çeşitliliği beraberinde getirmiştir. Ancak bitin bunlar bir ihtilaf ve kargaşa değil, Müslümanlar için bir bilgi ve kültür  zenginliğidir.

TEFSİRİN DOĞUŞU ve TEDVİNİ

1.Tefsirin Doğuşu ve Gelişmesi (Sözlü Nakil Dönemi)

Bilindiği gibi semavi kitapalrın sonuncusu olan Kur’an,yaklaşık yirmi üç senelik bir zaman içinde Hz.Peygamber (sav)’e vahyedilmiş kutsal bir metndir. Bu yüzden tebliğ ve teşride olduğu gibi Kur’an’ın tefsirinde de ilk muhatap Allah Resülüdür. Buna göre diyebilir ki, tefsirin ortaya çıkış sürecide, Hz.Peygamber (sav) ile başlamaktadır. Ondan sonrada ashab ve tabiün dönemlerinde Müslüman alimler Kur’an rehberliğinde bir hayat kurma düşüncesiyle kendi zihin dünyalarında tefsire müstesna bir yer verilmişlerdir.

A.Hz Peygamber Tefsiri

Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’an bölümlerini muhataplara okuyor, diğer tarftan da manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu. Gerçi  her ne kadar ilk muhataplar, ana dilleri Arapça olduğu için Kur’an’ı genel çerçeve itibariyle anlama imkanına sahip iseler de yinede onun bir kısım müteşabih lafızlarını ve bazı ayrıntılarını anlamada sıkıntı çekiyorlardı.Dolayısıyla  Kur’an’ın  indiği dönemde yaşayan bu insanların hem anlamadıkları ayetlerin manalarını kendilerine açıklayacak, hem de bazı ameli  hükümlerin uygulanış biçimlerini gösterecek bir rehbere ihtiyaçları vardı.İşte bütün bu hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz. Peygamberdi.

 

1.Peygamber’in Kur’an’ı Tefsir Vesileleri

Hz. Peygamber (sav) ashabına açıklamış olduğu Ku’an’ı  hakikatler, tamamen onları irşad maksadına yönelikti. Allah Resulü bu irşad görevini bazı vesilelerle gerçekleştiriyordu. Bu vesileleri şöyle sıralamak mümkündür:

a.Ayet Okuyarak Tefsir Etmesi

Kaynaklardan öğrendiğimize göre Hz.Peygamber bazen bir ayeti nüzülünü müteakip tebliğ maksadıyla okuyarak açıklar yahut kırat esnasında veya hutbe irad ederken tefsir ederdi.

b.Ashaba Soru Sorarak Tefsir Etmesi

Bu da, Hz. Peygamber ‘in zaman zaman herhangi bir ayet hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatlerini çekerek açıklaması şeklinde gerçekleşir.

c. Sözünü Delillendirmek  Maksadıyla Tefsir Etmesi

Hz.Peygamber bazen de,bir hükmü belirttikten sonra yahut bir nasihatın ardından veya ashab için lüzumlu olan bir hususu beyan ederken mana bakımından ilgili gördüğü başka bir ayeti okur ve onu açıklardı ki buna,’’ Resülullah’ın ayeti temessül  etmesi’’ yani delil getirmesi denilmektedir.

d.Sahabilerin Soruları Üzerine Tefsir Etmesi

Kaynakların belirttiğine göre sahabiler daha ziyade hükümlerin pratiği ile konularında Resülullah (sav)’tan soru soruyorlardı. Ancak bazen de iki veya daha çok ihtimalin bulunduğu hallerde onlardan birinin tercihi yahut meraklılarının tahrik etmesi sonucunda gaybi veya uhrevi bir meseleyi öğrenme amacıyla Resülullah (sav)’a sorular yönelttikleri oluyordu.

2.Hz. Peygamber ‘in Kur’an’ı Tefsir Yöntemi

Resülullah (sav) ‘a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen ayetleri  tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de tersi olur, açıklama zarureti doğardı.Ozamanda genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç kadar tefsir ederdi.

Sünnet, Kur’an’ı açıklamaya yönelik bu misyonu gelişi güzel değil belli bir yöntemle gerçekleştirmiştir ki, bunları şöyle sıralamak mümkündür.

a.Mücmelin  Tebyini

Mücmel,’’ kendisinden ne kastedildiği kapalı olup anlaşılması için ilave bir beyana ihtiyaç duyan lafız’’ demektir. Bu tür nasların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklamıştır. Allah Resulü (sav)’nün  açıkladığı nasların başında ahkam, gayb, yaratılış, kader, kıyamet vb. konuları içeren ayetler gelmektedir.

b.Müphemin Tavzihi

Mübhem kavramı,’’ insan, melek ve cin gibi varlıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin veya bir kelime nitelemenin Kur’an’da açık değil de ism-i işaretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesi’’ anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi müphem lafızlar anlam bakımından bir belirsizliği ve anlaşılmazlığı ifade etmektedir. Böyle olunca mübhem olan hususların açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir zaruret söz konusudur. Bu zaruretin ortadan kaldırılmasında da belirleyici akli muhakeme ve yaklaşımlar değil bizatihi nakildir. Bu sebeplerdir ki İslam alimleri mübhem lafızların açıklığa kavuşturulması noktasında sahabe kavillerini bağlayıcı görmüşlerdir. Çünki onlara bu tür bilgilerin Hz. Peygamber’e dayanması kuvvetle muhtemeldir.

c.Mutlakın Takyidi

Sözlükte “karışık olan” anlamına gelen müşkil kavram olarakta “Kur’an’ın bazı ayetler arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen huşular” diye tanımlanabilir.Ancak şunu hemen belirtmek lazım ki,(….) ‘’ Eğer o (Kur’an) Allah’tan başkası tarafından olsaydı,elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şey bulurlardı’’ ayeti Kur’an’da birbirlriyle çelişen ayetlerin bulunmasını imkansız kılmaktadır.

3.Hz. Peygamber’in Tefsir Ettiği Nasların Mikatarı

Hz. Peygamber’in Kur’an’a dair beyanlarının miktarı konusunda alimler farklı görüşler ortaya atmışlardır. Bazıları söz konusu tefsirin çerçeve itabiriyle Kur’an’ın bir kısmını, bazıları da tamamını içerdiğini iddaia etmektedirler.

a.Kur’an Bir Kısmını Tefsir Ettiği İddasiası

Bu görüşü ilk defa Gazzali (ö.911/1505) ortaya atmış, daha sonra da süyüti (ö.911/1505) onu savunmuştur. Hz. Peygamber’in Kur’an’dan az bir kısmı tefsir ettiğini ileri süren bu alimlerin delilleri şunlardır:

Hz.Aişe(ra) naklettiği bir hadiste şöyle demiştir: ‘’ Hz. Peygamber, Cebrailin kendisine öğrettiği belirli ayetlerden başka Kur’an’dan bir şey tefsir etmezdi.’’ Dolayısıyla bu hadis, söz konusu peygamberi tefsirin belli ayetlerle ilgili olduğunu ifade etmektedir.

b.Kur’an’ın Tamamını Tefsir Ettiği İddaiası

Bu iddiayı da ilk olarak İbn Teymiyye (ö.728/1328)’nin ortaya attığı,daha sonrada bazı alimlerin aynı kanaati paylaştıkları ifade edilmektedir.

(……)’’ İnsanlara, kendilerine indirileni  beyan etmeden için  sana da  Kur’an’ı indirdik…’’ayeti, Hz. Peygamber’e Kur’an’ tefsir etme sorumluluğu yüklemektedir. Ayrıca ayetteki “beyan” lafzı, Kur’an’ın bütününü içine alan bir lafızdır. Buna göre Hz. Peygamber  Kur’an’ın tamamnı tefsir etmek durumdadır.E ğer o böyle yapmamış olsaydı, ozaman Allah’ın kendisini sorumlu tutuğu beyan görevinde kusur işlemiş olurdu.

Hz. Peygamber’in Kur’an’ın tamamını tefsir ettiğni söyleyebiliriz. Bilindiği gibi Allah Resulü (sav), Kur’an’ı sadece metinsel anlamda tebliğ edip pratikleriyle ilgilenmeyen bir peygamber değildi. Aksine Kur’an’ın mesajını ilk önce hayata geçiren ve ashabına da bunu bizzat gösteren model bir insandı. Yani Hz.Peygamber yaşayan bir Kur’an’dı. Böyle olunca o,Kur’an’ı baştan sona fiilen tefsir etmişti.Buna göre diyebiliriz ki, Hz. Peygamber’in bize bırakmış olduğu Kur’an tefsiri kısmen sözlü; kısmende fiili bir tefsirdir. Ancak onun kavli tefsiri de esasen pratiğe döküldüğü için, baştan sona bütün Kur’an Allah Resulü tarafından yaşanarak tefsir edilmiştir.

4.Sünnetin Kur’an Karşısındaki Fonksiyonu ve Değeri

a.Sünnetin Fonksiyonu

Büyük müfessir Kurtubi(ö.671/1273) tefsirinin mukaddimesinde, İslam bilginlerinin ekseriyetinin  fikirlerine tercüman olarak, sünnetin Kur’an karşısnda iki fonksiyon icra ettiğini belirtmektedir.Bunlardan biri sünnetin, açıklanması gereken Kur’an’ı nasları tefsir etmesidir ki buna teybin, diğeride bazewn helal ve haram noktasında bazen de değişik konularda Kur’an’da yer almayan bir hükmü koymasıdır ki, buna da teşri (hüküm koyma) fonksiyonu denilmektedir.Tebyin fonksiyonu onun,Kur’an’daki mutlak nasları takyid, müphemleri  tavzih, mücmelleri beyan, müşkilleri te’lif ve genel manalı ayetleri tahsis etmesinden ibarettir.

B.Sahabe Tefsiri

Sahabe, arkadaş anlamına gelen ‘’sahibi’’ kelimesinin çoğulu olup,Hz.Peygamber’i sağlığında görmüş ve onunla karşılaşmış olan müminlere verilen bir sıfattır. Sahabi olamada Hz.Peygamber’den hadis rivayet etme şartı olamadığı gibi yaş  sınırı da söz konusuda söz konusu değildir.Buna göre sağ iken  bir an bile olsa onunla görüşüp sohbet etmek ve Müslüman olarak ölmek sahabi olamada yeterli bir şart kabul edilmektedir.

Kur’an tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin çok önemli bir yeri vardır. Çünkü sahabiler Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerini ,Arap örf ve adetlerini iyi biliyorlardı.Aynı zamanda üstün bir idrak gücü ve sarsılmaz bir imana sahiptiler.Ayrıca onlar eski medeniyetlerin ve felsefi akımların tesirinden oldukça uzak yaşadıkları için zihinleri berrak ve dilleri fasihti.Bütün bunların yanında Kur’an’ın işine şahit idiler.Bu yüzden ayet ve surelerin hangi sebepten ötürü inzal edildiğini biliyorlardı. Anlamda sıkıntı çektikleri  ya da açıklama ihtiyacı duydukları  zaman da Resülullah (sav)’a sorarak öğreniyorlardı.Böylece yaklaşık yirmi üç sene boyunca Kur’an’ın inişini müşhade edip hem de iman noktasında  belli bir olgunluğa erişmişlerdi. Bu da, Kur’an naslarını tefsir konusunda ashabı Resülullah’tan sonra en güvenilir konuma getirmişti.

1.Yaklaşım ve Yöntem

Hz. Peygamber’in vefatının ardından Kur’an’ı tefsir etme  vazifesiyle karşı karşıya kalan sahabiler, Allah Resulü  (sav)’nün alternatif yorumlar için bırakmış olduğu alanda  bir taraftan rivayetleri esas alarak diğer taraftanda  kendi görüşlerine yer vererek Kur’an’ı yorumlamışlardır.Bu da tabii olarak iki eğilimin doğmasına yol açmıştır.Söz konu eğilimlerden biri rivayet diğeride re’ydir.

a.Rivayet Taraftarları

Kur’anı nakle bağlı kalarak tefsir etme yuolunu tercih eden sahabiler,İslam’ın ilk günlerinden itibaren özellile müphem, mutlak, mücmel ve müteşabih nasları açıklama konusunda oldukça çekingen davranarak re’y  ile tefsire karşı çıkmışlardır. Mesla Hz. Ebu Bekr(ö.13/634):’’ Allah’ın kitabına dair  herhangi bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya anlamını bilmediğim bir şey hakkında konuşursam, hangi arz beni üzerinde taşır ve hangi sema beni altında gölgelendirir?’’ demiştir.

Bu rivayetler bize gösteriyor ki , o dönemde bir kısım sahabi Kur’an ayetlerini yorumlama ve fetva verme noktasında çok duyarlı hareket ederek, nasları kendi tercihleri  doğrultusunda anlamlandırmayı ilahi iradeye müdehale olarak telakki ediyor; bunun içinde böyle bir müdehaleden uzak durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı. Rivayet tefsirinde altı ayrı yol ve yöntem kullanıldığını görüyoruz:

1.Kur’an’ı tefsir ederken re’yi isabetli bir yol olarak görmeyen sahabilerin müracaat ettikleri kaynakların başında Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri gelmektedir.

2.Sahabilerin rivayet tefsir kaynaklarından biri de Resülullah(sav)’ın  sünnetidir.

3.Ku’an’ rivayet tefsir kaynaklarıyla açıklamaya çalışan sahabilerin başvuru kaynaklarından biri de eshab-ı nüzul rivayetlerdir.

4.Rivayet taraftarları olan sahabiler  Kur’an’ı bazen de nesh yöntemiyle tefsir etme cihetine gitmişlerdir.

5.Sahabiler tefsirinde eski Arap şiirini de referans olarak kullanmışlardır.

6.Bu hususta üzerinde durulan bir başka kaynak da Ehl-i kitaptan yapılan nakillerdir.

b.Rey Taraftarları

Sahabenin Kur’an’a yaklaşımının ikinci önemli ayağı da daha önce belirttiğimiz gibi tefsirde re’yin kullanılamsıdır.Bu görüşü benimseyen sahabiler, herhangi bir ayeti tefsir ederken öncelikle rivayet tefsir kaynaklarına müraacat ediyorlar; şayet aradıklarını onlarda bulamazlarsa, o takdirde kendi re’yleriyle tefsir ediyorlardı.

Sahabe dönemi tefsiri hem rivayette hem de dirayette dayalı bir tefsir özelliği taşımaktadır.Bu iki yaklaşım tarzı, sonra da diğer nesiller yoluyla tarihten günümüze intikal olarak gelmiştir.Bu sebeple denilebilir ki, her dönemde Kur’an’ı hem rivayete hem de dirayete dayanarak tefsir eden alimler söz konusudur.Ancak bütün bunlara rağmen hicri  III. asırdan itibaren tefsirde dirayet olgusu rivayete nazaran daha büyük bir ivme kazanmış ve bazı dirayet müfessirleri Kur’an’la ilgili görüş ve düşüncelerini serbestçe ortaya koyabilecekleri geniş hacimli tefsirler kaleme almışlardır.

2.Bağlayıcılığı

Nüzul sebepleri, Kur’an’ın müphemleri ve ahret ahvali gibi içtihad edilmesi mümkün olamayan konularda sahabe tefsiri bağlayıcıdır. Ancak içtihad edilmesi ve fikir yürütülmesi mümkün olan ve aynı zamanda Resülullah(sav)’a herhangi bir yolla isnad edilmeyen  yerlerde ise, Ebu Hanife’nin de içinde bulunduğu coğunluğun kanaatine göre sahabe tefsiri tercih sebebi olmakla birlikte bağlayıcı değildir.

3.Genel Özellikleri

1.Sahabiler Kur’an’ı ayet ayet baştan sona tefsir etmiş değillerdir.Yaptıkalrı açıklamalar, garip, müphem, müşkil ve nüzül sebepleri ile açıklamaktan ibaretti.

2.Zaman zaman sahabiler arasında bir kısım ihtilaflar ortaya çıkmıştır.Ancak bu ihtilaflar tezat ihtilafı olmaktan ziyade tenevvü (çeşitlilik)ihtilafı idi.

4.Hüküm ayetleriyle ilgili içtihadlara rastlanmıyordu.

5.Tefsir bu dönemde henüz tedvin edilmiş değildi.

4.Meşhur Sahabi Müfessirler

Süyuti,’’ el-itkan’’ adlı kitabında tefsir ilminde şöherte ulaşan sahabi müfessirleri şöyle sıralamaktadır. Hz. Ebu Bekr (ö.13/634), Hz.Ömer (ö.23/634), Hz.Osman (ö.35/635), Hz.Ali (ö.40/661), Abdullah b. Abbas (ö.68/687), Abdullah b. Mes’üd (ö.34/654), Ubey b. Ka’b (ö.30/650), Zeyd b. Sabit (ö.45/665), Abdullah b. Zübeyr (ö.73/692), Ebu Musa el-Eş’ari (ö.44/664). Ancak tefsirle yapmış oldukları rivayet ve katkı noktasında bu sahabiler arasında bir farkın bulunduğu da bir gerçektir. Bu anlamda bir sıralama yapılacak olursa ,o takdirde Abdullah b. Abbas, zikretmek gerekir.Tefsirde en az nakilde bulunanlar ise, Hz.Ebu Bekr, Hz.Ömer ve Hz. Osman’dır.Bunun sebebi de söz konusu üç sahabinin halifelik görevini üstlenip fetihlerle uğraşmaları, yaşadıkları dönemde Kitabullah’ın sırlarına vakıf olan, onun mana ve hükümlerini bilen alim sahabilerinin bulunması ve onaların erken sayılacak dönemde vefat etmiş olmalarıdır.Ancak halifeler içersinde Hz.Ali (ra) tefsirle ilgili nakillerinin çokluğuyla bilinmektedir.Bu da onun en son halife olması dalayısıyla uzun müddet kendisini ilme verme imkanını  elde etmesi ve o dönemde İslam topraklarının genişlemesi sonucunda yeni Müslüman olan insanların ihtiyaçları nedeniyle özellikle Kur’an’ın tefsiriyle uğraşma zorunluluğunun ortaya çıkması gibi sebeplerle dayandırılabilir.

Tefsire olan katkılarından dolayı Ebü Hüreyre (ö.58/678), Hz.Aişe(58/678), Abdullah b. Amr b. el-As (ö.65/684), Abdullah b. Ömer (ö.73/692), Cabir b.Abdillah (ö.78/697) ve Enes b. Malik(ö.93/712)’in isimlerinide burada zikretmek gerekmektedir.

C.Tabiün Tefsiri

‘’Tabi’’ kelimesinin çoğulu olan ‘’tabi ün’’ uyanalar peşinden gidenler, izlerini takip edenler anlamına gelemektedir.Ashabın ardında gelip din ve şeriat konusunda onların izinden gittikleri için bu kuşağa tabiün denilmiştir.İşte sözü edilen bu kuşağın Kuran’a yönelik beyanlarıda ‘’tabiün tefsiri’’ diye anılmaktır.

1.Tefsir Metodları

Tabiiler de tıpkı ashab gibi tefsirde öncelikle Kur’an ve sünnete başvuruyorlardı.Ancak söz konusu bu iki kaynakta nasları tefsir edecek yardımcı bir malzeme bulamadıklarında, özellikle eshab-ı nüzül,

1.Kur’an’ı Kur’an’la ve rivayetlere dayanarak tefsir etme

2.Akli çıkarımlarda bulunarak yorum yapma tarzında iki yol takip ediyorlardı.

Tabiiler Kur’an’ı, bir tarfatan sahabilerden devraldıkaları tefsir mirasına dayanarak rivayet  yöntemiyle,diğertaraftan da dirayet metodu kullanarak akli çıkarımlarla yorumluyorlardı.

2.Tefsir Medreseleri

Bilindiği gibi Hz.Peygamber (sav)’in hicretiyle Medine’de İslam Devleti’nin temelleri atılmış ve daha Hz.Peygamber  hayatta iken bu devletin sımırları Arap Yarımadası’nın dışına taşmaya başlamıştı. Peygamber’in vefatından sonra da fetihler aynı hızda devam ettirilerek söz konusu devletin toprakları daha da genişletilmişti.Tabiatıyla yeni fethedilen ülke insanlarının İslam’ı bilen yöneticilere, valilere, kadılara ve öğretmenlere ihtiyaçları vardı.İşte bu ihtiyacın bir sonucu olarak fethedilen her yeni beldenin halkına İslam’i öğretmek için muallimler ve asayişi temin etmek için de valiler,kadılar gönderildi.Böylce çeşitli beldelere vazifeli olarak giden sahabiler,burada tedris halkları oluşturarak Müslümanlara  Kur’an’ı ve sünneti öğretmeye başladılar.Çeşitli medreseler oluşturuldu ki,daha öncde ifade ettiğiğmiz bu medreselerin hocaları sahabiler, öğrencileri de tabiiler idi.

Bahis konusu beldelerin birçoğunda fitnelerin ortaya çıkmasıyla insanlar arasında ihtilafların baş göstermesi,hergurubun kendi görüşün haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur’an’a sarılması ve bunun doğal bir sonucu olarak bir takım yanlış ve bozuk te’villerin ortaya çıkması gibi nedenlerden dolayı, Kur’an’ın doğru bir şekilde tefsirinin yapılamsına şiddetle ihtiyaç duyulmuştu.İşte bunuda tefsir medreseleri üstlendi.Şimdi sözünü ettiğiğmiz medreslerle ilgili bazı bigiler vermeye çalışalım.

a.Mekke Medresesi

Bu medrese,Mekke’de tesis edilmiştir.Kurucusu da , içlerinde Raşit Halifelerin,Hz.Aişe’nin ve Peygamber’in diğer eşlerinin de bulunduğu sahabe arasında, Müslümanların kendisini isnatta en büyük otorite kabul ettiği, ‘’ilim denizi’’ ve ‘’ tercümanü-l Kur’an ‘’ ünvanının sahibi olan Abdullah İbn Abbas(ö.68/687)’tır.

Nakledildiğine göre bu büyük sahabi, Kur’an’ı tefsir ederken daha ziyade müşkil lafızlar üzerinde durarak onarlı Arap şiiriyle tefsir etme yolunu tercih etmiştir.Bu medresenin yetiştirdiği en seçkin öğrencileri,

1.Mücahid b.cebr(ö.103 /701)

2.İkrime (ö.107/722)

3.Sa’id Cübeyr (ö.95/714)

4.Tavus b. Keysan(ö.106/24)

5.Ata b.Ebi Rabah(ö.114/732)

b.Medine Medresesi

Böylece denilebilir ki,Medine’deki sahabiler bu şehirde kaldıkları müddetçe kendilerinden sonra gelenlere Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamber’in sünnetini öğretmeye çalışıyorlardı.İşte bunlardan birisi de Medine’nin en büyük alimlerinden olan Ubey b. Ka’b(ö.30/650)’tır.

En meşhur öğrencileri de şunlardır:

1.Ebu’l Aliye (ö.90/709)

2.Muhammed b. Ka’b el-Kurazi(ö.118/736)

c.Küfe Medresesi

Bu medresenin kurucus da Abdullah b. Mes’üd (ö.32/652)’dur.Kaynakların belirttiğine göre bu medrese daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmişti.Bu sebepten dolayıdır ki İsla alimleri İbn Mes’üd’un teşekkül ettirdiği  bu medreseyi, icdihadi hareketlerin çekirdeği kabul edip onu ‘’re’y medresesi’’ olarak nitelendirdiler.Bu mederesenin yetiştirdiği pek çok alim vardır.En ünlüleri şöyle sıralanabilir:

1.Alkame b. Kays(ö.61/681)

2.Mesruk b.el-Ecda(ö.63/682)

3.Müreretu’l –Hemedani(ö.76/695)

4.el- Hasan el- Basri(ö.110/728)

 

Bu zatlar arasında el-Hasan el-Basri ile Katde’nin ismine tefsirde sıkça rastalanmaktadır. Ancak Katade daha çok nakilciliği diyeride tefsirdeki dirayeti ile tanınmaktadır.

3.Mevali Müfessirler

Mevali sözcüğü ile kölelikten azad edilmiş ve kendilerini ilme verecek, özellikle tefsir de temayüz etmiş müfessirleri kast ediyoruz. Burada şunu hemen belirtelim ki kaynakların verdiği bilgilere göre yukarıda sözünü ettiğimiz üç tefsir medresesinde yetişen tabiün müfessirleri ekseriyet itaibariyle mevalindendir.Mesala İkrime İbn Abbas’ın , Zeyd b. Eslem Hz.Ömer’in, Mücahid b. Cebr beni  Mahzüm’ün mevalası idi.Ayrıca  Ata b. Ebi Rabah ve Irak re’y medresesine mansup çoğunun da mevalinden olduğu bildirilmiştir. Hatta tabiün dönemi alimlerinden Mesruk (ö.63/683), Şurayh (ö.85/704), Said b. el-Müseyyeb (ö.94/712) ve benzeri bazı alimler dışında diğerlerinin mevalinden olduğu bile iddia edilmektedir.

Tabiün döneminde yetişen müfessirlrin mevalinden oluşunu İbn Haldün (ö.808/1405), bedeviliğin ve ümmügilin Araplarda hakim bir unsur olamasına bağlamaktadır.

Mevalinin tefsirle uğraşamasını esasen tefsir açısından  bir kazanç sayılabilir.Çünkü farklı sosyal çevre, din, dil ve kültür muhitinden gelmiş olan bu insanlar, Kur’an tefsirine yeni bir soluk,anlayış ve yorum katmışlardı. Sahabe döneminde icmali (külli) mana ile yetinme söz konusu iken,tabiün döneminde daha ayrıntılara yer verilmesi bu hususu doğrular mahiyettedir.Gerçi Kur’an ,sahabiler döneminde daha da genişlemiş, hatta itikadi ve ameli mezhep hareketlerinin temelleri bu dönemde atılmıştır.

4.Kaynak Değeri

Tefsir medresleri hakındaki bu kısa açıklamadan sonra şunu ifade edelim ki , kurulan bu medreselerde sahabe tarafından yetiştirilenilim ve fazilet sahibi tabilerin Kur’an tefsirinde sahabeden sonra söz sahibi oldukları muhakaktı.İslam alimleri bu hususta üç ayrı görüş ortaya atmışlardır.

a.Kaynak Değeri Taşımadığı İddiası

Bir kısım İslam bilginine göre tabiiler,Kur’an tefsirine yönelik bilgileri Resülullah (sav)’tan alamadıkalrı için onların tefsiri,bizzat Hz.Peygamber’in beyanlarına muttali olan sahabe tefsiri niteliğinde değildir.

Nitekim Ebu Hanife: ‘’Resülullah (sav)’tan gelen baş-göz üstüne,sahabeden gelen hakkında serbestiz (uygun bulduğumuzu tercih edebiliriz),tabiundan ankledilene gelince onlarda rical (insan) biz de ricaliz’’ diyerek tabiün tefsirinin bir ayrıcalığa sahip olamadığını ifade etmektedir.

b.Kaynak Değeri Taşıdığı İddiası

Görebildiğimiz kadarıyla müfessirlerin bir kısmını da,tabiün tefsirinin kaynak değeri taşıdığı görüşündedir.bu görüşte olanlara göre tabiiler her ne kadar Resülullah’ı görmemiş ve ayetlerin nuzül sebeplerini müşahede etmemişlersede, tefsirlerini genellikle sahabeden almışlardır.

c.İttifak Edilen Hususların Kaynak Olabileceği İddiası

Bu gruptaki ailimler de: ‘’ Tabiün sözlerinden ancak üzerinde ittifak edilen hususlar bizim için başvuru kaynağıdır.İttifak edilmeyenlerine gelince,onların isabetli olduğunu görürsek alırız değilse ,kabul etmek zorunda değiliz.’’ Derler.

Sonuç olarak şunu ifade edelim ki, nuzül sebepleri,muggayyebat,müphematu-l Kur’an vb.ictihadın mümkün olamadığı meselelerde tabiün müfessirlerinden nakledilenler alınmalıdır.Çünkü onlar bu konulardaki rivayetleri ashaptan ankletmişlerdir.İçtihadın mümkün olduğu konularda ise,tabilerin de diğer müfessirler gibi hata ve isabet etme ihtimalleri vardır. Ancak herhangi bir konuda tabilerin ittifakı söz konusu ise,orada hata ihtiamli yoktur.İşte bu tür rivayetler tereddütsüz kullanılabilirler.Sahabe gibi tabiün tefsirinde kendine has özellikleri vardır.

5.Belirgin Nitelikleri

Maddeler halinde şöyle sıralamak mümkündür:

1.Sahabe tefsiri, kendilerine manası kapalı gelen ayetlerle sınırlı kalmışken, tabiiler döneminde Kur’an’ın bütünü tefsir edilmeye başlamıştı.

2.Tabiün döneminde Kur’an bir taraftan baştan sona ayet ayet tefsir edilirken, diğer taraftan da ortaya koyulan görüş ve iddaların delillendirilmesi için bazı kelime ve tabilerin izahına geniş yer verilmiştir.

3.Tabiün tefsirinde kelime açıklamalarını yanında, geniş fıkhi izhalar,ayetlerden geniş istinbat ve istidlal yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgilerde yer almıştır.

4.Şiirle işhad metoduyla bazı garip kelimeleri şerh ve izah etmekte bu dönemin bir başka özelliğidir.

5.İsrailiyat denilen gayr-i  İslami bilgiler,bir önceki döneme kıyasla daha çok bu devirde Kur’an tefsirine girmiştir.

6.Bu dönemde  de tefsir, henüz tedvin edilmiş değildi.Tefsire dair haberler yine şifahi nakil yoluyla aktarılmıştır.Ancak bu haberler,Mekke,Medine ve Küfe gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş;böylece tabiün dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.

 

II.TESFİRİN TEDVİNİ (Yazılı Nakil Dönemi)

Tefsir ,yazıya geçirilinceye kadar sözlü nakil yoluyla aktarılmıştır.Bu sürecin ilk halkasında Hz.Peygamber, ilk halkasında da vahyin nuzül ortamını müşhade eden ve meydana gelen hadiseleri bizzat yaşayan ashab vardır.Ashab bir taraftan Hz.Peygamber’den işittiklerini ve çeşitli şekillerde ki müşahedelerini diğer, diğer taraftan da kendi ichad ve kavillerini yine aynı yolla tabilere nakletmişlerdir.Ama ne yazık ki ,tefsir bu dönemde de sözlü nakledien kurtulmamıştır.Burada şunuda ifade etmek gerekir ki  , tabilere şifahi olarak nakledilen bu bilgiler,onlardan sonra gelen tebe-i tabiin nesline intikal ederek aynı neslin özelliğini korumuştu.Ancak diğer dönemlere kıyasla bu dönemde tefsir  bir hayli genişlemiştir.Bu genişleme ayetlerle ilgili rivayetlerin farklı isnad zincirlerinin nakledilmesi ve dil ilimlerinin genişlemesi etkili olmuştur.Bu döneme kadar geçen süreçte tefsirle ilgili bilgiler, beyanlar, açıklamlar,tartışmalarsözlü nakil yoluyla korunarak nihayet tedvin asrına yani tebe-i tabiin dönemine gelinmiş ve bu dönemde tefsire dair malzemeler yavaş yavaş yazıya geçirilmiştir.Böylece İslami ilimlerin diğer şubelerinde olduğu gibi tefsirde de ilk dönemin özelliğini taşıyan şubelerinde olduğu gibi tefsirde  deilk dönemin özelliğini taşıyan bazı eserler ortaya çıkmaya başlamıştır.Söz konusu dönemde tefsir belki tedvin edilmişti ama yaklaşık 150 senelik bir sürede geride bırakılmıştı.Şayet bunu İslami ilimlerin, Özelliklede tefsirin tedvini açısından bir gecikme olarak kabul edersek, tabii ki bu hususla ilgili bir takım sebepler üzerinde durmamız gerekecektir.Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1.Kaynakların bildirdiğine göre Kur’an indirilmeye başladığı andan itibaren Hz.Peygamber,vahyi yazdırmak üzere görevlendirdiği bazı katiplere Kur’an parçalarını kaydettiriyordu.Ancak başlangıçta Kur’an’la karışma endişesiyle hadislerin yazılmasına müshade etmemişti.Verielen izinden sonra da öyle anlaşılıyor ki ashab öncelikle zayi olur endişesiyle hadisleri yazmaya başlamıştı.

2.Bu konuda ileri sürülebilecek bir diğer sebep de, Kur’an’ın ilk muhataplarının ummi bir toplulukm olmasıdır.

3.Tefsirin tedvinindeki gecikmenin önemli bir sebebi de ilk muhatap kitlenin yazıdan ziyade hafızlarına güvenmeleriydi.’’Araplar Kur’an’ın naklinde yazıdan çok hafızlarına güvenirlerdi.

4.Yazı malzemelerindeki zorluk ve sıkıntılar da sözü edilen tedvinin gecikme sebeplerinden biri sayılabilir.Zirakaynakların belirttiğine göre vahyin indiği dönemde henüz kağıt mevcut  degildi.Durum böyle iken sahabilerin, tefsir  ilmini tedvinde gereken hassasiyet ve ihtimamı göstermedikleri söylenebilir mi?

B.Tefsirin Hadisle Birlikte Tedvini

Kaynakların verdiği bilgiye göre tefsir,ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak tedvin edilmiştir.

C.Tefsirin Müstakil Olarak Tedvini

İlk defa hadis ilminin bir kolu halinde tedvin edilen tefsir ,çok kısa bir süre sonra çok kısa bir süre sonra müstakil bir duruma getirildi.Elimizdeki dökümanlar nakilleri bir araya toplayarak Kur’an’ısure ve ayet tertibine göre tefsir eden ilk şahsın,Mukatil b.Süleyman(ö.150/767)olduğunu göstermektedir.Gerçi bazı kaynaklarda ilk müfessir olarak Ali b.Ebi Talha (ö.143/760)’nın isminede yer verilmektedir.İlk müstakil tefsirlerden olduğu ileri sürülen bir diğer tefsirde Ebü Zekeriyya Yahya b. Ziyad el-Ferra (207/822)’nın ‘’Maani’l-Kur’an’ı’’dır.Elimizeki verilere bakarak tedvin edilen ilk tefsirin Mukatil’in kalame aldığı tefsir oldğu söylenebilir zira Mukatül Faridan yarım asır önce vefat etmiştir.

 

D. Tedvin Döneminin İlk Müfessirleri ve Tefsiri

1.Mukatil bn.Süleyman,et-Tefsiru-l-kebir

Belh şehrinde dünyaya gelen Mukatil,Merv ve Bağdat’ta ilim tahsil etmiştir.Emevilerin Horosan’daki nüfuzları zayıflayınca da Basra’ya giderek Ata b.Ebi Rebah,İbn Şihab ez-Zühri ve Atiyye el-Avfi gibi zatlardan ilim tahsil etmiş ve ölünceye kadar (150/767) orada yaşamıştır.

Kendilerinden ilim aldığı şahıslara bakarak Mukatil, tebe-itabiden olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir.Çünkü onun hocaları arasında sahabi bulunmamaktadır.

Fıkri cereyanların kaynaştığı ve düşüncelerin yavaş yavaş rayına oturmaya başladığı ikinci hicri asrın ilk yarısında tefsir yazan Mukatil,b.Süleyman Kur’an’ı başından sonunsa kadar mevcut sure tertibine göre ele alarak yazdığı söz konusu  eserinde, bir yandan ayetlerin nuzül sebepleri ve nuzul zamanları konusunda bilgiler vermiş;diğer yandan da kelimelerle ilgili etimolojik açıklamalar ve nahvi tahliller yapmıştır.Ayrıca müfessir bu eserinde anlamı kapalı olan bazı sözcüklere izahalr getirmiş,Ehl-i kitabı tavsif eden ayrtlerde ise bol bol şahıs isimlerine yer vermiştir.Nadir olarak bir kısım ayetlerle ilgili açıklamaların naklinde isnadlarıda zikreden Mukatil söz konusu tefsirini otuz kadar şeyten yaptığı rivayetlerden oluşturmuştur.

2.Süfyanu’s-Sevri,Tefsirü’s-Sevri

es-Sevri,tebe-i tabinin önemli şahsiyetlerinden biridir.Hicri 95 veya 97 senesinde dünyaya geldiği kaydedilmektedir.Babası,Küfe’nin güvenilir muhaddislerinden biri olan Sa’id b.Mesruktur.Anneside zühd ve takvası ile tanınmaktadır.Müthiş bir hafıza kabiliyetine sahipolduğu söylenen es-Sevrin’nin bütün muhadisler tarafından güvenilir (sika)bir ravi olduğu öne sürülmektedir.Kur’an’ dair geniş bilgi sebebiyle yaşadığı dönemin en büyük müfessirlerinden biri kabul edilmiştir.Müellifin kaleme aldğığ tefsrin mukkadimesinden bu eserdeki bigilerin, Süfyanu’s Sevrin’in talebaesi olan Ebü Huzeyfe Musa b.Mes’üd el-Basri (ö.220/835) tarafından nakledlidği analsşılmaktadır.es-Sevri bu eserinde Kur’an  ayetlerinin tamamını değil bir kısmını tefsir etmiştir Sureler Hz.Osman’ın  Mushaf’ındaki sıralamaya göredir.Müellifin Kur’anı tefsir ederken re’y ile tefsirden uzak durarak sahabe ve taibün kavilleriyle nasları açıklamaya çaçlıstığı zikredilmektedir. Rivayetelrin çoğu ,Mekkelimüfessirlerden nakledilmektedir. Bu haberler arasında zaman zaman merfü hadislere rastlamkta mümkündür.

Süfyanu’s-Sevri tefsirinde Arap dilinin fizyoljik inceliklerine dayanan lügat,kıraat gibi hususlar yanında nuzul sebepleri,nasih-mensüh  ve fkıhla ilgili açıklamalrda da yer vermiştir.Eski arap şiiriyle istişhadda bulunmayan bu tefsirin en önemli özelliği onun israiliyata kapı aralamamiş olamsıdr.

3.Yahya b. Sellam,Tefsirü Yahya

Tebe-i tabiinin önemli simalarından biri de Yahya b.Sellam’dır.Midessir Yahyai,ilk asırlarda İslam’ın önemli ilim merkezlerinden biri sayılan Küfe’de 124/741 senesinde dünyaya gelmiştir.Musannafat sahibi olduğu bilinen Yahya’nın ayrıca bir de tefsiri vardır.Bu tefsir tenkid ve tercihe yer vermesi bakımından Taberi’nin tefsirine nispetlebir önceliğe sahiptir. Ancak onda,Taberi’nin tefsirinde olduğu gibi mantık,felsefe,tıp,tabiat  ve astronomi vb. yabancı kültürlere dayanan ilimler yer almaktadır.Kısacası,İslami ilimleri ve İslami kültürü bir araya toplayan bir ansiklopedi mahiyetindedir.Ancak ilim ehli tarafından tarafından tanınmamıştır.

4.Ferra,Meani’l-Kur’an

Asıl adı Yahya b.Ziyad olan Ferra 144/761 senesinde Küfe’de dünyaya gelmiş, çocukluğunu ve ilk tahsil yıllarını burada geçirmiştir.Bilgi ve görgüsünü geliştirmek maksadıyla daha sora Basra’ya gideb Ferra,Kaynakların belirttiğine göre başlangıçtan beri lügat ve tefsir ilmine daha fazla ilgi göstermiştir.

Meani’l-Kur’an, Ferra’nın tefsir sahasında kaleme almış olduğu en meşhur eseridir. Bu eser, daha sonraki lügat ve gramer çalışmalarına esas teşkil eden başlıca kaynaklardandır.Çünki söylendiğine göre müellifin,söz konusu eserinde ayetlerle ilgili olarak ortaya koyduğu dil özelliklerinden hareketle,Arapçanın sarf ve nahvi tespit edilmiştir.

5.Ebü Ubeyde,Mecazu’l Kur’an

Basra nahivcilerinin en meşhurlarından biri olan Ebu Ubeyde Ma’mer  b.el-Müsenna, Basra’da dünyaya gelmiş ve orada yetişmiştir.Tenkitçi bir üsluba sahip olması sebebiyle aleyhinde çok şey söylenmiş,bazıları onu haricilikle bazıları da Kaderiyecilikle itham etmiştir.Ebu Ubeyde ‘’Mecazu’l-Kur’an’isimli eserini, sure ve ayet tertibine göre kaleme almakla birlikte bütün ayetleri tefsir etmemektedir.Daha ziyade kelimerin anlamları, iştikakları ve irapalarını konu edinmektedir.

6.Abdurrezzak b. Hemmam,Tefsir

Hicri 126 (743-744) yılında San’a’da doğan Adurrezzak ilk tahsilini aile çevresinde yapıp yirmi yaşlarında ilmi seyahatlere çıkmıştır.Hicaz,Şam ve Irak gibi ilim merkezlerinde Ma’mer b.Raşit,Sufyanu’s- Sevri,Süfyan b. Uyeyne, Malik b. Enes ve diğer alimlerden hadis ve fıkıh tahsis etmiştir.Bunlar arasında kendisinden en çok yararlandığı hadis alimi Ma’mer b.Raşid’dir.

Abdürrezzak’ın tefsiri sahabe tabiün ve daha sonrakilerden yapılan nakillerden oluşmaktadır.Bu nakiller özellikle lügat,sebeb-i nüzul,nesih,kıraat,fıkıh ve israili haberleri içermektedir.Tercih ve tenkidin hiç yer almadığı söz konusu eser,tam bir rivayet tefsiridir.Kur’an’ın her ayetini içeren bir tefsir değildir.

E.Tedvin Dönemi Tefsirlerinin Genel Özellikleri

1.Kur’an’ın açıklamasına yönelik olarak bu dönemde yazılan eserlerin ortak  özelliği dil bilimsel tafsirler olmasıdır.

2.Söz konusu tefsirler öncelikle garib,müşkil,Mübhem ve mücmel kelimelerin Arap dilndeki anlamlarına, etimolojik alan içerisindeki değişik formlarına ve irab durumlarına yer vermişlerdir

3.Ayetlerin anlaşılmasında anahtar konumunda olan sözcüklerin izahi için zaman zaman eski Arap şiiriyle istşhadda bulunulmuştur.

4.Ayetlerin  nüzul sebepleri,kıratı ve neshi gibi konuların  da ele alındığı bu tefsirlerde ayet ve sure tertibine riayet edildiği görülmekle birlikte Kur’an’ın her ayetine yer verilmemiş,ayrıca ayetler daha sonraki klsik dönem tefsirlerinde olduğu gibi her yönüyle izah konusu edilmemiştir.

5.Sözü edilen tefsirler genellikle garibü’l-Kur’an,me’ani’l-Kur’an,mecazü’l-Kur’an,müşkil’ü-Kur’an ve i’rabü’l-Kur’an adıyla kaleme alınmışlardır.Varlığını Hicri IV. Asra kadar devam ettiren söz konusu tefsir geleneği bundan sonra yerini geniş hacimli rivayet ve dirayet tefsirlerine bırakmıştır.

TEFSİR ÇEŞİTLERİ

Ömer Nasuhi Bilmen, ashaptan başlayarak kendi zamanına kadar tefsir yazanmüfessirleri sıraladığı,’’Büyük Tefsir Tarihi’’ isimli eserinde sure tefsirleri dahil 1700 civarında tefsirin kaleme alındığı tespit etmiştir. Ancak bunlardan bize ulaşanların sayısı 465’tir.Ondan sonra da hem Türkiye’de hemde diğer İslam ülkelerinde tefsirler kaleme alınmıştır. Dolayısıyla bu bsayının büyük bir ihtimalle bugün için 500’ü aştığı söylenebilir.

Tarihten günümüze ulaşan bu tefsir müsebatını genel nitelikleri itibariyle ele alıp bir tasnife tabi tutarsak öncelikle onları;

1.Mevdi’i (konumlu)

2.Mevdu’i (konulu) şeklinde iki kısıma ayırabiliriz.

I.Mevdi’i(konumlu)Tefsir (…..)

(….) kelimesi lügatte bir şeyin bırakıldığı yer,mahal, kitabın bölümü,durum , vaziyet ve konum gibi manalara gelmektedir. Bu sebeplerdir ki (….) terkibi ‘’ konumlu tefsir’’ şeklinde tercüme edilebilir.Mevd’i (konumlu) tefsir terimi olarak da,’’herhangi bir  müfessirin Kur’an’daki sure  ve ayet sıaralasını esas alarak her ayeti mevcut teryibe göre tefsir etmesi’’ demektir.Burarda sözü edilen metodlar da rivayetl ve dirayetten ibarettir.

1.Rivayet Tefsiri

a.Tanımı ve Kaybakları

Rivayet tefsiri en kısa tanımıyla Kur’an’a,sünette ve selef alimlerinden nakledilen sahih rivayetlere dayanan tefsir demektir.Başta İbn teymiyye olmak üzere selefin önde gelen alimlerine göre en güzel ve isabetli tefsir isabetli tefsir rivayet tefsiridir.

Rivayet tefsirinin kaynaklarını şöyle sıralamk mümkündür:

1.Kur’an

2.Sünnt

3.Sahabe sözleri

4.Tbiün kavilleri

5.Arap Dili ve Belagatı

6.Arap Şiiri

7.Ehl-i kitap kültürü

Ashab döneminde başlayan şiirle istişhad olayı daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir.Çünki bazı sahabiler Kur’an’da yer alan garip lafızların manalarını tespitte eski Arap şiirine başvurmakla kalmamış; diğrlerlnlde buna teşvik etmişlerdir. Ashabıın şiirine verdiği bu değe öyle anlaşılıyor ki, sonraki müfessirleri de etkilemiş; bunun doğal sonucu olarak da her müfessir aynı yoğunlukla olamasa da şiirle istişhadda bulunmuştur.Mesela, Taberi ve Kurtubi gibi bazı müfessirler söz konusu şiiri çok fazla kullanırken, müfessierlerin bir kısmı nadiren ona müracatta bulunmuştur.Bu da şiirle istişhadın Kur’an tefsiri için ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir.

Rivayet tefsir geleneğine göre tefsir kaleme alan müfessirler az da olsa bazen kendi bireysel tercihlerini kullanmayı da ihmal etmemişlerdir.Bu yüzden rivayet tefsirini iki kısma ayırmak mümkündür:

1.Salt rivayet tefsirleri,

2.Dirayetle karışık rivayet tefsirleri

Salt rivayet tefsirleri,sahabe ve tabiündan gelen rivayetlere dayanan tefsirlerdir.Bu tüt tefsirler için Nesai(ö.303/915)’nin kaleme almış olduğu ‘’Tefsiru Nesai’’ile Süyuti (ö.911/1505)’nin te’lif etmiş olduğu ‘’ed-Dürru’l-mensür’’ isimli tefsirler örnek olarak verilebilir.Sözünü ettiğimiz bu iki tefsirin ortak özeliği, her ikisinin de sadece rivayete dayalı olarak kaleme alınmış olmaları ve rivayetlerin isnadlarıyla birlikte zikredilmesidir.Az da olsa dirayetle karışık rivayet tefsir geleneği doğrultusunda kaleme alınan tefsirlerin örnekleri de bilindiği gibi oldukça fazladır.

b.Rivayet Tefsirinin Zaafları

Rivayet tefsir metodu açısından Kur’an’ın, Kur’an’la veya sahih hadislerle yahut  da merfü hükmündeki sahabi kavilleriyle yapılan izahların makbuliyetin de herhangi bir şüphe yoktur.Ancak uydurma rivayetler tefsire sokularak yahut isnad zinciri tamamen ihmal edilerek veya irsaliyat denilen haberlere dayanarak yapılan açıklamaların güvenilir olduğunu ileri sürmek pek mümkün değildir. Çünkü bunlardan  biri, rivayet tefsirinin zayıflığı için başlı başına birer sebeptir.

ba.Uydurma Rivayetlerin Tefsire Sokulması

1.Kaynakların katdettiğine göre bazı mezhep mensupları kendi görüşleri peygamberi bir nalsa delillendirmek amacıyla zaman zaman hadis uydurmuşlardır.Sözgelimi, bazı Şiiler hadis diye bir takım sözler uydurarak Hz.Ali(ra) ‘ye nisbet etmişler, sonra da bunları Kur’an tefsirine sokmuşlardır.

2.Alim geçinen insanlar , idarecilere yaklaşmak, bu sayede makam ve mevki elde etmek için haber uydurmuşlar ve bunları tefsire bir sokmuşlardır.

3.Yine Kur’an okumayı teşvik maksadıyla surelerin fazileti hakkında uydurulan hadislerin bazı müfessirler tarafından nakledilmiş olması da, uydurma rivayetlerin tefsire sokulmasının bir başka sebebidir.

4.Ehl-i kitap veya başka dinlere mensup bazı inkarcılar da İslam’ı harp ve kuvvetle yıkamayınca, bir takım uydurma ve asılsız haberler üreterek onları özellikle tefsire sokmak suretiyle bu mukaddes dini yakmaya çalışmışlardı.

bb. Rivayetlerin Tahkiksiz ve Senedsiz Nakledilmesi

Rivayet tefsirinin önemli zaaf nedenlerinden biri de, nakillerin tahkik edilmeden yani sahihlerin sahih olamayanlardan ayıklanmaksızın zikredilmesidir.

bb.İsrailiyata  Yer Verilmesi

Tefsir için zayıflık  sebebi sayılacak önemli problemlerden biride israliyattır.bu nitelikteki bilgiler de daha ziyade Kur’an kıssalarıyla ilgili açıklamalar esnasında tefsire sokulmuştur.Bilindiği gibi Kuu’an’da  geçmiş milletler ve peygamberlerle ilgili pek çok kıssa bulunmaktadır.Aynı kıssalar Tevrat ve İncilde’de mevcuttur.Ancak Kur’an’la Tevrat ve İncil’deki kıssalar arasına icmal(kısalık) ve tafsil (uzunluk)yönünden farklılıklar vardır.Kur’an, yer verdiği kısaları zaman , mekan ve kahramanları itibariyle ele almadan ihtiyaç kadar anlatır.Yani tafsilata girmez.

Öyle anlaşılıyor ki bütün bu hususların Kur’an’da detaylandırılmamış olaması, buna mükabil oalayların ayrıntılarını öğrenme merakı alimleri,Kur’an kıssalarında müphem bırakılmış yahut çok kısa olarak zikredilmiş olan bu ve benzeri hususların detaylarını araştırmaya sevk etmiştir..Böylece shabiler döneminde başlayan irsaliyatı nakletme hareketi,tabiün döneminden sonra daha da gelişerek müfessirleri.sahih olup olamadığı konusunda ciddi bir araştırma yapmadan Ehl-i kitab’tan nakilde buluınmaya götüştür.

bca. İsrailiyatın Tanımı ve Kısımları

İsrailiyat, ‘’israiliye’’ kelimesinin çoğuludur.Manası, her ne kadar Yahudilikten nakledilen asılsız haberler demek ise de,Kavram olarak ‘’Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer dinlerden İslam kültürüne özellikle Kur’an tefsirine girmiş olan gayr-ı İslam bilgileri’’ ifade etmektedir.

İsrailiyat  İslam’a uygun olup olmama açısından ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan biri, Hz. Peygamber (sav)’in: ‘’ … (Dini konularda) Ehl-i kitaba hiçbirsey sormayın. Ziraa kendileri sapıtmış olan bu insanlar sizi asla doğru yola iletmezler...’’ sözüyle nakli caiz olamayan, diğeride, ‘’… Ben-i israilden nakilde bulunun. Bunda bir sakınca yoktur.’’ Hadisinin delaletiyle nakli caiz olan kısındır. Tabii ki,

Hz.Peygamber’in nakline ruhsat vermediği isaraili haberler İslam’a ters düşenler naklini caiz gördüğü de İslam’a  aykırı olamayanlardır.

Bcb.İlk Nakilcileri ve Naklediliş Amacı

Kaynakların belirttiğine göre israili haberler  Kur’an  tefsirine ilk defa Abdullah b. Selam, Ka’bu’l-Ahbar ,Vehbb.Münebbih ve İbn Cüreyc gibi bazı zarlar vasıtasıyla girmiştir. Bu şahıslar, Yahudi ve Hıristiyan iken Müslümanlığı kabul etmiş Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen alim kişilerdir.İlk zamanlarda sahabiler Kur’an’da ayrıntıları verilmeyen bazı kıssaların tafsilatı konusunda söz konusu zatlara sorular sormuş ve onlardan almış oldukları bilgileri tabiuna nakletmişlerdir. Tabiiler de sahabilerden aldıkları bu bilgilere,Ehl_i kitaptan sorup öğrendiklerini ilave ederek israiliyata konu olan biginlerin çerçevesini dahada genişletmişlerdir.

Dolayısıyla onarlın, söz  konusu haberlerin anklinde  art niyetli olduklarısöylemek mümkün değildir. Ancak Ehl-i kitaptan bazıları da Müslümanlığı yok etmek ya da zayıflamak iman kisvesi altında İslam’i içten yıkabilevek pek çok uydurma haberi onunbünyesine sokmaya çalışmıştır. İşte asıl tehlikeli olanlar bunlardır.

Meşhur Rivayet Müfessirleri ve Tefsirleri

Rivayet tefsir geleneğine göre kur’an’ı tefsir eden bir hayli müfessir bulunmaktadır. Bunlar arasında en çok şöhrete ulaşanlar ,Taberi,Begavi, İbn Atiyye el-Endülüsi, İbnü’ Cevzi, İbn Kesir ve Süyuti’dir.bunlardan başka İbn Munzir ‘’ et-Tefsir’’, İbn Ebi Htim ‘’ Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim’’,el-Keşf ve’l-beyan an tefsirir’l Kur’an’ ve ibn Trmiyye ‘ et-tefsiru’l-kebir’’ gibi müfessirler,nisimleride sayılabilir İlim dünyasında çok haklı bir şöhrete ilk altı müfessirin biyografisini kısaca takdim edip tefsirlerini ana hatlarıyla tanıtmaya çalışacagız.

 

1.Taberi (ö.310/923), Camiu’lbeyan

Kaynakların verdiği bilgiye göre Taberi, 225/839 senesinde Taberistan’ın Amül şehrinde dünyaya gelmiştir.Yediyaşında Kur’an’ı ezberlemiş. Dokuz yaşında da hadis yazmaya başlamıştır. Tahsil hayatını tamamlamak için Rey, Basra,Küfe, Medine,Suriye ve Mısır’ı dolaşmış sonra hilafet merkezi olan  Bağdata giderek hayatının sonuna kadar orda kalmıştır. Tefsir yanında kırat, hadis,kelam ve tarih ilimlerinde de otorote olan taberi fıkıhta da müçtehid olarak görülmektedir.Çok sayıda talebe okutan ve bu arada otuza yakın kitap te’lif eden  müfessir Taber’i, 310/923 senesi Şevval ayında vefat ettiği evin içersinde defnedilmiştir.

Taberi’nin kalame almış olduğu ‘’cami’u’l-beyan an tevi’li-Kur’an’’dır.Bu özelliğinden dolayı olmalı ki Taberi tefsiri, rivayet tefsiri bağlamında yazıldığı zamandan günümüze kadar ulaşan tarih çizgisinde hep zirve noktayı işgal ederek, tefsir edebiyetının temel taşı olarak nitelendirilmiştir.Tefsir usuiüyle ilgili çok önemli bilşgilerin yer aldığı bir mukaddime ile başalayan bu kitap, oldukça hacimli bir tefsirdir.

Bu tefsirde Taberiaçıklamak üzere ele aldığı ayete önce ‘’el-kavlu fite’vili kavlihi Te’ala’’ ifadesiyle kısa bir izaha başlar,sonra o ayetle ilgili olaraksahabe ve tabiundan gelen haberleri nakleder, arkasından da ekseriya bu rivayetlerden elde etmiş olduğu bu bilgilerin bir özetini verir.

Buna göre rivayetleri içersinde birbirine muvafık veya muhalif oluşları itibariyle tasnife tabi tutar. Şayet özet olarak sunduğu bilgilere ayıkırı rivayet varsa bunu da rivayetlerin sonuna kaydetmeden geçmez .

Bu,onun her bir ayeti ,Kur’an’ıKur’an,sünnet,sahabe,tabiün ve etbau’ttabin kavli ilke tefsir yönteminin bir neticesidir.Eğer sözü edien kaynaklarda aradığını bulmazsa, ozamnda Arap dili bilgilerine dayanarak ayetleri yorumlamaya çalışır.Bu bakımdan Taberi’nın tefsiri, genellikle rivayet tefsirleri arasında sayılırsa da  söz konusu özelliğinden ve rivayetlere yönelik olarak yapmış olduğu tenkid ve tercihlerden dolayı dira geçemeyiz.

Her ne kadar Taberi zaman zaman bazı hususlarda  tenkid ve tercih yöntemini kullanarak kendi düşüncesine yer vermişse de,esasen o hiçbir zaman mücerred reyle ayetlere yorum getirmekten yana bir tavır sergileyememiştir.hatta böyle hareket edenlere karşı her zaman mücadele vermiştir Bu yüzdendir ki herhangi,bir kisenin bir ayeti te’vil ederken Hz.Peygamber’denrivayet edilen bir nakle dayanmadan sırf kendi aklıyla hareket ederek görüş beyan etmesini tecviz etmemiştir.Çünki ona göre böyle birisi,yapmış olduğu yorumda isabet etmişolsa bile hata içersindedir.

Bilindiği gibi müfessir Taberi,tefsirinde rivayetleri senedli olarak vermektedir.Kendilerinden nakilde bulunduğu ravileri tescilde çok dikkatli davranan müellif başkalarıyla birlikte aynı üstadtan işitmiş olduğu haberler için ‘’haddesena’’,yalnız olarak işittikleri içinde ‘’haddeseni’’ tabirini kullanmaktadır.Onun yapmış olduğu bu nakiller arasında merfü ve nevküf haberler olduğu gibi maktü olanlarda vardı.O selef mezhebine aykırı düşen tüm akidevi yönelişlere karşı durarak hareketle Ehl’i sünneti savunur.

Taberi tefsiri Hz.Pegamber,,sahabetabiün ve daha sonraki zamanlarda yapılan nakilleri toplayıp kendisinden sonrakilere aktaran sistematik bir tefsir, lügat, kıraat, tarih, fıkıhkelam,nahiv, ve cahiliye şiiri açısından eşsiz bir kaynaktır.Bu yüzdendir ki söz konusu tefsir naklitefsirlerin en mükemmel bnir örneği olarak kabul,edilmiş,tefsir ve tefsir tarihi ile ilgili araştırma yapacak kimselerin kendisinden asla müstağni kalmayacakaları bir eser olarak telakki edilmiştir.Nevevi ,bu tesfrin bir benzerinin yazılmadığıkonusnda ümmetin ittifak ettikleri öne sürerken. Süyüti onun, tefsirlerin en değerlisi olduğunu beyan etmektedir.

Kısaca Hem taberi tefsiri hakkında söylenenler hemde araştırıldığı zaman ortaya çıkan manzara göstermektedir ki Camiu’l –beyan, ihtiva ettiği nitelikler açısından hiçbir zaman yeri doldurulmayacak eşsiz bir tefsirdir.

2.Begavi(ö. 516/1122), ME’alimu’t –tenzil

Asıl adı Ebu Muhammed el-Hüseyin  b.Mes’üd Muhammed b.Ferra olan  Begaci , Merv ile Herat arasındaki Bağşür (bağ) kabasında dünyaya gelmiştir.İlk dini bilgilerini bulunduğu muhitte almış, daha sonra da bilginsi arttırmak için Merverrüz ve Horasan illerini dolaşmıştır.

Hadis,tefsir ve fıkıh alnında kitaplar yazan Begavi, seksen yıllık bir ömür ilm ve irfan uğurunda geçirmiş, ancak hicri 516/1122 senesinde Merverrüz’de vefat ederek hocası Hüseyin el-Merverrüzi’nin yanına defnedilmiştir.

Bilindiği gibi rivayet tefsirirnin önemli kaynak eserlerinden biri de Begavi’nin ‘’Me’alimü’t-tenzil’’adlı tefsiridir. Orta derecede bir hacme sahip olan söz konusu tefsir, ayetleri hadisler,sahabe ve tabiün kavilleri ve daha sonraki alimlerin görüşleri doğrultusunda açıklaya bir eserdir.Bu eserd ayetin ayetle tefsirine önem verildiği gibi, bir rivayet tefsiri olması hasebiyle hadislerle tefsire de önemli derecede yer verildiği görülmektedir.

Kelami konularda Ehl-i sünnet çizgisinin dışına çıkmamıştır. Hemen her rivayet tefsirinde olduğu gibi bu tefsirinde olumsuz olarak nitelendirilebilecek yegane özelliği, israiliyata bolca önem vermesididr.

3. İbn Atiyye el-Endülüsi (ö.546/1151) ,el-Muharreru’l-veciz

Pek çok alim ve idaeci yetiştiren bir aileden gelen Ebü Muhammed Abdulhak b.Glib b.Atiyye 481/1088 senesinde Gırnata’da dünyaya gelmiştir.İlk dini bilgilerini babasından öğrenen  İbn Ayiyye,henüz on iki –on üç yaşlarında iken bir çok hocadan çeşitli ilimlerde icazetler alarak tefsir,kıraat,fıkıh, hadis, kelam ve tarih gibi İslami ilimlerin  hemen her alanında kendisini yetiştirmiştir. Özellikle Arap dilinde imam olarak tanınan İbn Atiye ‘nin edip vew şair olduğuda zikredilmektedir.Biyografisine yer veren kaynaklar onun son derece zeki ve idraki yüksek bir insan, bid’atlerden uzak duran adil bir kadı,cesur ve atılgan bir kişiliği olduğundan söz etmektedirler. Müfessir İbn Atiyye, 546/1151 ‘de kadılık yaptığıLarka’da vefat etmiştir

İbn  Atiyye’nın  kaleme aldığı ‘’el-Muharerru’l-veciz fi tefsiri’l-kitabi’l aziz’’ adlı tefsir rivayet tefsirlerinin önemli biri sayılamaktadır. Müfessir söz konusu eserinde rivayete ağırlık vermekle birlikte,  dirayet yönünü de  ihmaletmeyerek kendi görüş ve tercihlerine yer vermiştir. Başka bir ifade ile İ,bn Atiyye tefsirinde rivayet ve dirayet yöntemini birlikte uygulamış, gerek hadis kaynaklarından gerekse tefsirlerden suretiyle  almış olduğu rivayetleri yer yer  sened ve yer kritiği yapmak suretiyle tenkid süzgecinden geçirmiştir.Bu yüzdendir ki, İbn Teymiyye ‘’el-Muharremu’l-veciz’’i Zemahşeri (ö.538/1143)’nin tefsirinden daha üstün görmekte ;Müfessir Ebü hayan (ö.754/1353) da ‘’el-Bahru’l-muhit’’adlı tefsirirnin mukaddimesinde İbn Atiyye’yi  Zamahşeri ile birlikte tefsir tarihinin en değerli iki müfessiri olarak takdim etmektedir.Müellif, mevcut rivayetleri olduğu gibi nakletmeyip (……..) diyerek mutlaka kedi düşüncelerine de yer vermiştir.

4.İbnül’l-Cezvi (ö.597/1201), Zadu’l-mesir

Kaybakalrın belirttiğine göre Hz.Ebu Bekr’in soyundan gelen Ebu’l Ferec Abdurrahman İbnu’l-Cevzi, 510/1116 senesinde Bağdat’ta dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta babasını kaybettiği için amacanın himayesinde büyümüş, babasından kalan servetle de kimseye muhtaç olmadan öğrenimini sürdürmüştür. Tahsil hayatını tamamladıktan sonra bir taraftan eser te’lif etmiş; diğer taraftan da hem talebe okutmuş  haemde haklı irşad etmek için vaazlar vermiştir. Pek çok sayıda eser yazan İbn’l-Cevzi’nin te’lileri daha çok tarih, niyografi, hadis, tefsir, ve akaid alanlarına aittir.Çok yönlü bir alim olamsına rağmen ilmi şahsiyetinde ağır basan tarafı,onun bir kelam ve akaid alimi olmasısıdr. Yazdığı eserlerle tarihe mal olan İbnu’l-Cevzi, 597/1201 senesinde Bağdat’ta vefat ederk Babü Harb Kabristanı’nda medfün bulunan Ahmed b. Hanbel’in yanına defnedilmiştir.

Hanbeli bilgini İbnu’L-Cevzi’yi müfessir olarak ilim alimine tanıtan eseri ‘’Zadu’l-mesir fi ilmi’t-tefsir’’dir. Bu eser, rivayet tefsirleri arasında oldukça öenemli bir yere sahiptir. Müellif söz konusu tefsirinde her sünnetin başında o surenin Mekki veya  Medeni oluşuyla ilgili rivayetlere yer vererek, ulaşabildiği bütün nakilleri hiçbir tenkidi tabi tutmadan sırlamakta; bazen de ‘’fal’’ adı altında surenin ismi yahut nüzul sebebiyle alalkalı farklı rivayetleri nakletmektedir. Hz. Peygamber, sahabe, ve sonraki alimlerden nakillerde bulunan İbnu’l-Cevzi, rivayetlerde isnadi hazfederek gebelikle ilk raviyi zikretmektedir.

5.İbn kesir (ö. 774/1377), Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim

İslami ilimlerin çeşitli alanlarında eserler kaleme alıp şöhrete ulaştıranlardan biri de şüphesiz Ebu’l-Fida İsmail b. Ömer b.Ömer b.Ksir’dir. 701/1301 senesinde Şam civarında bulunan Busra’nın bir köyünde dünyaya gelen İbn Kesir, küçük yaşta babasını kaybederek yetim kalmış, ilk dini bilgilerini, himayesi altıonda büyüdüğü ağabeyi Kemalüddin Abdulvehab’tan öğrenmiştir.On yaşın da Kur’an’ı Kerim’i ezberlemiş, ardından da İslami ilimler sahasında kendisini yetiştirmek için devrinin çeşitli bilginlerinden hadis, fıkıh, tefsir ve tarih dersleri almıştır. İbn Kesir öğrenimini tamamladıktan sonra da hatip, müderris, müfti ve mahkeme haeyeti üyesi olarak değişik görevlerde bulunmştur. Akide yönünden Eş’ari, fıkıh yönünden de Şafii olmasına rağmen o, hiçbir zaman mezhebi bir taassup içersinde olmamıştır. Hatta denildiğine göre hocası İbn Teymiyye’ye aşırş bağlılığından dolayı Hanbelilerin görüşlerinide benimsemiş, hilafetin Kuryşiliğiğni savunması dışında diğer dini-siyasi konularda hocasının görüşlerine bağlı kalmıştır.Bütün hayatını kitap yazmaya ve öğrenci yetiştirmeye  adayan İbn Kesir, ömrünün sonuna doğru gözlerini kaybetmiş, 26 Şaban senesinde de dünyasını değiştirerek Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.

Taberi’nin ‘’Camiu’lbeyian’’ ından sonra rivayet tefsirinin temel kaynaklarından biriside hiç kuşkusuz ‘’Tefsiru’l-Kur’anil-Azim’’ dir. İbn Kesir’in kaleme aladığı bu eşsiz eser , yazıldığı günden beri insanların hem okumak hem de bilimsel araştırmalarda referans olarak kullanmak suretiyle bir eser olmuştur.

Mukaddimesinde şunları şöyler: Eğer Kur’an’ tefsir etmenin en gğüzel yolu nedir?diye sorulacak olursa  buna cevap olarak deriz ki, bu konuda en güvenilir yol, Kur’an’ı Kur’an’la tefsir tefsir etmektir.Çünkü Kur’an’ın bir yerinde mücmel olan bir husus başka bir yerde tefsir edilip vuzuha kavuşturulmuştur.Şayet Ku’an’ı Kur’an’la tefsir etme noktasındabir engel söz konusu olursa, ozamn da Hz.Peygamber’in sünnetine müraacat etmek gerekir.

Müelif sözünü ettiğimiz tefsirinde ayeti ayet, sünnet, sahabe sözü , tabiün ve tebe-i tabiin kavilleriyle açıklamaya çalışmıştır. Müfessir, bu bağlamda yapmış olduğu nakillerin senedlerini de zikrederek hem rivayetleri tahkik etmiş hem de okuyuculara onların sahihini zayıfından ayırma imkanı vermiştir.

İbn Kesir VIII.Hicri asırda yaşamış bir müellif olarak tefsirdeki bu za’fiyeti ortadan kaldırmak maksadıyla kaleme aldığı tefsirinde, tıpkı Taber’inin yaptığı gibi rivayetleri senedli olarak nakletmeye başlamıştır.Onun bu tavrı da tefsirine olan güveni bir kat daha artırmıştır.

Pek çok müfessir gibi İbn Kesir de tefsirinde israili haberleri nakletmektir. Ancak onun,bu hususta diğerlerinden biraz daha titiz davrandığı söylenebilir.

Anlaşılıyor ki İbn Kesir’in kaleme aldığı’’Tefsiro’l-Kur’ani’il-Azim’’ öncellikle Kur’an’ Kur’an’la sonra da merfü, mevküf ve maktü hadislerle açıklamaya çalışan, israiliyata fazla dalmayıp zaman zaman o tür rivayetleri tenkid eden, irap konularına, belaği nüktelere, fıkhi ahkama ihtiyaç nispetinde yer veren , ayetlere yaklaşımı, ilmi üslubu ve irşadını takdimi itibariyle son derece başarılı olan kısacası, pek çok özelliği aynı anda bünyesinde barındıran bir tefsirdir.

 

6.Süyuti (ö.911/1505), ed-Dürrü’l-mensür

Müfessir, muhaddis, fakih, tarihçi ve edebiyatçı olan Celaluddin b. Kemauddin Süyuti Kahre’nin güneyindeki Suyüt kasabasında dünyaya gelmiştir.911/1505 yılında doğum yeri olan Kahire’de vefat  etmiştir.

Müfessir Süyuti’nin kaleme almış olduğu ‘’ed-Dürrü’l-mensür fi’t-tefsir bi’l-me’sür’’ , örneği sadece ilk asırlardaki tefsirler arasında nbulunan bir tefsirdir. Başta gelen özelliği, ayetleri rivayetlerle tefsir edip başka bir açıklama ihva etmemesidir.Sayıları 100’ü aşan müeliffin eserlerinden nakiller bulunmaktadır.

2.Dirayet Tefsiri

Bir taraftan İslam coğrafyasının genişlemesi neticesi yeni hadislerin, felsefi fikirlerin ve mezheplerin ortaya çıkması, diğer taraftan da nübüvvet asrından uzaklaştıkça Müslümanların bilgi ve kültürlerinin zayıflaması hem daha önce üzerinde durulmayan hem de açıklanmış olamakla birlikte yeniden ele alınması gereken ayetlerin tefsirini zorunlu hale getirmişti.İşte böyle hahas bir döenemde söz konusu edilen tefsirin, rivayet kaynakları yanında ictihada da yer vermesi icap ediliyordu.Böylece bu doğal süreç, vakti gelince dirayet tefsirini ortaya çıkarmış oldu.

Dirayet tefsiri, ‘’ Müfessirin yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat ve çeşitli ilimler yanında kendi bilgi birikimi ve re’yine dayanarak yaptığı tefsir’’ anlamına gelmektedir.

a.Dirayet Tefsiriyle İlgili Yaklşımlar

Kur’an’ın dirayete dayalı tefsiri konusunda tarih boyunca iki farklı yaklaşım ileri sürülmüştür. Bunlardan birine göre dirayetle tefsir caiz değildir, diğerine göre de caizdir. Görebildiğimiz kadarıyla her iki grup kendi görüşünü destekleyen deliller serdetmiştir.

Ab. Caiz Görenlerin Delilleri

Bugün için böyle bir konuyu tartışmaya açmak oldukça anlamsız görünmektedir. Çünki dirayet tefsiri yöntemiyle Kur’an’ı anlamaya ve açıklamaya çalışmak, onun içsel anlamını tespit etmede önemli bir unsurdur. Şunu iyi biliyoruz ki, Kur’an belli belli bir tarihe ve belli bir topluma ,o toplumun dilini kullanmak suretiyle dini, hukuki, ahlaki vb. yönlerden müdahil olmuştur. Bütün bunları yaparken de Kur’an ,Mekke ve Medine toplumunu, onların inançlarını, örf ve adetlerini esas almıştır. Esasen bunda dillerine indirmeyi murad ettiği  toplumu, dini, ahlaki, siyasi, sosyal tolumu örneğinde bütün insanlığı şekillendirmesi anlamına gelmektedir.

b. Dirayet Tefsirindeki Hata ve Nedenleri

1. Akli istidlallerle tefsir yapamk isteyenlerin başta lügat, sarf,, nahiv ve iştikak olamk üzere beyan, bedii, me’ani, kıraat, usul’d-din (kelam), usul-i fıkıh, esab-ı nüzul, nasih-mensüh vb. ilimler de mütehassıs olmaları gerekmektedir.

2.Müfessirin, herhangi bir ayetin tefsiri esnasında ön yargılı hareket etmeside de dirayet tefsirinde bir hata nedeni sayılabilir.

3.Dirayet tefsirinde görülen bir diğer hata nedeni de müfessirin Kur’an’ı tefsir ederken onun, ilk muhatapların dili üzerine indirildiğini hesaba katmadan mevcut Arapça bilgisiyle tefsir etmeye kalkışmasıdır. Kur’an tefsirinde sağlıklı bir zemeın oluşturmak için ilk muhatapların anlayışlarından hareket etmek bir zarurettir.

4. Konuyla ilgili ileri sürülecek bir başka husus da müfessirn, sağlam senedlerle gelen rivayetleri bir tarafa bıakıp yahut kendi görüşüne aykırı düştğü için görmezlikten gelip şahsi arzu ve isteği istikametinde açıklamalar yapmasıdır.

5.Kıyametin vakti, ruh,sür,dabbetü’l-arz vb mahiyeti hakkında naslarda yeteri kadar bilgi bulunmayan mutlak müteşabihlerle ilgili konularda Allah’ın muradını belirlemeye çalışmak da hata nedenleri arasında sayılabilir. Çünkü bu nevi konularda belirleyici olan dirayet değil rivayettir.

c.Meşhur Dirayet Müfessirleri ve Tefsiri

1.İmam Matüridi (ö.333/944), Te’vilatü’l-Kur’an

İmam Matüridi’nin tam adı Ebu Mandur Muhammed b.Muhammed b. Mahmud el-Hanefi, el-Matüridi, es-Semerkandi’dir. Genellikle ‘’Matüridi’’ nisbesiyle anaılmaktadır.Bu nisbenin ona verilmesi, doğduğu yere nisbetledir.

Kaynakların belirttiğine göre Tevilatü’l Kur’an’ı müellifin bizzat kendisi almamış, ders takririleri esnasında öğrencileri yazmışlardır. Bu yüzden ibareleri arasında tertiten ve üslup bakımında bir bütünlükten söz etmek oldukça zordur.Aynı şeyin’’Kitabu’t-tevhid’’ adlı eseri için de  söz konusu edildiği hatta bu sebepten dolayı eleştiri ye maruz kaldığı ifade edilmektedir.

Te’vilatü’l-Kur’an İslam dünyasında 2004 yılından itibaren tanınmış olmasına rağmen Müslümanların kendisiyle iftihar edecekleri çok önemli bir eserdir.İmam Matüridi bu eserinde hem rivayet hem de dirayet yöntemini birlikte kullanmıştır.Rivayet bağlamında kendilerinden nakilde bunduğu sahabe ve tabiün sayısı yaklaşık 90 civarındadır.Ancak tabiundan yaptıpı nakilleri bazen kabul, eden bazen de reddetmiştir. Kabul etmediği durmlarda aklın hakemliğine başvurarak yorumlar yapmış  yaptığı nakillerde de sened zincirine yet vermemştir.Bu yüzden nasları tefsşrş esnasında önce rivayetleri sendsiz olarak (…….) gibi tabirlerle nakletmiş, sonra da kendi tercihine yer vermiştir.

Bazen de bir ayetin diğerini nashettiğini söyleyerek , Kur’an bütünlüğü içinde neshi kabul ettiğini ortaya koymuştur.İsarili rivayetlerin bu tefsirde oldukça azyer işgal ettiği söylenebilir.

İmam Matüridi’nin bu eserinde ayrıca ilk üç asırdaki kelami meseleler yoğun bir şekilde ele alınıp tartışılmış; bunun doğal bir sonucu olarak da Mu’tezile Şi’a ve Havaric gibi mezhep mensuplarının görüş ve iddialarına münasip cevaplar vermiştir.

Matüridi Te’vilat’ta müteşabih ayetler konusunda da gereken titizliliği göstereek söz konusu türdeki nasları Kur’an’n ruhuna uygun düşecek tarzda yorumlanmıştır. ‘’……………….. Hükümranlığı gökeleri ve yeri  kapsamıştır’’ ayetinde yer alan kürsisözcüğünü ilim ve kudret olarak te’vil etmesi bu husus için bir örnek teşkil etmektedir.

İmam Matürüdi,kaleme almış olduğu söz konusu tefsirle yalzm-nızca Ehl-i sünnet inanç sistemini oluşturmakla kalmamış,tefsir ilmine yeni ve orijinal boyutlar da kazandırmıştır.Tüm bunların yaynında o, ayrıca Sünni akideyi pekiştirip Hanefi fıkhını savunmak suretiyle kensdisine izafe edilen ‘’Matüriddiye’’ isimli kelami mezhebin çok geniş bir coğrafyaya yayılmasınıda temin etmiştir.

2.Razi(ö.606/1210), Mefatihu’l-gayb

Asıl adı Fahuriddin Muhammed b. Ömer b.Hüseyin Rzi, 543/1149 senesinde Büyük Selçuklu Devleti’nin başşehri  Rey’de dünyaya gelmiştir.Arap asıllı bir ailenin çocuğudur.İlk dini bilgilerini babası Ömer b.Hüseyin’den aldığı rivayet edilmektedir. İbnu’l Hatip diye tanınmakla birlikte daha çok Fahuriddin Razi adıyla meşhur olmuştur.

Müfessirin eseri ‘’Tefsir-i Kebir’’ diye bilinen ‘’Mefatihu’ l-gayb’’ dır.bazı surelerin sonuna koyulan kayıtlara göre Razi’nin ömrünün son yıllarında yazmış olduğu bu tefsir, müellifin dirayet metodu başarıyla kullandığı bir eserdir ve yazıldığı günden bugüne kadar kaleme alınan pek çok tefsire kaynaklık etmiştir.

Tefsirinde dirayet metodunu kullanmış olsada ,rivayet tefsir esaslarını terk etmiş değildir.Mefatihu’l-gayb incelendiğinde müellifin tefsire, nüzul sebepleri bağlamında önem veren bir müfessir olduğuda görülür. İsarili haberleri ahad olarak nitelendirerek onlara itibar etmemeyi esas alan bir müfessirdir.

Tefsirinde zikre konu olanlar, şaz değil mütevatir kıraatlerdir.Çünlü Razi’ye göre tevatür ile sabit olamyan bir nasKur’an ayeti olamaz.razi, Kur’an nasları arasındaki anlam ilişkisinden söz eden ilk müfessir olarak bilinmektedir.

Fahruddin Razi, kevni (kozmolojik) eyetleri tefsir ederken de söz konusu nasların arka  planındaki maksatları dile getirmek suretiyle onların, Allah’ın varlığına, Birliğine ve kudretine delil olduğunu söylemektedir.İslami ilimlerin her alanlında söz sahibi bir bilginin olmasına rağmen daha çok kelam ilminde temeyüz etmiştir.Bunu, onun tefsirinde de açık bir şekilde görmek mümkündür.

Bir Eş’ariyye kelamcısı olan Razi, İbn Sina kanalıyla Aristo ve Eflatun’un felsefi görüşlerinden etkilenmişsede,dahasonra Gazali’nin yolunu takip ederek İslam filozofları karşısında Eş’ariyye doktorinini savunmuş ve bu doktorine  aykırı gördüğü felsefi görüşleri eleştirmiştir.Son dönemlerinde ise özellikle itikadi meselelerin kelamı delillerle değil, Kur’an ‘ı Kerim’in delil ve yöntemleriyle çözümlenmesini gerektiğini savunmuştur.

Razi, tefsirinde fıkhi meseleleri oldukça geniş bir pepektifle ele almıştşr.Mefatihu’l-gayb, müelifin dirayeti başarılı bir şekide kullanması sebebiyle içersinde isabetli Ku’ani yorum ve tahlillerin bolca yer aldığı bir esedir.Bu sebeplerdir ki o, kendisinden sonra gelen bütün tefsirlere kaynak olmuştur.

3.Beyzavi (ö. 685/1286),Envaru’t-tenzil

Şiraz kadılkutadlığı (başkadılık)yaptığı için  ‘2el-kadi’’ diye anılan Ömer b. Muhammed Bezavi, 585/1189 tarihinde Şiraz yakınlarında ki Beyza kasabasında dünyaya gelmiştir. İlk dini bilgilerini babası Abdulla b. Ömer’den almış, dah sonrada Şiraz ulemasından akli ve nakli ilimler tahsil etmiştir.Babasının vefatından sonra Şiraz kadılkutadlığına atanan Beyzavi, bir müddet bu vazifede kaldıktan sonra aşırı tizliğinden ve bir anlamda fazla müshamasız davrandığından dolayı söz konusu görevinden azedilmiştir..Ancak daha sonra yaptığı başvuru üzerine tekrar aynı göreve getirilmiş, bir müddet b u görevde bulunduktan sonra kadılıktan ayrılarak Tebriz’e yerleşmiştir. Kaynakların belirttiğine göre Beyazavi, ömrünün geri kalan kısmını ilim, ibadet ve riyazetle geçirerek , 685/1286 tarihinde vefat etmiştir.Daha çok tefsir,kelam, fıkıh, usül-i fıkıh, nahiv, belagat ve mantık alanındas eserler veren Beyazavi’nin İslami ilimlerde bir ototrite olduğu kabul edilmektedir.Hayatından bahseden müellifler onun yüksek derecede ilmi kabiliyete ve geniş bir kültüre sahip olduğu noktasında  ittifak etmişlerdir.

Kadı Beyazavi’nin tefsire dair kalame almış oldıuğu eser bilindiği gibi ‘’ Envarü’-tenzil ve esrarü’te’vil’2dir. Üzerine çok sayıda haşiye yazılacak kadar takdir gören ve ün kazanan bu esrin pek çok baskısı yapılmıştır.Mukaddimesnebelirttiğine göre gençliğinde belirttiğine göre Beyazavi tefsir konusunda sahabelerin büyüklerine, tabiin alimlerine, onların dışında kalan selef’i salihine ait görüşlerin özünü ihva edn ,şaz kıraatler de dahil olmak üzere bütün kırat vecilrine,ayrıca nahiv ve belagat inceliklerine yer veren bir tefsir yazmayı arzu etmiş; ancak böylesine zor bir işin o dönemde kendi bilgi seviyesini aştığını düşünerek bundan vazgeçmişti Nihayet bilgi birikiminin yeterli seviyeye ulaştığı olgunluk dönemine girince, bir istihare sonucunda tasarladığı buı eseri yazmaya karar vermişti. Katip elebi onun bu kararında şeyhi Muhammed b. Muhammed l-Kutahai’nin etkili olduğunu nakletmektedir.

Müellifin en çok yararlandığı kaynak ise Zemahşeri’nin ‘’el-Keşşaf’ ıdır.Bütün bu olumlu tarafları yanında Envaru’t-tenzil’e isnad edilen olumsuz bir nitelik vardır ki oda müfessirin,  surelerin faziletlerine  dair nsklettiği uydurma rivayetlerdir.

4.Nesefi (ö.710/1310), Medariku’l-tenzil

Asıl adı,Ebu’l-Bereket  Abdullah b.Mahmud olan Nesfi, Moğol istilasının hemen sonrasın da, siyasi çaşlkantıların çok yoğun olduğu bir dönemde, Maverağnnehir bölgesinin yetiştirdiği önemli İslam alimlerinden biridir.Kaynakların belirttiğine göre Özbekistan’da bulunanSoğd ülkesindeki Nesef şehrinde dünyaya gelmiştir.

Nesfi, ‘’ Muderaku’t-tenzil ve hakaiku’t-te’vil’’ adlı tefsirini, Mu’tezile mezhebinin yorumlarını içeren ‘’el-Keiiaf’’ a karşılık Ehlül’l sünetine akaidini savunmak gayesiyle yazmıştır.Akidevi konularda Zamşehri’ti tenkid etmiş, diğer konularda ondan istifadeyi esas olarak bazen kısa ilavelerde  bazen de istiharda bulunmuştur.Dirayet müfessiri olmakla birlikte diğer akli tefsirlerde olduğu gibi Nesefi de tefsirinde rivayete yer vermiştir. bunun için öncelikle takip ettiği yöntem Kur’an’ı Kur’an’ tefsiridir.

Müfessir aradığını Kur’ani naslarda bulamazsa o takdirde Hz.Peygamber’in merfü habaerlerine başvurarak rivayet tefsirinin vazgeçilmez malzemesi sayılan sahabe kavli, tabiin ve tebe-i tabiinin tercihleride müfessirin müracat ettiği nakiller arasında yer almıştır.

Medarik’te ahkam ayetlerinin tefsirine büyük bir özen göstermiştir.Görebildiğimiz kadaeıyla müfessir,fıkhi konuların geçtiği yerlerde sdece mensubu bulunduğu Hanefi mezhebinin görüşlerini serd etmekle yetinmeyerek diğer mezheplerin görüşlerinede yer vermektedir.

Tevcitlerinde Eş’ariler veya Matüridiler diye bir diye bir ayrım yapmadan kelami konuları Ehl-i sünnet’in görüşü diye takdim etmektedir.Çünki  müelelifin daha çok üzerinde durduğu mesele, Ehl-i sünnet dışı mezheplerin görüşleridir.Tefsirinde dil,irab ve belagat konularına da oldukça geniş yer vermiştir.

Ne yazık ki, Nesefi de pek çok müfessir gibi tefsirinde, isaraili haberleri zikretmekten kendini alamamıştır.Diğertefsirlerle mukayase edildiği zaman israiliyatın Medarik’te oldukça az olduğu görülmektedir.

Medarik;Kur’an’ı baştan sona açıklayan özgen bir eser olmakla birlikte, özellikle akaid konusunda Maturidi, fıkıhta da Hanefi mezhebinin görüş ve tercihlerine dayanak olan Kur’ani nasları, dil, kıraat, belegat ve diğer hususlar itibariyle veciz bir tarzda ele alan bir dirayet tefsiridir.

5.Şirbini (ö.977/1570),es-Siracu’l-münir

Hicri X.asırda yetisen seçkin bilginlerden biride Hatip Şiribini ‘dir. Asıl ismi Şemsuddin b. Ahmed olan, Şirbini, Kahire yakınlarında bulunan Şirbin kasabasında dünyaya gelmiştir.Şirbini’yi şöherete ulaştıran ‘’es-Sıracu’l-munir’’ adlı,daha çok akli  izahları içerdiği için dirayet tefsiri olarak mütalaa edilmiştir.Ayetleri açıklarken önce Hz. Peygamber, sahabe, tabiun ve etabu-tabiinden nakledilen rivayetleri toplamış, naklin bulunmadığı durumlarda ise ,lafızların nuzül dönemindeki manalarına itibar ederek lügat ve sarf yönlerini dikkaete alamk suretiyle tefsir etmiştir.

Şibrini, tefsirinde kelami konular üzerinde de genişçe dururak, çoğu kere hiçbir mezhebe maletmeden ayetleri açıklamış. Ehl-i sünnet, Hariciler, Mu’tezile ve Murcie ‘den bazılarının görüşlerine yer vererek Ehl-i sünnet’in görüşünü tercih ettiği görülmektedir. Kur’an’ın 114 suresi hakkında nakletmiş olduğu bu tür rivayetlerin büyük bir ekseriyetinin uydurma olduğunu söylerek okuyucuları uyarmayı da ihmal etmemiştir.

Şirbi’nin ayetlerdeki nukte ve müşkilleri izah ederken gösterdiği gayret, onun dirayetli bir müfessir olduğunun açık bir delilidir. O, bunu genelliklei ‘’tenbih’’ ve ‘’faide’’ başlıkları altında ve bazen de soru cevap yöntemiyle yapamaya çalışır.Çünkü müfessirler akli izahlar yaparken genellikle özel yöntemlerle hareket ederler.

6.Ebussud (Ö. 982/1574), İrşadu’l-ali’s-selim

Yaygın kanaate göre Ebussuüd Efendi, 17 Safer 896 ‘da (30 Aralık 1490) İstanbul yakınlarındaki Meteris (Metris-Müederris) köyünde dünyaya gelmiştir. Ailesi İskilip eşrafındandır. Hocası Mevlana Seydi-i Karamani’nın kızı Zeyneb Hanım’la evlenen Ebussuud Efendi ilk olarak Yavuz Sultan Selim döneminde (922/1516) İnegöl İshak Paşa Medresesi’ne müderris olarak tayin edilmiş , 22 sene değisik medreselerde hocalık yaptıktan sonra , 944( Ağustos 15137)  senesine Rumeli kazaskerliğine atanmıştır.

Sekiz yıl süren bu görevin ardından Şaban 952’de (Ekim 1545) Fenarizade Muhyiddin Efendi’nin yerine şeyhülislam olmuştur. Yirmi sekiz yıl on bier ay şeyhülislamlık mypan ve bu arada bazı sisyasi olayalarda ağırlığını hissettirip Kıbrıs seferinin başlamasını da fetvasıyla destekleyen Ebussuud Efendi, 5 Cemaziyelevvel 982 ( 23 Ağustos 1574) tarihinde vefat etmiştir.

Ebussuud Efendi hukukla ilgili pek çok eser vermiş olmasına rağmen daha çok tefsiriyle tanınmaktadır. Onu ölümsüzleştiren bu muhteşem eser,’’ İrşadu’l-akli-‘s-selim ila mezaye’l-kerim’’dir. Dönemindeki tefsir geleneğine uyarak başka tefsirlerden de gerektiği kadar faydalanmıştır.Ebussuud Efendi’nin tefsiri incelendiğinde görülecektir ki. O da tıpkı diğer dirayet müfessirleri gibi hem naki hem de akli tefsir yöntemini birlikte kullanmıştır.

Fıkıhta Hanefi mezhebi bir taassup içerisine girmemiştir. Bu da müellifin tefsirinde geniş bir fıkhi zenginliğin oluşmasısna yol açmıştır.Öyle anlaşılıyor ki bu özellik Ebussuud Efendi’nin fıkıhtaki derinliğinden kaynaklanmaktadır. Zaten fıkıh ve fıkıh usulü ilminde ki kudretinden dolayı ona, ‘’ikinci Ebu Hanife’’ denilmiştir.

Ebussuud Efendi’nin dirayet bağlamında geniş izahlarda bulunduğu alanlardan biride kelami konulardır. Onun bu hususta takip ettiği metod, kelami meseleleri bazen herhangi bir mezhebi referans göstermeden ele alam, bazen sadece Matüridi’ye yahut Cübbai’ye atıfta bulunma, bazen de Rafızilerin ve Mu’tezile imamlarının görüşlerine yer vererek onları tenkid etme biçiminde kendini göstermektedir.

Ebussuud. Tefsirinde ayet ve sureler arasındaki münasebete geniş yer veren müfessirlerden biridir.Onun bu hususta uyguladığı yöntem, bir surenin diğer bir sura ile yahut bir ayaetin müteakip ayet ya da ayet gruplarıyla veya bir ayetin kendisinden önceki ayetlerle olan münasebetini ortaya koymaktan ibarettir.

Ebussuud  Efendi tefsirinde kıraate de büyük çapta önem vermiştir.Müellifin kırraler konusunda yaptığı şey, yalnız nakilden iabaret olamayıp aynı zamanda farklı okuyuşlara dayanarak ayetin irabını açıklamak, fıkhi hükümler çıkarmak ve meydana gelen bir takım analam değişikliklerini göstermektedir.

Ebussuud ‘un başarısız bulunarak tenkid edildiği anlar da vardır. Bunların başonda surelerin faziletleriyle ilgili olarak yapmış olduğu nakiller gelmektedir.Çünkü müellif tıpkı Zamşehri ve Beyazavi gibi tefsir ettiği her surenin sonunda, o sureyi okuyana verilecek sevabı gösteren bazen bir bazen birden çok uydurma hadisi tefsirinde ziktermiştir.Ebussuud Efendi’nin tefsirindeki başarısını gölgeleyecek ikinci husus sa irsaliyat konusudur. Yapmış olduğu nakiller mucize, yaradılış, Hacer-i esved, israiloğulları ve bazı peygamberle ilgili konularda daha yoğun bir şekilde karşımıza çıkmaktadır.

Ebussuud, tefsirini başta ‘’el-Keşşaf’’ ve ‘’Envaru’l-tenzil’’ olamak üzere pek çok eserden istifade ederek yazmış, fakat sadece nakille yetinmeyip yerine göre bazı hususlarda yararlandığı müfessirlere karşı itirazlarda bulunmuş bazen de onların ele almadıkları konulara yer vererek pek faydalı bir tefsir meydana getirmiştir.

7.Elmalı Hamdi Yazır (ö.1942) Hak Dini Kur’an Dili

Hamdi Yazır, 1878 yılında Antalya’nın Elmalı ilçesinde dünyaya gelmiştir.İlk tahsilini babasından alan Elmalılı, dayısyla birklikte İstanbul’a giderek Küçük Ayasofya Mederesesi’ne yerleşöiş ve Beyazıt Camii’nde derlerine devam ettiği Kayserili Hamdi Efendiden icazet almıştır.İstanbul’da geçen uzun bir tahsil süresinin sonunda  da Elmalılı verdiği çok başarılı bir sınav neticesinde (1906) da Beyazıt Dersiamı olmuş ve burada fıkıh usulü ve mantık dersleri vermiştir.

1926 senesinde Büyük Millet Meclisinin almış olduğu bir kararla Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bir Kur’an tefsiri yazım işiyle görevlendirilmiş; bunun üzerine obunun üzüerine on iki sene çalışma sonunda ‘’ Hak Dini Kur’an Dili’’adıyla bir tefsir kaleme almıştır.

Bu eserini rivayet ve dirayet ve rivayet tefsir yöntemiyle yazmıştır. Ona göre hakiki bir tefsirin dört esesı vardır. Bunlar Sünnet, sahabe ve tabiün sözleriyle bu üç esasın araştırılmasından sonra lisani, şer’i ve akali ilimler çerçevesinde yapılabiecek te’vildir.

Elmalılı, dirayet tefsirindeki bu başarısını ahkam ayetlerinin tefsirinde de göstermiştir. Çünkü müellif, fıkhi  konularda sadece kaynaklardaki bilgileri aktarmakla yetinmemiş, çeşitli çeşitli medreslerde tenkid ve tercihlerde bulunarak kendi görüşünü de ortaya koymuştur.

Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili’nde kevni (kozmolojik) ayetleri tefsir ederken de diraytini yoğun bir şekilde ortaya koymaktadır.Müsbet ilimlerdeki gelişmelere yer vererek Kur’an’i hakikatleri ilim diliyle açıklama yoluna gitmektedir.O, bu husustaki ilkesini tespit ederken ilimi keşiflerin, Kur’an’ın muhtevasına aykırı sonuçlar ortaya koymadığı fikrinden hareket etmektedir.Kelami ayetleri izah ederken aynı derinliği ve yoğunluğu göstermemiştir. Söz konusu nasların izahında klasik mezhep tartışmalarına girmeyerek, Sunni anlayışı tefsirinde hakim kılmaya gayret etmiştir.

Muhammed Hamdi Yazıre diğer müfessirlerle kıyas edildiği vakit , israili haberleri nakilde oldukça titizlik gösteren bir müellif olarak karşımıza çıkmaktadır.Ancak Müellifin ayanı titizliği hadislerin naklinde gösterdiğini söylemek mümkün degildir.

Başta temel tefsir kaynakları olmak üzere Fıkıh, hadis,kelam, felsefe, tarih, dil ve edebiyat gibi anlara ilişkin İslami literatürden geniş çlçüde faydalanarak  Hak Dini Kur’an Dili’ni meyadana getirmiştir. tefsirler arasında seçkin bir yere sahiptir.Buda onun Türkiye’de bilhassa aydınlar arasında geniş bir ilgiye mazhar olmasına yol açmıştır.

II.MEVDU (KONULU) TEFSİR (……..)

A.Tanımı ve Amacı

Mevdu’i(konulu) tefsir,’’ Kur’an’ın bütününü veya ondaki herhangi meseleyi araştırma konusu yaparak ayetleri nüzul tarihine göre sıralayıp incelemek Kur’an’ın bakış açısını tespit etmek ‘’ analamına gelemektedir. Bu tanıma göreMevdü’i tefrsir yöntemi için iki alan söz konusudur. Birincisi, bu yöntemi Kur’an’ın bütünü için uygulanmaktadır ki, bu anlamda Kur’an’ın tamamı konuları itibariyle ele alınarak her konuyla ilgili naslar tespit edildikten sonra, o konularda Kur’an’ın bakış açısı ortaya çıkarılabilir.

İkincicsi herhangi bir konudaki Kur’ani perspektifi tespit amacıyla ayetler nüzul sırasına göre sıralanarak incelemk suretiyle araştırılır; Bu durumda da üzerinde çalışılan konu müstakil olarak tespit edilmiş olur. Kur’an’ın tüm konularını mevdü’i tefsir bağlamında baştan sona inceleyen herhengi bir tefsir henüz literatürümüze girmiş değildir.Fakat müstakil konular itibariyle dün olduğu gibi bugünde çeşitli tezler ve araştırmalar yapılmakta; hatta yapılan bu çalışmalar artarak devam etmektedir.

B.Tarihi Seyri

Allah Resulü ihtiyaç anında Kur’an’ın herhangi bir ayaetini açıklarken zaman zaman bu yönteöi kullanıyordu.Ancaktedvin dönemini müteakip yıllarda konulu tefsir yönteminin kendini daha çok fıkhi alanda ortaya koyduğu analşılmaktadır.Zira bu dönemde bazı Sünni mezhepler, Kur’an’ın teşriini konu edinen naslardan yola çıkarakgörüşlerini sistemleştirirken, bu yöntemi yoğun bir şekilde kullanmaya gayret etmiştir. 

Hz.Peygamber’in uygulamasıyla ilk oalarak temeli atılan konulu tefsir anlayışı, daha sonraki zamanlarda da devam ederek günümüze kadar gelmiş; hem konu tefsirinde hem de tahlili tefsirde en faydalı ve hüvenli bier yöntem olduğu için özellikle müstakil bir konu bağlamında en çok başvurulan bir tefsir şekli olmuştur.

C.Yöntemi

1.Takip edilen bir yöntem ilk başta üzerinde çalışma yapacakları konunun öncelikle sınırlarını ve hedefini belirlemekle işe başlama durumundadır.

2.Mevdu’i tefsirinde İslam bilginlerinin takip ettikleri usullerden biride konu bütünlüğünü sağlamak amacıyla bir araya getirilen Kur’ani nasların tarihi bağlamlarını oluşturmaktadır.

3.Ayetlerin siyak ve sibak ilişkileri de bazı araştırmacı müfessirlerin ister mevdi’ı isterse mevdu’i tefsirde olsun görmezlikten gelmedikleri  önemli bir meseledir.

4.Konulu tefsir yapan araştırmacı aynı zamanda Hz.Peygamber ‘in sünnetinden de istifade etmek durumundadır.

5.Aynı şekilde sahabe, tabiün, tebe-itabiin ve sonraki dil bilgilerinin söz ve tercihleri de yararlanılması gereken tefsir malzemesi olarak telakki edidiği için buda müfessierlerin, çoğunlukla başvrdukları bir yol olmuştur.

 

D.Önemi ve Faydaları

1.Toplumların yenilenen ihtiyaçları, insanla ilgili alanlarda yeni düşüncelerin ortaya çıkması ve modern bilimsel teori alanlarının gittikçe genişlemesi karşısında sağlıklı bakışlar ve üretebeilmek,ancak Kur’an’ı konulu tefsir yöntemiyle yorumlamakla mümkündür.

2.İnsanın, herhangi bir mesele de Kur’an’ı kendisine rehber edinebilmesi içinde o konuyla ilgili kapsamlı, net ve nii bilgilere sahip olması gerekmektedir.

3.Konulu tefsir çalışmalarından yararlanıldığı takdirde hem problemlerin çözümü kolay yoldan halledilecek he de Kur’an’ın hidayetine kısa yoldan ulaşılmış olacaktır.

4.Bilindiği gibiiçinde yaşadığımız çağ ihtisaslaşmanın çok yaygın olduğu bir zaman dilimini oluşturmaktadır.Bubakımdan tefsir çalışmalarının da buna paralel olarak mevzulara ayrıııııııııı olarak ele alınıp incelenmesi artık bir zorunluluk halini almıştır.

Kısacası Kur’an’ın içerdiği her konun söz konusu yöntemle ele alınıp muhataplara sunulmasında sayısız yarar vardır. Çünkü ihtiva ettiği konular itibariyle beşeri te’lif tarzına uymayan Kur’an’ın çok daha sağlıklı bir şekilde anlaşılması diğer tefsir yöntemlerine nisbetle daha çok konulu tefsirlerle sağlanabilir.

TARİHTEN GÜNÜMÜZE TEFSİR AKIMLARI

A.Ehl-i Sünnet Tefsiri

1.Mezhebi Tefsirler

Mezhebi tefsir herhangi bir fırkaya ait Kur’an’i anlayışa denir.’’Mezhebi Tefsir’’ sözüyle fıkhi görüşleri değil, inanç sistemlerini üzerine bina edildiği.Kur’ani anlayışları kastediyoruz.İslam’ın biirnci asrının sonlarından itibaren gerek dini, gerekse siyasi bir anlayışla ortaya çıkmaya başlayan bir takım itikadi mezhepler,tefsire hız veren amillerin başında yer almıştır. Herşeyden önce Müslüman oldukalrını unutmayan bu mezhep mensupları ortaya koydukları görüşlerin doğruluğunu göstermek için  Kur’an’a başvuruyorlardı.Çünkü her mezhep Kur’an sünnete dayandığı oranda güçleniyor ve taraftar topluyordu

 A.Ehl-i Sünnet Tefsiri

Ehl-i sünnet Hz. Peygamber ve sahabenin inanç sistemlerini izleyen Müslümanların ortak adıdır.Söz konusu mezhebin tefsir anlayışını ,’’Meşhur Dirayet Müfessirleri ve Tefsirleri’’ başlığı altında ele alıp örnekleriyle anlatmaya çalıştık.

B.Mu’tezile Tefsiri

Mu’tezile,Haşim b. Abdulmelik zamanında yaşamış olan Vasıl b. Ata (ö.80/ 131) ‘nın kurmuş olduğu mezhebe verieln bir isimdir. Bu mezhep, Emeviler derinde ortaya çıkmış olamkla brlikte, onun kendi yöntem ve fikirleriyle İslam düşüncesine ivme kazandırması Abbasiler dönemine rastalamktadır. Bu dönemde akılcı bir analyışla hareket eden Mu’tezile alimleri, önce kendi tercihlerini ortaya koymuşlar, ardından da bunları delillendirme cihetine giderek Kur’ani nasları te’vile koymuşlardır.

1.Mu’tezile’nin Tefsirdeki Metodu

Mu’tezile imamları, Kur’an’ı tefsir ederken genellikle aklı ön plana çıkarmıştır. Bunun sebebi de mümin inancını tevhid ve adalete aykırı olan her şeyden temizlemektir. Bu husustaki yaklaşımları kısaca şöyledir: Allah hikmeti gereği bir şeyi diğer bir şeyin sebebi olarak yaratmıştır. Kainatta hiçbir şey sebepsiz meydana gelmez. İnsan aklı, bu sebepleri bulamaya ve bir şeyin iyi ‘hüsn), veya kötü (kubh), güzel veya çirkin, faydalı veya zararlı, marüf veya münker, helal veya haram olduğunu tayin etmeye müktedirdir. Aklın bu kudreti sayesindedir ki, sahih nakil ile sağlam akıl birbiriyle çelişmez. Şayet akil ile nakil arasında herhangi bir çelişki meydana gelirse, bu durumda tabii ki akıl tercih edilir. Çünkü nakil , akla mutakabat sağlarsa ancak delil olarak alınabilir. Eğer akla nakil arasında bir mutakabat bulunmazsa, o zaman naklin mutlaka te’vil edilmesi gerekir.

Akli tercihlere önem vermelerinden dolayı Mu’tezile alimleri, Kur’an’daki bazı ayetlerin sembolik anlam içerdiğini ileri sürmektedir.Mu’tezile alimlari bazı kelami meselelerin tefsirin de ‘’usül-i hamse’’ diye bilinen beş temel prensibi esas almıştır.Bu presibler, 1) Tevhid, 2) Adalet, 3)Va’d-va’id, 4)el-Menzile neyne’l-menziletyn, 5)Emir bi’l-ma’rüf nehiy ani’l-münkerden ibarettir. Mu’tezili alimler, bu hususta daha çok ilk iki prensip ekseninde hareket etmişlerdir.Çünkü onlara göre tefsir bir uzmanlık işidir. Bu alanda uzman olabilmek içinde Arapça ile fıkıh, fıkıh usulü ve hadis gibi dini ilimlerin bilinmesi zaruridir. Ancak bu ilimleri bilmek, bir bakım sözü edilen uzmanlığa giriş mesabesindedeir. Zira tefsir alınındaki asıl uzamnlık, Usl-i hamseyi özellikle onun tevhid ve adalet gibi ilk iki prensibini bilmeyi gerekmektedir.

Akla gereğinden fazla yer vermeleri sebebiyle olsa gerektir ki, Mu’tezile sihir ve büyü olayını reddetmektedir.İşte bütün bu yaklaşımlardan dolayı Mu’tezile imamları, Ehl-i- sünnet ulemasının şiddetli tenkitlerine maruz kalmış; bu bağlamda İbn Kuteybe (ö.276/889) onlarınj Kur’an’ıkendi keyiflerine göre te’vil ettiklerini ve bununda Allah’a karşı bir cüretkarlık oldupunu ileri sürerken İ,bn Kayyim el-Cevziyye (ö.751/1350) de Mu’tezile tefsirirnin, kalpleri şüphelerle ve yeryüzünü fesatla dolduran sözlerden ibaret eserler olduğunu söylemiştir.

2.Meşhur Mu’tezile Tefsirleri

1.Ebu Müslim Muhammed b. Bahr  el-İsfahani (ö.322/934), camiı’t-te’vil li muhkemi’t-tenzil

2.Kadı Abdulcebbar (ö.415/1024), Tenzihu’l-Kur’anani’l-metan

3.Ali b. et-Tahir, eş-Şerif el-Muratada (ö.436/1044), Ğureru’l-fevaid ve düreru’l-kalaid

4.Zamşehri (ö.538/1144), el-Keşşaf

Bir taraftan kelimelerin anlamları, iştikakları ve gramatik tahlilleri üzerind özenle durularak, sözcüklerin asıl kullanım maksatlarının ortaya çıkarılmaya çalışıldığı, diğer taraftan da istiare, mecaz ve belegat nüktelerinin son derece itinalı ve güzel bir üslupla işlendiği bir tefsiridir.Onun bu yönü farlı mezhep mensupları y-tarafından da takdirlr karşılanarak, özellikle Kur’an’ın belagi ve muzicezi yönünü ortaya koyması sebebiyle müellifi, tefsirde bir otorite olarak kabul edilmiştir.

C.Şia Tefsiri

Burada ele alacağımız grup,Şia’nın büyük çoğunluğu için söz konusu olan ‘’ İmamiyye Şiası’’ diğer adıyla ‘’Caferiye Mezhebi’’olacaktır.

1.Şia’nın Tefsir Anlayışı

Onlara göre Kur’an’ın hem zahiri hem de batıni manası vardır.Esas kastedilen mana Batıni manadır.Zira zahiri manalar, Batıni manaları muhafaza eden kılıf mesabesindedir.Kur’an’ın zahir ve batınına verilerin manalar arasında bir irtibat söz konusudur.Bundan dolayı insan için Kur’an’ın zahirine inanmak nasıl vacipise, batınada inamka da  aynı şekilde vaciptir. Yüce Allah Ku’an’ın zahirini, tevhid nübüvet ve risalete çağırmaya batınını da imamet, velayet ve bunlara bağlı olan şeyleri has kılmıştır.

Yine Şia’ya göre Kur’an’ın her döneme mahsus manaları vardır. Zamanın değişmesiyle Kur’an’ın manaları da değişebilir. Ancak Kur’an’ın bütün manalarını yalnız Ehl-i beytten olanlar bilir.Çünkü Kur’an onarlın evine inmiştir. Bu sebeple İmamiye Şiası Kur’an’a yaklaşımda Ehl-i sünnetten ayrılmıştır.

2.Meşhur Şia Tefsirleri

İmamiyye Şiası,Kur’an tefrsirine dair eserler yönünden pek zengin sayılır.bu mezhebin görüşleri doğrultusunda kalame alınan tefsirşerden önemlilerini şöyle sıralamk mümkündür:

1.Kummi, Ali b. İbrahim (Hicri III. Veya IV. asır) Tefsiru’l-Kummi. Bir ciltten ibarettir.Son baskısı 1386/1966 yılında Necef’de yapılmıştır.

2.Tusi, Ebu Ca’fer Muhammed b. el-Hasen (ö.460/1068), et-Tibyan. 10 cild halinde Necef’de basılmıştır.

3.Tabatabai, Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi tefsir’l-Kur’an. 20 cilt olarak 1973 senesinde Beyrut’ta basılmıştır.

D.Harici Tefsiri

Hariciler Kur’an’ın lafzına tavizsiz sarılan bir gruptur. Bu mezhebin çoğunluğunu, medeni yaşatantıdan uzak olan insanlar oluşturduğu için, fikri seviyeleri M’tezile ve Şia gibi kapasiteli tefsirler yazmaya yeterli olmamıştır.Esasen fazla sayıda tefsirleri de mevcut değildir. Haricilere isnad edilen en önemli tefsir, Muhammed b. Yusuf Itfiyyiş (ö.1332/1914)’in kalame almış olduğu ‘’Himayanu’z.zad ila dari’l-mead’’ adlı tefsirdir. Bu tefsir 13cildden ibarettir, 1300-1314 yılları arasında Zengibard ‘da basılmıştır.

II.İŞARİ TEFSİRLER

A.Tanımı ve Şer’i Yönü

İşari tefsir,’’ yalnız tasavvuf erbabına açılan bir takım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla Kur’an’ı açıklamak’’ demektir. Buna göre söz konusu tefsir, sufinin kendi bireysel fkirlerine değil, bulunduğu makam itibariyle kalbine doğan ilham ve işaretlere dayanmaktadır.

B.Makbul Olmasının Şartları

1. Naslara yüklenen içsel anlamlar lafızların zahiri anlamlarına ters düşmemelidir.

2.Yapılan işari yorumların isabetli olduğunu gösterecek bir başka nas veya açık bir delilin bulunması gerekmektedir.

3.Söz konusu edilen bu yorumlara muhalif şer’i veya akli bir karine bulunmamalıdır.

C.Doğuşu, Gelişmesi ve Sistemleşmesi

İşari tefsir anlayışı hicri ikinci asırda kendini ortya koymuş oldu.İşari tefsirin bu ilk temsilcileri arasında el-Hasan el-Basri(ö.110/728), Ca’fer-i Sadık(ö.148/765) ve Abdullah b. Mubarek(ö.181/797)’in isimleri sayılmaktadır.Kaynakların belirttiğine göre tasavvufun henüz oluşum döneminde yaşayan bu zatlar, yalnızca Kur’an’ın bazı ayetlerini sufi bir anlayışla tefsir ertmye çalışmalarıdır.

Ebu Abdirrahman es-Sülemi (ö.412/1021) ‘nin kaleme aldığı ‘’Hakaiku’t-tefsir’’ adlı eserle mümkün olmuştur. Denildiğine göre Sülemi bu tefsirinde kendisisnden önceki mutasavvıfların tefsir ve tev’illerini bir araya toplayarak işari tefsire büyük hizmette bulunmuştur.Sülemi de Hakaiku’t-tefsir’de kendisinden önceki mutasavvıfların yorumlarını cem etmek suretiyle işari tefsire bu anlamda kaynaklık etmiştir.

İşari tefsirin sistemleşmesinde önemli rolü olan diğer bir müfessir de Gazali (ö.505/1111)’dir. Gazali, ’’ İhyau ulumid-din’’ ve ‘’ Cevahiru’l-Kur’an’2 adıyla yazmış olduğu eserlerinde Kur’an ayetlerinin batını yorumlarına yer vermiştir. İşari tefsir hareketi Muhyiddin İbn Arabi (ö.638/1240) ile de ‘’vahdet-i vücud’’ un etkisi altına girerek en zirve noktaya ulaşmıştır.

D.İşari Tefsir Örnekleri ve İşari Tefsire Yöneltilen Tenkitler

1.İşari Tefsir Örnekleri

İşari tefsire örenk teşkil edecek hususlar pek çoktur. Ancak biz bunlar içersinde Muhyiddin b. Arabi’nin Te’villerinden:

Örnek: Denildiğine göre Muhyiddin İbn Arabi. ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, ‘’Sonra Arş’a istiva itti ’’ ayetini tasavvufi anlamda, ‘’Allah bütün sıfatlarıyla Muhammed;’in kalbine tecelli etti ‘’ şeklinde yorumlamıştır.

2.İşari Tefsire Yöneltilen Tenkitler

Vahidi (ö.465/1072): ‘’ Sülemi (ö.412/1093) ‘’ Hakaiku’t-tefsir’’ adıyla bir tefsir yazmıştır.Eğer o, bu eserindeki söylemlerine inanıyorsa küfre gitmiştir’’ diyerek işari tefsir çerçevesindeki aşırı yorumları küfür sebebi sayılmaktadır.İşari tefsire yönelik ciddi eleştiriler mevcuttur.Eleştirilerin temelinde zahiri anlamın tamamen yorum dışında atılması ve ortaya  konan tefsiri delillendirecek sahih nakillerin bulunmaması gerçeği yatmaktadır.

III.FIKHİ TEFSİRLER

Fıkhi tefsir burada sözünü ettiğimiz Kur’an’ın ahkamla ilgili ayetlerini ele alıp incelemekte ve Müslümanların kendi dinlerini yaşamalarına imkan sağlayacak sonuçlar üretmektedir.Fıkhi tefsirin ortaya çıktığı dönemden itibaren ahkam ayetleri ile ilgili çeşitli zamanlardaki yakaşım ve gayretlrde bu anlamda bir ekol olarak algılanmaktadır.

A.Konusu ve Gayesi

Fıkhi tefsir tefsir , ‘’ İbadat, mualemet ve ukubatla iligili ayetlerin izahlarıyla meşgul olup, bu alana ait ayetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir hareketi  olarak ‘’ tanımlanabilir.

Buna göre söz konusu tefsirin konusu ahkam ayetleridir. Yani müçdehitlerin hüküm çıkarmada içtihadlarırna konu edindikleri Kur’an naslarıdır.Amaç da, İslam’ın temelm kaynağı olan Kur’an’ın içermiş olduğu hükümleri, kaide ve prensibleri ortaya çıkarıp insanlara dünya ve ahret mutluluğunun yollarını göndermektedir.

İslam alimleri, Kur’an’daki ahkam ayetlerinin sayısı hususunda ittifak sağlayamamıştır. Gazzali ve Razi gibi bilginler bu nevi ayetlerin sayısını 500 olarak tespit ederken, bir kısım alim bu sayıyı 800 ‘ün üzerine çıkarmış, bir kısmı da aksine 200 ‘e kadar indirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki ,bu konuda farklı rakamların tespit edilmiş olması,bazı ayetlerde ahl-kamın, bulunduğuna açıkça işaret edilmesinden, bazılarına da kısa ve emsal gibi dolaylı olarak hüküm çıkarmanın mümkün olmasından kaynaklanmaktadır.

B.Kaynakları

1.Kitap

2.Sünnet

3.İcma

4.kıyas

5.Şer’u Men Kablena

6.Sahabe Kavli

7.Örf

8.İstihsan

9.İstishab

10.Maslahat

Esasen Kur’an ve sünnet tarafından getirilen bütün hükümlerin nihai amacı, insanın yaraına olan şeyleri emredip zararlarına olanları da yasaklamaktır. Buna göre denilebilir ki, İslami hükümler maslahatı (faydayı) esas almaktadırlar.

11.Sedd-,zerai

C.Önemli Bazı Fıkhi Tefsirler

Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen yeni olaylar sebebiyle hüküm ifade eden ayetlerle ilgili olarak ashab zaman zaman

Kendi içtihadlarını ortaya koymak suretiyle fetva vermeye başaladı.Tabiün döneminde daha fazla bir ivme kazanan ahkam ayetlerini tefsir ve onlara dayalıyeni hükümleri ortay çıkarma hareketi, nihayet hicri II. Asırda iyice su yüzüne çıkmış oldu.Böylece ilk olarak fıkhi mezhepler doğdu ve arkasından da ‘’Ahkamu’l-Kur’an’’ yahut da ‘’ Tefsiriru ayati’l-ahkam ‘’adıyla eserler yazıldı. Bunkların en önemlilerini tarih itibariyle şöylece sıralamak mümkündür:

1.İmam Şafi (ö.204/819),Ahkamu’l-Kur’an

Bu eser İmam Şafi’den yaklaşık iki asır sonra Beyhaki (ö.458/1066) tarafından derlenmiş ve Muhammed Zahidu’l- Kevseri’nin mukaddimesiyle ilk olarak 1371/1952 tarihinde kahire’de iki cilt halinde basılmıştır.

2.el-Tahavi (ö.321/933) Ahkamu’l-Kur’an

Tamamının döet cil olduğu tahmin edilen bu eserin, Vezir Köprü Fazıl Ahmet Paşa ktp., No:814 ‘de kayıtlı bulunan yazma bir nüshası, Sadettin üÜnal tarafından tahkik edilerek İstanbul 1995 tarihinde cild olarak neşredilmiştir.

Tahavi, söz konusu kitabında ahkam ayetlerini surelerdeki yerine göre değil, ‘’kitabu’s-salat’’ ve ‘’kitabu’z-zekat’’ gibi isimlerle fıkıh kitapları sisitemine göre sıralamış ve her ayeti genlikle bu kitapların bir babı olarak ele almıştır.

3.el-Cessas (ö.370/980), Ahkamu’l-Kur’an

4.el-Kiya el-Herrasi (ö.504/1110), Ahkamu’l-Kur’an

5.Ebu Bekr İbnu’l-Arabi (ö.543/1148), Ahklam’ul-Kur’an

Sözünü ettiğiğmiz bu eser  Kur’an’ı Kerim’in sure ve ayet tertibine uygun olarak,içersinde ahkam ayeti bulunan 108 sureyi ihva etmektedir. İncelemeye konu olan ayet sayısı is 852 dir.İbnu’l Arabi söz konusu eserinde ahkama ayetrlerinden hüküm çıkarırken kelimelerin lügat anlamına Hz.Peygamaber’in sahih sünnetine ve sahabenin tatbikatına başvurmaktadır.

6.el-Kurtubi (671/1272), el-Cami’li ahkami’l-Kur’an

Kurtubi tefsiri bütün bu yönleriye hrm rivayet hem de diraytet tefsirinde bulunmsaı gereken özellikleri taşmış olsada  aslında o daha çok bir fıkhi tefsir olarak değerlendirilmektedir. Bu yüzden bizde söz konusu olan tefsiri, fıkhi tefsirler arasında ele alamya çalıştık.

IV. İlmi Tefsirler

A.Tanımı

Nasların, bir takım fenni keşif ve nazariyetler esas alınarak yapılan tefsirine ilmi tefsir, adı verilmiştir. Bir başka ifade bilimsel verilerle ayetlerin delaletleri arasındaki uyumu araştıran ve açıklamaya çalışan tefsie, diye de tanımlamak mümkündür.

B.Ortaya Çıkış ve Gelişmesi

Kaynakların belirttiğine göre ilmi tefsir hareketi, dirayet tefsirirnin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Ancak kesin bir tarih tespit etmek gerekirse bunu Abbasiler devrindeki ilim ve tercüme hareketlerinin başlangıcına kadar götürmek mümkün olabilir.Bu hareketi merkezi bir düşünce etrafında ilk olarak ele alan İmam Gazzali (ö.505/1111)’dir.

Gazzali’den sonra ilmi tefsir anlayışını tefsire ilk tabik eden büyük müffesir Fahruddin Razi (ö.606/1209) olmuştur. Söz konusu müfassir Kur’an’da yer alan kevni ayetleri, yaşadığı dönemin ilmi görüş ve nazariyetlerini dikkate alarak tefsir etmiştir.Onun ardından da Ebu’l-FADL- EL-Mursi (ö.655/1257) ve Suyuti (ö.911/1505) ilmi tefsir anlayışını savunan alimler araında yer almıştır. Özellikle Süyuti Kur’an’ı, ilimkerin kaynağı olarak görmüş ve Allah Taala’nın her şeyin ilmini onun içine koyduğunun beyan etmiştir. Anbcak ilmi tefsir hareketi Suyuti’den sonra bir duraklama devrine girmiş, zaman zaman Katip Çelebi (ö.1068/1657) ve Erzurumlu İbrahim Hkkı (ö.1186/1772) gibi bazı bilginler tarafından yeniden canlandırılmak istenmişse de pek başarılı olunamamıştır.

Söz konusu hareketin bu asırdaki savunucusu da ‘’Keşfu’l-esrari’n-nuranniyeti’l-Kur’aniyye’’ adlı kitabıyla  Muhammed b. Ahmed el-İskenderani (ö. 1306/1888) olmuş; onu da ‘’Tebaiu’l-istibdad ve mesairu’l-isti’bad’2 adlı eseriyle Seyyid Abdurrahman el-Kevakibi (ö.1320/1902) takip etmiştir.Ancak ilmi tefsir hareketi bu faaliyetlerden yarım asır sonra Tantavi Cevheri (ö.1359/1940) ile zirve noktasına ulaşmıştır.Ayetlerin hakikatını keşfetmeye teşfik etmek için şöyle demiştir: Kur’an’da fıkha ait 150, buna mukabil ilim ve fenle ilgili 750 kadar ayet vardır. Hal böyle iken Müslüman alimler fıkıh ilmine ait pek çok eser telif etmişler: ancak kevni/kozmolojik ayetler üzerinde sanki de hiç durmamışlardır.

İlmi tefsiri savunan çağdaş müeliflerden  biri de ‘’ el-Kur’an ve’l kevm’’  kitabının yazarı Muhammed Abdullah Şerkavidir.Ülkemizde bilisel tefsir konusunda  oldukça mütedil bir yaklaşım sergileyen ilim adamları bulunmaktadır. Bunlar arasında Muhammed Hamdi Yazır, Said Nursi, Süleyman Ateş ve Celal Kırca’nın isimlerini sayabiliriz.

C.İlmi Tefsire Karşı Çıkanlar

Bu eğilime karşı çıkanların başında fakih ve usulcü Şatıbi (ö.790/1388) gelmektedir. O, bu konuyla ilgili görüşlerini ‘’el-Muvafakat’’ isimli eserinde şöyle dile getirmiştir. Muhammed Hüseyin ez-Zehebi (ö.1399/ 1978) de eş-Şatıbigibi Kur’an’ın Araplara gönderildiği ve onlar tarafından anlaşıldığı noktasından hareket etmek suretiyle, bu muhataplar tarafından bilinmeyen manaların Kur’an lafızlarına verilmeyeceğini,aksi  halde Kur’an’ın belagatından söz etmenin mümkün olmadığını iddia etmektedir.

İlmi tefsire karşı çıkanlar böyle bir tefsirin hem Kur’an’ın icaz yönüyle hem de Müslümanların itikadları açısından tasvip edilmeyeceğini ileri sürmektedirler. Şunu hemen belirtmek gerekir ki  Kur’an elbette ki fen ve diğer bilimlerin esaslarını ortaya koyan bir kitap değildir.O, bir dinin kitabıdır ve asıl hedefi de Allah’ın iradesini ortaya koymaktır. Böyle olunca tabii ki, Kur’an’ınazariyelerin kayanğı olarak görmek yanlıştır. Ama yanlış olan bir başka daha şey vardır ki o da Kur’an’ın lafızlarını indirildiği dönemin  anlayışına hapsetmektir.Bilindiği üzree tefsirde nuzul ortamı önemlidir.Ama Kur’an manalarını sadece o dönemin anlayışından i,baret görmekte tabiî ki doğru değildir.Çünkü böyle bir anlayışı tasvip etme,tefsirde yeniliğe ve zenginliğe karşı çıkmak, daha doğrusu varlıkla yokluğa düşmek demektir.Böyle olunca ashabın vermediği manaları Kur’an lafızlarına yüklemek, ayrıca onarlın üzerinde durmadıkları ya da manasını anlamadıkları ayetleri özellikle kozmolojik nasları gelişen bilim ve teknolojinin  verilerinden yaralanmak suretiyle tefsir etmek kaanatimize göre yanlış bir yol olmasa gerektir.

Bura da şu iki hususunda altını çizmek de yarar vardır. Bunlardan biri, Kur’an tefsirinde bilimseş veriler kullanılacağı zaman,onların faraziyeler halindeki tespitler değil, ispatlanmış nazariyeler olmasına dikkat etmek; diğeride ilmi tefsirin hiçbir zaman nihai anlayış olduğunu ileri sürmektedir.Yani müfessir yaptığı ilmi tefsirin kendi yaşadığı dönemin ilmi ver5ilerine dayandığını, bunların değişmesi durumunda Kur’anIn, o istikamette de tefsir edilebileceğini beyan etmelidir.

V.İçtimai Tefsirler

Kur’an’a yönelik tefsir tarzlarından biride içtimai tefsirdir. Bu tefsir, ‘’ Kur’an’ı yeni bir anlayışla ele alarak, çağın toplumsal sorunlarını nasların ışığı alatında çözümlemeyi hedefleyen bir tefsir çeşididir.’’

A.Kurucusu, yöntemi ve Amacı

İçtimai tefsir, XIX. Asrın son çeyreğinde Mısırlı bilgin Muhammed Abduh (ç.1323/1905) ‘un, Ezher Üniversitesi’ndeki hocalığı esnasında uyguladığı bir yöntemdir.Bu yöntem, Abduh’un derslerinde ayetleri mushaftan okuyup, kendi bilgi birikimine dayanarak açıklamaktan ibaretti. Herhangi bir müfessirin tesiri altında kalmamak için de önceden bir tefsire bakmamayı alışkanlık haline getirmişti; ancak lügat ve irab bakımından bir müşkil ile karşılaştığı zaman yalnızca Celaleyn Tefsirine müracaat ederdi. Çünkü abduha göre, Allh’u Taala kıyamet gününde insanaları, başkalarının söz ve anlayışlarından dolayı çekmeyecek, yalnızca hidayet ve irşada sevketmek için  indirdiği kitabından ve onun muhtevasını bize açıklayan Peygamber  (sav) ‘in sünnetine uyup uymamaktan ötürü sorgulayacaktır. Böyle olunca Kur’an’ı Kerim’le ilgili geçmişte söylenenler, mutlaka başvurulması gereken kayanak olarak değerlendirilmemelidir.

Ona göre asıl tefsir, Kur’an’ınsözlerinden ne kast edildiğini ortaya koyan, inanç ve ahlak gibi konularda cezp ederek insanları, anlatılanlar doğrultusunda amel yapmaya sevk eden tefsiridir.Muhammed Abduh’un böyle bir yöntemle Kur’an’ı tefsir etmedeki amacı ise İslam ümmetini içine düştüğü geri kalmışlık probleminden kurtarmaktı.İslam’ın bu geniş akılcı özelliğinden dolayı söz konusu ekol mensupları, tefsirde akla çok geniş bir alan tanıdılar ve bazen aklın alanına girmeyen konularıda akılla çözmeye çalıştılar.BU özelliğinden dolayıdır ki içtimai tefsir ekolü, bazıları tarafından ‘’ Modern Mu’tezile ekolü’’ olarak nitelendirildi.

B.Diğer Temsilcileri

İçtimai tefsir ekolünün Muhammed Abduh’tan sonra ikinci önemli temsilcisi Reşid Rıza (ö.1354/1935)’dır. Bilindiği gibi Reşid Rıza Abduh’un en gözde talabesidir.Abduh’un Tunus’tan , Mısır’a döndüğü zaman Ezher’de tefsir dersleri vermeye başlaığında, ‘’Tefsiru’l-menar’’ adıyla kitap haline getirilmiştir.Reşid Rıza bu tefsiri,Nisa Suresi’nin 145. Ayetine kadar yazmış, Abduh’un ölümünden sonrada ise , diğer kısımları da kendi anlayışına göre devam etmiştir. Ancak söz konusu tefsir, Reşid Rıza’nın ölümü sebebiyle tamamlanamamıştır.Kur’an’ın mevcut tetibe görre baştan on iki suresini ihva eden on iki ciltlik bir tefsirdir.

İçtimaii tefsir ekolünün bir diğer temsilcisi de  Ahemd Mustafa el-Mereği (ö.1371/1952) 'dir.Bu zat da tıpkı Reşid Rıza gibi bir tefsir kaleme almıştır.Söz konusu tefsir , ''tefsiru'l-Meraği'' adıyla 30 cildden oluşan (mücelled)  oldukça mufassal bir tefsirdr.

İçtimai tefsir ekolünden söz ederkenSeyyid Kutub (ö.1386/1966)'un ismini zikretmek tabii ki haksızlık olacaktır.Seyyid Kutub, bu ekeolün önemli temsilcilerinden sayılmaktadır.Onun ''Fi zilali'l-Kur'an '' adıyla yazdığı söz konusu eser, baştan sona müellifin dirayetin yansıtan bir tefsirdir.Kur'an'ın idari ve siyasi anlamdaki mesajını ortya çıkarmaya çalışan ve bunda da büyük ölçüde başarılı olan müfessir olarak nitelendirebiliriz.

1.Olumlu Eleştiriler

1.Söz konusu ekol mensuplarının israiliyata karşı adeta bir savaş açmış olmalarıdır.

2.Tefsirde mezheplerde hiç birirnin tefsirinde kalmayıp Kur'an'ı, mezhepler için bir vasıta kılmamaya çalışmalarıda bu ekelün olumlu yanlarından biridir. Çünkü söz konusu ekol mensuplarının temel hedefleri arasında, kitap ve sünneti kaynak olrak dünyevi işlere köklü bir ''tecdid'' hareketi başlatma projeside vardır.

3.Sağlan verilere dayanan bilimsel nazariyetlerin Kur'an'la mubakatı üzer,nde durarak, bir anlamda Kur'an'ı devamlı suretle ilmin gündeminde tutmaya çalışmaları

3.Olumsuz Eleştitiriler

1.Akla gereğinden fazla geniş bir alan tanıyıp aklı da,ma naklin(rivayetin) önüne geçirmek. Nitekim Abdullah Muhammed Abduh'a göre İslam'ın öncelikli referansı akıldır ve akıl ile nakil çalıştığında aklı nakle tercih etmek gerekmektedir.

2.Buhari ve Müslim'in sahihlerinde r,vayet etmiş oldukları hadislerin bir kısmını zayıf ve mevzu (uydurma) olarak nitelendirerek redetmek.

3.Sahihliği alimlerce tescil etmiş ahad habrleri hüküm istnbatında kabul etmemek.

4.Lafızların zahirine ters düşecek tarzda aşırı te'villere  giderek, Kur'an bütünlüğüne zarar vermek.

 

VI.Modernist Tefsirler

Modernist tefsir,'' vahyedilmişbir inanç ve ameller pratiği olan Kur'an'ı, yaşanılan çağın htiyaçlarını dikkate alarak uygun yöntemlerle açıklamak'' demektir.

A.Modernist Tefsirin Amacı

İslam'ın ilk zamanlarındaki dinamizmini yeniden hayata geçirerek, Müslümanların yaşantılarına arız olan durgunluğu, geriliği ve zayıflığı ortadan kaldırmaktır. İşte buda Kur'an'ı yeni bir yöntemle ele alıp yorumlamaktan geçmektedir.

B.Modernst Tefsir Yöntemleri

Önceleri klasik anlamda ortaya çıkan bu yaklaşım tarzı,ortay koyduğu yeni çözüm metodolojisi  ile daha farklı bir boyuta taşınmıştır.İlk etapta klasik modernist bir görüntü le ortaya çıkan tefsr, br müddet sonra Neo-İslam Modernizmi adı altında yeni bir seyir takip etmeye başlamıştır.

1.Klasik Modernist Tefsir

Bu tefsir yöntemini savunanların başında Seyyid Ahmed Han(ö.1316/1898), Seyyid Emir Ali(ö.1347/1928) ve MuhammedEbu Zeyd gelmektedir.Kaynakların belirttiğine göre Seyyd Ahmed Han ilk zamanlar Şah Veliyyullah ed-Dilevi (ö.1176/1762) 'nin etlisinde kalmış; ancak daha sonra bu çzgin ayrılarak modernist bir düşünce yapısı içersine girmiştir.Bu eğilimin doğal bir sonucu olsa gerek ki Ahmed Han İslam'ın akılla uzlaştığınıkabu ederek Kur'an'ı akilleştirmeye çalışmış, '' Tesiru'l-Kur'an'' adıyla yayımladığı Kur'an'ın baştan on yedinci cüze kadar olan kısımını içeren altıciltlik tefsierinde hep bu çizgiyi koruşmuştur. Ona göre kainatta sebep-sonuç ilkesi hakimdir. Allah tabiat kanunlarını yaratmış.ve onları yürülüğe koynuştur.Bu yüzden kainatta bu kanunlara aykırı hiç bir şey cereyan etmemektedir.Söz konusu anlayıştan hareket eden Ahmed Han, peygamberlerin muczelerini ve velllerin kerametlerini kabul etmeyip bunlarla ilgili nasları tabiat kanunlarına uygun bir biçimd yorumlamaktadır.

Geçmişte İslam alimlerinin tartıştıkları,siyasi, iktisadi, hukuki vb meselelerin sonrak nesillere İslam'ın kendisiymiş gibi sunulduğunu söyleyen Ahmed Han, bun da Müslüman topluluklarıfikri donukluğa yani düşünceden tamamen uzaklaştırıp dinde hiç yeri olmayan bir tevekkül anlayışına sürüklendiğini ifade etmektedir.

Seyyid Ahmed Han, İslam'ın ilk üç asrında insanlar tarafından çok fazla hadis uydurulduğunu bundan dolayı hadisinKur'an derecesinde güvenilir bir kaynak olmadığını iler, sürmektedir.Kur'an naslarını akılcı bir yöntemle yorumlaması, hadislerin anlam yönünden anack akıl ve dirayetle tespit edilebileceğini söylemesi, Seyyd Ahmed Han'n XIX. Yüzyıl determinist tabiat felsefesinden etkilendiğini göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, onun Batı medeniyetine olan aşırı hayranlığı ve heşeyi sebep-sonuç ilişkisine bağlamasıda bu etkinin bir sonucudur.

Başta belirttiğimiz gibi söz konusu ekolün ikinci önemli şahsiyeti de Seyyid Emir Ali'dir.Akılcı bir çizgi takip etmesi ve modernist yaklaşımları sebebiyledir ki Seyyid Emir Ali, İslam modernizmini savunan Batı yanlısı aydınlar üzerinde önemli derecede etkili olmuştur.

Klasik modernist tefsir ekoü içersinde ele alacağımız bir diğer alim de Muhammed Ebu Zeyd'dir.1930-1931 senelerinde Mısır'da yazmış olduğu ''el-Hidaye ve'l-irfan tefsiri'l-Kur'an'i bi'l-Kur'an'' adlı eserinde anlaşıldığına göre o, determinist bir te'vcildir. oyüzden peygamberlerin mucizelerini hep bu anlayışla yorumlamıştır.

Söz konusu bilginler,potivizmin etkisinde kalarak peygamberlere yönekil harkulade olayları, melek ve cin gibi deneyna alanına girmeyen görünmez varlıkları te'vil veya inkar yoluna gitmişlerdir.Aynı şekilde Kur'an'daki siyaset,hukuk,ekonomi vb pratik hayatla ilgli emir ve yasakları ve bu yasakları işleyenler hakkında cezaları; ayrıca İslam'ın mevcut beşeri sistemlerle uyuşmayan bazı yasak ve emirlerini ya ilahi tavsiye olarak algılamışlar yada akilleştirerek açıklamaya kalkışmışlardır.Öyle görünüyor ki , onların sergiledikleri bu tavırların arka planında İslam'ın yönetim şeklini öngörmediği tezinden hareketle dini toplum haytından uzaklaştırıp bireysel hayata indirgeme istekelri yatmaktadır.Halbu ki İslam dini evrensel bir dindir ve bu yönüyle o insanların hem ferdi hem de toplumsal anlamda sorunlarını çözecek mükemmelliktrdir.

2.Çağdaş Modernist Tefsir

Klasik modernist yaklaşımın ardından ondan daha farklı bir zemine oturtulan başka bir tefsir yönteminin ortaya çıktığını görnekteyiz ki, bunu da çağdaş veya neo-modernist yani tarihslci yaklaşım olarak tasvif etmek mümkündür.

a.Savunucuları ve Fikri Alt Yapısı

1.Fazlur Rahman

Kur'an'ı neo-modernist yani tarihseci bir gözle okumanın gerekli olduğunu fikrini savunanların ilki, Pkistan'lı bildin Fazlur Rahman'dır.Bilindiği gibi Fazlur Rahman önce kılasik modernizmi eksik yanlarından, kusurlarından arındırmakla işe başalamış sonra da yeni bir modern proje üretme yönünde çaba harcamıştır.Maksadı, İslam'ın temelleri olan Kur'an ve onun pratik yorumu sünneti yeniden yorumlayarak aktüelleşmek yani hayatın içersine sokmaktır.O, bu husutaki yaklaşımını, Kur'an tarihsel bir metin olarak ele alınmalı, geliştirilen yeni bir tefsir metodolojisiyle deMüslümanların modern dünyadak sorunlarını çöözebileck ve bu alandaki ihtiyaçlarına cevap verbilecek bir tarzda yorumlanmalı tezüzerinde kurmaktadır.

Esasen o, iahide olsa ebediyen geçerli tek dışa vurum olarak kastedimiş olmazdı.Yani Kur'an metni ya açıkça Hz. Peygamber tarafından yazılmıştır; ya da kalbinde vuku bulunan ilham ve yansılmar onun tarafından yazıya geçirilmiştir.İlhamlar ona ait olmasa bile,lafız Peygamber'e aittir ve onun dil bilgisi ve ifade gücnün bir ürünüdür.

Ancak şuda bir gerçek ki, Fazul Rahman hem Kur'an2ın yorumunda hem de yaşayan sünnette temel olarak içthadı esas almakta; onu kapsamlı ve sistemetik bir tercihi olarak nitelendirmektedir.Fazlur Rahman'a göre bu yapılmadığı taktirde Kur'an'daki pek çok önemli hüküm yanlış yorumlanacaktır.

2.Roger Garaudy

Çağdaş modernizmin bir başka temsilciside Fıransız asıllı bilgin Roger Garaudy'dir.Garudy, Efgani ve Abduh gibi klasik modernistlerin yolundan giderek, çağımızın problemlerine özünden hiç birşey kaybetmeden cevap verebilmesi için İslam'ın uyanışı nasıl olamalıdır? şeklindeki kaygısını dile getiren temel soruyu sorup, arkasından da Kur'an'ın ihva ettiği ''öz'' ün neliğiğni tespit etmeye yönelmiştir. Garaudy de Fazular Rahman gibi çağın ihtiyaçlarını çözmede, Kur'an'ın tarihsel okunuşunu esas alamktadır.

Kur'an'ı doğru yorumlamanın öncelikle onu tarihsel olarak okumakla mümkün olduğunu, Bununda anacak içtihad ve akıl yürütme ile gerçekleşeceğini ileri süren Garaudy, ictihadın temelinde ilahi maksadın ortaya çıkarılma nedeninin yer almasını gerekli görmektedir.Ona göre böyle yapılırsa Kur'an'dan her zaman bir hayat modeli çıkartılabilr.Aksi halde onu aktüelleştirmenin imkaını yoktur.Bu bakımdan tamamen Hz. Peygamber döneminde ki Arapların tarihsel temayül ve şartlarına göre şekillenmiş bulunan Kur'an ahkamını, her devir ve şartta geçerli kılmak ve şeritaı uyguluyorum diye mesla hırsızın elini kesmek, ayetleri indirdikleri tarihsel ortamdan soyutlayıp bu ayetlerle'' İlahi Kanunu'' birbirine karıştırmak demektir. Bu ise, İslam'a kötülük yapmaktan başka birşey değildir.

2.Muhammed Arkoun

Çağdaş modernizmi veya tarihselciliği savunanlar içersinde yer alanönemli bir düşümürde bilindiği gibi Muhammed Arkoun'dur. Arkoun Kur'an'ı dinamik bir tarih içersinde ve gündeik hayatın alışkanlıkları arasında ortaya çıkmış bir kitap olarak tanımlamaktadır.

3.Hasan Hanefi

Tarihselciliği, Kur'an'ın anlaşılmasında tek yöntem olarak görenler içersinde belkide en radikal söylemlere sahip olan Düşünür Hasan Hanefi'dir.Kur'an'a antroplolijik olarak yaklaşmayı teklif eden Hasan Hanefi, tarhselliği sadece vahyedilmiş metinlerin değil, Allah hakkındaki tasavvurların da bir özelliği olarak görmektedir.

Kısaca ifade etmemiz gerekirse diyebliriz ki, özellikle çağdaş İslam modernistleri Kur'an'a tarihselci bir anlayışlayaklaşmaktadırlar.Hepsinin buluştuğu ortak nokta Kur'an, belli br tarihte belli bir coğrafyada yaşayan insanlara yol göstermek amacıyla indirilmiş yerel nitelkli naslardan oluşan bir kitaptır.

b.Kur'an'ı Tarihselci Okumanın İmkanı

ba.Tarihselciliğin Problemleri

Hıristiyan ilahiyatçılar dinn selameti açısından Kutsal Metindeki ''akıldışı'' şeyleri sorun olarak görüpbunu tarisellikle ilgili nasları sorun olarak görerek aynı yöntemile onları aklileştirme yoluna gtmiş ve sorunun çözümü için ahkamin değişmesini talep etmişlerdir.

Başlangıç itibariyle kulağa hoş gelen böyle bir amaç; iyi niyetli bir düşüncenin ürünü olabilir.Ancak şunu unutmamak lazım ki,Batı'da Kutsal Metnin ''akıl dışılığını '' ve bunun sp-onucu olarakta '' bilimle olan uyuşmazlığını'' ber taraf etmeye yönelik bir tarihselcilik anlayışını, Kur'an metni için düşünmenin hiç bir haklı gerekçesi yoktur.Çünkü Kur'an'da ne akıl dışılık ne de bilimle uyuşmazlık söz konusudur.Bu da, Kur'an'ı tarihselci yaklaşomla okumanın dha başlangıçta temal bir yanılgı olduğu ve bizi bazı problemlerle karşı karşıya bırakması anlamına glmektedir.Bunları şöyle sıralamak mümkündür.

1.Herşetden önce şunu belirtelim ki, ilahi dinler ancak kutsallık düşüncesiyle hayat bulur ve yaşarlar.Kutsal birer kaide olan dini ahkamın tarihsel bir formata sokularak değerlendirilmesi ise, dine ve onun kurallarına karşı bir gvensizliği beraberinde getirebilir.

2.Kur'an'ın mucizevi olan lafzını bütünüyle tarihsel görerek onun lafzından bağımsız genel ilkelere ulaşmayı hdeflemek, sonuç itaibariyle Kur'an'ı btünüyledevre dışı bu-ıt-rakmak anlamına gelebilr.

3.Ayrıca üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, Kur'an'ın cezalarla ilgili koymuş olduğu hükümlerin içerikleridir.Bu tablı bize göstermektedir ki,bazı cezalrın insana bırakılmasına karşın, bazılarının belirlenmiş olması, onların değiştirilemeyeceğini ve alternetiflerinin bulunmadığını göstermektedir.

4.Burada şunu belirtmek gerekir ki, aslında Kur'an'ın öngördüğü suçlara verilecek cezlardan maksat insanları suç işlemekten caydırmaktır.

bb.Kur'an'da Mahali Naslar Meselesi

Öcelikle şunu belirtelim ki, bilndiği üzere Kur'an belli bir tarhte belli bir coğrafyanın insnalarına inzal edilmiştir.Kur'an'ın belli bir tarihte ve bellir bir ortamda inzal edilmiş olması da doğal olarak onun, bir tarihinin izlerini taşımasını formel olarak tarihsellik karakteri arz etmesini zorunlu kılmaktadır.Ancak burdan yola çıkarak Kur'an'ı tamamen tarihsel bir kitap olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü böyle bir yaklaşım, Kur'an'ınçoğunluğunu teşkil eden evrensel naslarını, az sayıdaki mahalli-yerel naslarına feda etmek demektir. Bu sebeple belki sadece Kur'an'ın söz konusu yerel nitelikli naslarını, şayet güncel olarak uygulama imkanı yoksa tarihsel kabul etme gibi bir yola grilebilir.söz gelimi Hz.Peygamber'in şahsı ve aile hayatı, ibadet alanı, idari-siyasi, askeri ve hukuki sahalar, örf ve adetler ile ilgilş düzenlemeler yanında, sunulan herhangi bir genelprensipten sonra Kur'an'ın örnekleme pozisyonunda getirdiği bir kısım nasları burada misal olarak zikredilebilir.Faraza Hz. Peygamber'in evine müminlerin hangi kayıtlarla girip çıkacağını, ev sakinleriyle hangi şartlarda irtibat kurabileceklerini belirleyen '' Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe davet edilmedikçe, Peygamber'in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber üzmekte, fakat o(size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez.''

Kısacası modernist İslam tarihselciliği, objektivist bir tutum ve salt akıl yürütme yöntemi ile Ku'an hükümlerini, modern haytın zorlukları karşısında değiştirmeyi kabul etmektedir.Ancak bu yeni okuma biçimi henüz yeterince tanımlanmış, çerçevesi çizilmiş ve usül olarak Kur'an'a uygulandığında ne türden sonuçlar vereceği test edilmiş değildir. Esasen Kur'an'ın,tarih içersinde ''bir tarihe'' hitap ettiği doğrudur.Bununla beraber doğru olan bir başka şey daha vardır ki o da, Kur'an'ın hitabını bir tarihe çevirmesine ve beşeri zorunluluk gereği tarihsel ir dil kullanmasına rağmen içerdiği mesjın evrensel olamsıdır.Bu sebepten dolayıdır ki, aslında boş bir gayret olarak nitelendirilmesi gereken şey,modern hayatın ihtiyaçlarına çözüm bulmak maksadıyla evrensel bie kitabın naslarını yorumlama yolunda gösterilen gayretler değl, söz konusu metni, bir taraftan kültür dokumuzla uraşamayan bir yönten kullanarak diğer taraftan da nasları, keyfi bir yaklaşımla konjonktüre uyarlamaya çalışmaktır. Bunun içindir kiithal bir düşünceye sarılarak geliştirilen bir yöntem sonucunda pek çok probleme de kapı aralanmakta; böylece kaş yapalım derken göz çıkarılmaktadır.Çünkü bu okuma biçimi bir başka kültür dünyasının temel problemini çözmek için gelştirilmiş bir yöntemdir ki,o da, her iki birer tercüme olan tarihi İncillerin aklılla çelişen taraflarını makul ölçülere getirme amacına yöneliktir.

SONUÇ

Hz. Peygamber hayatta iken bir ileten olarak gelen vahy-i(iletileni), iletilenler(sahabeler)anlamayınca iletene yani Hz. Peygamber'e soruyorlardı, oda onlara(iletilenlere) iletileni izah ediyordu. Dolayısıyla onun Sünnet ve hadisleri bir mana da tefsir görevi görüyordu. Bu sebeple ilk başta tefsir hadis Kitapları içinde bir bab olarak ele alınmıştır. Daha sonraları müstakil bir ilim olarak ele alınmıştır.

 Hicri ikinci asırdan itibaren kayda geçirilen hadis eserleri ve yine ilk fetihlerle Başlayan Arap olmayan yeni milletler ve kültürlerin islâma girmesi ile Oluşan ve HIZLA gelişen Fıkıh ve tefsir ilimleri bir birinin mütemmimi gibidirler.

  Hadisler bir mana da Kuran'ın açıklayıcısıydı ama diğer manada da;Kur'ân'da gayet açık ifâdelerle Hz. Peygamber'in Yüce Allah tarafından mü'minler için örnek alınması gereken model bir insan olarak takdim edildiğini görmekteyiz. Konu ile ilgili âyetlerde şu veya bu konuda diye bir kayıt koyulmamış olması O'nun insanlar için her yönüyle örnek olarak gösterildiği anlaşılmaktadır. bu konudaki bazı âyetler şunlardır:

 

"Andolsun Allah'ın Resûlünde sizin için -Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için- (uyulacak) en güzel bir örnek vardır" (Ahzâb, 33/ 21).

 

Bu âyette, Resûlullah'ın, Allah'a ve âhiret gününe inananlar için örnek bir şahsiyet olarak ileri sürülmesi, böylece onu Örnek edinmenin Allah'a ve âhiret gününe îman hususuna bağlanması O'nun sünnetine dinde ne kadar değer verilmiş olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Kur'ân, Hz. Peygamberin mü'minler için örnek bir insan olduğunu belirtmekle kalmaz aynı zamanda onun büyük bir ahlâk üzere olduğunu da şöyle vurgular:

"Nün. Kaleme ve yazdıklarına andolsun, Sen Rabb'inin nimetiyle ünlenmiş (bir deli) değilsin. Senin için kesintisiz bir mükâfat vardır. Ve sen, büyük bir ahlâk üzeresin" (Kalem, 68/ 1-4).

Sünnetin dindeki değerini ortaya koyan unsurlardan birisi de genelde onun da bir vahiy mahsûlü oluşudur. Nitekim, Kur'ân'a baktığımız zaman vahyin sadece kendisi ile sınırlandırılmadığına, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında da vahiy verildiğine dâir birçok işâretleri görürüz."Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının."  Haşir suresi yedinci ayetinde aynı zamanda Hz.peygamberin bir şari'i de OLDUĞUNU Kur'an bize söylüyor.

   Dolayısı ile de o Kuran'ın müphemini, örneğin beş vakit namazın nasıl kılınacağını, zekatın nasıl verileceğini, orucun nasıl tutulacağını bize anlatıyor ve öğretiyor.

 Yine Hz. Peygamber Kuran'ın koymadığı Hükümleri koyuyor. Nesep açısından haram olan kişinin süt emzirme yoluyla da haram oluşu, yırtıcı hayvanların etlerinin haram oluşu gibi daha bir çok Hükmün hadislerle konup açıklandığını görüyoruz.

 Dolayısı ile bir tefsirci yani müfessir aynı zamanda bir hadisçi olalı ki bunları bile bilsin, yada bir fıkıhçı  yani fakih aynı zamanda bir hadisçi ve tefsirci olmalıdır ki İslam'ı tam anlayıp anlata bilsin.

 İşte bu örneklerde kısaca izah ettiğimiz genelde İslami ilimler özelde de Fıkıh, hadis, tefsir ilimleri bir biri ile sıkı bir Bağlantı içerisindedir.

 Bütün ilimlerde olduğu gibi bu ilimlerde yukarda detayları ile izah edilmeye çalışıldığı gibi gelişimlerinde bir tarihi süreç yaşamışlardır. Bu süreçlerin içerisinde hadis daha önce tedvine başlansa da ilim olarak tefsir, yaşam, hayat olarak Fıkıh aslında Hz. Peygamber'e vahyin gelişi ile Başlamış, islâmın kurumsal ve yaşamsal olarak hayatın her kademesinde var olmaya başladığı Medine döneminin ilk günlerinden itibaren oluşmuş ve gelişmeye başlamışlardır. Çünkü din

الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا

İşte bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak müslümanlığa razı oldum(maide/7) ayeti dinin Kemal'i ve bütünlüğünü ifade ediyor. 

 Dinin kural ve amel, muamelât Bütünlüğü ve detayları tarihi Varlığı ve gerçekliği ile 1400 yıllık İslam tarihi boyunca ilk inananlarla başlayıp sonra bu dine giren bütün Müslüman milletlerin katkı, mücahede ve Mücadelesi ile gelişerek Kıyamete kadar devam edecektir.

 

KAYNAKÇA

Hassan,a.(1999). İslam hukukunun doğuşu ve Gelişimi.istanbul

Erdoğan,Mehmet.(2009)Fıkıh ilmine giriş.istanbul

Yücel,Ahmet.(2014) Hadis tarihi. İstanbul

Keskinoğlu,osman. (1979)Fıkıh tarihi ve İslam hukuku.ankara  




0 Yorum - Yorum Yaz

Tarihler Hulasası    24.11.2014

Rüstem CAN                        Öğrenci No: 14922719               

2014-2015 Güz Dönemi       Doktora Ödevi                     

 

            Mukayeseli Tarihler/Usuller Kıraati Hülasası

Tefsir Tarihi:  Hiç şüphesiz ki, şahıs olarak Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir.  Zira, Kur'ân’ı Kerîm’de, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kur’ân’ı tebliğ ve açıklamakla görevlendirilmiştir. ‘‘Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et’’[1] Diğer bir ayette ise ‘‘…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.’’[2]

              Hz. Peygamberin (s.a.v) ardından Kur’ân’ın tefsirinde Sahâbi Efendilerimizi görmekteyiz. Sahabenin, Kur'ân ayetlerini tefsir etmesi, Kur’ân’ın Kur’an’la, Kur’ân’ın sünnetle tefsirinde kaynağa yakın olmaları hasebiyle önemli bir yer tutmaktadır. Sahabenin, Kur’ân’ın inişine ve vaki olan olaylarına tanık olmaları, onları tefsir alanında haklı olarak sonraki nesiller için örnek hale getirmiştir.

Sahabeden sonra gelen Tabiin de, tefsirde sahabenin metoduna yakın bir metot takip etmiş ve Kur’ân’ı tefsir etmişlerdir. Bu dönemde tefsir kitaplarının yazılmaya başladığı rivayet edilmektedir.

            İlk Müslümanlar Kur’ân’ı Hz. Peygamber'den (s.a.v) sorarak öğrenmişler, daha sonra gelenler Sahabeden, daha sonra gelenler ise Tabiinden sorarak öğrenmişlerdir. Asırların geçmesiyle, Kur’ân’ı anlama metotları, yani tefsir metotları da değişmiştir. Başlangıçtan zamanımıza kadar, lügat, belâgat, edebiyat, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok açıdan tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli alanlardaki tefsirlerde farklı usuller ortaya çıkmıştır. Tüm bu Kur’ânî faaliyetlerin oluştuğu sürece, "Tefsir Târihi" denilmektedir.

Hadis Tarihi:  Hadîs ilmi, Resûlullah’ın (s.a.v) bizâtihi kendisinden İslamı öğrenmek ve Kur’an ve İslam adına anlaşılmayanların anlaşılması adına ifade buyurduğu sözlerin tedvini ile ortaya çıkan ilimdir. Bize ulaşana kadar farklı evrelerden geçen hadis ilmi, çok parlak evrelerden geçtiği gibi duraklamanın vuku bulduğu zaman dilimlerine de şahit olmuştur. Özetle şu söylenebilir: Hadîs tarihi, gelişim aşamasında, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder. İslâm'ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en saygın eserlerini vermiştir. İslâm'ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, tekrarlar içinde kısırdöngülerin oluşturduğu dönemler geçirmiştir.

İlim adamları, hadîs târihini başlıca dört safhaya ayırırlar:

1-      Tesbit Safhası 2- Tedvin Safhası 3- Tasnif Safhası 4- Tehzib Safhası.

             Fıkıh Tarihi: Fıkıh ilmi belli safhalardan geçmiştir.

            1- Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu): Hz. Peygamber, gönderilmiş olduğu din ile ilgili tüm mevzuların tek açıklayıcısı olması hasebiyle kendisine sorulan sorulara, ya bizzat inen ayetler ışığında veya kendi içtihadıyla cevaplar vermiştir.

Kur’an-ı Kerim’de “Senden soruyorlar”, “Senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmakta, yanı sıra hadisler incelendiğinde Hz. Peygamber’in kendi içtihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Efendimiz (s.a.v), ashabına da ictihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır.

2- Sahabe dönemi: Hz. Peygamberin vefatı ile başlayıp hicri 40 senesine kadar devam eden bu devreye Hulefâ-i Râşidin dönemi de denilmektedir. Bu dönemim en bariz ayırıcı özelliği, fetihlerle İslam ülkesinin topraklarının genişlemesi ve farklı kültürden insanların müslüman olması neticesinde daha önce karşılaşılmayan sorun ve soruların ortaya çıkmış olmasıdır. Bu dönemde, ortaya çıkan yeni hususların çözümü için önce Kur’ân-ı Kerîm’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca bizzat Efendimizin izin vermiş olması sebebiyle şahsi içtihada başvuruluyordu.

3- Tabiun Dönemi:  Emevi Devletinin kuruluşu ile başlayıp (h:40), hicri 132 yılına kadar devam eden dönemdir. Bu dönemde; İslam âlimleri çeşitli şehirlere dağılmış, Hadis uydurma hareketi başlamış bunun yanında hadisleri toplama faaliyeti başlamış, fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır. Fıkıh sahasında ihtilaflar artmış olması da bu dönemin özelliklerindendir.

4- Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi: Fıkhın yükseliş devri de denilebilecek bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Tâbîsi günümüze ulaşsın veya ulaşmamış olsun, mezhep imamlarının yaşamış olduğu dönemdir.

5- Taklid ve Duraklama dönemi: Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

6- Kanunlaştırma Dönemi: Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar gelen dönem olarak isimlendirilebilir.

Sonuç:

Tefsir, Hadis, İslam Hukuku tarihlerine genel olarak baktığımızda görülecek ilk şey, hepsinin beslendiği kaynaktır. Zira bu üç ilmin ve diğer İslami ilimlerin temel kaynağı hiç şüphesiz ki Kur’an ve Sünnet (hadis)’tir. Dolayısıyla hadis tarihsel bağlamda ilk olarak kaleme alınan, tedvin edilen ilim sahasıdır.

Kur’an bizâtihi Allah Teâla tarafından korunması garanti altına alınmış bir kitaptır. Ancak Peygamber Efendimizin hadislerinin böyle bir garantisi olmaması hasebiyle bu önemli miras, bizatihi Ashab-ı Kiram tarafından Kur’ân’ın açıklayıcısı ve İslam’ın anlaşılması için temel veri kabul edilmesi sebebiyle yazılmak, anlatılmak ve aktarılmak suretiyle muhafaza edilmiştir. Takip eden nesiller ise bu önemli mirasın bozulma ve kaybolma tehlikesi karşısında onu hakkıyla koruyabilme adına çok titiz ve dikkatli araştırmalar neticesinde hadisleri tedvin etmiş ve böylece dünyada başka hiçbir ilim dalında olmayan bir usul ilmi ortaya çıkmıştır.

Tefsir ilmine baktığımız zaman ise hadis için var olan bu titizliğin var olmadığını müşâhade etmekteyiz. Zira Kur’ân’ın Allah tarafından zaten garanti altına alınmış olmasının vermiş olduğu rahatlıkla biraz daha esnek ve rivayetleri alıp aktarma şeklinde bir metodun var olduğu görülmektedir. Ancak tefsir ilminin oluşmasında da rivayetlerin yani hadislerin büyük bir önemi haiz olduğu açık bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Müfessirler büyük titizlikle ve tarihte başka bir ilim dalına nasip olmayan insanüstü bir çabayla tedvin edilmiş devâsa hacimdeki hadis külliyatından önemli ölçüde beslenmiş ve eserlerini bu çizgide meydana getirmişlerdir.

Fıkha gelince; tedvin aşamasını hicrî ikinci asrın sonu ve üçüncü asrın başıyla tamamladığını günümüze ulaşmış eserlerden anlıyoruz. Ancak bu ilmin esasını da Kur’an ve hadislerin oluşturması sebebiyle var oluşunun bizâtihi vahyin nüzul süreciyle beraber olduğunu söylemek mümkündür.

Yukarıda kısaca tanıtmaya çalıştığımız her üç ilmin birçok konusu aynıdır. Tarihsel anlamda ortaya çıkış süreçleri, tedvin edilme süreçleri ve birbirinden ayrılıp müstakil birer ilim dalı haline gelmeleri her ne kadar birbiriyle farklılık arz etse de bu üç ilmi birbirinden ayırmak o kadar da kolay değildir. Çünkü üç disiplinin de dayandığı kaynaklar aynıdır. Hatta genel olarak bakıldığında hepsinin ortak hedefinin de Müslüman topluma İslami bir hayat çerçevesi çizmek olduğunu söylemek zor olmasa gerektir. Diğer taraftan her üç disiplin de Efendimiz (s.a.v.)’in hadislerini konu edinmektedir. Nitekim hadislerin sübutu, bize ulaşma şekilleri ve bizim için taşıdığı değer teşri açısından konumu gibi birçok konu her üç disiplin tarafından âdete didik didik edilmiştir.

Yararlanılan Eserler:

1. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları.

2. Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

3. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları.



[1] Maide, 5/67.

[2] Nahl, 16/44.




0 Yorum - Yorum Yaz

Mukayeseli Tarihler    24.11.2014


Hafize ELDERŞEVİ

 Yüksek Lisans özel öğrenci

Mukayeseli Tarihler

TEFSİR TARİHİ

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİRİ

  Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİR YÖNTEMİ

1.Mücmeli Teybin     2.Mübhemi Tafsil        3.Mutlakı Takyid         4.Müşkili Tavzih

 

SAHABENİN TEFSİ

Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber (s.a)’den ne duymuslarsa;

sebebi nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı Sünnetle tefsir  ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri sürdürülmüştür.

Tefsirde Meshur Sahabiler

İbn Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab.  Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali

Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri

1- Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.

2- Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır

3- Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı

4- Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.

5- Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.

6- Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.

7- Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.

TABİİUN DÖNEMİ(65-132)

   MEKKE EKOLÜ:  Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid  akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid,  ‘Mushafı baştan sona 3 defa İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.

İbn-i Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin Keysan’dır.

   MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir. Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.

   IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir. İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid, Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.

Tabiîn Tefsirinin Özellikleri

1- Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir. Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i

Kitabın girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması gösterilebilir. İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin bu konuda gevsek davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.

2- Tefsir rivayet nakil özelliğini, karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)

döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.

3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.

4- Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere

göre yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.

Tefsir Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri

RİVAYET TEFSİRİ

Tanım: “Bir kısım ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve Tabiîn sözlerinde yer alan açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber (s.a)’den rivayet ettikleri gibi, birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde bulunmustur. Sonra Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey ve içtihatlarıyla Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.

Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar

A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- İki rivayetten biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır

2- Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi bakımdan

sonra olan alınır.

3- Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan bilinmiyorsa,

isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)

4- İsitme yoluyla sabit olan bir sey yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

5- İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette

Allah’ın murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine

kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.

2- Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme yoluyla sabit olan alınır.

3- İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

4- İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat

ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumdamesele açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

En Meshur Rivayet Tefsirleri

1. Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî

2. Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî

3. el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî

4. Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî

5. el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye

6. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir

7. el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî

8. ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî

DİRAYET TEFSİRİ

Tanım: Müfessirin, Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli anlamlarını öğrenmesi, Cahiliye siirini kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve mensuhlarına ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardansonra kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.

Rey iki kısımdır:

1- Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için gerekli diğer sartlara uygun olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini caiz görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.

2- Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan ve kötülenen rey çesidi de budur. Rey ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde iki kısım olduğunu caiz olanın da mahdut ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz yerinde olacak.

Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler                                                                     

1-   1. Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7- Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni. 8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din  10- Usulü Fıkıh              11. Esbab-ı Nüzul  12- Kasas İlmi  13- Nâsih ve Mensuh İlmi:                        14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için “mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller açıklığa kavusur.15- Mevhibe İlmi:

En Meshur Dirayet Tefsirleri

1. Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî

2. Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî

3. Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî

4. Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin

5. el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân

6. Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan / en-Nîsâbûrî

HADİS TARİHİ

·         Hz. Peygamberin onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin sözlerine KAVLÎ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin fiil ve davranışlarına FİİLÎ sünnet denir.

·         Peygamberlerin görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.

·         Hadis rivayet edenlere RAVÎ denir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları ilk hicri II. Asrın ortalarında yazılmaya başlandı.

·         İlk Tarih ve Tabâkat yazarları

 1.    Leys b. Sa’d      2.Abdullah b. Mubarek    3.Velîd b. Müslîm   4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan 

·         Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.

·         Hicrî IV. Asrın başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Mutekaddimûn Dönemi kitapları

1.       Er-Râmhurmuzî;                     El Muhaddis ul Fasıl

2.        Hakîm en-Nişaburî;                 Marifetu ulumil-Hadis

3.        Hatib el Bağdadî;                     el-Kifaye

 

·         Hicri IV.asırdan sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Muteahhirûn Dönemi Kitapları

            1.    Kadı Îyad;              El-İlma

2.    Meyânci;               Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül

3.    İbnü’s Salah;         Ulum’il Hadis

 

·         Hadis öğrenen kişiye TÂLİB denir.

·         Hadis öğreten kişiye HÂFIZ denir.

·         İleri seviye hadis Âlimlerine Huccet-ul İslamŞeyh-ul İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis denir.

·         Hadisler arasındaki itilafları giderme yolları

1.    Cem ve Te’lif;     Çelişen hadislerin hepsini almak

2.    Nesh;                  Şer’i bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.

3.    Tercih;              Ravî sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete, din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.                      

4.    Tevakkuf;       Delil buluncaya kadar Hadisi askıya almak.

·         Kur’ana göre Hz. Peygamberin temel görevleri

1.    Tebliğ;       Bildirme.

2.    Beyân;      Açıklama.

3.    Tezkiye; İnsanları yanlış ve günahlardan arındırma.

Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.

·         RİVAYET

1.    Hadis Öğrenme    2.Nakletme     3.Derleme    4.Hadis kitabı te’lif etme 

·         DİRAYET

1.    Hadis senetleri         2.Hadis Metinleri

 

·         Peygamberimizi Konu edinen ilimler

         1.    Meğazî;Savaşları                       3.  Siyer;Hayatı                                                          

2.    Şemail;Fiziksel özellikleri           4. Delâil;Mucizeleri

 

·         Hadis Râvileri hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.

1.    CERH: Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme

2.    TA’DİL: Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme 

·         İlk bakışta sağlam görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.

·         Günümüze ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları

1.    Ali b. El-Medîni:   İlelü’l Hadis

2.    Ahmed b. Hanbel:  el İlel ve Ma’rifetü’r rical

3.    Muhammed b. İsa et Tirmîzi:    el İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.

4.    İbn Ebî Hâtim er-Râzi:   İlel’ül Hadis 

·         Az kullanılan Yaygın olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l Hadis denir.

·         Ğarib kelimelere yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.

·         Ğaribu’l Hadis alanında eseri bulunan müellifler

1.    İbnu’l Kesir    2. Zemahşerî     3. Hattabî     4. İbn Kuteyfe

·         Hadislerin söyleniş sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.

·         Ravilerin Hadisleri metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.

·         Sahabenin söz ve davranışlarına MEVKUF hadis denir.

·         Tâbiûnun söz ve uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.

·         Bir hadisin farklı isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK denir.

·         Günümüze ulaşan ilk Hadis usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l Fâsıl dır.

·         Hanefîler Hadisler arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK sırasını gözetirler.

·         Hadis ilminde başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.

·         1000’den fazla hadis rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.

·         Maksirûn Râviler;

1.      Ebû Hureyre 2. Abdullah b. Ömer  3. Enes b. Mâlik    4. Hz.Aişe  

5. Abdullah b. Abbas     6.  Câbir b. Abdullah   7. Ebû Said el Hudrî

 

·         1000’den az Hadis rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.

·         Sahabenin Hadis Taammül yolları;

 1.      Sorarak öğrenme    2. Öğrenmede nöbetleşme  3. Hadis müzakeresi  

4. Öğrenim için seyahat 

·         Hadislerin bir divân içinde toplanmasın TEDVÎN denir.

·         Devlet eliyle resmen TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b. Abdulaziz’dir.

·         Hadislerin öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.

·         Aşere-i Mübeşşereden olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç Hadis rivayet etmemiştir. 

·         Hadislerin yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.

·         Tedvindeki Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.

·         Ebû Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin istedim vermedi demiştir.

·         Hz. Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği söylenir.

·         Peygamberimizin azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.

·         Tasnif döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları

 1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar  

 2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar               3. Tartışma ve reddiyeler    4. Muvattalar   5. Sünenler   6. Câmiler  7. Musannaflar 

·         Hicrî II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler    

1.     Ma’mer b. Raşid el Ezdî    2.Süfyan es-Servî   3. Rebî b. Habib el-Basrî   4. Süfyan b. Uyeyne 

·         Hicrî III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi

1.        1.Buhâri      3. Müslim      4. Tirmîzi

·         Buhâri MEBSÛT isimli kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ BUHÂRİ yi yazdı.

·         Es-Sünenü’l Erbea (Dört Sünen) yazarları

1.        1. Nesâî    2.  Ebû Dâvud   3. İbn Mâce   4. Tirmîzi

 

·         Hadisleri, Hadis kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.

·         TASNİF’i başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.

·         Muvatta’lar;

Peygamber efendimizden gelen hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler) içerir.

·         Buhârini Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.

·         Müslîmin Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı kanallarını bir arada vermesidir.

·         Müsnedlerde hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun sözleri bulunmaz.

·         Sünenlerde bulunan ağırlıklı konular;1.      Salât    2. Eşribe  3. Tahâret              

  4. 4.Savm/Sıyam 

·         Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre düzenlenmiştir.

·         Muvatta, Sünen, Câmi, Musannef  Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.

·         Buharî  194-256 arasında yaşadı.

·         Buharînin Sahihinde Muallak hadisler dahil edilmeden 7275 hadis vardır.

·         Kütüb-ü Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.

·         Kütüb-ü Sittede eserlerin doğru sıralaması;1.    Buhari   2. Müslîm   3. Tirmîzi    4. Ebu  Davud   5. Nesâi   6. İbn Mâce

 

·         Sahih hadisleri derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.

·         Bir hadis veya hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.

·         En tanınmış Müstedrek Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s Sahihayn adlı eseridir.

·         Zehebî, Nisaburinin el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i yazmıştır.

·         Tespit edildiği kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.

·         Suyutinin Cami’ul Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul Cevâmi’dir.

·         Rudanî’nin 14 hadis kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.

·         Münzirî et-Terğib ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.

·         Buhari ve Müslimin Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.

·         Müstahrec türü eserler rivayete olan güveni arttırır.

·         Kütüb-i Sitte üzerine yapılan çalışmalar;

1.    Cem :Hadisleri bir araya getirmek   

2.Zevaid :Hadisleri birbiriyle mukayese etmek

 3.Şerh :Hadisleri açıklamak 

4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek

 

·      Hadislerin kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu işlem  ETRAF kitaplarıyla yapılırdı.

·         Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana İslam dünyasında genel kabul görmüştür.

·         Halk arasında Hadis diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler

1.    Aclûni, Keşfu’l Hafâ   2.Sehâvi, Mekâsıdu’l Hasene

 

·         Suyuti başta Kütüb-i Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif emiştir.

  

Fıkıh Tarihi

İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)

Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100) 

 Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında    itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir.  Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin  öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle  hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.

 

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.

Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.

Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.

Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.

Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.

Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.

Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.

Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.

İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.

Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.

Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.


 

 

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

MUKAYESELİ TARİHLER    25.11.2014

MUKAYESELİ TARİHLER/USULLER KIRAATİ HÜLASASI

Adı ve Soyadı: Celaleddin GÜL

Öğrenci No: 14922708 (DOKTORA)

Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

Oluşum ve gelişim süreçlerinde hadis fıkıh, tefsir ve kelam birbirlerini etkileyerek, siyasi ekonomik ve toplumsal alanlarda, karşılıklı etki-tepki kuralına göre ilerlemiş ve gelişmiştir. Vahyin iniş süreci doğal olarak Hz. Peygamber dönemidir. Aslında bu döneme nüzul dönemi de diyebiliriz. Her ne kadar bu dönemde sahabeler varsa da ağırlık Hz. Peygamber üzerindedir. Bu dönemin özelliği bütün İslam bilimlerinin başlangıç ve doğuş dönemi olmasıdır. İlimlerin kaynağı da doğal olarak Kuran ve Hz. Peygamber olmuştur.

Kur’an’ın gaye ve amaçlarını en iyi anlayan ve bize açıklayan Hz. Peygamber’dir. Kuran Hz. Peygamberi tebliğ ve açıklamak ile görevlendirmiştir.   Peygamberin uygulamaları en güzel örnek oluşturmuştur. Müfessirler peygamberin  kuranın tamamını tefsir ettiği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Suyuti ve Gazali Peygamberin Kur’an’ın tamamını tefsir etmediği görüşündedirler. Taberi ise çok azını tefsir etmiş olmasına sıcak bakmaz.

Hz. Peygamber insanlar içerisinde çıkan olaylarda hüküm vererek yargı görevini yerine getiriyordu. Ayrıca komutan ve bir devlet başkanı olarak ta çeşitli uygulamalarda bulunuyordu. Hz. Peygamber devri vahyin nüzul ettiği özel ve ayrıcalıklı bir dönemdir. Bu dönemde Kur’an olaylara doğrudan müdahele ederek iniyordu. İlimler fıkıh, tefsir, kelam, hadis vs diye henüz ayrışmamıştı.

Hadis bu dönemde şimdi bilindiği şekliyle resmi değildi. Sünnet olarak ele alınıyor ve telakki ediliyordu. Sünnet bu anlamda ilkeler bütünü değil yol gösterici bir rehber idi ve sürekli gelişip büyüyordu. Buna yaşayan sünnet deniliyordu. Bu dönemde ilimler ayrışma noktasında olmamıştı. Tasnif şeklinde oluşum henüz olmamıştı,  (fıkıh, tefsir, hadis, kelam gibi) yani bilgi bütün bir haldeydi. Sadece yaşayan sünnet dinamikti ve gelişip büyüyordu. Yaşayan Sünnet içtihatla gelişip zamanla icma halini alıyordu. Aralarında kopmaz bir bağ vardı.

Peygamber zamanında yaşayan sahabe zaten yaşayan sünnetin bir parçasıydı. Peygamber zamanında çok az hadis yazılmıştır. Bazı sahabeler bu konuda Hz. Peygamber’den izin almıştır.

Sahabe dönemini gerçek anlamda Peygamber dönemi ile ayırmak  oldukça güçtür. Bu dönemde öncelikle 4 halife dönemi çok önemlidir. Hz. Ebu Bekir döneminde irtidat olayları bastırılmış, Hz. Ömer döneminde ortalık sakinleşince istikrar durumu yaşanmıştır. Bu istikrarın dalgası Hz. Osman’ın ilk döneminde etkisini göstermiştir.

Sünnet konusunda sahabenin anlayışı üç açıdan değerlendirilmektedir. Bu üç anlayış sahabenin kendi fıtrat ve kapasitesine göre anladıkları sünnet anlayışıdır. Birinci anlayış zahiri yaklaşımdır. Bu yaklaşımı benimseyen sahabeler lafzi anlayışı benimsemiş ve harfiyen Hz. Peygamberi taklit etmişlerdir. İkinci olarak fıkhi yaklaşım gelir. Bu gruptakiler sünnetin illet ve maksatlarına önem vermişlerdir. Bu yaklaşımda illetin ortaya çıkarılması için bağlam, en önemli merkezi oluşturmuştur. Üçüncü olarak ta içtihadi yaklaşımdır. Sünnetin bütünlüğü ve genel kurallardan hareket ederek yeni durumlar karşısında yeni ve değişik çözümlere ulaşmışlar ve yaşayan sünnete katkıda  bulunmuşlardır. En önemlisi de sahabeler sünnet koymada son durak olmuşlardır. Tabiin ve daha sonraki nesiller konulan sünneti yorumlayarak icmayı oluşturmuşlardır.

Tefsir konusunda sahabeler sünnetin genel ilkelerini bildikleri için Kur’an’ın genel mantığını kavramışlardı. Zaten nüzul ortamı bilgisinin de canlı şahitleri onlar olmuşlardı. Bu nedenle Kur’an’ı kendi reyleri ile açıkladılar. Bazen talebelerinin sorularına cevap verdiler. Dolayısıyla sahabe dönemi fıkıh, sünnet ve tefsir konusunda aynı özelliklerin yaşandığı bir dönem olmuştur.

           Tabiin dönemi İslami fetihlerin arttığı, İslam topraklarının ve coğrafyasının genişlediği bir dönemdir. Hal böyle olunca müslümanlar yeni kültürler ve inanışlar ile karşılaştılar. Bunun doğal sonucu ise beraberinde yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. Müslümanlar kendi kelami, siyasi ve fıkhi düşüncelerini oluşturmaya başlamışlardır. Emevilerin dönemini kapayan tabiin dönemi, emevilerin baskı rejiminin sonucu saltanata geçilmesinin yaşandığı bir dönemdir. Dönemin toplumsal şartlarının tabiin tefsirinde etkili olmasının nedeni tabiilerin tefsiri sahabeden öğrenmiş olmalarıdır ancak yine de buna rağmen kendi toplumlarının kültürünü tam olarak bırakmamışlardır.

Karşılaştıkları sorunları çözüm noktasında, önce Kur’an’ı araştırırlar, sonra sünnete ve sahabe sözlerine bakarlar, bunlarda bulamazlarsa arap dilini de kullanarak içtihat ederlerdi. Bunun olumsuz yönleri de ortaya çıkmıştır. Mesela israiliyat rivayetleri bu dönemde çok etkili olmuştur. Hâlbuki sahabeler israiliyatı çok sınırlı kullanmışlardı, ancak tabiin döneminde israliyyatın hem konusu hem de sayısı çok fazla artmıştır.

Hadis uydurmacılığı en çok bu dönemde artış göstermiştir. Ortaya çıkan yeni fırkalar kendi taraftarlarını haklı çıkarmak ve görüşlerini ispat etmek için hadis uydurmaya başladılar. Bunun üzerine hadis tedvini başlatıldı.

Artık müçtehit imamlar dönemi de diyebileceğimiz bir dönem oluşmaya başlamıştır. Bu dönemin diğer bir adı ise Abbasiler dönemidir. Abbasilerin yumuşak tavırları ilim adamları ve devletin arasını iyileştirmiş ve devletin desteği ile tasnif dönemi başlamıştır. İlimler Abbasiler döneminde ivme kazanmış ve altın çağını yaşamıştır.

Fıkıh tasnifini İmam Azam Ebu Hanife (v.150)  ilk kez sistematik hale getirmiştir. Daha sonra gelen hadisçiler, hadis tasnifinde Ebu Hanife’nin tasnifini ve  konu bölümlemelerini taklit etmişlerdir. İmam Şafi dönemi Harun Reşidin ( 170-193 ) halife olduğu dönemdir. Hem ilimler hem de devlet altın çağını yaşamıştır. Hadisçilerin Harun Reşit döneminde itibarı artmış ve tam tersine mutezile kelamcıları ise gözden düşmüştür.

Tasnif dönemi Abbasiler ile gelişmiş, ekonomik gelişme ilimlerin de gelişmesini etkilemiş, mutezile kendi fıkhını ve kelamını oluşturmuş ve üç büyük fıkıh mezhebi ortaya çıkmıştır.  Farazi Hukuk gelişmiş, farz, vacip ve sünnet gibi kavramlar oluşmuş ve aşırı  ihtilaf  dönemi başlamıştır.       

Duraklama döneminde fıkıh konusunda çok fazla bir ilerleme olmamıştır. Sadece mezhep kavgaları başlamış ve mezhep taassubu doruğa ulaşmıştır. Mezhep imamlarının eserleri şerh edilir ve mezheple ilgili kitaplar yazılır. İçtihat ancak mezhep içinde olur. Mutlak müçtehidin şartları öyle ağırlaştırılır ki ulaşmak neredeyse imkansız olur. Bundan sonraki dönemler, Osmanlı da dahil, fıkıhta okullaşma ve kurumlaşma dönemi olmuştur artık.

Haşiyeler dönemi dediğimiz duraklama dönemi, siyasi olarak 657 den başlayıp Türklerin iktidar olduğu ve özellikle Osmanlı’nın hakim olduğu dönemdir. Yedi asırdan fazla süren bu dönem alimlerin taklit prensibine sımsıkı sarıldıkları bir dönemdir.  Bir kaç kişi hariç mezhep içi içtihat seviyesine ulaşan bile çok azdır.  Bu dönemin alimleri mütekaidimin alimleri ile irtibatı kesmiştir. Sadece bu dönemde yazılan kitaplar okunmuştur. Bu nedenle fıkıh gerilemiş neredeyse yok olmuştur. Farklı bölgelerde oturan İslam alimleri arasındaki irtibat kopması ve alimlerin temel eserlerle ve sonraki asırlarla irtibatlarını koparması bu ölü dönemin nedeni olmuştur.

Medreseler bu dönemde eğitim sistemi olarak karşımıza çıkar ve bu dönemde yazılan eserlerin ortak noktası haşiyelerdir. Şerh dönemindeki büyük imamlar yoktur. Alimler ancak kitapları küçük notlar yani haşiyeler almakla yetinirler. Sonuç olarak duraklama döneminde Fıkıh ve hadis ilmi inişe geçmiş, şerh döneminde çok zayıflamış haşiyeler döneminde yok olmaya yüz tutmuştur.

Kurumlaşma dediğimiz dönem Osmanlı dönemiyle başlamıştır ve bütün ilimleri kapsamıştır. Tasavvuf- hadis kaynaşması ve birlikteliği yaşanmıştır. Bu dönemin başlarında, tefsirde kendi gelişimini oluşturmaya başlamıştır. Bu zamana kadar gelen tefsirler ve rivayetler tefsir kitaplarında toplanmışlardır. Bütüncül tefsir kitaplarının yazıldığı bu dönemde genel ağırlık dirayet tefsirindedir. En önemli müfessir Taberi (v.330) ve Ebi Hatimdir.(v.927)dir. Taberi Zahir teorisini geliştirmiş ve kendisine gelen bütün rivayetleri toplamıştır. Diğer müfessirler Semerkandi, Vahidi (v.408), Bağavi, ibni Atiye(546), İbni Kesir (v.774), Suyuti (v.911) ve El Kasimi’dir. Bu müfessirler tefsir rivayetlerini toplamışlardır. Daha sonrakiler daha çok dirayet ağırlıklı tefsir yazmışlardır. İçinde bulundukları sosyal sınıflar ve bilimsel malumattan etkilenirler.

Günümüz dönemi eski dönemlerden daha karışıktır. Çünkü önceki dönemler islamın hakim olduğu dönemlerdir. Günümüz toplumları İslama siyasi ve ekonomik olarak zayıfladığı bazı devletlerin farklı yönetim biçimiyle yönetildiği, bazılarının da hala eski tutumunu devam ettirdiği bir dönemdir. Bu nedenle günümüz bilim adamlarının, batının ortaya koyduğu bilgi birikimi ve kendi geçmiş bilgi birikimi arasında değerlendirme, karşılaştırma ve sentez yapması çok daha zordur.

Yirminci yüzyıl tefsiri pozitif ve akılcı bilim anlayışından etkilenmiştir. Elmalı Hamdi Yazır günümüz bilimlerini de kullanarak Kuranın mana yönüne ağırlık vermiştir. Cemalettin Afgani (1938), Muhammed Abduh (1805), Reşit Rıza (1865), İzzet Derveze, Kasimi (1866), Mustafa Meraği ( 1871), Abdulaziz Çavuş (1876) ile temsil edilen yenilikçi tefsir hareketi, Kur’an’ın nazil olduğu ilk asıra geri dönmek düşüncesini savunmuştur. İslam ülkelerindeki sömürü düzenine karşı çıkmak için oluşan ve Kur’an’ın siyasi yorumunu içeren ideolojik tefsir hareketleri de oluşmuştur. Mevdudi (1903-1979) ve Seyyid KUTUB (1906-1966) bu akımın temsilcisidirler.

Günümüzde özellikle son dönemlerde tefsir ve hadis anlayışında temel dönüşümler olmuştur. Bu mevcut ve zengin muhteva akademisyenler için artık direk bir bilgi kaynağı değil, projeler, tezler geliştirmek için bekleyen bir birikimdir. Artık Müslüman ilim adamları geçmişiyle yüzleşmek ve birikmiş malumatlarını yeniden yorumlayarak, çağdaş dünyaya yeni ve tutarlı bir dünya görüşü sunmak zorundadırlar.

Günümüz dönemi ilim anlayışında dönüşümün yaşandığı, ideolojik, yenilikçi ve tarihselci tefsirlerin yazıldığı, tarihselci ve hermenötik yöntemin çok etkili olduğu, hadis sünnet tartışmasının yeniden gündeme geldiği bir dönemdir.

 

  • O.Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku
  • A.Sami en-Neşşar, İslamda Felsefi Düşüncenin Doğuşu
  • Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık
  • H.Karaman, İslam Hukukunda İçtihat
  • H.İbrahim Hasan, İslam Tarihi
  • İ.Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi
  • M.H. Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet
  • M.Hamidullah, İslam Peygamberi
  • Mevdudi, Tevhit Mücadelesi ve Hz.Peygamber
  • Suphi es-Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları
  • Taberi, Tarihi Taberi
  • İbn Hişam, Siret i İbn Hişam
  • Fazlurrahman, Tarih Boyunca Metodoloji Arayışı ve İslam
  • İsmail Râci Farukî-Luis Lâmia Farukî, İslâm Kültür Atlası

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Abdülvahid Yakub Sipahioğlu

14922703

Müslümanlar Hz Peygamber’in vefatından itibaren dinlerini korumak için ilim sahaları ihdas ettiler ve bu ilimlerin gelişim süreci bir paralellik içerisinde şekillendi. Kuran’la birlikte sünnet, sahabe sözleri ve icma metinsel kaynaklar olarak rivayet formunda sonraki nesillere aktarıldı. Bu metinsel kaynakları işlemek ve geleneği sürdürmek amacıyla çeşitli akademik disiplinler oluştu. Bu disiplinler bir görev paylaşımı anlayışıyla ve çalıştıkları alanlara uygun yöntemlerle İslam bilimler geleneği içerisinde yerlerini aldılar. Bu disiplinler kelam, fıkıh, hadis, tefsir, olarak sıralanabilir. Bunlar ihtiyaçlar doğrultusunda gelişim gösterdiler ve kendilerine bırakılan alanlarda çalışmalarını sürdürdüler[1].

Bilginin Aslı Olarak Usul

Bu çalışmalarla varılmak istenen nokta Müslümanların karşı karşıya olduğu problemleri çözecek ve bütünüyle vahyin istikametinde kalması istenen bir usul ortaya koymaktı. Başka bir ifadeyle İslam, tarihi gelişimi içerisinde Arabistan’dan başlayıp kadim medeniyet havzalarını da içine alacak şekilde büyüyen coğrafyasında toplumun idare ve sevki için kendisine ait bir metodoloji ihdas etmeliydi. Nitekim tarih içerisinde uzun sayılamayacak bir sürenin sonunda, ilk iki yüzyılın tartışmaları neticesinde bu usul İmam Şafi tarafından ortaya kondu.

            Bu noktadan itibaren üzerinde duracağımız meseleler sırasıyla: bir anlama faaliyeti olarak fıkhın tanımı ve usulünün İslami ilimler içindeki merkezliği, fıkhın temeli olan dört delil çerçevesinde tefsir ve hadis usullerinin konumu olacaktır.

            Fıkıhta usul bilgisi, Müslümanlar arasında var olan bütün mezhebi veya hizbi ayrılıklara karşın ortak bir zeminde durmuştur. Hangi mezhebe refere edilirse edilsin bir âlim tefsirde, hadislerin tespitinde, fıkhi hükümlerin istidlali noktasında bir başka âlimden metot itibariyle çok az farklılık göstermiştir. Bu noktada Yunus Apaydın’ın şu tespiti önemlidir: Klasik literatürde usul tanımları neredeyse ekol farklılığı fark edilmeyecek şekilde aynı veya birbirine yakındır[2]. Neredeyse bütün usul tanımlarında usulün esası; kitap, sünnet, icma, kıyas olarak belirlenmiştir[3]. Bu dört delil usul-ü fıkhın temel dayanağı olmak noktasında genel kabul görmüş ve ancak bundan sonra, bunların ne derece ve ne şekilde delile konu olacakları tartışma konusu olmuştur. İşte bu nokta-i nazardan fıkha dair tahlillerimize geçebiliriz.

            Fıkhın en geniş tanımı: söz ve fiillerin amaçlarını kavrayan keskin ve derin bir anlayıştır[4]. Fıkhın bu tarifi genel anlamda kabul görmüş bir tarif olarak Müslümanın en sade haliyle hayatı anlama eylemini ifade etmektedir. Fakat sonraki dönemlerde özel bir disiplin alanı haline gelen fıkıh şerî-amelî hükümleri ayrı ayrı delillerine dayanarak bilmek anlamında tanımlanmıştır[5]. Fıkıh ayrı bir ilim adı olana dek yukarıda bahsi geçtiği üzere bir anlama faaliyeti olarak geniş bir manaya sahipti. Fıkh-ul’luga, fıkh-ul’hadis gibi kavramlar buna işaret ederler.

            Bu, fıkhın bugünkü anlamıdır ve tefsir, hadis, kelam gibi ilimlerin yanında bir disiplin olarak konusunu ortaya koyar. Ancak ilk dönem İslam ilim geleneğine baktığımız zaman şunu görürüz: sahabe neslinden itibaren ulema mertebesinde ve başvuru mercii olan, ilimde rush sahiplerinin gündemlerini işgal eden meseleler bugünkü anlamıyla fıkıh, hadis, tefsir ve kelam gibi ilim dallarının tamamına şamildir. Müslümanlar bilgiyi ilk kaynağı Kur’an olmak üzere fıkhetmenin aracı olarak kullanmış, bugün her biri ayrı bir uzmanlık alanı olan ilimlerin temelini atmak suretiyle bütünlüğü olan bir yapının zeminini inşa etmişlerdir. Bu zeminin ana yapısını ise şöyle ortaya koymak mümkündür: tefsir; bilginin aslî kaynağı olan vahyin doğru anlaşılmasının metodunu ve asıl anlaşılması gereken şeklinin kaydını verir. Hadis; vahyin ilk ve ideal pratiği olan sünnete nasıl ulaşılması gerektiğinin metodunu ve bu metotla belirlediği kayıtları sunar. Fıkıh ise diğer iki ilmin metot ve kayıtlarını öncül kaynak belirleyip, bir anlama ve hüküm verme faaliyeti olarak insanın Allah, toplum ve tabiatla kurduğu ilişkinin konusu olan amellerinin hükmünü ortaya koyar. Buradan anlaşılan; Müslümanın ana faaliyetinin fıkıh olduğu ve diğer iki ilmin görevinin bu faaliyetin değişmez kaynaklarını, nasslarını belirlemek olduğudur. Fıkhın bu konumunun tarihsel bir süreçte nasıl ortaya çıktığı ve diğer iki ilimle bahsi geçen ilişkinin nasıl şekillendiği usûl-i fıkh üzerinden anlaşılabilir.

            Fıkıh yukarıda bahsi geçtiği üzere, anlama faaliyeti olarak çok geniş bir manaya delalet eder. Ancak mesele bu anlama faaliyeti Müslümanların dünya ve ahiretlerini ilgilendiren hükümleri tespit etmek olduğunda ortaya özel bir metodoloji çıkmıştır. Bu da usul-i fıkıhtır. Tanımı itibariyle usul-i fıkıh, ameli hükümleri tafsili delillerden istinbat etmek için gereken metotları tanıtan kaideler ilmidir[6]. Fıkıh genel anlamda amellerin hükümlerini bilmek iken usul-i fıkıh bu hükümlere ulaştıran delilleri tespit etme işidir.

            Müslümanların fıkıhta belirledikleri metodolojinin doğal sonucu; kitap, sünnet, sahabe ve ulema icması ve fukehanın kıyası şeklinde bir istidlal silsilesinin tesis edilmesi olmuştu. İslam fıkıh tarihinde bu düzen oryantalist araştırmacılar tarafından özgür hukukun sınırlandırılması olarak değerlendirildi.Fakat bu usulle maksatevrensel bir hukuk düzeninin sağlam bir zeminde kalmasının sağlanmasıydı. Bu anlamda oryantalist yorumun bir temsilcisi olarak Joseph Schacht’ın ifadeleri şu şekildedir:

Zamanın bilginlerine, seleflerinin sahip oldukları içtihat hürriyetini tanımayan bir tutumun ilk işaretleri,  Şâfii’de dikkati çeker.Hicri üçüncü (miladi dokuzuncu) yüzyılın ortalarından itibaren "mutlak içtihat" yapma hakkına daha sonraki nesillerin değil, ancak benzerleri gelmeyecek olan geçmişin büyük bilginlerinin sahip olacağı fikri yer tutmaya başladı. Bu devirde içtihat terimi, serbestçe şahsi görüşün (re'yin) kullanılması şeklindeki eski anlamından ayrılmış, kıyas veya sistematik içtihat yoluyla Kuran, Peygamberin sünneti ve icmâ'dan doğru sonuçlar çıkarma (hüküm istinbat etme) şeklinde sınırlandırmıştır[7].

Görüldüğü üzere İslam Hukukunun bugün temeli sayılan usul hakkında, ilk derleyicisinin çalışması milat sayılarak, geçmişin kutsanması şeklinde bir değerlendirme yapılmaktadır. Ancak buna karşın usulün yazılmasının İslam ilim geleneği çerçevesinde oturduğu yeri ifade etmesi bakımından İmam Fahreddin Râzi’nin İmam Şâfii hakkındakisözleri şu şekildedir:

Şâfiin Usul ilmine nispeti Aristo’nun mantık ilmine ve Halil b. Ahmed'in aruz ilmine nispeti gibidir. İnsanlar Aristo'dan önce, sırf salim tabiatlarına göre delil getirir ve itiraz ederlerdi, tarifleri ve delilleri sıralayacak keyfiyeti bildiren bir kanunları yoktu.  Şüphesiz sözleri karışık ve çapraşık idi. Çünkü sadece yaratılmış, külli bir kanunla yardımlaşmazsa nadiren muvaffak olur. Aristo, insanlara mantık ilmini çıkardı, tarif ve delilleri kendileriyle bilecekleri külli bir kanun koydu. Aynı şekilde şairler Halil b. Ahmed'den önce tabiatlarına dayanarak şiir söylüyorlardı. Halil aruz ilmini çıkardı ve bu, şiirin iyisini ve kötüsünü bildiren külli bir kanun olmuştu. Bunun gibi İmamı Şâfii’den önceki insanlar da Usulü’l-Fıkh meseleleri hakkında konuşuyor, delil getiriyor ve itiraz ediyorlardı. Şeriatın delillerini, onların taarruz ve tercih keyfiyetlerini bilmeleri hususunda başvuracakları külli bir kanunları yoktu.  İmam-ı Şâfii Usulü’l-Fıkh ilmini çıkarmış ve şeriatın delillerinin sırasını bilecekleri bir külli kanun vazetmiştir[8].

Vahye sahip İslam toplumu Fahreddin Razi’nin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere neyin nasıl yapılması gerektiğine dair sabiteleri olan bir usulü benimsemiştir. İmam Şafii’nin ortaya koyduğu ve sonrasında gelişerek bugünkü şeklini alan usul bu esas çerçevesinde şekillenmiştir.

            İslam toplumunda bilginin konusu en geniş anlamıyla fıkıhtır ve bilgi; insanların ahiretlerini kazanmaları içindir. Bilgiyi, ifade edildiği üzere, İslam toplumu içerisinde kıymetli kılan insanların faydasına ve zararına olanı yani fıkhı bilmelerine hizmet etmesindedir. Fıkhın başlıca kaynağı Kuran’dır. Kuran ilk delil ve ilk müracaat kaynağı olması hasebiyle doğru anlaşılmalıdır. Bu da, Fahreddin Razi’nin ifade ettiği bağlamda ele alırsak, onu yine bir usul çerçevesinde tefsir etmenin gereğini ortaya çıkarır. Fıkhın ikinci kaynağı sünnettir. Sünnet ifade edildiği üzere Kuran’ın, kendisini tebliğ ve tebyin etmekle görevli, Hz Peygamber tarafından pratiğe aktarımıdır. Müslümanlar ilk nesilden itibaren bu pratiğin kaydını tutmuşlardır. Bugün hadis ilminin konusu olan bu kayıtlar yine bir usul çerçevesinde fıkha delil olmuşlardır. Her ne kadar ilk dönemlerde Müslümanlar gerek yaşadıkları kargaşa ortamlarında hadis uydurma vakalarının yaşanması gerekse de hadis kayıtlarının belirli bölgelere geç ulaşması sebebiyle sünnetin delilliği noktasında olmasa da hadis rivayetlerinin delilliği noktasında tartışmalar yaşamışlardır. Burada İmam Şafii’yi bir kez daha anmak gerekir ki hadislerin nasıl delil olacağının metodu da yine yazdığı usulle ortaya konmuştur. Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle İmam Şafii muhaddislerin eline peygamberin mahfuz sözlerinin hayatında olduğu kadar güvenilir olduğunu isbat edebilmek için en kuvvetli silahı vermişti[9].

            Fıkhın üçüncü kaynağı olan icma ise başta sahabenin sonrasında ise ulemanın bir görüş birliğine varmasıydı. Fıkhın asıl delillerinin dördüncüsü olan kıyas ise fakihin bir meseleyi önceki delillerden birinde verilen bir hükme benzetmesiydi. İbn-i Kayyım el-Cevziyye kıyasla ilgili şunları söylemiştir: Akıl yürütmenin mihverini benzer şeyler arasındaki eşitlik, benzer olmayan şeyleri de ayırma işlemi teşkil eder. Birbirine benzer şeyleri ayrı hükümlere bağlamak caiz görülürse, akıl yürütme ortadan kalkmış olur[10].

            Bütünlüğün İfadesi; Ortak Konular

Fıkıh, Tefsir ve Hadis usulleri bugün her biri ayrı birer çalışma sahası olarak İslam ilim geleneğinde olduklarında farklı bir şekilde çalışılmaktadırlar. Her bir alan modern parçacı yaklaşım anlayışı içerisinde kendi meselelerinin tartışıldığı ayrı sahalar halindedir. Ancak bugünün herhangi bir talebesi bunları eline aldığında ortak birkaç konuyu rahatlıkla tespit edebilir. Bunlar nasih ve mensuh, amm ve hass, mutlak ve mukayyyet, mutlak ve mukayyettir. Bu üç konu ayrı ayrı her usulde kendine yer bulmuştur. Biz bunları detaylı olarak incelemeden kısaca açıklayarak geçmiş olacağız.

Nasih ve mensuh ilmi, aynı konuda farklı sonuca varan Kuran ayetlerinin veya hadislerin birbirlerini önce ve sonra söylenmiş olmakla birbirlerini iptal edip etmedikleriyle ilgilenmektedir. Bu yönüyle fıkhın ana meselelerinden biri olmaktadır. Zira fakih ayet ya da hadis olmak üzere bu şekilde bulunan nassların hangisinin delil teşkil edeceğini bilmek zorundadır. Hangisinin önce indiğini/söylendiğini bilmesi halinde ancak, delillendirmeyi doğru yapabilir. Bu hususta hem tefsir ilminde hem de hadis ilminde nasih ve mensuh olanı tespit etmek için çalışmalar yapılmış hem de usul-i fıkıhta hangisinin nasıl delil olacağının esasları ortaya konmuştur.

Amm-hass, mutlak-mukayyet meselesinde ise ayet ve hadis lafızlarının kapsamı tartışılmıştır. Hitabın kime yapıldığı; hükümlerin kimleri, hangi zaman ve şartlarda kapsadığı sorularının cevapları bu ilimler çerçevesinde tespit edilmektedir. Her üç usulde de bu konularda yapılan çalışmaların bir literatür mevcuttur.

Sonuç:

Bu değerlendirmeler çerçevesinde usulün Müslüman için elzem bilginin kaynağı olduğunu ve ana kaynaklarının doğru anlaşılması için tefsir ve hadiste, bu kaynaklardan bilginin üretilebilmesi için de fıkıh usulünün geliştirildiğini ifade etmiş olduk. Maksadımızı ortaya koyması babında İmam Şafii’nin şu sözünü aktarmak ihtiyacı duyuyoruz: Ümmetin söylediklerinin tamamı sünnetin şerhidir. Sünnetin tamamı da Kuran’ın şerhidir. Kuran’ın tamamı da Allah’ın yüce isimlerinin ve sıfatlarının şerhidir[11]. Esasında bu söz ifade etmeye çalıştığımız bütünlüğü ortaya koymaktadır. Bunun dışında teknik konularda ortak çalışma alanlarına yukarıda değinmiştik. Bu alanlar ortaya çıkarılması gereken bütünlüğe işaret eden arketipler şeklinde değerlendirilebilir.

KAYNAKÇA

APAYDIN, Yunus, “Klasik Fıkıh Usulünün İşlev ve Yapısı”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı-1, Konya 2003

EBU ZEHRA, Muhammed, İslam Hukuk Metodolojisi, Fecr Yay., Ankara-1986

GÖRGÜN, Tahsin, “Klasik Anlama Yöntemlerinin (Fıkıh ve Tefsir Usulü) İmkân ve Sınırları”, Güncel Dini Meseleler Birinci İhtisas Toplantısı, DİB Yay., Ankara-2004

HAMİDULLAH, Muhammed, “Usul-ü Fıkhın Tarihi”, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, II-I, İstanbul-1956-57

HALLAF, Abdurrahman, İslam Hukuk Felsefesi, AÜİF Yay., Ankara-1973

KOÇYİĞİT, Talat, Hadis Usulü, Diyanet Vakfı Yay., Ankara-2009

PAÇACI, Mehmet, Çağdaş Dönemde Kuran’a ve Tefsire Ne Oldu?, İstanbul-2008

SCHACHT, Joseph, İslam Hukukuna Giriş, AÜİF Yay., Ankara-1986



[1] Mehmet Paçacı, Çağdaş Dönemde Kuran’a ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yay., İstanbul 2008, s.112

[2] Yunus Apaydın, “Klasik Fıkıh Usulünün İşlev ve Yapısı”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı-1, 2003, s.11

[3]Yunus Apaydın, “Klasik Fıkıh Usulünün İşlev ve Yapısı”, s.22-23

[4] Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, Fecr Yay., Ankara 1986, s.13

[5]Ebu Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, s.13

[6] Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, s.14

[7] Joseph Schacht, İslam Hukukuna Giriş, AÜİF Yay., Ankara 1986, s.76

[8]AbdulvahhabHallaf, İslam Hukuk Felsefesi, AÜİF Yay., Ankara1973, s.76

[9] Muhammed Hamidullah, “Usul-ü Fıkhın Tarihi”, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, II-I, İstanbul 1956-57, s.5

[10] Ebu Zehra. İslam Hukuk Metodolojisi, s.190

[11] Tahsin Görgün, “Klasik Anlama Yöntemlerinin (Fıkıh ve Tefsir Usulü) İmkan ve Sınırları”, Güncel Dini Meseleler Birinci İhtisas Toplantısı, DİB Yay., Ankara 2004, s.309 




0 Yorum - Yorum Yaz


Abdülvahid Yakub Sipahioğlu

14922703

Müslüman, Kitap ve Resul (sav) arasındaki ilişki; Âl-i İmran suresinin 164. ayetinde şöyle açıklanıyor:

Andolsun ki Allah, mü'minlere, kendi nefislerinden bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.

 Hz Peygamber ve sahabesi arasındaki bu ilişkinin temelini ayetten de okuduğumuz üzere arınma, Kitab ve hikmet oluşturmaktadır.

            İslam toplumlarının ilk dönem tarihi; Resul (sav)’in arındırdığı ve hikmeti öğrettiği neslin İslam’la gelen faziletleri peygamber olmadan ayakta tutmayı ve yaymayı başarabilmek için rotasını çizdiği dönemdi. Müslümanların rotalarını çizdikleri bu dönem bir yönüyle en başında İslami ilimlerin geldiği kurumların inşa süreci olarak görülmelidir. Biz de İslami ilimlerin en önemli üç şubesinin tarihini bu pencereden incelmeye çalışacağız.

            İslami ilimler çalışma prensibi itibariyle bir bütünün parçaları gibi işletilmişlerdir. Bu parçalarla meydana gelen bütünlük; hakikat bilgisinin Kur’an’ın inişinden itibaren yeniden ve yeniden üretilmesini sağlayan yapıdır.

Dünya, insan, hayat, şehir, ticaret, mal, tabiat ve insan hayatının bütün parçaları bu yapı içindeki bir tasavvur ekseninde tanımlanmış ve vahdaniyet temelinde bir medeniyet ortaya çıkmıştır. Bu elbette başından sonuna kadar planlı olarak yürütülmüş bir süreç değildir. Fakat şöyle ifade edilebilir ki bütün motivasyonu vasat ümmet olmak olan insanların, karşılaştıkları sorunlara Kur’an’ı ve Hz Peygamber’in sünnetini merkeze alarak ürettikleri çözümlerin toplamıydı bu medeniyet. İşte bu çözümler toplamını doğuran yapının merkezinden başlayarak, tarihi süreç içerisinde bu ilimlerin hikâyesini okuyabiliriz.

            Tefsir, hadis ve fıkıh birer ilim olarak birbirinden asla bağımsız değil hatta neredeyse iç içe doğmuş ve gelişmişlerdir. Bu ilimlerin doğuş sürecinde bütün mesele kitabın ve hikmetin öğretilmesi ile toplumu fesada uğratabilecek sorunlardan arınmayı sağlamaktı. Kur’an’ın Resul’üne yüklediği bu görev ondan sonra bitecek değildi. Bu sebeple Müslümanlar da bunu sürdürmenin yollarını aramaya başladılar. Bu bağlamda gündeme gelen ilk sorun Kuran’ın gelecek nesillere sıhhatli bir şekilde aktarılmasıydı. İlk halifenin görevi olan bu meselenin halli mütevatiren gerçekleştirilmiş ve Ku’ran ayetleri bir mushafın içine toplanmıştı. Akabinde üçüncü halifeyi bekleyen bu meyandaki bir diğer problem de Kur’an’ın okunuşunun tespitini sağlamaktı. Kur’an’ın istinsahı ve resmi Mushaf olarak İslam coğrafyasına dağıtılması ile hemen hemen bu sorun da giderilmişti.

            Ayetlerin ve okunuşlarının bu şekilde tespit edilmesinin elbette bir anlamı vardır. Kur’an bütün bir Müslüman varlığın temelini teşkil etmektedir. Mushafın toplanması ile bu temel sağlamlaştırılmıştır. Kur’an’ın okunuşunun tespitinde ise onun asıl anlamından –lafzen- farklı anlaşılmasının önüne geçilmiş ve böylece ilk nesilden son nesle kadar ana kaynağın aslına uygun okunması sağlanmıştır.  

Müslümanların ilk dönemler için en belirgin kaygıları Kur’an’ın ve Hz Peygamber’in örnekliğinin sıhhatli bir şekilde aktarılmasını sağlamaktı. Bu dönemden itibaren yazıyla kayıt faaliyetinin yoğun olduğunu gerek Muhammed Hamidullah gerek Fuat Sezgin hocaların araştırmalarında görüyoruz. Bu anlamda Fuat Sezgin Hocanın Goldziher’in Muhammedanische Studien adlı eserinden alıntıladığı şu notu aktarabiliriz:

Sahabe ve tabiinin, peygamber’in söz ve emirlerini kitabet yoluyla unutulmuş olmaktan korumak istemiş olmalarına hiçbir engel yoktur. Sıradan insanların hikmetli sözlerinin sahifelerde yazılı olarak muhafaza edildiği bir çerçevede Peygamber’in sözlerinin devamı nasıl olur da şifahi rivayetin muhafazasına terk edilebilirdi.[1]

Özellikle son 60 yıllık süreçte yapılan çalışmalarla Müslümanların yazılı kaynaklarının zannedilenden çok daha erken tarihlere ait oldukları anlaşılmıştır[2]. Ancak şunu görmek gerekir ki yazının bu yoğun kullanımına rağmen Müslümanlar rivayetleri ve sahip oldukları diğer bilgileri bizzat nakletme ihtiyacı hissetmişlerdir. Ve bunun için de kapsamlı bir usul belirlemişlerdir.

Fuat Sezgin Hocanın Buhari’nin Kaynakları kitabında aktardığı üzere sekiz tane rivayet şekli ihdas edilmiş ve bunlar kaynaklarda belli fiillerle kodlanmıştır. Bu kodlama kişinin bilgiyi yüklenirken kaynakla ne derece irtibatlı olduğunu göstermesi içindir. Mesela ‘sema’ formuyla rivayeti alan bir kimse aldığı rivayeti aktarırken ‘سمعت عن )semi’tu an- kendisinden dinledim) veya ‘حدثنى’ (haddeseni-bana söyledi) ile başlar.[3] Bu da usulün ne kadar teferruatlı olduğunu göstermektedir.

Hem yazının kullanımı hem de icazete dayalı bu nakil usulü yan yana düşünüldüğünde bir tezat varmış gibi görünebilir. Soru: yazı varken bu usule ne gerek var? Aslında meselenin özü şu şekilde açıklanabilir: her ne kadar rivayetler yazıyla kaydediliyorsa da gerek tahrif endişesi gerek yazının pek çok anlamda okunabilmeye müsait olması bu rivayet usulünün oluşmasındaki temel dinamiklerdir. Bilginin yazı ile aktarımı geleneğinin zayıf olması ve harflerin de noktalanmasının zaman içerisinde oturması sebebiyle bu usul oluşmuştur. Bununla beraber nakledilen ilmin hayatiyeti bu garantici yaklaşımı doğurmuştur denebilir. İmam Malik’den hadislerin rivayetiyle ilgili nakledilen ‘’Bu ilim dindir. Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin’’ sözü rivayetin ana konusu olan Hz Peygamber’in örnekliğinin aktarılmasının ne kadar hassasiyetle takip edildiğini gösteriyor. Bunun için de sadece yazı üzerinden aktarım değil yazılanın hoca ve talebesi tarafından karşılıklı okunup karşılıklı teyit edilerek aktarım yapılması benimsenmiştir. Bu anlamda İslami ilimlerin temelleri rivayetler ve onların yukarıda bahsettiğimiz şekilde aktarımı yoluyla atılmıştır. Öyle denebilir ki bir kartopunun tepeden yuvarlanırken dev bir yığına dönüşmesi gibi bu hassasiyetle hareket eden ulemanın ve talebelerinin gayretleri önce ilim meclislerini, halkalarını dolayısıyla da İslami ilimlerin ekollerini inşa etmiştir.

            Mekke’de İbn Abbas çevresinde oluşan ilim halkası, ağırlıklı olarak tefsire dair rivayetlerin kaynağı olma yolunda ilerlerken Medine’de Peygamber’le (sav) ilgili bütün rivayetler toparlanıyor ve naklediliyordu. Bunun yanında Kufe taraflarına giden Abdullah İbn Mesud orada etrafında toplanan talebeleriyle rey ehlinin temeli olan ilim halkasını oluşturuyordu. Aslında bugün ayrı ayrı ilim sahaları olarak karşımızda duran fıkıh, hadis ve tefsir bu üç merkezde gerçekleşen ilmi faaliyetlerle doğdular. Bu doğuş sürecinin iyi bir şekilde tahlil edilmesi öyle zannediyoruz ki İslami ilimlerin birlikte bir medeniyeti nasıl meydana getirdiklerini anlamamızda bize yardımcı olacaktır. Bu, bir anlamda bugünün -bugünden sonrasının- temel problemi olan İslam medeniyetinin yeniden inşası problemine de ışık tutabilecek bir tahlildir.

            İslam’ın ilk yüzyılında İslam’a yeni girenlerin ve sahabe sonrası neslin Kur’an’ı anlama noktasındaki sorunları ile yeni fethedilen coğrafyanın kozmopolit toplumlarını kuşatacak bir hukuk yapısının inşası meselesi ilim ehlinin gündemini işgal ediyordu. Kur’an’ı anlama noktasındaki sorunları giderme noktasında sahabe ve tabiin döneminde çalışmaların kapsamı ihtiyaçlarla sınırlı bir boyutta devam ediyordu. Kur’an’da bulunan garib lafızların izahı ve özellikle kıssalarla ilgili ehl-i kitap rivayetleri yanında Hz Peygamber (sav) ile sahabenin tefsir üzerine açıklamaları çalışmanın ana malzemesiydi. İbn Abbas ve talebeleri, sahabe sonrası neslin Kuran’ı anlamayla ilgili sorularına cevaplar üretirken; ifade etmiş olduğumuz üzere garip lafızların açıklanmasının ön planda olduğu ve Arap şiirinin de tefsir rivayetlerinin yanına eklendiği, bazen dini bazen lugavi ve bazen de tarihi açıklamalar getirmiştir[4]. Şunu da ilave etmek gerekir ki tefsire dair rivayetlerin toplandığı önemli kaynakların başında gelen Taberi’nin Câmi’ul-Beyan Fi Tefsir’il-Kuran’ına bakıldığında en çok rivayetin İbn Abbas’a ulaşan kanallardan geldiği görülecektir.[5]

Kur’an’ı anlama noktasında ilk nesillerin sorunları sınırlı ve görece daha az karmaşıktı. Ancak hayatın pratiği içinde daha karmaşık bir sorun daha vardı. Bu sorun İslam’ın ikinci yüzyılına damgasını vuracak köklü tartışmaları ve bu dönemin ekollerini inşa ediyordu. Bahsi geçen tartışmalar yaklaşık iki yüz yılda uzlaşma sağlanabilecek olan hukukun(fıkhın) temel kaynakları problemi üzerineydi.

Müslümanlar ortadoğunun kadim coğrafyasında iktidarı devralırken geçmiş medeniyetlerin hukuki yapılarını karşılarında buldular. Bu kadim ve kompleks yapılar hakkında İslam tarihi ile ilgili çalışmalar yapan Ira Lapidus şunları dile getiriyor:

İslam hukukunun kökleri (miladi)yedinci yüzyılda egemen ve âlimlerin mevcut hukuki uygulamayı yenilemek ve onu İslami standartlara uydurmak çabalarına dayanır. Bu dini görev tek bir grup tarafından değil; Basra, Kufe, Suriye, Medine ve Mekke’de birer hukuk okulu (fıkıh mezhebi) kurmuş insanlar tarafından yerine getirildi. Aile ticaret ve ceza hukuku uygulamalarıyla başlayarak idari düzenlemeler, Sasani, Bizans ve Yunanlıların popüler kaideleri, Ortodoks kilisesinin kuralları, Yahudilerin ve eski Babil’in hukuku Talmud ele alınarak, âlimler tarafından Allah’ın iradesiyle, yani İslam’la uygun hale getirilmeye çalışıldı. Âlimlerin müzakereleri sonucunda donuk hukuktan çok ahlaki, manevi ve teolojik hükümlerle dokunmuş istidlali bir kurallar demeti ortaya çıkar.[6]

Tarihi zemin incelendiğinde fetihlerle beraber Medine’de olduğundan daha karmaşık bir toplum yapısının doğduğu söylenebilir. Sayısı hızla artan Müslümanlar disipline edilmiş bir hukuk yapısını uygulamaya koymanın aciliyeti ile karşı karşıyaydılar. Lapidus’un bahsettiği seyir İslam tarihinin ilk büyük fıkıh ekolleri olan ehl-i rey ve ehl-i hadis arasında yaşanan yoğun tartışmaların sonuca bağlanmasıdır.

Müslümanlar hukuki nizamlarını ortaya koyarken temel bir yöntem tartışması yaşadılar. Bu konuda Ira Lapidus şunları ekliyor:

Fakihlerin çoğu ekollerinin geleneklerine ve önemli ölçüde kişisel içtihatlarına güveniyorlardı. Muhaddisler ise ahlaki ve fıkhi bir kuralın kaynağının Kuran ya da hadisten başka bir şey olabileceğini düşünemiyorlardı. Dolayısıyla onlar karşıtlarının keyfi ve şahsi düşüncelerine karşı çıktılar.[7]

Bu temel yöntem tartışması herkesin üzerinde ittifak ettiği üzere İmam Şafii’nin Usûl’ül- Fıkh’ı yazmasıyla yerini bir uzlaşmaya bıraktı. Fıkıh tarihi yazan hemen herkesin İmam Şafii’nin İslam fıkhının temeli olan edile-i erbaa’yı (Kuran, sünnet, icma, kıyas) tespit ederek hem rey ehlini hem de hadis ehlini uzlaştırmış olması devam eden süreçte yukarıda bahsedildiği gibi dinamik bir hukuk yapısının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şafii’nin bu uzlaştırıcı hamlesini değerlendirmeye geçmeden önce rey ehli ile hadis ehli arasındaki farklılığı biraz irdelemek gerekiyor.

            Temelde hadis ve rey üzerinden dönen tartışmaların taraflarını ifade etmesi bakımından şu tasvirleri nakledebiliriz. Ira Lapidus tarafları şu şekilde özetliyor:

Fakihlerin çoğu ekollerinin geleneklerine ve önemli ölçüde kişisel içtihatlarına güveniyorlardı. Muhaddisler ise ahlaki ve fıkhi bir kuralın kaynağının Kuran ya da hadisten başka bir şey olabileceğini düşünemiyorlardı. Dolayısıyla onlar karşıtlarının keyfi ve şahsi düşüncelerine karşı çıktılar.[8]

Buradaki gibi iki tarafı da kesin çizgilerle ayırmak her ne kadar biraz tenkite açık olan bir fikirse de yaşanan tartışmalarda safların belirgin olduğu sonucunu çıkarmamızda bir engel yoktur. Her iki ekol arasında bariz olan çekişmenin bir yönü olarak hadis ekolünün çizgisini sert bir şekilde ileri taşıdığını ve rey ehlini ekollerinin geleneklerinden önce Hz Peygamber’in hadislerini dikkate alma noktasında baskı altına aldığını söyleyebiliriz. Hadislerin fıkhın hukukun içindeki yeri konusunda yapılan tartışmalarda Hz Peygamber’in (sav) dindeki otoritesini merkeze alan ve sahih hadislerin kullanılabilirliğini fomule ederek ortaya koyan teori ehl-i hadisin ehl-i rey ve ehl-i Kur’an ekollerinin de itiraz edemediği bir biçim ortaya koymasını sağladı.[9] Ki bu dönemde Ömer b. Abdulaziz’in Ebu Şihab ez-Zuhri’den (ölm h.124/742) hadislerin tedvinini istemesi de bu meyanda değerlendirilebilir. Ancak bu güçlü durumlarına rağmen hadisçilerin İslam hukuk düşüncesinin Kufe gibi kozmopolit; Hıristiyan, Yahudi, Mecusi kimliklerin buluştuğu bir yapıya sahip olan tabiri caizse deplasmanda gelişen içtihat geleneğiyle yüzleşmesi gerekiyordu. Bu yüzleşmenin İmam Şafi önderliğinde gerçekleşmesini aktarmadan önce ehl-i rey ile ilgili son bir noktayı belirtelim: Rey ehli hadisleri hüküm vermede dikkate almadıkları dolayısıyla eleştirilir. İslam hukuku alanında çalışmaları bulunan Joseph Schacht’ın ifade ettiği ‘ekolün yaşayan geleneği’ yani İbn Mesud’la başlayıp daha sonraki nesillerden Hammad b. Süleyman’ın sistemleştirdiği gelenek –bu eleştiriye göre- hadislerin yerini tutuyordu.[10] Ve bunun yanında Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle; Şafii usulu’l-fıkhı ile hukukçulara hadis mecmualarına güvenmeyi öğretiyordu.[11] Ancak bu gibi değerlendirmeler ele alınırken ehl-i reyin Hz Peygamber’in sünnetine rağmen kendi geleneğini tercih ettiği görüşüne varılmamalıdır. İbn Haldun’un Mukaddime’nin ‘Fıkıh ilmi ve ona tabi olan feraiz ‘ faslında ifade ettiği üzere: Evvelce bahsettiğimiz sebeplerden dolayı Iraklılar arasında hadis az olduğundan daha çok kıyasa başvurmuşlar ve o hususta mazeret kazanmışlardır.[12] Bu değerlendirmeyi Sünni paradigmanın içinden yapılan bir değerlendirme olarak alıp objektif görmeyebiliriz. Ancak ehl-i reyin kıyası ön plana çıkarırken bir sünnete rağmen hareket ettiği söylenemez. O dönemde henüz sünnetin anladığımız anlamda bir varlığı da söz konu değildir. Ehl-i rey ile ilgili olarak bu değerlendirmenin göz ardı edilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.

            Fıkıh ilminin tarihinde Şafii yazdığı usulle merkez konumda duruyor ve yukarıda ifade ettiğimiz yüzleşmeyi gerçekleştiriyordu. Bu yüzleşmeyi tasvir etmesi bakımından şu değerlendirmeyi aktarabiliriz:

Neticede fakih Şafii (767-820) geçice bir anlaşma zemini buldu. Hadisin üstün otoritesine kabul etti, fakat hangi hadisin sahih, hangisinin zayıf hadis olduğunun yalnızca icma (alimlerinin görüş birliği) ile belirlenmesi gerektiğini ileri sürerek hadisleri kontrol etmeye çalıştı. Muhaddisleri hukukun esas kaynağı olduğunu kabul etmeye ve ilk hukuki doktrinlerden bazılarını değiştirmeye zorladılarsa da fakihler Şafii’in önderliğinde kendi geleneksel muhakeme ve tartışma yöntemleriyle hadisleri uzlaştırdılar’’[13]

İmam Şafi’nin bu çalışması, rey ve hadis ehli arasında var olan tartışmaların büyük oranda bitirilmesi sonucunu sağladı. Hamidullah Hoca Şafii’nin bu yolla hukukçulara hadislere güvenmeyi öğrettiğini; bunu da hukukî metotları hadislere uygulayarak sağladığını ifade ediyor.    

Diğer bir açıdan Şafii’nin çalışmaları ile sağlanan ortak zemini müsteşrik Montgomery Watt şu şekilde değerlendiriyor:

(Şafi) İnsanların peygamberin sünnetini, Allah’ın kitabını kabul ettikleri gibi kabul etmek zorunda olduklarını kuvvetle belirtmiştir. O, bu hususu, muhtelif Kuran ayetlerinden çıkarmıştır. Bu ayetlerde, Hz Muhammed’in Allah tarafından insanlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmek üzere gönderildiği beyan olunmaktadır. Şafii hikmetin yalnızca Allah’ın Rasul’ünün sünneti demek olduğunu delillerle göstermiştir. Hz Muhammed’in fiillerinin hikmetle aynileştirilmesi sünnete usul-i fıkıh içerisinde Kitab’a denk bir mevki sağladı. Artık bu tarihten itibaren daha eski müphem manalar kaybolur ve sünnetten bahsedildiği zaman tabii olarak Hz Muhammed’in hadislerle tevsik olunan benimsenmiş işleri anlamını ifade eder[14].

Bu ifadelerde dikkati çeken mesele sünnetten bahsedildiği zaman kafaların net olması meselesidir. J.Schacht’ın da değerlendirmelerini yaparken buna benzer ifadeler kullandığını belirtmek gerekir. Ki o Watt’ın ifade ettiği anlamda sünnet üzerinde uzlaşmaya varılmadan önce eski ekollerde bir ‘ekolün yaşayan geleneği’ vurgusu yapar. Bu konuda kendisinden şunu aktarabiliriz:

Söz götürmez bir gerçektir ki, hukuk doktrinleri ile hadislerin karşılıklı bir şekilde birbirini etkilemesini birleştirici bir süreç şeklinde kabul etmek gerekir. Bütün bunlar birbirini tutmayan şeyleri eski hukuk ekollerinin öğretileri içerisine sokmuş ve bu ekoller Peygamberin hadislerini ancak kendi yaşayan gelenekleri ile bağdaştığı sürece muteber olarak kabul etmişlerdir. Bundan sonraki adım hicri ikinci yüzyılın sonunda Şafi tarafından atılmıştır.[15]

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere fıkıh yani hukuki metodoloji ile hadis yani rivayet esaslı yapı bir araya gelmiştir. Burada her iki ekolün temsilcileri de kendi pozisyonlarını daha ortak bir zeminde yeniden düzenlemişlerdir. Montgomery Watt:

Kaydedilmesi gerekli önemli nokta Eş Şafii’yi takip eden devrin önemli eserlerinin, sünnet kavramına kesin bir anlam meselesinde başarıya ulaşmış oldukları hususudur. Artık şimdi bu, muteber alimlerin kefaleti altındaki hadis külliyatında mevcut olan şeyleri ifade ediyordu: âlimlerin itibarı da Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Main gibi sayıca az, tanınmış münekkidlerin takdiri ile ölçülmüştü. Bazı hadisler ile bazı ravilere hâlâ daha karşı çıkılabilirdi. Lakin sünnet üzerinde geniş bir mutabakat sahası mevcuttu. Bu Şafii’den önceki Medineli pek çok âlimin kabul ettiği sünnetin Kufeli âlimlerin ekseriyetinin kabul ettiğinden farklı olduğu zamanki durumla tezat teşkil ediyordu. Artık şimdi kendilerini Şiiler olarak ana bünyeden ayıranlar dışında herkes fiilen aynı hadis külliyatını temel esaslar olarak kabul ediyordu.[16]

Yine burada da görüyoruz ki Şafii ile beraber gelen uzlaşma Kur’an’dan hemen sonraki kaynağın yani sünnetin belirlenmesi ya da yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sünnet dendiği zaman herkesin aynı anlamı zihninde tasavvur etmesi üzerine olmuştur. Zaten Kur’an’ın kaynaklığı konusunda herhangi bir sıkıntı yoktur. J.Schacht da ehl-i rey ve ehl-i hadisin doğuşunu anlatırken bu duruma dikkat çekmektedir:

Eski hukuk ekollerinin faaliyet bakımından önemli bir yönü, bu ekollerin ilk olarak ciddi bir şekilde Kuran hükümlerini ele almış olmalarıydı. İslam’ın birinci yüzyılındaki durumun aksine şekli sonuçlar, esas dinî ve ahlakî Kuran hükümlerinden bu zamanda çıkarılmış olup onlar, yalnız aile hukukuna, miras hukukuna ve şüphesiz ibadet ve dinî merasimlere değil, aynı zamanda Kuranî teşrî’de ayrıntılı olarak ele alınamayan hukukun öteki dallarına da uygulanmıştı. Kuran hükümlerinin ilk İslam hukukuna nüfuzunun doruğuna ulaşması, İslamın ikinci yüzyılı başlangıcında eski ekollerin doğuşuna rastlamaktadır.[17]

            Sonuç itibariyle konunun bu kısmında dikkati çekmeye çalıştığımız nokta fıkhın merkezde olduğu ve gayesi İslam toplumlarını Müslüman olarak ayakta tutma gayreti içinde olan yapının kendi kaynaklarını belirleme noktasında yaşadığı tartışmaları ve üzerinde uzlaşılan ortak zemindi. Bu resim içerisinde tefsirin durduğu yeri de gösterdikten sonra zannediyoruz ki maksat hasıl olacaktır.

            Fıkıh ve hadisin uzlaşmasının ardından ortaya çıkan resimde hadis ilmi Şafii’den daha sonraki süreçte yapılan yoğun tedvin çalışmaları neticesinde İslam’ın kaynak metinlerini derleyen ve bir eleme sürecinin sonunda sahih olup olmadığını tespit eden bir mekanizma ortaya çıkmıştı. Bu hususta Mehmet Paçacı Hocanın şu değerlendirmesini aktarabiliriz: Hadis disiplini, Rasulullah’ın haber kimliğine bürünmüş söz ve eylemlerinin sübuti değerini sağlamış ve değerlendirmiştir. Tefsir, kelam ve Fıkıh ise İslam bilimler geleneğinin yorum disiplinleridirler. Bu disiplinler İslam’ın kaynak metinleri ile ilgilenirler.[18] Hadis, Kuran’ın hem açıklanması hem de teşri noktasında Kur’an’dan sonra gelen sünnetin çerçevesinin oturtulması görevini yerine getirirken tıpkı Kur’an yazısının sabitlenmesi gibi Kuran’ın yorumunun da ana hatlarının belirlenmesini sağladı.

            Sünnet, Kuran’ı yorumlayıcı olarak vahyin iniş sürecinin şahitlerini önceleyen bir konsepti sağladı. Bu noktanın belirleyiciliği hususunda şu değerlendirmeyi aktarabiliriz:

Geleneğin ilk yorumcusu olarak Rasul’un ve sonra Ashab’ının tecrübesi, Kuran metnini çevrelemiş ve belirlemiş olmaktadır. Bu bakımdan ‘’Sünnet Kuran üzerinde belirleyicidir, Kuran sünnet üzerinde değil’’ sözü, bize göre, tam da bunu ifade etmektedir. Bu ifade Ahmet b. Hanbel’e sorulduğunda, o kendisinin bu kadar cesur olamayacağını belirttikten sonra, aslında yorum bilimsel açıdan aynı anlama gelen Kuran’ı tefsir eder ve açıklar ifadesini kullanmıştır.[19]

            Sünnet üzerinde sağlanan uzlaşı rivayet zincirlerinin ve metinlerinin yukarıda bahsi geçtiği gibi yoğun tetkik edilmesi ve toparlanmasıyla paralel gelişti. İslam’ın üçüncü yüzyılı bu yoğun tedvin çalışmalarına sahne oldu. İmam Buhari, İmam Müslim sahihlerinde; İbn Mace, İbn Davud, Tirmizi ve Nesai sünenlerinde ulaştıkları ve tetkik ettikleri rivayetleri topladılar. Bunun yanında sonraki dönemlerde pek çok âlim de rivayetlerin kimini eleyerek kaynakları yeniden oluşturdular. Ancak isimlerini saydığımız imamların kitapları kutub-i sitte adıyla sünnetin temel metinleri olarak kaydedildiler. Bu literatürün toplanması ile de metodolojisi oturmuş olan fıkhın ikinci ana kaynağı sağlanmış oldu. Bundan sonraki süreçte ise yapılması gereken birinci kaynak yani Kur’an’ın yorumlanması için tefsir ilminin geliştirilmesiydi.

            Tefsir tarihi ilk aşamada belli dönemler olarak incelenmiş ve tefsir kaynakları itibariyle yeterlilik kazandıktan sonra çeşitli ekollere ayrılmıştır. Genel olarak Hz Peygamber’le başlatılan tefsir faaliyetleri sırasıyla sahabe, tabiin ve tebei tabiin dönemleri sebeb-i nüzul ve Hz Peygamber’den başlamak üzere sahabe ve tabiinin ayetlerin izahına yönelik açıklamalarının Mekke’den başlayarak çeşitli ders halkaları ile rivayet edilmesiyle geçmiştir. İslam’ın dördüncü yüzyılında Taberi ve İbn Ebi Hatim gibi âlimlerin gayretleri ile bu rivayetler toparlanmıştır. Bu devirle ilgili Montgomery Watt’ın değerlendirmeleri şu şekildedir:

Kuran-ı Kerim’in tefsiri sahasında 235/850’den 333/945’e kadarki devrede açıkça belli bir istihalenin bulunduğunu söyleyebilmek güç olacaktır. Belki de umumi manada şu husus kabul edilebilirdi: Bu devir zarfında tefsir, birçok noktalarda geniş bir mutabakat veya en azından sadece dar bir uyuşmazlık sahası bulunmakla beraber önceki asırların bir takım isabetsiz mütalaaları saf dışı edilmiş olduğundan bir kararlılık haline ulaştı. Mamafih söz konusu devre benzer disiplin olan kıraatta yani Kuran’ın tedkikinde de hadisin resmileşerek bir nizama girişiyle kıyaslanabilecek bir gelişmeye şahid oldu. Ve yedi kıraat itimada layık görülerek şumüllü bir şekilde benimsendi. (İbn Mücahid h.323/935 tek bir kıraatin mümkün olmadığını görüp yedi kıraati sabitledi.)[20]

Tefsir usulü kitapları hicri ikinci asırdan itibaren tefsir usulünün temel tartışmalarının başladığını belirtirler. Bu tartışmalar daha çok fıkıh ilminin Kur’an ayetlerinden istidlalde bulunurken karşılaştığı sıkıntılar çerçevesinde gerçekleşmiştir. Özellikle nesh ve mutlak mukayyed tartışmaları ile vücuh ve nezair meseleleri bu tartışmaların ana konusunu oluşturur. Bu tartışmalar Kur’an’ın tefsir edilmesinden ziyade ayetler değerlendirilirken uyulacak metotların ortaya konmasını hedefleyen eselerle halledilmeye çalışılmıştır. Buna örnek olarak elimizdeki en eski tefsir kaynağının yazarı olan Mukatil b. Süleyman’ın (ölm 150/767) vücuh ve nezair üzerine yazdığı eseri El-Eşbah ve’n-Nezair gösterilebilir.

Bu ve bunun gibi eserler Kur’an’ın indiği dilden uzaklaşan Arapların o dilin aslını tespit etme çabalarıdır. Bunun dışında kapsamlı bir usul kitabı sayılabilecek ilk eser fıkhi metodolojinin olgunlaştırılmasının ardına denk gelen bir dönemde Haris el- Muhasibi (ölm 243/857) tarafından yazılan el-Akl ve Fehm’ul-Kuran’dır. Bu eser sonrasında da usul kitapları geliştirilmeye devam edilmiş ve hemen hemen Suyuti’nin (ölm 910/1505) el-İtkan fi Ulum’il-Kur’an’ı ile en olgun halini almıştır. Ve tüm bu eserler konu aldıkları tartışmalar ile Kuran’ın anlaşılması için öncelikle onun asıl dilini yakalamaya çalışmış ve devamında da ayetlerin fıkhi istidlal açısından durumunu incelemiştir. Mutlak-mukayyed, nasih-mensuh, mücmel-mübeyyen vs bu anlamda örnek verebileceğimiz konulardır.

İslami ilimler bugün olduğundan farklı bir şekilde toplumun düşünce sistemi içinde merkezde bulunuyordu. Bu haliyle fıkıh insanları doğrudan etkileyen normatif sonuçları ile geçerli tek hukuki yapıyı oluşturuyordu. Bu sonuçlar devletin düzenlenmesinden sokağa çeki düzen verilmesine kadar çok geniş bir alanı kapsarken insanların birbirlerine, tabiata ve Allah’a karşı olan sorumluluklarını tespit ediyordu. Fıkhın bu işlevini yerine getirebilmesi için kaynaklarını doğru bir şekilde okuması gerekir. Bunun için de öncelikli olarak ilk kaynağını yorumlamada tefsire ihtiyaç duyuyordu. Tefsir ayetlerinin içerisinde bulunduğu hem metinsel bağlamı hem de tarihsel bağlamı içerisinde söylendiği andaki anlamını tespit ederken fıkha onu anlama noktasında riayet edeceği ana çerçeveyi sunuyordu. Bundan sonrasını ise ayetlerden doğru hükümleri çıkarmak adına fıkıh ehline bırakılıyordu. Denilebilir ki: Tefsir söz konusu ayeti Peygamber’in ve Ashabın bu ifadeyi nasıl anladığına ve uyguladığına dair nakillerle ve ayet hakkındaki kıraat, linguistik, ve gramer bilgilerini vererek ele almıştır. Ancak onu bağımsızlaşmış ve umum ifade eden bir lafız kabul ederek, ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh tarafından gerçekleştirilmiştir. Nitekim Taberi yaptığı işin bilincinde olduğunu gösteren bir tutumla ayetin fıkhi açıdan ele alınışını Kitabu’a Serika isimli eserinde yaptığını ve tefsirinde bunu vermeyi doğru bulmadığını belirtmektedir. Böylece İslam bilimleri geleneğinde Kuran’ın yorum süreci, Tefsir ile ilk neslin tarihsel bağlamından başlatılmış olmaktadır. Tefsir, Fıkıh ve Kelam disiplinleri, İslam geleneğinde kaynakları yorumlama sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını oluştururlar. Tefsir klasik dönemde, bütün bir dini ilimler silsilesinin bir parçasıydı ve bu bütün içinde işliyordu. Çağdaş dönemde klasik dönemdekinden farklı bir Kuran tanımının gelişmesi İslam bilimlerine ve özellikle Tefsir’e de farklı bir işlev yüklenmesi çabasıyla birlikte gelişmiştir.[21] Bu değerlendirme bize ilimler arasındaki görev dağılımını yansıtması bakımından önemlidir.

İslami ilimler yaklaşık yedi yüzyıllık bir süreçte bahsettiğimiz gelişim aşamalarını tamamlamış ve bir medeniyete temel teşkil edecek düşünce yapısını oluşturmuştu. Bu süreçte tefsir, hadis ve fıkhın dışında kelamın rolüne de biraz değinmekte fayda var. İslam dünyasının başka itikâdî yapılarla yaşadığı krizleri çözme işlevini kelam üstlenmiştir. Fıkhın oluşturacağı normatif yapının toplumda bir karşılığının/bağlayıcılığının bulunması gerekiyordu. Bunun için de Kur’an’ın istediği teslimiyetin ve Allah, peygamber, ahiret gibi temel konularda kafaların net olması gerekiyordu. İttifakla bilindiği üzere Gazali’nin çalışmaları ile kelam ilmi gereken bu itikadi yapının ehl-i sünnet çatısı altında olgunlaştırdı. Bu yolla İslam öz inanç yapısını büyük oranda korumuş olmayı amaçlayarak kendi hukuki zemininde varlığını sürdürmeye devam etti.            

SONUÇ: İslami ilimlerin üç önemli şubesini konu aldığımız bu çalışmamızda tarihsel sürecin önemli kilometre taşları olan tartışmaları konu almaya çalıştık. Kastımız bu yolla tarihin akışı içerisinde bir kaynaktan, kitabın ve hikmetin öğretilmesi ve arınma, neşet eden ilimlerin zaman içerisinde birbirinden nasıl ayrıldıklarını ya da birbirleri ile nasıl bir araya geldiklerini göstermekti. İslami ilimler konu aldığımız süreç içerisinde toplumsal yapıyı peygamberin olmadığı şartlar içerisinde Allah’ın nizamına uygun olarak sürdürmek adına fıkhı inşa etmişti. Fıkıh kaynakları itibariyle tartışmaya açılmış ve hadisçilerle rey ehli arasında yaşanan kaynak tartışması Şafi’nin müdahalesiyle sünnetin kapsamı itibariyle tespiti ve kaynaklarının toparlanması ile yerini bir uzlaşıya bırakmıştır. Bu sürecin paralelinde tefsir ilmi kaynaklarını derlemeye devam etmiştir. Fıkhın ihtiyaç duyduğu yorum metodunu oturttuktan sonra da kaynaklarla irtibat en olgun halini almıştı.

            Umut ediyoruz ki bu yapı ile yaşanan son yüz yıllık kopuş tarihsel süreç içerisinde kendisini anlamlandıran tahlillerin el vermesiyle giderilir ve İslami ilimlerin toplumun düşüncesinde hak ettiği yere gelmesinin önü açılmış olur.

           

 

KAYNAKÇA:

CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsri Usulü, AÜİF Yay., Ankara 1971

HAMİDULLAH, Muhammed, “Usûl al-Fıqh’ın Tarihi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt-II cüz -1, İstanbul 1956

__________________________, “Hz Peygamber Zamanında Hadis Tedvini”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, III-IV, Ankara 1955

İBN HALDUN, Mukaddime, Beyan Yayınları, İstanbul 2009

KOÇ, M. Akif, “Tefsir Rivayetlerinin Güvenirliklerini Belirleme Amacıyla Herbert Berg Tarafından geliştirilen Uyum Teorisi Üzerine”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,  XLV, Ankara 2004

LAPİDUS, Ira, İslam Toplumları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2010

PAÇACI, Mehmet, Çağdaş Dönemde Kuran ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yayınları, İstanbul 2008

SCHACHT, Joseph, İslam Hukuna Giriş, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1977 Ankara

SEZGİN, M. Fuad, Buhari’nin Kaynakları Hakkında Araştırma, Kitabiyat Yayınları, Ocak 2001, Ankara

_______________,  “İslam Tarihinin Kaynağı Olmak Bakımından Hadis’in Ehemmiyeti”, İÜEFY İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt-II cüz-1, İstanbul 1956

WATT, W. Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Umran Yayınları, Ankara 1981



[1] M. Fuat Sezgin, Buhari’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar, Kitabiyat Yay, Ankara 2001, s.24

[2] Muhammed Hamidullah, “Hz Peygamber Zamanında Hadis Tedvini”, AÜİFD, III-IV, Ankara 1955, s.5

[3] Fuat Sezgin, Buharinin Kaynakları, s.28

[4] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, AÜİFY, Ankara 1971, s.242

[5] M. Akif Koç, “Tefsir Rivayetlerinin Güvenirliklerini Belirleme Amacıyla Herbert Berg Tarafından Geliştirilen Uyum Teorisi Üzerine”, AÜİFD, XLV-II, Ankara 2004, s.54

[6] Ira Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, İletişim Yay., İstanbul 2010, s.161

[7] Ira Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, s.161

[8] Ira Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, s.161

[9] Joseph Schacht, İslam Hukukuna Giriş, AÜİFY, Ankara 1977, s.46

[10] Joseph Schacht, İslam Hukuna Giriş, s.41

[11] Muhammed Hamidullah, “Usul’al-Fıqh Tarihi”,İÜEF İslam Tetkikleri Dergisi, II-I, İstanbul 1956, s.5

[12] İbn Haldun, Mukaddime, Dergah Yay., İstanbul 2012, II/803

[13] Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, s.162

[14] Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Umran Yay. Ankara 1981, s.323

[15] Joseph Schacht, İslam Hukuna Giriş, s.46

[16] Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.325

[17] J. Schacht, İslam Hukuna Giriş, s.41

[18] Mehmet Paçacı, Çağımızda Kuran’a ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yay., İstanbul 2008, s.117

[19] Paçacı, Çağımızda Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?, s.116

[20] Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.327

[21] Paçacı, Çağımızda Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?, s.117-118 




0 Yorum - Yorum Yaz


ADI                 :KERİM

SOYADI         :ENDEZ

ÖDEV             :TEFSİR,HADİS,FIKIH TARİHLERİ HULASASI

BÖLÜMÜ       :BİRLEŞİK DOKTORA

DÖNEM         :2014/2105 GÜZ

ÖĞR.NO        :14952705

TEFSİR TARİHİ ÖZETİ

Hz.Peygamber'in (sas) Kur'ân'ı Tefsiri:

Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî kitabı insanlara vahiy sure­tiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamberin de O'nu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir. Çün­kü Kur'ân-ı Kerim'deki hakikatlan bize en iyi öğretecek, bizzat kendi­sine kitap gelen seçkin zât Hz. Peygamber'dir (sas). O, Kur'ân tefsi­rinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân O'na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakım­dan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. Bu sebepledir ki, Kur'ân kendisinin tefsir edilmesini yine evvelâ kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, islâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur.

a. Hz. Peygamber'in Tefsirinin Özellikleri:

Hz. Peygamber'in tefsiri, Kur'ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsîs, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan etme, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hale getirme, edebî incelikleri muhtevi âyetlerin maksadını bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder.

 b.Hz. Peygamber'in (sas) Tefsirinin Önemli Kısımları ve Bu Kısımlara Dair Misaller

 1.Kur'ân'ı, Kur'ân'la Tefsiri:

İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır." (En'âm, 6/82) âyeti inince, "İçimizde nefsine zulmet­meyen kim var?" diyerek, bu durum Resûluîiah'ın (sas) asha­bına ağır gelmişti. Bunun üzerine ResûluUah (sas) dedi ki: "Zannettiğiniz gibi değil, buradaki zulüm Lokman'ın oğluna dediğidir: Evladım sakın Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk el­bette büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13)Böylece Peygamberimiz (sas), başka bir âyete dayanarak, umumî bir mânâyı tahsis etmiş ve yanlış anlamanın önüne geçmiştir.

2.Mücmeli Beyan Etmesi:

Hırsızlık yapanlar hakkında Kur'ân'da "Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri bir suça karşılık ve Allah tara­fından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesi­niz." (Mâide, 5/38) buyurulur. Âyette umumî olarak zikredilen hırsızlığın, cezalandırmaya müstahak olan sınırını, ResûluUah Efendimiz (sas) şöyle tahsis ve tebyîn etmiştir: "Çeyrek dînar veya daha fazla miktar çalanın eli kesilir."

3.Kur'ân'ın Mânâsını Tekit Suretiyle Beyanı:

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kur­ban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulaşınız!" (Mâide, 5/90) âyeti nazil olunca Resûlullah Efendimiz (sas): "İçki haram edildi.”demek suretiyle, âyetin ihtiva ettiği hük­mü tekit ederek açıklamıştır.

4. Umûmu Tahsis Etmesi:

"Zina eden kadın ve er­keğin her birine yüz değnek vurun." (Nûr, 24/2) âyetinde zina eden herkese yüz değnek vurulması umumî olarak emredilmiş, Peygamber Efendimiz (sas) bu emri; bekârlara tahsis etmiş, evli olan erkek ve kadın için ise recm cezasını tespit etmiştir.

5.Mutlakı Takyit Etmesi:

Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikap ettikleri suça bir karşı­lık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellrini kesiniz." (Mâide, 5/38) âyeti mutlak bir âyettir.Yani hırsızın hangi elinin ve nereden kesileceğini belirtmemiştir. Ayetteki bu mutlaklık, sünnet tarafından "sağ elin bilekten kesi­leceği" şeklinde takyit edilmiştir, kayıtlanmıştır.

6.Müşkili Tavzih Etmesi:

“Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlan acı bir azabın beklediğini müjdele!" (Tevbe, 9/34) âyeti nazil olunca, bu müslümanlara ağır geldi. Çünkü bu âyetin mirasa mani olduğunu sanmışlardı.Ömer b. el-Hattâb Müslü­manları temsilen Peygamber Efendimiz'den (sas) açıklamada bulunmasını istedi. Peygamberimiz (sas) de: "Allah zekâtı sa­dece mallannızm geriye kalan kısmını temizlemek için farz kıl­mıştır. (Ölümünüzden) sonraya bırakacağınız mallarda ise mi­rası farz kılmamıştır." buyurdu. Böylece bu âyetin meşru yollardan kazanıp biriktirmeye mani olmadığı, âyet-i kerimedeki tehdidin ancak mallannın zekatnı vermeyenler hakkında ol­duğu anlaşıldı.

7.Mübhemi Beyan Etmesi:

"Namazlara, hele salat-ı vustaya dikkat edin ve kalkıp huşu ile Allah'ın divanında durun." (Bakara, 2/238) âyetindeki "es-Salâtu'l-vustâ"nın ikin­di namazı olduğu Peygamberimiz (sas) tarafından bildirmiştir.

8.Neshi Beyan Etmesi:

Tevbe sûresi 36. Âyetin,Bakara sûresi 217. âyeti neshettiğini şundan anlaşılmıştır ki; haram ayların bir kıs­mında, Resûlullah Efendimizin (sas) Huneyn'de Hevâzin ile, Tâif'te Sakîf kabilesiyle savaştığı ve Ebû Amir'i, oradaki müş­riklerle savaşmak üzere Evtâs'a gönderdiği hususundaki haberler meşhur olmuştur. Bu vak'a Şevval ve Zilka'denin bir kıs­mında olmuştu ki, bunlar haram aylardandır. Böylece malûm olur ki, bu aylarda savaşmak haram olsaydı ve bu iş günah sayılsaydı, Resûlullah Efendimiz (sas) bu fiili işlemekten en uzak duran insan olurdu."

9.Amelî Olarak Tefsir Etmesi:

Peygamber Efendimiz (sas) "Şayet size selam verilirse, siz de ondan daha güzel bir tarzda selamı alın, en azından veri­len selâmın misli ile karşılık verin!" (Nisa, 4/86) âyetini amelî olarak göstermiştir.

10.Lügavî izahlarda Bulunması:

O tövbe edenler, o ibadet edenler, o hamd edenler, oruç tutanlar, o rükû eden­ler, o secdeye kapananlar..." (Tevbe, 9/112) ayetindeki "sâihûn" kelimesinin hangi mânâya geldiği sorulunca Resûlullah (sas): "Oruç tutanlar." demek olduğunu söylemiştir.

11 .Tavsîf Ederek Açıklaması:

"Hâsılı, Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm'a açar." (En'âm, 6/125) âyeti nazil olunca Resûlullah Efendimiz (sas) buyurmuş ki: "Nur kalbe girince genişler ve açılır." Sordular: "Bu hâlin (dışarıda) görünen bir alâmeti var mıdır?" Efendimiz (sas): "Ebediyet yur­duna yönelmek, aldanma diyarından uzaklaşmak, ölüm gelme­den önce ölüme hazırlanmaktır." buyurmuştur.

12.Temsillerle Açıklaması:

Câbir b. Abdullah anlatıyor: Bir gün Resûlullah (sas) yanı­mıza gelip şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki Cebrâîl baş ucum­da, Mîkâîl ayaklarımın yanında durup biri öbürüne diyor ki: "Şu zat hakkında bir mesel irâd et." Bunun üzerine şöyle dedi: "Ku­lağın işitsin, kalbin de iyice anlasın ki, seninle ümmetinin duru­mu şuna benzer: Bir hükümdar, bir mülk edinir, sonra da orada bir mesken bina ettirir, daha sonra da orada bir ziyafet tertip eder. Müteakiben bir elçi göndererek halkı ziyafete davet eder. Onlardan bir kısmı elçinin davetine icabet, bir kısmı ise onu terk eder. İşte Yüce Allah, o hükümdar; mülk, İslâm; mesken. Cen­net; ve sen de ey Muhammed (sas) elçisin. Senin tebliğine kulak veren, İslâm'a girer; İslâm'a giren de Cennet'e girer; Cennet'e giren de oradaki nimetlerden istifade eder."  Bu mesel ile "Allah ınsanlan esenlik ve mutluluk ülkesine davet eder ve dile­diği kimseleri doğru yola iletir." (Yûnus, 10/25) âyeti açıklanmış olmaktadır.

D. Sahâbe Devrinde Tefsir

sahabe efendilerimiz tefsirde şu metodu izle­mişlerdir:

1.Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri,2.Kur'ân'ın sünnetle tefsiri,3.Kendi re'y ve içtihatları ile yaptıklan tefsir.

a. Sahabe Tefsirinin Özellikleri:

Sahabe döneminde Kur'ân'ın bütünü, bugünkü mânâda tef­sir olunmamıştır. Onlar, vahiy ve nüzul döneminde yaşadıkları için, Kur'ân'dan sadece kendilerine muğlak olanları tefsir etme ihtiyacı duymuşlardır.

sahabenin tefsirinde fıkhî hüküm istinbâtı nâdirdir.Ashabın akidesi temizdi ve itikâdî konularda ihtilafları yoktu. Istikâmetlerindeki aynılık ve fikirlerinin birbirine yakınlığı sebe­biyle Kur'ânî mânâları anlamada ihtilafları çok azdı. Buna bağlı olarak tefsirleri de kelâmî görüşlerden uzaktı.Temel karakter olarak sözlü rivayete dayanması ve baştan sona ayet ayet bütün Kur'ân'ın tefsir edilmeyip sadece zama­nına göre müphem ve mânâsı kapalı bulunan ayetlerin tefsirini ihtiva etmesine bakılarak Peygamberimiz (sas) ve Sahabe dö­nemleri "Tefsirin Birinci Merhalesi" kabul edilmektedir.

b. Sahabe Tefsirinin Bağlayıcılığı:

İçtihat edilmesi mümkün olmayan yerler ve sebeb-i nüzul ile ilgili konularda sahabeden gelen tefsiri almak şarttır.Fikir yürütülmesi ve içtihat edilmesi mümkün olan yerlerde Resûlullah'a (sas) isnat edilmediği takdirde sahabe sözü mev­kuf kabul edilir. Böyle bir tefsirin bağlayıcılığı hususunda ihtilaf vardır.

Sahabeden, Kur'ân tefsirine dair en çok rivayette bulunan ve tefsir alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:

a. Alib.EbîTâlib (40/660).

b. Abdullah b. Mes'ûd (32/652).

c.Ubeyyb.Ka'b (30/650).

d. Abdullah b. Abbâs (68/687).

e. Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664). f.Zeydb. Sabit (45/665).

g. Abdullah b. Zübeyr (73/692).

E. Tâbiûn Devrinde Tefsir

1. Mekke Medresesi/Ekolü:

Bu medrese/ekol, Mekke'de te­sis edilmiş bir ekoldür. "İlim denizi" ve "Tercümânu'l- Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah b. Abbas (v. 68/687) tarafından kurulmuştur.Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır: Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v. 103/721), İkrime (v. 105/723), Atâ b. Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan (v. 106/724).

2.  Medîne Medresesi/Ekolü:

Medine medresesi, Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurul­muştur. O'nun tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eşlem (v. 136/753), doğrudan veya dolaylı biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.

3. Irak (Küfe) Medresesi/Ekolü:

İbn Mes'ûd'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm âlimleri, İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu medreseyi/ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek O'na "Irak Re'y Ekolü" ismini vermişlerdir.Mesruk b. el-Ecda' (v. 63/683), Esved b. Yezîd (v. 75/694), Mürre b. el-Hemedânî (v. 90/708), Âmir eş-Şa'bî (v. 103/721), Hasan Basrî (v. 110/728), Katâde b. Diâme (v. 117/735), İbra­him en-Nehaî, İbn Mes'ud'tan ilim alarak yetişmişler ve tefsir alanında ün kazanmışlardır.Tabiîler, tefsiri sahabeden ya işittikleri şekilde nakletmişler, ya da kendi içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Bu arada İsrâiliyyat denilen hareket de tefsire girmiştir. Aslında sahabe devrine kadar indirilebilecek bu hareket tabiîler devrinde arta­rak devam etmiş, Yahudî, Hıristiyan ve diğer kültürlerden gelen rivayetler tefsir kitaplarına girmiştir.

a. Tâbiûn Tefsirinin Özellikleri:

Sahabe Tefsiri, kendilerine mânâsı kapalı gelen ayetlerle sı-nıriı kalmışken, tabiîler döneminde Kur'ân'ın bütünü tefsir edil­meye başlanmıştır. Yine Sahâbe'nin yaptığının aksine, ayetlerin icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip gerektiğinde kelimeler de tefsir edilmiştir. Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken, istinbat ve istidlal yoluyla âyetlerden hü­kümler çıkartılması sebebiyle, âyetlerde geçen bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir. Lügat müfredatının yanında târihî bilgiler, fıkhî şerhler ve gayb âlemini tasvîr mahi­yetinde açıklamalann yapılması da sahabe döneminde fazlaca görülmeyen, tâbiûna ait tefsir özelliklerindendir.Tabiîler ara­sındaki anlayış farklılığının çokluğuna bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu ihtilaflar neticesinde mezhebî ihtilafların tohumları da bu dönemde atılmış olmaktadır.

b. Tâbiûn Tefsirinin Bağlayıcılık Değeri:

Tâbiûn Kavlinin, tefsir açısından değeri, kabulü veya reddi konusunda farklı görüşler ve deliller ileri sürülmüştür.Tefsircilerin çoğunluğunun görüşü, Tâbiûn Tefsirinin hüccet olarak kabulü yönündedir.

F. Tâbiûn Devrinden Sonraki Tefsir:

Sahabe ve tâbiûn rivâyetleriyle başlayan tefsir ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsir ilmini, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat mütea­kip asırlarda rivayet tefsirinin yanı sıra dirayet tefsiri de geliş­meye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilmin­den bağımsız olarak tefsirler meydana getirilmiştir. Sözlü rivayet karakterinden dolayı Hz. Peygamber ve sahabe dönemine "tefşirin birinci merhalesi"; hadisin bir cüzü olma özelliği sebebiyle tabiîler dönemine "tefsirin ikinci merhalesi" denilmiştir. Etbau't-tâbiîn döneminde müstakil yapıya kavuştuğundan bu devre de "tefsirin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir.

Tefsirin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't- Tabiîn döneminde her bir ayet, mushaf tertibi gözetilerek tefsir edil­miştir. Ancak bu tarzdaki ilk tefsirin hangisi olduğu hususunda ittifak sağlanmış değildir. İlk müstakil tefsir yazanın "Meâni'l-Kur'ân" adlı eseriyle Ferrâ (v. 207/822) olduğu öne sürülmüşse de bu görüş kabul edilmemektedir. Tâbiûndan Said b. Cübeyr, Mücâhid ve İkrime'nin tefsirlerinin de Kur'ân'm tümüne şâmil olmadığı düşünülürse bu konuda ilk tefsir yazanın Mukâtil b. Süleyman (v. 150/767) olduğu görüşü ağıriık kazanmaktadır. Bu arada en eski matbu Kur'ân tefsirinin de Süfyânü's- Sevrî (v. 161/778)'nin olduğu bilinmektedir.İlk tefsirlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî ve İbn Ebî Hâtim'in tefsirleri, bu eski tefsirleri koruyan tefsirler koleksiyonu sayılmışlardır.

G. Tefsir Faaliyetinin Gelişmesi ve Tefsirlerin Tedvini:

Emevîler'in son dönemiyle Abbâsîlerin ilk döneminde Hz. Peygamberin hadîsleri tedvîn edil­meye başlandı. Hadîslerden muhtelif konular ayrı bablar altında toplanıyor ve tefsir konusu da bu hadîs mecmuaları içerisinde ayrı bir bölüm olarak yer alıyordu. Henüz sûre sûre, baştan sona Kur'ân tefsiri mevcut değildi. Peygamberimizden veya sahabe ya da tâbiûndan rivayet edilen Kur'ân âyetlerinin tefsir­leri hadîs imamlarının derledikleri mecmualar içerisinde yer alıyordu. Ancak bu mecmualarda tefsir yalnızca "kitâbu't- tefsir" adıyla bir bölüm halinde mevcut idi. Ve kendilerinden önce geçen zevatın tefsirlerinin aktarılma­sından öteye geçmiyordu. Ayrıca yazıya geçirilen bu nakiller Kur'ân'in tamamını ihtiva etmiyordu. Bunlar daha ziyade Pey­gamber Efendimizin (sas) herhangi bir vesile ile yapmış olduğu tefsir, ya da âyetlerin iniş sebepleriyle ilgili sahabenin müşahede ve duyduklarına dayanan rivayetlerden ibaretti.

Tefsirlerin Tedvini:

Bir müddet sonra bir adım daha atılarak tefsirler ayrı mec­mualar halinde derlenmeye başlandı ki, buna tedvîn denilmek­tedir. Tedvîn sözlükte; "bir araya getirmek, toplamak ve cem etmek" gibi mânâlar ifade etmektedir. Terim olarak anlamı ise; "ilk devirden itibaren gelen tefsir rivayetlerini muntazam bir şekilde bir kitapta toplamak" demektir. Kur'ân'daki her âyetin tefsiri ile ilgili Hz. Peygamberden (sas) ve ashaptan nakledilen rivayetler yine mushaftaki sırasına göre tanzim edilerek ilk tefsir mecmuaları meydana getirildi. Bunlar arasında bilhassa İbn Mâce (v. 273/886), İbn Cerîr et-Taberî (v. 310/922), Ebû Bekir ibn Münzir en-Neysâbûrî (v. 318/930), İbn Ebî Hatim (v. 327/938), İbn Hibbân (v. 369/979), Hâkim (v. 405/1014) ve Ebû Bekir ibn Merdûyeh (v. 410/1019) gibi değerli tefsir âlim­leri bulunuyordu. Ve bu tefsirler de yine Hz. Peygamberden, ashaptan, tâbiûndan ve tebe-i tabiînden nakledilmiş olan riva­yetlerin isnatlar halinde aktarılmasından ibaretti. Kısacası riva­yet tefsiri idi. Yalnızca İbn Cerîr et-Taberî nakledilen rivayetleri zikrettikten sonra kendi tercihini belirttiği gibi bazı yerlerde gra­mer ve i'râbla ilgili bilgiler de veriyordu. Ayrıca âyetlerden çıka­bilecek hükümleri de zikrediyordu.Böylece ilk rivayet tefsirleri ortaya çıktı.

 Müfessirleri kronolojik sıra ile beş tabakaya ayırabiliriz:

I. Tabaka: Sahâbîler. En başta Hulefâ-i Râşidîn gelir.

II. Tabaka: Tabiîler. İbn Teymiye'nin değerlendirmesine gö­re, tefsir hususunda, tabiîlerin en mühimi Mekkelilerdir. Bunlar İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

III. Tabaka: Bu kategoriye girenler, tefsir kitaplarını te'lif et­meye başlayanlardır.Bunlar, bir ayetin tefsirine yarayacak sahabe ve tabiîlerden olan bütün rivayetleri sened ile birlikte zikretmektedirler.

IV. Tabaka: İbn Cerîr et-Tabarî, İbn Hibbân, İbnü'l-Münzir v.s..

V. Tabaka: Ebû Ca'fer en-Nehhâs, Ebû Ali el-Fârisî v.s.

Dördüncü tabakadan itibaren, artık tefsir, hadisten ayrılıp müstakil bir ilim haline gelmeye başladı. Böylece mushafın tertibine göre sıra ile âyet âyet tefsir yapmak âdet oldu.

Tefsir İlminin Dönemleri:

Birinci Dönem: Tefsirin Temellerinin Atıldığı Merhale:Bu merhalede tefsir ilminin temelleri atılmaya başlanmıştır. Bu dönem, Peygamber Efendimizin (sas) en hayırlı insanların yaşadığı asır dediği; Sahabe, tâbiûn ve tebe-i tabiîn asrıdır.

Bu dönemde tefsir ile meşgul olanların üzerinde durduğu iki önemli husus vardır:

1.Rivayet tefsiri: Ayetlerin, diğer âyetlerle, hadis ve sahabe sözüyle tefsiri.

2.Lügavî açıklamalar:âyette geçen garip kelimelerin -genellikle şiirden delil getirilerek- açıklanmasıdır.

İkinci Dönem: Tefsirin Müstakil Bir İlim Olduğu Merhale:Sağlam bir temel üzerine oturan tefsir, hicrî üçüncü asırda İbn Cerîr et-Taberî'nin Kur'ân'ın başından sonuna kadar tam bir tefsir yazmasıyla müstakil bir ilim haline gelmiştir.İmam Taberî, hem lügavî izahlar, hem de rivayet üzerinde durdu. Bunlara ilâveten de, kendi gö­rüşlerini ve tercihlerini de zikrederek tefsirde yeni bir metot or­taya koydu. Ayrıca Kur'ân'ı, Fatiha sûresinden Nâs sûresine kadar sûre sûre ve âyet âyet tefsir etti. Kendisinden önceki tefsir rivayetlerini eserinde toplayarak adetâ bir tefsir koleksiyonu meydana getirdi. Böylelikle tefsirde önemli bir dönemi başlat­mış oldu. Bundan dolayı da kendisine İmamu'l- müfessirîn de­nilmiştir.

Üçüncü Dönem: Tefsirin Gelişme Merhalesi:Herkesçe bilindiği gibi, İslâmiyet, doğduğu Arap yarımadası sınırlan içerisinde kalmamıştır. Genişleyen fütuhatla veya başka yollardan Arap olmayan unsurların da müslümanlar arasına katılmasıyla ve insan tefekkürünün gelişmesi, hâdiselerin ço­ğalması ve bunların izahının Kur'ân nass'larının ışığında yapıl­mak istenmesi, tefsirin boyutlarının genişlemesine sebep ol­muştur. Böylece nakle dayanan rivayet tefsiri veya me'sur tefsi­rin yanında akla dayanan dirayet tefsiri veya ma'kûl tefsir de gelişmeye başlamıştır.Kur'ân'ın, lügat, belagat, edebiyat, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden tefsirleri meydana getiril­miş, bu çeşitli yönlerdeki tefsirlerde çeşitli usûller ortaya çıkmış­tır. Her bir müfessir, hangi ilim dalında mütehassıs ise, Kur'ân'ı o yönüyle tefsir etmiştir.Bu merhale, hicrî dördüncü asırla, yani İbn Cerîr et-Taberî'nin vefatıyla başlayıp, miladî 19. asra kadar devam etmiştir.

Dördüncü Dönem: Tefsirde Yeni Merhale:İslâm'ın ilk beş-altı asrından sonra zamanla içtimaî hayatta mukallitlikten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun meydana gelişinin, tefsir ilminde de bir donukluk meydana getirmesi tabii idi. Birkaç asırdan beri Avrupa'da meydana gelen fikrî ve ilmî hareketler, İslâm âleminde de bir uyanma hareketi meydana getirmişti. Birçok İslâm ülkesinde bilhassa Mısır ve Hindistan'da ilim adamları harekete geçerek, yeni görüş ve anlayışla, ilmin de ışığı altında diğer ilimlerde olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim tefsi­rinde de yeni ufuklar açmışlardı. Hiç şüphesiz miladî XIX. asır, müslümanlar arasında dinî hareketlerin canlandığı bir asır oldu. İlim adamları tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe bir son vermeye çalıştılar. İslâm dininin, ilme karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni metot ve usûllere tevessül ettiler. Tefsir ilmi açısından bu asra, tecdit asrı da denilebilir. Tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe son vermeye çalışan müfessirlerin başında Muhammed Abduh gelmektedir. Abduh, aklî ve içtimaî tefsir ekolünün kurucusu olarak kabul edilmekte­dir. Bu ekolün en belirgin özelliği, Kur'ân'ı tefsir ederken O'nun hidayet yönünü tefsire konu edinmesidir. Kur'ân, toplum için inmiştir, bu yüzden tefsir edilirken çağın içtimaî problemleri Kur'ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır. Yani tefsirin konusu insan, insanın hidâyeti, içtimaî meseleler olmalıdır. Bu eğilime İçtimaî Tefsir Ekolü denilmesinin sebebi de budur. Yap­tıkları tefsirlerde, akla fazla önem verdiklerinden dolayı da Aklî Metot denilmiştir.

FIKIH TARİHİ ÖZETİ

1.DEVRE:Hz. Peygamber Devri (Fıkhın Doğuşu)Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke devri ve Medine devri.

A- MEKKE DEVRİ: Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.

B- MEDİNE DEVRİ:genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.

1- Fıkıh Kaidelerinin Ortaya Çıkış Şekli:

a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler oluyor, yahut da sahâbeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevkeden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya âyet nâzil oluyor, veya hüküm ve mâna Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbüyle hüküm açıklıyordu (Sünnet). Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarına bırakılıyordu.

b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual veya problem bahis mevzûu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri' (kaideyi vazeden) takdir ediyordu.

2-Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:bu özelliği (celb-i menâfi', def'i-mefâsid) şeklinde hulâsa etmek mümkündür. Buna kısaca "maslahata riâyet" de denir. Şimdi sıralayacağımız hususiyetler bu esasın çeşitli görünüşleridir:

aa)Zamaniçindetedrîc: Bundan maksad hükümlerin bir an ve zaman içinde değil, uzun bir zaman içinde arka arkaya gelmiş olmasıdır.
ab) Hükümler içinde tedrîc: Mükellefiyetler hep birden gelmediği gibi gelenler de zamanla tekemmül etmiş, istidat ve intibak kazanıldıkça tamamlanmış ve arttırılmıştır. Meselâ: Namaz önce sabah ve akşam iki vakit iken sonra beş vakit olmuştur.

b) Kolaylık: Bu devir hükümlerinde göze çarpan bir hususiyet de kolaylıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ'nın kullarına güçlük çıkarmak istemediği, kolaylık ve hafiflik istediği açıkça ifade edilmiştir.

c) Nesih: Nesih, daha sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu devrede bazı âyet ve hadîsler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti ilk müslümanları tedrîcen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır.

2.DEVRE:SAHÂBE DEVRİ (Fıkhın Gelişme Çağı)Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna (41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar uzanır. Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder. Gerek râşid halîfeler gerekse Emevîler devrinde fıkhî hayata yön veren sahâbedir; bu sebeple iki iktidar devrini aynı daire içinde ele almak uygun olacaktır. Ancak iktidarın fıkha tesiri bakımından mevcut farkı belirtmek için bahis, iki ayrı alt bölüm içinde verilecektir.

A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına terketmesiyle sona erer.
2-Hüküm Kaynakları:Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu.
Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında- istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdîi ctihadlar(re'y)ise başkalarını bağlamıyordu.Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.

3- İctihad ve İftâ Bakımından Sahâbe:Verdikleri fetvâ sayısı bakımından sahâbe fukahâsı üç guruba ayrılmıştır. Bunlardan birinci gurupta Ömer, Alî, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbâs, Zeyd b. Sâbit, Âişe vardır; İbn Hacer'in, İbn Hazm'den naklettiğine göre bu zevatın her birinin verdiği fetvâ birer büyük cilt kitaba konu olacak miktardadır. Bu yedi fakih arasında fetvâsı en çok olan da İbn Abbâs'tır. İkinci gurupta yirmi sahâbî vardır: Ebû-Bekr, Osmân, Ebû-Mûsâ, Muâz b. Sa'd, Ebu Hureyre, Enes, Abdullah b. Amr, Selmân el-Fârisî, Câbir b. Abdullah, Ebû-Sa'îd el-Hudrî, Talha b. Ubeydullah, ez-Zübeyr b. el-Avvâm, Abdurrahmân b. Avf, İmrân b. Husayn, Ebû-Bekra, Ubâde b. Sâmit, Mu'âviye b. Ebî-Süfyân, Abdullah b. ez-Zubeyr, Ummu-Seleme. Bunların her birinin verdiği fetvâ bir küçük cilt tutacak kadardır. Üçüncü gurupta yer alan yüz yirmi kadar sahâbînin verdikleri fetvânın tamamı bir cilde sığacak miktardadır.

4- Sahâbe Devrinde Hüküm ve İctihad Prensipleri:
a)
Sahâbe ictihadın kapısını açmış ve bunu teşvik etmiştir.

b) Sahâbe, ictihad ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin telâkkî etmemiş, Kitâb ve sünnete nisbet eylememiş, bu iki kaynağa dayanan hükümlerden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir.

c) Bu devirde nazarî ictihad ve teşrî faaliyeti başlamamıştır. Onların teşrîî faaliyetleri tatbîkîdir. Hâdise meydana gelince hükmü araştırılır ve bulunur. Vukuundan önce hâdise ve meselelerin hükmüyle meşgul olunmaz.
d) Zamanın ve hüküm mesnedlerinin (illet) değişmesi sebebiyle hükümleri de değiştirmişlerdir.

e) Kitâb ve sünnetin meşrû kıldığı, izin verdiği bazı hususları, kötü neticelerin önlenmesi için menetmişlerdir.

f) Sahâbe meşrû nizamı korumak ve hukuku muhâfaza etmek için bazı nasların zahirini terketmek veya tahsis ve tamim (genelleştirme) yoluna gitmişlerdir.

5- Sahâbe Devrinde İhtilâf:karşılaştıkları problemlerin üzerine eğilen sahâbe müctehidleri bazı hükümlerde ihtilâf etmiş, farklı görüş ve neticelere varmışlardır. Sonraki devirler için de geçerli olan ihtilaf sebeblerini şöylece sıralamak mümkündür:
a) Fetihler ve çeşitli vazifeler sebebiyle Medîne'den uzakta bulunan sahâbenin kendileri
yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri.

b) Hadisi sağlam bir kaynaktan elde etmemiş olmak

c) Farklı anlamaları: Âyetler, hadîsler söz, fiil ve takrîrdir. Bunların mânası ve hükümlerinin kesin veya ihtiyarî oluşu bazı mesele ve durumlarda müctehidlerin anlayışına bırakılmıştır. Anlayış beşerîdir; bunda farklılık olması tabîîdir.

d) Yanılma veya unutmaları: Sözü tesbit etme veya anlama konusunda hatâlar vâki olduğu gibi bazı hüküm ve kaidelerin unutulması da farklı ictihad ve reylere sebep teşkil etmiştir.

e) Birbirlerine aykırı görünen nas ve  hükümleri çeşitli şekillerde telif etmeleri:

6- Mezhebler: Sahâbe müctehidleri yukarda sıraladığımız sebeblerle, fıkhî meselelerin bir kısmında ihtilâf etmiş olmakla beraber halk grup grup bunlardan birine bağlanıp diğerini terketmediği için bu devirde -dinî/sosyal kurumlar olarak- mezhepler doğmamıştır.

8- Fıkıh Bakımından Devrin Özellikleri:

a) İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır.
b) Daha sonraki devre nisbetle yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır.

c) Bilhassa ilk dört halîfe zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Bu sebeple sahâbe devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; halbuki daha sonraki devirde fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve derinleşmeye yüz tutmuştur.
d) Kitâb ve Sünnet'in gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların otoritesi, sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim bulunuyordu.

e) Bilhassa Hz. Osmân zamanına kadar şûrâ üyelerinin Medîne'den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahâbe halîfenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hasıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu. Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm dünyasına dağıldıkları, hem de ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve ilim dışında faktörler karıştığı için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı müctehidlere göre imkânsız hale geldi.

9-Tedvîn:Müsteşriklerin ısrarlı inkârlarına ve sistematik menfî yorumlarına rağmen son zamanlarda yapılan araştırmalar ve özellikle Prof. Dr. Fuat Sezgin'in araştırmaları, diğer İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıh sâhasında da tedvînin; yani fıkhın yazıya geçirilmesinin sahâbe devrine, hattâ nüve olarak Rasûlullah devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugünki mânada risâlelerin (küçük kitapların) telîfi sahâbe devrinin sonlarında başlamış ve Emevîler devrinde gelişmiştir. Ancak bunlara da kaynak olan fıkıh yazıları daha önce gerçekleşmiştir. Prof. Sezgin bu gerçeği ortaya koyan önemli örnekler tesbit etmiştir.

B-EMEVİLER DEVRİ:Hz. Hasen'in İslâm birliğini yeniden sağlamak ve iç savaşı önlemek için Muâviye nâmına -bazı şartlarla- hilâfetten ferâğat etmesiyle hulefâ-i râşidin devri sona erer ve yeni devir (132/750 yılına kadar devam eder.

Emevîler devrinin fıkhî hayat bakımından hususiyetleri:

1-Nesil: Bu devre içinde önce yaşlı sonra da genç sahâbe âhirete intikal ederek tâbiûn nesli onların yerini almıştır.
2-Hadis Rivâyeti:Bilhassa Hz. Ömer sahâbenin Medîne'den uzaklaşması ve hadis rivâyeti ile meşgul olmalarını istemiyordu. Birinci davranışın sebebi istişâre için onlara muhtaç oluşu idi. Hadîs rivâyeti üzerindeki titizliğinin ise iki sebebi vardı.

a)Kur'ân-ı Kerîm'in yerleşmesi, eğitim ve öğretiminin yayılması.
b) Hadîsler arasına, uydurma olanların sokulmasından çekinmesi.

3-Nazarî Fıkıh:Hulefâ-i Râşidîn devrinde fıkıh amelî idi; bir mesele karşısında sahâbe Kitâb, sünnet ve rey ictihadı ile hükme varıyorlar, bu ise emsâl hâdiseler için bir fıkıh kaidesi, dinî bir düstûr oluyordu. Hulefa-i râşidînin hüküm ve davranışları ile Kitâb ve sünnet arasında bir tutarsızlık, bir muhâlefet bahis mevzûu değildi. Emevîler devrinde ise durum değişti. Daha ilk halîfeleri siyâset öyle icabettiği için babasının zina mahsûlü oğlu Ziyad b. Ebîhi nesebine geçirmiş (istilhak) bunun, "Zinâ eden mahrum olur" hadisine aykırı düştüğü ikazına aldırmamıştı.

4-Hicaz ve Irak Medreseleri:Sahâbenin yetiştirdiği tâbiûn nesli müctehidleri üstad, muhit ve malûmat farkına dayanan iki gruba ayrılmışlardı: Hicazlılar ve Iraklılar.iki grup müctehidden -büyük tâbiûn devrinde- Hicazlıların imamı Saîd b. el-Müseyyeb (94/712) Iraklılarınki ise İbrahim b. Yezîd b.Neha'î (96/714)'dir.

5-Tâbiûn Fakihleri:Sahâbe fakihlerinin hemen hepsi arap olmasına karşılık sayıları yüzleri aşan tâbiûn fukahâsı içinde çok sayıda arap olmayan kimseler vardır. Bu arada azatlılardan da (Mevâlî) büyük fakihler yetişmiştir.

6-Tedvîn:Hadîsler, fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda toplanmış (tedvîn edilmiş) olmakla beraber bunların, belli sistemlere göre kitaplaştırılması (tasnîf), fıkhın tasnîfinden sonra olmuştur. Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emevîler döneminde (hicrî birinci asrın sonunda, ikinci yüzyılın başında) yazıldığı anlaşılmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin verdiği bilgiye göre Zührî'nin fetvâları üç ciltte toplanmıştır, Hasenu'l-Basrî'nin, konulara göre düzenlenmiş fetvâları ise yedi cilttir.
Bu dönemde yazılan fıkıh kitaplarından bize ancak şunlar ulaşabilmiştir:
1.Süleymb.Kaysel-Hilâlî(v. 95/714)'nin fıkıh kitâbı.2. Katâde b. Di'âme'nin (v. 118/736) el-Menâsik isimli eseri.
3. Zeyd b. Alî'nin (v. 122/740) Menâsiku'l-hacc ve âdâbuhu isimli eseri. 4. Aynı fakihin el-Mecmû' isimli kitabı.

3.DEVİR:ABBÂSÎLER DEVRİ (Fıkhın Olgunluk Çağı)Bağdad merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir.

B- ABBÂSÎLER DEVRİNDE FIKIH:

1- Din Bilginleri ve Abbâsîler: Abbâsîler hilâfeti haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile iktidara geldikleri için -görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde müslümanların başı ve Rasûlullahın halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî halifeleri -Arap âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve çevgen taşırken, Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor, divanlarında Hz. Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı. Bu tutumun tabîi neticesi olarak din bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da yakından ilgileniyorlardı.

2- Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesi:

a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin,davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri.

d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red, bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir.

3-Fukahânın İhtilâfı: Sahâbe ve büyük tâbiün devrinde gördüğümüz ictihad ihtilâfı bu devirde fukahâ ve problem çoğaldığı için daha da artarak devam etmiştir. Hem mahiyeti icabı tabiî olan hem de "Ümmet için rahmet" olarak kabul edilen ictihad ihtilâfının önemli sebepleri tesbit edilmiştir:
a)Kitap ve sünette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı tefsîri.
b)Sözün hakikat veya mecâzî mânaya çekilebilmesi.
c)Aynı mevzûdaki âyet ve hadislerin bir araya getirilerek farklı şekillerde değerlendirilmesi ve telifi.
d) Hadîsle alâkalı sebepler: Hadisin bilinip bilinmemesi, sıhhat derecesi, sıhhat ölçüsü, tam veya kısmen zaptı yorumu, çelişen delillerle uzlaştırılması...
e) İctihad bilgi, usûl ve gücünün farklılığı,
f) Tabîi ve ictimâî çevrenin tesiri.

4- İctihad Hürriyeti ve Mezheblerin Doğuşu: İçinde bulunduğumuz devirde, aşağıdaki sebepler, muayyen mezheblerin doğması sonucunu yol açmıştır.

a) Daha önceki müctehidler gerektikçe dağınık meseleler üzerinde ictihad ederken bu asır müctehidlerinin fıkhın bütün konularını ictihad alanlarına dahil etmeleri.
b) Bu ictihadların tedvin edilerek kitaplarda toplanması ve bu sâyede bir müctehidin, çeşitli konulardaki ictihadlarının kolayca öğrenilmesi imkânının doğması.
c) Fıkıh mekteplerinin (rey, hadîs medreseleri) doğması ve bu mektep mensuplarının karşılıklı, sözlü ve yazılı münâkaşa ve münâzaraları.
d) Bu münakaşa ve münâzaraların, müctehidlere mahsus usûl ve kaidelerin; yani usûl-i fıkhın doğmasına ve telîf edilmesine sebep olması.

5- Rey ve Hadîs Mektepleri:
Sahâbe devrinde daha çok muhit, üstad ve malzeme farkına dayanan bir gruplaşma görmüştük: Hicâziyyûn ve Irakıyyûn. Abbâsîler devrine girerken fukahâ arasında bir prensip ihtilâfı baş gösterdi: Hadîs ve re'ye verilecek yer ve değer ile ilgili olan ihtilâf uzun zaman devam etmiş ve karşımıza dört grup çıkarmıştır:
a) Tamamen Kitâb'a ve re'ye dayanan, sünneti hüccet kabul etmeyen "müfrit reyciler".

b) Mutedil reyciler: Bunlar sünneti reddetmez, onu da hüccet olarak kabul ederler; ancak hadîsin sıhhati üzerinde titiz davranır, rivâyetinden çekinirler. Buna mukabil kıyas, istihsan, maslahat gibi re'ye dayanan yollarla hüküm ve fetvâ vermekten çekinmezler, farazî meseleler üzerinde de dururlar. Ayrıca üstad müctehitlerin sözlerini esas alarak bazı yeni problemlerin hükümlerini onlardan çıkarırlar (tahrîc).

c)Müfrit eserciler: Eser: Rasûlullah'ın hadisleri ile sahâbe ve tâbiûn fetvâlarıdır.
Müfrit eserciler re'y ictihadını ve bilhassa bunun en önemli unsuru olan kıyası, sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenlerdir.

d)Mutedil eserciler: Umûmiyetle hadis bilginleri mutedil esercilerdir. Bunlar re'y ve kıyası inkâr etmemekle beraber ona nadiren başvururlar. Hadislerden başka sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını da hüccet telakki ederler. Vukuundan önce -farazi- meseleler üzerinde fetvâ ve hüküm vermezler. Hadîse ve esere hiç bir re'yi tercih etmezler.

C-TEDVİN FAALİYETİ: Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı ile kısmen fıkıh ve hadisler dışındaki bütün dînî ilim ve kitapların telîfi bu devrede başlamıştır.

a)Sünnet:Emevîler'den Ömer b. Abdülaziz devrine kadar sünnet daha ziyade şifâhî rivâyet ile yayılıyor, bu arada bazı sahâbî ve tâbiîler küçük toplamalar yapıyorlardı (sahîfeler). Ömer b. Abdülaziz'in emriyle daha büyük toplamalar başladı ise de bunlar da mahdut idi; ayrıca ilk râvileri esas tutularak; yâni senedlerine göre toplanmıştı. Konulara göre yapılan toplamalar (tasnîf) ikinci hicrî asrın ortalarında yâni Abbâsîlerin ilk devirlerinde başlamıştır. Bu faaliyet üçüncü asırda inkişâfının zirvesine çıkmış ve meşhur altı kitap (el-kütübü's-sitte) vücuda getirilmiştir.Sünnetin tedvîni fıkıhtan önce fakat tasnifi fıkıhtan sonradır.

b) Fıkıh: İmam Mâlik'in, hadislerle beraber sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını ve kendi reylerini ihtiva eden el-Muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsût, el-Âsâr gibi kitapları, Ebû-Yûsüf'ün el-Harâc'ı ve İmam Şâfiî'nin el-Umm külliyatı zamanımıza kadar ulaşmış, üzerinde çalışılmış ve son asırda baskıları da yapılmıştır.
Sonraki fıkıh kitaplarına da örneklik eden bu kitaplarda takip edilen metod, bir mevzû (kitab, bâb, fasıl) içine giren meseleleri bir araya getirmek; Kitab ve sünnetten delillerini zikretmek, muhâlif görüşlere temas ederek bunları çürütmektir. Meseleci (kazuistik) metod takip edilmiştir. "Bir mevzû ile alâkalı nazarî ve umûmî kaideleri tesbit etmek, bunları yazdıktan sonra şumulüne giren ve zikredilmesi gereken meseleleri sıralamak" gibi bir metod takip edilmemiştir.

c)Kanun:Abbâsîler devrinde de fetvâ ve kazâda müctehidler kendi ictihadlarına dayanıyorlardı. Bunun tabiî neticesi ihtilâf olduğundan aynı ülke içinde -ictihadî meseleler üzerinde- birkaç çeşit fetvâ ve hüküm ortaya çıkabiliyordu. Hukukî eşitlik ve emniyetin temini maksadıyla bazı teklif ve teşebbüsler oldu; ezcümle Mansûr ve Hârûn er-Raşid, İmam Mâlik'e, Muvatta' isimli kitabını kanunlaştırmayı teklif ettiler. Mâlik bunu inhisarcılık ve ictihad hürriyetine aykırı telâkki ederek kabul etmedi. Kitabının bütün hadisleri ihtiva etmemiş olması da bu davranışta rol oynamıştır. Abdullah b. el-Mukaffa' (v. 142/759) Mansur'a sunduğu bir arîzada, bütün ülkede tatbik edilecek bir kanun vazedilmesini teklif etmiştir.Bu düşünce ve teşebbüslere rağmen kanunlaştırma hareketi Osmanlılar çağına kadar gerçekleşememiştir.

d)FıkıhUsûlü:Fukahâ arasındaki görüş ayrılıkları ve bunlarla alâkalı münâkaşalar, mübâhaseler tedvinden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilâfın tedvine akseden neticelerinden birisi, daha başlangıçta reddiye ve münakaşa tarzında kitapların yazılması ikincisi de fıkıh usûlü ilminin doğmasını hazırlamasıdır. Müctehid İmamlar, münakaşa ve mübâhaselerini dağınıklıktan kurtarmak, bir temele oturtmak, ictihad metodlarını tesbit etmek için bazı kaideler ve prensipler vazetmişler, bunların mecmûu fıkıh usûlünü meydana getirmiştir. Bugün elimizde bulunan ilk usûl kitabı İmam Şâfiî'nin "er-Risâle"sidir.

e)Istılahlar:Fıkıh usûlünün yanında, yine bu devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş, veya mevcut terimlerin mefhumları tesbit edilmiştir. Farz, vâcib, sünnet, mendûb, müstehab, haram, mekruh, şart, illet, rükün gibi yüzlerce terim, mezhebler arasında ya aynı yahud da farklı mânalarda -fakat mânaları muayyen olarak- kullanılmaya başlanmıştır.

FUKAHÂ: Bu devrin özelliklerinden birisi de çok sayıda büyük fıkıh bilgini ve mezheb imamlarının yetişmiş olmasıdır.

4.DEVİR:SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH (Fıkhın Duraklama Çağı)

B- FIKIH TARİHİ BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:

1-Taklîd Ruhu:Sahâbe, tabiûn ve büyük müctehidler devirlerinde de bütün müslümanlar müctehid değil idi. Dinî hüküm ve bilgileri, muayyen metodlarla Kitab ve Sünnetten çıkaran, bunun için gerekli ilmî kudrete sahip bulunan müctehidler olduğu gibi bu güçten mahrum halk da vardı. Ancak kendisinde ictihad kudretini bulamayan müslüman, muayyen bir müctehide bağlanmıyor, onun her sözünü nas gibi kabul etmiyor, rasgele İslâm âlimlerine başvuruyor, -mezhebin hükmünü değil- İslâm'ın hükmünü öğrenmeye çalışıyordu. Halbuki tetkik ettiğimiz devirde gerek halk ve gerekse âlimler "muayyen bir müctehide (mezhebe) bağlanmışlardı; dinî hükümleri yalnız ondan alıyor, onun sözlerini -Kitâb ve Sünnetin nasları gibi- telâkki ediyor, onlara bağlanmak mecburiyetinde olduklarına inanıyorlardı." İşte "taklîd rûhu tabirinden maksadımız bu şuur, anlayış ve davranıştır.

a) Yetişkin talebe: (ictihad fi'l-mezheb) tetkik ettiğimiz devirde de mevcuttur.

b) Siyâset, kaza müessesesi ve medrese vakıfları: Mezheplerin yerleşmesinden önce kadılar, müctehid âlimler arasından seçiliyor, Kitâb, Sünnet ve bunlarda bulamazlarsa rey ictihadıyla hükmetmeleri; çevrelerindeki âlimlerle de istişare etmeleri isteniyordu. Bu devrelerde halkın kadılarına büyük itimadı vardı.Zamanla bazı kadıların menfî davranışları veya hatâlarının ortaya çıkışı itimadın sarsılmasına sebeb oldu. Ayrıca hukukî emniyet, hükmedilecek esasların daha önceden tesbitini ve ma'lûm olmasını gerekli kılıyordu. Bu ihtiyaç baş gösterince hangi müctehidin mezhebi tedvîn edilmiş ise kadının o mezhebden tayini veya hükmün o mezhebe göre verilmesi istenir oldu.

c)Tedvin:Yukarıda da temas edildiği üzere bazı mezheblerin ahkâmı, müctehid imam veya talebesi tarafından derlenip toplanarak yazılmış; müftü ve kadılar için kolayca istifade edilecek hale getirilmişti. Halbuki diğer bazı mezhebler bundan mahrûm kalmış, bu mahrûmiyet onların zamanla unutulmasına ve terkedilmesine sebep olmuştur.

2-Münazara ve Münakaşalar: Bu devrin hususiyetlerinden biri de çok yaygın hale gelen ilmî münakaşa ve münazaralardır.

3-Mezheb Taassubu:Devrin bir hususiyeti de mezheb taassubunun kuvvetlenmesi ve mezhebler arasındaki müsamaha rûhunun sönmesidir. Önceki devirlerde çeşitli müctehidler, bazı zamanlarda bunların mezhebleri ve tâbileri bulunmasına rağmen taassup ve düşmanlık yoktu. Müctehidler birbiriyle temas ediyor, faydalanıyor, ilmî ölçüler içinde yekdiğerini tenkîd veya takdîr ediyorlardı.
Üçüncü hicrî asırdan itibaren başlayan mezheb taassubu zamanla kuvvetlenmiş, düşmanlığa dönüşmüştür.

4-İctihad Kapısının Kapanması:Bazı kaynaklara göre ictihad kapısı dördüncü hicrî asırda kapatılmış veya kapanmıştır. Kapatılmıştır (mesdûd) diyenler fetvâ ve karar ile kapatılmıştır demek istiyorlar, fakat böyle bir fetvâ ve karar gösteremiyorlar. Kapanmıştır (münsedd) diyenler ise müctehid kalmadığı için ictihad kendiliğinden sona ermiştir demek istiyorlar.

C- TEDVİN HAREKETİ:

1-Mezheb Hükümlerinin Usûl ve Mesnedini Tesbit İçin Yazılan Kitaplar:Mezheb imamının ictihadını açıklayabilmek, boşlukları onun ictihad usûlüne göre doldurabilmek için imamın usûlünü, hükümlerin illetini (mesned, dayanak) bilmek gerekmiştir. İllete "menât" bunu bulup ortaya koymaya "tahrîcu'l-menât"(16) bu ehliyeti taşıyan âlimlere "ehl-i tahrîc" yahut da "el-muharricûn" denir. Bilhassa hanefîler -imamlarından kendilerine yazılmış bir usûl kitabı intikal etmediği için- tahrîc işiyle meşgul olmuşlar; imamların hüküm, ictihad ve mütalâalarından faydalanarak onların usûlünü, hükümlerinin illetini tesbite çalışmışlardır. İmam Şafiî usulünü bizzat yazdığı için mezhepte furû'dan usûle değil, usûlden furû'a bir metod gelişmiştir. Aynı devirde bu metoda (Şâfi'î veya kelâmcılar metoduna) göre de eserler yazılmıştır.

2- Tercih Gayesine Yönelmiş Kitaplar:

a)Rivayete dayanan tercih:Mezheb imamlarının ictihad ve reylerini yazılı veya şifâhî olarak nakledenler birden fazla olunca ve çelişen hükümler de nakledilince "rivâyet bakımından tercîh" bahis mevzûu olmaktadır. Nakledilen iki görüşün çelişmesi ya talebenin yanlış anlaması yahut da İmam'ın önce bir reyi benimsemiş iken sonra bunu terkedip zıddına kani olmasından neş'et etmektedir. İşte bu durumda daha sonra gelen mezheb âlimlerine, rivâyetleri karşılaştırarak en kuvvetli olanı tercih etmek vazifesi düşmektedir.

b) Usûle ve delile dayanan tercih:İmamdan nakledildiği kesin olarak bilinen iki zıt görüşü veya biri imamdan diğeri de onun talebe ve tâbilerinden nakledilen iki görüşü, usûl kaidelerine, Kitap, Sünnet gibi delillere bakarak karşılaştırmak ve birisini tercih etmek işi de bu devirde başlamış, her mezhebden buna ehil birçok fıkıh bilgini bu konu ile meşgul olmuşlardır.

3-Mezheb Müdâfaasını Hedef Alan Çalışmalar:İlmî münazara ve münakaşalar meclislerde sözlü olarak yapılmakla kalmamış kitaplarda da yürütülmüştür. Bu maksatla yazılan kitaplar "el-Hilâf" ilmini taşımaktadır ve mezheblerin mukayesesini mevzû olarak almışlardır.

5.DEVRE:MOĞOL İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR  (Fıkhın Gerileme Çağı)

B-BU DEVİRDE İCTİHAD ve FIKIH: Müslüman halk  çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, -devrin fıkıh bilginleriyle beraber- bunlara taassupla sarılmışlardır.Bundan önceki devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh bilginlerinden sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök salmıştır. Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb sâliklerinin birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır.Mısır Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine sert reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.Hicrî altınca asrın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas çevresinde yeni bir ictihad hareketi başlatıldı ise de uzun ömürlü olmadı.Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır.

1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık: içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru fakihler arasında irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç hissedilmemiştir.

2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik: Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.

3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması: bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.

4-Hîle ve Te'vîl:Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır.

6.DEVRE:MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR (Uyanış Çağı)

Fıkıh:

1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir.

2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir.

3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır.

4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.

6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir.Bu devrin en mümeyyiz vasfı kanunlaştırma hareketidir diyebiliriz. İlk İslâm medenî kanunu Mecelle'nin bu devre ismini nakşetmiş olması da bu hususun bir işareti mahiyetindedir. Daha önceki devirlerde Fıkıh ve Fetvâ kitapları yanında Sultan emir ve kanunnâmelerinin yer ve rolüne işaret etmiştik. Fakat bunlar, bugün anlaşılan mânada birer kanun olmaktan uzak bulunuyordu. Mecelle bahsinde zikredeceğimiz sebepler, hukukun çeşitli kaynaklarından istifâde ederek yeni kanunlar vaz'ını zarûrî kılıyordu. Bu zarûret karşısında harekete geçen İslâm Devletleri bir çok kanunlar vazettiler.

MECELLE: Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ismiyle Osmanlı Ülkesinde 57 sene tatbik edilen, bütün İslâm ülkelerinin taknîn hareketi üzerinde derin tesirler icrâ eden ilk İslâm medenî kanununudur.

HADİS TARİHİ ÖZETİ

BİRİNCİ DEVİR (OLUŞUM DEVRİ) H.0-100 arası

Sahabe döneminden hicri I. Asrın sonuna kadar olan zamandır. Sahabeler Hz. Peygamberin hadislerini ezberlemişlerdir. Ezber etkenleri ise; Genelde ümmi oldukları için bilgileri ezbere dayalıdır. Özellikle kuvvetli hafızalarıyla bilinir ve tek bir işitme ile uzun hutbe ve kasideleri ezberleyebilmeleriyle tarih onları kaydetmiştir.

Dini savunma kuvvetleri; Araplar İslam’ı dünya ve ahret saadetine tek doğru gördükleri için hadislere sımsıkı sarılmış ve dikkatle alıp nesillere taşımıştır. Hz. Peygamberin teşvikleri ise Arapların sorumluluk bilinciyle bunu yapmalarını sağlamıştır.Hadisin dindeki yeri; dinin aslından olup kurtuluşa tek vesile olması.Peygamberimizin hadisleri iyi anlaşılıp nesillere aktarılması için kısa, öz, tekrar ile, anlaşılır ve tane tane söylemesi.Hadislerin üslubu; zira Efendimiz özel bir kabiliyetle donatılmıştır.Bu maddeler hadislerin ezberlenmesinde etkili olmuştur.

HADİSLERİN YAZILMASI

Rasülüllah’ın yazma ve yazmama ile ilgili hadisleri farklı yorumlanmıştır. İbn Küteybe; nesh veya iznin şahsa özel olabileceğini, Hitâbî; yasağın Kuran nüshasına yazmak olduğunu, Ramehürmüzî ise nesh’i tercih etmiştir.

Nesih umumi olsaydı sahbiler ittifak ederlerdi. Anlaşılan o ki yazma zatı itibari ile değil, Kuran meşguliyetinden alıkoymaması içindir.Hadisler sahabe döneminde hatırlatıcı notlar şeklinde yazılmıştır,

Hicri II. Asırda ise bablar ve muayyen tertipler olmaksızın yazılmıştır,II. asrın ortasında bablar ve tertipler oluşmaya başlamıştır,III. Asır (tedvin devri) hadislerin toplanıp, hadis ilimlerinin zirveye ulaştığı söylenebilir.

Hadislerin Yazıldığına Dair İlk Deliller/İlk Yazılı Kaynaklar

Sahifetü’s-Sadıka; Amr b. Âs, Hz. Ali ra.; Akile, diyet ve esirlerle ilgili hükümler barındırır,Sa’d b. Ubade; yemin ve şahitle ilgili hükümler barındırır,

4- Hz. Peygamberin yazdırmaları: a) Hz. Ebu Bekir’e zakat ve diyetle alakalı, Amr b. Hazm’a cizye, diyet, zekat ve davetle alakalı, Vail b. Hıcr’a haramlarla alakalı yazdırmaları, b) Hz. Pegamberin krallara davetleri,

c) Hz. Peygamberin bazı münasebetlerle (Ebi Şah vb.) yazdırması, d) Hz. Peygamberin kafirlerle antlaşmaları (Hudeybiye vb.) ve başkalarıyla yaşama kuralları (Medine Vesikası vb.)

Sahabe Döneminde Hadis Yazım Kuralları

Hata etmekten korktukları için az rivayet etmeleri,Hadisi alma-vermede (tesebbüt) dikkatli, ihtiyatlı davranmaları, Hz. Ebu Bekir şahit, Hz. Ömer delil istemiş, Hz. Ali ise yemin istemiştir.Dinin kaidelerine ve Kuran’a arz ederek eleştirel yaklaşmışlardır.

Uydurmanın Ortaya Çıkışı ve Mücadele Yolları

Hz. Osman ve Hz. Hüseyin ra.’in şehit edilmesinden sonra, etrafına insan kazanmak için Hz. Peygamberin demediğini diyenler ve bidatçiler türedi. Sahabe hadisi korumak için şu tedbirleri aldı;Hadisin isnadı ve ravilerin durumunu sorulmaya başlandı.Az da olsa sahabi hakkında, sonra tabii ve diğer raviler hakkında cerh ve tadil başladı, alim sahabiler buna teşvik etti.Asıl raviye ulaşma (âli İsnad) için rihleler başladı.Uydurma ve zayıfı ayırt etmek için sika ravilerin hadisine arz başladı.Böylece hicri I. Asır bitmeden hadis ilimlerinden; merfu hadis, mevkuf hadis, maktu’ hadis, muttasıl hadis, mürsel hadis, munkatı’ hadis ve müdelles hadis gibi hadis kavramları oluştu. Bunların tamamı makbul; daha sonra sahih, hasen diye, merdüd; daha sonra zayıf diye kısımlarda düzenlendi.

2.DEVİR (TEKÂMÜL/OLGUNLAŞMA DÖNEMİ) H.100-200

Bu asırda insanların hafıza melekelerinin azalması senetlerin uzayıp kollara ayrılması ve bozuk fırkaların artması sebebiyle resmi tedvin başlamıştır. Dağınık halde olan hadisler “cami’ ve musannef”lerde toplanmıştır.

Cami’lere örnek; 1- Ma’mer b. Raşit, 2- Süfyan es-Sevri, 3- Süfyan b. Uyeyne

Musanneflere örnek; 1- Hammad b. Seleme 2- Abdürrezzak 3- İmam Malik

Alimler cerh ve tadil konusunda, bidat ve hevanın yayılması sebebiyle geniş araştırmalar yaptı ve bilinmeyen kimselerin hadislerini alma konusunda ihtiyatlı davranmaya başladılar. Rical araştırması için rihleler zaruri hale geldi. Usul kavramları oluşmaya başladı ve İmam Şafii elimize ulaşan ilk usul eserini yazdı.

 

3.DEVİR (HADİS İLİMLERİ TEDVİN DEVRİ) H. 200-350

Hadis ve ilimleri için “altın çağ” denilen devirde hadisler tertip ve düzen içinde tedvine başladı. Buhari gibi alimler bu devirde eserlerini kaleme aldı. Hadis ilimlerinin her biri işçin ayrı eserler yazıldı. Yahya b. Main; Rical Tarihi, Muhammed b.Sa’d; Tabakat, Ahmed b. Hanbel; el-İlel ve ma’rifetü’r-rical ve Tirmizi; İlelü’s-sağır gibi eserler yazıldı.

4.DEVİR (HADİS İLİMLERİNİN YAYILMASI-TOPLANMASI) H. 350-600

Ramehürmüzi; el-Muhaddisü’l-fâsıl beyne’r-ravi ve’l-vaî,Hatip Bağdadi; el-Kafiye fi ilmi’r-rivaye

Kadı İyaz; el-ilma’ fi usuli’r-rivaye ve’s-sema’,

Ulumul Hadis Eserleri

Hakim Nisaburî; Marifetü Ulumu’l-Hadis,Ebu Nuaym İsfehani; el- Müstahrec,Meyaneci; ما لا يسع المحدث جهله

5.DEVİR (HADİS İLİMLERİ OLGUNLUK VE KEMALİ DEVRİ) H. 600-900

İbn Salah’la başlar, İbn Salah, 1- Önceki ulemanın görüşlerini bir kitapta toplamış 2- Önceki kavramların tanımlarını zapt etmiş 3- Ulemanın görüşleri yanında kendi görüşlerini de yazmış

İbn Salah; Ulumu’l-Hadis,Nevevi; el-İrşad, et-Takrib ve’t-Teysir,Hafız Irakî; et-Tebsıra ve’t-Tezkira

İbn Hacer; Nuhbetü’l-Fiker, Nüzhetü’n-Nazar

6.DEVİR (DURAKLAMA DÖNEMİ) H. 900-1400

Yeni tasniflerin durduğu ve eskiler üzerine nesir ve nazım olarak şerh ve ihtisarların yapıldığı bir dönemdir.

Ömer b. Muhammed Beykuni; Menzumetü’l-Beykuniye,Ali el-Hirravi; Şerhu’ş-Şerh

Bu dönemde Hindistan’da Şah Veliyyullah Dihlevî ve ailesi Hadis ve Hadis ilimlerine çok hizmet etmişlerdir.

7.DEVİR (DİKKATLİ OLMA VE YENİDEN UYANIŞ DÖNEMİ) 1400-…

İslam Âleminin doğu ve batıyla iletişimi, Fikir sömürgeciliği ve müsteşriklerin saldırıları neticesinde Hadise yönelik çalışmalar yeniden başlamıştır.

Cemalettin Kasımî; Kavaidu’t-Tahdis,Mustafa Sibaî; السنة ومكانتها في التشريع الإسلامي

Muhammed Semahi; المنهج الحديث في علوم الحديث hadis tarihi, hadis ıstılahları, rivayet ve raviler hakkında bilgi içerir.

SONUÇ

            Tefsir,hadis ve fıkıh ilimleri başta olmak üzere tüm İslami ilimlerin ilk nüveleri hz.peygamber (s.a.v.)zamanında atılmıştır.bu ilimler ilk başta birbirlerinin içerisinde mundemiç bir halde iken,daha sonraları özellikle hicri 2.asırdan sonra her ilim mustekil bir ilim haline gelmiş,o günden günümüze kadar tevarüs yoluyla en güzel bir şekilde nakledilmiştir.islami ilimlerin bu şekilde olması şu sonucu doğurmaktadır;her hangi bir İslami ilim dalında çalışma yapmak isteyen kimse şüphesiz ki bu ilimleri bir bütün olarak değerlendirmek zorundadır.çünkü bunların tamamı aslında bir kaynaktan gelen tatlı menbalardır.bu ilimleri bütüncül bir şekilde ele alan kimse çok güzel sonuçlar elde edecek,aksini yapan ise yaptığı çalışmada pekte muvaffak olamayacaktır.

 

SELAM VE DUALARIMLA.

 

KAYNAKLAR:

1- PROF.DR.DAVUT AYDÜZ,IŞIK YAYINLARI,İSTANBUL,2004.

2- HAYRETTİN KARAMAN İSLAM HUKUK TARİHİ, İZ YAYINCILIK

3- NURETTİN ITR,MENHECÜ’N-NAKT.

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Tefsîr:

(( فسر Bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak, üzeri örtülü bir şeyi açmak, aydınlatmak.

( ( سفرKapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak, ortaya çıkarmak.

            Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek.

Usûl:

(اصل  ) Temel, esas, dayanak, kök, kaide, delil.

Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey.

Herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlar.

Kur’ân lafzı:

1-      Eş-Şâfiî, Kökü yoktur, özel bir isimdir. (Tevrat ve İncil gibi)

2-      ((قرينة – قرائن = Delil, Burhan.

3-      El-Eşarî, (قرن fiili) = Bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek.

4-      Katâde, (القرء fiili) = Toplamak. (فعلان  vezninde)

5-      El-Lihyânî, (قراء  fiili) = Okudu. ( İsm-i mefûl’e nakledilmiş )

6-      (قراء fiili) = Dışarı çıkarıp atmak.

7-      Ez-Zerkeşî, ( (القرء = Hayız kanının rahimden çıkması.

Terim manası:

“Hz.Peygamber’e (s.a.v.) vahiy yoluyla indirilip, mushaflara yazılan, tevatüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen muciz bir kelam”.

Kur’an’ın lafzıyla ilgili ilimler:

*Uslûbu’l-Kur’ân:                                                                                                                “Kur’ân’ın muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir”. 

            - Kur’an’ın ses nizamındaki ahengi,                                                                                     - Lafız ve mana dengesi,                                                                                                        - Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi,                                                                        - Beyan tarzının çeşitliliği.

*Mubhemâtu’l-Kur’ân:                                                                                                        “İnsan, melek ve cin gibi varlıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil de ism-i işaretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesidir”.

- İfade zenginliği sağlamak,                                                                                                 - Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek,                                                                                 - Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmek,                                                                     - Fail meşhur olduğu için açıklama cihetine gitmemek,                                                      - Mübhemin belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz konusu olmaması.

*Garîbu’l-Kur’ân:                                                                                                                 “Az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler”.

- Arap şiiri, (Ibn ‘Abbâs)                                                                                                     - Rumca/Süryanice/Berberice.

*Vucûh ve Nezâir:                                                                                                               “Vucûh: Bir kelimenin Kur’ân’da farklı anlamlarda kullanılmasıdır.

Nezâir: Kur’ân’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesidir”.

            -  الهدى = Din, İman, Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur’ân, Sünnet,                                          - Azâb =جهنم ,نار ,حطمة ,جحيم                                                                                       - Yani: Vücuh manalarda, Nezâir ise lafızlarda söz konusudur.

*Aksâmu’l-Kur’ân:                                                                                                              “Kur’ân-ı Kerim’deki yeminler”.

- İslamiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında yeminin çok büyük bir rolü vardı.     (Kasâme yemini mesela)                                                                                                          - Tekit maksadına yönelik, hakikatin vurgulanması.                                                                    - Üzerine yemin edilen varlığın kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymak.

Kur’ân’ın anlamıyla ilgili ilimler:

*Muteşâbihu’l-Kur’ân:                                                                                                         “Manaları bilinemeyen veya herhangi bir sebepten dolayı anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan ayet/kelime/harfler”.

-          Gayb imtihan vesilesidir.

-          İnsana acizliğini ve cehaletini gösterir ve Allah’ın kudret ve ilminin yüceliğini idrak ettirir.

-          Bütün ayetler muhkem olsaydı tek bir görüş olurdu, mezhepler oluşmazdı.

-          Kur’an’ı ezberlemek ve muhafaza etmek kolaylaşmıştır.

-          Ayetleri anlamada meşakkat var, bu da daha fazla sevap demektir.

-          Akli delillere başvurmaya mecbur kalındı, zihni faaliyetler durdurmamıştır.

-          Alimin cahile olan üstünlüğü muhafaza edilmiştir, herkesin ilmi aynı olurdu böylece hiç bir fark olmazdı.

*Hurûf-ı Mukatta:                                                                                                                “Kur’an’daki bazı surelerin başlarında yer alan harfler”.

1-      Kufelilere göre: Bazıları ayet bazıları değil.

2-      Basralılara göre: Hiçbiri ayet değil.

Selef: Kur’an’ın sırlarındandır ve manaları insanlardan gizlenmiştir. Kur’an’ın özüdür.

Halef: Allah’ın isim ve sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir.

-          Allah (c.c.) bu harflere yemin ederek söze başlar.

-          Başında bulundukları surelerin isimleridir.

-          İnanmayanların dikkatini çekmek.

*İ’câzu’l-Kur’ân:                                                                                                                 “Kur’an’ın, bütün insanları kendi benzerini getirmekten aciz bırakması”.        

- Beşerüstü bir kitap oluşu.                                                                                                  - Muhaliflere meydan okuması.                                                                                         - Benzerinin getirilememesi.

İ’câz yönleri:

1-      Nazım ve telif.

2-      Gaybi haberler içermesi.

3-      Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması.

4-      Fenni mucizelere işaret etmesi.

5-      Hz.Peygamber (sav) tarafından değiştirilmemesi.

*Müşkilu’l-Kur’ân:                                                                                                              “Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar”.

*Münâsebetu’l-Kur’ân:                                                                                                        “Ayet ve sureler arasındaki mana ilişkisi”.

*Fezâilu’l-Kur’ân:                                                                                                                “Kur’an’ın yüceliği, üstünlüğü, meziyet ve şerefi”.

Tarih içerikli ilimler:

*Kısasu’l-Kur’an:                                                                                                                 “Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar”.

*Esbabu’n-nüzul:                                                                                                                 “Ayetlerin iniş sebepleri”.

            - (إنزال ) = Top yekün indirme.

            - (تنزيل  ) = Parça parça indirme.

*Nasih-Mensuh:                                                                                                                   “Şer’i bir hükmün, bir başka şer’i delille kaldırılması”.

 

 

 

 

 

 

 

(علم اصول الحديث ) Hadis Usulü Bilimleri.

Hadîs:

Sözlük: Yeni.                                                                                                                     Terim: Söz, Fiil, Takrir (onay), Ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz.Peygamber’e izafe edilen her şey (‘in yazılı metinleri).                                                                                     Kur’an: Söz/Haber.       

Usûl:

Sözlük: Asıllar/Kökler/Kaynaklar.                                                                                                          Terim: Yol/Yöntem/Nizam/Kaide/Düzen/Metod. Bir ilmin asıl konusundan önce ögrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri ve teknikleri.

Hadîs Usûlü:                                                                                                              Sened ve metnin durumlarını anlamaya imkan veren birtakım kaideler ilmi.       Sünnet: Allah’ın kitabının, Allah’ın elçisi tarafından evrensel planda yapılmış yorumudur.                                                                                                                Hadis: Bu yorumun yazılı belgesidir.

Hadis lafzı:                                                                                                                           Sözlük: Çok eskilerde doğru-yanlış, tarihi, efsanevi her türlü haberler.                   Huddâs: Bunları anlatanlar.                                                                                      Kur’ân: Ahsenu’l-hadis = sözlerin en güzeli.                                                                       Hadîs: Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır.                                                                        Dini literatür:  1-Önce Hz. Peygamber’in sözü,                                                                                           2-Sonra da onun söz, fiil ve takrirleri.                                                                                  3-Hatta Sahabe ve Tabiun söz ve fiilerine de (Mevkuf/Maktu’ kayıtlarıyla) hadis denilmektedir. (bu grup için Haber ve Eser kelimesi de kullanılmıştır). 

            Sünnet lafzı:                                                                                                                         Sözlük: Yol ve gidişat.                                                                                                          Hadis: yolun iyisine ve kötüsüne / Sünneti =Hz. Peygamberin yaşayış modeli, gidişatı.            Kur’an: Sünnetullah = Yüce yaratıcının kainatı idare etmekteki kanunları / Sünnetu’l-evvelin = eskilerin örf-adet ve yaşayış tarzları.                                                                  Usulcüler: Hz. Peygamber’in sözle veya fiille açıktan, gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tamamını anlatan terim.            Hadisçiler: Hz. Peygamberin evsafı, ahlakı, peygamberlikten önceki ve sonraki her türlü yaşayışına yer verirler.                                                                                                Sarih (açık) takrir: Rasulullah’ın muttali olduğu herhamgi bir olay ya da sahabilere ait uygulamayı tasvib ve tasdik ettiğini açıkça belirtmesidir.                                                      Zımni takrir: Muttali olduğu herhangi bir olay karşısında Hz. Peygamber’in sükut buyurmasıdır.

Hadisin yapısı:                                                                                                                     Sened (Tarik/Vech): Biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivayet eden kişilerin -Rasulullah’a kadar- sıralandığı kısım. Hadisi nakleden ravilerin isim zinciridir. Hadisin bize kimler aracılığı ile ulaştığını gösteren belgedir.                                    Ravi: Senedde yer alan her şahıs.                                                                             İsnad: Sened zikretme, sözü Rasulullah’a iletmek.                                                             Rivayet lafızları: (حدثنا) ve (عن) gibi lafızlar.                                                     Rivayet: Ravilerin hadisleri nakletmesi.                                                                    Merviyy: Rivayet ettikleri hadis.                                                                                           Senedin ibtidası: Senedin bize en yakın kısmı başlangıcı.                                                    Senedin müntehasi: Hadis metnine en yakın yeri sonu.                                                       Hümasi: Senedinde beş ravinin bulunduğu bir hadistir.

Kısaltmalar:                                                                                                                          1. ( حدثنا) lafzı, çoğunlukla ( ثنا) ve ( نا) şeklinde kısaltılmaktadır. ( حدثني) lafzı da   ( دثني) ve ( ثني) şeklinde kısaltılmaktadır.                                                                                2. ( ءاخبرنا) lafzı ( ءانا) şeklinde kısaıltılmıştır. Beyhaki bunu ( بنا) şeklinde kısaltmış fakat tutulmamıştır.                                                                                                             3. ( ءاخبرني) , ( ءانبءني) , ( ءانبئنا) ‘nın kısaltmaları yoktur. Zira bunlar öncekilere oranla daha az kullanılır.                                                                                                 4. ( عن) lafzı dışında kalan ( سمعت) , ( حدثنا) , ( ءاخبرنا) , ( حدثنا) ve ( ءانبئنا) gibi lafızların başında mutlaka bir ( قال) kelimesi bulunmaktadır. Çoğu kere yazılmaz fakat okurken orada yazılıymış gibi okunur.                                                                                  5. Senedlerdeki ( ءانه) kelimesi de yazılmaz ama okunur.                                                  6. Hadis senedleri arasında görülen ( ح) harfi de o noktada senedin değiştiğini gösterir ve ( حا) diye okunur. Bu kısaltma, hadisin birkaç senedini bir araya toplamak için kullanılır. Bazıları ( الحديث) veya ( تحويل) diye okurlar. Genellikle birleştirilen senedler arasında müşterek olan ilk ravi isminden sonra konur.

Ali b. Ebi Talib: ‘Kazanan kazandığını adaba riayetle kazandı, kaybeden kaybettiğini edebi terketmekle kaybetti’.

Rivayet:                                                                                                                                Kelime: Sulamak, taşımak ve nakletmek.                                                                                  Terim: Hadisin tahammül ve edası, eda siğalarından herhangi biri ile kaynağına isnadı. (Hadisin öğrenim ve öğretimi)                                                                                  Öğrenim: Haml, tahammül ve telakki.                                                                     Öğretim: Nakl, eda ve tebliğ.                       

            Adab:                                                                                                                                   Edeb’in çoğulu olarak herhangi bir meslek mensuplarının uyması ve uygulaması gerekli manevi kaide ve ilmi teknikler (metodlar).

Hadis Öğrenim ve Öğretim Yolları:                                                                                   1. Sema: Hocanın, ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivayette bulunması; öğrencinin, hocadan bizzat duyarak bu rivayeti almasıdır.                                                      Topluluk içinde alınmışsa: haddesena fulan/ahberana/enbeana fulan/semi’na fulanen.        Yalnız iken alınmışsa: haddeseni/ahbereni/enbeani fulan/semi’tu fulanen.                                    İmla: Hocanın, ezberinden veya yazılı vesikadan okuyarak rivayet ettiği hadisleri yazdırmasıdır.                                                                                                                                  İmla sistemi: Önceden belirlenmiş zaman ve yerlerde büyük kalabalıklara hadis rivayet edip yazdırmak.                                                                                                                İmla meclisleri: Bu yerlere.                                                                                                          Mümli: Hocaya.                                                                                                                   Müstemli: Bu meclislerde hadis yazan öğrenci.                                                                    Emali: Bu yolla elde edilen rivayet metinlerinden oluşan kitaplar.                                     Kullanılan Siğalar: ( حدثنا فلان بتبليغ فلان / حدثنا فلان ءاملاء ).

            2. Kıraat/Arz: Hocanın huzurunda talebe ezberinden veya elindeki kitaptan hadis okur. Hoca da ezberinden veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinlemesidir.                     Kullanılan Siğalar: ( قراءت على فلان و هو يسمع/ قرئ على فلان و ءانا ءاسمع / حدثنا فلان قرائة عليه  ).                                                                                                          İmam Müslim, ahberana lafzını özellikle bu yolla aldığı hadisleri rivayet ederken kullanmaya çalışmıştır. 

            3. İcazet: Hocanın, talebesine duyduklarını veya kitaplarını rivayete izin vermesidir.        İbn Hazm, bu usule çok sert şekilde karşı çıkmakta ve bidat demektedir.                                   Mücazun leh: Kendisine icazet verilen kişi.                                                                            Muciz: İcazet veren kişi.       

            4. Münavele: Kendisinden nakl ve rivayet etmesi için hocanın, öğrencisine bir kitap veya yazılı bir metin vermesidir.                                                                                        Kullanılan Siğalar: ( حدثنا فلان مناولة و ءاجازة ).

            5. Kitabet: Huzurunda bulunan veya bulunmayan bir öğrencisi için hocanın kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göndermesidir.                 Kullanılan Siğalar: ( كتب ءالي فلان قال حدثنا فلان  /  ءاخبرنا فلان مكاتبة- كتابة قال حدثنا فلان ).

            6. İ’lam: Hocanın, icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için sadece benim rivayetim işte budur diye açıklamada bulunmasıdır.

            7. Vasiyet: Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın –rivayet izninden söz etmeksizin- kitabını öğrencilerden birine vasiyet etmesidir.

            8. Vicade: Bir kimsenin yazma bir risale veya kitap bulmasıdır.                                          Vacid: Bulan.                                                                                                                          Kullanılan Siğalar: ( وجدت بخط فلان ). Bugün hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çeşit vicade’dir.

Tasnif devri/kütüb-i sitte öncesi rivayet mahsulleri:                                                            1. Sahifeler: Abdullah b. Amr b. el-As; es-Sahifetu’s-Sadıka.                                         2. Cüzler: Cüz’u hadisi Ebi Bekr.                                                                                              3. Erbeun: Nevevi; erbeun.

Tasnif devri rivayet mahsülleri:                                                                                            1. Ale’r-rical:                                                                                                                        a) Müsned: Sahabilerin, müslüman olmaktaki önceliklerine, Hz. Peygambere yakınlık derecelerine ya da kabilelerine göre harf sırasına konularak ve onlardan gelen hadisler, konularına bakılmaksızın o ismin altına dercedilmesiyle oluşan kitap türü: Ahmed b. Hanbel; Musned.                                                                                                              b) Mu’cem: Hadislerin, Sahabe, şuyuh veya beldelere göre ve çoğu kere alfabetik olarak sıralandığı eser: Taberani; Mu’cem.                                                                                c) Etraf: Anahtar/kılavuz türü eser: Adbülğani en-Nablusi; Zehairu’l-mevaris fi’d-delaleti ala mevazı’ıl-hadis.

            2. Ale’l-ebvab:                                                                                                                     a) Musannef: Sünen’lerin muhtevasına mevkuf ve maktu’ hadislerin ilavesiyle meydana getirilmiş kitap türüdür: İbn Ebi Şeybe; el-Musannef.                                      b) Cami’: Akaid, ahkam, siyer, adab, tefsir gibi dinin bütün cephelerine dair konuların tamamını kapsayan kitap türüdür: Buhari/Muslim; el-Cami’                                        c) Sünen: Merfu’ nitelikli ahkam hadislerini fıkıh kitapları tertibi içinde ihtiva eden kitap türüdür: Ebu Davud/Nesai/İbn Mace/Tirmizi/Darimi; es-Sünen.

Ravi: Nakleden, taşıyan ve ileten.                                                                                        Ruvat: Nakledenler,                                                                                                                       Terim: Hadisi öğrenip eda terimlerinden biriyle kendisinden sonrakilere nakleden hadisçi.

            Ravi’nin vasıfları:                                                                                                                 1. Adalet: Raviyi takvaya yönelten ve insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan bir niteliktir.                                                                            a) Müslüman olmak.                                                                                                             b) Büluğa ermiş olmak.                                                                                                         c) Akıllı olmak.                                                                                                                    d) Takva sahibi olmak.                                                                                                  e) Muruet (İnsani ve örfi meziyet ve geleneklere sahip ve saygılı yaşamak).  

            2. Zabt: Bellemek, duyduğunu duyduğu gibi rivayet edebilmektir.                                    a) Uyanık olması.                                                                                                                      b) Ezberinden naklediyorsa, ezberlemiş olması.                                                                 c) Kitaptan rivayet ediyorsa, kitabını iyi korumuş olması.                                                d) Mana ile rivayet ediyorsa, manayı bozacak unsurları biliyor olması gereklidir.

Tabaka:                                                                                                                                 Sözlük: Herhangi bir vasıfta ortak olanlar.                                                                         Terim: Yaş ve isnadda birbirine benzeyen akran raviler grubudur.                                              İhtiyaç duyulan noktalar: Doğum, vefat, öğrenciler, hocalar.

            Beş tabaka:                                                                                                                           * Hz. Peygamber’in vefatı   (h.  11)                                                                                   1-Sahabe                                (h.110)                                                                                              2-Tabiun                                 (h.180)                                                                                               3-Etbau’t-Tabiin                     (h.220)                                                                                              4-Etbau etbaı’t-tabiin             (h.260)                                                                                               5-Etbau etbaı etbaı’t-tabiin    (h.300)                                              

            Sahabiyi Tanıma Yolları:                                                                                                      1. Tevatür yolu.                                                                                                                      2. Şöhret yolu.                                                                                                                                  3. Şehadet yolu.                                                                                                                   4. İkrar yolu.

            Muammerun: Uzun yaşayanlar.                                                                               Muhadram/Muhadramun: Hem Cahiliyye devrinde yaşamış hem de İslam devrinde yaşamış olduğu halde Hz. Peygamberi görememiş ancak Sahabilerle görüşebilmiş olanlara Tabiilerden olmak üzere verilen isimdir.                                                              Muksirun: Binden fazla hadis rivayet etmiş olan Sahabiler.                                                1-Ebu Hureyre           (58/672).                                                                                           2-Abdullah b. Ömer            (73/692).                                                                                            3-Aişe bnt. Ebi Bekr (58/678).                                                                                              4-Enes b. Malik          (93/712).                                                                                            5-Abdullah b. Abbas  (68/687).                                                                                           6-Cabir b. Abdillah    (74/693).                                                                                            7-Ebu Said el-Hudri   (64/683).                                                                                            (Abdullah b. Mesud ve Abdullah b. Amr b. el-As’ın da bine yakın rivayetleri vardır).      Mukıllun: Binden az hadis rivayet etmiş olan Sahabiler.                                                          Tesebbüt: İhtiyatlı davranıp kesin kanaat edinmedikçe hadis rivayet etmemek prensibi. Rihle: İlim yolculuğu.                                   

Sahabilerin sayısı:  40.000-120.000.                                                                                    Eserlerde tanıtılan: 10.000-12.000.

Cerh ve Ta’dil:                                                                                                                     Cerh: Elle, aletle veya dille yaralamak.                                                                        Istılah: Adalet veya zabt sıfatını ibtal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemek.                                                                                Ta’dil: Tezkiye etmek.                                                                                                          Istılah: Ravinin adil ve zabıt olduğuna hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır.                                                                                                                                 Cerh ve ta’dil alimleri’nin taksimi:                                                                                              1- Müteşeddid                       (  -  )                                                                                                  2-Mütesahil                ( Tirmizi/Hakim en-Neysaburi )                                                    3-Mutavassıt               ( Darekutni/İbn Adiy )

Ta’n noktaları (Metain-i aşere):                                 En ağırından en hafifine göre:           1-Adalet vasfına yönelik:                                                                                                         a) Kizbu’r-ravi:                                                                                              (  1  )               b) İttihamu’r-ravi bi’l-kizb:                                                                            (  2  )               c) Fısku’r-ravi:                                                                                              (  5  )               d) Cehaletu’r-ravi:                                                                                         (  8  )                        e) Bid’atu’r-ravi:                                                                                           (  9  )

            2-Zabt vasfına yönelik:                                                                                                        a) Kesretu’l-galat: (rivayette çok yanlış yapması)                                               (  3  )               b) Fartu’l-gafle: (aşırı gafil ve kapılgan olması)                                             (  4  )               c) Vehm: (sened ve metinde, cerh ve ta’dilde hata yapması)                     (  6  )               d) Muhalefetu’s-sikat: (zayıf ravi daha/güvenilir raviye muhalef etmesi)            (  7  )               e) Su’u’l-hıfz: (hafızanın pek parlak olmaması)                                             ( 10 )

Cerc ve ta’dil sonucu raviler:                                                                                               1-Muaddel: Ta’dil ve tezkiye edilmiş raviler. (Sikat)                                                          2-Mecruh: Cerhedilmiş raviler. (Duafa)

            1-Ma’ruf: Şahsı ve hali olumlu veya olumsuz olarak belirmiş olanlar.                                 2-Mechul -ayn: Sadece bir ravinin kendisinden hadis rivayet ettiği kişi. (Rivayet kabul edilmez)                                                                                                                           Mechul -hal:  Zahiri ve batıni nitelikleri bilinemeyen, iki veya daha çok kişinin kendisinden hadis rivayet ettiği ve fakat güvenilir olduğu belirtilmeyen ravidir. (Kabul veya reddedilir)                                                                                                                    Muhtelit: Ömrünün sonunda zihni iğtişaya uğrayan raviler.                                                        Vuhdan: Kendisinden sadece bir kişinin rivayette bulunduğu raviler.

Kabul veya red açısından hadisler:                                                                                      1-Makbul: Ravisinin doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken hadislerdir.                                                                                                                         2-Merdud: Ravisinin doğruluğu kebul edilmeyen ve kendisiyle amel etmek gerekmeyen hadistir.

Ravi sayısı açısından hadisler:                                                                                             1-Mütevatir: Aklın, yalan üzerinde birleşmelerini adeten mümkün görmediği raviler topluluğunun, her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, işitme veya görmeye dayanan hadistir.                                                                                               a-Lafzen: Bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan mütevatir hadis.                                      b-Manen: Aralarında ortak bir nokta bulunan değişik hükümlerin, tevatüt şartlarını taşıyan raviler tarafından nakledilmesiyle ortaya çıkan ortak mana.                                   2-Ahad: Mütevatir hadis şartlarını taşımayan hadis/bir kişinin verdiği haber.                 3-Meşhur: Tevatür şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde ravisi ikiden aşağı olmayan hadis.

Senedin müntehası açısından hadisler:                                                                                1-Kudsi: Ayet olmamak kaydıyla, Hz. Peygamber’in Allah Teala’ya nisbet ve izafe ettiği hadis.                                                                                                                       2-Merfu’: Söz, fiil, takrir, fıtri veya ahlaki vasıf olarak, -senedi muttasıl veya munkatı’ olsun- açıkça veya dolaylı bir şekilde (hükmen) Hz. Peygambere izafe edilen hadis.  a-Saraheten (açık): Açık bir şekilde Hz. Peygambere’e izafe edilen hadistir. (Hadis içinde Rasulullah’a ait bir söz, bir fiil, bir takrir veya bir vasıftan söz ediliyor).              b-Hükmen: Herhangi bir sahabinin, geçmiş peygamberler veya gelecekte cereyan edecek olaylar ya da işlenmesi halinde işleyene sevab yahut azab gerekecek konular gibi şahsi görüş ve kanaata dayanması mümkün olmayan mevzulara dair haberler. (İsrailiyat’tan olmaması gerekiyor)                                                                                      3-Mevkuf: Sahabilerin söz, fiil ve takrirlerine dair –muttasıl veya munkatı- haberler.   4-Maktu’: Herhangi bir Tabii’ye izafe olunan söz, fiil veya takrirler.                           *Munkatı’: Senedinde bir ravinin isminin hiç geçmediği veya kapalı olarak geçtiği hadisler ile, senedinden, sahabiden önce bir kişinin atlandığı veya peşpeşe olmamak şartıyla birden fazla ravinin atlanmış olduğu hadisler.  

Sıhhat veya hüküm açısından hadisler:                                                                                1-Sahih: Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadistir.                                                                                                   a-Sahih li zatihi: Sahih hadis, eğer bu sayılan sıhhat şartlarının tümüne en üst seviyede sahip olmasıdır.                                                                                                                 b-Sahih li gayrihi: Sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini sıhhat derecesine çıkaracak bir başka rivayet (adıd) bulunan hadistir.                         2-Hasen: Zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadistir.                                                                                               a-Hasen li zatihi:                                                                                                                   b-Hasen li gayrihi:                                                                                                               3-Zayıf: Sahih ve Hasen hadisin şartlarını taşımayan hadistir.

Hadiste zayıflık sebepleri:                                                                                                   1-Senedde inkıta’: Senedden en azından bir ravinin düşmesidir.                                               a-Mürsel: Tabii’nin, sahabiyi atlayarak Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadistir.                   b-Munkatı’: Senedi muttasıl olmayan hadistir.                                                                       c-Mu’dal: Senedinin herhangi bir yerinden peşpeşe iki veya daha çok ravinin düştüğü hadistir.                                                                                                                       d-Muallak: Senedinin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç ravinin ya da müntehasına kadar senedin bütünüyle hazfolunduğu hadistir.                                         e-Müdelles: Senede dahil bir ravinin ismini atlayarak, orada böyle biri yokmuş izlenimini verecek şekilde senedi sevkedilen hadistir.

2-Ravideki cerhi gerektiren hallere göre zayıf hadis çeşitleri.                                             a-Mevzu’: Hz. Peygamber adına yalan uydurmak (kizb) ile cerhedilmiş ravinin rivayetidir.                                                                                                                                b-Metruk: Yalancılıkla itham edilmiş bir ravinin rivayetinde yalnız kaldığı (teferrüd ettiği) hadistir.                                                                                                                       c-Münker: Zayıf bir ravinin sika raviye muhalif olarak rivayet ettiği hadistir/ Sika olsun olmasın ravisi tek kalan hadistir.                                                                              d-Muallel: Görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhatı yok edebilecek gizli bir illet taşıyan hadistir.                                                                                                              e-Müdreç: Hadisten olmayan bir kelamın, hadise bitişik olarak zikredilen hadistir.           f-Maklub: Sika ravilere muhalefet ya seneddeki ravi isimlerini ya da metnin bazı kelimelerini takdim-tehir ederek rivayet edilen hadistir.                                                 g-Muzdarib: Birden çok rivayeti bulunduğu halde rivayetlerin birini diğerine tercih edecek sebep bulunamayan hadistir.                                                                                      h-Şaz: Sika bir ravinin mütabii olmaksızın tek başına rivayet ettiği hadis/ Sika bir ravinin diğer sika ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir.                                        ı-Musahhaf: Kelimenin yazılışı (hattı) bozulmaksızın nokta veya harekelerin değiştirilmesi ve böylece başka bir kelime haline getirilen hadistir.                                 i-Muharref: Kelimesi hareke değişikliğine uğramış hadistir.                             

 

           

 

                                                                                                                                                                                                                                                  

                                                                                                                                                                                                                  

                                                                                                                

 

 

Fıkıh Metodolojisi: Fıkhi meselelerin elde edilmesi için uyulması gereken kural ve araçları inceleyen bir ilim.

            Usulü Fıkıh öğrenimin iki amacı: 1) Müçtehidle ilgili amaç: henüz bilinmeyen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta belirlendiği üzere ilgili kural ve amaçlarına bağlı olarak kaynağından çıkarıp keşfetmektir. 2) mukallitle ilgili amaç: Önceden bir müçtehid tarafından keşfedilmekle bilinen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta mukarrer bulunan kurallar ve araçlar uyarınca ispatlamaktır.    

            Hanefi geleneğinde yazılan temel Usulü Fıkıh eserleri:                                                       1-Fahru’l-İslam el-Pezdevi ve 2-Şemsü’l-Eimme es-Serahsi’nin kitapları. “el-Menar“ bu iki kitabın muhtasarıdır.                                                                                        Mütekellim geleneğinde yazılan temel Usulü Fıkıh eserleri:                                                1-Kadı Abdü’l-Cebbar; “el-Umed”, 2-Ebu’l-Hüseyin el-Basri; “el-Mutemed”, 3-Ebu’l Meali el-Cuveyni; “el-Burhan”, 4-Ebu Hamit el-Gazali; “el-Mustasfa”.

Usulü Fıkıh: Fıkıh ilminin asılları.                                                                                        Genel manası: Kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir. (Kelam/Ahlak/Fıkıh)                        Özel manası: Davranışla ilgili hükümleri tafsili delillerden bilmektir.                                  Asıl: Delil =     1-Hem Sübutu, hem de delaleti kesin olur.(Mütevatir nass)                                                    2-Sübutu zanni, delaleti kesin olur.(Kesin olan haberi vahidler)                                              3-Sübutu kesin, delaleti zanni olur.(Tevil edilmiş ayetler)                                                   4-Hem sübutu, hem de delaleti zanni olur.(kesin olmayan haberi vahid)

Fıkıh ilminin asılları:  1-Kur’an,                    (Mutlak asıl)                                                                                      2-Sünnet,                    (Mutlak asıl)                                                                                      3-İcma,                         (Mutlak asıl)                                                                                      4-Kıyas,                      (asıl / fer’)                                                                                       *-Şer’u men kablena,                                                                                                            *-Örf,                                                                                                                                   *-İstishab,                                                                                                                            *-İstihsan,                                                                                                                            *-Zaruret.

Usulü Fıkhın konusu: Deliller ile hükümlerdir.                                                                    Usulü Fıkhın Gayesi: Şer’i hükümleri bilmek ve gereğiyle amel ederek dini ve dünyevi saadete kavuşmaktır.   

                        Usulü Fıkıh iki maksıd ve bir hatime üzerine tertip edilmiştir:                                             (Maksıd 1) *Delillerin hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir:                                              1-Kitap: Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammede indirilip, ondan tevatür yoluyla nakledilen Kur’an nazmıdır.

Lafız, hükümlerin bilinmesine yönelik durumları itibariyle dört kısımdır:                            a-Hass, b-Amm, c-Müşterek, d-Cemi Münekker.                                                                      Lafız, manaya delaleti yönüyle sekiz türlüdür. Dördü açıklık derecesine göredir:              a-Zahir, b-Nass, c-Müfesser, d-Muhkem.                                                                            Diğer dördü de kapalılık derecesine göredir:                                                                      a-Hafi, b-Müşkil, c-Mücmel, d-Müteşabih.                                                                          Lafız, manada kullanışı itibariyle dört türlüdür:                                                                   a-Hakikat, b-Mecaz, c-Sarih, d-Kinaye.                                                                            Lafız, kastedilen mananın kendisinden anlaşılması itibariyle de dört türlüdür:              a-İbaresiyle delalet eden, b-İşaretiyle delalet eden, c-Delaletiyle delalet eden, d-İktizasıyla delalet eden.                                                                    

2-Sünnet: Hz. Peygamberden sadır olan kavl, fiil ve takrirler’dir.(söz/davranış/Onay)

3-İcma: Ümmeti Muhammed’den, aynı asırda gelen tüm müçtehitlerin şer’i bir hüküm üzerine ittifak etmeleridir.

4-Kıyas: İki meseleden birinin illetinin dengi ikinci meselede bulunduğunda hükmün dengini rey ve içtihat yoluyla ikinci meselede ortaya çıkarmaktır.

            Kıyasın rükünleri:                                                                                                                 a-Asıl/Makisun aleyh.                                                                                                b-Fer’/Makis.                                                                                                                       c-Aslın hükmü/hükmü muaddi.                                                                                            d-İllet/Cami.                          

            (Maksıd 2) *Hükümlerin hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir:                      

1-Hüküm: Mükelleflerin fiillerine iktiza (gereklilik), tahyir (serbestlik) veya vaz’ (ikş durum arasında sebep, şart, mani bağı kurma) yoluyla ilişen ilahi hitabın eseridir.

            Mükellefin fiili, (1.taksim) Sıhhat itibariyle: 1-Sahih, 2-Batıl, 3-Fasit.                                  Mükellefin fiili, (2.taksim) İni’kad  itibariyle: 1-Münakit, 2-Gayri münakit.              Mükellefin fiili, (3.taksim) Nefaz (geçerlilik) itibariyle: 1-Nafiz, 2-Gayri Nafiz.                 Mükellefin fiili, (4.taksim) Lüzum (Bağlayıcılık) itibariyle: 1-Lazım, 2-Gayri lazım.

            Uhrevi maksatlar açısından fiil’in taksimi:                                                                           1-Azimet: kulların özürlerine dayalı olmaksızın ilk baştan meşru kılınan fiildir.                        2-Ruhsat: Şer’i özürler üzerine ikinci derecede meşru kılınan fiildir.

                        Azimetin çeşitleri:                                                                                                                 1-Farz,            a) Kifaye, b) Ayn.                                                                                       2-Vacip,                                                                                                                                3-Sünnet,        a) Hüda, b) Zevait.                                                                                       4-Nafile,                                                                                                                               5-Haram,         a) Li aynihi, b) Li gayrihi.                                                                            6-Mekruh,       a) Tenzihi, b) Tahrimi.                                                                                   7-Mübah,                                                                                                                 

2-Hakim: Şer’i hükümlerin güzellik (husn) ve çirkinliğinde (kubh) mükellef üzerine hakim; gerek akıl ile kesb olmaksızın veya kesb olduktan sonra bilinen şeylerden olsun veya olmasın akıl değil, Şari olan Allah’tır.

 3-Mahkumun bih: Şariin hitabının iliştiği fiildir.

            Çeşitleri:                                                                                                                               1-Yalın Allah hakları.                                                                                                                      2-Yalın kulların hakları.                                                                                                          3-Allah’ın hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının baskın olduğu yer.                                                                                                                                             4-Kul hakkının Allah hakkına baskın olduğu yer.

4-Mahkumun aleyh: Fiiline ilişen olarak şer’i hitabın geldiği mükelleftir.

            Fiil ehliyetini zedeleyen arızalar: a) Semavi, b) Müktesep.                                                  a-Semavi (bunlarda kulların kazanım ve seçimi yoktur):                                                  1-Delilik          (Cünun).                                                                                                       2-Küçüklük     (Sığar).                                                                                                          3-Bunaklık      (Ateh).                                                                                                                      4-Unutma       (Nisyan).                                                                                                       5-Uyku           (Nevm).                                                                                                        6-Bayılma          (İğma).                                                                                                          7-Kölelik            (Rikk).                                                                                                          8-Hayız ve Nifas.                                                                                                                 9-Hastalık       (Maraz).                                                                                                        10-Ölüm         (Mevt).

            b-Müktesep (bunlarda kulun gerek kazanım yoluyla ve gerek (o arızayı meydana getiren sebepleri) ortadan kaldırmaması şeklinde bir etkisi bulunur):                            1-Cehalet        (Cehl).                                                                                                           2-Sarhoşluk     (Sükr).                                                                                                           3-Şaka             (Hezl).                                                                                                           4-Sefeh           (Harcamalarda tedbirsizlik).                                                                         5-Yolculuk         (Sefer).                                                                                                          6-Hata.                                                                                                                                  7-Zorlama       (İkrah).                                                                                                                                 

(Hatime) *İçtihat hakkındadır:                                                                                            İçtihat: her bir şer’i-fer’i hükmü delilinden istinbat konusunda daha ileri gitmekten aczini anlayıncaya dek gücünü tamamıyla sarf etmektir.

            Müctehid mutlak olmanın şartları:                                                                                       1-Kur’an’ı kerim’in hükümlerle ilgili olan bilgilerini, ayrıca lügavi ve şer’i manasını kısımlarıyla birlikte bünyesinde toplamaktır.                                                                 2-Sünnet’in hükümlerle ilgili olan bilgilerini –metin ve senet- olarak bünyesinde toplamaktır.                                                                                                                          3-Hakkında İcma bulunan konuları bilmektir; ta ki içtihad ona aykırı olmasın.              4-Kıyası şartlarıyla, hükümleriyle, kısımlarıyla, makbul-merdut gibi yönleriyle bilmektir.


0 Yorum - Yorum Yaz

mukayeseli okuma    07.12.2014

MELAHAT AKALP

13922758-DOKTORA

TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARININ HÜLASASI

 

 

            Tefsir Tarihi: Kur'an'ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen faaliyetlere Tefsir ismi verilmektedir. İşte bu faaliyetler önceleri şifahî bir tarzda, hicri II. asrın ikinci yarısından itibaren de yazıya geçirilerek (tedvin) günümüze kadar devam edip gelmiştir. Kur'an mesajının anlaşılmasına yönelik bu çabalar tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki buna, Tefsir Tarihi denilmektedir.[1]

            Hadis Tarihi: Hadislerin, Hazreti Peygamber (sav) devrinden itibaren -özellikle ilk üç asırda- kazandığı  büyük değere paralel bir şekilde rivayetini, rivayetindeki gelişmeyi, çeşitli tehlikeler karşısında onları  koruma görevini yüklenen hadisçilerin faaliyetlerini, tedvin ve tasnifini, kısacası tarihini incelemektir.[2]

            Fıkıh Tarihi: Hukuk ilminin zaman-ı  risaletten itibaren nasıl teessüs etmiş, nasıl inkişafa mazhar olmuş  ve ne vechile müdevven bir hale gelmiş olduğunu gösterir. Bu ilme hizmet etmiş  olan müctehidlerin, vesair fukahanın bu bâbtaki pek mühim say ve gayretlerini, muvaffakıyetlerini kaydeder. O büyük zatların şahsiyetlerini, yüksek bilgilerini göstermeğe çalışır. Tarih-i fıkha tarihu't-teşri adı  da verilmektedir.[3]

            Rasûlullah'ın (sav) Yemenlilere gönderdiği Mu'âz b. Cebel'i uğurlarken ona sorduğu soru ve aldığı cevap, İslamî ilimlerin kaynaklarına dair temel kaideleri koymaktadır: "Sana bir mesele geldiğinde ne ile hükmedeceksin?", "Allah'ın Kitabı ile", "Onda bulamazsan?", "Rasûlü'nün Sünneti ile", "Onda da bulamazsan?", "Reyimle ictihad eder, elimden gelen gayreti sarfederim."[4]

            Sonraki dönemlerde Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas olarak sistemleşecek bu kaynakların ilki olan el-Kitap başlığı altında toplanan veriler aslında Tefsir Usulü dediğimiz ilmi oluşturmuştur. Ayrıca Hadis külliyatı içerisinde toplanan Tefsir rivayetleri, zamanla müstakil eserlere nakledilmiş; kadim ulema Ulûmu'l-Kur'an tabiri ile Tefsirle ilgisi bulunan ilimleri, konuya has eserlerde bir araya getirmiştir.

            Her ne kadar İslamiyet Kur'an vahyi ile başlamış olsa da ona bütün karakterini veren tek başına Kur'an olmamıştır. İslam geleneğinin tarihteki şeklini almasında, Peygamber (sav) yaşantısının ve ilk neslin Kur'an'ı algılama biçiminin belirleyici rolü vardır. Bu bakımdan "Sünnet/Hadis Kur'an üzerinde belirleyicidir, Kur'an Sünnet üzerinde değil." sözü bu gerçeği ifade etmektedir.

            Tüm bu durumlar bizlere Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin birbirleriyle sıkı bir ilişki içerisinde olduklarını göstermektedir. Bu ilimlerin doğru anlaşılabilmesi için aralarındaki bu bağlantının çok iyi kurulması gerekmektedir.

            Tefsir, ilk nesilden sonraki Müslümanlara ayetlerin indiği anda işaret ettiği durumları ve ilk muhataplarının ayetlerden ne anladığını gösterme amacına matuftur. Hadis, Peygamber Efendimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için yararlanılan bir bilgi kaynağıdır. Fıkıh ise ibadet ve muamelat konularını ele almış ve disiplinize ederek reel hayata aktarılmasına katkı sağlamıştır. Fıkıh ilmi hem hadis hem de tefsir ilminden veri elde ederken, hadis her ikisine de bilgi sağlamıştır.

            İslamî ilimleri araştırmaya talip olanlar, erken dönemden itibaren oluşturulan temel kaynak eserleri ve anlama faaliyetlerini, hiyerarşik bir metodla tetkik edilmelidir ki, İslamî ilimlerde bilginin bütünlüğü ortaya çıksın. Ve böylece İslam geleneğinin tarihteki şeklini almasına katkı sağlayan bu ilimlerin sistematik bir şekilde nasıl bir bütünlük arz ederek tesis edildikleri daha net anlaşılsın. Nitekim günümüz modern insanının "Yalnızca Kur'an" yanılgısı, işte bu bağlantının göz ardı edilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır.

             

 


[1] Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, MÜİF Yay, İstanbul, 2003, s.13,

[2] Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, AÜİFY, Ankara, 1977, s.3.

[3] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstılâhatı  Fıkhiyye Kamusu, I, 311; Abdulvahhab Hallâf, İslam Teşrîi Tarihi, çev:Talat Koçyiğit, AÜİFY, Ankara, 1970.

[4] Ebû-Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3.




0 Yorum - Yorum Yaz


2014-2015 Doktora Güz Yarıyılı

Zeliha ÇİFTÇİ

Öğrenci No: 13922757

Kur’an İlimleri

Kur'an ilimleri (Ulumü'I-Kur'an) tamlaması esas itibariyle Kur'an'la doğrudan ilgili olan disiplinleri kapsar. Kur'an-ı Kerim'le alakası olmayan. Fakat kendisinden Kur'an'ın yorumunda dolaylı olarak yararlanılan ilimlerin Kur'an ilmi sayılıp sayılmayacağı hususu tartışılmıştır. Kur'an ilimleri Kur'an'ın vahyi, nüzulü, yazımı, okunması, tertibi, toplanması, çoğaltılması, hattı, kıraati, tefsiri, i'cazı, nasih ve mensuhu, i'rabı, dil, üslup ve belagatı, ayet ve surelerinin birbiriyle ilgisi, muhkem ve müteşabihi hakkındaki disiplinleri kapsar. Kur’an ilimleri, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve müfredatla  Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır. Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, Suyûtî sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini  genişleterek biraz daha çoğaltmıştır.

 Kur’an ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmiştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini toplayıcı kapsamdaki eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.[1]

Hadis İlimleri

Hadisler, ikinci asrın başlangıcından itibaren tedvin edilmeye başlamış olmakla beraber, bunların tedvininde hadis imamlarının göz önünde bulundurdukları usûl ve kâideler, henüz kitaplaşmış değildi. Hatta tedvinden sonra kazanmış olduğu Usulü'l-Hadis veya Mustalahil-Hadis tabirleri bile, üçüncü asır hadis imamları arasında bilinmiyordu. Hâdîs rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, ravilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın sınıflarından bahseden Usulü’l Hadis veya Mustalahu'l-Hadis, ilk defa IV. asırda tedvin edilmiştir.[2]

 Ulûmü’l-hadîs, hadis ilmine dair çeşitli konuları kapsayan literatürün genel adı olmakla beraber bu ilim içerisinde gelişmiş müstakil disiplinleri de ifade eder. Hadis tedvîn ve tasnif faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bu ilimlerin ekseriyeti erken dönem muhaddislerince hadis metinlerinin mâna ve içeriğine yani dirâyetü’l-hadîse verilen önemi yansıtmaktadır. Bunlardan cerh-ta‘dîl ve kısmen ilelü’l-hadîs isnadla ilgili ilimlerdir. Hadis metinlerini anlamaya yönelik olanlar ise garîbü’l-hadîs, muhtelifü’l-hadîs, nâsihu’l-hadîs ve mensûhuhu, fıkhü’l-hadîs ve esbâbü vürûdi’l-hadîs ilimleridir. Son ikisi hadis ilimleri arasına diğerlerinden çok sonra girmiştir. Râvilerin güvenilirliğini tesbit etmeyi amaçlayan cerh ve ta‘dîl ilminin temel dayanağı ricâl eserleridir; buna ilmü’r-ricâl de denir. İlelü’l-hadîs ise isnadda veya metinde yer alan ve hadislerin sıhhatini zedeleyen gizli kusurları inceleyen ilim dalı olup erken dönemlerden itibaren bu hususta çeşitli eserler telif edilmiştir.

Fıkıh Usulü

Fıkıh usulünün içeriği dört bölümde şöylece özetlenebilir: 1.Edilletü’l-ahkâm: Bu bağlamda edille genellikle, kitap gibi ana kaynakların yanı sıra şer‘u men kablenâ gibi tâlî kaynaklarla tâlî kaynak görevi yüklenen kıyas gibi metotları ve sedd-i zerâyi‘ gibi prensipleri topluca ifade eden bir kavram olarak düşünülmüştür. 2. Hüküm bahisleri: Hüküm teorisi diye nitelenebilecek bu bölüm de dört başlık içerir: a) Hüküm ve kısımları: Hükmün tanımı ve hükümlerle ilgili terminoloji; b) Hükme konu fiiller/mahkûm fîh: Bir fiilin yükümlülüğe konu olmasıyla ilgili şartlar ve hükmün koruduğu hakkın aidiyeti, sorumluluk ve hak teorilerine esas teşkil edecek ilke, tahlil ve açıklamalar; c) Hükme muhatap olan kişi/mükellef/mahkûm aleyh: Hak sahipliğinin ve yükümlülüğün temelini oluşturan nitelikler ehliyet teorisi. d)Hükmün menşe anlamında kaynağı / hüküm koyma yetkisi/hâkim: Kelâm ilminde yer alan hüsün-kubuh tartışmasının uzantısı niteliğindeki bu konunun fıkıh ve fıkıh usulü açısından önem taşıyan yönü, kendisine dinî bildirim ulaşmamış kişilerin dinen yükümlü sayılıp sayılmayacağının ve gerek dinî bildirim bulunmayan durumlarda gerekse dinî bildirimlerin gerekçe ve amaçlarını kavramada aklın rolünün belirlenmesine ışık tutmasıdır. 3. Hüküm istinbat metotları: Nasların yorumuyla ilgili kurallar, deliller arasındaki zıt ilişkiler ve zıtlığı (teâruz) giderme yolları. Esasen yorum sınırını aşan hüküm çıkarma metotları (özellikle kıyas ve istislâh) bu bölüme uygun düşmekle birlikte bunlar genellikle “edilletü’l-ahkâm” kapsamında ele alınmıştır. Makasıdü’ş-şerîa konusu yeni eserlerde ayrı bir başlık altında bu bölüm içinde incelenir; klasik fıkıh usulü eserlerinde ise değişik bahisler arasına serpiştirilerek işlenmiştir. 4.İctihad ve taklid: Fıkıh usulü açısından bu bölümün en önemli kısmı, müctehidde aranacak özellikler ve bununla yakın ilişkisi bulunan ictihadın bölünüp bölünemeyeceği konusudur.

Sonuç ve Değerlendirme

Tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini ve usullerini incelediğimizde aslında hepsinin aynı kaynaktan ve dönemden çıktığını, birbirlerini desteklediklerini ve daha sonraki asırlarda disiplin haline gelerek birbirlerinden ayrıldıklarını görüyoruz.

Sünnet tefsir kaynağı olarak Kur’anî ayetlerle ilgili özel malzemeleri ihtiva eder. Kur’an’ı anlamak için ilk ve en yüksek otorite olmasıyla Hz. Peygamber, sahabîlerinin sorularına cevap vermek amacıyla Kur’an ayetlerinin mahiyetini açıklayan çeşitli ifadeler kullanmıştır. Dolayısıyla Kur’an’ın ilk müfessiri Hz. Peygamber’dir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashab da bu bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir.

Allah’ın Rasulü Hz. Muhammed’in hareketleri, sözleri, hüküm ve davranışlarından oluşan sünneti; ashab ikinci nesil Müslümanlara ve onlar da üçüncü ve dördüncü nesillere aktarmıştır. Bu bilginin bazıları bazı sahabi tarafından en başından beri yazılmış, fakat büyük kısmı bütün ümmetin uyguladığı ve rivayetle de hafızalara işlenen pratiklerle elde tutulmuştur. Sünnet normatifliğini Kur’an’dan almıştır. Doğrudan Kur’anî emirle bütün Müslümanlar peygambere itaat etmeye, onun sözünü dinlemeye ve örneğini izlemeye mecbur tutuldu.

Fıkıh ilmine gelince; başlangıçtan itibaren fıkhî meseleleri çözüme bağlarken dayanılacak iki ana kaynağın Kur’ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamber’in sünneti olduğu hususunda görüş birliği vardır. Bu çerçevede ortaya konan çabalar bakımından sünnet malzemesinin sıhhati meselesi özel bir önem taşıyordu. Sonuç olarak diyebiliriz ki İslam’ın geliştirdiği usul ilimleri, şüphesiz ki, onun en büyük başarılarından biridir.

 



[1] Prof. Dr. Ahmet nedim Serinsu, Kur’an ve Bağlam, Şule Yay., 2. Baskı, İstanbul, 2012,s.40

[2] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Ankara Üniv. Basımevi,1993,s.5

 




0 Yorum - Yorum Yaz



   ADI SOYADI:        Turhan YOLDAŞ
   ÖĞRENCİ NO:     14922720
    DÖNEM:             2014-2015 Güz Dönemi
                            DOKTORA
 
        Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihinin Mukayeseli Okuması
 
       Kur'an'ı Kerim Yüce Allah tarafından bütün insanlara gönderilen ilahi bir kitiaptır.    Şüphesiz Kur'an'ı kerim insanların yaşamaları için insanlara yol göstermiştir. Kur'an'ı    Kerim Arap bir içerisinde Arapça olak inmiş, belağat ve fesahatıyla bütün insanları    aciz bırakmıştır. Bütün insanlar bir araya gelip, başka varlıklar de onlara yardım    etseler onun bir sürenin veya bir ayetin benzerini meydana getiremezler. Kur'an'ı    kerim insanların akli, bedeni ruhi, ictimai, ekonomi, siyasi ve hayatın her alanında    insanaçözüm getirmiştir.
      Kur'an'ı Kerim bir müzize olarak Hz. Muhammed'e şifahi olarak Yüce Allah tarafın i      inmiş, Hz. Muhammed onu vahiy katiplerine yazdırmıştır. ilk zamanlarda deri    parçalarına, kemik parçalarına, tahta parçalarına ve taşlara yazıldı. Hadisler onunla      karışmasın diye Hz. Muhammed hadislerin yazımına izin vermedi. Kur'an'ı Kerim Hz.    Ebubekir bir araya getirilip mushaf şekline getirildi. Sahabeler Kur'an'ın manasını ve bazı ayetlerin tefsirini birbirine nakl etmişlerdir.   Hz. Muhammed'de zaman zaman bazı ayetlerin manalarını sahabelere anlatmıştır. ve Hz. Muhammed zamanından itibaren Kur'an'ı Kerim tefsir edilmeye başlandı. Kimine göre Hz. MUhammed Kur'an'ın çoğunu kimine göre de Kur'an'ın azını tefsir etmiştir. Hz. Muhammed ister Kur'an'ın azını ister Kur'an'ın çoğunu tefsir etsin, gerçek oki Kur'an'ı Kerim'i ilk tefsir eden Hz. Muhammed'dir. Sahabeler de Kur'an'ın tefsirine önem verdiler, sahabelerden meşhur mufesirler oldular. Onlardan sonra tabiin ve etbai tabiin döneminde de aynı şekilde Kur'an'ı Kerim'in tefsir çalışmalarına devam edildi. 
   İlk önce ilimler rivayet şeklindeydi, ilk üç dönem(sahabe tabiin etbai tabiin) hadis ilmi için seferler yapılıp, Hz. MUhammed'den rivayet edilen hadislere ulaşılmaya çalışıldı. Ondan sonra hadisler tedvin edildi. İlk başlarda tefsir ilmi hadisin bir babı olarak tedvin edildi, çünkü ilimler içiçe olup, birbirinden bağımsız değildi. Kur'an ilmi, ve Hz. MUhammed'din onu açıklaması olan sunneti ve bu ikisinden zuhur eden fıkıhi konular içiçeydi. ilk başlarda tefsir hadis ile beraber yazılıp, tefsir hadisin bir babı olarak kayda geçti. Daha sonraki dönemlerde tefsir bağmsız oldu. İlk başlarda tefsir rivayet şeklindeydi, daha sonra gramer ve belağat ilimleri gelişti, bunlara bağlı olarak dirayet tefsiri de gelişmeye başladı, tefsir ilmi rivayet dirayet olarak ortaya çıktı. Rivayet tefsiri rivayetlere dayanan bir tefsir çeçitidir, dirayet tefsiri ise hem rivayet hem de dirayet ilmine dayanan bir tefsir çeşitidir.
 
   İlk başlarda sahabe ve tabiinler Kur'an ve hadislerden anladıklarıyla amel ediyorlardı,   Kur2an ve hadisten zuhur eden meseleler fıkıh meselerdir. Sonra islam çoğrafyası genişlendi, meseleler çoğaldı, herşey Kur'an ve hadiste açık değildi, müçtehid imamlar ortaya çıkıp sorunlara çözü getirmeye çalıştılar, ilk önce Kitab'a sonra sunnete baktılar, bunlsrda bulmadıkları meselere çözüm getirmeye çalıştılar, bunun neticesinde kıyasa baş vurup, içtihad yaptılar, buna bağlı olarak bazı ilkeler genişletip, usulu'l- Fıkıh ilmi ortaya çıktı,bunuların neticesinde büyük mezhepler ortaya çıktı ve fıkıh ilmi de bağımsız olup, ayrı olarak tedvin edildi. Kelam ve akaid gibi ilimlerde bağımsız oludular. Netice itibariyle her bir bilim için bazı kaideler ve usuller konuldu. Tefsir için Ulumu'l-Kur'an genişletildi, bu ilim içerisinde muhkem- muteşabih, nasih-mensuh, mekki-medeni, siyak-sibak, açık-kapalı gibi kavram ve lafızlar genişletildi. Hadis için de ulumu'l-Hadis genişletildi, fıkıh ilmi için de usulu'l-fıkıh ilmi genişletildi, fıkıh ilmi Kur'an ve sunnete dayanıp, onlardan zuhur eden ameli konulardır.  Tefsir, hadis ve fıkıh ilk önce birbiriyle ilişki, sonra diğer bilim dallarıyla ilişki içerisinde var olmuş ve hala birbirine katkı sağlamaktadırlar.
   
   Sonuç olarak yukardaki bilgilere baktığımızda ilk dömenlerde tefsir, hadis ve fıkıh içiçeydi,  bir alim aynı zamanda hem mufesir hem muhadis hemde fakidi. sonradan bu ilimler birbirinde bağımsız oldular. Buradaki bağımsızlık tam olarak birbirinden bağımsız ve ayrı birer ilimler anlamına gelmez, bunlar birbirine bağlı ilimlerdir, bunlar aynı kaynaktan beslenip, farklı bir ihtiyacın tezahüründe oluştuğunu görmekteyiz, her üçü de aslında bu anlamda birbiriyle ilişkili olduğu göz ardı edilmeyecek bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. 
 
       Saygılarımla.. 



0 Yorum - Yorum Yaz

Mukayeseli Tarihler    11.12.2014


TEFSİR TARİHİ

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİRİ

  Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİR YÖNTEMİ

1.Mücmeli Teybin     2.Mübhemi Tafsil        3.Mutlakı Takyid         4.Müşkili Tavzih

 

SAHABENİN TEFSİ

Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber (s.a)’den ne duymuslarsa;

sebebi nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı Sünnetle tefsir  ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri sürdürülmüştür.

Tefsirde Meshur Sahabiler

İbn Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab.  Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali

Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri

1- Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.

2- Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır

3- Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı

4- Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.

5- Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.

6- Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.

7- Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.

TABİİUN DÖNEMİ(65-132)

   MEKKE EKOLÜ:  Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid  akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid,  ‘Mushafı baştan sona 3 defa İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.

İbn-i Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin Keysan’dır.

   MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir. Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.

   IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir. İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid, Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.

 

Tabiîn Tefsirinin Özellikleri

1- Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir. Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i

Kitabın girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması

gösterilebilir. İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin bu konuda gevsek

davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.

 

2- Tefsir rivayet nakil özelliğini, karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)

döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.

3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.

4- Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere

göre yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.

Tefsir Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri

 

RİVAYET TEFSİRİ

Tanım: “Bir kısım ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce

Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve Tabiîn sözlerinde yer alan

açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber (s.a)’den rivayet ettikleri

gibi, birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde bulunmustur.

Sonra Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey ve

içtihatlarıyla Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.

 

Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar

A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- İki rivayetten biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır

2- Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi bakımdan

sonra olan alınır.

3- Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan bilinmiyorsa,

isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)

4- İsitme yoluyla sabit olan bir sey yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

5- İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette

Allah’ın murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine

kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.

2- Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme yoluyla sabit olan alınır.

3- İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

4- İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat

ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda

mesele açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

 

En Meshur Rivayet Tefsirleri

1. Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî

2. Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî

3. el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî

4. Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî

5. el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye

6. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir

7. el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî

8. ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî

 

DİRAYET TEFSİRİ

Tanım: Müfessirin, Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli

anlamlarını öğrenmesi, Cahiliye siirini kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve

mensuhlarına ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardan

sonra kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.

Rey iki kısımdır:

1- Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için gerekli diğer sartlara

uygun olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini

caiz görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.

2- Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan

ve kötülenen rey çesidi de budur.

Rey ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde iki kısım olduğunu caiz olanın da

mahdut ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz

yerinde olacak.

Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler

1- lü1Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7- Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni.

8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din  10- Usulü Fıkıh 11- Esbab-ı Nüzul  12- Kasas İlmi

      13- Nâsih ve Mensuh İlmi:

.     14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için “mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller açıklığa

      kavusur.

      15- Mevhibe İlmi:

.

En Meshur Dirayet Tefsirleri

1. Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî

2. Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî

3. Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî

4. Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin

5. el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân

6. Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan / en-Nîsâbûrî

 

HADİS TARİHİ

·         Hz. Peygamberin onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin sözlerine KAVLÎ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin fiil ve davranışlarına FİİLÎ sünnet denir.

·         Peygamberlerin görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.

·         Hadis rivayet edenlere RAVÎ denir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları ilk hicri II. Asrın ortalarında yazılmaya başlandı.

·         İlk Tarih ve Tabâkat yazarları

 1.    Leys b. Sa’d      2.Abdullah b. Mubarek    3.Velîd b. Müslîm   4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan

 

·         Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.

·         Hicrî IV. Asrın başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Mutekaddimûn Dönemi kitapları

 

1.        Er-Râmhurmuzî;                     El Muhaddis ul Fasıl

2.        Hakîm en-Nişaburî;     Marifetu ulumil-Hadis

3.        Hatib el Bağdadî;                     el-Kifaye

 

·         Hicri IV.asırdan sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Muteahhirûn Dönemi Kitapları

 

1.    Kadı Îyad;              El-İlma

2.    Meyânci;               Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül

3.    İbnü’s Salah;         Ulum’il Hadis

 

·         Hadis öğrenen kişiye TÂLİB denir.

·         Hadis öğreten kişiye HÂFIZ denir.

·         İleri seviye hadis Âlimlerine Huccet-ul İslamŞeyh-ul İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis denir.

·         Hadisler arasındaki itilafları giderme yolları

 

1.    Cem ve Te’lif;     

Çelişen hadislerin hepsini almak

2.    Nesh;       

Şer’i bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.

3.    Tercih;                

Ravî sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete, din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.                      

4.    Tevakkuf;

Delil buluncaya kadar Hadisi askıya almak.

·         Kur’ana göre Hz. Peygamberin temel görevleri

 

1.    Tebliğ;       Bildirme.

2.    Beyân;      Açıklama.

3.    Tezkiye; İnsanları yanlış ve günahlardan arındırma.

Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.

·         RİVAYET

 

1.    Hadis Öğrenme    2.Nakletme     3.Derleme    4.Hadis kitabı te’lif etme

 

·         DİRAYET

 

1.    Hadis senetleri         2.Hadis Metinleri

 

·         Peygamberimizi Konu edinen ilimler

 

1.  Meğazî;Savaşları                     3.Siyer;Hayatı                                                          

2.    Şemail;Fiziksel özellikleri           4. Delâil;Mucizeleri

 

·         Hadis Râvileri hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.

 

1.    CERH: Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme

2.    TA’DİL: Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme

 

·         İlk bakışta sağlam görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.

·         Günümüze ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları

 

1.    Ali b. El-Medîni:   İlelü’l Hadis

2.    Ahmed b. Hanbel:  el İlel ve Ma’rifetü’r rical

3.    Muhammed b. İsa et Tirmîzi:    el İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.

4.    İbn Ebî Hâtim er-Râzi:   İlel’ül Hadis

 

·         Az kullanılan Yaygın olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l Hadis denir.

·         Ğarib kelimelere yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.

·         Ğaribu’l Hadis alanında eseri bulunan müellifler

 

1.    İbnu’l Kesir    2. Zemahşerî     3. Hattabî     4. İbn Kuteyfe

·         Hadislerin söyleniş sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.

·         Ravilerin Hadisleri metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.

·         Sahabenin söz ve davranışlarına MEVKUF hadis denir.

·         Tâbiûnun söz ve uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.

·         Bir hadisin farklı isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK denir.

·         Günümüze ulaşan ilk Hadis usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l Fâsıl dır.

·         Hanefîler Hadisler arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK sırasını gözetirler.

·         Hadis ilminde başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.

·         1000’den fazla hadis rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.

·         Maksirûn Râviler;

 

1.      Ebû Hureyre 2. Abdullah b. Ömer  3. Enes b. Mâlik    4. Hz.Aişe   5.Abdullah b. Abbas                     6.  Câbir b. Abdullah   7. Ebû Said el Hudrî

 

·         1000’den az Hadis rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.

·         Sahabenin Hadis Taammül yolları;

 

1.      Sorarak öğrenme    2. Öğrenmede nöbetleşme  3. Hadis müzakeresi   4. Öğrenim için seyahat

 

·         Hadislerin bir divân içinde toplanmasın TEDVÎN denir.

·         Devlet eliyle resmen TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b. Abdulaziz’dir.

·         Hadislerin öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.

·         Aşere-i Mübeşşereden olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç Hadis rivayet etmemiştir.

 

·         Hadislerin yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.

·         Tedvindeki Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.

·         Ebû Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin istedim vermedi demiştir.

·         Hz. Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği söylenir.

·         Peygamberimizin azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.

·         Tasnif döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları

 

1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar    2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar                      3. Tartışma ve reddiyeler    4. Muvattalar   5. Sünenler   6. Câmiler  7. Musannaflar

·         Hicrî II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler

1.     Ma’mer b. Raşid el Ezdî    2.Süfyan es-Servî   3. Rebî b. Habib el-Basrî   4. Süfyan b. Uyeyne

 

·         Hicrî III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi

1.           1.Buhâri      3. Müslim      4. Tirmîzi

·         Buhâri MEBSÛT isimli kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ BUHÂRİ yi yazdı.

·         Es-Sünenü’l Erbea (Dört Sünen) yazarları

1.         1.   Nesâî    2.  Ebû Dâvud   3. İbn Mâce   4. Tirmîzi

 

·         Hadisleri, Hadis kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.

·         TASNİF’i başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.

·         Muvatta’lar;

Peygamber efendimizden gelen hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler) içerir.

·         Buhârini Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.

·         Müslîmin Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı kanallarını bir arada vermesidir.

·         Müsnedlerde hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun sözleri bulunmaz.

·         Sünenlerde bulunan ağırlıklı konular;

1.      Salât    2. Eşribe  3. Tahâret  4. Savm/Sıyam

 

·         Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre düzenlenmiştir.

·         Muvatta, Sünen, Câmi, Musannef  Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.

·         Buharî  194-256 arasında yaşadı.

·         Buharînin Sahihinde Muallak hadisler dahil edilmeden 7275 hadis vardır.

·         Kütüb-ü Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.

·         Kütüb-ü Sittede eserlerin doğru sıralaması;

1.    Buhari   2. Müslîm   3. Tirmîzi    4. Ebu  Davud   5. Nesâi   6. İbn Mâce

 

·         Sahih hadisleri derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.

·         Bir hadis veya hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.

·         En tanınmış Müstedrek Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s Sahihayn adlı eseridir.

·         Zehebî, Nisaburinin el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i yazmıştır.

·         Tespit edildiği kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.

·         Suyutinin Cami’ul Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul Cevâmi’dir.

·         Rudanî’nin 14 hadis kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.

·         Münzirî et-Terğib ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.

·         Buhari ve Müslimin Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.

·         Müstahrec türü eserler rivayete olan güveni arttırır.

·         Kütüb-i Sitte üzerine yapılan çalışmalar;

1.    Cem :Hadisleri bir araya getirmek   2.Zevaid :Hadisleri birbiriyle mukayese etmek

3.Şerh :Hadisleri açıklamak  4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek

 

·         Hadislerin kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu işlem

ETRAF kitaplarıyla yapılırdı.

·         Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana İslam dünyasında genel kabul görmüştür.

·         Halk arasında Hadis diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler

1.    Aclûni, Keşfu’l Hafâ   2.Sehâvi, Mekâsıdu’l Hasene

 

·         Suyuti başta Kütüb-i Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif emiştir.

 

 

 

Fıkıh Tarihi

İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

 

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)

Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

      Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında          itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin  öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle  hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.

 

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.

Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.

Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.

Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.

Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.

 

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.

 

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.

 

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.

Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.

Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.

Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.

İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.

Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1]

·         *   *   *

Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.


 

 

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


 

 

TEFSİR TARİHİ, HADİS TARİHİ,FIKIH TARİHİ KOMBİNE OKUMA ÖZETİ

 

Zeyneb SOYARSLAN 14922724 Doktora

 

Tefsir tarihi, hadis tarihi ve fıkıh tarihi incelendiğinde, bir çok süreçlerinin ve bir çok yönlerinin paralel olduğu ve örtüşerek gelişim gösterdiği gözlemlenebilir. Her şeyden önce hepsinin başlangıcını Hz. Peygambere kadar dayandırmak mümkün görünmektedir. Bunun ardından her üçünün geliştiği ortam ve şartlar aynıdır. Bunların üçünün gelişim dönemlerini bir sıralamaya tabi tutmak istediğimiz zaman her biri için şu dönemlerden geçmiştir diyebiliriz; vahiy devri, sahâbe devri, tâbiîn devri ve tâbiînden sonraki devir.

 

Hadis tarihinde ilk aşama hadislerin Hz. Peygamberin ağzından çıktığı merhaledir. Tefsir tarihinde yine tefsirin ana malzemesi olan ayetlerin indiği ortam Hz. Peygamberin yaşadığı ortamdır. Fıkıh tarihi açısından bakılacak olursa, fıkhın ana kaynakları olan Kitap ve sünnetin oluşumu yine aynı zaman dilimine rastlar.

 

Bazı hadisler Kur’an ayetlerinin tefsirini, bazıları fıkhî bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamberin gazalarını ihtiva etmektedir. Bu sebeple ilk devirde hadis ilmi bütün maarife şamildi. Buna bağlı olarak ilk devirde tefsir, hadis ilmi içerisinde mütalaa edilmiştir. Daha sonra tefsir her ne kadar hadis rivayeti şeklinde yapılmışsa da, müstakil kitaplar da telif edilmiştir. Hicrî 2. asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak tefsirlerin meydana geldiğini görüyoruz. Ki bunlara dirayet tefsiri adı verilir. İslam ansiklopedisinin “Tefsir” maddesinin yazarı Carra de Vaux dirayet tefsirlerinin varlığını görmezden gelerek hadis ilmini tefsir ilminin bir alt başlığı olarak görür. Bu aşırı bir yaklaşımdır. İlimlerin birbirinden tamamen ayrılamayacağı doğru ise de bir ilmi tamamıyla diğerinin alt başlığı saymak makul karşılanmasa gerek.

 

Tabiin devrinde gayet tabii olarak Tefsir faaliyetinde hadisler kullanılır olmuştur. Diğer taraftan bu dönemde tefsirde yozlaşmalar başlamış, ayetlerin bir fırkayı yerer veya över şekilde tefsir edilmeye başlanmış olduğunu görürüz. Çünkü tâbiiler asrında, mezhep ihtilaflarının ilk çekirdeği atılmış ve bu sebeple bazı tefsirlerde bu mezheplerin fikriyatı görülmeye başlanmıştır. Aynı çaba hadiste kendini hadis vaz’ı olarak göstermiştir, hadis vaz’ının sebeplerinden bir tanesi mezheb taassubudur. Bir diğer sebep ise îtikâdî ihtilaflardır. Bu anlamda hadis tarihinde Mûtezile’nin adına çok rastlanır. Tefsir tarihinde de durum böyledir. Her nedense aynı şeyi fıkıhta rahatça gözlemlediğimizi söyleyemeyiz.

 

Tâbiiler devri, İslâmî ilimlerde çeşitli hareketlerin başladığı bir nirengi noktası olmuştur. Çeşitli dil, din ve örfe mensup olan insanların adeta bir meydanda toplanması bir fikir karmaşası meydana getirmişti. Bu karmaşa İslâmî ilimlerin bir sistem dahilinde ilerlemesi gerektiğini gözler önüne sermiştir.

 

Bir de ele aldığımız ilimlere tedvin faaliyetleri açısından bakalım. Tedvin, lugatta cemetmek, toplamak manasına gelir. Yazılı sahifeleri bir araya getirerek iki kapak arasında bir kitap yapmak, tedvinin karşılığıdır. Hadisin tedvini Hicrî 50’den sonra başlar. Tefsirde ise tabiiler devrinden sonraki merhale tedvin merhalesidir. Sahabe devrinde tefsir tedvin edilmemiştir, bu devreden sonra tefsirin tedvini başlamıştır.1 Fıkıh tarihinde ise tedvin faaliyetleri tefsir ve hadisin tedvininden daha ileri bir tarihe rastlamaktadır. Fıkıh tarihinde dördüncü devir olan ictihadlar devrinde mezhepler kurulmuş, ictihadlar yapılmış, her imam kendine göre bir hukuk sistemi kurarak o usul dairesinde hükümler vermiştir. Umumî kaideler bulunup çıkarılmıştır. Fıkıh ve Usûl-ı Fıkıh ilimleri kurulmuş, ana kitaplar yazılmıştır.2

 

İslam ilimlerinde tedvin merhalesini takip eden aşama tasniftir. Örneğin sünenler, fıkıh konularına göre tasnif edilmiş kitaplardır. Bunlar şekilsel olarak hadis kitabı olup, içerik, konu itibari ile fıkıh kitabıdır denebilir.

 

Zamanla müellifler aynı konuya taalluk eden hadisleri bir babda toplamaya başlamışlardır. Örneğin İmam Mâlik b. Enes (ö.179/795)’in el-Muvatta’ı ahkama dair hadislerden müteşekkildir. Bu ahkam bablarını tasnif ederken, Kur’an’ın ahkam ayetlerinden ve onların sahabe tarafından yapılmış tefsirlerinden istifade etmiştir. Bu bakımdan Mâlik b. Enes, tefsiri ilk toplayan, tedvin eden kişi olarak tanımlanır. Mâlik b. Enes’in bu çalışması bir tefsir faaliyeti mi, hadis faaliyeti mi yoksa fıkıh faaliyeti midir? Zaten İmam Mâlik’in bu kitabı hem hadis hem de fıkıh kitabı olarak kabul edilmektedir.

 

Görülüyor ki bu ilimler birbirinden ayrılmaz bir şekilde gelişim göstermişlerdir. Tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin paralel seyretmesinde etkili olan bir faktör de medreselerdir. İlk asrın ikinci yarısında hocaları sahabiler, talebeleri ise tabiiler olan medreseler kurulmuştur. Bunlar Mekke, Medine, Kûfe, Basra, Şam, Mısır gibi ilim merkezlerinde bulunmaktaydı. Buralarda tefsir, hadis, fıkıh, edeb vs. hep bir arada okutulmaktaydı. Medreselerden bir tanesi olan Mekke’yi ele alıp talebe ve hocalarına bakacak olursak:

 

Abdullah b. Abbas Mekke medresesinin kurucusu sayılmıştır, İbn Abbas, Abâdile ve fetva vermekle şöhret kazanmış yedi sahabi arasındadır. 1700’e yakın hadis rivayeti ile Muksirûn’dandır. Talebelerine el-Beytu’l-Haram’da tefsir, hadis, fıkıh ve edeb öğretir. Üç talebesi tefsir ve hadiste ziyadesiyle şöhret kazanmış olup bunlar şu kimselerdir:

 

  1. Mücahid b. Cebr: İbn Abbas’ın Kur’an tefsiriyle ilgili akvalini rivayet etmekle şöhret kazanmıştır.

  2. Atâ ibn Ebî Rabâh: Mekke’nin zâhid ve fakihlerindendir. Hacc menâsikini en iyi bilenlerdendir. Mescid-i Haram’da etrafına toplananlara fıkıh anlatır, hadis rivayet eder, dinî meseleleri öğretirdi.

  3. Tavûs ibn Keysan: Mekke’nin meşhur fakih ve müftîlerindendir.

 

Görüldüğü gibi bir medrese için bu medrese sadece tefsir faaliyetleri ile meşguldür ya da sadece hadisçi yetiştirir, denemez. Talebeleri de hocaları da İslâmî ilimler anlamında çok yönlü kişilerdir.

 

İslam ilimleri tarihinde cereyan eden tartışmalar da bize bu ilimlerin bütünlüğünü gösterir. Mesela; ‘Âhad haber ile amel edilir mi, ilim ifade eder mi’ gibi tartışmalar mezheb imamları beyninde cereyan etmiştir. Bu tartışma hadisin alanına mı girer yoksa fıkhın mı? İçerik olarak bir hadis tartışması özelliği gösterir, diğer taraftan fıkhın da konusuna girer.

 

Usûllerinin gelişimi konusunda tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri arasında bir karşılaştırma yapacak olursak; fıkıh ve hadis usûlüne göre tefsir usûlünün yazımının biraz daha geç bir döneme rastladığını görüyoruz. Zerkeşî (ö.794/1392), el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an adlı tefsir usûlüne dair yazmış olduğu eserinin mukaddimesinde, kendisinden önceki alimlerin hadis metodolojisinde olduğu gibi Kur’an ilimlerinin bütün konularını ihtiva edecek tarzda bir eser yazmadıklarından söz ederek bu alandaki ihtiyaca cevap vermek gayesiyle bu kitabı telif ettiğini belirtir.3 Yani her ne kadar Suyûtî’nin hocası Muhammed el-Kâfiyeci (ö.879/1474) et-Teysir adlı eseri ile alanında bir ilk olduğunu söylese de tefsir usûlü alanında yazılan ilk eser el-Burhân’dır.

 

Hadis usûlünün bütün konularını içeren eserler ise H.4. asrın ikinci yarısından itibaren telif edilmeye başlanmıştır. Aslında bu da geç bir dönemdir. Bu kadar geç olma sebebi ise diğer şeylerden usûl çalışmalarına vakit bulunamamış olmasıdır. Yoksa ki H.2. ve 3. asır hadisçileri hadis ilminin çeşitli usul ve kaidelerini biliyorlardı. Buhari ve Müslim incelenirse bu gayet açık bir şekilde görülür. – Şüphesiz bu tefsir içinde böyledir.- Hatta onlardan önce gelmiş eş-Şâfiî (ö.204)’nin er-Risâle’sinin fıkıh usûlünden ziyade hadis usûlü ile ilgili bir kitap olduğunu söyleyen hadisçiler bile vardır.4

 

Şüphesiz bu kıyaslamada usûl alanında yazılan ilk çalışması en erken olan ilim fıkıhtır. Fıkıh alanında yapılan ilk çalışma er-Risâle’dir.

 

Bütün bu karşılaştırmalardan açıkça anlaşılacağı üzere ilimler bıçak ile kesilir gibi kesin ve katı sınırlar ile birbirinden ayrılmaları mümkün ve makul değildir.

 

KAYNAKÇA

 

Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr yay. Ankara 2005

 

Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, DİB, Ankara 2003

 

Yıldırım, Suat, “el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an” , DİA c.VI.

 

Koçyiğit, Talât, Hadis Tarihi, TDV yay., Ankara 2007

 


 

1 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr yay. Ankara 2005, s. 132

 

2 Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, DİB, Ankara 2003 , s.95.

 

3 Suat Yıldırım, “el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an” , DİA c.VI. s.434.

 

4 Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, TDV yay., Ankara 2007 s.265.

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


MEHMET VEYSİ ÖZLÜK

ÖĞRENCİ NO: 13952753

BİRLEŞİK DOKTORA

 

TEFSİR USULÜ

Tefsir:Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı) Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir. Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.

Usûl: Asl kelimesinin çoğuludur.Sözlükte; temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir. Terim olarak; hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şeydir. Istılahta ise; herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlara denir.

Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koyar ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler verir. Bu ilmin gayesi Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.

KUR’AN’IN METİNLEŞME SÜRECİ

Kur’ân lafzının hangi kökten türediği hakkında farklı görüşler vardır:

1.     Kur’an lafzı “karinetün” kelimesinin çoğulu ve aynı zamanda hemzesiz olan ”el-kerin” lafzından türemiştir.

2.     Bir şeyi diğerine yaklaştırmak anlamına gelen “karene“ filinden türemiştir.

3.     “Kur’an” kelimesinin hemzesiz, türememiş ve alem–i mürteceldir.

4.     Sözlükte toplamak anlamına gelen “kara’e ‘den türemiş fu’lan vezninde bir kelimedir.

5.     Çıkarıp atmak anlamına gelen “kara’e ‘den türemiştir.

6.     “Okumak” anlamına gelen “kara’e”den türemiş, fu’lan vezninde bir kelimedir.

Terim anlamı: Hz. Peygamber (sav)’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.

Kur’ân’ın yazılması:

Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Hz. Peygamber ümmî olduğundan dolayı risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy gelse hemen birini çağırır yazdırırdı. Kâtip yazma işini  bitirince Hz. Peygamber (sav) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrediyordu. Böylece herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu. İstinsah işi bittikten sonra da mukâbele gören asıl nüsha, Resûlullah’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.

Kur’ân’ın derlenmesi ve çoğaltılması:

Hz. Muhammed (sav)’in vefatından sonra gelen halifenin dağınık olan Kur’ân’ı Kerim’i iki kitap arasında derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti vardı. Çünkü vahyin teminati olan Hz. Peygamber yoktu artık. Kur’ân’ın bazı parçaları çok az kimsede yazılı olarak bulunduğundan dolayı bunlar çok geçmeden kaybolabilirdi. Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında da birçok kurrâ sahâbi şehit olmuştu. Tüm bu sebeblerden dolayı ayetlerin kaybolma tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’ı derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanlar Kur’ân’ı ezberlemede gevşeklik gösterebileceklerdi ve Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan da çekiniyordu. Lakin Hz. Ömer’in öne sürdüğü haklı sebepler karşısında o da ikna olmuştu ve derleme işini Zeyd bin Sabit’e vermişti.

Hz. Zeyd(ra) Hz. Peygamber(sav) tarafından özel olarak görevlendirilen vahiy kâtiplerindendi. Zekâsıyla sahâbiler arasında temayüz etmiş biriydi. Resûlullah [sav] daha hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberlemiş ve çok düzgün bir şekilde okuyordu. Arza-i ahîrede de hazır bulunmuştu. Genç olması dolayısıyla kendisinden istenileni daha rahat bir şekilde yapabilecek donanıma sahipti. Herhangi bir şeyle itham edilmemesi dolayısıyla da bütün insanlar ona güven duyuyordu.

Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük sahâbilerden bazılarının da  yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı derleyebilmişti. Derlenen bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr, onun vefatından sonra da Hz. Ömer kendi yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada nüsha, kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir.

Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi bir faaliyet içerisine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında ise Mushaf’tan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir. Bunun nedeni de; hem Medine hem de Medine dışında bir takım kıraât ihtilafları zuhûr etmişti. İhtilaflar öyle bir boyut kazanmıştı ki savaşa kadar gidilebilirdi.

Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa’dan Kur’ân nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler üzerine yazılan nüshaların da yakılmasını emretti. İstinsah edilip İslâm merkezlerine gönderilen Mushaflar’dan 3’ü günümüze kadar gelebilmiştir. (Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)

Kur’ân’a hareke ve nokta konulması:

Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı hatasız okuyorlardı. Ancak Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu. Kur’ân’ı bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun için okumayı kolaylaştıracak ve sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı işaretleri kullanmak gerekiyordu. Bunu ilk düşünen Basra valisidir. Vali dönemin büyük dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak bir sistem geliştirmesini söyler. Oda valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer. Ed-Düeli’nin Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde bulunan yazılı nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koyar.

Arap olmayan unsurlar için harfleri birbirinden ayırmakta zordu. Bunu ilk farkeden Irak valisi, Nasr b. Âsım ve Yahya b. Ya’mer’den önlem almasını istemiştir. Onlarda harfleri birbirinden ayırmak için yine noktalara başvurulmuşlardır. Lakin harekelemede kullanılan renkten farklı olan mürekkep tercih edilmiştir.

 Büyük lügat âlimi, Halil b. Ahmed bugün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.

Kur’an metninin tertibi:

Âyetlerin tertibi: Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Cebrâil (as) vahiy getirdikçe her âyetin yerini de Resûlullah Efendimiz’e (sav) bildirmiştir. Hz. Peygamber de Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş ve her senenin sonunda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir. Yani Kur’ân herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir.

 Sûrelerin tertibi: İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak mümkündür:

1.    Sûrelerin tertibi içtihâdîdir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Mâlik gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber’den işittikleri Kur’ân’ı kendi içtihadları doğrultusunda tertip etmişlerdir. Eğer sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in cem ettirdiği ve Hz. Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi bir farklılık olmazdı. Veya da hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını kendi içtihadleri doğrultusunda yapamazlardı.

2.    Sûrelerin tertibi tevfîkîdir. Bu görüşte olan âlimlerden biri İbnu’l Enbârî’dir. Ona göre sûreler genellikle meydana gelen bir hâdise, âyetler de soru soranlara cevap vermek üzere nâzil oluyordu. Cebrâil vahiy getirdiği zaman Hz. Peygamber’e her sûrenin yerini bildirirdi. Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi.

3.       Kısmen tevfîkî kısmen de içtihadîdir. Kur’ân’daki bir kısım sûrelerin tertibi bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da ümmete bırakılmıştır.

Yedi harf kavramı:

Başta kütüb-ü sitte olmak üzere pek çok hadis kitabında, yedi harfle ilgili hadisler yer almaktadır. İbn Abbas’tan nakledilen hadisinde de Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur:”Cibril bana Kur’ân’ı bir harf üzere okuttu. Ancak artırması için müracaatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı yapıyordum, o da her seferinde artırıyordu. Nihayet yedi harfe kadar çıkıp orada kaldı.”

Hemen hemen bu konudaki tüm hadislerde ortak bulunan: “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” sözü tevâtür derecesine ulaşmıştır. Buna itimaden, Kur’an’ın yedi harf üzere okunması hakkında birçok görüş olmasına rağmen en kuvvetlileri şunlardır:

1.    Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.

2.    Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.

3.    Yedi harfle kastedilen yedi vecih(tarz)tir.

Kırâat çeşitleri:

Sahih kırâatler

Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşan, bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olan, kitâbet bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlerdir.

(a.) Mütevâtir kırâat:Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da bünyesinde taşıyan kırâat demektir. Cumhûra göre bu kırâat, kırâat-ı seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.

(b.) Meşhûr kırâat: Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan, ancak gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş kırâatlere de meşhûr kırâat denmektedir.

Sahih olmayan (Şazz) kırâatler

Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.

(a.) Âhâd kırâat: Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman (ra)’ın Mushafına veya Arap dili  gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.

(b.) Müdrec kırâat:Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler Kur’ân’dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan ibarettir.

(c. ) Mevzû kırâat: Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan kırâatlerdir.

KUR’ÂN İLİMLERİ

ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN

Üslub, oluş, yapılış biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya bir devrin kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığı rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı üslup tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.

Kur’an’ın Üslup Özellikleri

1.    Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk

2.    Lafız ve mana dengesi

3.    Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi

4.    Konuların iç içe bulunması

5.    Beyân tarzının çeşitliliği

MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN

Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.

GARİBU’L-KUR’ÂN

Garîb kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu.

VÜCÛH ve NEZÂİR

Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kelimesinin Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.

Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıre/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler. Yani vücûhta teaddüd/anlam çokluğu, nezâirde ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalarda, nezâir de lafızlarda söz konusudur.

AKSÂMU’L-KUR’ÂN

Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir. Kur’an’daki yeminlere gelince; Kur’an’da söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir.

MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN

Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise:‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.

 Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.

Müteşabihlerin Hikmetleri:

1.    Bir imtihan vesilesidir. İnsanın gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar.

2.    Söz konusu âyetlerin, ne derece kabiliyyetli ve bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini göstermesi hem de Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir.

3.    Müteşabihlerin varlığı, birden fazla kelâmî mezhebin doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi görüşlerini teyet edici delilleri bulmak için Kur’an’a yönelmesine zemin hazırlamıştır.

4.    Müteşabih ayetlerin ihtivâ ettikleri manalar genişce açıklanmış olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve muhafaza edilemeyecek kadar genişleyebilirdi.

5.    İnsan aklî delillere başvurmaya kendisini mechur hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce dar kalıplar içinde kalmış olabilirdi ve insan taklit karanlığından kurtulamazdı.

6.    Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, te’vile ihtiyaç hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi eşit seviyeye gelirdi.

HURÛF-I MUKATTAA

Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla gelmiştir.

Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet değildir.Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda iki görüş vardır:

Selefin görüşü: Selef âlimleri, mukattaa harflerini Kur’an’ın özü ve sırrı kabul etmektedirler. Onlara göre bu harflerin mutlaka manaları vardır, ama onları Hz. Peygamber’den başkası kavrayamaz. Çünkü bu hususta tek selahiyetli odur. Allah katında bulunan bilgilerden resûllerine lüzumu kadar verilmiştir. 

Halefin görüşü: İkinci görüş de halefin yani Müteahhirûn Ehl-i Sünnet kelâmcıların görüşüdür. Onlara göre de, Allah Teâlâ’nın muhatapları için anlamı olmayan şeyleri inzal etmesi uygun değildir. Hurûf-u mukattaaların hangi anlamlara gelebilecekleri hakkındaki görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz:  

1.    Allah’ın isim ve sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir.

2.    Allah Teâlâ bu harflerle yemin ederek söze başlamaktadır. 

3.    Mukattaa harfleri, başında bulundukları sûrelerin isimleridir. 

4.    Mukattaa harfleri inanmayanların dikkatini çekmek için konulmuştur.

İ’CÂZU’L-KUR’ÂN

İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kendi benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona konuşma izninin verilmesine benzer.

Kur’an’ın İcâz Yönleri

1.    Nazım ve te’lif 

2.    Gaybî haberler içermesi

3.    Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması

4.    Fenni mûcizelere işaret etmesi

5.    Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından değiştirilmemesi

MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN

Müşkil’in manası, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır. Kur’ân müşkillerini gidermek için ortaya iki vardır: Te’vil ve te’lif yolu ile nesih yolu.

MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN

Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.

Kur’ân âyetleri çeşitli zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.

Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.

FEZÂİLU’L-KUR’ÂN

Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.

Hz. Peygamber (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir. Kur’an hakkındaki bu fazilet hadisleri güvenilir hadis kitaplarında mevcuttur ve sahih olduklarında şüphe yoktur.

KISASU’L-KUR’ÂN

Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir. Bunların dışında anlatmak, hikâye etmek manalarına da gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.

Kıssaların Gayeleri:

1.    Hz. Muhammed’in nübüvvetini ispat etmek 

2.    Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmek 

3.    Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak 

4.    İslâm’in evrenselliğini ortaya koymak 

5.    Semâvî dinlerin esasta bir olduğunu beyân etmek

ESBÂBU’N-NÜZÛL

Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.

Esbâbu’n-Nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Rolü

1.    Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı olur.

2.    Âyetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.

3.    Müphem âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırır.

4.    Âyet/sûreler arasında münâsebet kurmaya yardımcı olur.

5.    Hasr veya tahsis (anlamların darlığı) şüphesini ortadan kaldırır.

NÂSİH-MENSÛH

Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsihdenilmektedir.

Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.

Neshin Şartları

1.    Nâsıh ve mensûh âyetler arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.

2.    Nasların şer’î hüküm taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.

3.    Mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olmuş olması

4.    Neshe konu olan hükmün, iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).

5.    Hüküm açısından nâsıh nassın mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.

 HADİS USÛLÜ

SÜNNET, HADİS, HABER

Sünnet: Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun, yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Bu manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı söylenmiştir ki, senne aleyhi'l-mâ'e iba­resi, bu manâya uygun olarak "suyu yavaşça döktü" demek olur. Araplar, takip edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı kelimeyi kullanmışlardır.

Lugatta, yukarıda zikredilen manâlarda kullanılmış olan sünnet ke­limesi, İslâm'ın bidayetinden itibaren özel bir manâ kazanmış, yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin, Allah'ın tebliğine memur et­tiği "dîn" ile ilgili olması dolayısıyle, kelimenin lugatta görülen "kötü" veya mezmûm yol" manâsı, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme lâyık yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş, övülmeye ve örnek alınmaya lâyıktır. İslâm'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmakla beraber, tedvîn devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah manâları kazanmıştır.

Fıkıh usûlü âlimleri, sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm ehli arasında ise, sünnet, bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bu­lunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hazreti Peygamberin düşünce ve dav­ranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak­ririnden ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasındaki yaşayışı da sünnetten sayılır. Sünnet, Hazreti Peygamber’den söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur.

Hadîs: Hadîs, lugatta kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve bu kelimeden türeyen bazı fiiller, haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Daha sonraları, kelimenin kullanılışında bazı gelişmeler olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir değişiklik görülmemekle beraber, dînî çev­relerde bazı haber çeşitlerine isim olarak verilen özel bir manâ kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde bu manâ açık bir şekilde görülür. İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz, Allah'ın Kitabı'dır."  Nihayet hadîs lafzı, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere hadîs denilmiştir.  

Haber: Lügat yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nak­ledilen bilgi manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden nakledilen sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul olanlara mühaddis denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle uğraşanlara ahbârî denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs denilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.

HABER ÇEŞİTLERİ

A. MÜTEVÂTİR HABERLER 

Mütevâtir, lugatta tetâbu etmek, yâni arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek ve birbirinin peşi sıra gelmek manâsında kullanılan tevâtür'den ism-i faildir. “Tevâtere'l-haberu” denildiği zaman, ha­berin fasılalarla birbiri arkasına geldiği,  yahut bir başka deyişle,  ha­bercilerin birbiri arkasına gelerek aynı haberi getirdikleri anlaşılır. Bu, bir bakıma, haberin nesiller boyu herkes tarafından getirilmesi ve nesilden nesile haber verilmesi demektir. Bu da, en basit ifade ile, haberin her nesilde, sayısı bilinmeyen bir kalabalık tarafından nakledildiği manâsına gelir. O halde mütevâtir haber, nesilden nesile, kalabalık bir cemaat tarafından rivayet edilen haberdir.

Mütevâtir haberin şartlarını şöylece sı­ralamak mümkündür:

1.    Mütevâtir haber, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.

2.    Öyle bir kalabalık ki, ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız ittifak etmeleri mümkün değildir.

3.    Herhangi bir nesilde veya tabakada, bu kalabalığın sayısında azal­ma olmamalıdır. Ancak sayıda artış, haberin doğruluğunu teyîd eder.

4.    Haber, menşeinde onu nakledenlerin "görme" veya "işitme" fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır; başka bir ifade ile menşei aklî kazıyyeye müstenid olmamalıdır.

Bu şartlar bir araya geldiği zaman, haber ilm-i zarurî, veya ilm-i yakın ifade eder; yâni onu işiten kimse için, red ve inkârı mümkün olmayan, ak­sine tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hâsıl olur. Bu bilgi, dîne taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk ediyorsa, ken­disiyle amel etmeyi gerektirir.

Bazılarına göre Kitap, yâni Kur'ân, tevâtüren sabit olduğu halde, sün­net ve icma, hem tevatür, hem de âhâd yol ile sabit olmuştur. Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmadan mütevâtir olanlar çok azdır. Hattâ sünnette, yalnız manâ yönünden mütevâtir olanlar vardır. Meselâ şerîatın asıl­larından olan beş vakit namaz, namaz rekatlarının sayısı, zekât, hac ve bunun gibi bazı sünnetler bu kabîldendir. Mütevâtir haberler, lafzi ve manevî olmak üzere 2’ye ayrılır:

Mütevâtir Lafzî: İsnadın başında olsun, ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir hadîsin lafzan, yukarıda tarifi yapılan kalabalık ta­rafından rivayet edilmesidir. Mütevâtir lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Hadîsler arasında da bu şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır.

Mütevâtir Manevî: Kelimenin manâsından da anlaşıldığı gibi, lafzî mutabakatı olmayan, fakat manâ ile rivayet edilen hadîslerdir. Bununla beraber, lafzî mutabakat ol­masa bile, bu hadîslerde de yalan üzerinde birleşmeleri ihtimal dâhilinde ol­mayan kalabalık bir cemaatin rivayeti şart koşulmuştur. Ancak böyle hadîslerde tevatür derecesine ulaşan husus, hadîsin aslıdır, yahut özüdür.

B. ÂHÂD HABERLER 

Âhâd, lugatta, "bir" manâsına gelen ve bir şeyin sayısına delâlet eden ahad veya vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise, tevatür derecesine ulaşmayan, veya mütevâtir olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhıd (bir kişinin haberi) denir ve bir kişi tarafından ri­vayet edilen haber kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi tarafından rivayet edilen haberlerdir.

Usûl kitaplarının tedvîn edildiği asırlarda, haber-i âhâd anlayışında önemli sayılabilecek bir de­ğişiklik olmuş ve bu tabir, yalnız bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği ha­berler hakkında değil, fakat iki kişinin iki kişiden, üç kişinin ve hattâ üçün üstünde kişilerin üç veya daha fazla kişilerden rivayet ettikleri haberler hakkında kullanılmıştır. Şu şartla ki, üçün üstündeki kişilerin, her tabakada, mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olması lâzımdır. Daha sonra âhâd haberler; meşhur, azîz ve garîb olmak üzere üç kısımda mütalâ edilmişlerdir. 

a) Meşhur Haber: Meşhur, lügat yönünden şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelir. Lakin hadîsçiler arasında, ıstılah olarak daha farklı bir manâda kul­lanılmış ve en az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine eriş­meyen hadîslere denilmiştir. Meşhurun diğer bir manâsı da, râvisi olsun veya olmasın, yahut aslı bulunsun veya bulunmasın, halk dilinde dolaşan bütün hadîsleri içine alır.Şu var ki, bu çeşit hadîsler hakkında kullanılan meşhur tabiri, kelimenin ıstılah manâsında değil, fakat lügat manâsında kullanıldığına delâlet eder. 

b) Azîz Haber: Azîz, lugatta " şerif olmak ve bir kimsenin zelîl iken kuvvetli ve kudretli olması" manasına gelir. Hadîs ıstılahında ise, Azîz, bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle kuvvet kazanması ve azîz olmasıdır. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada yalnız iki râvi tarafından rivayet edilen hadîsler ola­rak tarif etmek daha doğru olur.

c) Garîb Haber:  Garîb, lugatta yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse demektir. Hadîs ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kal­mış, yahut benzeri başka râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.Garîb hadîsler, sahih ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, metin ve isnad yönünden de garîb, yahut yalnız isnad yönünden, ya-hutta yalnız metin yönünden garîb olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Garîb hadîsler, umumiyetle sahîh olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok edici bir vasıf olduğu da ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (gü­venilir) kimseler olmaları halinde sübût bulur.  

SIHHAT YÖNÜNDEN  HABER ÇEŞİTLERİ

A. MAKBUL HABERLER

Sahîh Hadîs: Makbul hadîs çeşitlerinin başında yer alan sahîh, adalet ve zabt sı­fatlarını hâiz olan râvilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, ameli ge­rektiren sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması gerektiğini göstermektedir.

Sahih hadis kendi içinde iki kısma ayrılır: Birincisi Sahîh Li-Zâtihi” denilen hadistir ki; kendi şartlarıyla sahîh olup ve sıhhat yönünden en üst derecede bu­lunur. İkincisi de Sahîh Li-Gayrihi” dir. Bu da; râvisinin zabtındaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan, ancak başka bir sahîh isnadla rivayet edilip, sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselen hadistir.

Hasen Hadîs: Lügat yönünden "güzel" manâsına gelir. Hadîsçilerin ıstılahında ise, sahîh ile zayıf arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın ol­duğu için makbul hadîsler arasında sayılan hadîs çeşididir. Hasen hadîs, kuvvet yönünden sahîh hadîs derecesinde olmasa bile, delil olma yönünden ondan fark­sızdır. Bu sebeple el-Hâkim,  îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar, haseni sahîh çeşidi arasında zikretmişlerdir.

Hasen hadis de kendi içinde iki kısma ayrılır: Birincisi olan “Hasen Li-Zâtihi  âdil, fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve mu­allel olmayan hadîslerdir. Yani zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh hadîsin aynısıdır. İkincisi “Hasen Li-Gayrihi”dir ki; İbn Salâh onu şöyle tarif etmiştir: Râvilerinin eh­liyetleri tam olarak tesbit edilmemiş bulunan, bununla beraber rivayet et­tikleri hadîste fazla hata yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri hadîstir. Bu hadis bir kaç yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker olmaktan çıkar ve hasen li-gayrihi adını alır.

Mahfuz Hadîs: Şâz olan hadîsin mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, ri­vayetin çokluğu ve buna benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir.

Maruf Hadîs: Münker veya şâz merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.

Mutâbi Hadîs: Mutâbe'at, şeyhinden rivayetiyle tek kal­mış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir. Mutâbe'atın manâsı bu açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve fail manâsında kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek kaldığı sanılan bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı hadîstir.

Şâhid Hadis: ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma neticesinde manâ yö­nünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir. Çünkü araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet yolu ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir.

 B.MERDÛD HABERLER

 Merdud haber; reddedilmesi gereken hadîslere delâlet etmek üzere, makbulün mu­kabili olarak genel manâda kullanılan bir tabirdir. İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan ve âhâd denilen haberler, ya makbul, ya da merdûd olurlar. Bir haberin merdûd olması, genel olarak iki sebebe dayanır. Bu se­beplerden biri isnadla ilgilidir ve isnaddan bir veya daha fazla râvinin düş­mesiyle haber merdûd olur. İkincisi de isnadı oluşturan râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır.

Muallâk Hadîs: Muallak, ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta bir şeyi asmak, destek veya dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, musannifin, kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya kendi şeyhini, yahut kendi şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ bütün isnadı hazfederek veya ibaresiyle, hadîsi zikrettiği ilk kaynağa isnad etmesidir.

 Mursel Hadîs: Hazreti Peygambere yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sa­habenin çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel hadîs, isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir. Mursel hadîslerin delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. En-Nevevî'nin belirttiğine göre, hadîsçilerin çoğunluğu, birçok fukahâ ve usûlcüler nazarında mursel zayıftır ve onunla ihticac olunmaz. Eş-Şâfi'î de aynı görüşe sâhiptir. 

 Mu'dal Hadîs: İsnadında birbirini takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini takip eden en az iki râvinin düşmüş ol­ması şart koşulduğu için, bazen bir, bazen de birbirini takip etmeksizin ara­lıklarla birden fazla râvisi düşen ve ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı olduğu halde, her munkatı mu'dal değildir.Mu'dal hadîsler, isnadlarından düşürülen râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden halleri tesbit edilmedikçe merdûd hadîslerden sa­yılırlar. 

 Munkatı Hadîs: Munkatı tabiri, lügat yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için kullanılmıştır. İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister ortasında veya sonunda olsun, o isnad munkatıdır. Bu bakımdan sahabîsi düşen ve mursel denilen, yahut musannifin tasarrufu ile is­nadın başından hazfedilen ve muallak denilen isnadla munkatı arasında lugat manâsı yönünden hiçbir fark yoktur. Bununla beraber ıstılahta munkatı, murselden ayrı bir şeydir ve isnadda tâbi'îye varmadan önceki bir râvinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeden ondan rivayetidir. Bu durum, tabiatiyle râvinin, hadîsi bir başka şahıs vâsıtasıyle almış olduğuna delâlet ettiği gibi, bu vâsıtanın isnadda zikredilmemiş olması da, isnadın munkatı, yâni kopuk olmasını gerektirir.Munkatı'ın bir başka çeşidi de, isnadda mübhem şahısların yer almış olmasıyle ortaya çıkar. 

 Mudelles Hadîs: Mudelles, zulmet veya karanlık manâsına gelen deles'ten türetilmiş tedlîs'ten ism-i mef ûl olup, bir şeyin ayıbını ve kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken onu karanlıkta bırakıp belirsiz hale sokmak de­mektir. Tedlîsin bu manâsı gözönünde bulundurulursa, râvinin, şeyhinden işittiği ve işitmediği hadîsleri birbirinden ayırt etmeksizin hepsini de ri­vayet etmesidir ki, işitmediği hadîsleri de işitmiş olduğu vehmini uyan­dırdığı için, ayıbını ve kusurunu gizlemiş olur.Tedlîsin çeşitli şekilleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 

1.    Tedlîsu'l-isnad

2.    Tadlîsu't-tesviye

3.    Tedlîsu'ş-Şuyûh

4.    Tedlîsu'l-Atf

5.    Tedlîsu's-Sukût

 Mursel-i Hafi: Mursel-i hafî, yukarıda da belirttiğimiz gibi, senedin neresinde olursa olsun, muasır olan, fakat mülakatı bulunmayan, yahut aralarında semâ ol­mayan iki râviden birinin diğerinden rivayet ettiği hadîstir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu iki râvi arasında semâ olmadığının, yahut mülakat bulunmadığının bilinmesidir.

RAVİLERİN TA’N EDİLMELERİNİN BAŞLICA SEBEPLERİ

Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri:

1.    Kizbu'r-Râvi

2.    İttihâmu'r-Râvi bi'1-Kizb

3.    Bid'atu'r-Râvi

4.    Fısku'r-Râvi

5.    Cehâletu'r-Râvi

Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri:

1.    Fuhş-ı Galatı'r-Râvi

2.    Fuhş-ı Gafleti'r-Râvi

3.    Muhalefetu's-Sika

4.    Vehmu'r-Râvi

5.    Sû-i Hıfzı'r-Râvi

Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri:

Mevzu Hadîs: Başta İslâm Dînine kasdedenler olmak üzere, mensûb oldukları .siyasî fırka ve hizibleri, fıkhı mezhebleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, pe­şinden gittikleri imam ve hükümdarları medhetmek, halîfe ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescidlerde va'zettikleri ce­maatın teveccühüne nail olmak, halkın dînî emir ve nehiylere karşı rağ­betini artırmak maksadıyle dîn düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadîs râvilerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hazreti Peygamber’e iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzu (uydurma) hadîs adı verilmiştir. 

Metruk Hadîs: Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (ya­lancılık) ile itham olunan, yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir ko­nuşmalarında kezzâb (yalancı) olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk denilmiştir.

Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri

Şâz Hadîs: sika olan râvinin, ken­disinden daha sika râviye muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir.

Munker Hadîs: Zayıf olan bir râvinin, güvenilir râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadîse munker denilmiştir.

Mu'allel Hadîs: Görünüşü itibariyle sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini kemiren) bir illeti bulunan hadîslere mu'allel denilmiştir. Ancak bu illet keşfedilmedikçe hadîsin mu'allel olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu sebepten, mu'allelin tarifini yaparken, “kendisinde sıhhatini ke­miren bir illeti bulunan, bununla beraber görünüşte yine de sahîh olan hadîstir” demek daha doğru olur.

Mudrec Hadîs: Râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş hadîs demektir. Bu tarife göre, ya isnadı yönünden ya da metni yönünden hadiste idrâc hasıl olmuştur. Mudrecin bu iki kısmı mudrecu'l-isnâd ve mudrecu'l-metn adiyle bilinir. 

Maklûb Hadîs: Hadîs râvilerinin isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri değiştirilerek rivayet edilen hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre maklûb, kelime manâsına uygun olarak, ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle değişikliğe uğramış hadîs demektir.

Muztarib Hadîs: Bazen bir, bazen de iki veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde ri­vayet edilen, fakat ne râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne ken­disinden rivayet ettiği şeyhine yakınlığı ve ne de şâir tercih sebeplerinden herhangi birinin bulunmaması dolayısıyle rivayetleri arasında tercih ya­pılamayan hadîse muztarib denilmiştir.

Musahhaf Hadîs: Metin veya isnadında bir kelimesi veya râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edil­miş hadîse verilen isimdir.

İSNÂD 

İsnad, lugatta ya lâzım (geçişsiz) olarak dağın eteğinden zirvesine doğru tırmanmak ve yükselmek, yahutta müteaddî (geçişli) olarak yük­seltmek manâsında kullanılmıştır. Bundan ayrı olarak, İsnadın, bir de iti-mad etmek manâsı vardır ve her iki manâ, sülâsîden kullanılan sened ke­limesinin tam karşılığıdır. Hadîs ıstılahında ise, isnâd, sözün, aracılar vâsıtasıyle asıl sahibine yükseltilmesidir ve bu tarif, kelimenin, dağın zir­vesine yükselmek veya yükseltmek manâsından alındığına delâlet eder. Hadîsin, Hazreti Peygambere varıncaya kadar muttasıl bir şekilde güvenilir kimselerin yine güvenilir kimselerden rivayet edilmesi keyfiyeti, Allah'ın yalnız müslümanlara hâs kıldığı bir sistemdir.  

İsnad gerçek değerini tâbi'ûn devrinde kazanmış, hadîsçiler, isnadsız hadîs rivayet edenleri dâima ikaz ederek hadîs aldıkları kimseleri açık­lamaya davet etmişlerdir. Meselâ İbn Şîrîn "bu ilim dîndir; dînini kimden aldığına dikkat et" diyerek isnada önem verilmesini tavsiye etmiştir.  İsnada verilen bu değer sayesinde, hadîs rivayet eden kimselerin hal ve meşreblerini öğrenmek de mümkün olmuş ve herbiri hakkında tanzim edi­len biyografik tarihler yardımı ile, kimin güvenilir, kimin zayıf ve yalancı ol­duğu tesbît edilerek bu ilimle meşgul olanların istifadelerine sunulmuştur. İsnadlar, kendilerini oluşturan râvi sayılarının az veya çok oluşu yönünden iki kısımda değerlendirilmiş ve kaynağa daha az râvi ile ulaşan isnada âlî, daha çok râvisi olan isnada da nazil denilmiştir.

Âlî İsnad: Alî, lugatta, yücelik veya yükseklik manâsına gelen uluv'dan ism-i fail olup, râvi sayısının azlığı dolayısıyle Hazreti Peygambere yakınlık (kurb) kasdedilmiştir. Isnaddaki bu yakınlık, hadîsi en kısa yoldan Hazreti Peygambere ulaşan sahih bir isnadla rivayet etmek suretiyle meydana gelir. Râvi sayısının azlığı dolayısıyle âlî olan bir isnadla rivayet edilen hadîs, râvi sayısının çokluğu dolayısıyle nazil olan aynı hadîsin diğer ri­vayetine tercih edilir. Hadîs imam­ları, âlî isnadla rivayet eden kimselerden hadîs almak için meşakkatli seyahatları bu sebepten ihtiyar etmişlerdir. Ahmed İbn Hanbel, bunu şu söz­leriyle açıklamıştır: "Âlî isnad talebi, bize seleften kalan bir sünnettir." 

İsnadta uluv, mutlak ve nisbî olmak üzere başlıca iki kısımda mütalâ edilmiştir: Uluw-i Mutlak; güvenilir bir isnadla Hazreti Peygambere olan yakınlıktır. Bu ya­kınlık, Muhammed İbn Eşlem et-Tûsî'nin ifadesine göre, Allah'a yakınlık gi­bidir. Çünkü isnadın yakınlığı, Hazreti Peygambere yakınlıktır; Hazreti Peygambere yakınlık ise, Allah'a yakınlıktır. Uluw-i Nisbî ise; el-A'meş, îbn Cureyc, el-Evzâ'î, Şu'be, Mâlik, Huşeym ve emsali hadîs imamlarından birine, râvi sa­yısının azlığı dolayısıyla veya Kutub-i Sitte gibi mutemed kitaplardan bi­rinin rivayetine nisbetle ortaya çıkan yakınlıktır.

Nazil İsnad: Nuzûl kelimesi, uluvvün karşıtı olup bir hadîsi rivayet eden en son râviyi o hadîsin kaynağına en çok râvi sayısı ile ulaştıran isnadın key­fiyetidir. Nazil isnadlar, râvi sayısının çokluğu ve bu çokluk halinde hata ya­pılması ihtimalinin fazlalığı dolayısıyle, hadîsçiler arasında rağbet gör­memiştir. Bununla beraber, nazil isnadın râvileri, güven yönünden, yahut hafıza ve fıkıh yönlerinden üstünlükleri dolayısıyle âli isnad râvilerine te­mayüz ederlerse nazil isnad âlî isnada tercîh edilir.

İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri:

Merfû Hadîs: Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerden, ister munkatı isnadla rivayet edilmiş olsun, ister muttasıl isnadla rivayet edilmiş olsun, bütün hadîslere merfû denilmiştir. Söz, fiil ve takrirler dışında sahabe ve tâbi'ûnun, sarîh bir tabir kullanmaksızın naklettikleri bazı haberler daha vardır ki, bunlar da merfû hükmündedirler. Meselâ Sahabînin herhangi bir şey hakkında "bu şey sünnettendir" demesi, ekseriyetin görüşüne göre merfû hükmündedir. Sahabenin "fulân şeyden nehyolunduk" sözleri de, emrin ve nehyin Hazreti Peygamberden gelmesi dolayısıyle merfû hükmündedir.

Mevkuf Hadîs: Sahabeden, isnadı ister muttasıl olsun ister munkatı olsun, söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen haberlere mevkuf denilmiştir. Sahabe sözlerine bu ismin verilmesi, isnadın sahabîde son bulması ve Hazreti Peygambere ulaşmamış olması dolayısıyladir. Mevkuf tabiri, bazen de sahabî dışında herhangi bir râviye atfen kul­lanılır ve meselâ “hazâ mevkufun alâ Atâ” denir. Bu tabir, isnadın Atâ'ya kadar geldiğine işaretten ibarettir ve kelime, burada, ıstılah manâsında değil, lügat manâsında kullanılmıştır.

Maktu Hadîs: İsnadı tâbi'ûnda son bulan ve tâbi'ûnun söz ve fiillerinden ibaret olan haberlere maktu denilmiştir.

Musned Hadîs: İsnadı, ilk râvisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfû olan hadîslere musned denilmiştir. O halde, bazılarının zannettikleri gibi musned ve merfû tabirleri bir­birinin müradifî olan kelimeler değildir; fakat merfü, hadîsin musned ol­ması için gerekli olan unsurlardan biridir. Bu bakımdan her musned hadîs merfû olduğu halde, her merfû hadîs, senedi muttasıl olmadıkça musned de­ğildir.

HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ

SAHABÎLER: Hazreti Peygamber devrini idrak etmiş, müslüman olarak Peygamberi görmüş, onun sohbetinde bulunmuş ve yine müslüman olarak ölmüş olan kimselere sahabî (çoğulu: Sahabe) denir. Sahabîlerin sayısı hakkında kat'î bir rakam söylenmemiştir. Ebû Zur'a er-Râzî, Hazreti Peygamberin vefat ettiği sıralarda Mekke, Medîne ve ci­varlarında 114 bin müslüman bulunduğunu söyler. Sahabîler, Allahu Ta'âlâ'nm tezkiye ve ta'dîline mazhar olmaları dolayısıyla udûl addedilmişlerdir; yâni ister hadîs rivayetinde olsun, İster sâir hususlarda olsun, yalan söylemezler; tashîf ve tahrif yapmazlar.

Hadîsçiler, sahabîleri, derece, itibar ve fazilet yönünden çeşitli ta­bakalara ayırmışlardır. Bunlar arasında, el-Hâkim'in tasnifi büyük şöhret kazanmıştır. Bu tasnife göre sahabe, fazilet bakımından 12 tabakaya ayrılır. Bunlar sırasıyle şöyledir:

1.    Mekke'de  ilk defa müslüman olanlar.  

2.    Dâru'n-Nedve azaları.

3.    Habeşistan'a hicret edenler.

4.    Birinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.

5.    İkinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.

6.    Hazreti   Peygamber  Küba'da   iken   kendisine   iltihak   eden   müslümanlar.

7.    Bedir savaşına iştirak edenler.

8.    Bedir savaşı ile Hudeybiye andlaşması arasında hicret edenler.

9.    Hudeybiye yakınındaki ağaç altında Hazreti Peygambere bey'at eden­ler.

10.  Hudeybiye andlaşması ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler.

11.  Mekke 'nin fethedüdiği gün müslüman olanlar.

12.  Mekke'nin fethinde ve Hazreti Peygamberin Veda Haccı'nda onu gören çocuklar.  

Usûl kitapları, sahabîleri, rivayet ettikleri hadîs sayısına göre iki gu­ruba ayırmışlardır. Birinci gurupta, çok sayıda hadîs rivayet eden sahabîleri zikretmişlerdir ki, bunların başında Ebû Hureyre gelir. Es-Suyûtî'nin ver­diği bilgiye göre bu meşhur sahabî, 5375 hadîs rivayet etmiştir. Ebû Hureyre'den sonra, rivayet ettiği 2630 hadîsle Abdullah İbn Ömer İbni'l-Hattâb gelir. Bunu, sırasıyle 2286 hadîsle Enes İbn Mâlik, 2210 hadîsle Umrnu'l-mu'minîn Âişe, 1969 hadîsle İbn Abbâs, 1540 hadîsle Câbir İbn Abdillah ve 1170 hadîsle Ebû Sa'îd el-Hudrî takip eder. İsimleri zik­redilen bu sahabîlerden başka binin üzerinde hadîs rivayet eden kimse yok­tur. İşte, binin üstünde hadîs rivayet etmekle şöhret kazanan bu yedi sahabî muksirûn adı ile anılmıştır. Bu yedi kişi dışında kalan ve binin altında hadîs rivayet eden sahabîler ise, mukillûn adiyle tanınmışlardır ki, ilk dört halîfe ile sahabîlerin çoğu bunlar arasında yer alır.

TABİİLER: Hazreti Peygamberin ashabından herhangi birine mülâki olan ve onun­la sohbeti bulunan kimseye tâbi'î (çoğulu: Tâbi'ûn) denilmiştir.Tâbi'ûnun sayısı hakkında hiçbir rakam ileri sürülmemiştir. Sahabî-lerin, Hazreti Peygamberin vefatından sonra, fethedilen çeşitli ülkelere da­ğıldıkları ve buralarda kendilerine pek çok müslümanm mülâki olduğu göz önünde bulundurulursa, bunların sayısını tesbit etmenin mümkün olamayacağı kolayca anlaşılır. Tâbi'ûn içerisinde ilmiyle şöhret kazanmış daha pek çok kimse vardır. Kaynaklar, bunların şehirlere göre dağılımını vererek her biri hakkında geniş bilgi verirler. İslâmî ilimlerde ve özellikle hadîs sahasında en meşhur tâbi'îler şunlardır:

Mekke'de: Abdullah îbn Abbâs'ın kölesi Ikrime (Ö. 105), Atâ îbn Ebî Rabâh (Ö. 115), Ebu'z-Zubeyr Muhammed İbn Müslim (Ö. 128).

Medine'de: Sa'îd İbnu'l-Museyyib(Ö.93), Süleyman îbn Yesâr(Ö. 93), Urve İbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), Salim İbn Abdillah İbn Ömer (Ö. 106), Abdullah İbn Ömerin kölesi Nâfi (Ö. 117), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124), Ebu'z-Zinâd (Ö. 130).

Kûfe'de: Alkame îbn Kays en-Naha'î (Ö. 62), İbrahim en-Naha'î (Ö. 96),

Basra'da: El-Hasan el-Basrî(Ö. 110), Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110), Katâde (Ö. 117).

Şam'da: Kabîsa (Ö. 86), Ömer İbn Abdi'1-Azîz (Ö. 101), Mekhûl (Ö. 118). Yemen'de: Tâvûs îbn Keysân (Ö. 106), Vehb îbn Munebbih (Ö. 110). 

 RÂVİLERDE ARANAN ŞARTLAR 

Râvînin Adaleti: Adalet, insanı, kebâir (büyük günâh) iktisabından ve sağâ'ir (küçük günâh) üzerinde direnmekten alıkoyan bir melekedir. Bazılarına göre de, şehadet ve rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde, insana, tâ'at ve mürüvuet'in hâkim olmasıdır. Zira insanın işlerinde ma'sıyet ve mürüvvetsizlik galebe çalarsa, şehadet ve rivayeti reddedilir.

Bir hadîs râvisinde adaletin sübût bulması için bazı delillere ihtiyaç vardır. Bu deliller, ya iki âlimin o râvinin adaleti hakkında şehadette bu­lunmasıdır; ya da râvinin ada­leti, hadîsçiler ve sâir ilim ehli arasında hiçbir şüpheye mahal bı­rakmayacak şekilde şöhret kazanır. Meselâ Mâlik İbn Enes, Sufyân es-Sevrî, Sufyân İbn Uyeyne, eş-Şâfi'î, Ahmed İbn Hanbel ve emsali, adaletlerine şehadet edecek herhangi bir muaddile muhtaç değillerdir.

Râvinin Zabtı: İnsanın, işittiği herhangi bir şeyi, aradan uzun zaman geçmiş olsa bile, dilediği anda hatırlayabilecek bir şekilde iyi belleyip hıfzetme yeteneğine sahip olması manâsına gelir. Rivayetinin kabulü için bir râvide bulunması gereken iki önemli sıfattan biridir. Bu iki sıfat bir râvide birleştiği zaman, o râvi, sika (güvenilir) olma vasfını kazanır. Diğer sıfat, daha önce üzerinde durduğumuz adalettir.

Râvinin Akıl ve Bâliğ Olması: Akıldan murad, hadîs râvisinin temyiz kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu sebeple, hadîs rivayetinde belirli bir yaş haddi konulmamış, fakat temyîz kudreti olan her yaştaki çocuğun rivayeti kabul edilmiştir. Ancak akıl şartı içerisinde bulûğ zımnen mülâhaza edildiği için, bulûğ çağına girmemiş bir çocuğun hadîs tahammülü (yâni işitmesi, alması) caiz görülmüş olsa bile bulûğdan önce bu hadîsleri rivayet etmesi tecviz edilmemiştir. Yâni bulûğ çağından önce işitilen hadîsler, ancak bulûğ çağına girdikten sonra rivayet edilmişse makbul sayılmıştır.

CERH VE TA'DÎL

Bir kimseyi yaralamak manâsına gelen cerh ile, bir kimsenin adaletinin açıklanması demek olan ta'dîl, her ikisi birden hadîs ilminin en önemli konularından birini teşkil eder. Cerh ve ta'dîl olmaksızın bir hadîsin sahîh veya zayıf olduğunu tesbit etmek mümkün değildir.

Bir hadîs râvisinin, bir veya iki hadîs imamı tarafından cerh, bir veya iki hadîs imamı tarafından da ta'dîl edilmesi halinde, birincisi, yâni cerh kabul edilir ve hüküm ona göre verilir. Çünkü cârih (yâni hadîs râvısini cerheden, veya onun hadîs rivayetinde kusur teşkil edecek ayıplarını ortaya koyan kimse), hadîs râvisinde gizli olan ve muaddil (yâni hadîs râvisinin adaletini isbat eden kimse) tarafından bilinmeyen bir kusuru ortaya koymaktadır.

Bir hadîs râvisi, kalabalık bir hadîs imamı tarafından ta'dîl, buna kar­şılık daha az imam tarafından cerh edilmiş olsa, hüküm, yine cârihlerin söz­lerine göre verilir. 

 Cerhe Sebep Teşkil Eden Haller:

·         Kizb (yalancılık)

·         Sefeh

·         Bid'at ve hevâ

·         İhtilât ve tegayyür( rivayet ettikleri hadîsleri karıştıranlar, değiştirenler)

·         Rivayetleri arasında şâz, münker ve garîb hadîslere fazla yer verenler

·         Rivayetlerinde fazla yanlışlık yapanlar

·         Gaflet

·         Rivayet  ettikleri  hadîslerin   yalan   olduğunu  bilmeyenler

·         Görmedikleri ve hiç karşılaşmadıkları şeyhlerden hadîs nak­ledenler

·         Şeyhlerinden, hiç işit­medikleri hadîsleri de rivayet edenler

·         Kitapları kaybolduktan sonra başkalarına âit kitaplardan ri­vayet edenler

·         Hadîslerine başkaları tarafından yapılan ilâvelerin farkına varmayanlar

·         Hadîs rivayeti esnasında dillerinde vâki olan hatâyı dü­zeltmekten kaçanlar

·         Görmedikleri şeyhlerden hadîs rivayet edenler 

HADÎS RİVAYETİ VE ŞARTLARI

Hadîslerin Lafzen Rivayeti: Sahabe, rivayetin mes'ûliyetini müdrik olarak, Hazreti Peygamberden nakletmiş oldukları hadîslerde büyük bir titizlik gösteriyor, değil bir kelime değişikliğine, aynı kelimenin cümle içerisinde yer değiştirmesine bile rıza göstermiyorlardı. Hadîs rivayet eden bir kimsenin, Hazreti Peygamberin ağ­zından bir sözü harf harf ve kelime kelime nasıl işitmişse, onu aynen nakletmesini şart koşuyorlardı. Meselâ Abdullah İbn Ömer, İslâm'ın beş şartını birbiri arkasına sıralayarak sayan bir kim­seye, Ramazan orucunu beşinci şart olarak sona almasını ihtar etmiş ve Hazreti Peygamberin ağzından nasıl işitti ise, onu öyle rivayet etmesini söy­lemiştir.''

Hadîslerin Manâ Üzere Rivayeti: Hadîslerin lafzen rivayetini şart koşanlara rağmen, aralarında birçok sahabenin de bu­lunduğu büyük bir hadîsçi gurubunun, hadîslerin manâ yününden rivayet edilmesine cevaz verdikleri ve kendilerinin de bu yolda hadîs rivayet et­tikleri görülmektedir. Meselâ, Alî İbn Ebî Tâlib, Abdullah İbn Abbâs, Enes îbn Mâlik, Ebu'd-Derdâ1, Vasile Îbnül-Eska', Ebû Hureyre, el-Hasan el-Basrî, eş-Şa'bî, Amr İbn Dînâr, İbrahim en-Naha'î, Mucâhid, Ikrime, bu ko­nuda zikredilen isimlerden bazılarıdır.

Gerek sahabe ve gerekse sahabeden sonra gelen nesiller, hadîslerin manâ yönünden rivayet edilmesini hoş karşılamış olmakla beraber, bu ri­vayetin doğruluğuna güvenebilmek için rivayet sahibinde bazı şartlar aramışlardır:

1.    Hadîs râvisinin, sarf ve nahiv ka­idelerine tam manâsıyle vâkıf olması.

2.    Lügat ilmine sahip olması.

3.    La­fızların delâlet ettiği manâyı iyi bilmesi.

4.    Bir hadîsi değişik lafızlarla rivayet ettiği zaman, o hadîsin, Hazreti Peygamberin kasdetmiş olduğu manâyı verdiğine her bakımdan kanaat getirmesi.

Rivayetu'l-Akrân: Akran olan, yâni aynı yaşlarda bulunan râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleridir.

Mudebbec: Îbnu's-Salâh'ın ifadesine göre Mudebbec, akranın, yâni yaşça birbirine yakın olan râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleridir. Aynı şekilde isnadca olan yakınlıkta da râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleri bu isimle adlandırılmıştır. 

Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğır: Büyük yaşta olanların küçük yaşta olanlardan hadîs rivayet et­meleridir.

Rivâyetu'l-Âbâ Ani'l-Ebnâ':Hadîs tarihinde âba' ve ebnâ', bir aile içerisindeki hadîs rivayeti münâsebetiyle sık sık kullanılan tabirlerden biri olarak görülür. Âbâ', eb (baba)'nın, ebnâ' da îbn (oğul)'un çoğuludur. Babaların oğullardan rivayet ettikleri hadîsler, bazı hadîsçilerin dikkatini çekmiş ve bu hadîsleri toplayan kitaplar telîf etmişlerdir.

Rivâyetu'l-Ebnâ Ani'l-Âbâ: Aile içerisinde görülen hadîs rivayetinin en meşhuru, hiç şüphesiz, oğulların babalarından yaptıkları rivayetlerdir.

Mühmel: Bir râvinin, baba ve dede isimleri, yahut nisbetleri aynı olan iki ayrı şeyhten hadîs rivayet etmesi, fakat bu iki şeyhi belirleyecek ve onları bir­birinden ayırt edecek herhangi bir isim veya sıfatı terketmesi, yahut ihmal etmesidir. Bunlar, neseblerinin ihmal edilmiş olmaları dolayısıyle müh­mel olarak adlandırılmışlardır.

Muselsel: İsnadındaki bütün ricalin, bazen râvilerin, bazen de ri­vayetin belirli bir hal ve sıfatını takip ettikleri hadîslere verilmiş bir isimdir.  

Hadis Alma Yolları:

·         Semâ

·         Arz - Kıra'a

·         İcâze

·         Münâvele

·         Mukâtebe

·         İ'lâm

·         Vasıyye

·         Vİcâde

HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ 

Hadîslerin Tedvini: Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yaz­dıklarını ve bir takım sabiteler vücûda getirdiklerini biliyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, başladığı anlaşılmaktadır. Bu devirde yaşayan Ez-Zuhrî "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak gö­rülür.

İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler vardır. Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Ez-Zuhrî ile birlikte ulemâyı do­laşırdık. Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur, işittiği her şeyi onlara yazardı". Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet kazandırmıştır. Ancak dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir hususa bu­rada işaret etmekte fayda vardır: Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin ola­rak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadîs toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında değildir.  Hadîs kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek yaygınlaştığı gözönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha yaşlı tâbi'ûn arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr edilemez. Onların bu fa­aliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir.

 

Hadîslerin Tasnifi: Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîler ondan işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazmış, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan haberler aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmıştır. Bu tarzda meydana getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da fark edilmiştir. Gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine, konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer almış ve böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmıştır. Musannaf denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren ve Musnedler bu şekilde or­taya çıkmıştır.

İlk Hadîs Eserleri:

1.    Siyer ve mağazî kitapları: Hazreti Peygamberin Mekke ve Medine'deki yaşayışı, Peygamberlikten önce ve sonraki şahsî hayatı, fiil ve davranışları, ahlâkı, kısacası sîreti ve gazveleri ile ilgili haberlerin toplandığı eserlerdir. İlk mağazî tasnîf edenler arasında, Medine'nin tanınmış âlim ve fakîhlerinden Urve Îbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124), İbn îshâk (Ö. 150), Ma'mer îbn Râşid (Ö. 153), El-Velîd İbn Müslim (Ö. 195) gibi isimler vardır.

2.    Sünen kitapları: Fıkıh bâblarına göre tasnîf edilmiş, Hazreti Pey­gamberin söz, fîil ve takrirlerinden ibaret olan ve merfû sayılan haberlerdir. Sünen müellifleri şunlardır:Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi, Nessai…

3.    Câmi'ler: Câmi'ler de Sunen'ler gibi ibâdât, muamelât ve ukûbâta âit bâblara göre tasnîf edilmiş hadîsleri ihtiva ederler; ancak Câmi'lerin ihtiva ettikleri hadîsler, sadece bu konularla ilgili hadîslerden ibaret değildir. Bun­lara ilâveten, Câmi'lerde, Kur'ânın faziletleri, tefsiri, yaratılışın başlangıcı, geçmiş peygamberler, menâkıb, Hazreti Peygamberin sîreti ve mağâzîsi, halîfeleri ve ashabının faziletleri, îman, tevhîd ve bunun gibi diğer bazı konulara âit hadîslere de yer verilmiştir. Câmi’ müellifleri şunlardır: Buhari ve Müslim…

4.    Musanneflar: Cami' denilen eserler gibi her konudaki hadîsleri ihtiva et­meseler bile, Sunen'lerden farklı olarak, Camilerde yer alan konulardan bazılarıyle ilgili hadîslere de yer verilmiştir. Bu bakımdan Musannafları, ihtiva ettikleri konular yönünden, Sunen'ler ile Camiler arasında mütalâ etmek mümkündür. Bazı musannef müellifleri şunlardır: Ebû Bekr Abdurrazzâk bin Hemmâm, Ebu'r-Rabî Süleyman bin Dâvûd el-Ezdî ez-Zehrânî..

5.    Musnedler: Hadîslerin konuları nazarı dikkata alınmamış; fakat, kitaba alınması dü­şünülen hadîsler, ya onları rivayet eden sahabî, yahutta sahabîden sonraki râvilerden birinin adı altında biraraya getirilmiştir. Müsned müellifleri: Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Ahmed bin Hanbel…

6.    Belirli bir konuya tahsis edilmiş ki­taplar: Belirli bir konuya tahsis edilmiş müstakil eserlere umumiyetle "Kitâb" adı verilmiştir.

7.    Mustahrecler: İstihraç, bir hadîs ima­mının, kitabında belirli bir isnadla naklettiği hadîsin bir başka isnadını ara­yıp bulmaktır. Başka isnadlarla hadîslerin toplandığı kitaplara da Mustahrec adı verilir. Ebû Bekr el-İsferâ'înî'nin ve Ebu'l-Fazl Ahmed bin Seleme el-Be'zzâz’ın Müslim'in Sahih'i üzerine yapılmış birer Mustahrec'leri vardır. 

 

FIKIH USULÜ

Fıkıh: Fıkıh, müctehidlerin, tafsili şer’i delillerden istinbat ettiği şer’i ameli hükümlerdir. Fıkıh ilminin bir dalı füru’ (Furuu’l-fıkıh: Tatbiki hukuk), diğer dalı ise usul (Usulu’l-fıkıh: Nazari hukuk)’dur. Fıkıh denince, genellikle bu ilmin füru’ dalı kastedilir

Usul: Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab ve delil manalarında kullanılır.

Fıkıh Usulü: Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir. Usulu’l-fıkh tamlamasında usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş, bina edilmiştir. Buna göre Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir

Fıkıh Usulünün Konusu: Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir” demektedirler. Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

Fıkıh Usulünün Gayesi: Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır.

Fıkıh Usulünün Faydaları:

Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder. Müctehid imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahric yapıp hükme varabilir. Bir başka deyişle,kendisine uyulan müctehid, o olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalışır.

4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.

5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih eder. Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer’i hükümlerin tesbiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.

Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî  ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu  kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı. Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan alimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulanmazlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.

a- Mütekellimîn Metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyişiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara hakim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.

b- Hanefî Metodu: Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.

c- Mecz Metodu: Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.

ŞER’İ DELİLLER

Kur'ân-ı Kerim: Müslümanlar arasında hiç ihtilafsız kabul edilmektedir ki; Kuran’da mevcut hüküm ile amel etmek fardır ve kendisinde, hükmü bilinmek istenen olayın hükmü bulunduğu sürece onu bırakıp başka delillere yönelmek caiz değildir.

Sünnet:  sünnet her ne kadar islam hukukunun kaynaklarından biri ise de. Kaynaklar sıralamasında Kur’an’dan sonra gelir. Bir hükmü öğrenme ve delil getirme hususunda ikinci sırada yer alır. Hükmünü öğrenmek istediğimiz olayı cevaplayan bir nass Kur’an’da varsa, artık sünnete başvurulmaz. Sünnetin Kur’an’dan sonraki sırada yer almasının sebebi onun sübutunun zanni, Kur’an’ın sübutunun  tamamıyla kat’i oluşudur. Kat’inin zanniden  önce geleceği ise açıktır. 

İcma’: Sarih ve sukuti olmak üzere iki kısımdır. Bunlardan sarih icma’ kesin delil teşkil eder. Ona uymak vacip, muhalif davranmak ise haramdır. Sarih icma’ın kaynak olduğunu kabul eden usulcülerden bir kısmı sükuti icma’ı kaynak olarak görmemişlerdir. Hatta içlerinde bunun icma’ olarak isimlendirilmesini bile reddedenler vardır.  Usulcülerin çoğunluğu ise sükuti icma’ı delil olrak kabul etmişlerdir.

Kıyas: İslam hukukçuların büyük çoğunluğu , kıyasın şer’i delil olması hususunda hemfikirdirler. Nazzam, Zahiriler ve bir kısım Şiiler, kıyasın delil oluşunu kabul etmezler.

İstihsan:  hanefi mezhebinin delillerinden biri olduğu ve diğer fakihlerin  bunu bir delil olarak kabul etmedikleri, gerçeği yansıtmamaktadır.  Değişik mezheplerin fıkıh kitaplarını inceleyen bir kimse  bu kitapların istihsana dayalı hükümlerle dolu olduğunu görür.  Bu konuda en çok dikkat çeken Maliki mezhebidir. İmam Şafi’nin “İstihsan yapan, kendi yanından dim uydurmuş olur”sözü; istaihsanı hüccet olarak kabul edenlerin anladığı manada değil, bir başka anlamda yorumlanmaktadır. Bu da, bir delile dayanmaksızın şahsi arzuya göre hüküm  vermektir.

Örf:  Alimler, şer’i delillere aykırı olması halinde örfün muteber sayılamayacağı ve hatta ortadan kaldırılması gerektiği  hususunda fikir birliği içindedirler. Bununla beraber, Örf deliline dayanarak yapılan ictihadların örfün değişmesiyle dayanaktan yoksun kalacağı açıktır. İbn Âbidîn bu konuda şöyle der: “Fıkhî meseleler ya açık bir nass'a (ayet-hadis) dayanır, ya da re'y ve ictihad ile sabit olurlar.Bu bölüme giren fıkhî meselelerin çoğunu müctehid, kendi çağının örfüne dayandırmıştır. Eğer müctehid,bugünkü örfün hâkim olduğu devirde bulunsaydı, öncekine uymayan yeni bir görüşe sahip olurdu.”

Mesâlih-i Mürsele: sadece İmam Malik’e göre delil olduğu, diğer imamların bunu delil olarak kabul etmediği söylense de, değişik fıkıh kitaplarını inceleyen bir kişi bunun böyle olmadığını görecektir.

Sedd-i zerayi: Sedd-i zerâyi' Malikî mezhebinde fıkhî delillerdendir. Hanbelîler de bunu fıkhî delil olarak kabul eder ve uygularlar. Hanefi ve Şafiî mezheblerinde ise bunun muhtevasını kısmen birlikte, kısmen de farklı bir şekilde kabul ederler. Meselâ, Hanefilere göre mirastan mahrum bırakılmak kastıyla boşanmış olan zevceye miras hakkı aynen verilir. Zahirîler de sedd-i zerayi' delil olarak kabul etmemekle beraber, onun icâbına göre hüküm vermişlerdir.

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Tefsîr:

(( فسر Bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak, üzeri örtülü bir şeyi açmak, aydınlatmak.

( ( سفرKapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak, ortaya çıkarmak.

Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek.

Usûl:

(اصل  ) Temel, esas, dayanak, kök, kaide, delil.

Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey.

Herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlar.

Kur’ân lafzı:

1-Eş-Şâfiî, Kökü yoktur, özel bir isimdir. (Tevrat ve İncil gibi)

2-((قرينة – قرائن = Delil, Burhan.

3-El-Eşarî, (قرن fiili) = Bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek.

4-Katâde, (القرء fiili) = Toplamak. (فعلان  vezninde)

5-El-Lihyânî, (قراء  fiili) = Okudu. ( İsm-i mefûl’e nakledilmiş )

6-(قراء fiili) = Dışarı çıkarıp atmak.

7-Ez-Zerkeşî, ( (القرء = Hayız kanının rahimden çıkması.

Terim manası:

“Hz.Peygamber’e (s.a.v.) vahiy yoluyla indirilip, mushaflara yazılan, tevatüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen muciz bir kelam”.

Kur’an’ın lafzıyla ilgili ilimler:

*Uslûbu’l-Kur’ân:                                                                                                         “Kur’ân’ın muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir”. 

- Kur’an’ın ses nizamındaki ahengi, Lafız ve mana dengesi, Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi, Beyan tarzının çeşitliliği.

*Mubhemâtu’l Kur’ân:                                                                                                      “İnsan, melek ve cin gibi varlıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil de ism-i işaretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesidir”.

- İfade zenginliği sağlamak, Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek, Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmek, Fail meşhur olduğu için açıklama cihetine gitmemek, Mübhemin belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz konusu olmaması.

*Garîbu’l-Kur’ân:                                                                                          “Az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler”.

- Arap şiiri, (Ibn ‘Abbâs), Rumca/Süryanice/Berberice.

*Vucûh ve Nezâir:                                                                                                           “Vucûh: Bir kelimenin Kur’ân’da farklı anlamlarda kullanılmasıdır.

Nezâir: Kur’ân’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesidir”.

-  الهدى = Din, İman, Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur’ân, Sünnet,                                                                                                                 - Azâb =جهنم ,نار ,حطمة ,جحيم -                                                            Yani: Vücuh manalarda, Nezâir ise lafızlarda söz konusudur.

*Aksâmu’l-Kur’ân:                                                                                                         “Kur’ân-ı Kerim’deki yeminler”.

 İslamiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında yeminin çok büyük bir rolü vardı.     (Kasâme yemini mesela), Tekit maksadına yönelik, hakikatin vurgulanması, Üzerine yemin edilen varlığın kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymak.

Kur’ân’ın anlamıyla ilgili ilimler:

*Muteşâbihu’l-Kur’ân:                                                                                                   “Manaları bilinemeyen veya herhangi bir sebepten dolayı anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan ayet/kelime/harfler”.

Gayb imtihan vesilesidir, İnsana acizliğini ve cehaletini gösterir ve Allah’ın kudret ve ilminin yüceliğini idrak ettirir, Bütün ayetler muhkem olsaydı tek bir görüş olurdu, mezhepler oluşmazdı, Kur’an’ı ezberlemek ve muhafaza etmek kolaylaşmıştır, Ayetleri anlamada meşakkat var, bu da daha fazla sevap demektir, Akli delillere başvurmaya mecbur kalındı, zihni faaliyetler durdurmamıştır, Alimin cahile olan üstünlüğü muhafaza edilmiştir, herkesin ilmi aynı olurdu böylece hiç bir fark olmazdı.

*Hurûf-ı Mukatta:                                                                                                      “Kur’an’daki bazı surelerin başlarında yer alan harfler”.

1-Kufelilere göre: Bazıları ayet bazıları değil. 2-Basralılara göre: Hiçbiri ayet değil.

Selef: Kur’an’ın sırlarındandır ve manaları insanlardan gizlenmiştir. Kur’an’ın özüdür.

Halef: Allah’ın isim ve sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir.

Allah (c.c.) bu harflere yemin ederek söze başlar, Başında bulundukları surelerin isimleridir, İnanmayanların dikkatini çekmek.

*İ’câzu’l-Kur’ân:                                                                                                         “Kur’an’ın, bütün insanları kendi benzerini getirmekten aciz bırakması”.         

Beşerüstü bir kitap oluşu, Muhaliflere meydan okuması, Benzerinin getirilememesi.

İ’câz yönleri:

1-      Nazım ve telif.

2-      Gaybi haberler içermesi.

3-      Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması.

4-      Fenni mucizelere işaret etmesi.

5-      Hz.Peygamber (sav) tarafından değiştirilmemesi.

*Müşkilu’l-Kur’ân:                                                                                                       “Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar”.

*Münâsebetu’l-Kur’ân:                                                                                “Ayet ve sureler arasındaki mana ilişkisi”.

*Fezâilu’l-Kur’ân:                                                                                                        “Kur’an’ın yüceliği, üstünlüğü, meziyet ve şerefi”.

Tarih içerikli ilimler:

*Kısasu’l-Kur’an:                                                                                                            “Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar”.

*Esbabu’n-nüzul:                                                                                                          “Ayetlerin iniş sebepleri”.

 (إنزال ) = Top yekün indirme.

 (تنزيل  ) = Parça parça indirme.

*Nasih-Mensuh:                                                                                           “Şer’i bir hükmün, bir başka şer’i delille kaldırılması”.

 

 

(علم اصول الحديث ) Hadis Usulü Bilimleri.

Hadîs:

  Sözlük: Yeni.                                                                                              Terim: Söz, Fiil, Takrir (onay), Ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz.Peygamber’e izafe edilen her şey (‘in yazılı metinleri).                                                 Kur’an: Söz/Haber.       

Usûl:

Sözlük: Asıllar/Kökler/Kaynaklar.                                                             Terim: Yol/Yöntem/Nizam/Kaide/Düzen/Metod. Bir ilmin asıl konusundan önce ögrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri ve teknikleri.

Hadîs Usûlü:                                                                                                 Sened ve metnin durumlarını anlamaya imkan veren birtakım kaideler ilmi.   Hadis lafzı                                                                                                          Sözlük: Çok eskilerde doğru-yanlış, tarihi, efsanevi her türlü haberler.            Huddâs: Bunları anlatanlar.                                                                                  Kur’ân: Ahsenu’l-hadis = sözlerin en güzeli.                                                  Hadîs: Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır.                                                        Dini literatür:                                                                                                        1-Önce Hz. Peygamber’in sözü,                                                                          2-Sonra da onun söz, fiil ve takrirleri.                                                                  3-Hatta Sahabe ve Tabiun söz ve fiilerine de (Mevkuf/Maktu’ kayıtlarıyla) hadis denilmektedir. (bu grup için Haber ve Eser kelimesi de kullanılmıştır). 

Sünnet lafzı:                                                                                                       Sözlük: Yol ve gidişat.                                                                                       Hadis: yolun iyisine ve kötüsüne / Sünneti =Hz. Peygamberin yaşayış modeli, gidişatı. Kur’an: Sünnetullah = Yüce yaratıcının kainatı idare etmekteki kanunları / Sünnetu’l-evvelin = eskilerin örf-adet ve yaşayış tarzları.                                                                                                         Usulcüler: Hz. Peygamber’in sözle veya fiille açıktan, gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tamamını anlatan terim.   Hadisçiler: Hz. Peygamberin evsafı, ahlakı, peygamberlikten önceki ve sonraki her türlü yaşayışına yer verirler.                  Sarih (açık) takrir: Rasulullah’ın muttali olduğu herhamgi bir olay ya da sahabilere ait uygulamayı tasvib ve tasdik ettiğini açıkça belirtmesidir.           Zımni takrir: Muttali olduğu herhangi bir olay karşısında Hz. Peygamber’in sükut buyurmasıdır.

Hadisin yapısı:                                                                                                                       Sened (Tarik/Vech): Biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivayet eden kişilerin -Rasulullah’a kadar- sıralandığı kısım. Hadisi nakleden ravilerin isim zinciridir. Hadisin bize kimler aracılığı ile ulaştığını gösteren belgedir.                                                                                                        Ravi: Senedde yer alan her şahıs.                                                                        İsnad: Sened zikretme, sözü Rasulullah’a iletmek.                                             Rivayet lafızları: (حدثنا) ve (عن) gibi lafızlar.                                     Rivayet: Ravilerin hadisleri nakletmesi.                                                            Merviyy: Rivayet ettikleri hadis.                                                                          Senedin ibtidası: Senedin bize en yakın kısmı başlangıcı.                                 Senedin müntehasi: Hadis metnine en yakın yeri sonu.                                     Hümasi: Senedinde beş ravinin bulunduğu bir hadistir.

Kısaltmalar:                                                                                                                           1. ( حدثنا) lafzı, çoğunlukla ( ثنا) ve ( نا) şeklinde kısaltılmaktadır. ( حدثني) lafzı da   ( دثني) ve ( ثني) şeklinde kısaltılmaktadır.                                          2. ( ءاخبرنا) lafzı ( ءانا) şeklinde kısaıltılmıştır. Beyhaki bunu ( بنا) şeklinde kısaltmış fakat tutulmamıştır.                                                                               3. ( ءاخبرني) , ( ءانبءني) , ( ءانبئنا) ‘nın kısaltmaları yoktur. Zira bunlar öncekilere oranla daha az kullanılır.                                                                  4. ( عن) lafzı dışında kalan ( سمعت) , ( حدثنا) , ( ءاخبرنا) , ( حدثنا) ve ( ءانبئنا) gibi lafızların başında mutlaka bir ( قال) kelimesi bulunmaktadır. Çoğu kere yazılmaz fakat okurken orada yazılıymış gibi okunur.                                                                                                                5. Senedlerdeki ( ءانه) kelimesi de yazılmaz ama okunur.                              6. Hadis senedleri arasında görülen ( ح) harfi de o noktada senedin değiştiğini gösterir ve        ( حا) diye okunur. Bu kısaltma, hadisin birkaç senedini bir araya toplamak için kullanılır. Bazıları ( الحديث) veya ( تحويل) diye okurlar. Genellikle birleştirilen senedler arasında müşterek olan ilk ravi isminden sonra konur.

Ali b. Ebi Talib: ‘Kazanan kazandığını adaba riayetle kazandı, kaybeden kaybettiğini edebi terketmekle kaybetti’.

Rivayet:                                                                                                                 Kelime: Sulamak, taşımak ve nakletmek.                                                       Terim: Hadisin tahammül ve edası, eda siğalarından herhangi biri ile kaynağına isnadı. (Hadisin öğrenim ve öğretimi)                                                                                                       Öğrenim: Haml, tahammül ve telakki.                                                                                                               Öğretim: Nakl, eda ve tebliğ.                                  

Adab:                                                                                                                                            Edeb’in çoğulu olarak herhangi bir meslek mensuplarının uyması ve uygulaması gerekli manevi kaide ve ilmi teknikler (metodlar).

Hadis Öğrenim ve Öğretim Yolları:  1. Sema: Hocanın, ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivayette bulunması; öğrencinin, hocadan bizzat duyarak bu rivayeti almasıdır. Topluluk içinde alınmışsa: haddesena fulan/ahberana/enbeana fulan/semi’na fulanen.Yalnız iken alınmışsa: haddeseni/ahbereni/enbeani fulan/semi’tu fulanen. İmla: Hocanın, ezberinden veya yazılı vesikadan okuyarak rivayet ettiği hadisleri yazdırmasıdır. İmla sistemi: Önceden belirlenmiş zaman ve yerlerde büyük kalabalıklara hadis rivayet edip yazdırmak. İmla meclisleri: Bu yerlere. Mümli: Hoca. Müstemli: Bu meclislerde hadis yazan öğrenci. Emali: Bu yolla elde edilen rivayet metinlerinden oluşan kitaplar.                                                                                                                                                                                                           Kullanılan Siğalar: ( حدثنا فلان بتبليغ فلان / حدثنا فلان ءاملاء ).

2. Kıraat/Arz: Hocanın huzurunda talebe ezberinden veya elindeki kitaptan hadis okur. Hoca da ezberinden veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinlemesidir.Kullanılan Siğalar: ( قراءت على فلان و هو يسمع/ قرئ على فلان و ءانا ءاسمع / حدثنا فلان قرائة عليه).                                                    İmam Müslim, ahberana lafzını özellikle bu yolla aldığı hadisleri rivayet ederken kullanmaya çalışmıştır. 

            3. İcazet: Hocanın, talebesine duyduklarını veya kitaplarını rivayete izin vermesidir. İbn Hazm, bu usule çok sert şekilde karşı çıkmakta ve bidat demektedir.  Mücazun leh: Kendisine icazet verilen kişi. Muciz: İcazet veren kişi.        

            4. Münavele: Kendisinden nakl ve rivayet etmesi için hocanın, öğrencisine bir kitap veya yazılı bir metin vermesidir.                                                                                                      Kullanılan Siğalar: ( حدثنا فلان مناولة و ءاجازة ).

            5. Kitabet: Huzurunda bulunan veya bulunmayan bir öğrencisi için hocanın kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göndermesidir.                   Kullanılan Siğalar: ( كتب ءالي فلان قال حدثنا فلان  /  ءاخبرنا فلان مكاتبة- كتابة قال حدثنا فلان ).

            6. İ’lam: Hocanın, icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için sadece benim rivayetim işte budur diye açıklamada bulunmasıdır.

            7. Vasiyet: Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın –rivayet izninden söz etmeksizin- kitabını öğrencilerden birine vasiyet etmesidir.

            8. Vicade: Bir kimsenin yazma bir risale veya kitap bulmasıdır.Vacid: Bulan.   Kullanılan Siğalar: ( وجدت بخط فلان ). Bugün hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çeşit vicade’dir.

Tasnif devri/kütüb-i sitte öncesi rivayet mahsulleri:                                                                                                          1. Sahifeler: Abdullah b. Amr b. el-As; es-Sahifetu’s-Sadıka.                                                                                                                                                          2. Cüzler: Cüz’u hadisi Ebi Bekr.

  3. Erbeun: Nevevi; erbeun.

Tasnif devri rivayet mahsülleri:

1. Ale’r-rical:        

  a) Müsned: Sahabilerin, müslüman olmaktaki önceliklerine, Hz. Peygambere yakınlık derecelerine ya da kabilelerine göre harf sırasına konularak ve onlardan gelen hadisler, konularına bakılmaksızın o ismin altına dercedilmesiyle oluşan kitap türü: Ahmed b. Hanbel; Musned.                                                                                                                                       b) Mu’cem: Hadislerin, Sahabe, şuyuh veya beldelere göre ve çoğu kere alfabetik olarak sıralandığı eser: Taberani; Mu’cem.                                                                    

c) Etraf: Anahtar/kılavuz türü eser: Adbülğani en-Nablusi; Zehairu’l-mevaris fi’d-delaleti ala mevazı’ıl-hadis.

            2. Ale’l-ebvab:                                                                                                                            a) Musannef: Sünen’lerin muhtevasına mevkuf ve maktu’ hadislerin ilavesiyle meydana getirilmiş kitap türüdür: İbn Ebi Şeybe; el-Musannef.                                                             b) Cami’: Akaid, ahkam, siyer, adab, tefsir gibi dinin bütün cephelerine dair konuların tamamını kapsayan kitap türüdür: Buhari/Muslim; el-Cami’                                                 c) Sünen: Merfu’ nitelikli ahkam hadislerini fıkıh kitapları tertibi içinde ihtiva eden kitap türüdür: Ebu Davud/Nesai/İbn Mace/Tirmizi/Darimi; es-Sünen.

Ravi: Nakleden, taşıyan ve ileten.                                                                                       Ruvat: Nakledenler,                                                                                                             Terim: Hadisi öğrenip eda terimlerinden biriyle kendisinden sonrakilere nakleden hadisçi.

Ravi’nin vasıfları:                                                                                                                        1. Adalet: Raviyi takvaya yönelten ve insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan bir niteliktir.                                                                                                           a) Müslüman olmak.                                                                                                                        b) Büluğa ermiş olmak.                                                                                                         c) Akıllı olmak.                                                                                                                    d) Takva sahibi olmak.                                                                                                        e) Muruet (İnsani ve örfi meziyet ve geleneklere sahip ve saygılı yaşamak).  

            2. Zabt: Bellemek, duyduğunu duyduğu gibi rivayet edebilmektir.                                           a) Uyanık olması.                                                                                                                             b) Ezberinden naklediyorsa, ezberlemiş olması.                                                                  c) Kitaptan rivayet ediyorsa, kitabını iyi korumuş olması.                                                               d) Mana ile rivayet ediyorsa, manayı bozacak unsurları biliyor olması gereklidir.

Tabaka:                                                                                                                                Sözlük: Herhangi bir vasıfta ortak olanlar.                                                                        Terim: Yaş ve isnadda birbirine benzeyen akran raviler grubudur.                                            İhtiyaç duyulan noktalar: Doğum, vefat, öğrenciler, hocalar.

Beş tabaka:                                                                                                                                   * Hz. Peygamber’in vefatı   (h.  11)                                                                                          1-Sahabe                         (h.110)                                                                                                     2-Tabiun                          (h.180)                                                                                                      3-Etbau’t-Tabiin              (h.220)                                                                                                      4-Etbau etbaı’t-tabiin                 (h.260)                                                                                                      5-Etbau etbaı etbaı’t-tabiin         (h.300)                                              

            Sahabiyi Tanıma Yolları:                                                                                                             1. Tevatür yolu.                                                                                                                    2. Şöhret yolu.                                                                                                                                   3. Şehadet yolu.                                                                                                                              4. İkrar yolu.

Muammerun: Uzun yaşayanlar.                                                                           Muhadram/Muhadramun: Hem Cahiliyye devrinde yaşamış hem de İslam devrinde yaşamış olduğu halde Hz. Peygamberi görememiş ancak Sahabilerle görüşebilmiş olanlara Tabiilerden olmak üzere verilen isimdir.                                                                                                        Muksirun: Binden fazla hadis rivayet etmiş olan Sahabiler.                                                                    1-Ebu Hureyre            (58/672).                                                                                                        2-Abdullah b. Ömer  (73/692).                                                                                                            3-Aişe bnt. Ebi Bekr             (58/678).                                                                                                      4-Enes b. Malik           (93/712).                                                                                                   5-Abdullah b. Abbas       (68/687).                                                                                                      6-Cabir b. Abdillah     (74/693).                                                                                                      7-Ebu Said el-Hudri     (64/683).                                                                                                    (Abdullah b. Mesud ve Abdullah b. Amr b. el-As’ın da bine yakın rivayetleri vardır). Mukıllun: Binden az hadis rivayet etmiş olan Sahabiler.                                                        Tesebbüt: İhtiyatlı davranıp kesin kanaat edinmedikçe hadis rivayet etmemek prensibi.          Rihle: İlim yolculuğu.                                  

Sahabilerin sayısı:  40.000-120.000.                                                                                              Eserlerde tanıtılan: 10.000-12.000.

Cerh ve Ta’dil:                                                                                                                          Cerh: Elle, aletle veya dille yaralamak.                                                                                             Istılah: Adalet veya zabt sıfatını ibtal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemek.                                                                                             Ta’dil: Tezkiye etmek.                                                                                                                    Istılah: Ravinin adil ve zabıt olduğuna hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır.                                                                                                                                                            Cerh ve ta’dil alimleri’nin taksimi:                                                                                                                 1- Müteşeddid                (  -  )                                                                                                                        2-Mütesahil                  ( Tirmizi/Hakim en-Neysaburi )                                                                          3-Mutavassıt                ( Darekutni/İbn Adiy )

Ta’n noktaları (Metain-i aşere):                                 En ağırından en hafifine göre:                               1-Adalet vasfına yönelik:                                                                                                                             a) Kizbu’r-ravi:                                                                                      (  1  )                                b) İttihamu’r-ravi bi’l-kizb:                                                                                  (  2  )                                      c) Fısku’r-ravi:                                                                                              (  5  )                                 d) Cehaletu’r-ravi:                                                                                              (  8  )                                e) Bid’atu’r-ravi:                                                                                      (  9  )

2-Zabt vasfına yönelik:                                                                                                             a)Kesretu’l-galat: (rivayette çok yanlış yapması)                                               (  3  )                             b) Fartu’l-gafle: (aşırı gafil ve kapılgan olması)                                             (  4  )                           c) Vehm: (sened ve metinde, cerh ve ta’dilde hata yapması)                     (  6  )                          d) Muhalefetu’s-sikat: (zayıf ravi daha/güvenilir raviye muhalef etmesi)            (  7  )                              e) Su’u’l-hıfz: (hafızanın pek parlak olmaması)                                         ( 10 )

Cerc ve ta’dil sonucu raviler:                                                                                                                 1-Muaddel: Ta’dil ve tezkiye edilmiş raviler. (Sikat)                                                                          2-Mecruh: Cerhedilmiş raviler. (Duafa)

            1-Ma’ruf: Şahsı ve hali olumlu veya olumsuz olarak belirmiş olanlar.                                                    2-Mechul -ayn: Sadece bir ravinin kendisinden hadis rivayet ettiği kişi. (Rivayet kabul edilmez)                                                                                                                            Mechul -hal:  Zahiri ve batıni nitelikleri bilinemeyen, iki veya daha çok kişinin kendisinden hadis rivayet ettiği ve fakat güvenilir olduğu belirtilmeyen ravidir. (Kabul veya reddedilir) Muhtelit: Ömrünün sonunda zihni iğtişaya uğrayan raviler.                                                       Vuhdan: Kendisinden sadece bir kişinin rivayette bulunduğu raviler.

Kabul veya red açısından hadisler:                                                                                                         1-Makbul: Ravisinin doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken hadislerdir. 2-Merdud: Ravisinin doğruluğu kebul edilmeyen ve kendisiyle amel etmek gerekmeyen hadistir.

Ravi sayısı açısından hadisler:                                                                                                                   1-Mütevatir: Aklın, yalan üzerinde birleşmelerini adeten mümkün görmediği raviler topluluğunun, her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, işitme veya görmeye dayanan hadistir.                                                                                                                    a-Lafzen: Bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan mütevatir hadis.                                                                b-Manen: Aralarında ortak bir nokta bulunan değişik hükümlerin, tevatüt şartlarını taşıyan raviler tarafından nakledilmesiyle ortaya çıkan ortak mana.                                             2-Ahad: Mütevatir hadis şartlarını taşımayan hadis/bir kişinin verdiği haber.                                     3-Meşhur: Tevatür şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde ravisi ikiden aşağı olmayan hadis.

Senedin müntehası açısından hadisler:                                                                                                      1-Kudsi: Ayet olmamak kaydıyla, Hz. Peygamber’in Allah Teala’ya nisbet ve izafe ettiği hadis.                                                                                                                                                        2-Merfu’: Söz, fiil, takrir, fıtri veya ahlaki vasıf olarak, -senedi muttasıl veya munkatı’ olsun- açıkça veya dolaylı bir şekilde (hükmen) Hz. Peygambere izafe edilen hadis.                                                a-Saraheten (açık): Açık bir şekilde Hz. Peygambere’e izafe edilen hadistir. (Hadis içinde Rasulullah’a ait bir söz, bir fiil, bir takrir veya bir vasıftan söz ediliyor).                                                   b-Hükmen: Herhangi bir sahabinin, geçmiş peygamberler veya gelecekte cereyan edecek olaylar ya da işlenmesi halinde işleyene sevab yahut azab gerekecek konular gibi şahsi görüş ve kanaata dayanması mümkün olmayan mevzulara dair haberler. (İsrailiyat’tan olmaması gerekiyor)                                                                                                                                                           3-Mevkuf: Sahabilerin söz, fiil ve takrirlerine dair –muttasıl veya munkatı- haberler.                         4-Maktu’: Herhangi bir Tabii’ye izafe olunan söz, fiil veya takrirler.                                  *Munkatı’: Senedinde bir ravinin isminin hiç geçmediği veya kapalı olarak geçtiği hadisler ile, senedinden, sahabiden önce bir kişinin atlandığı veya peşpeşe olmamak şartıyla birden fazla ravinin atlanmış olduğu hadisler.  

Sıhhat veya hüküm açısından hadisler:                                                                                                  1-Sahih: Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadistir.                                                                                                                               a-Sahih li zatihi: Sahih hadis, eğer bu sayılan sıhhat şartlarının tümüne en üst seviyede sahip olmasıdır.                                                                                                                                       b-Sahih li gayrihi: Sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini sıhhat derecesine çıkaracak bir başka rivayet (adıd) bulunan hadistir.                                                                  2-Hasen: Zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadistir.                                                                                                                                              a-Hasen li zatihi:                                                                                                                              b-Hasen li gayrihi:                                                                                                                                                     3-Zayıf: Sahih ve Hasen hadisin şartlarını taşımayan hadistir.

Hadiste zayıflık sebepleri:                                                                                                                 1-Senedde inkıta’: Senedden en azından bir ravinin düşmesidir.                                                                a-Mürsel: Tabii’nin, sahabiyi atlayarak Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadistir.                                       b-Munkatı’: Senedi muttasıl olmayan hadistir.                                                                                              c-Mu’dal: Senedinin herhangi bir yerinden peşpeşe iki veya daha çok ravinin düştüğü hadistir. d-Muallak: Senedinin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç ravinin ya da müntehasına kadar senedin bütünüyle hazfolunduğu hadistir.                                                                                          e-Müdelles: Senede dahil bir ravinin ismini atlayarak, orada böyle biri yokmuş izlenimini verecek şekilde senedi sevkedilen hadistir.

2-Ravideki cerhi gerektiren hallere göre zayıf hadis çeşitleri.                                                                     a-Mevzu’: Hz. Peygamber adına yalan uydurmak (kizb) ile cerhedilmiş ravinin rivayetidir.     b-Metruk: Yalancılıkla itham edilmiş bir ravinin rivayetinde yalnız kaldığı (teferrüd ettiği) hadistir.                                                                                                                                              c-Münker: Zayıf bir ravinin sika raviye muhalif olarak rivayet ettiği hadistir/ Sika olsun olmasın ravisi tek kalan hadistir.                                                                                                            d-Muallel: Görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhatı yok edebilecek gizli bir illet taşıyan hadistir.                                                                                                                                             e-Müdreç: Hadisten olmayan bir kelamın, hadise bitişik olarak zikredilen hadistir.                                  f-Maklub: Sika ravilere muhalefet ya seneddeki ravi isimlerini ya da metnin bazı kelimelerini takdim-tehir ederek rivayet edilen hadistir.                                                                                           g-Muzdarib: Birden çok rivayeti bulunduğu halde rivayetlerin birini diğerine tercih edecek sebep bulunamayan hadistir.                                                                                                                         h-Şaz: Sika bir ravinin mütabii olmaksızın tek başına rivayet ettiği hadis/ Sika bir ravinin diğer sika ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir.                                                                        ı-Musahhaf: Kelimenin yazılışı (hattı) bozulmaksızın nokta veya harekelerin değiştirilmesi ve böylece başka bir kelime haline getirilen hadistir.                                                                                                i-Muharref: Kelimesi hareke değişikliğine uğramış hadistir.                             

 

                                                                                              

Fıkıh Metodolojisi:                                                                                                                                 Fıkhi meselelerin elde edilmesi için uyulması gereken kural ve araçları inceleyen bir ilim.

Usulü Fıkıh öğrenimin iki amacı:                                                                                                                            1) Müçtehidle ilgili amaç: henüz bilinmeyen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta belirlendiği üzere ilgili kural ve amaçlarına bağlı olarak kaynağından çıkarıp keşfetmektir.                                                                                                                                                      2) mukallitle ilgili amaç: Önceden bir müçtehid tarafından keşfedilmekle bilinen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta mukarrer bulunan kurallar ve araçlar uyarınca ispatlamaktır.  

Hanefi geleneğinde yazılan temel Usulü Fıkıh eserleri:                                                                             1-Fahru’l-İslam el-Pezdevi ve 2-Şemsü’l-Eimme es-Serahsi’nin kitapları. “el-Menar“ bu iki kitabın muhtasarıdır.                                                                                                                          Mütekellim geleneğinde yazılan temel Usulü Fıkıh eserleri:                                                                      1-Kadı Abdü’l-Cebbar; “el-Umed”, 2-Ebu’l-Hüseyin el-Basri; “el-Mutemed”, 3-Ebu’l Meali el-Cuveyni; “el-Burhan”, 4-Ebu Hamit el-Gazali; “el-Mustasfa”.

Usulü Fıkıh: Fıkıh ilminin asılları.                                                                                                   Genel manası: Kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir. (Kelam/Ahlak/Fıkıh)                                     Özel manası: Davranışla ilgili hükümleri tafsili delillerden bilmektir.                                                     Asıl: Delil =         1-Hem Sübutu, hem de delaleti kesin olur.(Mütevatir nass)                                                   2-Sübutu zanni, delaleti kesin olur.(Kesin olan haberi vahidler)                                              3-Sübutu kesin, delaleti zanni olur.(Tevil edilmiş ayetler)                                                   4-Hem sübutu, hem de delaleti zanni olur.(kesin olmayan haberi vahid)

Fıkıh ilminin asılları:  1-Kur’an,                    (Mutlak asıl)                                                                                      2-Sünnet,                       (Mutlak asıl)                                                                                      3-İcma,                       (Mutlak asıl)                                                                                      4-Kıyas,                      (asıl / fer’)                                                                                         *-Şer’u men kablena,                                                                                                           *-Örf,                                                                                                                                   *-İstishab,                                                                                                                           *-İstihsan,                                                                                                                             *-Zaruret.

Usulü Fıkhın konusu: Deliller ile hükümlerdir.                                                                                 Usulü Fıkhın Gayesi: Şer’i hükümleri bilmek ve gereğiyle amel ederek dini ve dünyevi saadete kavuşmaktır.  

Usulü Fıkıh iki maksıd ve bir hatime üzerine tertip edilmiştir:                                                      (Maksıd 1) *Delillerin hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir:                                                                     1-Kitap: Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammede indirilip, ondan tevatür yoluyla nakledilen Kur’an nazmıdır.

Lafız, hükümlerin bilinmesine yönelik durumları itibariyle dört kısımdır:                                                      a-Hass, b-Amm, c-Müşterek, d-Cemi Münekker.                                                                                 Lafız, manaya delaleti yönüyle sekiz türlüdür. Dördü açıklık derecesine göredir:                                      a-Zahir, b-Nass, c-Müfesser, d-Muhkem.                                                                                              Diğer dördü de kapalılık derecesine göredir:                                                                                          a-Hafi, b-Müşkil, c-Mücmel, d-Müteşabih.                                                                                            Lafız, manada kullanışı itibariyle dört türlüdür:                                                                                   a-Hakikat, b-Mecaz, c-Sarih, d-Kinaye.                                                                                     Lafız, kastedilen mananın kendisinden anlaşılması itibariyle de dört türlüdür:                                    a-İbaresiyle delalet eden, b-İşaretiyle delalet eden, c-Delaletiyle delalet eden, d-İktizasıyla delalet eden.                                                            

2-Sünnet: Hz. Peygamberden sadır olan kavl, fiil ve takrirler’dir.(söz/davranış/Onay)

3-İcma: Ümmeti Muhammed’den, aynı asırda gelen tüm müçtehitlerin şer’i bir hüküm üzerine ittifak etmeleridir.

4-Kıyas: İki meseleden birinin illetinin dengi ikinci meselede bulunduğunda hükmün dengini rey ve içtihat yoluyla ikinci meselede ortaya çıkarmaktır.

Kıyasın rükünleri:                                                                                                                                    a-Asıl/Makisun aleyh.                                                                                                                   b-Fer’/Makis.                                                                                                                                             c-Aslın hükmü/hükmü muaddi.                                                                                                           d-İllet/Cami.                             

(Maksıd 2) *Hükümlerin hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir:                      

1-Hüküm: Mükelleflerin fiillerine iktiza (gereklilik), tahyir (serbestlik) veya vaz’ (ikş durum arasında sebep, şart, mani bağı kurma) yoluyla ilişen ilahi hitabın eseridir.

Mükellefin fiili, (1.taksim) Sıhhat itibariyle: 1-Sahih, 2-Batıl, 3-Fasit.                                              Mükellefin fiili, (2.taksim) İni’kad  itibariyle: 1-Münakit, 2-Gayri münakit.                      Mükellefin fiili, (3.taksim) Nefaz (geçerlilik) itibariyle: 1-Nafiz, 2-Gayri Nafiz.                          Mükellefin fiili, (4.taksim) Lüzum (Bağlayıcılık) itibariyle: 1-Lazım, 2-Gayri lazım.

Uhrevi maksatlar açısından fiil’in taksimi:                                                                                              1-Azimet: kulların özürlerine dayalı olmaksızın ilk baştan meşru kılınan fiildir.                                          2-Ruhsat: Şer’i özürler üzerine ikinci derecede meşru kılınan fiildir.

Azimetin çeşitleri:                                                                                                                            1-Farz, a) Kifaye, b) Ayn.                                                                                                       2-Vacip,                                                                                                                                            3-Sünnet,   a) Hüda, b) Zevait.                                                                                                          4-Nafile,                                                                                                                                        5-Haram,    a) Li aynihi, b) Li gayrihi.                                                                                         6-Mekruh,       a) Tenzihi, b) Tahrimi.                                                                                                     7-Mübah,                                                                                                                       

2-Hakim: Şer’i hükümlerin güzellik (husn) ve çirkinliğinde (kubh) mükellef üzerine hakim; gerek akıl ile kesb olmaksızın veya kesb olduktan sonra bilinen şeylerden olsun veya olmasın akıl değil, Şari olan Allah’tır.                                                                                                                       3-Mahkumun bih: Şariin hitabının iliştiği fiildir.

Çeşitleri:                                                                                                                                                 1-Yalın Allah hakları.                                                                                                                                        2-Yalın kulların hakları.                                                                                                                           3-Allah’ın hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının baskın olduğu yer.                       4-Kul hakkının Allah hakkına baskın olduğu yer.

4-Mahkumun aleyh: Fiiline ilişen olarak şer’i hitabın geldiği mükelleftir.

Fiil ehliyetini zedeleyen arızalar:                                                                                                       a) Semavi, b) Müktesep.                                                                                                                      a-Semavi (bunlarda kulların kazanım ve seçimi yoktur):                                                                        1-Delilik            (Cünun).                                                                                                                         2-Küçüklük          (Sığar).                                                                                                                          3-Bunaklık  (Ateh).                                                                                                                                     4-Unutma    (Nisyan).                                                                                                                        5-Uyku      (Nevm).                                                                                                                     6-Bayılma       (İğma).                                                                                                                           7-Kölelik            (Rikk).                                                                                                                        8-Hayız ve Nifas.                                                                                                                                        9-Hastalık (Maraz).                                                                                                                              10-Ölüm           (Mevt).

b-Müktesep (bunlarda kulun gerek kazanım yoluyla ve gerek (o arızayı meydana getiren sebepleri) ortadan kaldırmaması şeklinde bir etkisi bulunur):                                                                1-Cehalet       (Cehl).                                                                                                                               2-Sarhoşluk        (Sükr).                                                                                                                        3-Şaka                      (Hezl).                                                                                                                             4-Sefeh     (Harcamalarda tedbirsizlik).                                                                                         5-Yolculuk (Sefer).                                                                                                                              6-Hata.                                                                                                                                                7-Zorlama       (İkrah).           

(Hatime) *İçtihat hakkındadır:                                                                                                           İçtihat: her bir şer’i-fer’i hükmü delilinden istinbat konusunda daha ileri gitmekten aczini anlayıncaya dek gücünü tamamıyla sarf etmektir.

Müctehid mutlak olmanın şartları:                                                                                                            1-Kur’an’ı kerim’in hükümlerle ilgili olan bilgilerini, ayrıca lügavi ve şer’i manasını kısımlarıyla birlikte bünyesinde toplamaktır.                                                                                             2-Sünnet’in hükümlerle ilgili olan bilgilerini –metin ve senet- olarak bünyesinde toplamaktır.                              3-Hakkında İcma bulunan konuları bilmektir; ta ki içtihad ona aykırı olmasın.                                     4-Kıyası şartlarıyla, hükümleriyle, kısımlarıyla, makbul-merdut gibi yönleriyle bilmektir.                                                                                                                                                                                                            


0 Yorum - Yorum Yaz


AHMED MUKHLIF OBAID

DOKTORA  NO:13922724

2014-2015

                                Tefsir usulu. fIKIH USULU ,hadis usulu

 

1- اصول التفسير

تعريف أصول التفسير :    أولاً : تعريف أصول التفسير في اللغة :    علم أصول التفسير مركب إضافي من كلمتين ( أصول ) و ( تفسير ) والأصُول في اللغة : جمع أصل ، وأصل الشيء أسفل كل شيء ، وأساسه ، ومبدأه ، وما ينبني عليه غيره ، وقيل ما يفتقر إليه ولا يفتقر هو إلى غيره ورجل أصيل له أصل ، ورأى أصيل له أصل ، ورجل أصيل ثابت الرأي عاقل     وعرفه الجرجاني بأنه : " عبارة عمَّا يُبْنَى عليه غيره ، ولا يُبْنى هو على غيره . والأصل : ما يثبت حكمه بنفسه ويُبْنى عليه غيره ".والتفسير في اللغة من " الفَسْرُ " بمعنى البيان والكشف ، وفسر الشيء يفسِره بالكسر و يفسره بالضم فسرا و فسره وفسَّرَه أبانه ووضحه ، وفسر القول إذا كشف المراد عن اللفظ المشكل  ثانياً : تعريف أصول التفسير في اصطلاح :     هنالك عدة تعريفات لعلم أصول التفسير اصطلاحاً وكلها تتفق على أنه علم يهتم ببيان الطرق السليمة لتفسير القرآن الكريم وتدبره  .    وقد عرفه الدكتور فهد الرومي بقوله هو : " القواعد والأسس التي يقوم عليها علم التفسير ، أو هو " العلم الذي يتوصل به إلى الفهم الصحيح للقرآن ويكشف الطرق المنحرفة أو الضالة في التفسير.   وعرفه : مساعد الطيار بقوله " هي الأسس والمقدمات العلمية التي تعين في فهم التفسير ، وما يقع فيه من اختلاف وكيفية التعامل معه "  .      أو هو : العلم الذي يوضح طرق التفسير ، وقواعده ، ويكشف عن أسباب اختلاف المفسرين وكيفية التعامل معها وفق منهج سليم في الأخذ والرد ، مع بيان شروط المفسر وآدابه .  وفي حدود بحثي وإطلاعي لم أجد تعريفاً للسلف لمصطلح أصول لكنهم تحدثوا عنه بهذه المفاهيم التي ضبط بها اصول التفسير منذ عهد النبي صلى الله عليه وسلم و الصحابة رضوان الله عليهم مرورا بعصر التابعين وتابعيهم يمكن اجمالها بما يلي :1-     القران الكريم :

الناظر فى القرآن الكريم يجد أنه قد اشتمل على الإيجاز والإطناب، وعلى الإجمال والتبيين، وعلى الإطلاق والتقييد، وعلى العموم والخصوص. وما أُوجِزَ فى مكان قد يُبْسطَ فى مكان آخر، وما أُجْمِلَ فى موضع قد يُبيَّن فى موضع آخر، وما جاء مطلقاً فى ناحية قد يلحقه التقييد فى ناحية أخرى، وما كان عاماً فى آية قد يدخله التخصيص فى آية أُخرى.

2-    النبي صلى الله عليه وسلم: المصدر الثانى الذى كان يرجع إليه في  في تفسير كتاب الله تعالى هو رسول الله صلى الله عليه وسلم، فكان الواحد من الصحابة ذا أشكلت عليه آية من كتاب الله، رجع إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم فى تفسيرها، فيبين له ما خفى عليه، لأن وظيفته البيان، كما أخبر الله عنه بذلك فى كتابه حيث قال: "{وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ}.. وكما نَبَّهَ على ذلك رَسول الله صلى الله عليه وسلم فيما رواه أبو داود بسنده إلى الرسول صلى الله عليه وسلم أنه قالك "ألا وإني أُوتيتُ الكتاب ومثله معه.3-    الصحابة :      تفسير الصحابى له حكم المرفوع، إذا كان مما يرجع إلى أسباب النزول، وكل ما ليس للرأى فيه مجال، أما ما يكون للرأى فيه مجال، فهو موقوف عليه ما دام لم يسنده إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم.ثانياً: ما حُكِمَ عليه بأنه من قبيل المرفوع لا يجوز رده اتفاقاً، بل يأخذه المفسر ولا يعدل عنه إلى غيره بأية حال.ثالثاً: ما حُكِمَ عليه بالوقف:1- ما رجعوافيه إلى لغتهم, فهو مقبول ؛لأنهم أهل اللسان وهو أعلم بلغتهم من غيرهم.2- ما رجعوا فيه إلى أهل الكتاب , له حكم الإسرائليات.3- ما اجتهدوا فيه, وهذا فيه تفصيل:أ- أن يتوافق اجتهادهم , فيكون حجة.ب- أن يختلف اجتهادهم, فيرجح بين أقوالهم بأحد المرجحات.

ج- أن لا يرد إلا عن أحدهم, ولا يعلم له مخالف, فهذا الأخذ به أولى.

4-    التابعين :مايرفعه التابعي, وهذا يشمل أباب النزول والمغيبات,فمثل هذا القول لا يقبل, لأنه من قبيل المراسيل, والمراسيل لا تقبلفي مثل هذا الانفراد , أما إذا أجمعوا فإنها في حكم ما أجمعوا عليه.

ما رجعو افيه إلى أهل الكتاب , وهذا له حكم الإسرائليات.

ما اجمعو اعليه, وهذا يكون حجة.

ما اختلفوا فيه, وفي هذا القسم لا يكون قول أحدهم خجة على الآخر, ويعمل بالمرجحات.

أن يرد عن أحدهم ولا يعلم له مخالف, وهذا أقل في الرتبة من الوارد عن الصحابي إذا لم يعرف له مخالف لكنه أعلى من قول من تأخر عنهم.

5-    اهل الكتاب من اليهود والنصارى :وذلك أن القرآن الكريم يتفق مع التوراة فى بعض المسائل، وبالأخص فى قصص الأنبياء، وما يتعلق بالأمم الغابرة، وكذلك يشتمل القرآن على مواضع وردت فى الإنجيل كقصة ميلاد عيسى ابن مريم، ومعجزاته عليه السلام.غير أن القرآن الكريم اتخذ منهجاً يخالف منهج التوراة والإنجيل، فلم يتعرض لتفاصيل جزئيات المسائل، ولم يستوف القصة من جميع نواحيها، بل اقتصر من ذلك على موضع العبرة فقط.ولما كانت العقول دائماً تميل إلى الاستيفاء والاستقصاء، جعل بعض الصحابة - رضى الله عنهم أجمعين - يرجعون فى استيفاء هذه القصص التى لم يتعرض لها القرآن من جميع نواحيها إلى مَن دخل فى دينهم من أهل الكتاب، كعبد الله بن سلام، وكعب الأحبار، وغيرهم من علماء اليهود والنصارى. وهذا بالضرورة كان بالنسبة إلى ما ليس عندهم فيه شئ عن رسول الله صلى الله عليه وسلم، لأنه لو ثبت شئ فى ذلك عن رسول الله ما كانوا يعدلون عنه إلى غيره مهما كان المأخوذ عنه.6-    اللغة العربية:

المقصود به تفسير القران بلغة العرب لان القران نزل بها  واعتمد اساليبها في الخطاب وقد اعتمد الصحابة والتابعين في تفاسيرهم على اللغة.

7-    الاجتهاد وقوة الاستنباط  بالاعتماد علي أولاً: معرفة أوضاع اللغة وأسرارها.ثانياً: معرفة عادات العرب.ثالثاً: معرفة أحوال اليهود والنصارى فى جزيرة العرب وقت نزول القرآن.رابعاً: قوة الفهم وسعة الإدراك وغيرها من ادوات الاجتهاد .   المصادر 1- انظر : لسان العرب ، مادة ( أصل ) ،و(فسر )2-  التعريفات للجرجاني ص 32.3-بحوث في أصول التفسير ، للدكتور فهد الرومي.4- فصول في أصول التفسير ، لمساعد الطيار.

5- لتفسير والمفسرون محمد حسين الذهبي

2- اصول الفقهتعريف اصول الفقهكلمة اصول سبق بيانها اعلاه  اما الفقه في اللغة: الفهم مطلقا وفي الاصطلاح (العلم بالأحكام الشرعية العملية المكتسبة من أدلتها التفصيلية)وكمصطلح مركب له تعربف خاص به  - فهو يعرف  بأنه: (العلم بالقواعد الكلية التي يتوصل بها إلى استنباط الأحكام الشرعية العملية من أدلته التفصيلية).  القسم الأول المصادر المتفق عليها عندالجمهور:أ -   القرآن الكريـــم:القرآن هو المصدر الاول من مصادر التشريع الإسلامي تعريفـــه: والقران الكريم في الاصطلاح هو{كلام الله -عز وجل- المنزل على رسوله -صلى الله عليه وسلم- بلسان عربي مبين، المنقول إلينا بالتواتر، والمتعبد بتلاوته، والمكتوب في المصحف، والمعجز في لفظه ومعناه، والمبدوء بسورة الفاتحة، والمختوم بسورة الناس}ب - السنة المطهـــــرة  والسنة الشريفة هي المصدر الثاني من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرانتعريفها:السنة الشريفة في اللغة الطريقة المعتادة، والسنة في الاصطلاح ما نقل عن النبي من غير  القرآن الكريم من قول أو فعل أو تقريرج- الإجمـــــاع الإجماع هو المصدر الثالث من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرآن الكريم والسنة الشريفةتعريفــــه: الإجماع في اللغة الاتفاق، يقال: أجمعوا على الأمر اتفقوا عليه وهو في اصطلاح الأصوليين: (اتفاق المجتهدين من أمة النبي محمد صلى الله عليه وسلم في عصر على حكم شرعي). د- القيـــاس:القياس هو المصدر الرابع من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرآن الكريم والسنة الشريفة والإجماع. تعريفــه: والقياس في اللغة التدبر والمساواة، يقال قست النعل بالنعل أي قدرتها بها، وفلان لا يقاس بفلان أي لا يساويه وقد يعدى بعلي كقولهم قاس الشيء على الشيء. والأصل فيه قاس يقيس بالمعنى نفسه، والمقياس المقدار. والقياس في الاصطلاح الشرعي ذهب فيه الأصوليون مذهبين، ونظروا إليه من زاويتين:  هما (مساواة الفرع للأصل في علة حكمه). و(تعدية الحكم من الأصل إلى الفرع بعلة متحدة لا تدرك بمجرد اللغة).  القسم الثاني المصادر المصادر المختلف فيها1-      العرف: وهو ما اعتاده الناس وساروا عليه في أمور حياتهم ومعاملاتهم من قول أو فعل أو ترك2-  الاستحسان : وهو العدول عن قياس جلي إلى قياس خفي لعلة أو استثناء مسألة من أصل كلي أو قاعدة عامة لدليل يقتضي هذا العدول.3-  مذهب الصحابي : الصحابي عند جمهور علماء الأصول هو من لقي النبي صلى الله عليه و سلم و آمن به و لازمه مدة كافية لإطلاق وصف الصحبة عرفا4-  الاستصلاح أو المصالح المرسلة : وهي المصالح التي لم يشرع الشارع أحكاما لتحقيقها ولم يقم دليل معين على اعتبارها أو إلغائها.5-  شرع من قبلنا: ليس المقصود بشرع من قبلنا ما أقره شرعنا، فليس في هذا خلاف، وليس المقصود بشرع من قبلنا ما ألغاه شرعنا، فليس في هذا خلاف كذلك، إنما المقصود بشرع من قبلنا ما لم يقره ولم يلغه شرعنا أيكون شرعا لنا6-  الاستصحاب، أو استصحاب الحال : وهو الحكم ببقاء الشيء على ما كان عليه في الماضي حتى يقوم الدليل على تغييره. 7-  سد الذرائع : الذرائع تسد وتمنع إذا كانت تفضي إلى الفساد، وتفتح إذا كانت تفضي إلى المصالح. 8-  عمل اهل المدينة: ذهب الامام مالك الى ان  اهل المدينة  اعرف الناس بالتنزيل فيكون عملهم حجة لميزات عدة

المصادر1-       لسان العرب ،ومختار الصحاح  مادة (فقه) (قرا ) (سنة) (جمع)، (قاس).2-        المدخل لدراسة الشريعة الإسلامية، لعبد الكريم زيدان.3-       تاريخ التشريع الاسلامي مناع القطان 4-       اصول الفقه محمد ابوزهره  3- اصول الحديث                                                                                                                                                                      توطئة يطلق علم الحديث على معنيينالأول: يطلق على نقل ورواية ما اضيف الى الرسول صلى الله عليه وسلم  ويسمى علم الرواية

الثاني: يطلق على القواعد التي من خلالها نحكم على الرواية من حيث القبول والرد ويسمى علم  الدراية ويسمى علم اصول الحديث ، او علم اصول رواية الحديث ،او علم مصطلح الحديث ،او علم مصطلح أهل الاثر . وهذه التسمية أي مصطلح الحديث  هي الاشهر والاوضح ، ومعنى (مصطلح) أي ما اتفق عليه المحدثون من قواعد وأصول .

والتعريف المشهور لعلم مصطلح الحديث : هوعلم يعرف به أحوال السند والمتن من حيث القبول والرد . وهذا تعريف باهم المباحث التي يبنى عليها هذا العلم
1. علم المصطلح: هو علم بأصول وقواعد يعرف بها أحوال السند والمتن من حيث القبول والرد ,
وثمرته التميز بين الصحيح والضعيف من الأحاديث.
هو ما أضيف إلى النبي صلى الله عليه وسلم من قول, أو فعل, أو تقرير  : الحديث 2.
.
الخبر: هو ما جاء عنه صلى الله عليه وسلم, وعن غيره.3
 الأثر: هو ما أضيف إلى الصحابة أو التابعين من أقوال  أو أفعال 4..
السند: سلسلة الرجال الموصلة إلى المتن , أو هو عزوا الكلام إلى صاحبه.5
المتن: ما ينتهي إليه السند من الكلام.6

تقسم الأحاديث بعدة اعتبارات كالتالي :
*
أقسام الخبر بإعتبار وصوله:.الخبر المتواتر: هو ما رواه عدد كثير عن مثلهم تحيل العادة تواطؤهم على الكذب .1
.
الخبر الآحاد: هو ما لا يجمع شروط المتواتر بمعنى أن يرويه شخص واحد.2
*
ويقسم الخبر الآحاد بعدد طرقة إلى:
..المشهور: هو ما رواه ثلاثة فأكثر في كل طبقة من طبقات السند ما لم يبلغ حد التواتر.1
العزيز: هو أن لا يقل رواته عن اثنين في جميع طبقات السند.2
مثال: حديث أنس وأبو هريرة أن الرسول صلى الله عليه وسلم قال: " لا يؤمن أحدكم حتى أكون أحب إليه من والده وولده والناس أجمعين " , روه عن أنس قتادة وعبد العزيز بن صهيب وروه عن قتادة شعبه وسعيد وعن عبد العزيز روه إسماعيل بن عليه وعبد الوارث.
.
الغريب: هو ما ينفرد بروايته راويٍ واحد في كل طبقه من طبقات السند أو بعضها . 3. : من حيث القوة والضعف يقسم الى  مقبول ومردود: أقسام الحديث
أ.المقبول يقسم بالنسبة لتفاوت مراتبه إلى:
 .  صحيح لذاته :وهو ما اتصل:سنده بنقل العدل الضابط عن مثله الى منتهاه من غير شذوذ ولا علة.
 
 .2الحسن لذاته: هو ما تصل سنده بنقل العدل الذي خف ضبطه عن مثله إلى منتها من غير شذوذٍ ولا علة  
 
 3.الصحيح لغيره: هو الحسن لذاته إذا روي من طريق آخر مثله أو أقوى منه وسمي صحيح لغيرة لأن الصحة لم تأتي من ذات السند وإنما جاءت من أضما م غيره له
 .الحسن لغيره  الضعيف الذي تعددت طرقه ولم يكن سبب ضعفه كذب الراوي أو فسقه.4

ب.المردود ( الضعيف)  
الضعيف: هو مالم يجمع صفه الحسن بفقد شرط من شروطه وله أقسام وأنواع ولا يجوز العمل به إلا بشروط هي:
 .أن يكون الضعف غير شديد.1
 .أن يكون مندرجاً تحت أصل عام.2
3 إلا يعتقد عند العمل به ثبوته                     انواع الضعيف
أ - الضعيف بسبب سقط من الإسناد. 
.
المعلق: هو ما حذف من مبدأ إسناده راويٍ فأكثر على التوالي.1
  المرسل: هو ما سقط راويٍ فأكثر من آخر إسناده من بعد التابعي.2
 .المعضل : هو ما سقط من إسناده اثنان فأكثر على التوالي.3
 
 .المنقطع: هو ما لا يتصل إسناده على أي وجهٍ كان الإنقطاع .4
 
.
المدلس: هو أخفاء عيبٍ في السند وينقسم إلى تدليس إسناد وتدليس شيوخ وتسوية :5
 .تدليس الإسناد: هو أن يروي الراوي عمن قد سمع منه ما لم يسمع من غير أن يذكر انه سمعه منه.
 .تدليس الشيوخ: هو أن يروي الراوي عن شيخ حديثاً سمعه منه فيسميه أو يكنيه بما لا يعرف.
 . تدليس التسوية: أن يروي الراوي حديثاً عن شيخه ثم يسقط راويٍ ضعيف بين ثقتين لقي احدهما الآخر.
 
 المرسل الخفي: هو أن يروي الراوي عمن لقيه أو عاصره ما لم يسمع منه بلفظٍ يحتمل السماع كقال.6
 
 .المعنعن والمؤنن: هو قول الراوي عن فلان عن فلان أو حدثنا فلان أن فلان .7
 : الحديث المعنعن والمؤنن متصلٌ إسناده بشرطين
  أن لا يكون المعنعنُ مدلساً . 2. أن يكون قد لقي بعضهم الآخر.1

ب.المردود (الضعيف) بسبب الطعن في عدالة الراوي:
ويقصد به التكلم والجرح في الراوي من جهة عدالته , وأسباب الطعن في عدالة الراوي هي: 1.الكذب أو التهمة به. 2.الفسق. 3.البدعة. 4.الجهالة.
 
ج.المردود (الضعيف) بسبب الطعن في ضبط الراوي:
 .المنكر: وهو الحديث الذي في إسناده راوي فحش غلطه أو كثرت غفلته أو ظهر فسقه.1
 .الشاذ هو ما رواه المقبول مخالف لمن أوثق وأول منه, والشذوذ يقع في السند والمتن .2  
  الذي اطّلع على علة تقدح في السند أو المتن مع أن الظاهر السلامة منها ,3. المعلل: هو الحديث
ويستعان على أدراك العلة: 1.تفرد الراوي. 2.مخالفة غيره له
بجمع أسانيده وطرقه وهو علم دقيق لم يتمكن منه إلا القليل. ويمكن معرفة علل الحديث
 
 4.المختلط: وهو سيئ الحفظ ويكون سبب سوء حفظه إما ملازمٌ له من أول حياته أو يكون طارئاً عليه وذلك لكبره أو لاحتراق كتبه وما حدّث به قبل الاختلاط فمقبول وما حدّث به بعد الاختلاط فمردود
د.المردود(الضعيف) بسبب مخالفة الراوي للثقات
. في متصل الأسانيد وهو زيادة راوي في اثنا سندٍ ظاهره الاتصال.1
   . أو متنه بتقديمٍ أو تأخير ونحوه  المقلوب: وهو ابدال لفض بأخر في سند الحديث  .2
    .المضطرب: وهو ما روي على أوجه مختلفة متساوية في القوة لايمكن التوفيق بينها.3.
         وينقسم إلى قسمين هما . المصحف: وهو تغيير الكلمة في الحديث
 .تصحيف الإسناد:مثل ما روي عن العوام بن مراجم صحفه بعضهم إلى العوام بن مزاحم.1
 .تصحيف المتن: مثل حديث: " من صام رمضان واتبعه شيئاً من شوال...)) فصحف ستاً إلى شيئاً. 2
 .المدرج: وهو ما غير سياق إسناده ,أو أُدخل في متنه ماليس منه بلا فصل.5
 
بالنسبة لمن اسند إليه إلى     : ويقسم الحديث   *
 .الحديث القدسي : وهو ما نقل إلينا عن النبي صلى الله عليه وسلم مع إسناده إلى ربه عز وجل.1
ويختلف عن القرآن في:
  أن معناه من عند الله ولفظة من عند النبي صلى الله عليه وسلم .1
 لا يتعبد بتلاوته.2
 المرفوع: هو ما أضيف إلى النبي صلى الله عليه وسلم من قول, أو فعل, أو تقرير, أو وصفه.2
 .الموقوف: هو ما أضيف إلى الصحابي من قول, أو فعل, أو تقرير وثبوته يقوي الضعيف المنجبر.3..المقطوع: وهو ما أضيف إلى التابعي أو من بعده من قول, أوفعل.4

*
طرق تحمل الخبر وصيغ الأداء:
 .السماع من الشيخ: كأن يقول سمعت أو حدثني.1
 .القراءة عليه: نحو قرأت على فلان .2
 .الإجازة: وهو أن يقول الشيخ لأحد طلا به: أجزت لك أن تروي عني صحيح البخاري.3
 .المناولة: أن يدفع الشيخ ثبته لطالبه ويقول : إروي عني.4
 .الكتابة: وهي أن يكتب الشيخ مسموعاته أو ثبته لحاضر أو غائب بخطه أو أمره.5
 .الإعلام: هو أن يخبر الشيخ الطالب أن هذا الحديث سماعه.6
 .الوصية: وهي أن يوصي الشيخ عند موته أو سفره لشخص بكتابٍ من كتبه يرويه عنه .7
 .الوجادة: وهي أن يجد الطالب أحاديث بخط شيخه الذي يعرفه يرويها عنه.8

  
أنواع التصانيف في الحديث:
  1.الجوامع: وهي كل كتاب يجمع فيه مؤلفه جميع الأحاديث بمواضيعها من العقائد والعبادات والمعاملات والسير والرقاق والفتن وأخبار يوم القيامة
مثال: جامع الترمذي, وصحيح البخاري.
 المسانيد: وهي كل كتاب جمع فيه مؤلفه مرويات كل صحابي على حدة من غير النظر إلى موضوعه.2
مثال: مسند الإمام أحمد ,و مسند البزار.
 .السنن: وهي الكتب التي جمعت فيها الأحاديث على أبواب الفقه.3
مثال: سنن أبو داود ,وسنن الدار مي.
مسألة: تختلف السنن عن الموطأت في أن الموطأ يحوي الأخبار المرفوعة والموقوفة والمقطوعة على أبواب الفقه أما السنن فلا تحوي غالباً  إلا المرفوعات.
 .   المعاجم: هي كل كتاب جمع فيه مؤلفه الحديث  مرتباً على اسماء شيوخه بترتيب أسمائهم على حروف الهجاء. 4
مثال: معاجم الطبراني الثلاثة الكبير والأوسط والصغير.
 .العلل: هي كتب مشتملة على أحاديث معلولة ضعيفة مع بيان العلة.5
مثال: العلل لإبن أبي حاتم ,والعلل للدارقطني.
 .الأجزاء: هو كل كتاب جمعت فيه الأحاديث على راويٍ واحد أو موضوعٍ واحد.6
مثال: جزء رفع اليدين في الصلاة للبخاري , وجزء القراءة خلف الإمام له أيضاً.
 .الأطراف: هو كل كتاب يذكر فيه طرف كل حديث الذي يدل على بقيته ثم يذكر أسانيد كل متن من المتون.7
مثال: تحفه الأشراف بمعرفة الأطراف للمزي, و إتحاف المهرة لإبن حجر.
 .المستدركات: هي كل كتاب جمع فيه مؤلفه الأحاديث التي لم يذكرها صاحب الكتاب الأصل ,مما هو على شرطه.8
مثال: المستدرك على الصحيحين للحاكم.
 .9.المستخرجات: هي كل كتاب خرج فيه مؤلفه أحاديث كتاب آخر بأسانيد لنفسه من غير طريق المؤلف الأول وقد يجتمع معه في أحد الشيوخ.
مثال:المستخرج على الصحيحين لأبي نعيم الأصبهاني.
 10.الناسخ والمنسوخ: هو الكتب التي اعتنت بذكر الأحاديث التي بينها إطلاق وتقيد وعموم وخصوص والتي فيها إلغاء بعض أحكام الأحاديث الأخرى.
مثال: حديث: " كنت نهيتكم عن زيارة القبور فزوروها " , خصص من عمومه حديث : " لعن الله زورت القبور" .
11.
مختلف الحديث: وهو الحديث المقبول المعارض بمثله مع إماكن الجمع.
مثال: حديث : " لا عدوا ولا طيرة ", خالفه حديث : " فر من المجذوم " , فيكون النفي في الحديث الأول المقصود به أن المرض لا ينتقل بذاته وإنما بقدر الله والأمر في الحديث الثاني من باب سد الذرائع.
مسألة: من أشهر المصنفات فيه: ( تأويل مختلف الأحاديث) لابن قتيبة.
 . الجرح والتعديل: وهي الكتب التي اعتنت بذكر أقوال العلماء في رواة الحديث من حيث الضبط والعدالة والاتصال.
مسألة: من أشهر المصنفات فيه ( التاريخ الكبير) للبخاري و(الثقات) لابن حبان ,
 . للذهبي ( الكامل في الضعفاء ) لابن عدي ,و ( ميزان الاعتدال )  , و( التهذيب ) لابن حجر.
مسألة: مراتب الجرح والتعديل:
 .1.مراتب التعديل:مثل فلان اثبت الناس ثم ثقةٌ ثقة أو ثقة ثبت ثم ثقة أو حجه ثم صدوق أو لابأس به ثم روى عنه الناس ثم صالح الحديث أو يُكتب حديثة وهكذا.
2.مراتب الجرح: مثل لين الحديث أو فيه مقال ثم لا يحتج به أو ضعيف أوله منا كير ثم لا يكتب حديثه أو لا تحل الرواية عنه ثم متهم بالكذب أو يسرق الأحاديث ثم ساقط ثم كذّاب أو دجّال ثم اكذب الناس ثم ركن الكذب.
.          أصول الحديث وهي الكتب التي تعتني بذكر أصول وقواعد يعرف بها حال السند والمتن من حيث القبول أوالرد.13
     مسألة: من أشهر المصنفات فيه: (مقدمه) ابن الصلاح و (  نزهة النظر) لابن حجر ,و(تدريب الروي) للسيوطي 
. غريب الحديث هي الكتب التي تعتني بذكر معاني كلمات الأحاديث الغريبة أو الغير معروفة.14
مسألة: غريب الحديث لإبي السعادات ابن الأثير.
 .15.الأنساب والألقاب والكنى والأوطان والبلدان: وهي الكتب التي تعتني بذكر انساب الرواة وألقابهم وكناهم ومواطن روايتهم والبلاد التي دخلوها أو نشؤا فيها أوالتي رحلوا إليها لطلب الأحاديث.
مثال: الأنساب للسمعاني وتاريخ دمشق لابن عساكر تاريخ بغداد للخطابي المصادر ملخص من
1- كتاب تيسير مصطلح علوم الحديث للدكتور محمود الطحان.2- علوم الحديث للدكتور حارث الضاري3- علم اصول الحديث  للدكتور موفق بن عبدالله بن عبدالقادر  

 




0 Yorum - Yorum Yaz

ahmed obaid    15.12.2014

AHMED MUKHLIF   OBAID

DOKTORA  NO:13922724

2014-2015

                                             Tefsir usulu  .FIKIH USULU. Hadis usulu

- اصول التفسيرتعريف أصول التفسير :    أولاً : تعريف أصول التفسير في اللغة :    علم أصول التفسير مركب إضافي من كلمتين ( أصول ) و ( تفسير ) والأصُول في اللغة : جمع أصل ، وأصل الشيء أسفل كل شيء ، وأساسه ، ومبدأه ، وما ينبني عليه غيره ، وقيل ما يفتقر إليه ولا يفتقر هو إلى غيره ورجل أصيل له أصل ، ورأى أصيل له أصل ، ورجل أصيل ثابت الرأي عاقل     وعرفه الجرجاني بأنه : " عبارة عمَّا يُبْنَى عليه غيره ، ولا يُبْنى هو على غيره . والأصل : ما يثبت حكمه بنفسه ويُبْنى عليه غيره ".والتفسير في اللغة من " الفَسْرُ " بمعنى البيان والكشف ، وفسر الشيء يفسِره بالكسر و يفسره بالضم فسرا و فسره وفسَّرَه أبانه ووضحه ، وفسر القول إذا كشف المراد عن اللفظ المشكل  ثانياً : تعريف أصول التفسير في اصطلاح :     هنالك عدة تعريفات لعلم أصول التفسير اصطلاحاً وكلها تتفق على أنه علم يهتم ببيان الطرق السليمة لتفسير القرآن الكريم وتدبره  .    وقد عرفه الدكتور فهد الرومي بقوله هو : " القواعد والأسس التي يقوم عليها علم التفسير ، أو هو " العلم الذي يتوصل به إلى الفهم الصحيح للقرآن ويكشف الطرق المنحرفة أو الضالة في التفسير.   وعرفه : مساعد الطيار بقوله " هي الأسس والمقدمات العلمية التي تعين في فهم التفسير ، وما يقع فيه من اختلاف وكيفية التعامل معه "  .      أو هو : العلم الذي يوضح طرق التفسير ، وقواعده ، ويكشف عن أسباب اختلاف المفسرين وكيفية التعامل معها وفق منهج سليم في الأخذ والرد ، مع بيان شروط المفسر وآدابه .  وفي حدود بحثي وإطلاعي لم أجد تعريفاً للسلف لمصطلح أصول لكنهم تحدثوا عنه بهذه المفاهيم التي ضبط بها اصول التفسير منذ عهد النبي صلى الله عليه وسلم و الصحابة رضوان الله عليهم مرورا بعصر التابعين وتابعيهم يمكن اجمالها بما يلي :1-     القران الكريم :

الناظر فى القرآن الكريم يجد أنه قد اشتمل على الإيجاز والإطناب، وعلى الإجمال والتبيين، وعلى الإطلاق والتقييد، وعلى العموم والخصوص. وما أُوجِزَ فى مكان قد يُبْسطَ فى مكان آخر، وما أُجْمِلَ فى موضع قد يُبيَّن فى موضع آخر، وما جاء مطلقاً فى ناحية قد يلحقه التقييد فى ناحية أخرى، وما كان عاماً فى آية قد يدخله التخصيص فى آية أُخرى.

2-    النبي صلى الله عليه وسلم: المصدر الثانى الذى كان يرجع إليه في  في تفسير كتاب الله تعالى هو رسول الله صلى الله عليه وسلم، فكان الواحد من الصحابة ذا أشكلت عليه آية من كتاب الله، رجع إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم فى تفسيرها، فيبين له ما خفى عليه، لأن وظيفته البيان، كما أخبر الله عنه بذلك فى كتابه حيث قال: "{وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ}.. وكما نَبَّهَ على ذلك رَسول الله صلى الله عليه وسلم فيما رواه أبو داود بسنده إلى الرسول صلى الله عليه وسلم أنه قالك "ألا وإني أُوتيتُ الكتاب ومثله معه.3-    الصحابة :      تفسير الصحابى له حكم المرفوع، إذا كان مما يرجع إلى أسباب النزول، وكل ما ليس للرأى فيه مجال، أما ما يكون للرأى فيه مجال، فهو موقوف عليه ما دام لم يسنده إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم.ثانياً: ما حُكِمَ عليه بأنه من قبيل المرفوع لا يجوز رده اتفاقاً، بل يأخذه المفسر ولا يعدل عنه إلى غيره بأية حال.ثالثاً: ما حُكِمَ عليه بالوقف:1- ما رجعوافيه إلى لغتهم, فهو مقبول ؛لأنهم أهل اللسان وهو أعلم بلغتهم من غيرهم.2- ما رجعوا فيه إلى أهل الكتاب , له حكم الإسرائليات.3- ما اجتهدوا فيه, وهذا فيه تفصيل:أ- أن يتوافق اجتهادهم , فيكون حجة.ب- أن يختلف اجتهادهم, فيرجح بين أقوالهم بأحد المرجحات.

ج- أن لا يرد إلا عن أحدهم, ولا يعلم له مخالف, فهذا الأخذ به أولى.

4-    التابعين :مايرفعه التابعي, وهذا يشمل أباب النزول والمغيبات,فمثل هذا القول لا يقبل, لأنه من قبيل المراسيل, والمراسيل لا تقبلفي مثل هذا الانفراد , أما إذا أجمعوا فإنها في حكم ما أجمعوا عليه.

ما رجعو افيه إلى أهل الكتاب , وهذا له حكم الإسرائليات.

ما اجمعو اعليه, وهذا يكون حجة.

ما اختلفوا فيه, وفي هذا القسم لا يكون قول أحدهم خجة على الآخر, ويعمل بالمرجحات.

أن يرد عن أحدهم ولا يعلم له مخالف, وهذا أقل في الرتبة من الوارد عن الصحابي إذا لم يعرف له مخالف لكنه أعلى من قول من تأخر عنهم.

5-    اهل الكتاب من اليهود والنصارى :وذلك أن القرآن الكريم يتفق مع التوراة فى بعض المسائل، وبالأخص فى قصص الأنبياء، وما يتعلق بالأمم الغابرة، وكذلك يشتمل القرآن على مواضع وردت فى الإنجيل كقصة ميلاد عيسى ابن مريم، ومعجزاته عليه السلام.غير أن القرآن الكريم اتخذ منهجاً يخالف منهج التوراة والإنجيل، فلم يتعرض لتفاصيل جزئيات المسائل، ولم يستوف القصة من جميع نواحيها، بل اقتصر من ذلك على موضع العبرة فقط.ولما كانت العقول دائماً تميل إلى الاستيفاء والاستقصاء، جعل بعض الصحابة - رضى الله عنهم أجمعين - يرجعون فى استيفاء هذه القصص التى لم يتعرض لها القرآن من جميع نواحيها إلى مَن دخل فى دينهم من أهل الكتاب، كعبد الله بن سلام، وكعب الأحبار، وغيرهم من علماء اليهود والنصارى. وهذا بالضرورة كان بالنسبة إلى ما ليس عندهم فيه شئ عن رسول الله صلى الله عليه وسلم، لأنه لو ثبت شئ فى ذلك عن رسول الله ما كانوا يعدلون عنه إلى غيره مهما كان المأخوذ عنه.6-    اللغة العربية:

المقصود به تفسير القران بلغة العرب لان القران نزل بها  واعتمد اساليبها في الخطاب وقد اعتمد الصحابة والتابعين في تفاسيرهم على اللغة.

7-    الاجتهاد وقوة الاستنباط  بالاعتماد علي أولاً: معرفة أوضاع اللغة وأسرارها.ثانياً: معرفة عادات العرب.ثالثاً: معرفة أحوال اليهود والنصارى فى جزيرة العرب وقت نزول القرآن.رابعاً: قوة الفهم وسعة الإدراك وغيرها من ادوات الاجتهاد .   المصادر 1- انظر : لسان العرب ، مادة ( أصل ) ،و(فسر )2-  التعريفات للجرجاني ص 32.3-بحوث في أصول التفسير ، للدكتور فهد الرومي.4- فصول في أصول التفسير ، لمساعد الطيار.

5- لتفسير والمفسرون محمد حسين الذهبي

2- اصول الفقهتعريف اصول الفقهكلمة اصول سبق بيانها اعلاه  اما الفقه في اللغة: الفهم مطلقا وفي الاصطلاح (العلم بالأحكام الشرعية العملية المكتسبة من أدلتها التفصيلية)وكمصطلح مركب له تعربف خاص به  - فهو يعرف  بأنه: (العلم بالقواعد الكلية التي يتوصل بها إلى استنباط الأحكام الشرعية العملية من أدلته التفصيلية).  القسم الأول المصادر المتفق عليها عندالجمهور:أ -   القرآن الكريـــم:القرآن هو المصدر الاول من مصادر التشريع الإسلامي تعريفـــه: والقران الكريم في الاصطلاح هو{كلام الله -عز وجل- المنزل على رسوله -صلى الله عليه وسلم- بلسان عربي مبين، المنقول إلينا بالتواتر، والمتعبد بتلاوته، والمكتوب في المصحف، والمعجز في لفظه ومعناه، والمبدوء بسورة الفاتحة، والمختوم بسورة الناس}ب - السنة المطهـــــرة  والسنة الشريفة هي المصدر الثاني من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرانتعريفها:السنة الشريفة في اللغة الطريقة المعتادة، والسنة في الاصطلاح ما نقل عن النبي من غير  القرآن الكريم من قول أو فعل أو تقريرج- الإجمـــــاع الإجماع هو المصدر الثالث من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرآن الكريم والسنة الشريفةتعريفــــه: الإجماع في اللغة الاتفاق، يقال: أجمعوا على الأمر اتفقوا عليه وهو في اصطلاح الأصوليين: (اتفاق المجتهدين من أمة النبي محمد صلى الله عليه وسلم في عصر على حكم شرعي). د- القيـــاس:القياس هو المصدر الرابع من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرآن الكريم والسنة الشريفة والإجماع. تعريفــه: والقياس في اللغة التدبر والمساواة، يقال قست النعل بالنعل أي قدرتها بها، وفلان لا يقاس بفلان أي لا يساويه وقد يعدى بعلي كقولهم قاس الشيء على الشيء. والأصل فيه قاس يقيس بالمعنى نفسه، والمقياس المقدار. والقياس في الاصطلاح الشرعي ذهب فيه الأصوليون مذهبين، ونظروا إليه من زاويتين:  هما (مساواة الفرع للأصل في علة حكمه). و(تعدية الحكم من الأصل إلى الفرع بعلة متحدة لا تدرك بمجرد اللغة).  القسم الثاني المصادر المصادر المختلف فيها1-      العرف: وهو ما اعتاده الناس وساروا عليه في أمور حياتهم ومعاملاتهم من قول أو فعل أو ترك2-  الاستحسان : وهو العدول عن قياس جلي إلى قياس خفي لعلة أو استثناء مسألة من أصل كلي أو قاعدة عامة لدليل يقتضي هذا العدول.3-  مذهب الصحابي : الصحابي عند جمهور علماء الأصول هو من لقي النبي صلى الله عليه و سلم و آمن به و لازمه مدة كافية لإطلاق وصف الصحبة عرفا4-  الاستصلاح أو المصالح المرسلة : وهي المصالح التي لم يشرع الشارع أحكاما لتحقيقها ولم يقم دليل معين على اعتبارها أو إلغائها.5-  شرع من قبلنا: ليس المقصود بشرع من قبلنا ما أقره شرعنا، فليس في هذا خلاف، وليس المقصود بشرع من قبلنا ما ألغاه شرعنا، فليس في هذا خلاف كذلك، إنما المقصود بشرع من قبلنا ما لم يقره ولم يلغه شرعنا أيكون شرعا لنا6-  الاستصحاب، أو استصحاب الحال : وهو الحكم ببقاء الشيء على ما كان عليه في الماضي حتى يقوم الدليل على تغييره. 7-  سد الذرائع : الذرائع تسد وتمنع إذا كانت تفضي إلى الفساد، وتفتح إذا كانت تفضي إلى المصالح. 8-  عمل اهل المدينة: ذهب الامام مالك الى ان  اهل المدينة  اعرف الناس بالتنزيل فيكون عملهم حجة لميزات عدة

المصادر1-       لسان العرب ،ومختار الصحاح  مادة (فقه) (قرا ) (سنة) (جمع)، (قاس).2-        المدخل لدراسة الشريعة الإسلامية، لعبد الكريم زيدان.3-       تاريخ التشريع الاسلامي مناع القطان 4-       اصول الفقه محمد ابوزهره      3- اصول الحديث                                                                                                                                                                      توطئة  يطلق علم الحديث على معنيينالأول: يطلق على نقل ورواية ما اضيف الى الرسول صلى الله عليه وسلم  ويسمى علم الروايةالثاني: يطلق على القواعد التي من خلالها نحكم على الرواية من حيث القبول والرد ويسمى علم  الدراية ويسمى علم اصول الحديث ، او علم اصول رواية الحديث ،او علم مصطلح الحديث ،او علم مصطلح أهل الاثر . وهذه التسمية أي مصطلح الحديث  هي الاشهر والاوضح ، ومعنى (مصطلح) أي ما اتفق عليه المحدثون من قواعد وأصول . التعريف المشهور:والتعريف المشهور لعلم مصطلح الحديث : هوعلم يعرف به أحوال السند والمتن من حيث القبول والرد . وهذا تعريف باهم المباحث التي يبنى عليها هذا العلم
1. علم المصطلح: هو علم بأصول وقواعد يعرف بها أحوال السند والمتن من حيث القبول والرد ,
وثمرته التميز بين الصحيح والضعيف من الأحاديث.
هو ما أضيف إلى النبي صلى الله عليه وسلم من قول, أو فعل, أو تقرير  : الحديث 2.
.
الخبر: هو ما جاء عنه صلى الله عليه وسلم, وعن غيره.3
 الأثر: هو ما أضيف إلى الصحابة أو التابعين من أقوال  أو أفعال 4..
السند: سلسلة الرجال الموصلة إلى المتن , أو هو عزوا الكلام إلى صاحبه.5
المتن: ما ينتهي إليه السند من الكلام.6

تقسم الأحاديث بعدة اعتبارات كالتالي :
*
أقسام الخبر بإعتبار وصوله:.الخبر المتواتر: هو ما رواه عدد كثير عن مثلهم تحيل العادة تواطؤهم على الكذب .1
.
الخبر الآحاد: هو ما لا يجمع شروط المتواتر بمعنى أن يرويه شخص واحد.2
*
ويقسم الخبر الآحاد بعدد طرقة إلى:
..المشهور: هو ما رواه ثلاثة فأكثر في كل طبقة من طبقات السند ما لم يبلغ حد التواتر.1
العزيز: هو أن لا يقل رواته عن اثنين في جميع طبقات السند.2
مثال: حديث أنس وأبو هريرة أن الرسول صلى الله عليه وسلم قال: " لا يؤمن أحدكم حتى أكون أحب إليه من والده وولده والناس أجمعين " , روه عن أنس قتادة وعبد العزيز بن صهيب وروه عن قتادة شعبه وسعيد وعن عبد العزيز روه إسماعيل بن عليه وعبد الوارث.
.
الغريب: هو ما ينفرد بروايته راويٍ واحد في كل طبقه من طبقات السند أو بعضها . 3. : من حيث القوة والضعف يقسم الى  مقبول ومردود: أقسام الحديث
أ.المقبول يقسم بالنسبة لتفاوت مراتبه إلى:
 .  صحيح لذاته :وهو ما اتصل:سنده بنقل العدل الضابط عن مثله الى منتهاه من غير شذوذ ولا علة.
 
 .الحسن لذاته: هو ما تصل سنده بنقل العدل الذي خف ضبطه عن مثله إلى منتها من غير شذوذٍ ولا علة.2
 
 3.الصحيح لغيره: هو الحسن لذاته إذا روي من طريق آخر مثله أو أقوى منه وسمي صحيح لغيرة لأن الصحة لم تأتي من ذات السند وإنما جاءت من أضما م غيره له
 .الحسن لغيره  الضعيف الذي تعددت طرقه ولم يكن سبب ضعفه كذب الراوي أو فسقه.4

ب.المردود ( الضعيف)  
الضعيف: هو مالم يجمع صفه الحسن بفقد شرط من شروطه وله أقسام وأنواع ولا يجوز العمل به إلا بشروط هي:
 .أن يكون الضعف غير شديد.1
 .أن يكون مندرجاً تحت أصل عام.2
3 إلا يعتقد عند العمل به ثبوته                     انواع الضعيف
أ - الضعيف بسبب سقط من الإسناد. 
.
المعلق: هو ما حذف من مبدأ إسناده راويٍ فأكثر على التوالي.1
  المرسل: هو ما سقط راويٍ فأكثر من آخر إسناده من بعد التابعي.2
 .المعضل : هو ما سقط من إسناده اثنان فأكثر على التوالي.3
 
 .المنقطع: هو ما لا يتصل إسناده على أي وجهٍ كان الإنقطاع .4
 
.
المدلس: هو أخفاء عيبٍ في السند وينقسم إلى تدليس إسناد وتدليس شيوخ وتسوية :5
 .تدليس الإسناد: هو أن يروي الراوي عمن قد سمع منه ما لم يسمع من غير أن يذكر انه سمعه منه.
 .تدليس الشيوخ: هو أن يروي الراوي عن شيخ حديثاً سمعه منه فيسميه أو يكنيه بما لا يعرف.
 . تدليس التسوية: أن يروي الراوي حديثاً عن شيخه ثم يسقط راويٍ ضعيف بين ثقتين لقي احدهما الآخر.
 
 المرسل الخفي: هو أن يروي الراوي عمن لقيه أو عاصره ما لم يسمع منه بلفظٍ يحتمل السماع كقال.6
 
 .المعنعن والمؤنن: هو قول الراوي عن فلان عن فلان أو حدثنا فلان أن فلان .7
 : الحديث المعنعن والمؤنن متصلٌ إسناده بشرطين
  أن لا يكون المعنعنُ مدلساً . 2. أن يكون قد لقي بعضهم الآخر.1

ب.المردود (الضعيف) بسبب الطعن في عدالة الراوي:
ويقصد به التكلم والجرح في الراوي من جهة عدالته , وأسباب الطعن في عدالة الراوي هي: 1.الكذب أو التهمة به. 2.الفسق. 3.البدعة. 4.الجهالة.
 
ج.المردود (الضعيف) بسبب الطعن في ضبط الراوي:
 .المنكر: وهو الحديث الذي في إسناده راوي فحش غلطه أو كثرت غفلته أو ظهر فسقه.1
 .الشاذ هو ما رواه المقبول مخالف لمن أوثق وأول منه, والشذوذ يقع في السند والمتن .2  
  الذي اطّلع على علة تقدح في السند أو المتن مع أن الظاهر السلامة منها ,3. المعلل: هو الحديث
ويستعان على أدراك العلة: 1.تفرد الراوي. 2.مخالفة غيره له
بجمع أسانيده وطرقه وهو علم دقيق لم يتمكن منه إلا القليل. ويمكن معرفة علل الحديث
 
 4.المختلط: وهو سيئ الحفظ ويكون سبب سوء حفظه إما ملازمٌ له من أول حياته أو يكون طارئاً عليه وذلك لكبره أو لاحتراق كتبه وما حدّث به قبل الاختلاط فمقبول وما حدّث به بعد الاختلاط فمردود
د.المردود(الضعيف) بسبب مخالفة الراوي للثقات
. في متصل الأسانيد وهو زيادة راوي في اثنا سندٍ ظاهره الاتصال.1
   . أو متنه بتقديمٍ أو تأخير ونحوه  المقلوب: وهو ابدال لفض بأخر في سند الحديث  .2
    .المضطرب: وهو ما روي على أوجه مختلفة متساوية في القوة لايمكن التوفيق بينها.3.
         وينقسم إلى قسمين هما . المصحف: وهو تغيير الكلمة في الحديث
 .تصحيف الإسناد:مثل ما روي عن العوام بن مراجم صحفه بعضهم إلى العوام بن مزاحم.1
 .تصحيف المتن: مثل حديث: " من صام رمضان واتبعه شيئاً من شوال...)) فصحف ستاً إلى شيئاً. 2
 .المدرج: وهو ما غير سياق إسناده ,أو أُدخل في متنه ماليس منه بلا فصل.5
 
بالنسبة لمن اسند إليه إلى     : ويقسم الحديث   *
 .الحديث القدسي : وهو ما نقل إلينا عن النبي صلى الله عليه وسلم مع إسناده إلى ربه عز وجل.1
ويختلف عن القرآن في:
  أن معناه من عند الله ولفظة من عند النبي صلى الله عليه وسلم .1
 لا يتعبد بتلاوته.2
 المرفوع: هو ما أضيف إلى النبي صلى الله عليه وسلم من قول, أو فعل, أو تقرير, أو وصفه.2
 .الموقوف: هو ما أضيف إلى الصحابي من قول, أو فعل, أو تقرير وثبوته يقوي الضعيف المنجبر.3..المقطوع: وهو ما أضيف إلى التابعي أو من بعده من قول, أوفعل.4

*
طرق تحمل الخبر وصيغ الأداء:
 .السماع من الشيخ: كأن يقول سمعت أو حدثني.1
 .القراءة عليه: نحو قرأت على فلان .2
 .الإجازة: وهو أن يقول الشيخ لأحد طلا به: أجزت لك أن تروي عني صحيح البخاري.3
 .المناولة: أن يدفع الشيخ ثبته لطالبه ويقول : إروي عني.4
 .الكتابة: وهي أن يكتب الشيخ مسموعاته أو ثبته لحاضر أو غائب بخطه أو أمره.5
 .الإعلام: هو أن يخبر الشيخ الطالب أن هذا الحديث سماعه.6
 .الوصية: وهي أن يوصي الشيخ عند موته أو سفره لشخص بكتابٍ من كتبه يرويه عنه .7
 .الوجادة: وهي أن يجد الطالب أحاديث بخط شيخه الذي يعرفه يرويها عنه.8

  
أنواع التصانيف في الحديث:
  1.الجوامع: وهي كل كتاب يجمع فيه مؤلفه جميع الأحاديث بمواضيعها من العقائد والعبادات والمعاملات والسير والرقاق والفتن وأخبار يوم القيامة
مثال: جامع الترمذي, وصحيح البخاري.
 المسانيد: وهي كل كتاب جمع فيه مؤلفه مرويات كل صحابي على حدة من غير النظر إلى موضوعه.2
مثال: مسند الإمام أحمد ,و مسند البزار.
 .السنن: وهي الكتب التي جمعت فيها الأحاديث على أبواب الفقه.3
مثال: سنن أبو داود ,وسنن الدار مي.
مسألة: تختلف السنن عن الموطأت في أن الموطأ يحوي الأخبار المرفوعة والموقوفة والمقطوعة على أبواب الفقه أما السنن فلا تحوي غالباً  إلا المرفوعات.
 .   المعاجم: هي كل كتاب جمع فيه مؤلفه الحديث  مرتباً على اسماء شيوخه بترتيب أسمائهم على حروف الهجاء. 4
مثال: معاجم الطبراني الثلاثة الكبير والأوسط والصغير.
 .العلل: هي كتب مشتملة على أحاديث معلولة ضعيفة مع بيان العلة.5
مثال: العلل لإبن أبي حاتم ,والعلل للدارقطني.
 .الأجزاء: هو كل كتاب جمعت فيه الأحاديث على راويٍ واحد أو موضوعٍ واحد.6
مثال: جزء رفع اليدين في الصلاة للبخاري , وجزء القراءة خلف الإمام له أيضاً.
 .الأطراف: هو كل كتاب يذكر فيه طرف كل حديث الذي يدل على بقيته ثم يذكر أسانيد كل متن من المتون.7
مثال: تحفه الأشراف بمعرفة الأطراف للمزي, و إتحاف المهرة لإبن حجر.
 .المستدركات: هي كل كتاب جمع فيه مؤلفه الأحاديث التي لم يذكرها صاحب الكتاب الأصل ,مما هو على شرطه.8
مثال: المستدرك على الصحيحين للحاكم.
 .9.المستخرجات: هي كل كتاب خرج فيه مؤلفه أحاديث كتاب آخر بأسانيد لنفسه من غير طريق المؤلف الأول وقد يجتمع معه في أحد الشيوخ.
مثال:المستخرج على الصحيحين لأبي نعيم الأصبهاني.
 10.الناسخ والمنسوخ: هو الكتب التي اعتنت بذكر الأحاديث التي بينها إطلاق وتقيد وعموم وخصوص والتي فيها إلغاء بعض أحكام الأحاديث الأخرى.
مثال: حديث: " كنت نهيتكم عن زيارة القبور فزوروها " , خصص من عمومه حديث : " لعن الله زورت القبور" .
11.
مختلف الحديث: وهو الحديث المقبول المعارض بمثله مع إماكن الجمع.
مثال: حديث : " لا عدوا ولا طيرة ", خالفه حديث : " فر من المجذوم " , فيكون النفي في الحديث الأول المقصود به أن المرض لا ينتقل بذاته وإنما بقدر الله والأمر في الحديث الثاني من باب سد الذرائع.
مسألة: من أشهر المصنفات فيه: ( تأويل مختلف الأحاديث) لابن قتيبة.
 . الجرح والتعديل: وهي الكتب التي اعتنت بذكر أقوال العلماء في رواة الحديث من حيث الضبط والعدالة والاتصال.
مسألة: من أشهر المصنفات فيه ( التاريخ الكبير) للبخاري و(الثقات) لابن حبان ,
 . للذهبي ( الكامل في الضعفاء ) لابن عدي ,و ( ميزان الاعتدال )  , و( التهذيب ) لابن حجر.
مسألة: مراتب الجرح والتعديل:
 .1.مراتب التعديل:مثل فلان اثبت الناس ثم ثقةٌ ثقة أو ثقة ثبت ثم ثقة أو حجه ثم صدوق أو لابأس به ثم روى عنه الناس ثم صالح الحديث أو يُكتب حديثة وهكذا.
2.مراتب الجرح: مثل لين الحديث أو فيه مقال ثم لا يحتج به أو ضعيف أوله منا كير ثم لا يكتب حديثه أو لا تحل الرواية عنه ثم متهم بالكذب أو يسرق الأحاديث ثم ساقط ثم كذّاب أو دجّال ثم اكذب الناس ثم ركن الكذب.
.          أصول الحديث وهي الكتب التي تعتني بذكر أصول وقواعد يعرف بها حال السند والمتن من حيث القبول أوالرد.13
     مسألة: من أشهر المصنفات فيه: (مقدمه) ابن الصلاح و (  نزهة النظر) لابن حجر ,و(تدريب الروي) للسيوطي 
. غريب الحديث هي الكتب التي تعتني بذكر معاني كلمات الأحاديث الغريبة أو الغير معروفة.14
مسألة: غريب الحديث لإبي السعادات ابن الأثير.
 .15.الأنساب والألقاب والكنى والأوطان والبلدان: وهي الكتب التي تعتني بذكر انساب الرواة وألقابهم وكناهم ومواطن روايتهم والبلاد التي دخلوها أو نشؤا فيها أوالتي رحلوا إليها لطلب الأحاديث.
مثال: الأنساب للسمعاني وتاريخ دمشق لابن عساكر تاريخ بغداد للخطابي المصادر ملخص من
1- كتاب تيسير مصطلح علوم الحديث للدكتور محمود الطحان.2- علوم الحديث للدكتور حارث الضاري3- علم اصول الحديث  للدكتور موفق بن عبدالله بن عبدالقادر  

 




0 Yorum - Yorum Yaz


A- HAZRETİ PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR

Şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm, ümmî olan Hz. Peygamber'e Arap dili ve üslûbu ile nazil olmuştur. O da nazil olan bu vahyin garaz ve maksadını tabi olarak anlı¬yordu. Çünkü Kıyamet Süresi'nin 17-19 uncu âyetleri "Doğrusu vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, ona uy (onun okumasını dinle). Sonra onu sana açıklamak bize düşer" Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'e Allah tarafından açıklanacağını ifade et-mektedir. Kur'ân'ın nazil olduğu devirdeki Araplar, ileri bir kültür seviyesinde değillerdi. Yazı sanatı yok denecek kadar az olmakla beraber, belirli vasıfları ihtiva eden sözlü sanatlar ve şiir epeyce ileri durumda idi. Bilhassa konuşmalarında ve şiirlerinde hakikat ve mecaz, tasrih ve kinaye, îcâz ve itnâb gibi edebî sanaatlar kullanılmakta idi. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân'ı, ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zât olan Hz. Peygamber'e sormuşlardı. İlk devirde, derin akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı.Hz. Peygamberi, Kur'ân tefsirine sevkeden en mühim âmil, şüphesiz İslâmiyetin kendi emridir. Kur'ân, kendisi üzerinde düşünmeyi istemiş, kapalı olan bir âyet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğ ve tebyinle mükellef kılmıştır. Kısacası, Kur'ân kendinin anlaşılmasını, açıklanmasını, tefsir edilmesini, uygulanmasını istemiştir. Bu bakımdan İslâm'da tefsir hareketi, bizzat İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur. Onun için Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed'in kendisi olmuştur.
1- Kur'ân-ı Kerîm
Kur'ân-ı Kerîm'in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm, Arap dili ve edebiyatının en ince sanatlarını ihtiva eden ve bu dilin ve edebiyatının gelişmesinde en mühim âmil olan İlâhî bir kitaptır. Onu tetkik eden kimse aynı konuda çok ufak değişikliklerle tekrarların olduğunu görür. Ondaki âyetler, birbirleriyle karşılaştırılıra, bir kısmının mücmel, bir kısmının mübeyyen, bazısının mutlak, bazısının mukayyet, bazı kıssaların bir yerde kısa ve özlü olarak anlatılmasına mukabil, diğer bir sûrede geniş bir şekilde anlatıldığı görülür. İslâm âlimleri müphem ve mücmel olan âyetlerin izahı hususunda en iyi ve en sağlam yolun yine Kur'ân olduğunda ittifak halindedirler.Kur'ân-ı Kerîm'de bazen herhangi bir mesele bir yerde mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân'dan bir mesele inceleneceği zaman, o mesele ile ala¬kalı bütün âyetler üzerinde durmak gerekir. Bazı meselelerin bu şekilde halli mümkün oluyorsa artık başka bir kaynağa başvurmaya lüzum kalmaz. Bu du¬rumda da birçok konularda Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsir edildiği neticesi ortaya çıkar. Kur'ân daima kendisinin korunmasını ve üzerinde düşünülmesini istediğine göre, o, okundukça ve üzerinde akıl yordukça meselelere çareler buiunacak demektir. Çünkü Kur'ân âyetleri birbirlerini tasdik ve te'yid edici mahiyettedir.
2- Hz. Peygamber
Kur'ân-ı Kerîm'in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zât, kendisine kitap gelen Hz. Muhammeddir. O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir.
Kur'ân'ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri Ve Sünnetin Kur'ân'ı Beyân Yönleri
Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, beşer olarak Kur'ân tefsirinde salâhiyet sahibi olan kişi şüphesiz Hz. Peygamber'dir. O halde Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağı peygamberin sünneti olacaktır. Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder.
Hazreti Peygamberin Tefsirdeki Metodu Kur'ân-ı Kerîm'in Arap dili ve bu dilin belagat üslûbu ile nazil olduğunda şüphe yoktur. Kur'ân'ın ilk muhatapları, onun niyet ve maksadını anlayabiliyorlardı. Her ne kadar anlayış ve idrakte farklılıklar olsa da, bu farklılıklar tabiî olarak ilmî derecelerinden ve aklî mevhibelerinden ileri gelmekte idi. Daha doğrusu herkes onu, kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayama¬dıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zât olan Hz. Peygamber'e sormuş¬lardı. Onlar derin akâid meseleleri üzerinde düşünmeye lüzum görmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. Hz. Peygamber'i Kur'ân tefsirine sevkeden en mühim âmil, İslâmiyet'in kendisine olan emridir. O, tebyin ve tebliğle mükelleftir. Bu iş, onun için peygamberlik vazifesinin gereğidir. Kur¬'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağının Hz. Pey¬gamberin sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet, Kur'ân'ın umumunu ve husu¬sunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu beyân eder. Kısacası, sün¬net, Kur'ân'da gelen bir hususu, ona uygun olarak te'kid, mücmeli beyân, ammı tahsis, mutlakı takyid, müşkili tavzih eder. Yine sünnet, Kur'ân'da hakkında hüküm bulunmayan veya Kur'ân'ın sükût ettiği bir meselede hükme delâlet eder.Yukarıda takdim ettiğimiz ve daha pek çok örneği bulunan Hz. Peygamberin tefsir örneklerinden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in gerekli bulduğu tefsir ameliyesi, ya muhatapları tarafından bir suale maruz kalması veya kendisi tebyinle vazifeli olduğundan, icâb eden yerde muhataba âyette geçen şeyin ne olduğunu sorması, sonra da yine kendisinin cevap vermesi veyahut hiç sual sormadan izahta bulunması, icâb eden yeri açıklamasıyla oluyordu. Hz. Peygamber'e sual soran şahıslar, Müslüman veya gayrı müslim olabilirlerdi. Bizim için burada mühim olan nokta, onun vermiş olduğu cevapların mahiyetidir.
B- SAHABE DEVRİNDE TEFSİR
1- Bu Devirdeki Tefsir Kaynaklarıa- Kur'ân-ı Kerîm.b- Hz. Peygamber.c- İctihad ve re'y.
d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.
4- Sahabenin Tefsirdeki Metodu
Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Yukarıda verdiğimiz örneklerde, genel olarak sahabenin, ya dil veya dini olarak tefsir yaptıkları gö¬rülmektedir. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu. Bazen bu dinî izah tarzları hususî bir anlayış ifade ederken, insanların psikolojik durumları da nazarı dikkate alınıyordu.

Bazen sahabe izah etmiş olduğu hususu beyân ederken, bizzat o hali yaşıyarak tatbik ediyordu. Bazen de, sahabenin yanında, talebesinin cevap vermesi şeklinde açıklanıyordu ki bu saygısızlık gibi görünürse de, aslında böyle bir şey bahis konusu değildir. Zira Hz. Peygamber'in huzurunda, sahabenin ona olan saygısından dolayı ve vahiy sahibi olan peygamberi dinlemek için konuşmama¬larından, sahabenin huzurunda tabiilerin de konuşmamaları gerektiği neticesini çıkarmak doğru değildir.
5- Tefsir İlminde Şöhret Kazanan Sahabiler
Ali b. Ebi Talib (ö. 40/661), Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652), Ubeyy b. Ka'b (ö. 19/ 640), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688), Ebû Musa el-Eş'ari (ö. 44/ 664), Zeyd b. Sabit (ö. 45/665) ve Abdullah b. ez-Zübeyr (ö. 73/692). Bunlardan başka, Hz. Aişe (ö. 59/678), Ebu Hureyre (ö. 57/677), Cabir b. Abdillah (ö. 74/693), Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), Abdullah b. Amr b. el-As (ö. 63/683) Enes b. Malik (ö. 91/710) gibi zatlardan da, tefsir haberleri nakledilmişse de, ilk başta zikrettiğimiz müfessir sahabilere nisbetle, nakilleri nisbeten az sayılır. Bunlar arasında en fazla tefsir rivayet edenler şunlardır: Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Aii b. Ebi Talib ve Ubeyy b. Ka'b.
C. TABİÎLER DEVRİNDE TEFSİR

1- Tabiîlerin Tefsirdeki Yeri Ve Metodları
Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, bünyesine yeni ülkelerle beraber, ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de katmaya başlamıştır. Müslümanlar ilk defa Medine'de basit site devletinin temellerini atınca, bu devleti devam ettirecek kanun hükümlerine muhtaç oldular. Kur'ân-ı Kerîm onların kanunlarının menşei ve anayasaları idi. Bu basit devlete tabi olan ilk Müslümanların ihtiaçları da basitti. Ülkeler fethedildikçe o ülkelerin medeniyetleri ile karşı karşıya gelen Araplar, onlarla bir arada yaşamaya başlamışlardır. Bu bakımdan onlar, bedevi hayatın sınırları içinde kalmaktan kurtulmuş, ihtiyaçlarında da değişiklikler hasıl olmuştu. Gerek İslamiyete yeni girenleri ve gerekse Müslüman olmayanları bir idare altında toplamak ve onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu hususlar için Kur'ân-ı Kerîm ilk merci oluyor, yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler ve müfessirler Kur'ân'a sarılıyorlardı. İslam devleti çok genişlediğinden, dinin menşei olan Hicaz'dan diğer ülkelere, bazı imkansızlıklardan dolayı, dini haberier pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol oynamağa başlıyordu. Bu şahsi görüş sahiplen aynı ırk, aynı kültür, aynı dil, aynı din ve aynı örf ve adeti ihtiva eden bir cemiyet içinde yetişmediklerinden görüşlerinin neticesi de değişik oluyordu.
Bir taraftan Arap olmayan Müslüman unsurların İslamiyeti öğrenme arzusu, diğer taraftan Kureyş'in ve diğer Arapların, bu milletleri idare etme sanatıyla, yani idarecilikle iştigal edip, diğer sahalarda çalışmayı hakir görmeleri sebebiyle, ilim ve bilhassa tefsir sahasında önem kazanan şahsiyetlerin Arap olmadıklarını görüyoruz. Bunun en mühim sebebi, İbn Haldun'un da dediği gibi "Bilgiler bir sanaat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar.
Tefsir Medreseleri Ve Müfessir Tabiîler
İslâm yayılmakta, genişlemesi devam etmekte, şehirler çoğalmakta ve ge¬lişmekte, sahabe de ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabiîlere devredilmişti Bu arada, fitneler zuhur etmeye baş¬lamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, fetvalar çoğalmış meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aramaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkha ait bilgiler de toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğra-şan kişilerin, hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.
Bu devrin müfessirleri, Kur'ân'ı anlamak için yine Kur'ân'a, sonra sahabenin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış oldjkları tefsirlere itimad etmişlerdir. Tabiîler tefsirde buraya kadar takip ettikleri esaslarda, sahabe devri ile aynı usûlü paylaşmışlardır. Bu devirde tefsir için yukarıdaki asıllardan başka, kitap ehlinin kitaplarında gelen haberleri de aldılar. Allah'ın onlara içtihad yoluyla bahşettiklerini de ilâve ettiler. Bu konuda tefsir kitaplarında onlardan pek çok tefsir haberi nakledildi ki bunlar re'y ve içtihadlarına dayanmaktadır. Hz. Peygamber ve sahabeden gelen tefsirin, Kur'ân'ın bütün âyetlerini ihtiva etmediğini söylemiştik. Onlar, kendilerinin veya muhatapların anlayışına zor gelen hususları almışlardı. İnsanlar, Hz. Peygamber ve sahabe devrinden uzaklaştıkça, zorluklar daha da çoğalmıştır. Bu müşkilleri halletmek için, tabiîler devrinde, tefsirle meşgul olacak kişilere daha fazla ihtiyaç duyulmuştur. Müşkiller çoğaldıkça, tefsirler de müşkillerin artması nisbetinde genişlemişti.
Dört halife devrinden itibaren islâm, süratli bir şekilde yayılmaya başlamış, medeniyet ve kültür merkezi olan şehirlerle ülkeleri kendi bünyesine katmıştı. Müslümanlar bir yerde kalmamış, çeşitli sebeblerle şehirden şehire, bölgeden bölgeye dolaşmışlardır. Onlardan bazıları vali, bazıları kadı, bazıları muallim ve bazıları da çeşitli vazifelerde bulunmuşlardır.
Çeşitli şehirlere ve beldelere giden sahabe, Hz. Peygamber'den hıfzettiklerini de yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerlerde öğretmenlik yapmışlar ve etraflarına pek çok meraklı kişi toplanmıştır. Tabiiler dediğimiz bu yeni talebe grubu onlardan ilim almış ve kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir. Bu andan itibaren çeşitli şehirlerde ilim medreselerinin teşekkül ettiğini görüyoruz ki bunların öğretmenleri sahabe, talebeleri ise tabiiler olacaktı.
Bu medreselerden Mekke, Medine ve Irak'ta bulunanlar tefsir ilminde şöhret kazandılar.
Mekke Medresesi: Bu medresenin kurucusu ve başkanı, tefsir ümindeki kabiliyet ve bilgisi müsellem olan Abdullah b. Abbas'tır. Talebeleri tabiilerdir. Onlara Allah'ın kitabını tefsir eder, mânâ yönünden müşkil olan kısımları açık¬lardı. Ondan işittiklerini talebeleri, daha sonrakilere nakletmişlerdir. Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Mücâhid (ö. 103/721), İkrime (ö. 105/ 723), Ata b. Ebî Rabah (ö. 114/732) ve Tâvûs b. Keysan (ö. 106/724) gibi daha pek çok kişi onun tefsirdeki talebeleri arasında yer almaktadır. İbn Teymiye; "Tefsirde, insanların en âlim olanları Mekke ehli idi. Zira onlar, İbn Abbas'ın talebeleri olan, Atâ b. Ebî Rabah, İkrime, Mücâhid, Tâvûs, Ebî'ş-Şa'sa, Sa'id b. Cübeyr ve benzeri şahsiyetlerdi"[421], demektedir.
Medine Medresesi: Bu devirde sahabe her ne kadar çeşitli şehirlere ve bölgelere dağılmış ise de, pek çok sahabe Medine'de kalmış, oradaki gençlere Allah'ın kitabını ve Resulünün sünnetini öğretmişlerdir. Medine'de de bir tefsir medresesi teşekkül etmiş, pek çok tabiî orada talebelik yapmıştır. Bu med¬resenin başında Ubeyy b. Ka'b'ın bulunduğunu söyleyebiliriz. En meşhur ta¬lebeleri, Ebû'l-Âliye er-Riyâhi (ö. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurezî (ö.118/736), ve Zeyd b. Eşlem (ö. 136/753) dir. Onların bir kısmı doğrudan doğruya, bir kısmı da bir vasıta ile Ubeyy b. Ka'b'dan tefsir aldılar.
Irak Medresesi: Bu bölgeye pek çok sahabi gelmiş ve Iraklılar onlardan İslâmî ilimleri ve tefsiri almışsa da, bu medresenin ilk üstadlık payesi Abdullah b. Mes'ud'a verilmiştir. Onun tefsir ve tefsir rivayetleriyle meşgul olan bir kişi oluşu, buna sebep olmuştur. Hz. Ömer devrinde, Ammar b. Yâsir Kûfe'ye vali olarak gönderildiğinde, onunla birlikte Abdulah b. Mes'ud da muallim ve vezir olarak gönderilmişti. Onun Küfe muallimliği Hz. Ömer'in emriyledir. Küfeliler, kendilerine gelen diğer sahabeden daha fazla, İbn Mes'ud'dan dini bilgileri almış ve onun etrafında toplanmışlardı. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Abdullah b. Mes'ud'un, Kûfe'de uzun müddet kalışı, bu medresenin gelişmesine yardımcı olmuştur. Tefsir alanında otorite olan tabiîlerden pek çok kişinin bu medresede yetişmiş olduklarını unutmamak lâzımdır. İbn Mes'ud bu medreseye, şer'i bir delilin bulunmadığı yerde re'y ve kıyasa müracaat ederek hükme varma esasını getirmiştir. Bu husus fıkhî meselelerde olduğu gibi, tefsir hareketlerinde de gö¬rülür. İşte İbn Mes'ud'un bu medreseye verdiği ve onun özelliğini teşkil eden husus re'y ve kıyasa gereken önemi vermeleridir. Şüphesiz Irak, Hicaz'a nispetle problemleri bol olan bir bölge idi. Oraya şer'î hükümlerin ulaşması da kolay olmuyordu. Hükme bağlanması gereken birçok meselenin re'y ve kıyasla halledilmesi gerekiyordu.
Bu medresenin tefsir ilminde şöhret kazanan şahsiyetlerinden bir kaçını zikredelim: Alkame b. Kays (ö. 62/682), Mesrûk b. el-Ecda' (ö. 63/683), el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Mürre el-Hemadânî (ö. 90/ 709), Âmir eş-Şa'bî (ö.103/721) el-Hasen el-Basrî (ö 110/728), Katâde b. Diâme (ö. 117/735), İbrahim Neha'î (ö 95/714) gibi daha pek çok ünlü alim İbn Mes'ud'dan ilim almış¬lardır.
Yukarıda kısaca bahsetiğimiz üç tefsir medresesinin ayrı ayrı bölgelerde ve sahıs|ar tarafından yönetilmesi sebebiyle, aralarında kendilerine hâs Akıllıklar olacağı düşünüleceği gibi, bunların müşterek taraflarının bulunduğu da unutulmamalıdır. Mesalâ, İsrâiliyatın tefsir ilmine girişi, aşağı yukarı bütün tefsir medreselerinde müşterektir. Bu medreselerde tefsir, telakki ve rivayet karakterlerini aynen muhafaza etmiştir. Bütün bu benzerliğe rağmen, bir medre¬senin diğeriyle tam olarak ayniliğini düşünmek mümkün değildir. Her ne kadar medreseler arasında genel benzerlikler varsa da, bazı hususî ayrılıkların olaca¬ğı tabiîdir. Mesela, Mekke ve Medine medreselerinde re'y ve kıyasa fazla yer verilmezken, Irak medresesinde bu görüşlere ziyadesiyle önem verildiği görülür. Zikrettiğimiz medreselerin kurucuları ve hocaları olan, İbn Abbas, İbn Mes'ud ve Ubeyy b. Ka'b'ın yetiştirmiş oldukları talebeler, tefsir sahasında ün kazanmışlardır.
Sahabe Tefsiri İle Tabiîlerin Tefsirinin Mukayesesi
Sahabe devrindeki tefsir ile tâbiîler devrindeki tefsir hareketlerinde her ne kadar benzerlik düşünülebilirse de, tabiîlerin durumu ile sahabenin durumunun aynı olmaması sebebiyle aralarında bazı farklılıklar olması tabiîdir. Bunları bir madde halinde sıralayabiliriz:a- Sahabe devrinde' Kur'ân'ın bütününün tefsiri yapılmadı. Onlar ancak, zor olan âyetlerin tefsirini yaptılar; iniş sebeplerine vâkıf oldukları âyetlerin iniş sebeplerini anlatmak suretiyle, hükümle sebepler arasında mü¬nasebet tesis ederek âyetleri açıklığa kavuşturdular. Tabiîler devrinde ise, tefsir hareketi, Kur'ân'ın bütün âyetlerine teşmil edilir duruma gelmeye başlamıştır.b- Sahabe devrinde Kur'ân'ın manâlarını anlayışta ihtilaflar çok değildi. Tabiîler devrinde ise, ihtilaflar çoğalmıştır.c- Sahabe, âyetler için icmâlî bilgilerle yetinirken, daha sonra her âyet ve her kelime için tefsirler yapılmaya başlanmıştır.d- Âyetler etrafında mezhep ihtilafları hemen hemen hiç yoktu. Halbuki daha sonraki devirde, âyetler etrafındaki mezhebi ithilaflar, çoğalmıştır. Meselâ, Hasen et-Basrî ve Katâde'nin tefsirlerinde görülen kader meselesi etrafındaki münakaşalar bunun açık örneğidir.e- Sahabe devrinde tefsir tedvin edilmemiştir. Bu devreden sonra tefsirin tedvini başlamıştır,f- İlk devirde tefsir, hadis ilmi içerisinde mütaala edilmiştir.
Daha sonra ise, tefsir her ne kadar hadis rivayeti şeklinde yapılmışsa da, müstakil kitaplar da telif edilmiştir.g- İlk devirde kitap ehline müracaat azdır. Bundan sonraki devrede kitap ehline müracaat çoğalacaktır. İsrâilîyattan pek çok şey tefsire girmiştir. Bu da ki¬tap ehlinden İslâm'a girenlerin çokluğundan ve tabiîlerin onlardan kolaylıkla dinleyebilmeğinden ve onlardan almış olmalarındandır.
FIKHÎ TEFSİRLER
Fıkhî tefsir, Kur'ân-ı Kerîm'in amel yani ibâdât ve muamelât yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili bulunan âyetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir koludur. Bu nevi tefsirin gayesi, İslâm'ın ilk temel kaynağı olan Kur'ân'ın ihtiva ettiği amelî hükümleri, kaide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları açıklamak ve onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve âhiret saadetini temin etmektir. Biliyoruz ki Kur'ân-ı Kerîm'in genel olarak üç yönü vardır: İtikad, ibadet ve ahlak. İtikad ve ahlâk yönü incelenirken, felsefî, kelâmî ve tasavvûfî tefsirler de gelişmiştir. İnancın ve iyi huyların amellerle takviye edilmesi gerekir. Çünkü inanç ve ahlâk, amelle kuvvetlendirilmedikçe, zayıflar, sonunda yok bile olabilir. Böyle bir duruma düşmemek için, Allah'ın emrettiği hareketlerde bulunmak, ona karşı kulluk vazifelerimizi yapmak, insanlarla olan her türlü münasebetlerimizi düzenlemek icâb eder. Fıkhî tefsirin konusu Kur'ân'ın ahkâm, yani amellerle ilgili yönü olduğuna göre, Kur'ân-ı Kerîm'de herkesin anlayabileceği şekilde bulunan muhkem fıkhî âyeteri, sıralayıp tespit etmek, müfesirin kendi ilmî kudret ve kabiliyetine bağlıdır. Bu sebepledir ki bu gibi eserlerde ele alınan âyetlerin sayısının birbirini tutmaması, bu işin müfessirierin kabiliyetine bağlı bir husus olduğuna delâlet eder. Meselâ, el-Cassâs, meşhur Ahkâmu'l-Kur'ân'ında 1000 den fazla âyeti incelerken, İbn Arabî 800 küsur âyeti, M. Sıddık Hasan Hân da 250 ye yakın âyeti eserlerinde incelemişlerdir. Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır. Kur'ân'daki ahkâm âyetleri hakkında tâm bir birlik yoktur. Bu rakam 500-1000 arasında değişmektedir. Daha doğrusu bunları bir sayı İle sınırlandırmanın mümkün olamayacağını söyleyebiliriz. Zira bu âyetlerin sayısı kişinin ilminin genişliğine ve görüşünün derinliğine bağlı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. İfrat ve tefrîtlerden kaçınılırsa bu sayının, İslâm'ın ilk devirlerinde de denildiği gibi, 500 civarında olduğunu söyleyebiliriz.

RİVAYET VE DİRAYET YÖNÜNDEN TEFSİRLER
1- Rivayet Tefsiri
Bu tefsir çeşidine "me'sûr" veya "menkûl" tefsir adı da verilir. Bu nevi tefsir, Kur'ân'ın Kur'ân ile Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'in sünnetiyle tefsirini veya sahabenin âyetler hakında Allah'ın muradını beyân etmeye matuf nakillerini ihtiva eder. Bu konuda tabiilerden gelen sözleri ulemânın bazısı, rivayet tefsiri içerisine sokmuş, bazısı ise bundan imtina etmişlerdir.
2- Dirayet Tefsiri
Bu tefsir nevine "Re'y" veya "Aklî" tefsir de denilir. Dirayet tefsiri, sadece rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din, mezhep ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Burada bahsettiğimiz "Re'y" den maksat ictihad'tır. Bu tefsir nev'i bir zarurete, bir maslahata mebni olarak zuhur etmiştir. İslâm'ın ilk devirlerinde Müslüman Araplar, Arap, yarımadasında iken dillerinin selikasına hâkimdiler. Zamanla fetihler neticesinde hudutlar genişleyip, yabancı milletler ve onların kültürleriyle karışınca Arapların lisan melekeleri za'fa uğradı. Arap dilini korumak için kaidelere ihtiyaç duyuldu. Hele Arap olmayan Müslümanların bu dili öğrenmesi Arapça'nın gramerinin bilinmesine bağlı idi. Kur'ân da Arap dili ile inmiş bulunduğundan, onun anlaşılması da bazı ilimlere ihtiyaç göstermekte idi. Zamanla İslam ülkesi geliştikçe muhtelif ilimler ilerledi, felsefî fikirler geliştikçe ve çeşitli mezhepler ortaya çıktıkça, tefsirlerde de, bu hususlara dâir bilgiler verilmeye başlandı.
GÜNÜMÜZDEKİ TEFSİR HAREKETLERİ

Müslümanlar her devirde Kur'ân-ı Kerim'e, dünya ve ahiret saadetlerini sağlayan bir esas, bir anayasa gözü ile bakmışlar, nüzulünün başlangıcından itibaren, muhtevasını iyi anlamak için çeşitli yönlerden onu araştırmışlar ve onu tefsir etmişlerdir. Başlangıçtan zamanımıza kadar, lügat, belagat, edeb, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli yönlerdeki tefsirlerde çeşitli usûl meseleleri ortaya konmuştur. Müfessirler genellikle, kendilerinden evvel gelen alimlerin sözlerini, gerek tercih edilecek bir görüş veya zor bir yerin izahı ve gerekse tenkit yönünden ele alarak eserlerine kaydetmişlerdir. İslâm'ın ilk beş altı asrından sonra zamanla içtimai hayatta mukallidükten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun meydana gelişinin tefsir ilminde de bir donukluk meydana getirmesi tabii idi. Bir kaç asırdan beri Avrupa'da meydana gelen fikri ve ilmi hareketler, İslâm aleminde de bir uyanma hareketi meydana getirmiştir. Pusulanın keşfi, matbaa ve kağıdın inkişafı, Dekartın fikirleri, Galile ve Newton gibi alimlerin keşifleri İslâm aleminin gözünü açmış, olumlu uyanış hareketlerine vesile olmuş, Avrupa'nın ilhadi ve dehri felsefe ve fikir cereyanları, İslâm aleminin birçok bölgelerinde, bilhassa Hindistan ve İran'da batini hareketlerini yeniden zuhuruna sebeb olmuştur. Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut devirlerindeki ıslah, Gülhane hattı, Islahatı Hayriyye, Necitte Vahhabi, Mağribte Sultan Süleyman el-Alevi'nin hareketleri gibi olaylar meydana gelmeye başlamıştır. Bu durum karşısında birçok İslâm ülkesinde bilhassa Mısır ve Hindistan'da ilim adamları harekete geçmiş, yeni görüş ve anlayışla ilmin de ışığı altında, diğer ilimlerde olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim tefsirinde yeni ufuklar açmışlardır. Hiç şüphesiz Miladi XIX. asır, Müslümanlar arasında dini hare¬ketlerin canlandığı bir asır oldu. İlim adamları tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe son vermeye çalıştılar, islâm dininin, ilme karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni metod ve usûllere tevessül ettiler.

Asrımızdaki tefsir hareketleri, genel olarak dirayet veya aklî tefsir ekolü içerisinde mütalaa edilebilir. Fakat aralarında gösterdikleri farklılıklar sebebiyle onları dört grupta toplayabiliriz.
1- İlhâdi Tefsirler
2- Mezhebî Tefsirler.
3- İlmî Tefsirler.
4- İçtîmâi-Edebi Tefsirler.


HADİS TARİHİ
Hadis ilmi, üçüncü Hicrî asrın sonunda bütün konuları ile teşekkül et¬miştir. Her ne kadar, bu konuları içine alan kitapların telifi bir müddet daha gecikmiş olsa bile, usûl ve kaidelerin, tabir ve tariflerin birinci asrın sonundan itibaren hadîs imamları arasında kullanılması, ikinci asırda ise, hiç bir kayda tâbi olunmaksızın münakaşa edilmesi, bu ilmin bir hayli erken bir devirde teşekkül ettiğini gösterir.
Gerek lügat ve gerekse ıstılah yönünden hadîs kelimesinin arzettiği ma¬nâlar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur. Lügat yönünden kadim (eski) in zıddı cedid (yeni) manâsına gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Istılah yönünden hadîs, umumiyet itibariyle Hazreti Peygamberin »öz¬lerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması arasında yine aynı manâda kul¬lanılan kelimenin medlulünü tarif bahis konusu olduğu zaman, bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre,usûl ulemasının tarifinde hadis» Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.
Hadisin değeri
Hadîsin sünnete müradif bir manâya sahip olarak sahabe devrinde ve müteakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul edilirse, İslâm Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve Dinin tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış olacaktır. Çünkü İslâm teşriinde sün¬netin, Kitap (Kur'ân) dan Bonra ilk kaynağı teşkil ettiği, bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır. Bu bakımdan, onun fıkıh uleması yönünden değeri, bîr bakıma, hadisin aynı sahada sahip olduğu değer manasındadır. Bu değer, Hazreti Peygamberin rîsalet göreviyle birlikte or¬taya çıkmış ve yine bu görevin değeri nisbetinde yükseklik kasanmıs.tır. Hadişin kazandığı bu yüksek değeri tesbit edebilmek için, Hazreti Peygamberin risalet görevini ve bu görevin ehemmiyet derecesini daima gözönünde bulun-durmak lâzımdır.
1. Hadis kitabetinin yasaklanması
ilk devirde, Hazreti Peygamberden iştilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, bu devirde sahabenin yazı bilgisi, buna imkân vermiyecek derecede kıttı. Maamafih ilk devirdeki yazı durumu, hadis tedvinini engelleyen bir âmil sayılmasa bile, nübüvvetin başlangıcın¬dan itibaren, Hazreti Peygamberin, dinin şerh ve izahı mahiyetinde olan bü¬tün konuşmalarını kâğıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemik¬ler ve lâvha halindeki taşlar üzerine yazmanın, sonra da bunları muhafaza et¬menin güçlüğü, hadis tedvinini engelleyebilecek ilk âmillerden sayılmak icabeder.
2. Yasak kararının sebepleri
a. Yazı
Kaynaklarda hadîs kitabetiyle ilgili bu yasağın sebepleri hakkında çe¬şitli görüşler ileri sürülmüş, bu konuda gelen haberlerle kitabete izin veril¬diğini gösteren haberler ele alınarak, araları çeşitli yönlerden telif edilmeye çalışılmıştır. Meselâ Ibn Kuteybe'ye göre hadîs yazma yasağı, iyi yazı bil¬meyenlere mahsustur; çünkü bu devirde Arap yazısı henüz tam manisiyle gelişmiş değildir. Diğer taraftan, az yazı bilenlerin de hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz. Hazreti Peygamber bu gibi kimselere hadîs yazmayı yasaklamıştır.
b. Kurânla karışma tehlikesi
Hadîs kitabetinin yasaklanmasında en mühim sebeb, hadîs sahîfeleriyle Kur'ân sahîfelerinin karışması tehlikesidir.
HADÎSİN İLK KAYNAĞI: SAHABE
1. Sahabî kime denir?
Hazreti Peygamber devrinde toplanan geniş hadîs külliyatının, daha son¬raki nesillere naklinde ilk mühim rolü oynayan neslin sahabe olduğu elbette bilinen bir husustur. Bununla beraber hadîs tarihini incelerken bu nesle de kısaca temas etmek ve hakkında genelde olsa biraz bilgi vermek faydalı olacaktır. Sahabî, lügat yönünden sohbet kelimesinden müştak olup zaman veya mekân tahdidi olmaksızın, bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka kimseye nisbet edilen isimdir. Zamanın tahdid edilmemesi, sohbetin, bir saatlik bir müddetin küçük bir cüz'ünü olduğu kadar, bir çok seneleri de şâmil olabile¬ceğine delâlet eder ve meselâ bir kimse için "bir saatlik sohbeti var" denildiği gibi, senelerce sohbeti bulunduğu da söylenebilir.Hadîs ıstılahı yönünden sahabî, Hazreti Peygamberi gören her müslüma-na denir; ancak bu tarifte bazı görüş ayrılıkları vardır: El-Buhârî'ye göre, Hazreti Peygamberle sohbeti bulunan, yahut onu gören her müslüman onan ashabındandır.
Bazı ilim merkezleri
Medine
Alim sahabîlerin gayretleriyle teşekkül eden ilim merkezlerinin başında, Dâru'l-Hıcre adiyle de şöhret kazanan Medine'yi zikretmek gerekir; çünkü burası, Hazreti Peygamberin ve ashabının Mekke'den hicretle İslâm İmpara¬torluğunun temelini attıkları ilk şehirdir. İslâm teşriinin büyük bir kısmı burada oluşmuş, Hazreti Peygamber hadîslerinin çoğunu burada söylemiştir. Şehrin her köşe ve bucağında ondan bir hatıraya rastlamamak mümkin de¬ğildir. Bu itibarla sahabenin kibarı, onun vefatından sonra da buradan ayrıl¬mayı hoş karşılamamış, onun kabrine yakın olmayı, onunla birlikte yaşamak kadar değerli saymıştır.Hadîs ve fıkıh sahasında şöhret kazanmış pek çok sahabî Medine'de ya¬şadığı için, burası, Hazreti Peygamberi görmeyen, fakat onun hadîslerini yakın arkadaşlarından işitip hıfzetmek isteyen hadîsçilerin devamlı ziyaret-gâhı olmuş, tıpkı bir ticaret merkezi gibi, hadîs almağa gelenlerle dolup bo¬şalmıştır.Medine'de yaşayan ve hadîs sahasında otorite olan bu sahabîlerin ba¬şında Ebü Bekr es-Şıddık, Ömer bin Hattâb, halîfe olarak Küfe'ye inti¬kalinden önce Ali İbn Ebî fâlib, Ebû Hurayra, Ummu'l-mu'minin Aişe, 'Abdullah İbn Ömer, Ebü Sa'îd el-Hudrî ve Zeyd bin Sabit'i zikretmek ge¬rekir.

Mekke
İlk vahiyle Islâmî davetin başlangıç şerefine nail olmasına rağmen, halkı, Hazreti Peygambere ve etrafındaki bir avuç müslümana reva gördükleri teh¬dit ve işkencelerle onların hicret etmelerine sebep olan bu şehir, ancak sekiz sene sonra, müslüman fethiyle tarihteki gerçek yerini almıştır.Fetihten sonra Hazreti Peygamber Muâz İbn Cebel'i Mekke'de bırakmış ve Mekke halkına Kur'ân ve Sünnet ahkâmını ve kıraati öğretmesini ona em¬retmişti. Muâz, Hazreti Peygamberin genç ve âlim sahabîlerinden biri idi ve onunla birlikte bütün gazvelere iştirak etmişti.Muâz İbn Cebel ile birlikte Mekke'de daha bîr çok sahabî yerleşmiş bu-lunuyordu.
Küfe
Küfe,İslâm fütuhatı sırasında ordu karargâhı olarak tesis edilmiş bir şehirdi. Bununla beraber bu şehrin bulunduğu ülke, yani Irâk, geçmiş asırların medeniyet izlerini taşıyan bir yer olup, Babillilerin, Asurlarm, Keldanilerin, Rumların hepsi burada birbirinden farklı devletler kurmuşlardı. Müslümanlar Ömer îbnu'l-Hattâb devrinde buraları istilâ edip Basra ve Küfe şehirlerini kurunca, kısa bir zamanda ilim dünyasının iki büyük merkezi haline gel¬miştir.
Küfe, bidayette bir ordu karargâhı olarak kurulduğu için, ordu içinde bulunan bir çok sahabî buraya gelmiş bulunuyordu. Fakat AIi bin Ebi Tâlib'in Medine'yi terkederek hilâfet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra şehir geçici bir karargâh merkezi olmaktan çıkmış, her gün süratle genişleyen bü¬yük bir devletin makam olmuştur. Bu sebepten pek çok sahabe buraya yer¬leşmiş ve ömürlerinin sonuna kadar burada yaşamışlardır.
Küfe'ye yerleşmiş, olan sahabîlerin ilim yönünden en meşhurları, şüphe¬siz Ali Ibn Ebi Tâlib ve 'Abdullah İbn Mes'ûd idi. Ancak ALİ İbn Ebi Tâlib'in Küfe hayatı, ilminden çok siyasete dönüktü ve vaktinin çoğunu harplerle geçiriyordu.Daha halifeliğinin başlangıcında, Ummu'l-mu'minin (Aişe ile Basra çöllerinde dövüşmek zorunda kalmış, bunu Muâviye ile olan çatışması takip etmişti. Fakat bu çatışmanın ortaya çıkardığı haricîler kadar biç bir şey her halde onu meşgul etmemiştir. Bütün bu meşgaleler, onun ilim için zaman ayırmasına daima engel olmuştur.Abdullah İbn Mesud'a gelince, Küfe medresesi, varlığını ve şöhretini ona borçludur, denilebilir. İbn Mesud önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etmiştir. Uzun müddet Hazreti Peygamberin hizmetinde bulunmuş, bu arada Kur'ânı hıfzetmiş, manâsını en iyi bir şekilde öğrenmiştir. Hazreti Peygamberin hizmetinde bulunması ise ona, onun sözlerini, fiil ve hareketlerini yakından öğrenme imkânını ver¬miştir. Geniş bilgisi dolayısıyle sahabenin ilk devre âlimlerinden biri sayılan İbn Mesud, Halife Omer İbnu'l-Hattâb tarafından öğretim için Küfe'ye gönderilmiştir.
Hadis tedvininin başlangıcı
Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdık¬larını ve bir takım sahîfeler vücuda getirdiklerini bitiyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında başladığı anlaşıl¬maktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakkamla tesbit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahi¬yettedir. Bu haberlerin bir kısmı, hadîs rivayetinden bah¬sederken ismi üzerinde durduğumuz İbn Şihâb ez-Zühri ile ilgilidir. Ez-Zühri (50-124) bu haberlerde "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
Hadîslerin Tasnifi
Tedvin devrinin başlan¬gıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da farkedilmiş; gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanıl¬malarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine konularına göre tertib ve tasnif olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana geti¬rilen kitaplarda her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer alıyor ve meselâ sa-lâtla ilgili olanını salât, yahut zekâtla ilgili olanını da zekât bölümünde arayıp bulmak kolaylaştırılmış oluyordu. "Musannaf" denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren bir başka tasnif şekli daha vardı ve bu kitaplara da "musned" adı verilmişti. Ancak müsned eserlerin çıkışı, muşannaf denilen diğer eserlerden çok kısa bir zaman sonraya rastlar.
İlk hadîs eserleri
Hadîs ıstılahlarına dair ilk eseri telif etmekle şöhret kazanan Rame Hürmüzidir. Hicri ikinci asırda telif ve tasnif edilen hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkindir:
a) Siyer ve mağazî kitapları;b) Sünen kitapları;c) Câmi'ler;d) Musannefler;
e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
FIKIH TARİHİ
II- FIKIH:
A- MÂNASI:
lûgat mânası anlamak, kavramak, idrak etmektir. Aynı mânayı ifade eden kelimelerden fıkh'ın farkı, buradaki anlayışın sathî değil, derinliğine olması ve söyleyenin maksadını da içine almasıdır.
B- MEFHÛM VE ŞÛMÛLÜ:
Fıkıh kelimesi islâmın ilk devirlerinden zamanımıza kadar birkaç defa mefhum değiştirmiş, buna bağlı olarak da fıkıh için çeşitli tarifler verilmiştir. Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde fıkıh, tedvin edilmiş ayrı bir ilmin adı değildir. İtikad, amel ve ahlâk konularında, kitap ve sünnetten anlaşılan, elde edilen bilgiler fıkıhtır. "İlm" kelimesi de bu devrede aynı mânaya gelmektedir. Ebû Hanîfe fıkıh'ı: "Kişinin, leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir." diye tarif ederken kelimenin şümûlü aynıdır. Ancak itikad, ahlâk... ilimlerinin mevzûları zenginleşip husûsîleşince fıkıh kelimesi itikad ve ahlâk bilgileri dışında kalan amel ve muamele ile alâlalı bilgilere, kaidelere tahsis edilmiş ve tarife "...amel cihetinden..." ifadesi eklenmiştir.

BİRİNCİ BÖLÜM Hz. Peygamber Devri (Fıkhın Doğuşu)Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke devri ve Medine devri.
A- MEKKE DEVRİ:
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birinden az eksiği nâzil olmuştur. Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.

B- MEDİNE DEVRİ:
Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Yesrib'e göç edildi. Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi. Bunların ortaya çıkışı, devre uygun özellikler arzediyordu.

Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:
a) Tedric:
b) Kolaylık:
c) Nesih:
İKİNCİ BÖLÜM SAHÂBE DEVRİ (Fıkhın Gelişme Çağı)
Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna (41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar uzanır. Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder.

A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:
Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına terketmesiyle sona erer. Bu devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve irtidâd hareketlerini bastırarak fetihlere başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam ettirmiş, İslâm ülkesinin sınırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye ve Ermenistan, batıda Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Osman bu sınırları daha da genişletmiştir.
Hüküm Kaynakları:
Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu.

Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında- istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu. Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ABBÂSÎLER DEVRİ (Fıkhın Olgunluk Çağı)
DEVRE UMÛMÎ BAKIŞ:
Bağdad merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir.
Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesi:
Bu devirde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı âmilleri vardır:
a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin, davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri. Böylece boşama, yeminler, adaklar, azad gibi konularda vukuu çok nâdir hadiseler üzerinde dahi durulmuş, ictihad edilmiştir. Bu yolu ilk açan Irak fukahâsıdır. Şâfiî ve mâlikîler de onlara uymuşlardır.
d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red, bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir
Dördüncü Bölüm SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH
FIKIH TARİHİ BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:
Merkezî otoritenin sarsılması ve çeşitli İslâm devletlerinin kurulması, aralarında barışıp savaşmaları, hak-batıl birçok fikir cereyanının İslâm dünyasında dal budak salmasına rağmen bu devrede fikrî hayat inkişaf etmiş, ilimler ilerlemiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sâhasında durum böyle değildir; inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma vardır. Artık büyük müctehidler devrinin hür ve mutlak ictihadı, doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnet kaynağından hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini "takdîdçilik rûhu" almağa başlamıştır.
Beşinci Bölüm MOĞOL İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR (Fıkhın Gerileme Çağı)BU DEVİRDE İCTİHAD ve FIKIH:
Hukukî hayatın ve dolayısıyle hukuk ilminin inkişâfında hâkimiyetin ve siyasî istiklâlin rolü büyüktür. Abbâsî ve Selçuklu hâkimiyetini yıkan Mogollar, İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a (1271-1304) kadar devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, şahsî-dinî işlerinde halkı serbest bırakmışlardır. Müslüman halk ise çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, devrin fıkıh bilginleriyle beraber bunlara taassupla sarılmışlardır. Bundan önceki devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh bilginlerinden sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök salmıştır. Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb sâliklerinin birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır. Mısır Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine sert reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.
Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Son cümleyi biraz daha genişletmek, devrin hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır:
1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık:
Önceki devirlerde Horasan'dan Mısır'a, Bağdad'dan Nisâbur'a ve daha uzak yerlere kadar yorulmadan, usanmadan seyahat eden bilginler ve talebeler ilim alış-verişinde bulunuyor, hem kendilerini yetiştiriyor hem de ilmin inkişâfını sağlıyorlardı. Halbuki içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru bu irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç hissedilmemiştir.
2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik:
Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.
3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması:
Daha önceki devrelerde de geniş eserlerin kısaltıldığı, özetlendiği (ihtisâr) görülmüştür. Fakat bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.
4- Hîle ve Te'vîl:
Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır. Ribâ ve tâlâk konusundaki hileleri burada örnek olarak hatırlatabiliriz.
Altıncı Bölüm MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR (Uyanış Çağı)
İncelediğimiz devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür:
1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. Önemine binâen bu konu ayrı bir başlık altında ele alınacaktır.
2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah Veliyyullah, Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile mezheb imamları ve talebelerinin kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı örnekleridir.
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir.
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.(6)
6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Adı ve Soyadı: MUSTAFA GÜVENÇ

Öğrenci No: 13952751 (BİRLEŞİK DOKTORA)

Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

Konu: BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

FIKIH USÛLÜ, TEFSİR USÛLÜ VE HADİS USÛLÜ İLİMLERİNİN

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE İNCELENMESİ

          Allah-u Taâla genel ahlakın bozulduğu, daha önce göndermiş olduğu vahyin tahrife uğradığı, bencilliğin ve kabilecilik anlayışının hüküm sürdüğü, adalet, ihsan, dayanışma, hoşgörü vb. erdemlerin yürürlükte olmadığı bir dönemde Hz. Muhammed’i peygamber olarak seçmiş ve insanlar arasında yaşayan bir örnek olmak üzere onlara göndermiştir. Bu şekilde Allah (c.c) toplumu, içinde bulundukları cehaletten ulvî bir seviyeye çıkarmak istemiştir.

          Hz. Peygamber, insanlar arasında Allah’ın kendisine vermiş olduğu vahyini tebliğ ve teybin ederek insanlar arasında vuku’ bulan ihtilaflara çözümler getirmiş ve olaylara hükümler bağlamıştır.

         Hz. Peygamber döneminde teşrii gerektiren bir hadise meydana geldiğinde Kur’anî hüküm va’z olunmuş veya Hz. Peygamberin sünnetiyle konu hükme bağlanarak sorun çözülmüştür. Hz. Peygamberin birinci kaynağa (Kur’an-ı Kerim’e) göre va’z olunan ahkâma nisbetle vazifesi bu ahkâmı getiren ayetlerin tebliğ ve teybinidir. Bu görev Kur’an-ı Kerim’de de şöyle bildirilmiştir: Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun.(Maide 5/67), İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.(Nahl 16/44)

         

          Hz. Peygamberin ikinci kaynağa nisbetle vazifesi ise bazen İlahi ilhamın ifadesidir ki Hz. Peygamberin bunu birinci kaynakta olduğu söz ve filleriyle tabîr etmekten başka bir tasarrufu yoktur. Bazen de Allah’ın ilham etmediği durumlarda maslahatın ve teşrii rûhunun icâb ettirdiği hüküm için, istinbat ve istimdad olarak ictihad-i nebevidir. Ancak bu ictihadi nebeviden doğru olanlar Allahu Ta’âlâ tarafından tasvîb edilmiş, hatalı olanlar ise yine O’nun tarafından tashîh olunmuştur. Bununla ilgili olarak şu örnekleri verebiliriz: Bedir gazvesinde, Müslümanların eline 70 müşrik esir düşmüştü. Bu sıralarda esirlerle ilgili herhangi bir hüküm konulmuş değildi. Hz. Peygamber, bu esirler ne yapılması gerektiği hakkında ictihadda bulundu; bazı sahabiler ile istişare etti. Bunlardan Ebu Bekir (r.a.) esirlerden fidye alınmasını tavsiye etti ve görüşlerini şöyle açıkladı: Bunlar senin kavmin ve ehlinden olan kimselerdir. Onları muhafaza et; belki Allah onların tövbelerini kabul eder. Onlardan ashabını kuvvetlendirecek fidye al. Hz. Ömer ise, onlardan fidye kabul edilmemesini, hepsinin de öldürülmesini ileri sürdü ve görüşlerini Hz. Peygambere şöyle açıkladı: Seni yalanladılar ve memleketinden çıkardılar. Onları bırak boyunlarını vurayım. Bunlar küfür önderleridir. Allah seni onların fidyelerinden müstağni kılmıştır. Hz. Peygamberin ictihadı onlardan fideye alınması istikametinde tecelli etti. Fakat Allahu Ta’âlâ, bu meselede doğru olan hükmü Enfal sûresinin 67. Ayetiyle şöyle açıkladı: “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hâkim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

    

         Bir başka misal özür beyen ederek Tebûk gazvesine iştirak etmek istemeyenlere Hz. Peygamberin izin vermesiyle ilgili olup,  Allahu Ta’âlâ tarafından doğru olan Tevbe sûresini 43. ayeti ile şu şekilde açıklanmıştır: “Allah, seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalancıları bilinceye kadar beklemeden niçin onlara izin verdin?”

      

          Bu izahlardan da açıklandığı üzere Hz. Peygamber zamanında ortaya çıkan problemler ve hükmü gerektiren konulara Hz. Peygamber tarafından çözüme kavuşturuluyordu.

           Sahabe dönemine gelindiğinde, İlk Muallimin tedrisinde geçen bu güzide kişiler, vahiy ortamını müşahede ettiklerinden dolayı Kur’an’ın mesajını kavrayabiliyorlar ve murad-ı ilahi’yi anlayabiliyorlardı. Çünkü kendisine ilk emir “oku” olarak gelen Hz. Peygamber eğitime önem vermiş ve ashabın yetiştirilmesi konusunda titizlik göstermiştir. Bu sebeple gerek Mekke’de “Daru’l Erkâm” da gerekse Medine’de “Suffa” da eğitim ve öğretim faaliyetleri yürütülmüştür. Yine aynı şekilde Medine’de çeşitli mescitlerde eğitim ve öğretim faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Hz. Peygamberin aralarında olma nimetini iyi değerlendiren sahabe efendilerimiz de Hz. Peygamberden dinin ihtiva ettiklerini öğrenmek için O’nun yanından ayrılmamaya özen göstermişlerdir. Her zaman Hz. Peygamberin yanında bulunamayanlar ise nöbetleşme usulüyle bunu telafi etmeye çalışmışlardır.

      

         Hz. Peygamberin vefatından sonra da işte bu Âlim Sahabiler olaylara çözüm bulmakta zorlanmamışlardır.

          Usul ilimlerinin merkezini fıkıh usulü oluşturmaktadır. Tefsir ve hadis usulü fıkıh usulünden hareketle geliştirilmiştir. Biraz öncede belirttiğimiz gibi Hz. Peygamberin ahirete yürüyüşünden sonraki dönemde insanlar arasında ifta ve kaza görevinin Sahabenin büyükleri yürütüyordu. Bunlar, Kur’an ve sünnetin dili olan Arapça’yı, ayetlerin nüzul ve hadislerin vürûd sebeplerini çok iyi biliyorlardı. İslam teşrîinin inceliklerine, maksat ve hedeflerine tam manasıyla vâkıf bulunuyorlardı. Çünkü bu büyük sahabiler, kavrama gücü, zekâ ve ahlakî meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde bir de uzun süre Rasûlullah ile beraber yaşamış, O’na arkadaşlık etmiş kişilerdi. Şer’î kaynaklardan hüküm istinbâtı sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde ele almaya ihtiyaçları yoktu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah’ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı.

         

          Dini ve dünyevi herhangi bir olayın hükmünü tesbit ihtiyacını duyduklarında, doğrudan doğruya Allah’ın kitabına müracaat ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükmü bulamazlarsa Rasulüllah’ın sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa ictihad ederler, Kur’an ve sünnetten benzer olaylar araştırırlar, buldukları hükmü karşılaştıkları benzer olaylara uygularlardı. Benzer olay da bulamazlarsa, İslam hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları göz önünde bulundurarak, karşılaştıkları olaya uygun olan, maslahatı gerçekleştiren çözümü ortaya koyarlardı.

       

            Hz. Peygamberin tedrisatından geçen Sahabe ve onların takipçisi olan Tâbiûn döneminde usul kaideleri oluşturulmadı ve tedvin faaliyetleri gerçekleştirilmedi. Ama şu bilinmelidir ki daha sonra ortaya çıkan kurallar, usul ilimleri, Kur’an ilimleri onlar tarafından biliniyordu. İşte onlar vâkıf oldukları bu yöntemler ışığında sorunları çözüme kavuşturuyorlardı.

           

         Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm’a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de onlarla beraber geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin çözüme kavuşturulmasında değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münakaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü’l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi.

           Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu kaynağa sahip bir ilim haline geldi.

           Usûlü’l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm’in nakline göre İmam Ebû Yusuf’a aittir. Ancak, Ebû Yusuf’un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî’nin er-Risâle adlı eseridir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî’nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. İmam Şafiî, usul alanındaki meşhur “er- Risale”sinde özellikle şu konuları işlemiştir.

·         Kur’an ve Kur’an’ın hükümleri açıklayış şekilleri

·         Sünnet ve Kur’an’a nisbetle Sünnet’in yeri

·         Sünnete uymanın Kur’an’ın emriyle farz kılınmış olduğu

·         Nâsih ve mensûh

·         Hadislerin illetleri

·         Haber-i vâhid

·         İcmâ

·         Kıyas ve istihsânın hüccet olarak kullanılıp kullanılmayacağı

·         Hangi durumlarda ihtilâfın câiz olacağı ve hangi durumlarda câiz olmayacağı

 

           İmam-ı Şafiî, tabi ki bu kuralları ilk defa ortaya koyan değildi. Ondan önceki müctehidlerin de özümsedikleri ve ictihad ederken takip ettikleri kendine has metotları vardı. Tabi bu metotlar müctehidin, İslam hukuku kaynakları üzerindeki araştırmaları sonucu kendi zihninde benimsediği birtakım kurallara dayanıyordu. İmam-ı Şafiî, bu kuralları ihtiva eden ve bize kadar ulaşan ilk eseri meydana getirmesi sebebiyle önemi haizdir.

            

         İmam-ı Şafiî’den sonra başka bilginler bu ilmin meselelerini derlemeye devam ettiler. Mesela Ahmed b. Hanbel “Kitâb’u Tâati’r- Rasûl”, “Kitâbu’n Nâsih ve’l Mensûh” ve Kitâbu’l- Ilel” isimli eserleri telif etmiştir. Sonra Hanefi bilginler ve Kelâm bilginleri bu alanda eserler kaleme aldılar, geniş incelemelerde bulundular ve ilmin kurallarını sağlam esaslara bağladılar. Bütün bu müellifler, bu ilimden maksadın “şer’i delillerden ameli hükümleri çıkarabilmeyi sağlamak” olduğu kanaatindeydi. Şu halde ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak, bu delilden hüküm çıkarılması yönünde zihnî bir faaliyet ortaya konacak ve delilden hükmü çıkaran bir kimse bulunacaktı. İşte bu sebeple usulcüler incelemelerini şu dört ayrı konu üzerinde yürüttüler:

 

1.      Şer’i hükümler: Vücûb, hurmet, kerâhet, mübah vb.

2.      Şer’i deliller: Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas  vb.

3.      Delillerden hüküm çıkarma yolları, yani delillerin hükümlere delalet şekilleri

4.      Hüküm çıkaran kişi yani müctehid

 

     

         Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli’t Tefsir, fıkıh usulünün doğuşuna sebep olan şartlar ve düşüncelerden hareteketle ortaya çıkmıştır.  Kur’ân-ı Kerim’in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine, akıllarına yaklaştırma çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen, tarihini tesbit eden ilim veya ilimlerin hepsine birden verilen isimdir. Zaman zaman “Kur’ân İlimleri” (Ulûmu’l-Kur’ân) adıyla da anılmıştır. Hattâ ilk devirlerde Tefsir usûlü yoktur, Ulûmu’l-Kur’ân vardır ve bu iki kavram birbiri yerine kullanıla gelmiştir. Tefsir usûlü, Allah kelâmı olan Kur’ân üzerinde her önüne gelenin beşerî bir takım arzu ve heveslerle Kur’ân lâfızları üzerine yüklenilmesi mümkün olmayan manâlar yüklemeye kalkışması ve böylece manevî bir tahrif yoluna gidilmemesi için ortaya çıkmış ve duyulan ihtiyaç ölçüsünde gelişmiş bir bilim dalıdır. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.s.) hayatta iken nasıl onun dışında herhangi bir insanın tefsirine ihtiyaç duyulmamışsa aynı şekilde Tefsir usûlüne de ihtiyaç duyan olmamıştır. Çünkü sahabe-i kirâmın, Kur’ân’ın lâfızlarının delâleti üzerinde herhangi bir tereddüdü veya sorusu olduğunda hemen vahiyle desteklenmekte olan Peygamber’e müracaatla müşkillerini hallediyorlardı. Bu yüzden Asr-ı Saâdet’te tefsir usûlü’nün varlığından bile bahsedilmemektedir. Ama İslâm âleminin sınırları genişleyip Arap olmayan unsurların da İslâm’a girmesiyle H. II. asırdan başlayarak tefsire duyulan ihtiyaç yanında, tefsirin kontrol altına alınması ve dolayısıyla prensiplerinin konulması, bir çerçeve çizilmesi, her önüne gelenin -bu arada sapık bir takım mezheb sâliklerinin kendi mezheblerini tervic eder mahiyette aslı astarı olmayan, herhangi bir ilmî ve şer’î dayanaktan yoksun- bir takım tefsir ve te’villerde bulunmaya kalkışmaması için bir takım ön şartların tesbit edilmesi ihtiyacı da bunun peşinden ve kendiliğinden ortaya çıkmıştır.

           

           Fıkıh usûlü ve tefsir usûlünün belirlenip yazılı hale getirilmesinin sebepleri hadis usulü içinde geçerlidir. Çünkü ortaya çıkan çeşitli mezhepler eski Yunan felsefesinden aldıkları birtakım görüşlere İslami bir renk vererek onları Müslümanlara mal etmeye çalışmışlardır.

          

           Bu sapık fikirlerin ve felsefi görüşlerin İslam akaidi ile uyuşması veya asıllarının Kur’an ve Sünnet’te bulunması elbette beklenemezdi. Fakat bu görüşleri benimsemiş olan ve onların Müslümanlar arasında da yayılmasını ve benimsenmesini şiddetle arzu eden mezhepler, asılları Kur’an ve Sünnet’te bulunmasa bile bu görüşleri İslami bir renge sokmanın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inançlarını gerçekleştirmek için başlıca iki yol bulmuşlardı. Ya Kur’an-ı Kerim’de, dışarıdan aldıkları görüşe çok uzakta olsa benzer bir ayet bulmuşlarsa, bu ayete ancak tevîl yoluyla görüşlerine uygun manalar vermeye çalışmışlar, sonra da bunları delil olarak kullanmışlardır. Yahut da görüşlerine aykırı olarak gelen hadisleri, tevîl zahmetine katlanmaksızın uydurma olduklarını ileri sürerek reddetmişler ve eğer bir hadise dayanmak lüzumunu hissetmişlerse, görüşlerine uygun hadisler vazetmişlerdir.

           Bütün bunların önüne geçmek için, hadîs rivayetiyle ve bu rivayetin çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvâlinden, merviyatın sınıflarından bahseden bir ilim zuhur etmiş ve bu ilime de “Usûlu’l Hadîs” veya “Mustalahu’l Hadîs” denilmiştir.

 

          Bu üç usûl ilminin ortaya çıkışını incelediğimizde dini mübîni sağlam bir şekilde ayakta tutmak, aslından olmayan şeylerin ona karışmasını önlemek gibi ulvî gayeler üzerine bina edildiğini görmekteyiz. Yüce Allah’ın indirmiş olduğu Kur’an’ın, İslam’ın genel ilkeleriyle ve Hz. Peygamberin sünnetiyle ters düşecek şekilde tevîl edilmesinin önüne geçilmeye çalışılmış. Bu şekilde tevîl eden kişilerinde yaptıklarının Kur’an ile alakası olmadığı ispatlanmaya çalışılmıştır. Kullarını en güzel bir şekilde yaratan ve onlara kendisine kulluğu emreden Yüce Allah’ın emir ve nehiylerinin doğru anlaşılmasını sağlamayı kendilerine ilke edinmişler ve yetkin olmayan kimselerin kendi re’yleri doğrultusunda hüküm çıkarmalarına engel olmuşlardır. Yine aynı şekilde âlemlere rahmet olarak gönderilen, Kur’an-ı Mübîn’in açıklayıcısı ve bu son dinin tebliğcisi olan Hz. Peygamber’e yalan isnadında bulunmanın önüne geçmeye çalışarak dini sapık fikir ve görüşlerden korumaya çalışmışlarıdır.

       

          Usûllerin konularını incelediğimizde ortak konulara sahip olduklarını görmekteyiz. Mesela nesh konusu üç usûlün alanına da girmektedir. Muhkem ve müteşabih ayetler de fıkıh ve tefsirin ortak konularındandır.

          

          Bu usûl ilimleri birbirinden kopuk değil bilakis birbirine yardımcı mahiyettedir. Hüküm istinbat etmek için Hz. Peygamberin sünnetini de kaynak olarak alan fıkıh ilmi, sahih hadislere ulaşabilmek için hadis âlimleri tarafından belirlenen hadis usulünden yaralanırlar. Yine İslam hukukunun birinci kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in doğru anlaşılması ve sağlam hükümler çıkarılması için tefsir usulünden faydalanılır. Kur’an’ın açıklayıcısı olan Hz. Peygamber’in Kur’an tefsirine dair rivayetleri Hadis Usûlü ilminin koymuş olduğu kriterlerden hareketle incelenerek sağlam sonuçlara ulaşılabilir.

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Murat GÜLTEKİN              Yüksek Lisans                14912727

 

 

( FIKIH,TEFSİR,HADİS TARİHLERİ KIRAATLERİ  MUKAYESELİ ÖZETİ)

    

FIKIH TARİHİ

 

İslam hukukunun ilk devri,peygamberimizin risalet devridir. Mekke devrinde ,imanla birlikte ahlakın içselleştirilmesi , Medine’de ise  ahlaki temel üstüne fıkhi hükümler konuldu,hukuk oluşturuldu. Çünkü önce toplumun ahlaki zafiyeti giderilmeliydi.

Nübüvvet döneminde fıkhın beş özelliğinden bahsedilebir.

Fıkhi hükümler ,yaşanan gerçek olaylar üzerinden oluştu. Farazi değil gerçek olaylar üzerinden fıkıh oluştu. Peygamberimizin verdiği cevaptan tatmin olmayan sahabi,ısrarları sonucu inen ayetler ve beliren hükümler var. Peygamberimizin  söz,fiil ve takrirleri de hüküm bildirir. Ayeti kerimenin, peygamberimizin  söz ve eylemlerine müdahele etmemesi de Allah’ın tasvibidir. Sahabe ictihatları da peygamberimizin onayından geçmesi gerekir.

Bu dönem,ihtilafın olmadığı bir dönemdir.  İstişarelerde son söz peygamberimizin olduğuna göre, ihtilaftan bahsedilemez.

Hükümler tedrici olarak oluşuyor. Toplumsal alışkanlıkları terk ettirmenin yolu,çözümü zamana yaymaktır. İçki ,faiz yasağı, kölelik ve cariyelik düzenlemelerinde olduğu gibi. Emirlerin yerine getirilmesinde de tedricilik uygulanmıştır.

Kolaylaştırma yolu tercih edilmiştir. İslamın temeli atılırken, yükümlülükler güç nispetinde istenmiştir. Peygamberimiz kolaylaştırmadan yana olmuştur. İbadetlerde de dengeli olunmuştur.

Hükümlerde nesh uygulaması olmuştur. Mevcut hüküm,yeni hükümle kaldırılmıştır. Peygamberimiz kabir ziyaretlerini,kurban etlerinin saklanmasını önce yasaklıyor sonra cevaz veriyor.

Peygamberimiz ashaba,Kur’an ve sünnete sarılmalarını söyleyerek fıkhın kaynaklarını söylemiştir.

 

Sahabe ve Tabiun Devrinde

 

İslam fıkhı kuruluş aşamasındadır. Peygamberimizin vefatından sonra dört halife ve Emeviler dönemini de içine alan devirdir.

Sahabenin ayrıcalığı, onların vahyin ilk muhatapları olmaları,peygamberin mektebinde yetişmeleri,peygamberin yaşantısını gözlemlemeleri,hadislerin vürudunu görmelerindedir.

Sahabenin,olaylar karşısındaki yöntemleri,sonraki dönemlere örnek olmuştur.

Yeni yerlerin fethedilmesiyle ,yeni problemlere çözüm üretilmeliydi. Bu çözümlerin yöntemleri peygamberimiz zamanında oluştu. İslamın özüne uymayanlar kaldırıldı. Faiz,kan davası gibi. İslama uyumlu hükümler devam ettirildi. Kabe hakemliği gibi.  Öz itibarıyla uygun ama hatalı hükümler ,uygulamalar ıslah edildi. Zıhar,kısas gibi. Sahabe de bu yöntemleri kullandı

.

Dört Halife Döneminde

 

Hüküm konusunda ,önce Kur’an, onda yoksa sünnet, onda da bulamıyorlarsa makasidu’ş-şeria’ya göre  re’y ictihadı yapıyorlardı.

Yine oluşturulan şura heyeti,hükümleri uygulamada ,ihtilaf halinde en uygunu uyguladılar. Re’y, şeriatın maksatlarına uygun olan bilimsel bilgidir.

Kitap,sünnet ve rey ,dört halife döneminin hüküm kaynaklarıdır. Dört halife ,reylerinin dayanakları olarak kıyas,maslahat,Seddi zerai gibi yöntemleri kullandılar.

Fıkıh tarihi açısından dört halife döneminde;

Kur’an’ı Kerim cem edildi. 

Hadisler henüz tedvin edilmedi.

Sahabe icmalarıyla hükümler oluştu.

Farazi meselelerle ilgilenilmedi. İhtilaflar az oldu. Şura imkanı vardı.

Rey’de serbestlik vardı, taassub oluşmamıştı.

Fıkıh tedvin edilmedi. Sahabe fetva ve içtihatları günümüze ulaştı.

 

Tabiun Döneminde

 

Muaviye hilafetiyle Emevilerin yıkılışı arası dönemdir.  Fıkhta sahabe metoduna devam edildi. Kitap,sünnet,rey,içtihat. Bu devir ,siyasi çalkantılar sonucu farklı oluşumların meydana geldiği,harici,şia,ehli sünnetin oluştuğu devir. Bu devirde;

Fıkhın alanı genişledi. Fıkhi meselelerde ihtilaflar arttı. Bunun sebebi, sınırların genişlemesiyle  sahabe ve tabiin ,bilgi birikimi ,Kuran ve sünneti anlama maharetleri, fıkıh ve sünnet bilgisindeki yeterliliklerine göre fetvalar vermelerindeki farklılıklardır. Mesafelerin artmasıyla ittifak,şura oluşamamıştır. Örfe bağlı ihtilaflar da meydana geldi. Bölge halkları ,yörelerindeki fakihlerin  içtihatlarına tabi oldular.

Hadis rivayetleri yaygınlaştı. Hadis ve sünnet bilgisi farklı olan sahabenin verdikleri hükümlerde farklılık arz etti.

Mevzu hadisler ortaya çıktı. Fırka ve mezheplerin bazısı görüşünü temellendirmek için hadisler uydurdu,ayetlerini düşüncelerine göre tevil ettiler.

Re’y ve hadis ekolleri doğdu.  Rey’e ağırlık verenler Kufe’de toplandı. Irak Ekolü oluştu. Rey’den uzak duranlar Medine’de toplandı. Hicaz Ekolü oluştu. Her iki ekolde de Kur’an ve sünnet iki asli delil. Fark ise; hadis ekolünde zihne hemen geliveren  açık anlamlarla yetinilir. Rey ekolünde ,hakkında açık hüküm yoksa içtihat edilir. Rey ekolü,farazi meselelere ortaya koyar. Hicaz ekolü ,vakıaya dayalı hükümler koyar.

Bu farklı okulların oluşumunda ,hocaların etkisi,şehirlerin farklı olması, Medine’de daha fazla sünnet malzemesinin olması etkili olmuştur.

Bu dönemde herhangi bir fıkıh veya hadis tedvini olmamıştır.

 

Mezheplerin Oluştuğu Olgunluk ve Kemal Dönemi

 

Hicri  II. asrın başlarıyla IV.  asır arası yaklaşık 250 yıllık zaman.  Bu devirde fıkıh gelişti. Büyük müçtehitler ortaya çıktı. Devletler, hukukları yönetimlerinde uyguladılar. Fıkıh ,tedvin edildi. İstinbat metotları netleşti.  Fıkıh,usuli fıkıh eserleri yazıldı. Tedris hayatı sistemleşti.  İslam hukukunun altın çağıdır.

Abbasilerin ilme ve ilim adamlarına olumlu etkisinin olduğu,( halku’l-Kur’an meselesindeki bazı haksız uygulamalar hariç), hür içtihadın yapılabildiği, istenilen müçtehitlere tabi olunduğu dönem.

İslam coğrafyasının genişlemesiyle,her bölge ,sosyal hayatı farklı renkte olan İslami hayatlar oluştu.

İlmi seyahatler, fıkhi düşüncenin gelişmesine olumlu etkisi oldu.

Mevalinin Müslüman olması da fıkhı zenginleştiren unsurlardandır.

Devletin fıkıh ihtiyacını karşılama çabası, çok güçlü fakihleri ortaya çıkardı.

Sünnetin tedvin edilmesiyle fıkıh ta gelişti.

Mezhepler ortaya çıkıp hüküm çıkarma metotlarını belirlediler.

Mezheplerin içtihatları yazıya geçirildi.

 

Taklit Dönemi

 

Bu  devirden başlayıp Sanayi Devrimi’ne kadarki süredir. Halk taklit ettiği,müçtehitlerin de tahriç ettikleri ,durgunluk dönemidir. Tahriç, mezhep içi istidlal demektir. Meseleleri,mezhebi görüşlerden çözmektir.

Moğol istilası,siyasi birliği bozsa da fıkhi potansiyel ve geleneği çok etkilememiştir.

Bölünen İslam devletlerinin,fukahayı himaye edemeyip,ilmi teşvik eden devlet pozisyonundan çıkması ,mezhebi meselelerin tasnif edilmeleri,taklidin sebeplerindendir.

Fukaha ,bu dönemde, imamların görüşlerini anlamaya çalıştı. İmamların istinbat metotlarını çıkarmaya çalıştı.  İmamlardan birinin görüşünü tercih etti. Mezhebin fıkhını düzenledi. Mezhebin üstünlüğünü ispat çabasına girdiler. İmamlar hakkında menkıbe kitapları yazıldı.

 

Sanayi Devrimi ‘ nden bugüne,  yeni meseleler karşısında fukaha yöntem geliştiremedi, taklit ve tahriç terk edilemedi. Hür düşünceye sahip çıkılamadı.

Müslüman dünya,hayatı yapan, ilişkileri belirleyen konumundan çıktı.  Olaylara,yeni meselelere hakim olamadılar. Bankacılık,iletişim,borsa gibi.

 

 

 

 

 

TEFSİR TARİHİ

 

Peygamberimizin Tefsiri

 

Kur’anın doğru anlaşılmasına yönelik faaliyet olarak anladığımız tefsirin tarihi, Kur’anın ilahi kelam olarak varlık sahnesinde ortaya çıkmasıyla başlatabiliriz. Yani tefsir tarihi, Hz. Peygamber ve onun tefsirdeki konumuyla başlar. İlahi mesaj , peygamberin yaşadığı toplumun diliyle iletilmiştir. İletişimin asli unsuru,mesajı karşı tarafa açıkça aktarmaktır. Peygamberimiz ,tebliğin yanında beyan ile de görevliydi.

Peygamberimiz tefsiri genel hatlarıyla şöyle idi. Peygamberimiz;

Kur’andaki bazı mücmel ve müphem ayetleri açıkladı.

Umumi hükümleri tahsis etti.

Ayetlerdeki müşkil durumlara açıklık getirdi.

Garib kelimeleri beyan etti.

Soyut konuları tavsif ve tasvir ederek müşahhas hale getirdi.

Edebi incelikleri ihtiva eden ayetlerde kastedilen manayı bildirdi.

 

Yine peygamberimizin ibadetler ve muamelat alanlarındaki tatbikatları da  ilgili ayetlerin uygulamalı tefsiri mahiyetindedir. Sahabe ,peygamberimizi müşahede ettiklerinden ,adeta Kur’anın canlı tefsiriyle yüzyüze idiler.

Peygamberimizin Kur’anın ne kadarını tefsir ettiği ihtilaflıdır. Kur’an’ın tamamını tefsir ettiğini söyleyenler (İbn Teymiyye) olduğu gibi bazısını tefsir ettiğini söyleyenler de (Gazali,Suyuti) vardır.

Peygamberimizin Kur’anın doğru anlaşılmasındaki rolünü, sadece tefsir amaçlı açıklamalarıyla sınırlı tutmamak gerekir. Peygamberimiz ,ashabı arasında yaşadığı sürece vahyi açıklamanın yanında ,dini hayata yön verecek birçok açıklamalarda bulundu ,yaşantısıyla ,Kur’anın öngördüğü insan tipinin canlı modeli oldu.

Peygamberimiz ,ashabına birtakım hususları,programlı dersler tarzında değil,birtakım vesilelerle  bazı ayetleri tefsir edip,bazı ayetleri izah ediyordu. Peygamberimiz tefsir metodu olarak;

Ayeti okuyarak kendisi tefsir ediyordu.

Ayet hakkında muhatapları dikkatini çekecek soru sorduktan sonra ayetin manasını açıklıyordu.

Muhtelif şahısların soru sormaları üzerine açıklamalarda bulunuyordu.

 Hadislerin sonunda ayet okumak suretiyle açıklamalarda bulunuyordu.

Karşılaşılan durum ve olay münasebetiyle ayet okuyup, durumu ayetle ilişkilendiriyordu.

Ayeti, tefsir edici kısa ziyedelerle açıklıyordu.

 

Sahabenin Tefsiri

 

Sahabenin tefsirdeki üstünlüğü, peygamberimizin talebesi olmaları ve vahyin nüzul ortamını yaşamalarındadır.  Olayları ve sebeplerini müşahede ediyorlardı ve bunlarla hükümler arasında münasebet kurabiliyorlardı. Yani, esbabı nüzule vakıftılar.

Yine Kur’anın dili,sahabenin fiilen kullandığı dille şekillendi. Kur’anın dili, ilk muhatapların dili olan Arapçadır.

Sahabe tefsirde metot olarak, tabiunca açıklanmaya ihtiyaç duyulan  ayetlerin ve ayetlerdeki kelimeleri kısa izah ediyorlardı. Tefsirde farklı kaynaklardan istifade ettiler. Birinci kaynakları Kur’andı. Sahabe bir ayeti başka bir ayetle tefsir ederken, tamamen kendi tefsiri olup ,sahabe diraisi oluyordu. İkinci kaynakları peygamberimizin tefsiriydi. Bunların yanında kendi görüş ve içtihatlarıyla  tefsir yapıyorlardı.

Sahabeyi,içtihatlarıyla tefsir ederken öne çıkaran hususiyetleri  arasında, dilin yapısını iyi bilmeleri, Arap geleneğini iyi bilmeleri, nüzul sırasında bölgede yaşayan Yahudi ve Hıristiyan toplulukların durumlarını iyi bilmeleri ,birçok ayetin inişine sebep olan olaylara vakıf olmaları sayılabilir.

Yine sahabe ehli kitaba müracaat ederek Kur’anı anlama yoluna gitmiştir.

Sahabe tefsirinde genel olarak şu özellikler öne çıkar:

Sahabe asrında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir.

Sahabe devrinde Kur’an baştan sona sıra ile tamamı tefsir edilmemiş,bunun yerine anlaşılması güç ayetler,sebebi nüzulleriyle münasebet kurularak açıklanmaya çalışıldı.

Bu devirde Kur’anın manalarını anlamada ihtilaf azdı.

Sahabeye icmali mana yetmiş, uzun açıklamalardan kaçınmış.

Ahkam ayetlerinden ilmi istinbat fazla yapılmamış.

Ehl-i kitaba müracaat oldukça az.

Tefsirde önde gelen sahabe; Übeyy b Ka’b,Abdullah b Mes’ud, Ali b Ebi Talib, Ebu Musa el-Eş’ari,Zeyd b Sabit, Abdullah b Abbas,Abdullah b Zübeyr’dir.

Sahabenin,rey ve içtihatla haber verilmesi mümkün olmayan konularda ise bu merfu hükmündedir. Sebebi nüzuller ve gayb konuları gibi. Peygamberimize ait gibidir. Gayb konusundaki bu tefsirin merfu olması için sahabenin israiliyat bilgisi kullanmayla şöhretinin olmaması gerekir.

Sahabenin yaptığı,hakkında görüş bildirilmesi mümkün konudaki tefsir mevkuf hükmündedir. Mevkuf rivayete iki şekilde yaklaşılır. Sahabi müfessir ictihat etmiştir,yanıla dabilir. Bununla beraber bu tefsir kabul edilir peygamberimizden işittikleri için. İçtihatlarıyla da tefsir etseler üstündürler. Nüzul ortamına şahit oldular. Bundan dolayı başkasının vakıf olamayacakları karinelerle tefsir edebileceklerinden kabul edilmelidirler. Bu değerlendirmeleri yapabilmek için ,ilgili tefsir bilgisinin sağlam bir rivayet tarikiyle sahabeye ulaşması gerekir.

 

Tabiun Devrinde Tefsir

 

Her ayet ve her kelime için tefsir yapılmaya başlanmıştır. 

Tefsir ilminin tedvinine başlanmıştır.

 Telakki ve rivayet faaliyeti,peygamberimiz ve sahabe dönemindeki genel yapısından sıyrılarak  özelleşmeye doğru gitmiştir.  Yani,değişik şehirlerdeki tabiun,buralardaki sahabeden telakki edip rivayet etmiştir. Mesela,Mekkeliler İbn Abbas’tan, Medineliler  Ubeyy b Ka’b’dan, Iraklılar İbn Mes’ud’dan  öğrendiklerini naklettiler. Tefsirde ekolleşmeler ve tefsir medreseleri oluştu.

Tefsirde ihtilaflar çoğalmaya başladı.

Mezhebi görüş farklılıklarına temel oluşturacak tartışmalar ayetler etrafında başladı.

İsrailiyat bilgisinin girmesine sebep olan ehli kitab’a müracaatlar arttı.

Tefsir alanında şöhret kazanan üç medrese var. Mekke,Medine ve Irak Medreseleri. Mekke ve Medine Medreselerinde rey ve kıyasa fazla yer verilmedi. Irak Medresesinde ise oldukça fazla rey ve kıyasa yer verildi.

Tabiun tefsiri hakkında,olduğu gibi alınıp kabul edilemez diyen de var,  alınıp kabul edilir diyenlerde çoğunlukta var. Bu konuda şunu dersek, tabiunun ittifakla benimsedikleri görüş tefsirde delil olarak alınıp kabul edilmelidir.

İsrailiyat,Yahudi,Hıristiyan veya diğer din ve kültürlerden  aktarılan rivayetler vr bu rivayetlerin tefsire etkisidir. İsraili bilgi konusunda sahabe ihtiyatlıydı. Bu kapsamda yer alan bir bilgi  Kur’an ve akla aykırı is sahabe bunu reddederdi. Lüzumsuz olan,Kur’anın anlaşılmasına faydası olmayan bilgilere iltifat etmezdi. Tabiun ise, israili bilgileri çokça kullandı.  Buna sebep,ehli kitaptan çokça islama girişler ve  Kur’andaki kısa ve özlü kıssaların detaylarını öğrenme merakları denilebilir. Kuranın hidayet rehberi oluşuyla ilgisiz bilgile bu dönemde rağbet gördü.

Bu sayılanlarla sınırlı olmasa da israili rivayetlerin kaynağı olarak şu dört isim zikredilir:  Abdullah b Selam, Ka’bu’l-Ahbar,Vehb b Münebbih, Abdülaziz b Cüreyc.

İsrailiyat haberleri üç şekilde mütalaa edilir: sıhhati bilinip Kur’ana uygun olanlar kabul edilir. Yalan olduğu bilinip Kur’ana aykırı olanların rivayeti ve tefsirde kullanılması caiz olmayanlar.  Sıhhati tam olarak bilinemediğinde kabul de red de edilemeyenler.

Bu devirden sonra fetih hareketleriyle Arap dili  safiyetini yitirdi, arap dil kurallarının kayıt altına alınması icab etti. Arap dili filolojisi hicri ikinci asırda itibaren gelişmeye başladı. Bu devirden itibaren filolojik  açıdan, i’rabu’l- Kur’an, Mecazu’l-Kur’an eserleri meydana geldi.  

Rivayet tefsirleri, peygamberimiz ve ona en yakın iki neslin, Kur’anı anlama ve yorumlamada  sonraki nesillere yol gösterecek kıymetli tefsirlerini aktarmada mühim rol üstlendiler.

Dirayet tefsiri , Kur’anı tefsir ederken sadece rivayetlerle yetinmeyip, Arap dilini, belagatı, mantık’ı,  kıyası ve daha pek çok ilme dayanarak yapılan tefsirdir.

Kur’an pek çok metotla ve pek çok açıdan anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu çabalar,gönümüze farklı tefsir ekolleri adı altında ulaşmıştır. Bunları, Klasik ve Çağdaş Tefsir Ekolleri olarak önce ikiye ayırıp sonra da kendi içerisinde gruplandırabiliriz.

Klasik Tefsir Ekolleri: Luğavi (Filolojik) Tefsir Ekolü, Fıkhi Tefsir Ekolü, İşari Tefsir Ekolü, Mezhebi Tefsir Ekolleri, ( Havaric, Mutezile, Şia, ).

Çağdaş Tefsir Ekolleri:  Bilimsel Tefsir Ekolü, Islahi Tefsir Ekolü, İnkılabi Tefsir Ekolü, Edebi/Beyani Tefsir Ekolü, Konulu Tefsir Ekolü ve Atomize Tefsir Ekolü,

 

 

HADİS TARİHİ

 

Hadisçilere göre hadis, nübüvvetten önce ve sonra Hz Peygamberden rivayet edilen bütün söz,fiil ve takrirlerden ibarettir.  Müslüman’ın uymakla yükümlü olduğu sünnet ise, bu üç şekille sabit olan ve dine taalluk eden hadislerdir.

İslam’ın kısa zamanda bütün Arap ülkesinde yayılmasında hadis ve sünnetin rolü büyük olmuştur. Sahabe, peygamberimiz devrinde İslam dininin meseleleri Kur’an’ı Kerim’den peygamberimiz vasıtasıyla alıyorlardı.  Peygamberimiz hayattayken oluşan bu külliyat, ilk sahabilerin ellerinde yazılı değildi ama hafızalarda ve hayatlarındaydı.  Hz peygamber başlarda ashabı hadis yazmaktan men etti. Sonra peygamberimiz buna izin verdi. Bu izinden sonra yazı bilen çok sahabi hadis yazdı. Peygamberimiz hayattayken geniş bir külliyat oluştu.

 

Hadislerin Tedvini

 

Peygamberimiz hayattayken bazı sahabiler  hadisleri yazarak ‘sahife’ denen küçük çaplı kitaplar oluşturdular. Fakat sistemli bir hadis toplama faaliyeti,sahabe devrinden sonra,birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında başladı. İlk hadis tedvin eden kişi olarak da İbn Şihab ez-Zühri (124) zikredilir.

Ez-Zühri’nin tedvin faaliyetine , Emevi Halifesi Ömer b Abdülaziz resmi hüviyet kazandırdı. İslam ülkesi genişledi, hadis bilenler bu ülkenin çeşitli şehirlerine  dağıldı, itkadi mezheplerin zuhuruyla Müslümanlar çeşitli fırka ve hiziplere bölündü, bununla birlikte hadiste uydurma hareketleri başladı. Tehlikeyi fark eden hadisçiler cerh ve tadil faaliyetini başlattı. Hadisçiler bunu yaparken Halife Ömer b Abdülaziz de sahih hadislerin bir kitapta toplanarak korunabileceği inancıyla harekete geçti.

 

Hadislerin Tasnifi

 

Asıl hadis eserlerinin ortaya çıkışı hicri ikinci asrın ilk yarısından sonradır. İlk hadis kitaplarındaki hadislerde kullanım zorluğu ve metotsuz arka arkaya hadislerin sıralanmasından ibaret olan tedvinin daha kolay kullanımını temin için hadisler konularına göre tasnif edildi. Bunlara Musannef  denildi. Bunun yanında hadislerin,sahabi ravilerinin altında bir araya getirilmesiyle de Müsnedler ortaya çıktı.

Tabiinin büyüklerinden sonra ikinci asırda telif ve tasnif edilmeye başlayan  hadis eserlerini şu gruplar altında toplayabiliriz: Siyer ve Meğazi Kitapları, Sünenler, Cami’ler, Musannefler, Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.

Siyer ve meğazi kitapları, hadis usulü ilmine uygun tasnif edilen,sonraki devirlerin büyük hacimli tarih kitaplarının ilk nüveleridir.

Sünenler, fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkam hadislerini ihtiva eden kitaplardır. Bu kitapların hadisleri,peygamberimizin söz,fiil ve takrirlerinden ibaret ,merfu sayılan haberlerden oluşur. Sünenlerde mevkuf ve maktu haberler bulunmaz. Sünen kitaplarında,ibadat,muamelat ve ukubat hadisleri vardır.

İkinci asrın başlarında tedvin ve tasnif faaliyetinin başlamasıyla ortaya çıkan ilk hadis eserleri  sünen koleksiyonlarıdır.

Cami’ler, ikinci asırda tasnif edilmeye başlanmış, sünenlerin ihtiva ettiği konuların yanında daha değişik konulardaki hadislere yer verir. Kur’anın fazileti, yaratılışın başlangıcı vb, konular gibi. Cami’lere ,mufassal hadis koleksiyonu denebilir.

Musannefler,  sünenler gibidirler ancak cami kadar olmasa da sünenlerde ele alınmayan camilerdeki bazı konulara yer verirler.

Belirli bir konuya tahsis edilmiş eserler ise , camilere kaynaklık ederler. Kitap olarak adlandırılır. Kitabu’l-Feraiz, Kitabu’-l-Menakıb gibi.

Üçüncü Asır Tasnif Faaliyetleri

 

Üçüncü asırda tasnif faaliyeti süratlendi,vücuda getirilen eserlerle hadis tarihinin en parlak devresi oldu. Yukarideki beş grupla ilgili yeni ve daha güvenilir tasniflerin  yanında yeni tasnif şekilleri ortaya çıktı ve hadis ilminin çeşitli konularında ,özellikle usul kitapları telif edilmeye başlandı. Kütüb-i Sitte adıyla maruf cami ve sünenler bu devrin tasnifleridir.

Siyer ve Meğazi’de,el-Vakıdi, İbn Hişam; yine ilk olarak ortaya çıkan müsned türü eserlerde, Ahmed b Hanbel gibi,  sünen tarzı olarak altı sahih hadis kitabı, yine bu devirde Buhari ve Müslimin Cami’leri devrin altın çalışmalarıdır.

Bu asrın ilk yarısından sonra müstahreç çalışmaları yapıldı. El-Buhari ve Müslimin şöhret kazanmasıyla bu iki eser üzerine yapılan çalışmalar başladı. Hadis ilminin çeşitli konularına tahsis edilmiş kitaplar olarak da ,Garibu’l- Hadis, Nasih ve Mensuh, Ilelu’l-Hadis kitaplarının yanı sıra , başta Sahabe hadis rivayet eden ricale tahsis edilen tarih,tabakat,isim ve künye kitapları, cerh ve ta’dil kitapları da telif edildi.

 

 

 

 

Peygamberimiz ,sahabe ve kısmen tabiin,yani ilk üç asırda İslami ilimler tedvin ve tasnif edilmezken, İslam coğrafyasının genişlemesi,arap olmayanların islama girmesi, islamın merkezinden uzaklaşarak çeşitli merkezlerde ,sahabenin bilgi birikimi,hadis bilgisi,sünnet bilgisi, anlayış seviyesi ile oluşan İslami hayatlar meydana geldi. Siyasi hareketlilik ve çeşitli mezheplerin ortaya çıkmasıyla islamı doğru anlama çabasının ürünü olarak tefsir,hadis ve fıkıh ilimleri tedvin ve tasnif edilmeye başlandı.

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Mukayeseli Tarihler Kraati Hülasası

 

Adı Soyadı: Ensar YILMAZ

Öğrenci No: 14922712

Ders Grubu: Doktora

Dönem: 2014-2015/Güz Dönemi

 

TEFSİR TARİHİ

Kur’an-ı Kerim, Cebrail vasıtası ile Hz.Peygambere vahy yolu ile indirilmiş, Mushaflarda yazılmış tevatürle nakledilmiş tilavetiyle taabbüd olunan kendisine has özellikleri ihtiva eden Allah Kelamı’dır. 23 yıla yakın bir sürede indirilen Kur’an, insanlığa tevhit akidesini yayarak insanlığı dalmış olduğu bataklıktan kurtarmaya çalışmıştır. Hiç şüphe yoktur ki Kur’anın muhatapları akıl ve fikir sahipleridir. O, kendi üzerinde düşünülmesini ister. Bu gerçek ile Hz.Peygamber ile başlayan, yüzyıllardır devam eden tarihi süreçte, her alim kendi fikri donanımı çerçevesinde Kur’anı tefsir, te’vil etmeye çalışmıştır. Tefsir (f-s-r) veya (s-f-r) kökünden beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak manasında kullanılır. Istılahta “Müşkil olan lafızdan murat edilen şeyi keşfetmektir.” Te’vil ise (e-v-l) kökünden rücu manasına gelir. Tef’il babında beyan, tefsir, keşf, izah, terceme netice gibi manalara gelir. Istılah olarak “ayetin muhtemel manalarından birine rücu edilmesidir” şeklinde tanımlanır. Buna göre tefsirde katiyet, tevilde görecelilik vardır. Kur’anda bir yerde geçen tefsir kelimesi Allah’a izafe edildiğinden, sahabe tefsir hakkında söz söylemekten çekinmiştir. O zaman Kur’an tefsiri denince doğrudan doğruya Allah’ın veya onun elçisinin söyledikleri anlaşılıyordu. Bunun yanında ihtiyatlı bir şekilde tefsirle iştigal eden sahabede vardı. Abdullah b.Mesud ve Abdullah b.Abbas gibi.

 

Hz. Peygamber Zamanında Tefsir:

Kur’an’ı, ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlamaya çalışmış, anlayamadıkları hususları bu hususta en selahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. Bu bakımdan Hz.Peygamber devrinde tefsirin iki kaynağı Kur’an-ı Kerim ile Hz. Muhammedin kendisi olmuştur. Kur’an-ı Kerimin en sağlam tefsir kaynağı yine Kur’an dır. İslam alimleri bu hususta ittifak etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde bazen herhangi bir mesele mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, aynı mesele başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Hz. Peygamber ise Kur’anı tebliğ ve tebyinle vazifeli idi. Bu sebeple Kur’anı en iyi anlayan o idi. Hz. Peygamber bu ilahi görevi hakkıyla yerine getirmiş, Kur’anı muhataplarına okumuş, okutmuş, ezberletmiş, anlatmış, ayetleri haliyle ve kavliyle tefsir etmiştir. Hz. Peygamberi Kur’an tefsirine sevk eden sebep İslam’ın kendinden olan emridir. Nitekim Kur’an bizzat anlaşılmayı, üzerinde düşünmeyi emretmiştir. Sünnetin Kur’an-ı anlamada yeri çok önemlidir. Mekhul, “Kur’an-ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından fazladır.”demiştir. Sünnet Kur’an-ı iki şekilde beyan eder. Birincisi kitaptaki mücmeli beyan, ikincisi kitapta bulunmayan bir hüküm üzerine ziyadeliktir. Hz.Peygamberin tefsiri, ahkamı beyan mekarimi ahlakı şerh ve ona teşviktir. Onun tefsirde takip ettiği yol, ayetteki kelime manalarını değil, ayetin bütün olarak manasını öğretmekti.

 

Sahabe Devrinde Tefsir:

Bu devirdeki tefsir kaynakları;

a-) Kur’an-ı Kerim

b-) Hz.Peygamber

c-) İctihad ve re’y

d-) Diğer ilahi kitaplar ve Ehli Kitaba müracaat.

 

Kur’an’ın Kur’anla ve Hz.Peygamberin sünneti ile tefsirini yukarıda hülasa etmiştik. Sahabe döneminde bu iki temel kaynaktan başka iki kaynak daha südur etmiştir. Nitekim sahabe bir meselede evvela Kur’an’a başvururdu. Orada bir çözüm bulamazsa sünnete başvururdu. Ora da da bir bilgi olmadığı takdirde kendi görüşlerine göre hüküm verirler, Kur’an-ı tefsir ederlerdi. Sahabenin tefsirdeki rolünü iki şey yükseltmektedir. Birincisi mutlak imanları, ikincisi nüzul ortamına şahit olmaları sebebiyle, hadise ve sebebleri müşahade edip hidiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi. Bazı sahabiler sorumluluğuna binaen, Hz.Peygamber’in vefatından sonra tefsir faaliyetinden icitinab etmiş olsada, sahabenin tefsiri sonraki nesillere ışık tutmuş, örnek olmuş ve yaptıkları gerçekçi tefsirlerle inananların batıl yollara sürüklenmelerine mani olmuşlardır. Bilhassa sahabe devri sonları ve tabiiler devrinde İslam geliştikçe, İslam’ın bünyesine din, dil, ve kültür bakımından çeşitli kimseler katılmakta idi. Sahabenin bazıları Kur’an’ın mufassal olarak bahsetmediği kıssaların mahiyet ve teferruatını İslam’a girmiş olan Ehli Kitaba sormayı adet edinmişlerdi. Edindikleri bilgileri Kur’an ve sünnet süzgecinden geçirmekte idiler. Fakat bir asır sonra bu süzgeç iyi işlemediğinden, İsrailiyat dediğimiz olumsuz hareket tefsirde tahribatlara sebep olmuştur. Sahabe arasında tefsir sahasında şöhretkazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz: Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Abdullah b. Abbas, Ebû Musa el-Eş’arî, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. ez-Zübeyr.

 

Tabiiler Devrinde Tefsir:  

Dört halife devrinden itibaren sınırların genişlemesiyle yeni ülkeler, milletler ve kültürler İslam bünyesine dahil olmuş, yeni ihtiyaçlar ortaya çıkmıştır. Sosyal ve hukuki alanlardaki bu ihtiyaçlara cevap vermenin menşei Kur’an-ı Kerim idi. Yeni nizamlar inşa etmek için fakihler ve müfessirler Kur’an’a sarılıyorlardı. İslam devleti çok genişlediğinden, dinin menşei hicazdan diğer ülkelere, bazı imkansızlıklardan dolayı dini haberler pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol oynamağa başlıyordu. Kureyş’in ve diğer Araplar’ın idareye yönelmeleri sebebiyle ilim ve bilhassa tefsir sahasında ün kazananların Arap olmadığı(mevali) göze çarpmaktadır. Tabiiler, tefsiri sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta içtihatlarına müracaat etmişlerdi.  Bu dönemde ayetleri kendi re’yleri ile tefsir etme hareketi daha açık olarak görülmektedir. İslam’a ilk defa sahabe döneminde girmeye başlayan israiliyat, Yahudi, Hristiyan ve diğer kültürlerden tefsire aktarılan rivayetler olarak ele alınır.

 

Tabiiler Devrinden Sonraki Tefsir Hareketleri(Etbau’t Tabiin)

Tedvin edilinceye kadar Tefsir ilmi Hadis ilminin bir kolu idi. Tefsirin tedvininden itibaren rivayet tefsirlerinin yanında dirayet tefsirleri de gelişmeye başlamış, hicri ikinci asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak, tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz. Hz. Peygamber dönemi Tefsirin ilk merhalesi, tabiiler dönemi ikinci merhalesi, tefsirde çeşitli yönlerin belirmeye başladığı tedvin dönemini üçüncü merhale olarak görebiliriz. Bu dönemde Kur’an-ı ilk defa baştan sona tefsir eden ilk kişi Mukatil b. Süleyman’dır. Tefsiri ilk tedvin eden kişi hakkında ise görüş birliği yoktur. Tefsir rivayetlerinin en eskisi ve en meşhuru İbn Abbas’ınkilerdir. Ondan Ali ibn. Ebi Talha(ö:143) almış ve sahifesini oluşturmuştur. Bu sahifenin kaynakları olarak, Buharinin sahihi, Taberi’nin Tefsiri, İbn.Ebi Hatim’in tefsiri ve İbn.Manzur’un Tefsiri karşımıza çıkmaktadır. Hicri ikinci asrın ortalarında hakkındaki dedikodularla meşhur olan Mukatil b.Süleyman(ö:150) tefsirde tanınmış bir şahsiyettir. Cebr akidesini Horasan ve Maveraunnehirde yaymaya çalışan Cehm b.Safvan(ö:129) ile Mukatil mubahesede bulunmuş, Mukatil bir aksül amel olarak tenzih akidesine karşı, teşbih akidesini müdafaa ederek, mücessime ve kerramilerin esasını hazırlamış olduğu düşünülür. Ancak Mukatil’in tefsirinde buna dair bir emare yoktur. Yahya b.Sallam’ın(ö:200) tefsiri ise islami ilimleri ve islami kültürü toplayan bir ansiklopedi mahiyetindedir. Bu eser yeterince tanıtılamamıştır. Abdurrezzak b.Hemmam(ö:126)’ın Tefsiri ise kısa ve vecizdir. Kendi şeyhlerinden nakil şeklinde yazılan eserde müellifin görüşleri bulunmamaktadır.

 

ZAMANIMIZA KADARKİ TEFSİR HAREKETLERİ

 

Tefsir sadece müfessirin tutum ve durumunu aksettirmekle kalmaz, aynı zamanda o dönemin akliyat ve görüşlerini, örf ve adetlerini, cemiyetin sosyal yapısı gibi pek çok alanda bilgi verir. Her asırda meydana gelip şöhret kazanmış belli başlı tefsirler ele alınırsa, bu tarihi süreç şu şekilde cereyan etmiştir. Hz.Peygamber, Sahabe, Tabiiler ve tedvin döneminden bahsedildi. Nakli tefsirde tercih usülünü ilk kullanan müfessir Yahya b.Sallam’dır. Bu metodu ondan sonra tercih eden ise Muhammet b.Cerir et-Taberi(ö:310)’dir. Onun ‘Camiu’l Beyan an Te’vili’l Kur’an’ adlı tefsiri, Hz.Peygamber, sahabe, tabiun ve kendisine kadar gelen tefsir görüşlerini toplayan bir ansiklopedi mahiyetindedir. Artık tefsir hadis ilminin bir kolu olmaktan kurtulmuş, tefsirlerdeki israili haberler temizlenmeye başlanmış, rivayetler hadis kriterlerine göre tenkide tabi tutulmuş, salih ve sahih haberlerin nakli revaç bulmuştur. Altıncı asrın başlarında islam aleminde mutezili müfessir ez-Zemahşeri(538) şöhret bulmuştur. O, tefsiri el-Keşşafta ayetleri belağat yönünden ele almış, ilmi tahlillere yer vermiş ve Kur’an’ın İ’cazını ele almıştır. İkinci ve üçüncü asırda mutezilenin etkisi devam etmiş dördüncü asırda kesilmiştir. Bu dönemde el-Eş’ari tefsiri sünni metodla ele almıştı. Altıncı asrın başında er-Razi ‘Kur’ani hikmet, kelami yolların hepsinden daha sağlamdır.’ düsturiyle ortaya çıkmıştır. Mefatih’ul Ğayb adlı tefsiri çok şeyi ihtiva ettiği için ona, ‘Razi’nin tefsiri tefsirden başka her şeyi ihtiva eder.’ derler. Razi’nin açtığı bu çığır kendinden sonrakileri etkilemiş ve el-Beydavi(685) onun muakkiblerinden olmuştur. Şafii mezhebine mensup olan bu şahıs islami kültürü cem etme metodu ile hareket etmiştir. Onun tefsiri ‘Envarut Tenzil ve Esrarut Te’vil’ tefsir ilminde, ilmi metodun en yüksek mertebesi sayılır. İslam aleminde çok meşhur olmuş ve bir çok haşiyesi yapılmıştır. Son üç müfessirin takipçisi olan ve Osmanlı imparatorluğunun en güçlü döneminde yaşamış olan Ebu’s-Suud Efendi(982), tefsirinde, Kur’an-ın Kur’anla tefsiri, hadisle tefsiri, sebebi nüzul, nesh kıssalar, fıkıh, kelam, lügat, nahiv kıraat, israiliyat, muhkem ve müteşabih, şiirle istişhad, belağat ve icaz, ayetler arasındaki münasebet ve insicam gibi konulara yer vermiştir.  1270 senesinde vefat eden Alusi’nin tefsiri Ruhu’l Meani’dir. Onun tefsiri, çeşitli menbaalardan ve mecralardan alınmış fikri hareketlerle doludur. Hanefi mezhebi etkisinde, iran ve türk edebiyatından istifade etmiştir. Osmanlı devri ilmi metodunu takip ederek, önce ayetlerin terkip ve manalarını açıklar sonra sofi metoduna uygun gelecek şekilde ince, dakik manalar vermeye çalışır.

Birkaç asırdan beri Avrupada meydana gelen fikri ve ilmi hareketler islam aleminde de bir uyanma getirmişti. Bu devirde Avrupada yaygınlaşan ilhadi ve dehri felsefe iran ve hind’te batıni harketlerin yeniden zuhuruna sebep olmuştu. Buna mukabil özellikle hind ve mısırda ilim adamları harekete geçmişler ilmin de ışığında tefsirde yeni ufuklar açmışlardır. İslamın, ilmin ilerleyişine karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni yollara tevessül etmişler yeni tefsir anlayışları meydana getirmişlerdi. Bunlar başlıca;

Mezhebi Tefsirler.

İlhadi Tefsirler.

İlmi Tefsirler.

İçtimai Edebi Tefsirler’dir.

 

 

 

HADİS TARİHİ

 

Yeni(cedid)manasına gelen hadis aynı zamanda haber manasına da gelmektedir. Istılahta ise Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur. Bu bakımdan aynı manada kullanılan sünnetin müradifidir. Hz. Peygambere iman ve itaat etmeyi emreden ayetler doğrultusunda, ilk devirde sahabe Hz. Peygamberden sadır olan söz, fiil ve takrirleri büyük bir titizlikle muhafaza etmeye koyulmuşlardır. Hadis toplama ve onları muhafaza etme işi, Hz. Peygamber devrinde yalnız hafızaya tevdi edilmiş, bu hususta yazıdan istifade etmek mümkün olmamıştır. Cahiliye devrinde kazanılmış olan hıfzetme melekesi, İslam devrinin başında Hz. Peygamberden görülüp işitilen fiil ve sözlerin güvenilir bir muhafaza vasıtası olmuştur. Hz. Peygamber devrinde sahabi onun hadislerini müzakere eder, bir anlaşmazlık durumunda doğrusunu asıl kaynağından öğrenir, hatta bazı genç sahabiler hadisleri yazma gayretinde bulunurdu. Hz. Peygamberin hayatta oluşu hadise musallat olabilecek tahrif, tashif ve va’z(uydurma) gibi her çeşit tehlikeyi savmıştır. Hz. Peygamberin, hadis ezberleme ve onu başkalarına nakletmeyi teşvik etmesi sahabeyi cesaretlendirmiş, bu hususta gayret içinde olmuşlardır. Hz. Peygamberden sonra ise sadece hafızalarda bulunan hadis, sahabe tarafından korumak maksadıyla fazla rivayet edilmemiş, bu hususta çok temkinli davranılmıştır. Bunda hadislerin aşırı derecede fazlalaşması ve Hz. Peygamberin beşeriyeti gereği söylediği sözlerin hatta peygamberlikten önceki sözlerinin de hadis olarak kabul edilmesinin etkisi olmuştur.

 

Hadislerin Yazılması:

İlk devirlerde hadislerin yazılmadığı, tedvin edilmediği bir gerçektir. Hz.Peygamber hayatta iken hadis kitabeti Hz.Peygamberin izin vermediği devre ve izin verdiği devre olarak ikiye ayrılır. Yasağın sebebi o devirde yazı hususunda sahabenin yetersizliği-ki bu yasağın iyi yazı bilmeyenlere yönelik olduğu söylenir- ve Kur’an sahifeleri ile karışma tehlikesidir. Zaman ilerleyip islam’ın güçlenmesi, yazı bilenlerin çoğalması, yazının inkişaf etmesi, sahabenin Kur’an lafzını hadisten ayırt edebilecek kültürel gelişime kavuşması, Kur’an’ın sağlam bir şekilde yazılıp hıfzedilmesiyle artık kaybolma riskinin kalmaması, hadisle karışma ihtimalinin olmaması gibi sebeplerle Hz. Peygamber hadis kitabetini serbest bırakmış, bu hususta bizzat sahabeyi teşvik etmiştir. İlk yazılı hadisler Hz. Peygamberin diplomatik mektupları ve Sadakat hadisleridir. Bunun yanında bir çok sahabinin hadis sahifesi mevcuttur.

 

Hadisin İlk Kaynağı Sahabe:

            Hz. Peygamber devrinde toplanan hadis külliyatı sahabe tarafından sonraki nesillere nakledilmiştir. Sahabi, sohbet kelimesinden müştak olup zaman veya mekan tahdidi olmaksızın bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka kimseye nisbet edilen isimdir. Hadis ıstılahı yönünden, Hz. Peygamberi gören onunla mucaleset ve mumaşat eden her Müslümana sahabi denir. M. Hamidullaha göre ilk nüfus sayımını Hz. Peygamber yaptırmış ve hicretten sonra 1500 sahabi kaydedilmiştir. Sayısı ihtilaflı olmakla beraber binin üzerinde sahabinin hadis rivayet ettiği, en çok hadis rivayet edenlerin ise 5374 hadisle Ebu Hurayra, 2630 hadisle Abdullah ibn Ömer, 2286 hadisle Enes ibn Malik, sonra Hz.Aişe sonra 1660 hadisle İbn Abbas, 1540 hadisle Cabir İbn Abdillah, sonra Ebu Said el-Hudri gelmektedir.

            Hz. Peygamber döneminde başlayan fütuhat, onun irtihalinden sonra sahabe tarafından devam ettirilmiş, hicretin 50. Yılına gelindiğinde, Dımışk, Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan, İran, Mısır, Azerbaycan, Kirman, Sicistan, Askalan, Afrika, Kıbrıs fethedilmişti. Ayrıca İstanbul kuşatılmış fakat feth olunamamıştır. Bu fetihlerle birlikte sahabi çeşitli ülkelere dağılmış, İslam’ın gayesini gerçekleştirmek için gayret sarf etmişlerdir. Sahabe-i kiram gittikleri yerlere Mescidler ve Medreseler imar ederek ilmi faaliyetlerde bulunmuşlar ve bir çok ilim merkezi oluşturmuşlardır. Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır’da icra edilen ilmi faaliyetler, İslam’ın çizdiği yolda, fakat bulundukları muhitin örf, adet ve düşünce tarzlarından da mülhem olarak asırlarca ilim sahasında önderlik etmiş, Kur’an ve Hadis ilimlerinin gelişip yayılmasında en mühim amil olmuşlardır. Bu dönemde farklı merkezlerde bulunan sahabi alimler kendi bilgi ve anlayışlarını oraya yaymışlardır. Buda farklı hadislerin farklı beldelerde bilinir olmasına yol açmıştır. Sahabiler bir hadis öğrenmek için bazen binlerce kilometre yol kat ederek oradaki diğer sahabi’ye ulaşma fedakarlığında bulunuyorlardı.

           

 

            HADİS İLMİNİN TEŞEKKÜLÜ VE BUNU HAZIRLAYAN SEBEPLER

 

İslam beldelerinin genişlemesi sonucu birçok millet, kabile, din mensupları İslam’a girmişti. Bu da islamın(Hz.Peygamber devri hariç) ilk dönemlerinde bazı gayelerle hadis uydurmaya neden olmuştu. Başta islam dinine kastedenler olmak üzere, mensub oldukları siyasi fırka ve hizibleri, fıkhi mezhebleri, kabileleri, cinsiyetleri, dilleri, peşinden gittileri imam veya hükümdarları methetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescidlerde vaaz ettikleri cemaaatın teveccühüne nail olmak, halkın dini emir ve nehiylere karşı rağbetini artırmak maksadıyla din düşmanlarının, yalancıların ve cahillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis ravilerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz. Peygambere iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzu(uydurma) hadis denir. Hicri birinci asrın ilk yarısında, Hz.Osman’ın öldürülmesinden sonra siyasi ihtilaflar başlamış, hicri birinci asrın ikinci yarısında özellikle Şia tarafından Hz.Ali ve beytinin faziletlerini, Emevilerin gasip ve lanetli olduklarını kabul ettirmek için bu manada hadisler uydurulmaya başlanmıştır. İlk hadis uyduranların Şia olduğunu söyleyebiliriz. Bu arada Şia karşıtı olanlarda boş durmamış, onlarda hadis uydurmuşlardır. Hilafet ve iktidar meselesinde bu şekilde hadis uydurmacılığı devam ederken, birinci asrın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan itikadi mezhepler, fıkıh mezhepleri ve bunlara paralel olarak faaliyetlerini artıran Zındıklar ve İlhad hareketleri de hadis vaz’ının yaygınlaşmasında birer amil olmuştur.

 

CERH VE TADİL HAREKETİ

Hz.Peygamber ve sahabe döneminde hadis işiyle uğraşan az insan vardı. Yazı henüz inkişaf etmemişti. Bu işle uğraşan sahabe tüm yeteneğini ve vaktini hadis işine vermiştir. Tabiun döneminde ise durum farklılaştı. Yazının inkişafı ile hadis kitabetine başlandı. Yani iş daha kolay hale geldi. Bu da bir çok kişinin bu işle iştigal etmesini sağladı. Artık ehliyetli olmayan kişiler itina göstermeden aldığı hadisleri yazmakta, nakletmekte idi. Hem şahsi ehliyetsizlik, hem de siyasi, itikadi ve sosyal karmaşa ortamında artan hadis uydurmacılığının, hadis ve islama büyük zararlar verdiğini düşünmeye başlayan sahabenin ileri gelenleri ve tabiun, hadis naklinde ve kabulünde ihtiyatı elden bırakmadan ve çok ciddi davranarak ravileri ve isnadları bilinen hadisleri almak gerektiğine inanmışlar ve bu inancın gereği olarak hadis rivayet eden kişileri büyük bir titizlikle araştırmaya başlamışlardır. Bu gibi kişiler adalet ve zabt yönünden tenkide tabi tutulmuşlardır. Adalet, ravinin diyanetine taallük eder. Bu durum beş şekilde kendini gösterir. Bunlar; yalan söylemek(hadis uydurmak), uydurulmuş bir hadisi rivayet etmek, büyük günah işlemek(fasık), bid’at ehlinden olmak ve meçhul(adalet ve zabt yönünden tanınmaması)olmaktır. Zabt yönünden ise ravinin ya hatası çoktur, ya gafildir, veya vehm üzere rivayet eder. Bir diğer cerh sebebi de sui hıfz dır. Bu şekilde tenkide tabi tutulan hadis ve ravilerden maksat sıhhatli hadisleri ortaya çıkarmaktır. Birinci asrın sonlarında yapılan cerh ve tadil faaliyetleri çok sonraları hadis kitaplarına sahih hadis olarak girecek olan hadisleri ortaya çıkarmayı amaçlıyordu. Sahih-i ilk defa formüle eden el-Hattabi(ö.388)’nin tanımı şu şekildedir. “sahih, senedi muttasıl, ravileri ta’dil edilmiş hadistir.”

İkinci asrın başlarından itibaren sistemli bir hale giren cerh ve ta’dil hareketi, bir taraftan hadislerin ve hadis ravilerinin, sıhhat ve güvenilir olmaları yönünden sınıflandırılmasını sağlarken, diğer taraftan, tedvini biraz daha gecikmiş olsa bile, bu hareketin temel prensip ve kaidelerini, tabir ve ıstılahlarını içinde toplayan, bunları inceleyen ve münakaşasını yapan mustalahu’l-hadis veya usülu’l-hadis ilminin doğuşunu hazırlamıştır.

Yine bu meyanda hadiste isnad tatbiki ihdas olmuştur. İsnad, fitne zuhur ettikten sonra kullanılmaya başlamıştır. Cerh ve ta’dil ile başlayan isnad, islama has olan ve ravi isimlerini zikretmek suretiyle haberin ilk kaynağına kadar inmek imkanını veren bir rivayet sistemidir. Ez-Zühri, Halife Ömer ibn Abdil Aziz(99-101)’in hadislerin tedvin edilmesi emrine uyarak hem hadisleri yazılı olarak toplamaya başlamış hem de hadislerde isnad zikrini zaruri görerek hadis nakilcilerini kontrol altında tutmuştur.

 

HADİSLERİN TEŞRİİ DEĞERİ(Haber Çeşitleri)

Haberlerin bize gelişi itibariyle doğrulukları hakkında kesin kanaate varılanlarla, doğru olup olmadıkları bazı karineler yardımı ile tespit olunanlar, usül kitaplarında iki gurupta mütalaa edilmiştir. Birincisine mütevatir ikincisine ahad haber denilmiştir.

Hakkında haber verilen söz veya fiili bizzat işitip gören ve sonra da onu işitme veya göme imkanını bulamayan kimselere haber verenlerin sayı bakımından çok olması halinde bu haber mutevatir olur. Mütevatir sahihtir, sıhhati kesindir, araştırmaya tabi tutulmaksızın onunla amel edilmesi gerekir.

Mütevatir olmayan ikinci gurup haberlere ise ahad denir. Ahad haberler geliş yollarına göre üç gurupta mütalaa edilmiştir. Bu haberler bir kişi vasıtası ile gelmişse garib veya ferd, iki kişi vasıtası ile gelmişse aziz, üç veya üçten fazla bir kalabalık tarafından nakledilmiştir ki bunlara da meşhur denir.

Haberi vahidin hüccet olup olmadığı konusunda ihtilaf çıkmıştır. Kimine göre haberi vahit zan ifade eder. Kimine göre ilim ifade eder. Vakıada, mutezile ve havariç dışındaki mezhepler haberi vahidi reddetmemiştir. Bilakis onunla amel etmenin vucubu üzerinde birleşmişlerdir. Haberi vahid kavramını ilk kullanan İmam-ı Şafi onu, yalnız bir kişinin bir kişiden naklettiği haber olarak algılamış, bu haberleri birtakım şartlarla kabul etmiştir.

 

 

HADİSLERİN TEDVİN VE TASNİFİ

Tedvin lügatte cemetmek, toplamak manasına gelir. Yazılı sahifeleri bir araya getirerek iki kapak arasında bir kitap yapmak, bu manada tedvinin tam karşılığıdır. Hz.Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabiler hadis yazmış ve bir takım sahifeler vücuda getirmişlerdi. Ancak sistemli bir toplama faaliyeti birinci asrın sonları ile ikinci asrın başlarında gerçekleşmiştir. İlk hadis müdevvini olarak ez-Zühri zikredilmektedir. Ömer ibn Abdil Aziz’in tedvin emriyle bu faaliyeti yapmıştır. İlk zamanlarda gelişigüzel yapılan bu faaliyet zamanla hadislerin konularına göre tasnif edilmesiyle “musannef” denilen hadis kitapları, ardından her sahabinin isminin altına rivayet ettiği hadislerin sıralanması şeklinde yazılan “müsned” adı verilen eserler meydana getirildi.

İlk Hadis Eserleri:

Siyer ve Meğazi Kitapları; Hz.Peygamberin siret ve mağazisine tahsis ve hadis usülü ilmi kaidelerine uygun bir şekilde tasnif edilen bu kitaplar, daha sonraki hacimli tarih eserlerine kaynaklık etmişlerdir. Siyer ve meğazi ile ilgili ilk kitaplar birinci asrın sonlarına doğru tasnif edilmiştir.

Sünen kitapları; fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş merfu ahkam hadislerini ihtiva eden kitaplara bu ad verilmiştir. İkinci asrın başlarında tedvin ve tasnif faaliyetlerinin başlamasıyla ortaya çıkan ilk hadis eserleri sünenlerdir.

Cami’ler; hemen her konudaki hadisleri ihtiva eden bu eserler bablara göre tasnif edilmişlerdir. Bu eserler ikinci asırda oluşmuştur.

Musannefler; ikinci asırda oluşturulan, sünenler gibi fıkhi hadisleri içeren ama bununla birlikte başka konulardaki hadisleri de barındıran eserlerdir. Bunları sünen ile cami arasında mütalaa etmek mümkündür.

Malik b.Enes ve eseri Muvatta-ı;

 

TASNİF’İN ALTIN ÇAĞI KÜTÜB-Ü SİTTE

Hicri ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelamcıları arasında ortaya çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan görüş ayrılıkları, hadisçilerin, Hz. Peygamberin sünnetine dayalı amel ve itikadı, kelamcıların eski yunan felsefesi ile terbiye edip geliştirdikleri akli muhakemelerinden ve onun tahripkar tesirinden korumak için yoğun bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu sürece hız veren diğer bir hususta hadis uydurmacılığıdır. İşte bu yoğun tedvin ve tasnif faaliyetleri sonucu Kütüb-ü Sitte meydana getirilmiştir. Kütüb-ü sittenin zuhuru dolayısıyla üçüncü asrı hadis tasnifinin altın çağı olarak tavsif etmekteyiz. Bu çağ müteakip asırlara bu konuda artık yapılması gerekli fazlaca bir işin bırakılmadığı bir devir olarak görülür.

Hadis eserleri ve müellifleri:

El-Buhari, Muslim, en-Nesai, Ebu Davud, et-Tirmizi ve İbn Mace gibi imamlar cami ve sünenlerini bu asırda tasnif ederek Kütüb-ü Sitte adıyla maruf olan ve Kur’ın-ı Kerimden sonra islam’ın en mühim kaynağı sayılan altı sahih kitaba vücud vermişlerdir.

Siyer ve Meğaziler:

İslam tarihinin ilk ve temel kaynağını teşkil eden ve birinci asrın ikinci yarısından itibaren telifine başlanan siyer ve mağaziler üçüncü asırda da ehemmiyetini muhafaza etmiştir. Sırasıyla en önemli eserler;

El-Vakidi(207); Kitabu’l Meğazi ve Kitabu’s Sire

İbn Hişam(208), Siret İbn Hişam

El-Kuraşi(233), Kitabu’l Meğazi

 

Musnedler:

Üçüncü asırda ortaya çıkan müsnedler farklı bir tasnif ile oluşmuştur. Müsnedler, hadisleri konularına göre değil, hadisleri rivayet eden sahabi veya sahabiden sonraki ravilerden birinin ismi altında biraraya getirilmiştir. Bir çok kişinin müsnedi mevcut olmakla birlikte ilk defa et-Tayalisi’nin(203) müsned yazdığı kabul edilir. Bu sahada en meşhur ve muteber olan ise Ahmet ibn Hanbel’in müsnedi dir. 700 bin hadis arasından seçtiği mükerrerler hariç 30 bin hadisten oluşur.

Sünenler:

Fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş merfu ahkam hadislerini ihtiva eden kitaplara bu ad verilmiştir. İkinci asrın başlarında tedvin ve tasnif faaliyetlerinin başlamasıyla ortaya çıkan ilk hadis eserleri sünenlerdir. Bir çok sünen mevcut olmakla birlikte en önemlileri; en-Nesai, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace olmuştur.

Musannefler:

ikinci asırda oluşturulan, sünenler gibi fıkhi hadisleri içeren ama bununla birlikte başka konulardaki hadisleri de barındıran eserlerdir.

Cami’ler:

Fıkhi konuların yanında diğer konuları da içeren camiler üçüncü asırda tasnif edilmiş, Buhari ve Müslim’in cami’leri ile bu çağ altın çağ olmuştur.

Cüz’ler:

Cüz, tek bir sahabinin veya daha sonrakilerden bir hadisçinin hadislerini toplayan kitaplardır.

Mustahrecler:

Üçüncü asrın ikinci yarısında ortaya çıkan bu eserlerde, bir hadis imamının kitabında belirli bir isnadla naklettiği hadisin bir başka isnadını arayıp bulmak ve hadisi o isnadla mustahrec adı verilen kitapta nakletmektir.  Daha ziyade el-Buhari ve Müslim’in sahihleri üzerine yazılmıştır.

 

 

 

İSLAM HUKUKU’NUN TARİHÇESİ

 

Hz. PEYGAMBER DEVRİ:

 

Fıkıh usülü ilmi, hicri ikince asrın sonlarında yani Hz.Peygamber, sahabe ve Tabiun devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir. Zira Hz.Peygamber devrinde hükümler bizzat kendisinden öğreniliyordu. Yani hükümler ya Rasulullah’a vahyedilen Kur’an ile ya da onun sünneti ile sabit oluyordu. Bu durumda bir takım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu.

Bu devir İslam Hukuku’nun temellerinin atıldığı dönemdir. Mekke dönemi Kur’an ayetlerinin yaklaşık üçte birinin nazil olduğu dönemdir. On üç yıllık bu zaman zarfında daha çok iman ve ahlak ile ilgili ayetler vahiy edilmiştir. İslam Hukuku’nun iman ve ahlak ile sıkı ilişkisi göz önünde bulundurulursa temelin bu devrede atıldığı söylenebilir. İslam’ı Mekke’de yaymaya imkan bulamayan Hz. Peygamber Medine’ye inananlarıyla birlikte hicret etmiş, orada farklı din ve kabilelerle muhacirler bir arada yaşama durumunda kalmışlardır. Bu ortamda yeni bir cemiyet hayatı inşaa etmek gerektiği için vahiy, ibadetler, cihad, aile, miras, ceza, muhakeme usulü, borç münasebetleri ve devletler arası ilişkilere yönelmiş, bu sahaları düzenlemeye koyulmuştur. Hz. Peygamber döneminde hukukun kaynakları Kitap ve Sünnettir. Yani vahiydir. Bu devrin diğer bir özelliği tedriçdir. Belli bir zaman için konan kanunun(hükmün), zamanı gelince değiştirilmesi manasında(nesih) bu devrin başka bir özelliğidir.

Tedvin

Hukukun yazıya ve kitaba geçirilmesi manasında kullandığımız tedvin bu devirde ancak Kur’an-ı Kerim için bahis mevzuudur. Hz. Peygamber tarafından seçilen vahiy katipleri Kur’an-ı Kerimi yazıyor ve muhafaza ediyordu. Onun dünyaya veda etmesinden sonra ilk halife Hz.Ebu Bekr Kur’an-ı Kerimi bir mushafta toplamış ve muhafaza etmiştir.

Hukuk’un ikinci kaynağı Sünnet, Kur’an ile karışmasın diye yazdırılmamış, genellikle hafızalarda ve uygulamada muhafaza edilmiş, bu arada Hz. Peygamberi izin verdiği bazı sahabiler tarafından yazıya da geçirilmişti.

 

SAHABE DEVRİ

İlk üç halife döneminde fetihler devam etmiş, son halife Hz.Ali döneminde siyasi iç karışıklıklar zuhur bulmuştur. Bu karışıklık, önce siyasi iken sonraları iman ve fıkıh düşüncesine de sıçrayan iki mezhep ortaya çıkarmıştır. Şia ve Havaric.

Sahabe devrinde hüküm kaynaklarının başında yine Kitap ve Sünnet gelmektedir. Kitap ve sünnette hükmü bulunmayan meseleler ortaya çıktıkça halifeler içtihada ve istişareye başvurmuşlardır. İçtihad yoluyla vardıkları hükümleri Kur’an ve Sünnetten kesin şekilde ayırmışlar, onlara katiyet gözüyle bakmamışlardır. Vardıkları hüküm için “bu benim görüşüm, zannım, kanaatimdir…” diyerek kendilerine nisbet etmişlerdir. Nazari ve farazi içtihadlar yapmamış, ancak ortaya çıkan vakıa ve problem haline gelen meseleler üzerinde durmuşlardır. Zamana bağlı hükümleri değiştirmişler, maslahat prensibine riayet etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber dönemine benzetme anlamında kıyas metodunu da kullanmışlardır.

Emeviler:

Genç sahabe ile Tabiun’u içine alan Emeviler döneminde islam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, Kuzeyde kısmen Küçük Asya, ve İspanyaya kadar genişlemişti. Bu dönemde hadis rivayeti ve hadis uydurmacılığı ortaya çıkmıştı. Bunu gören bilginler daha ziyade Medinede toplanarak hem hadisleri, hem de bunların ışığında fıkıh kaidelerini tespit ve tedvin etmeye koyuldular.

Hicaz ve Irak Medreseleri:

Sahabenin yetiştirdiği tabiun nesli bilginleri, iki gurup teşkil ediyorlardı. Daha sonra eser ve rey ekolü adını alacak olan Hicaz ve Irak. Her iki gurupta Kitap, Sünnet ve Sahabe İcmaına dayanmakta birleşirler. Ancak hicazlılar medine örfüne ayrı bir değer verir onu yaşayan sünnet olarak telakki ederler. Iraklılar ise bir nassa dayanmadığı gerekçesiyle Medine örfünü diğer şehirlerden farklı görmezler ve hadis tenkidinde daha titiz davranırlar. Bu devirde hadisler tedvin edilmeye başlanmıştır.

Abbasiler:

İslam ülkesinin sınırları alabildiğine genişlemiş, birçok millet İslam ümmetine dahil olmuş, memleket idaresi durmadan yeni müesseselere ve düzenlemelere ihtiyaç gösterir hale gelmişti. Devleti Raşit Halifeler çizgisinde idare etmeye-yada öyle görünmeye- gayret eden idareciler her kararlarında İslami referans arıyorlar, İslam alimlerinin görüşlerine iltifat ediyorlardı. İşte bu sebeple İslam Hukuku tüm alanlarda bu dönemde inkişaf etmiş, nazari ve ameli alanlarda büyük gelişmeler kat etmiştir.

Bir kısım Müslümanların intisap ettiği bir müçtehid veya müçtehidler gurubu olarak, yani bir müessese olarak mezhepler bu dönemde meydana gelmeye başlamıştır. Bunun başlıca sebepleri;

-          Bu devrede fıkhın bütün konularına ait sistemli içtihad faaliyetleri gelişmiştir.

-          Tedvin faaliyeti bu içtihatların kitaplarda toplanmasını ve isteyenlerin kolayca bulup faydalanmalarını temin etmiştir.

-          Fıkıh mekteplerinin doğması ve mektepler arası ihtilaf ve tartışmalar, gruplaşma sonucunu doğurmuştur.

-          Mesele tartışmaları usül tartışmalarına dönmüş, bu usül ilminin kitaplaşmasına sebep olmuş, dolayısıyla mezhepler daha belirgin hale gelmiştir.

Bu gelişmelere rağmen hicri dördüncü asırdan önce Müslümanlar, bu gün bildiğimiz haliyle dört mezhebe bölünmemişlerdi. Bir çok müçtehit ve mezhep vardı. İsteyen onlardan birini takip eder, isteyen hepsinden faydalanırdı.

Kur’an-ı Kerimin tamamı, hadislerin bir kısmı dışındaki bütün dini ilimler ve kitapların tedvin ve telifi bu dönemde başlamıştır. Dört mezhep imamının hocalarının eserleri günümüze ulaşmamıştır. Zamanımıza gelen ilk fıkıh kitapları, İmam-ı Malik’in Muvattaı, Şafi’nin el-Umm, Ebu Yusuf’un el-Asar, el-Harac, İmam-ı Muhammedin el-Mebsut, el-Cami, es-Siyer adlı eserlerdir. İlk içtihatdan beri müçtehitler bir takım delillere, kaidelere ve metodlara dayanıyorlardı. Fakat ayrıca bunları açıklamaya gerek görmüyorlardı. Müçtehitler devrinde usülünde ortaya konması ihtiyacı doğdu ve bu alanda eserler yazıldı. Bize kadar gelen ilk usül kitabı İmam-ı Şafi’nin er-Risale adlı eseri olmuştur.

 

FIKIH MEZHEPLERİ

Fıkıh mezhepleri saliklerinin itikadi mezheplerine göre sünni ve gayri sünni olmak üzere iki guruba ayrılır. Sünni olan bilhassa dört mezhep mevcut Müslümanların büyük çoğunluğunun hala mensup bulundukları mezheplerdir. Bunlar;

 

1. Hanefi Mezhebi

Bu mezhebin İmamı, İmam-ı A’zam Ebû Hanife’dir. Ona nispet edildiği için bu adı almıştır. İmam-ı A’zamın asıl adı Numan, babasının adı Sâbit’tir. Künyesi ise Ebû Hanife’dir.

Ebû Hanife Hicri 80 (M.699) yılında Kûfe’de doğmuş, H. 150 (M.767) yılında Bağdat’ta vefat etmiştir.

Hanefî mezhebi, dört büyük ameli mezhebin tarihi sıra itibariyle de ilkidir. Ebû Hanife, çok iyi bir öğrenim görmüş, pek çok bilginlerden ders almıştır. 18 yıl aralıksız derslerine devam ettiği ünlü hocası Hammad b. Ebî Süleyman’ın ölümünden sonra onun kürsüsüne geçmiş ve ders vermeye başlamıştır.

İmam-ı A’zam, bin civarında öğrenci yetiştirmiştir. İmam-ı Ebû Yusuf (H.113-182, M.731-798) İmam-ı Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî (H.132-189, M.749-804) ve İmam-ı Zufer İbn Huzeyl (H.110-158, M.728-775) en ünlülerindendir. Aynı zamanda bunlar Hanefî mezhebinin ilk müçtehitleridir.

Hanefî mezhebi Irak’ta doğmuş ve Abbasîler zamanında Ebû Yusuf’un baş kadı olması ile devletin benimsediği mezhep haline gelmiştir. Bu mezhep daha sonra da Mısır, Hindistan ve Türk ülkelerinde olmak üzere her tarafa yayılmıştır.

Ebû Hanife fıkıhtaki metodunu şöyle anlatmaktadır:

“Ben bulduğum vakit Allah’ın kitabından alırım. Onda bulamadıklarımı Peygamberin sünnetinden ve güvenilir kimselerin elinde bulunan, onun salih eserlerinden alırım. Allah’ın kitabında ve Peygamberin sünnetinde bulamadığım takdirde Ashaptan tercih ettiklerimin sözlerini alırım, dilediğimin sözünü de terk kederim. Sözünü aldıklarımın sözünden başkalarının sözüne çıkmam. İş İbrahim Nehai, Şa’bî, Hasan Basri, İbni Şirin, Said b. Musayyib ve benzerlerine gelince, onlar nasıl içtihad ederlerse ben de öyle içtihad ederim.”

Ebu Hanife fıkıhta sırasıyla şu delillere baş vurmuştur.

o   Kitap,

o   Sünnet,

o   Ashabın Fetvaları

o   İcma

o   Kıyas

o   İstihsan

o   Örf ve Adet

2. Malikî Mezhebi :

Amelî mezheplerin tarihi sıra itibariyle ikincisi Malikî mezhebidir. Bu mezhebin kurucusu Mâlik b. Enes’tir.

Hicrî 93 (M.712) yılında Medine-i Münevvere’de doğmuş, burada büyümüş ve yetişmiştir. İmam-ı A’zam ve İmam Ebû Yusuf’la da görüşmüştür. Medine halkının İmamıdır.

Büyük Hadis ve Fıkıh (hukuk) bilgini olan İmam-ı Mâlik’in belli başlı eseri “Muvatta”dır.

Muvatta, İslâm Hukuku tertibine göre yazılmış ilk hadis kitabı sayılır. Pek çok öğrenci yetiştirmiş olan İmam-ı Mâlik, Hicrî 179 (M.795) tarihinde Medine-i Münevvere’de Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

Mâlikî mezhebi Medine’de ortaya çıkmış, önce Hicaz bölgesinde yayılmış, sonra talebeleri vasıtası ile Afrika ve Endülüs’te yayılmıştır. Günümüzde Kuzey Afrika’da, Sudan’da çok yaygındır. Hicaz bölgesinde ise mensubu çok azalmıştır.

İmam Malik Medine ahalisinin bir işte ittifakını icma sayar. Ona göre Medine halkının ameli fıkhî bir delildir.

İmam-ı Malik Kitap ve Sünnetin dışında, İcma, Kıyas, Medinelilerin ameli, Sahabe Kavli, Mesalih-i Mürsele, İstihsan, Sedd'uz-Zerai gibi delillere başvurur. En çok başvurduğu delil “Istıslah” diye de anılan “Mesâlih-i Mürsele” dir.

3. Şafii Mezhebi :

Bu mezhebin kurucusu Muhammed b. İdris eş-Şâfiî’dir. İmam Şafiî Hicrî 150 (M.767) yılında Suriye’de doğmuştur.

İmam Mâlik ile İmam Muhammed’den ders okumuştur. Böylece o, hem Irak fıkhını hem de Medine fıkhını öğrenmiştir. İmam Şafiî, Arap dilini, Arap şiir ve tarihini çok iyi bilirdi.

İmam Şafiî Bağdat’ta bir süre kaldıktan sonra Mekke’ye döndü ve burada ders okuttu. Daha sonra tekrar Bağdat’a döndü. Hicrî 198 yılında Mısır’a gitti ve Hicrî 204 (M.820) tarihinde burada vefat etti.

İmam Şafiî, Mısır’da kaldığı süre içinde Irak’taki bazı görüşlerinden vaz geçti. Bunun sebebi Mısır’daki sosyal şartlardı. Bunun için onun Irak’taki görüşlerine “Mezheb-i Kadîmî” Mısır’da değişikliğe uğrayan görüşlerine de “Mezheb-i Cedîdî” adı verildi.

Şafiî mezhebi Mısır’da, Güney Arabistan’da, Doğu Afrika’da, Azerbaycan’da, Doğu Anadolu’da, Endonezya ve Cova’da yayılmıştır.

Şafiî’nin “el-Umm” ve “er-Risâle” adlarını taşıyan eserleri vardır. El-Umm, Şafiî’nin Mısır’daki içtihatlarını ihtiva eder. Er-Risale de ilk Usul-ü Fıkıh kitabıdır.

İmam Şafii Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyası delil olarak kullanır. İstihsanı, Mesalih-i Mürsele’yi delil olarak kabul etmez.

4. Hanbelî Mezhebi :

Bu mezhebin İmamı Ahmed b. Hanbel’dir. Hicrî 164 (M.808) tarihinde Bağdat’ta doğmuş, H:241 (M.885) tarihinde yine Bağdat’ta ölmüştür.

Genç yaşta hadis toplamaya başlayan Ahmed b. Hanbel, bu amaçla İslâm ülkelerini, Mekke, Medine ve Şam gibi İslâm merkezlerini gezdi. İmam-ı Şafiî”den de ders aldı.

Ahmed b. Hanbel büyük bir Hadis bilginidir. 40.000’den fazla hadis ihtiva eden “el-Müsned”i meşhurdur. Hanbelî mezhebi Bağdat, Mısır, Suriye ve Hicaz’da yayılmıştır.

Ahmed b. Hanbel’in başlıca kullandığı deliller Kitap ve Sünnet’tir. Kıyasa çok başvurmaz. İstihsan, Mesalih-i Mürsele, Örf ve adete de pek başvurmaz.

 

ABBASİLERİN SONU VE SELÇUKLULAR DEVİNDE FIKIH(Duraklama Devri)

Merkezi otoritenin sarsılması ve çeşitli İslam devletlerinin kurulması, aralarında barışıp savaşmaları, bir çok fikir cereyanının İslam dünyasında doğup yayılması olaylarına paralel olarak fikri hayat gelişme göstermiş, çeşitli ilimlerde önemli gelişmeler kaydedilmiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sahasında önceki devirlere göre gelişme değil duraklama göze çarpmaktadır. Artık meselelere çözüm ararken önceki üstad ve müçtehit imamların dedikleri tekrarlanıyor, demedikleri hususlarda dediklerine bakılarak çözüm aranıyordu. Bu yol taklit ruhunu geliştirmiş, taklitçilik faydasız münakaşalara yol açmış, her ikisi birden mezhep taassubuna vücut vermiştir.

MOĞOL İSTİLASINDAN MECELLEYE

Moğalların 1258 yılında Bağdatı işgal edip Abbasi devletini yılmasından, mecellenin tedvinine(1869) kadar süren bu devrin özellikleri kısaca şöyledir.

-          Önceki devirlerin aksine, bu devirde ilmi manada bilginler arasında irtibat kesilmiş, herkes kendi kabuğuna çekilmiştir.

-          Hukuk zihniyetini ve ilmini geliştiren müçtehit imamların kitapları yerine, tartışmasız, hazır hükümleri en kısa yoldan nakleden, emeksiz kitaplar tercih edilmiştir.

-          Meseleleri detaylı kapsayan kitaplar yazılmaz olmuş, bunun yerine meseleleri bilmece haline getiren muhtasar kitaplar ve metinler yazılmış, bunların anlaşılmaması üzerine şerhler, haşiyeler, ta’likler yazılmış, mana ve muhteva üzerine kafa yorma ikinci plana atılarak kelimelerle, ıstılahlarla meşgul olunmuştur.

-          İçtihat yerine te’vil ve hile kapısı açılmış, hayatı fıkıh kitaplarına uydurmak için dinin ruhuna aykırı yollara sapılmıştır. Faiz ve boşama konusundaki hile ve te’villeri örnek olarak hatırlayabiliriz.

MECELLEDEN ZAMANIMIZA KADAR

19. Asırda islam milletlerini uyandırmak, kaybettikleri maddi ve manevi değerleri yeniden elde etmelerini sağlamak maksadıyla harekete geçen İslam münevverlerinin programlarında içtihadın da önemli bir yeri bulunduğunu görmekteyiz. Öncelikle önceki müçtehiterden istifade etmek, bu yol ile maksada ulaşılmadığı takdirde şura içtihadı yolu ile boşlukları doldurmak hareketin öncülerince benimsenmiş, tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. Bu cereyan bizde mecellenin tedvininde revaç bulmamış, mecelle yalnızca Hanefi mezhebinin içtihatlarına göre hazırlanmıştır. Daha sonra çıkarılan Hukuku Aile Kararnamesin de ise diğer mezheplerin görüşlerine de yer verilmiştir. Bu dönemde fıkıh sahasında yapılan çalışmalar özetle;

-          Kanunlaştırma hareketi başlamış ve gelişmiştir. İlk örneği mecelledir.

-          Hukuk düşüncesini geliştiren, içtihat ruhunu besleyen, görüş ufkunu genişleten eserler neşredilmiştir.

-          İslam hukuku’nu bütün mezhep ve doktrinleriyle bir araya getirmeyi, kolayca istifade edilir hale getirmeyi hedef alan çalışmalar yapılmıştır.

-          İslam hukuku’nun çeşitli branşları ve meseleleri üzerinde tahlil, tenkit, mukayese ve değerlendirmeler yapan içtihad mahsulü tez çalışmaları başlamış ve gelişmiştir.

-          Batılılar İslam Hukuku’na yönelmişler, İslam Hukuku etüdlerini üniversite programlarına almışlardır.

-          Doğuda ve batıda İslam Hukuku meselelerini de içine alan ilmi toplantılar yapılmıştır.

 

DEĞERLENDİRME

Hz. Peygambere ilk vahiyle başlayan İslam dini, çok kısa bir sürede çok geniş coğrafyalara intikal etmiş, milyonlarca insanın hayat biçimini etkileyen hatta belirleyen bir unsur olmuştur. Çıkışından itibaren hızlı bir şekilde gönüllere nüfuz eden ve beyinlerde fırtına koparan Kur’an ve Sünnetten mülhem İslami bilimler oluşmakta, yeni usüller ortaya konmaktaydı. İlk zamanlar karışık halde bulunan islami disiplinler zamanla ayrışmaya başlamaktaydı. Hz. Peygamber zamanında insanların teşri ihtiyaçları bizzat kendisi tarafından karşılanmakta idi. Sahabe döneminde ise hükümlerin kaynağını Kur’an, Sünnet, Sahabe İçtihadı ve Diğer ilahi dinlerden edinilen malumat oluşturmaktaydı. Hicri ikinci asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak, tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz. Hz. Peygamber dönemi Tefsirin ilk merhalesi, tabiiler dönemi ikinci merhalesi, tefsirde çeşitli yönlerin belirmeye başladığı tedvin dönemini üçüncü merhale olarak görebiliriz.

Hz. Peygamberin sünneti daha çok semaen olmak üzere titizlikle korunmuş, Kur’an’ın tamamlanmasıyla birlikte Tabiin döneminde kitabeten de muhafaza altına alınmış idi. İslam beldelerinin genişlemesi, değişik siyasi ve sosyal ortamların zuhur etmesi sonucu hadis uydurmacılığı yaygınlaşmıştı. Bu ortamda, yani dört halife döneminde başlayıp sonraki yıllara büyük itikadi mes’elelerin bırakıldığı, dolayısıyla mezheplerin oluşmaya başladığı bu dönemde yaygınlaşan hadis vaz’ına engel olabilmek için İslam bilginleri nakledilen hadis rivayetlerinin sahihini sahih olmayanından ayırt etmek için yeni kriterler oluşturdular. İkinci asrın başlarından itibaren sistemli bir hale giren cerh ve ta’dil hareketi Mustalahu’l-Hadis veya Usulü’l-Hadis ilminin doğuşunu hazırlamıştır. Yine bu meyanda hadiste isnad tatbiki ihdas olmuştur. Daha sonra sistemli bir toplama(tedvin) faaliyeti birinci asrın sonları ile ikinci asrın başlarında gerçekleşmiştir. İlk zamanlar gelişigüzel yapılan bu faaliyet, daha sonra yazılış şekline veya içeriğine göre teğişik tasnif çeşitleri ile hadis kitapları oluşturuldu. Fıkıh usülü ilmi ise, hicri ikince asrın sonlarında yani Hz. Peygamber, sahabe ve Tabiun devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir. Zira Hz. Peygamber devrinde hükümler bizzat kendisinden öğreniliyordu. Yani hükümler ya Rasulullah’a vahyedilen Kur’an ile ya da onun sünneti ile sabit oluyordu. Bu durumda bir takım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu. Hukukun yazıya ve kitaba geçirilmesi manasında kullandığımız tedvin bu devirde ancak Kur’an-ı Kerim için bahis mevzuudur. Hukuk’un ikinci kaynağı Sünnet, Kur’an ile karışmasın diye yazdırılmamış, genellikle hafızalarda ve uygulamada muhafaza edilmiş, bu arada Hz. Peygamberin izin verdiği bazı sahabiler tarafından yazıya da geçirilmişti. İlk üç halife döneminde fetihler devam etmiş, son halife Hz. Ali döneminde siyasi iç karışıklıklar zuhur bulmuştur. Bu karışıklık, önce siyasi iken sonraları iman ve fıkıh düşüncesine de sıçrayan iki mezhep ortaya çıkarmıştır. Şia ve Havariç.

Genç sahabe ile Tabiun’u içine alan Emeviler döneminde islam ülkesinin sınırları bilhayli genişlemişti. Bu dönemde hadis rivayeti ve hadis uydurmacılığı ortaya çıkmıştı. Bunu gören bilginler daha ziyade Medine de toplanarak hem hadisleri, hem de bunların ışığında fıkıh kaidelerini tespit ve tedvin etmeye koyuldular. Hicri dördüncü asırdan önce Müslümanlar, bu gün bildiğimiz haliyle dört mezhebe bölünmemişlerdi. Bir çok müçtehit ve mezhep vardı. İsteyen onlardan birini takip eder, isteyen hepsinden faydalanırdı. Müçtehitler devrinde usulün de ortaya konması ihtiyacı doğdu ve bu alanda eserler yazıldı.

 

 

         KAYNAKLAR

 

1-      KARAMAN, Hayrettin,  Anahatlarıyla İslam Hukuku, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2006

2-      ŞABAN, Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları, T.D.V, Ankara, 2009

3-      CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Tarihi,

4-      CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Usulü, T.D.V, Ankara, 1995

5-      KOÇYİĞİT, Talat, Hadis Tarihi, T.D.V, Ankara, 1998




0 Yorum - Yorum Yaz


Adı ve Soyadı  : Hüseyin DURAKOĞLU                                      (Doktora Öğrencisi)Dönemi           : 2014-2015 Öğrenci No     : 14922714Konu                : İslami İlimlerin Bütünlüğü Vahiy kaynaklı kitapların sonuncusu Kuran-ı Kerim  miladi 610 yılında ilk ayetlerinin nazil olması ile başlamış, yiğirmi üç senelik bir uygulama süreci içinde tedricen indirilmiştir. Kuran vahyi indiği tarihi süreç içerisinde muhatap aldığı toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken diğer taraftan da insan ve toplumların dünya ve ahiret hayatı ile ilgili muhtaç olduğu evrensel prensipleri koymuştur. Bundan dolayıdır ki Kuran, gerek bireysel gerekse toplumsal planda insanın bütün davranışlarına yön vermeyi esas almış, itikadi, ahlaki ve hukuki alanlarda getirmiş olduğu temel esaslarla her dönemde insanlığa yol göstermektedir. Bu ilahi kaynak Hz. Peygamber’e inzal edildiği andan itibaren bizzat Hz. Muhammed (sav)’in hayatında tatbikle beraber diğer insanlara tebliğ ediliyordu. ‘Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun...[1]  Ayetiyle Hz. Peygambere bu sorumluluk bizzat Allah tarafından verildiği ifade edilmiştir. Diğer taraftan ilk Müslüman sahabeler yeni bir dine girmenin verdiği heyecanla Allah resulünden öğrenmiş oldukları vahyi okuma, düşünme, anlama ve hayatlarında uygulama noktasında çok iştiyaklı davranıyorlardı. Bununla beraber Hz. Peygamber tarafından tebliğ olunan ve tatbik edilmesi istenen bütün ayetler herkes tarafından aynı düzeyde anlaşılmadığı gibi, bazı ayetler mücmel, bazısı mutlak olarak nazil oluyor, bazı hükümlerin açıklanması da Hz. Peygambere bırakılmıştı. ‘Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.[2] Ayeti bu yukarda ifade edilen durumu belirten ayetlerden sadece birisidir.  Bu sebeple Hz. Peygamber aralarında bulunduğu sürece ashab kuranla ilgili anlama ve yorumlama ile ilgili akıllarına gelen soruları Hz. Peygamberden sorup öğreniyorlar kendi aralarında ortaya çıkan bütün hukuki problemlerin çözümünde de bizzat Hz. Peygambere yani  vahyin ilk muhatabına müracaat ediyorlardı. Hz. Peygamberin ahirete irtihalinden sonra sahabenin Kuranı anlama, yorumlama ve uygulama ile ilgili en masum kaynağa müracaat imkanları ortadan kalkmış olmaktadır. Bununla beraber Müslümanların hayatın her alanı ile ilgili karşılaştıkları problemleri çözme gibi bir sorumlulukları da vardı. İşte sahabeler, İslam coğrafyasının sınırlarının gelişmesiyle birlikte farklı kültürlerle karşılaşmaları sonucu ortaya çıkan sorunların çözümünde Kuran’a ve Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgilere müracaat ediyorlar, aynı zamanda farklı dil ve kültürlere sahip bu coğrafyalarda İslam’ı yeni kabul eden insanların mensup oldukları kültürlerin etkisiyle Kuran’ı yanlış anlamalarını önlemek ve doğru İslam anlayışını kazanabilmelerini sağlamak için, Kuran’dan ve Hz. Peygamberin hayatı boyunca kendilerine  öğretmiş olduğu hikmet en önemli müracaat kaynağı olmuştur.  Şayet ortaya çıkan sorunların çözümünde Kuran’dan ve Hz. Peygamberden öğrendiklerinde doğrudan cevap bulmuşlarsa onlarla yetinmişler değilse kazanmış oldukları ilmi muktesebatlarının kendilerine sağladığı nosyonla  olanca gayretlerini ortaya koyarak, o zamana kadar Kuran’dan ve hz. Peygamberden öğrendikleri şeyleri yorumlamışlar insanların itikat, ibadet ve muamelatla ilgili sorularına cevap vermişlerdir.  Ashabı kiram karşılaştıkları sorunları çözerken aynı zamanda İslam dini hakkında itikadi, ahlaki ve  hukuki  konularla ilgili bütün bildiklerini bir sonraki nesil olan tabiun nesline iletmişlerdir.Sahabiler ,hicri ilk asır boyunca yapılan fetihlerle İslam ülkelerinin sınırları genişlemiş ve fethedilen yerlere dağılmış, islamı gittikleri yerlerdeki insanlara ulaştırmaya çalışmışlardır. Bu gayenin gerçekleşmesi için bulundukları yerlerde ilim merkezleri oluşturmuşlar, bugün bizlerin İslami ilimler olarak isimlendirdiğimiz kelam, tefsir, fikıh, hadis ve siyer gibi ilimleri bir bütün olarak talebileri tabiun nesline öğretmişleridir. Bugün İslam ilimlerin tarihi gelişimine baktığımız zaman tefsir hicri ikinci yılın başlarından itibaren müstakil bir disiplin haline gelmeye başlamış mesela, Kuran-ı Kerim, vefat tarihi hicri 150 olan Mukatil bin Süleyman tarafından baştan sona ilk defa tefsir edilmiştir. Daha önceleri ise hadis ilmi içerisinde tefsir rivayetleri şeklinde incelenmiştir.  Hadis ise İslam ülkelerinin genişlemesi, hadis bilenlerin, bu ülkelerin birbirinden uzak farklı şehirlerine dağılmaları, farklı itikadi ve siyasi mezheplerin zuhuru ile Müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi ve nihayet bunlara paralel olarak hadis uydurma hareketlerinin başlaması sonucu, Hz. Peygamberin sünnetinin kaybolma tehlikesi belirmiş müslümanlar cerh ve tadil faaliyetini başlatarak kendi zamanlarına kadar gelen İslam müktesebatını muhafaza etme gayretine girmişler böylece hadis ilminin disiplinlerini ortaya koyarak Hz. Peygamberin sünnetini tesbit etmiş bunun sonucu olarak bugünkü hadis müdevvenatı  meydana gelmiştir.   Genel anlamıyla İslami ilimler Kuran-ı anlama ve hayata uygulama sürence ortaya çıkan dini ilimlerdir. Bütün bu ilimlerin kaynağı da bilindiği gibi Kurandır. Bu ilimlerin temel amacı yukarda ifade edildiği gibi Kuran’ın doğru anlama faaliyetidir. Mesela; Tefsirin temel işlevi Kuran naslarının ne anlama geldiğini ortaya çıkarmaktır. Bunu yaparken de hem Arap dilinden hem de Hz. Peygamber ve onun ashabından bu konuda kendilerine ulaşan bilgilerden yani hadis, siyer ve tarih ilimlerden yararlanmışlardır. Diğer taraftan Müslümanları bireysel ve toplumsal hayatlarında çok önemli yere sahip olan fıkıh ilmine malzeme sağlamıştır. Fakihlerde aynı malzemeyi ibadet ve muamelatla ilgili hükümleri koymada delil olarak kullanmıştır. Böylece İslami ilimlerin karşılıklı telazümü günümüze kadar devam ederken her disiplin zamanla şartların değişmesiyle kendi içerisinde ortaya çıkan problemlerin çözümünde  de karşılıklı ilişki devam ede gelmiştir. Mesela; Bugün tefsir usulünün bir konusu olan esbab-ı nüzül ile ilgili problemin çözümünde esbab-ı nüzül rivayetlerin değerlendirilmesinde hadis usulünün kriterlerinden yaralanılması gerekmektedir. Böyle yapıldığı takdirde bu alandaki bazı problemler ancak aşılabilecektir.    Sonuç olarak, Kuranı anlama ve yorumlama olarak ortaya çıkan dini ilimlerin özellikle hicri birinci asrın sonu ve ikinci asrın başından itibaren tedvin dönemi başlamış ve çeşitli ad ve ünvanlarla anılmaya başlanmıştır. Her ne kadar hadis, kelam, fıkıh ve siyer gibi isimlerle adlandırılsalar da bu ilimlerin hepsinin kaynağı Kuran’dır. Kuran’ı ayetleri hakkında Hz. Peygamberden sadır olan sözler her ne kadar Hz. Peygamberin tefsiri olarak isimlendirilse de hadis ilmi aynı malzemeyi Hz. Peygamberin hadisi olarak isimlendirmiş, fıkıh ilimi ise olaylar hakkında hüküm ortaya koyarken hukuki delil olarak kullanmıştır. Günümüzde İslami ilimlerde araştırma yapmak, Kuran’ı doğru anlamak ve ortaya çıkan problemleri çözmek için  İslami ilimlerin bu bütünlüğü ve birbiri ile olan ilişkisi, dikkate alınmalıdır. KAYNAKLARProf. Dr. Ahmet Nedim Serinsu, Kur’ân ve BağlamProf. Dr. Muhsin Demirci, Konulu tefsire GirişProf. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir TarihiProf. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi  


[1] Maide 5/67
[2] Nahl 16/44



0 Yorum - Yorum Yaz

ödev    16.12.2014

Mustafa Acar /14001022

Yüksek Lisans (Ders Dönemi )

 

Bugünün tabiriyle İslami ilimlerin branşlaşması, Hz. Peygamberden sonra gerçekleşmiştir. Çünkü dönemin insanları için Hz. Peygamber ve onun söz ve davranışları etkili olmuştur. Ancak sonraki dönemler,  ihtiyaca binaen beraberinde İslami ilimleri ve bunlarda branşlaşmayı getirmiştir.

Hz. Peygamber ve sahabe döneminde İslami ilimler tam anlamıyla belirgin değildir ve bir minvalde devam etmiştir. Sahabeler, hem hadisçi hem de fakihtir. Ancak zamanla ihtiyaca binaen İslami ilimler ve bunun alt dalları hasıl olmuştur. Fıkıh, hadis, tefsir ve İslam tarihi vs. bunlardan bir kaçıdır.

Elbette usul denilince ilk akla gelen hadis usulu, tefsir usulu ve fıkıh usulüdür. Genel olarak Kur’an’daki ayetlerde söz konusu olan murad-ı ilahiyi anlama hususunda gündeme gelmiştir. Sebebi nuzul olarak adlandırılan konusu öne çıkmaktadır. Burada amaç, ayetlerin niçin indirildiği konusu üzerinde durulmaktadır. Ayetlerin hayatın ihtiyaçlarına cevap verebilmesi de ve bu doğrultuda Hz. Peygamberin tespitleri de hem tefsir usulünü hem fıkıh usulünü hem de hadis usulunü gündeme getirmiştir.

Genel olarak tefsir usulü, tabiin döneminde sistemini kurmuştur. Çünkü o döneme kadar gerek dil birliğinin olması, gerek Hz. Peygamberin varlığı ve gerektiğinde ona sorabilme, açıklamalarını dinleme fırsatının yakalanması, gerekse sahabe döneminde Hz. Peygamberden ilim mirasını almış sahabelerin olması bunda etkili olmuştur.  

Genel olarak tefsir ilmi, tabiun döneminde tedvin edilmiştir. Zira peygamberimiz ve sahabenin büyük bir kısmı vefat etmiştir. İslam dini geniş topraklara yayılmıştır.  Bu çerçevede farklı kültürlerin mensubu olan insanların Kur’an’ı anlama ihtiyacı bu ilmi gerekli kılmıştır.  O dönemin genel tefsir kaynakları, kuran, hadis, sahabeden nakiller, icma ve yer yer rey olmuştur.

Fıkıh usulü de temel olarak Hz. Peygamber dönemine dayanmaktadır.  Gerçek anlamda sistemleşme ise, müçtehid imamlar dönemine rastlamaktadır. Bu dönemden sonra içtihad dönemi neredeyse bitmiş, artık taklit dönemi başlamıştır. Fıkıh usulüyle ameli meselelerden hüküm çıkarma ve sosyal hayatı düzene koyma fırsatı elde edilmiştir. Burada elbette temel kaynak kuran ve hadistir. Bu açıdan tefsir usulü, fıkıh usulü ve hadis usulü aynı kaynaktan beslenmektedir ve birbirlerinden katkı almak durumundadır. Zira hepsinin gayreti kuranı ve hadisi kısacası din-i İslamiyeyi anlamak ve yaşamaktır.

Peygamber (S.A.S.) devrinde Fıkhın Kaynakları Kur'ân, peygamber içtihadı/Sünnet,.

1.      Sahabe Devri ki, Fıkhın Kaynakları Kur'an, Sünnet, İcmâ, ve Rey/İctihaddır.

2.      Tâbiûn Devri ki, Fıkhın kaynakları şunlardı Kitâb, Sünnet, İcmâ, Sahabe Kavli ve Fetvaları yanında Rey'dir.

3.       Müctehid   İmamlar Devri ki, bu devir islam ilimlerinin altın devri olarak bilinir.

4.      Taklid Devri ki,  bu devirde hocalara saygı, bazı mezheplerin öne çıkması ve devlet erkanı tarafından bunların desteklenmesi, mezheplerin görüşlerinin hüküm olarak tedvin edilmesi vs. söz konusudur.

 

5.      Duraklama devri ki,  metinin şerh, haşiye ve özet mahiyetinde kitap yazma faaliyetlerinden söz edebiliriz.

6.        Kanunlaştırma Devri ki, bu devir, 1851 maddelik Mecelle'nin tedvin edilmeğe başlandığı hicri 1286 yılından başlar, 1926 yılına kadar devam eder. ve 8. Uyanış devri ki, çağımızın dönemidir diyebilmemiz mümkündür.

Sahabeler içerisinde fıkıh vs. alanında şunlar öne çıkmıştır:

Mekke’de: Hz. Ömer, Hz. Ebubekir Ve İbni Abbas

Medine’de: Zeyd B. Sabit Ve İbni Ömer

Kufe’de : Abdullah İbni Abbas.

Tabiun döneminde : Medine’de Said b. Müseyyeb, Mekke’de Ata, İkrime; Kufe’de Alkame B. Kays, İbrahim En-Nehai, Said B. Cübeyr.

Peygamber döneminden sonra alimlerin çoğalması, Arap olmayanların da İslam dairesine girmesiyle ilimler önce şahıslar adıyla anılırken sonra ekollere bölünmüştür. İster tefsir, ister hadis ve ister fıkıh olsun hicaz ekolü- ırak ekolü; Hadis Ekolü-Rey Ekolü; Küfe Ekolü ve Basra Ekolü diye anılmalara çokça raslanılmaktadır. Her ekol kendi sistemini geliştirmiş ve ilim sahasında  küçük ayrılıkçı tutumları saymazsak önemli hizmetler sunmuştur.

Sonuç itibariyle İslami ilimler içerisinde kur’anı anlama gayreti tefsir usulünü; hadisleri anlama gayreti Hadis usülü; hayatı kuran ve hadis çerçevesinde düzenlemek adına hüküm  çıkarma gayreti fıkıh usülünü gündeme getirmiştir. Elbette Kur’anı anlamak için Hz. Peygamberin söz ve fiilerine ihtiyaç vardır (Hadis). Hayatı kuran çerçevesinde yorumlama ve yaşamak için hem kur’ana (tefsir ) hem de Hz. Peygambere (hadis) muhtaç durumdayız. Bu çerçevede yukarıda sayılan bu ilimlerin hepsi, genel olarak birbirleriyle ilgili, birbirinden yararlanan ve insanın hizmetine sunan bir misyon yüklenmiştir. Bunları birbirinden ayırt etmek mümkün değildir. 




0 Yorum - Yorum Yaz


Mehmet UZUN:     19.12.2014

Doktora

14922717

 

 

 

TEFSİR – HADİS - FIKIH  İLİŞKİSİ

 

 

Herhangi bir ilme başlamadan önce o ilim hakkında araştırmacının  basiretli ve çalışmasında ciddiyet üzere olabilmesi için üç şeyi bilmesi gerekir.

Tarif (Tanım)

Mevzu (Konu)

Gâye (Amaç)

Biz de bu prensipten yola çıkarak öncelikle bu üç ilmin tariflerin yaparak konuya girelim

 

FIKHIN TARİFİ :

 Lüğavi  manada: Birşeyi anlayıp bilmektir.

 Istılahi manada: Tafsilatlı delillerden elde edilen amelle ilgili alakalı dini hükümleri bilmektir.Bu ilimle uğraşanlara fahîh denir.

 

Edille-i Tafsiliyye : Edille-i Şer’iyye’nin (Şer’i delillerin) cüziyatından ibaret olup,Edille-i Şer’iyye ise dört kısımdır ;

Kitab

Sünnet

İcma

Kıyas

Edille-i Şer’iyye’nin birincisi Kitap K.Kerim:

Yukarıda zikredilen namazın farz olması,zinanın haram olması hükümleri,Edille-i Şer’iyye’nin birincisi olan Kur’an ile sabittir.

Edille-i Şer’iyye’nin ikincisi olan sünnet  :

Rasûlüllah (s.a.v) bir hadis-i Şerif’inde ; “Altın ve ipek,ümmetimin kadınlarına helal,erkeklerine ise haramdır.”

 

Edille-i Şer’iyye’nin üçüncüsü olan İcma:

Satıcı ile müşteri arasında icab,kabul (yani ; sattım,satın aldım gibi herhangi bir sözlü muamele) bulunmaksızın yapılan alış-veriş’in geçerli olduğuna alimler icma (söz birliği) etmişlerdir.

 

Edille-i Şer’iyye’nin döndüncüsü olan Kıyas:

 Bira ve viski gibi hakkında nass olmayan içeceklerin,iskar anlamında hakkında nas (ayet)  olan şaraba kıyas edilmeleriyle haramlılığının kendilerinde sabit olması.

 

 

 

 

 

 

 

Fıkıh ilminin konusu ise ;

“Ya namaz gibi yapılması veya mal gasbetme gibi terkedilmesi istenen yada yemek yemek gibi serbest bırakılan mükelleflerin fiilidir.”

Mükellef : İşlerine dini sorumluluklar yüklenen akıllı ve baliğ kişidir.
Hüküm   : Allah’ın hitabı ile sabit olan sıfattır.

 

 

 

FIKHIN FAİDESİ : 

    Dünya ahiret saadetine ermektir.Dünyada saadete nail olma,cehalet uçurumundan ilmin doruğuna ulaşmakla ve Allah’ın rızasına uygun şekilde amel yapmaya ve insanların lehine,aleyhine olan şeyleri (o insanlara) beyan etmeye güç getirmek ile gerçekleşir.Ahiret saadetine nail olmak ise,ebedi nimetlere mazhar olmakla gerçekleşir.

 

 Hadîsin lügat ve ıstılah manâsı:

 Lügat yönünden;

 kadim (eski) in zıddı cedtd (yeni) manâsına gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır.

Istılahı manada tarif;

Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur; bu bakımdan kelime, aynı manâda kullanılan sünnetin    müradifidir . Bazı hadîs uleması ise, hadis lafzım, yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine değil, sahabe ve tâbi-ûndan  nakledilen mevfküf ve maktü  haberlere  de ıtlak etmişlerdir;

 

Hadis İlminin konusu ve Faidesi:

  Hazreti Peygamberin görevi, genel manâda ve İslâm'ın koyduğu pren­sipler çerçevesi içinde, insanları tek Allah inancına davetten ibarettir. Bir bakıma bu görev, kendisinden önce gelmiş geçmiş peygamberlerin görevlerin­den farklı değildir. Bununla beraber görevin yürütülüşü yönünden diğerler-rinden ayrılan pek çok noktaları bulunduğuna da şüphe yoktur. Bu ayrılığın mühim bir kısmı, ona inzal olunan Kur'ân cihetinden gelir. Filhakika Allah Ta'âlâ, Hazreti Peygamberi, Kur'âm Kerîmi tebliğ etmekle görevlendirmiş ve bu hususta ona şu emri vermiştir:

 

 

TEFSİR BİLİMİNİN TANIMI VE AMACI

Tefsir kelimesi Arapçada, izhar etmek, keşfetmek, kapalı bir şeyi açmak anlamına gelen “fesr” veya benzer bir anlam sahip “sefr” kelimesinden türetilmiştir.

Terim olarak tefsir, yorum anlamında “Allah’ın kelamını açıklamak” veya “müşkül olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek” demektir. Tefsir ilmi ise; Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini insanların anlayabileceği şekilde açıklayan, ayetlerde geçen kapalı lafızları çözüp izah eden ilimdir.

Tefsir ile meşgul olmak, Kuranı anlama gayreti ve çabası içinde bulunmak birçok ayette müminlere tavsiye edilen bir husustur.

Müslümanların ilk ve temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Bu sebeple onun açıklanması ve anlaşılması Müslümanlar için son derece önemlidir.

Kur’an-ı Kerim’i açıklayan ilk kişi Peygamber Efendimizdir. İlk kuşaklardan itibaren Kur’an’ın anlaşılması için çeşitli yöntemler geliştirilmiş ve kitaplar yazılmıştır. İşte Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması için geliştirilen bu ilim dalına ‘tefsir’ adı verilmiştir.

Kur’an’ı tefsir edene müfessir denir. Hz. Peygamber devrinden bu güne, yüz binlerce müfessir Kur’an’ı tefsire çalışmışlardır. Bunların bir kısmı baştan sona Kur’an’ı yorumlamış, bir kısmı ise, ahkâm ayetleri, tasavvufi ayetler gibi belli konularda yoruma çalışmışlardır. “Kur’anî bilgiyi bir denize benzetecek olursak, her müfessir kendi kabı nispetinde ondan su alabilmekte veya taşıyabilmektedir.

 

T efsir ilmi, Kur’an-ı Kerimi açıklayan bir ilim olarak diğer dini ilimlere kaynaklık eder. Bu açıdan diğer dini ilimlerin anlaşılmasında tefsir ilminin önemli bir yeri vardır. Aynı zamanda tefsir ilmi de ayetlerin daha iyi anlaşılması konusunda özellikle hadis ilminden, dil ilimlerinden ve tarih ilminden yararlanır.

a. Hadis İlmiyle İlgisi: Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden öneme sahiptir:

Birincisi: Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilahî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an-ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”4 bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekatlarının sayılarını Peygamber Efendimiz (s.a.v.) açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da:

“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur.

 

kincisi: Hadisler, aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt (şart) altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir. Örneğin; Kur’an, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınları açıkladıktan sonra:

“… Bunlardan başkası size helal kılındı.”7 buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) de: “Bir kadın; halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızı ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz.”8 hadisi ile Kur’an’ın hükmünü tahsis etmiştir

b. Fıkıhla ilgisi: Ana kaynağı Kur’an olan fıkıh, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi, Kur’an’ın tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli usul ve kurallar dâhilinde inceler; ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar. Bu şekilde, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir biçimde açıklar. Bu inceleme ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler üzerinde yapılan yorumlar fıkhı hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir. Fıkıh ilmi Kuran’ın hukuk ve ibadet ile ilgili ayetlerini yorumlar.

Bu imlerin yanında ;Tarih ve Dil ilimleriyle  ve Akaid ve Kelamla gibi ilimlerle iç içe olup hedefleri Allah'ın bizlere iletmek istedikleri mesajları en iyi şekilde bizlere ulaşmasını sağlamaktır.

 

 

KAYNAKÇA

 

Tefsir Tarihi, Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu, Fecr yayınları , Ankara 2010

Hadis Usûlü, Talât Koçyiğit,  A.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, Ank. 1993

Hadislerle İslam, Komisyon, Hadislerle İslam, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara,  2013

 

Miftâhu-s-Saâde, Taşköprüzâde, Daru'l-Kütübü'l-Ilmiyye, Lübnan,1985 




0 Yorum - Yorum Yaz


ABDULKADİR DEMİR

14922701 Doktora

Mukayeseli Tarihler/Usuller Kıraati Hülasası Nedir?

(Bu konuda önce hadis, fıkıh ve tefsir tarihlerini kısaca özetleyerek işe başlamak istedim. Kütüphanemdeki bu alanda yazılmış olan eserleri okudum. Sonra özetlerini çıkardım. En sonda da genel olarak bir değerlendirme yaptım.)

A- HADİS TARİHİ: HHHHHHHHHHHhh

 

 Hüsalassssa

Hadis, bir sözün, bir hareketin, bir takririn veya bir sıfatın Rasül-i Ekrem’e izafesidir.[1]  Şeyhu’l-İslam İbnu Hacer Askalani: Şeriat örfünde hadisten maksat Rasul-i Ekrem’e izafe edilen şeylerdir.[2]  Hadis sözünü bizzat peygamber efendimiz de kendi sözü için kullanmıştır.[3] Hadis tabirinin tanımı yapılırken haber, eser ve kudsi hadis tabirlerinin de hadis tabiri ile ilgilerinden bahsedilmiştir.

a. Hadisin Tedvini:

Hadisler Hz. Peyamber döneminde yeterli derecede tedvin edilememiştir.  Çünkü sahabeler arasında okuma yazma bilen insan sayısı yeterli düzeyde değildi. Yazı malzemesi yeterli değildi. Ashab-ı kiramın çoğu Kur’an’ı ezberlemeye ve yazmaya ağırlık vermiştir. Hz. Peygamberin hadisleri sayılamayacak kadar çoktu.  Çünkü o her hadise ile ilgili bir şey söylüyor, her danışana bir cevap veriyor ve Kur’an’ın ayetlerini de izah ediyordu.  Ancak sahabe-i kiramdan bir kısmı, Rasul-i Ekrem’den duyduklarının çoğunu bazen de hepsini yazmak için büyük bir arzu duydular.

Vahiy asrının başlangıcında Kur’an’la karışma endişesinden dolayı hadislerin yazılması, kaydedilmesi yasaklanmıştı.  Vahiylerin büyük bir bölümü indirildikten ve vahiy katipleri ile diğer bazı Müslümanlar tarafından yazılması ve ezberlenmesi sebebiyle ortadan kalkan bu sakınca nedeniyle Hz. Peygamber kendi sözlerinin yazılmasına izin hatta (hususi ezin) ve emir vermiştir.

b. Hz. Peygamber Zamanında Yazılan Sahifeler:

Bazı sahabelerin Hz. Peygamberin hayatında birtakım hadisleri yazdıkları kesin olarak bilinmektedir.  Hatta bu konudaki umumi yasak kalktıktan sonra bir çok sahabe topladığı hadisleri yazmışlardır.  Bu yazılan sahifeler hakkında birtakım sağlam ya da zayıf bir takım bilgilere sahip olmakla beraber bu sayfaların izlerine rastlayamıyoruz.  Tirmizi, Buhari gibi hadis imamlarının verdikleri bilgilere göre bazı hadis sahifeleri şunlardır.

Sa’d bin Ubade el-Ensari, Abdullah bin Ebi Evfa, Semure b. Cündü,(v.60), Cabir b. Abdillah (v. 78), Abdullah b. Abbas (v.69), Ebu Hureyre (v. 58, Bu sahife Hemmam b. Münebbih yoluyla bize kadar ulaşmıştır). Abdullah b. Amr b. As (v. 65).  Asrı saadette yazılan sahifelerin en meşhuru Abdullah b. Amr b. As’ın bizzat Rasulüllah’tan yazarak topladığı Sahife-i Sadıka’dır.

c. Hulefa-i Raşidin Devri:

Bu dönemde de durum pek değişmemiştir. Halifeler asr-ı saadetteki sahabe kardeşleri gibi hadislerin şifahi rivayetine önem veriyor, yazılmasına muhalefet ediyorlardı.  Hz. Ömer, hadislerin tedvinine karar verdikten sonra bu karardan caymıştı. Ancak ashap ile istişare ettikten ve bir süre düşündükten sonra “Allah’a yemin ederim ki, ben O’nun kitabını bir şey ile asla karıştırmam” diyerek hadisleri yazma işinden vazgeçmiştir. Ancak daha sonraları bazı sahabelerin hadislerin yazılmasını tavsiye hatta açık açık emrettiklerini görmekteyiz. O dönemdeki bu endişenin ve işi sıkı tutmanın nedeni, hadislerin Kur’an’la karışma endişesidir.

 d. Tabiin ve Tebe-i Tabiin Dönemi.

Tabiin devrinde büyük, küçük, orta yaşta tabilerin hadislerin yazılmasına karşı oldukları hususunda bir çok rivayetle karşılaşırız. Bir müddet sonra da onların çoğunun bu konuda anlayışlı davrandıklarını, hadislerin yazılmasına cevaz verdiklerini veya buna teşvik ettiklerini görürüz. Orta yaşlı tabiiler döneminde hadislerin yazılması “resmi” bir iş durumuna gelmiştir.

Hicri 1. Yüzyılın sonlarına kadar devam eden büyük tabiiler devrinde birçokları hadislerin yazılmasına muhalefet etmiştir. Bunun nedenlerinden biri de kendi şahsi fikirlerinin yayılmaya başlaması idi. Kendilerinden hadis yazanların onun bir tarafına da kendi görüşlerini ve fikirlerini yazmalarından korkmaları idi.

Ömer b. Abdülaziz  (v. 101) müttaki bir halife olarak tanınırdı. Kendi hilafeti zamanında ilmin yok olup alimlerin zeval bulması endişesinden dolayı resmi olarak hadislerin tedvini için emir vermiştir. Halife Ömer b. Abdülaziz’in bu emrini Ebu Bekir b. Hazm’dır. Ancak halife bu çalışmayı göremeden vefat etmiştir.[4]

Orta yaşlı tabiiler hadis uyduranların icad ettikleri sözlerden sakındırıp dururken, tabiinin son tabakası, çeşitli fırka ve partileri takviye etmek maksadıyla uydurulmuş sözlerle karşılaştılar. Hadis metinlerini bu pervasız insanların oyuncağı olmaktan korumak için kendi asırlarında hadis tedvinini geliştirip yaymaya başladılar.  Bu dönemdeki tedvinin özelliği, hadislerin çoğunlukla sahabe ve tabiinin fetvalarıyla karışık bulunmasıdır.  Medine imamı Malik b. Enes’in (v.179) Muvatta’ı böyledir.

Hicri 2. Yüzyılın başında tebei-t tabiin devrinde alimler, sahabe ve tabiinin fetvalarından arındırılmış sadece sünnete tahsis edilmiş eserler meydana getirmeye çalışmışlardır. Bunlardan ilki Ebu Davut et-Tayalisi (v. 204) dir. Ahmed b. Hanbel’in (v. 241) Müsned’i bu konuda yapılan çalışmaların en yeterli ve en geniş olanı olarak kabul edilmektedir.

Bablara göre tasnif edilmiş olarak sırf sahih hadislerden oluşan eserler etbau etbau tabiin döneminde tedvin edilmişlerdir. Kütüb-i sitte diye anılan eserler de bu devirde meydana getirilmiştir.

Rivayet asrı olarak bilinen bu çağdan sonra gelenlerin yaptığı iş ise meşhur sahih hadis kitaplarını tezhip, şerh ve ihtisar etmek olmuştur.[5]

Hadisin tedvini sırasında elbette ki bir takım zorluklarla karşılaşılmış ve bu konularda da tedbir almak icap etmiştir. Hadis tedvini ve tahsili için yapılan yolculuklar, hadis alınan kişilerle ilgili yaşanan sıkıntılar ve alınan önlemler sonradan “Hadis Usulü” diye adlandırılacak olan sahaya yol açmışlardır. Gerek hadislerin çeşitli yönleri itibariyle gruplandırılması, gerekse “cerh ve ta’dil” denilen usulün disipline edilmesi hep bu dönemin ürünleridir.

Günümüzde ise teknolojinin de yardımıyla ve oluşturulacak güçlü ve donanımlı bir ekip maharetiyle artık hadislerin tertip, düzen ve ayıklanma çalışması ile lafız, mana, rivayet ve hüküm açısından değerleri ortaya konulmalıdır.

 

B- FIKIH TARİHİ:

Fıkıh tarihi deyimiyle vahiy asrından  (610-632) başlayıp, günümüze kadar devam eden İslam dininin teşri süreci kastedilmektedir. Konuya önce fıkhın tanımı ile başlayıp sonra da tarihi süreç üzerinden değerlendirme yapılarak konu açıklanacaktır.

Fıkhın Tanımı: Fıkıh, sözlükte bilmek ve anlamak demektir. Terim olarak ise; “mükelleflerin yapıp etmelerine ilişkin olarak sabit olan şer’i hükümleri bilmek” olarak tanımlanmıştır.[6]

Başlangıçta fıkıh olarak bilinen bu ilim sahası daha sonraları İslam Hukuku şeklinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Fıkıh tarihi genel olarak altı devir şeklinde ele alınarak işlenmiştir. Bunlar, Hazret-i Peygamber devri, Büyük yaştaki sahâbîler devri (hicrî 11-40 yılları arası), Küçük yaştaki sahâbîler devri (hicrî 41-100 yılları arası), Sünnet ve fıkhın tedvin edildiği, Cumhurun takdir ettiği büyük imamların ve müctehidlerin çıktığı devir (hicrî II. asrın başından, IV. asır ortalarına kadar), mezheplerin yerleştiği, âlimleri tarafından desteklendiği, münazara ve ilmî mücâdelelerin yaygınlaştığı devir (hicrî IV. asrın başlangıcından, Moğol vâlisi Hülâgu’nun Bağdad'ı istilâ edip, Abbâsî devletinin yıkıldığı 656/1258 tarihine kadar), bugüne kadar devam eden sırf taklid devri.[7] 

 

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci de bu tasnifi şöyle yapmaktadır: Hazret-i Peygamber Devri, Sahâbe-i Kirâm Devri, Tâbiîn Devri, Mezheblerin Teşekkülü Devri, Taklid Devri, Taknin Devri.[8]

 

1. Dönem: Hz. Peygamber Dönemi:

 

İslâm hukukunun teşekkül (teşri’) tarihinde en önemli devir Asr-ı Saadet veya Asr-ı Nebevî de denilen vahy devridir. Çünkü bu devir, İslâm hukukunun aslî kaynakları olan Kur’an-ı kerîmin nâzil olduğu ve Hazret-i Peygamber’in sünnetini izhar ederek bir takım emir ve nehyler (yasaklar) getirdiği bir devirdir.[9]

 

Hazret-i Muhammed’e 40 yaşında iken Cebrâil ismindeki melek vâsıtasıyla ilk vahy gelmiş ve kendisine peygamber olduğu bildirilerek yakın çevresine bunu tebliğ etmesi emrolunmuştur.[10]

 

Hz. Muhammed’e ilk vahiy, Hira mağarasında doğnumunun 40. Yılı Ramazan ayının 17. Gecesi indi. Son ayet ise, doğumunun 63. Ve H. 10. Yılı Zilhicce’nin 9. Haccı Ekber günü indi.[11]

 

Hazret-i Peygamber’in vahye muhatab olduğu yaklaşık 23 senenin (M. 610-632 22 yıl, 2 ay, 2 gün) ilk 13 senesi Mekke’de geçmiştir ve bu devrede gelen âyetlerin hemen tamamı, daha ziyade inanç esasları ile kısâs ve ahbâra (kıssa ve haberlere, yani geçmişte cereyan eden ve gelecekte cereyan edecek hâdiselere) dairdir. Bu devrede inen âyetlerin pek azı ahkâm ile alâkalıdır ve bunların da büyük çoğunluğu ibâdete ait ve bir kısmı da umumî (küllî) hükümlerdi.

 

Hz. Muhammed ve Mekke’li Müslümanlar 622 yılında eski adıyla Yesrip, yeni adıyla Medine’ye hicret etmiş ve orada yeni bir dönem başlamıştır. (Doğumunun 54. Yılı, Rebiül Evvel başlangıcından 63. Yılı Zilhicce’nin 9. Gününe kadar, toplam 9 yıl, 9 ay ve 9 gündür.) Bundan sonra Medine, müslümanların giderek çoğaldığı bir şehir oldu. Böylece bu yeni müslüman cemiyetinin ve devletinin ihtiyaç duyduğu hukukî hükümler birer birer vaz’edilmeye başlandı. İşte bu devirde bir taraftan ibâdetlerle ilgili hükümlerin vaz’ edilmesi sürerken, diğer bir taraftan da İslâm fıkhının sosyal yönü ağır basan aile, miras, savaş, alış-veriş, ceza, muhakeme hukukuna dar hükümler konulmuştur. Hazret-i Peygamber aynı zamanda bir devlet reisi, başhâkim ve ordu kumandanı olmak itibariyle, devlet idare etmiş, savaşmış, elçi göndermiş, yabancı elçileri kabul etmiş, sulh anlaşması yapmış, dâvâ dinlemiş ve hüküm vermiştir3. İşte bu sahalardaki söz ve fiillerinin hepsi, İslâm esas teşkilat, idare, kazâ, harb ve milletlerarası hukukunun hükümlerine esas teşkil etmiştir.

 

Bu devirde teşri’ usûlleri şöyleydi: Birincisi, bir hâdise vuku’ bulur, bunun hükmü Hazret-i Peygamber’den sorulurdu. Böyle bir soruya muhatab olan Hazret-i Peygamber önce vahy beklerdi. Bu meselenin hükmü kendisine açıkça veya mânâ olarak vahyedilince, O da bunu Eshâbına bildirirdi. Vahyin açıkça bildirilenine âyet, mânâ olarak bildirilenine ise sünnet denir.

 

Eğer bu bekleme neticesinde bir hüküm gelmezse bu takdirde Hazret-i Peygamber ictihad ederdi. Bu ictihadlarında yanılabilmesi câiz ise de, devamlı vahyin kontrolünde bulunması itibariyle aslâ yanlışlık üzere kalmaz; bir hatâ varsa vahy yoluyla bildirilirdi. Bedr esirleri kıssası buna misaldir.

 

Hazret-i Peygamber, Kur’an âyetlerinin sebeb-i nüzûlünü, nâsih ve mensûhunu, bunlardan hükümlerin suret-i istinbatını, Eshâbına izah ve beyan ederdi. Bunlar da, Hazret-i Peygamber’den aldıkları hükümleri talebelerine rivâyet ettiler. Bunlar da kendilerinden sonra gelenlere talim ve tebliğ ederek kitaplara geçmesini sağladılar. Böylece “ilim, sudûrdan, sutûra intikal etmiş oldu”.

Bazen de hiç bir hâdise vuku’bulmadan zamanı geldikçe bir meselenin hükmü bildirilirdi. Bu zamanın takdiri elbette şâri’e (kanun koyucuya) aitti. Bu hükümler, İslâm cemiyetinin nihayete kadar karşılaşacakları meselelerin hal tarzlarıdır.

 

Kur’an-ı kerîm yaklaşık 23 senede indirilmiştir. Sünnet de bu zaman zarfında sâdır olmuştur. Bu sebeple nassların bir kısmında hüküm birden değil, tedricen vaz edilmiştir. Şarabın yasaklanması, zinâ edenlere verilecek cezâlar, kocası ölmüş kadının iddeti gibi hususlarda da böyle bir tedricîlik vardır.

 

Vahy devrinde İslâm hukukunun delilleri tam olarak konulmuş; ne eksik, ne de fazla bir şey söylenmiştir.

 

Vahy devriyle alâkalı mühim bir husus da neshtir. Kur’an-ı kerîmin bazı âyetleri ile, Hazret-i Peygamber’in bazı tatbikatı muvakkaten vaz’ edilmiştir. Nesh, bu muvakkat hükümlerin mer’iyet (yürürlük) zamanının bittiğini haber vermek demektir. Nesh dört türlü olmuştur.

 

1.Kur’an-ı kerîm ile konulan bazı hükümler, yine Kur’an-ı kerîmin başka hükümleri ile neshedilmiştir.

 

2.Sünnet-i nebevî ile sâbit olan hükümler, yine başka bir sünnet ile neshedilmiştir.

 

3.Sünnet ile sâbit bir hüküm, Kur’an-ı kerîm ile neshedilmiştir.

 

4.Kur’an-ı kerîm ile sâbit bir hüküm, sünnet-i nebevî ile neshedilmiştir.

 

Hazret-İ Peygamberin İctihadları

 

Vahy devrinin bir hususiyeti, bizzat Hazret-i Peygamber’in vahy gelmeyen hususlarda ictihadda bulunması ve eshâbına da bu yolda izin vermesidir. Hazret-i Peygamber hukukî ihtilaflar söz konusu olduğunda hâkim sıfatıyla hükümler verirdi. Zamanla bu gibi işler çoğalınca eshâbından hâkimler tayin etmiştir. Bunlar kendi ictihadlarıyla hüküm vermişler, Hazret-i Peygamber de bunu tasvib etmiştir.

 

Sahâbe-i kirâmdan Hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Abdurrahman bin Avf, Abdullah bin Mes'ud, Mu'az bin Cebel, Huzeyfe bin Yemân, Ukbe bin Âmir, Amr bin el-Âs, Zeyd bin Sâbit, Ebu'd-Derdâ, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Selmân-ı Fârisî, Ammar bin Yâser ve Übeyy bin Kâ’b gibi önde gelenler, Hazret-i Peygamber zamanında ictihad ederek fetvâ ve hüküm vermişlerdir. Hazret-i Peygamber de bunların hükümlerini reddetmemiştir. Çünki bunların hepsi bizzat kendi öğrettiklerine dayanmaktaydı.

 

Hukuk Kaynağı Olarak Hazret-İ Peygamberin Hanımları

 

Hazret-i Peygamberin hanımları (zevcât-ı tâhirât), keskin zekâları, derin firâsetleri ile Hazret-i Peygamberin ibâdetleri ve ev içindeki hareketlerini haber vermenin yanında; bilhassa âile ve miras hukukunun teşekkülünde çok mühim bir rol oynamışlardır.

 

Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra ezvâc-ı tâhirât, Sahâbe ve Tâbiîn fukahâsının sual mercii olmuş; bilhassa müşkil âyet-i kerîmelerin mânâlarının izahı ve Hazret-i Peygamber’in muayyen hususlardaki tatbikatı, bu hanımlara sorularak öğrenilebilmiştir.

 

 

2. Dönem: Sahabe-i Kiram (Büyük Sahabeler Devri H. 11-40) Devri.

 

Bu dönemde bazı siyasi olaylar gerçekleşir. Şöyleki: Rasülullah’ın vefatı üzerine Hz. Ebu Bekir halife seçilir. Bir takım irtidat hadiseleri görülür ve halifenin kararlı tutumuyla bertaraf edilir. Hz. Ömer halife seçilir. Doğuda Bizans zeptedilir, batıda Mısır İslam ülkesine katılır, kuzeyde Suriye ve Ermenistan şehirlerine hakim olunur. Arap olmayan bir çok topluluk gruplar halinde Müslüman olur.  Daha sonra Hz. Osman halife seçilir. Doğuda ve batıda fütühat devam eder. Ancak onun şehit edilmesi fütühatı frenler ve Müslümanların birlik ve beraberliğine gölge düşürür. İslam alemi tek merkez (Medine) yerine Şam ve Kufe olmak üzere iki merkezden yönetilmeye başlanır. Sıffin savaşı vuku bulur. Yahudiler ve Müslümanların arasına sokulan münafıklar Müslümanların üç siyasi gruba ayrılmalarında etkili olmuşlardır. Cumhur, Şiiler, hariciler.  Bu fırkaların İslam teşriinde özel bir tesiri vardır.[12]

 

Kur’an bir Mushaf haline getirilmiş ve çoğaltılmıştır. Kur’an rivayetleri ile karışmaması için özellikle ilk dönemlerde hadis rivayetleri hoş karşılanmamış ya da çok temkinli davranılmıştır. Zorunlu durumlarda iki şahidin şehadetiyle rivayeti sabit olan hadisler üzerinde durulmuştur.

 

Kitap ve sünnetten şer’i hükümleri çıkarmak işiyle pek uğraşılmıyor ve geliştirilmesine çalışılmıyordu. Bir meselenin sorulması ya da bir olay vuku bulması halinde ilgili şer’i hüküm kitap ve sünnetten çıkarılmaya çalışılmıştır.  Bu sebepledir ki büyük sahabeler devrine ait olup da bize ulaşan fetvalar azdır. Olay önce Kur’an’da arıştırılmış onda bir cevap bulunamamışsa sünnete müracaat edilmiştir.  Re’yle hükmetmekle beraber ashap, bundan pek hoşlanmazdı.

 

Bu devirde fetva verenleri şöylece sıralayabilir. Dört halife, Abdullah ibn Mes’ud, Ebu Musa el-Eş’ari, Muaz ibn Cebel, Ubeyy b. Kab ve Zeyd b. Zabit’tir. Bunlar arasında en çok fetva verenler, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abudllah b. Mes’ud ve Zeyd b. Sabit’tir.  Zeyd b. Sabit özellikle feraiz konusunda çok fetva vermiştir.

 

3. Dönem: Küçük Yaştaki Sahabiler (Tabiin – Tebei Tabiin) Devri. (H. 41-100)

 

Bu devirde çok sayıda siyasi olay vuku bulmuştur. Müslümanlar arasındaki bölünmeler ve üç siyasi fırkanın (Ehli sünnet, havariç, Şia) zuhuru daha belirgin hale gelmiştir. Dönemin sonlarına doğru bir çok olaylar ve isyanlar çıkmıştır. İsyanlar bastırılmış ise de Emevi devletinin yıkılması yerine Abbasi devletinin kurulması çalışmaları gizlice sürdürülmüştür. Bu durumun teşri faaliyeti üzerinde büyük tesiri olmuştur.

 

Oluşan bu siyasi gruplar kaynakların kullanılması konusunda özellikle de sünnetin (hadisin) kullanılmasında diğer gruplara mensup Müslümanların sözlerine ve görüşlerine itibar etmezlerdi. Ehli sünnet ise sahih olmak kaydıyla bu nakilleri kabul etmiştir.

 

Büyük şehirlere yerleşen sahabelerin yanında yetişen tabiiler de fetva vermeye başlamışlardır. Hadis rivayeti çok yaygınlaşmış, rastgele hadis rivayeti engelleri kalkmıştır. Uydurma hadisler ve bu hadisleri rivayet eden kişiler ortaya çıkmıştır. Bazı sahabelere isnad edilen hadis sahifelerinin olduğu bilinmektedir. Ancak bu sahifelerin hepsini içine alan bir kitap yoktu ve bunlar toplu halde değillerdi.

 

Bu devrin bir başka özelliği Arap ırkından olmayan bir çok İslam aliminin yetişmesidir. Arap ırkına mensup olmayan Müslümanlara mevali denirdi. Kur’an ve sünnet ilmi mevali arasında süratle yayıldı. Büyük alimler yetişti. Abdullah b. Abbas’ın mevlası İkrime, Abdullah b. Ömer’in mevlası Nafi, Enes b. Malik’in mevlası Muhammed b. Sirin, Ebu Hureyre’nin mevlası Abdullah b. Hürmüz el-A’rec bunlara birer örnektir.

 

Hadis ve Re’y arasında niza’ çıkması ve her iki delilin yetkili İslam Uleması arasında taraftar bulması da bu dönemin özelliklerinden birisidir. Böylece hadis ehli ve re’y ehli diye iki grup fıkıhçı meydana gelmiştir. Hicaz alimlerinin çoğu ehli hadis, Irak alimlerinin çoğu ehli re’y idi. Irak’ın önde gelen fıkıhçılarından Ebu Hanife’nin üstadı Hammad b. Ebu Süleyman’ın hocası İbrahim b. Yezid en-Nehai (Kufeli) Irak fıkıhçılarından re’y ve kıyasta en çok meşhur olanlardın biriydi.

 

Fıkıh bu devirde layık olduğu tedvin ve tertip derecesini alamamıştır. Çünkü müctehitler için ışık tutacak bir takım kaideler henüz oluşmamıştır. Ancak bu dönemde Medine, Mekke, Basra, Kufe, Yemen, Şam, Mısır ehlinden bazı meşhur müftüleri şöyle sıralamak mümkündür. Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer, Ebu Hureyre (Medine), Abdullah b. Abbas b. Abdülmuttelip, İkrime Mevla İbn Abbas, Ata b. Ebi Rebah Mevla Kureyş (Mekke), Alkame b. Kays en-Nehai, Mesruk b. El-Ecda’ el-Hamedani, Şüreyh b. El-Haris el-Kindi (Kufe), Enes b. Malik el-Ensari, Muhammed b. Sirin Mevla Enes b. Malik, Katade b. Diame ed-Devsi (Basra), Abdurrahman b. Ganim el-Eş’ari, Kubeyse b. Züeyb, Mekhul b. Ebi Müslim, Ömer b. Abdülaziz b. Mervan (Şam), Abdullah b. Amr b. el-As, Ebul-Hayr Mersed b. Abdullah el-Yezeni (Mısır), Tavus b. Keysan el-Cündi, Vehb b. Münebbeh es-Sanani (Yemen).

4. Dönem: Müctehitler (Mezheplerin Teşekkülü) Devri.

 

Bu devirdeki teşri hicri ikinci asrın başından dördüncü arsın ortalarına kadardır. Sünnet ve fıkhın tedvini ile cumhurun takdir ettiği büyük imamların ve müçtehitlerin çıktığı devirdir. Emevilerin dönemi bitmiş yerine Abbasiler hilafeti devralmışlardır. Emevilerin ileri gelenlerinden birisi Endülüs’e giderek burada bağımsız bir devlet kurdu. Böylece ilk defa İslam devleti ve ülkesi fiilen ikiye bölünmüş oldu. Hicri 132 de devleti Emeviler’den devralan Abbasiler hicri 330 tarihlerine gelindiğinde gücünü ve hakimiyetini yitirmiş sadece ismi kalmış idi. Yönetim Türk, Acem, Deylem ve Berberiler arasında dağılmıştı.

 

Bu devirde Bağdat şehri kuruldu ve merkez olarak kullanıldı. Endülüs Emevileri Kurtuba şehrini merkez olarak kullandılar. Kirvan (Afrika), Fustat (Mısır), Dımeşk (Şam), Kufe, Basra, Merv, Nisabur önemli ilim merkezlerindendi. Bu merkezler aynı zamanda ticaret, sanat ve ziraat alanlarında da büyük gelişmeler sağlamış şehirlerdi.

 

Üçüncü devrin sonlarından itibaren ilmi hareketler başlamıştı.  Bu devirde ise neşv-ü nema bularak büyük bir gelişme kaydetmiştir. Bu iki sebebe bağlanabilir: Birincisi; Arap olmayan milletlerin (Türkler, İranlılar, Mısırlılar…) İslam dinini kabul etmesidir. İkincisi de; bu devrin başlarından itibaren Farsça kitapların Arapçaya tercüme edilmesidir. Bu eserler geniş çapta yayımlanarak kelamcıların bilgilerinin oluşmasında büyük tesirler meydana getirmiştir.

 

Diğer taraftan bu devirde Kur’an nüshaları her tarafa yayılmış ve aynı zamanda her tarafta hafızlar yetiştirilmiştir.  Bu durum farklı bölgelerde farklı kıraatlerin oluşmasına da zemin hazırlamıştır.  Mesela; Medine’de Nafi’ bin Ebi Naim Mevla Caune, Mekke’de Abdullah b. Kesir Mevla Amr b. Alkame, Basra’da Ebu Amr b. el-Ala el-Mazini, Şam’da Abdullah b. Amir, Kufe’de Ebu Bekir Asım b. Emi-n Necud, Hamza b. Habib ez-Zeyyad, Ebu’l Hasan Ali b. Hamza el-Kisai Mevla Beni Esed. Kurra-i Seb’a diye meşhur olanlar bunlardır.

 

 Sünnetin tasnif ve tedvini de bu devirde (aynı konu hakkındaki hadislerin bir araya toplanıp yazılması) öne çıkan hususlardandır. Yapılan ilk çalışmalarda hadisler sahabiler ve tabilerin sözleriyle karışık bir durumda yer alıyordu. Daha sonraki hadis tedvincileri yeni bir metotla sadece Rasülullah’ın hadislerini yazmayı uygun buldular. Bu çalışmada ortaya çıkan eserlere Müsned adı verildi.  Daha sonra da seçme hadis yazma dönemi başlamıştır. Sahihayn, kütübi sitte gibi eserler bu dönemin ürünleridir. Sünnet müstakil bir ilim haline gelmiş, cerh ve tadil ricali oluşmuştur.

 

Bu devrin dikkat çeken özelliklerinden birisi de şer’i hükümlerin çıkarıldığı usül ve kaynaklar hakkında (özellikle de sünnetin kaynak olma durumu) fıkıhçılar arasında çıkar çetin tartışmalardır. Fıkhın kaynağı olma konusunda kıyas, icma, re’y ve istihsan da tartışma konusu yapılmıştır. Diğer taraftan usul-i fıkhın tedvini, fıkhi ıstılahların tedvini, üstünlükleri cumhur tarafından kabul edilen seçkin fıkıhçıların ortaya çıkması, mezheplerin tedvini ve etrafa yayılması  da bu dönemde olmuştur. Ebu Hanife (80-150), Malik b. Enes b. Ebi Amir (93-179), eş-Şafii (150-204), Ahmet b. Hanbel (164-241), Şiilerin imamları (Hasan b. Ali b. Hasan b.Yesid b. Ömer b. Ali,Hasan b. Zeyd b. Muhammed b. İsmail b. Hasan b. Zeyd.), mensupları kalmamış mezhep imamları (Ebu Amir Abdurrahman b. Muhammed el-Evzai (88-157), Zahiri lakabıyla meşhur Ebu Süleyman Davud b. Ali b. Halef el-İsbehani (202-?), Ebu Ca’fer Muhammed bin Cerir et-Taberi (224-?). Haricileri de burada zikretmek gerekir.

 

Fıkhi Mezheplerin görüşlerini içeren ahkama ait kitaplar da bu devirde tedvin edilmiştir.

 

 

5. Dönem:  Taklit Devri.

 

Bu devir hicri 4. Asırdan başlar Abbasi devletinin yıkılışı olan 657 tarihine kadar (M. 13.14. asırlar) devam eder. Mezheplerin yerleştiği, alimler tarafından desteklendiği, münazara ve ilmi münakaşaların yaygınlaştığı bir devirdir.

 

Taklid; şer’i hükümleri muayyen bir imamdan almak ve onun fetvalarına dinin esasları imiş gibi uymak gerekliliğini duymaktır. Önceki devirlerde fıkıhçılar kitap ve sünnetle iştiğal ederlerken bu devrin fıkıhçıları muayyen bir imamın kitaplarıyla iştiğal ederek o imamın çıkardığı hükümleri, metot ve yöntemlerini öğrenmeye gayret etmişlerdir. İmamın verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendileri için caiz görmezlerdi. Bu dönemde taklid ruhunun yaygınlaşmasında şu sebepler etkili olmuş olabilir. İmamların yetiştirmiş oldukları alimlerin bu devirde bulunmuş olmaları, kadılık meselesi (kadılara karşı olan güvenin azalması neticesinde onların belli bir mezhebe göre hüküm verme lüzumunun hissedilmiş olması),bazı mezheplerin tedvin edilmiş ve gelişmiş olması.

 

Bu devrin özelliklerinden birisi de münazara ve mücadelenin yaygınlaşmış olmasıdır.  Hemen hemen bütün belli başlı büyük şehirlerde sık sık toplantılar düzenlenir o yerin iki büyük alimi arasında münazara tertip edilirdi. Münazara kaideleri hakkında kitapları telif edilmiş ve bu iş bir ilim dalı haline dönüşmüştür.

 

Şia mezhepleri olan Zeydiyye ve İmamiyye’ye ek olarak İsmailiyye mezhebi kurulmuştur. Bu dönemin fıkıhçılarından bazıları şunlardır: Hanefilerden; Ebul Hasan Ubydullah b. el-Hasan el-Kerhi (h.260-340), Ebul Leys Nasr b. Muhammed es-Semerkandi (?-373), Ebul Hasan Ahmet b. el-Kuduri el-Bağdadi (h. ?-427), Malikilerden; Muhammed b. Yahya b. Lübabe el-Endülisi (H.?-326), İsmail b. Mekki el-Avfi (h. ?-581). Şafiilerden; Ebu ishak İbrahim b. Ahmet el-Meruzi (h.?-340), Ebul Hasan Ali b. Muhmmed el-Maverdi (H.?-350).

 

6. Dönem: Taknin ya da Sırf Taklid Devri.

 

Hicri 657’den bu güne kadar devam eden devirdir. Bu devrin siyasi durumuna baktığımızda büyük ve köklü bir ırka mensup olan Türklerin İslam ülkelerine hakim olduğunu, hemen hemen her tarafta devlet idaresini ellerine geçirdiklerini görüyoruz. Avrupanın büyük bir bölümünün onların ellerine geçmesi, İstanbul’un fethi, Bağdat’ın Mısır’ın yönetimini ellerine almaları, hilafeti Kahire’den İstanbul’a taşımaları, Endülüs medeniyetinin sona ermesi gibi olaylar bu dönemde yaşanmıştır.

 

İctihat meselesi bu devirde duraklamıştır. Bu devirde yetişen alimler taklit prensibine sımsıkı sarılmaktan başka bir şey yapmamışlardır. İctihat kapısının kapandığı ifade edilmiş, bu sürede daha önceden yazılmış olan kitaplara müracaat etmekle yetinilmiştir.

 

Bu dönemde ilimler sahasında, özellikle de dini ilimler sahasında bir gerileme başlamıştır. Bunun sebepleri şöylece sıralanabilir: İslam alimleri arasında olması gereken irtibatın kesilmesi (ayrı ayrı yerlerde oturmaları sebebiyle).  İmamların eserleriyle aradaki bağların kesilmiş olması. Eserlerin yeterince okunup mütalaa edilmemesi, değer görmemesi ve öğretim sistemi.

 

Muhtasar yani kısaltma çalışmaları da bu dönemin önemli özelliklerinden birisidir. Kısaltma yapılan eserler bazen bilmeceye dönüşmüşlerdir.[13]

 

 

C- TEFSİR TARİHİ:

 

Tefsir kelimesi lügatta فسر veya   سفر   köklerinden تفعيل     vezninde bir masdardır. Fesr, beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek ve üzerine kapalı bir şeyi açmak gibi manalara gelir.  Istılah olarak ise, “müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir” diye tarif edilmiştir. Bu kapalılık kelamın sahibinden  bir beyana muhtaç olur. Onun için hakiki tefsir, Allah ve Rasülünün beyanı ile yapılandır. Bu anlamın dışındakiler te’vil içerisinde mütalaa edilirler.

 

 Tefsirin yanı sıra kullanılan bir başka kelime Te’vil’dir.  Te’vil kelimesinin aslı geri dönmektir. Tef’il kalıbında olunca, açıklamak, beyan, tefsir, izah, terceme, netice gibi anlamlarda kullanılır.  Istılah olarak ise, zahiri mutabık olan manayı iki ihtimalden birine reddetmektir.[14]

 

Tefsir tarihi Kur’an vahyinin tek muhatabı olması hasebiyle doğal olarak Hz. Muhammed (sa.v.) ile başlar. Sahabe ve Tabiinle devam ederek günümüze kadar ulaşır.

 

1. Dönem: Hz. Peygamber Zamanında Tefsir:

 

Kur’an, ümmi olan Hz. Peygamber’e Arap dili ve üslubu ile nazil olmuştur. O da nazil olan bu vahyin garaz ve maksadına tabi olarak anlıyordu.

Onu Kur’an tefsirine sevk eden en büyük amil, şüphesiz İslamiyetin kendisinden olan emridir. Çünkü Kur’an kendisi üzerinde düşünülmeyi istemiş, kapalı olan bir ayet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğ ve teybinle mükellef kılmıştır. Bu nedenle Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki önemli kaynağı, Kur’anı Kerim ve Hz. Muhammed’in kendisi olmuştur.[15] Buna kısaca Kur’anın Kur’anla tefsiri ve Sünnetin Kur’anı tefsiri diyebiliriz.

 

Hz. Peygamberin tefsir örneklerinden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: a) Fatiha suresinde geçen (Mağdubi aleyhim..) ve (Ed-Dallin) kavramları ile ilgili olarak birincisinden Yahudilerin, ikincisinden de hristiyanların anlaşılması gerektiği yönündeki rivayet.  b) Bakara 238. Ayette geçen “Salat-ül Vusta” nın ikindi namazı olarak açıklanması.   c) Bakara 187 de geçen “beyaz iplik-siyah iplik meselesi” bu ayetin zahirinde olduğu gibi iki farklı renkteki ipliklerin birbirinden ayırt edilmesi değil, karanlık ile aydınlığın birbirinden ayıt edilebilecek duruma gelmesi şeklindeki açıklaması.

 

Bu dönemin özelliği, Kur’an’ın ilk muhatapları olan insanların kendi anadilleriyle indirilmiş olan bu kitabı, onun niyet ve maksadını anlayabiliyor olmalarıdır. Anlayamadıkları kısımları da bu konuda en yetkili zat olan Hz. Peygambere soruyorlardı. Onların sorularına cevap vermek, anlaşılmayanı anlaşılır hale getirmek zaten onun peygamberlik vazifesinin gereğidir. Ancak Hz. Peygamberin yaptığı tefsirde müteahhirun ulemasının yaptığı gibi bir tefsir aranmaz. Onda şeriat ve ahkamda Allah’ın muradını beyan vardır. Müteahhirun uleması ise, tefsirinde lügat, beyan ve daha pek çok husus vardır. [16]

 

2. Dönem: Sahabe Devrinde Tefsir.

 

Hz. Peygamberden sonra Tefsirde en yetkili kişiler doğal olarak sahabelerdir. Çünkü onlar nüzul asrını en yakından yaşamış, bizzat olayların içinde yer almış insanlardır. Ancak Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan durumlar ve sorulara çözüm bulma görev ve sorumluluğu da onlarındır.

 

Bu dönemde tefsirde belli başlı dört kaynaktan faydalanılmıştır. Bunlar; Kur’an’ı Kerim, Hz. Peygamberin sünneti, İctihad - Re’y  ve diğer ilahi kitaplar ve ehl-i kitaba müracaattır. Sahabenin tefsir ilmi açısından önemlerini şu iki sebeple açıklayabiliriz. Bunlardan birincisi sarsılmaz mutlak imanları, ikincisi de hadise ve sebepleri müşahede edip, hadiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleridir. Bütün sahabelerin Kur’an’ı icmalen ve tafsilen aynı ölçüde anlamaları mümkün olamazdı.

 

Hz. Peygamberin vefatından sonra Kur’an’ın tefsirinin yapılıp yapılmaması konusunda bazı sahabeler “bu iş Allah adına söz söylemek gibi bir mana içermektedir” düşüncesiyle yüklenecekleri mesuliyet bakımından kaçınmışlardır. Ancak kendilerine yöneltilen soruları, ortaya çıkan problemleri de karşılıksız bırakamazlardı. Sahabenin tefsirinden bazı örnekleri şöylece verebiliriz. a) Bakara suresi 183-184-185. Ayetlerde bahsi geçen oruç tutması gerekenlerin durumu ile ilgili olarak “yutıgunehu” – (güç yetiremeyenler) kelimesi bazı sahabeler tarafından tam anlaşılamamış ve oruç güç gelen kimseler fidye vermek suretiyle orucu terk etmişlerdir. Bundan sonra nazil olan “Sizden bu ayı idrak eden onda oruç tutsun…” ve devamındaki ayetler inip oruç hakkındaki hükümler tamamlanmıştır. Bu durumda önceki ayet mensuh mudur, değil midir konusu tartışılmıştır. İbn Abbas ve İbn Ömer bu konuda farklı görüşlere sahiplerdir. b) Enfal 22. Ayette geçen sağır ve dilsizlik halinden bahsedilmektedir. Burada anlaşılması gereken ruhen sağır ve dilsiz olmaktır.  Ancaka İbn Abbas bu şahısları Kureyş’in bir kolu olan Abdu’d-Dar oğullarından bir gruba tahsis etmektedir. Böylece Bedir harbinde Abdu’d-dar oğullarının oynadıkları rolün ehemmiyetini bildirmektedir. c) Rahman 29. Ayetini “Allah her gün veya her an bir hal ve iş (şe’n) dedir.”  Ebu’ Derda yaşayışındaki zühd ve takva ile açıklamaya çalışmıştır. Yani, O sadece günahları mağfiret buyurmak, sıkıntıları açmak ve bazılarını yükseltip bazılarını olduğu yerde bırakmak O’nun şanındandır, diye izah etmiştir. Halbuki bu işlerden başka diğer bütün işler bu ayetin  muhtevası içine girebilmektedir.

 

Sahabenin tefsirdeki metoduna gelince, onlar bunu Hz. Peygamberden işittikleriyle ya da kendi içtihatlarıyla yapmışlardır. Kendi içtihatlarıyla yaptıkları tefsirlerde sahabenin kültür bakımından birbirinden farklı olmaları, Kur’an’ın kendine has bazı özellikleri ihtiva etmesi, Arap dilinin konuşma dili olarak zenginliği, fakat yazı dili olarak nakta ve harekeden mahrum oluşu gibi sebepler bu konuda bazı ihtilaflara yol açmıştır. Konuyu özetlemek gerekirse sahabe asrında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir. Sahabe Kur’an’ı tamamen ve sıra ile tefsir etmemiştir.  Aralarındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil nev’i ihtilafıdır. İcmali mana ile yetinilmiştir. Ahkam ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır. Bu konuda şöhret kazanan bazı sahabeler şunlardır: Ali b. Ebi Talip (ö. 40/661), Abdullah b. Mes’ud (ö.32/652), Ubeyy b. Ka’b (ö. 19/640), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688), Ebu Musa’l Eş’ari (ö. 44/664), Zeyd b. Sabit (ö.45/665), Abdullah b. Zübeyir (ö. 73/692). Banların dışında bazı sahabelerden de tefsir  rivayetleri gelmişse de diğerlerine nisbeten daha azdır.[17]

 

3. Dönem: Tabiiler Devrinde Tefsir.

 

Tabiin döneminde İslam Devletinin sınırları genişlediği ve farklı milletlerden insanlar İslam dinine girdikleri için ortaya çıkan yeni sorunlar da olunca ictihat fikri ön plana çıkıyordu. Çünkü daha önceden İslam’da revaçta olan ilim ve maarif, Kur’an’ın hıfz ve tefsiri, hadislerin isnad ve hıfzından ibaretti.  Bunlarla meşgul olanların çoğu da mevalidendi.

 

Tabiiler tefsiri sahabeden duyma yoluyla nakletmişlerdir. Hakkında bu yolla alınan bilgi olmayan konularda ise içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Rey ile tefsir faaliyeti sahabe döneminde de vardı. Ancak tabiiler döneminde bu daha açık ve belirgin olarak görülmektedir.

 

Diğer taraftan farklı dil, kültür ve medeniyetlerin etkisiyle tefsirde israiliyat olarak bilinen şeyler de ortaya çıkmıştır. Arap dilinin mazbut bir gramerinin bulunmaması sebebiyle kelime iştikaklarında hatalar ortaya çıkmıştır.

 

Tabiiler rey ile yaptıkları tefsirlerde kendi fikirleriyle birlikte, yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, örf ve adetlerini, ön yargılarını da sosyal bir vakıa olarak aksettirmişlerdir. Anlayış farklarının tefsir hareketinde meydana getirdiği çeşitli görüşlerin en mühimlerinden biri, belki de en önemlisi İsrailiyattır.

 

İlk defa sahabe devrinde girmeye başlayan israiliyat, tabiiler ve daha sonraki nesiller döneminde, ehli kitaptan çok sayıda kimsenin Müslüman olmasıyla geniş boyutlara ulaşmıştır. Tabiiler döneminde ehli kitaptan alınanlar sahabeye göre daha çok olmuştur. Çünkü bu dönemde Kur’an’ı baştan sona kadar tefsir etmeye çalışan kişiler, arada oluşan boşlukları Yahudi ve Hristiyan haberleri ile doldurma yoluna gitmişlerdir.

 

Bu dönemin önemli hadiselerinden birisi de ilim medreselerinin teşekkül etmeye başlamış olmasıdır. İslam topraklarının genişlemesiyle etrafa dağlan sahabeler gittikleri yerlerde insanlara bildiklerini anlatmışlar, tabiiler de öğrendiklerini kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir. İşte tam bu noktada ilim medreseleri oluşmaya başlamıştır. Tefsir sahasında Mekke, Medine ve Irak medreseleri meşhur olmuştur.

 

Tabiilerin tefsiri ile sahabenin tefsirleri arasında şu farklardan söz edilebilir. Sahabeler Kur’an’ın tamamının tefsirini yapmadılar, muğlak, kapalı ve anlaşılması zor olan yerleri açıklamaya, iniş sebeplerine vakıf oldukları ayetleri sebeple hüküm arasında bir münasebet tesis ederek açıklığa kavuşturdular. Tabiiler ise Kur’an’ın bütün ayetlerini tefsir eder duruma gelmişlerdir. Sahabeler döneminde Kur’an’ın manalarının anlaşılması konusunda ihtilaflar çok değildi. Tabiiler devrinde ise bu ihtilaflar çoğalmaya başlamıştır. Sahabeler ayetlerin icmali bilgileriyle yetinirken daha sonra her ayet ve her kelime için tefsirler yapılmaya başlanmıştır. Sahabeler döneminde mezheplere bağlı ihtilaflar neredeyse hiç yokken, tabiiler döneminde böyle bir durum ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır. Sahabe devrinde tefsir tedvin edilmemiştir, tabiin devrinde ise tedvin işine başlanmıştır. İlk devirlerde tefsir, hadis ilmi içinde mütalaa edilirken daha sonra müstakil tefsir kitapları meydana getirilmeye başlanmıştır. Yine ilk devirlerde kitap ehline müracaat azdı. Daha sonraki dönemlerde bunda ciddi artışlar olmuştur.[18]   

 

Tabiinin bazı müfessirlerini şöylece sıralayabiliriz: Medine Medresesi: Hocası Sahabeden Ubey b. Ka’b,  Tabiinden, Ebu’l Aliye er-Riyahi (ö.90), Muhammed b. Ka’b el-Kurezi (ö. 118). Irak Medresesi: Hocası Sahabeden Abdullah b. Mes’ud, Tabiinden, Alkame b. Kays (ö. 62), Hasan el Basri (ö. 110)Mekke Medresesi: Hocası sahabeden Abdullah b. Abbas, Tabiinden Said b. Cübeyr (ö. 95), Mücahid b. Cebir (ö. 103), İkrime (ö. 105), Tavus b. Keysan (ö. 106). Diğer önde gelen tabiun müfessirleri: Muhammed b. Sirin (ö. 105), Süddi el Kebir (ö. 127).

 

4. Tabiiler Devrinden Sonraki Dönem.

 

Tabiun döneminde tefsir ilminin tedvinine başlanmış ve yazılı bir temele oturmuştu. Ancak bu dönemde yazılan tefsirlerin hiç biri bugün elimizde mevcut değildir. Tabiundan sonraki devirlerde de bu çalışmalar devam etmiş, fakat bu eserlerin de çok azı elimize ulaşabilmiştir. Bugün elimizde olan ve Kur’an’ın baştan sona tefsirini ifade eden en eski eser Mukatil b. Süleyman (ö.150/767)’ın eseridir. Siyasi fikirleri yüzünden çokça eleştirilen Mukatil, Mücahit ve Dahhak vasıtasıyla ibni Abbas’ın talebesidir. Siyasi açıdan Zeydiyye, kelam yönünden Mürcie olduğu, Müşebbihe fırkasının önemli bir kanadının önde gelenlerinden olduğu söylenir. Onun haberleri Buhari ve Nesai tarafından kabul edilmez, Ebu Davud metruk olduğunu söyler, Ahmed b. Hanbel ise onun tefsir yönünü kabul eder.

 

Bu alandaki bir diğer tefsir Ali b. Ebi Talha (ö. 143/760)’nın tefsir sahifesidir. Bu eserin el yazmaları günümüze ulaşamamıştır. Buhari, Taberi, İbn ebi Hatim ve İbnül Münzir gibi önemli şahsiyetler bu eserden nakillerde bulunmuşlardır.

 

Süfyan b. Said es-Sevri (ö. 161/778)nin tefsiri de önemli eserlerden biridir. Es-Sevri Kufe’nin sika muhaddislerinden olan Said b. Mesruk’un oğludur. Kitabüt Tefsir adlı eseri 1965 yılında bir cilt halinde Hindistan’ın Rampor şehrinde basılmıştır. Bundan başka Yahya b. Sellam (ö.200/815)’ın eseri, Abdurrezzak b. Hemmam (ö.21/827)’ın tefsiri örnek olarak verilebilir.

 

Hicri ikinci asrın başından itibaren başka milletlerin İslam dinine girmeleri, Arapçayı öğrenmeleri ile birlikte Arap dili filolojisi gelişmeye başlamıştır. Arap grameri hakkında eserler yazılmaya başlanmıştır. Arap dilinin önemli bir kaynağı olan Kur’an  da bu açıdan değerlendirilmeye tabi tutulmuş, onun üzerinde dilbilimsel çalışmalar yapılmıştır. Garib’ül Kur’an, Me’an’il Kur’an, Mecaz’ül Kur’an adlı eserler bunlara birer örnek sayılabilirler. Bu eserler Kur’an’ın bütün ayetleri üzerinde tek tek durmamışlar, mecaz, i’rab gibi hususlar yanında garip lafızları konu edinmişlerdir. Genel olar lügavi (filolojik) tefsirler de denen bu çalışmaların pek azı günümüze ulaşabilmiştir.

 

El-Ferra (ö.207/822)’ın Me’an’il Kur’an’ı, Ebu Ubeyde (ö.210/825)’nin Mecaz’ül Kur’an’ı, İbn Kuteybe (ö.276/889)’nin Te’vil’ü Müşkil’il Kur’an’ı bu çalışmalara örnek olarak zikredilebilir.[19]

 

İslamda tefsir hareketlerine hız veren amillerden biri ve belki de en mühimi, İslam’ın birinci asrından itibaren gerek dini ve gerekse siyasi bir anlayışla zuhur etmeye başlayan fırkalar olmuştur. Bu fırkalar gittikleri yolun doğruluğunu isbat için Kur’an’a başvuruyorlardı. Bu fırkalar üzerinde yabancı tesirler de eksik değildi. Ancak fırkalaşmada rol oynayan asıl sebep İslam’ı anlayış biçimidir.

 

İslam’daki fırkaların fikirler birkaç kısma ayrılır. Bunlar, içtimaiyat, iman, siyaset ve ahlaktır. Bunların hepsi Kur’an’a kendi akidesi açısından bakmış ve onu o şekilde yorumlamıştır. Dolayısıyla da her fırkanın bir tefsiri olmuştur denebilir. Ancak fırkalara ait bu tefsirlerden elimizde olanlar fazla değildir. Bu fırkalar ve tefsirleri genel olarak Mutezile, Şia ve Hariciler olarak değerlendirilmiştir.

 

Bunlardan Mutezile, Hişam b. Abdilmelik zamanında yaşamış olan Vasıl b. Ata (ö.80/131)’nın mezhebidir. Emeviler döneminde çıkmış ancak Abbasiler döneminde İslam fikriyatını meşgul eden bir fırka olmuştur. Akıcılığı esas almışlar ve selef yolunun bir çok esaslarını tanımamışlardır. Mutezilede usulü hamse denilen beş esas vardır. Bunlar, tevhit, adl, va’d ve vaid, elmenzile beynel menzileteyn, emri bil maruf nehyi anil münker. Abdülcebbar b. Ahmed’in “Tenzih’ül Kur’an Ani’l Matain ve Meteşabihil Kur’an’ı, Zemahşeri’nin Keşfüz Zünun’u, bu alanda yazılmış tefsirlerden iki tanesidir.

 

Şia’ya gelince, onlar Hz. Peygamber’in vefatından sonra İmametin Hz. Ali’ye ait olduğuna ve hilafete de en layık olanın Ali olduğuna inanan fırkadır. Siyasi bir görüşle ortaya çıkmıştır ve İslam’ın ilk mezheplerindendir.  Şia mezhep ve akide yönünden pek çok gruplara ayrılmıştır. Aralarındaki ihtilaf genellikle iki esasta toplanabilir. A.Hilafete Ali daha layıktır, diğer halifelerin durumunu tayin etmek. B. Hz. Ali’den sonra gelen oğullarının ve torunlarının hangisinin imamete daha layık olduğu meselesidir. Şia her devirde siyasi bir fırka olarak görünmüş ve gayesine ulaşabilmek için “takiyye” esasına riayet etmiştir. İsmailiyye, İmamiyye, Zeydiyye gibi kolları vardır.

 

Haricilere gelince onlar da Şiilik gibi Hz. Ali zamanında bir mezhep olarak ortaya çıkmış siyasi fırkalardan biridir. Şia’nın bir aksülameli olarak görülebilir. Çeşitli görüşleri bakımından 20’ye yakın hizbe ayrılırlar. Bunlardan en meşhur olan dört tanesi şunlardır. Ezarika, Necedat, Sufriyye, İbadiyye.  Hariciler, nassların zahiri ile  iktifa eden, akidelerine sağlam bir şekilde bağlı olan kişilerdir. Diğerlerinde olduğu gibi bunların tefsirlerinden de elimize ulaşan olmamıştır. Bu konuda örnek olarak, Abdurrahman b. Rüstem el-Farisi ve eseri, Hud b. Muhakkem el-Huvvari, Ebu Ya’kup Yusuf b. İbrahim el-Vercülani ve eserinden söz edilebilir.[20]

 

D. Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihi Okumaları Değerlendirmesi.

 

Buraya kadar çok kısa bir şekilde özetin özetini vermeye çalıştığımız Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihi ile ilgili olarak genel bir değerlendirme yapmamız gerekirse şunları söylemek mümkün olabilir.

 

İndirilmeye başlandığı günden bugüne yaklaşık 1400 yıl geçmiş olan Kur’an, gerek bir bütünlük içinde, gerekse ayrı ayrı bilim dallarının konusu olarak incelendiğinde elde edilen en önemli sonuç, onun kendinden önceki ilahi kitapların karşı karşıya kaldığı değiştirilme ya da kaybolma gibi bir durumla karşılaşmadan Allah’tan indirildiği gibi ve orjinal şekliyle elimizde bulunuyor olmasıdır.  Bu durum, onun insanlığa rehber ve hidayet kaynağı olması, dünya ve ahiret hayatının anlam kazanması, en mükerrem varlık olarak yaratılan insanın mahiyetinin ve sorumluluğunun anlaşılması, fıtri ve tabii kanunların çözülmesi, gerçek mutluluğun insan oğluna gösterilmesi, var oluşun gizemlerinin açığa çıkarılması ve benzeri daha insanların çözmeye çalıştığı pek çok konuda en güvenilir, en doğru ve en orijinal bir kaynak olduğunu, insanlığın en çok onu okuması, anlaması ve tetkik etmesi gerektiği sonucunu doğurmaktadır.

 

İnsanlık için böylesine önemli olan bu Yüce ve Kutlu kitap için, onun anlaşılması ve insanlara hidayet kaynağı olarak hizmet vermesi için tarihi süreçte onunla ilgili olarak Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimleri başta olmak üzere Temel İslami Bilimler diyebileceğimiz belli başlı ilimlerde çok yönlü ve derinlemesine çalışmalar yapılmış, bu konuda usuller, yöntemler belirlenmiş, örnekler tespit edilmiş, kıyaslamalar yapılmış ve sahanın uzmanları görüşlerini ortaya koymuşlar, görüş birliğine varmışlar ya da ayrı düşmüşler. Ama bütün bu çalışmalar sırf Kur’an’ın doğru biçimde anlaşılabilmesi ve insanlara anlatılabilmesi, hayata doğru ışık tutmasının sağlanabilmesi uğruna yapılmıştır.

 

Bu çalışmaların ilki doğal olarak vahiy asrında  ve vahiy sürecinde yapılmıştır. Vahyin tesbiti, muhafazası ve korunmasına yönelik olarak yapılmış olan bu çalışmalarda zaman zaman vahyin peygamberin sözleriyle karışmaması, ilahi kelam ile beşeri kelamın karışmaması için önlemler alınmış, peygamberin sözlerinin yazılması bir süreliğine yasaklanmıştır.  Nassın tesbitinde olması gereken çok önemli bir durumdu bu. Gerçi vahyin anlaşılması ve yorumlanması bakımından peygamberin sözleri ve davranışları da çok büyük bir öneme sahipti. Ancak nassın tesbitinde problem olması durumunda peygamberin sözlerinin ve davranışlarının da çok fazla bir önemi kalmamış olacaktı. Bu sebeple vahyin ilk tesbiti sırasında peygamberin sözlerinin yazılması yasaklanmış ancak durum olgunlaştıktan ve meseleler ayırt edilebilecek duruma geldikten sonra bu yasak kaldırılmıştır.

 

Kur’an’ın anlaşılmasına yönelik çalışmalar hep rivayet yoluyla olduğundan, yani Allah Rasülü’nün vahiy ve onun anlaşılmasına yönelik söylediği şeylerin tesbiti ve nakli bakımından hadis ilmi öne çıkmaktadır. Çünkü ilk zamanlar meseleler Allah Rasülü’nün söz, davranış ve onaylarının tesbiti esasına dayalıydı. O hayatta iken sorular ona soruluyor ve alınan cevaplar herkes için bağlayıcı bir özelliğe sahip bulunuyordu. Ancak her müslümanan her an peygamberin yanında bulunması her şeyi bizzat ondan görmesi ve duyması mümkün olmadığından onu görenlerin ve onun sözlerini duyanların bunları diğerlerine aktarması söz konusu idi. İşte tam burada rivayet ya da nakil dediğimiz yöntem devreye girmekte ve önemi ortaya çıkmaktadır. Bu konuda insanların akıl, zeka, ahlak ve yaşayışları ile bilgileri önem kazanmaktadır.

 

Hz. Peygamber hayatta iken, vahiy süreci devam ederken Kur’an’ın anlaşılmasında çok ciddi problemler yaşanmamaktaydı. Çünkü inen vahiyler muhatapların konuştukları yaşayan dilde indiriliyor ve onlar neredeyse bunun tamamını anlıyorlardı. Özellik arzeden durumlar olduğunda da peygambere sorularak cevabı alınıyordu. Ancak Hz. Peygamberin vefatından sonra hem yeni Müslüman olan farklı dil, ırk, kültür ve bölge insanlarının getirdiği sorular, hem de ortaya çıkan yeni sorunlar nedeniyle yaşama ışık tutma, hayatı İslami açıdan yaşanır biçimde tutabilmek için vahiy asrındaki söz, fiil ve takrirlerin kaydı, tetkiki, tahkiki, tefsiri söz konusu olmuştur. Bu çerçevede hicri birinci asırdan itibaren sahabelerin de desteğiyle hadis, fıkıh ve tefsir sahasındaki görüşler yavaş yavaş kendini ortaya koymaya başlamış ve din bilimlerinin tedvini diyebileceğimiz çalışmalar söz konusu olmuştur. Artık tefsir ve fıkıh hadisten ayrılmaya ve kendi sahifelerini ve eserlerini belirlemeye başlamıştır. Diğer taraftan rivayetlerin sıhhat derecesi açısından rical ilmi, cerh-tadil gibi çalışmalara ihtiyaç duyulmuştur. Daha Hz. Peygamber döneminde başlayan yalancı peygamber çıkışları, irtidat olayları, İslam kültürünün başka kültürlerle karşılaşması, başka kültürlere mensup insanların Müslüman olması, yaşanın bazı siyasi olaylar ve bu olaylara bağlı yapılan yorumlar gibi durumlar nedeniyle rivayetlerin sıhhat durumunun tesbiti çok ciddi önem kazanmıştır. Bu dönemde esbab-ı nüzul, sebeb-i vürudu hadis, vahiy sürecinde yaşananların sebep ve sonuçlarının tespiti, bunların yeni hükümler çıkarmada kullanılması, ekollerin oluşumunda büyük etkiye sahip olmuştur.

 

Hicri ikinci asırdan itibaren artık bütün yönleriyle Temel İslam Bilimleri diye isimlendirdiğimiz bilim dalları teşekkül etmiştir. Ancak tarihin acı gerçeklerinden biri olarak karşımızda duran bir hakikat olarak ne yazık ki o eserlerden çok azı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bu dönemde yaşanan siyasi olayların da etkisiyle kendini gösteren fırkalar, mezhep hareketleri, yapılan çalışmaların önünde hem engel hem de teşvik edici unsur olarak yer almıştır. Artık, hadis, tefsir, fıkıh hatta kelam bilim alanları olarak temeyyüz etmiş, medrese türü çalışmalar diyebileceğimiz çalışmalar yani insanların mescitlerde bir araya gelerek ilim halkaları oluşturmak suretiyle ilim tahsili süreci başlamış, fırkaların, mezheplerin, ekollerin ilkeleri, esasları belirlenmiş, görüşler netleşmeye başlamış ve sahifeler, kitaplar tedvin ve tertip edilmiştir.

 

Hicri üçüncü asırdan itibaren artık rivayetin yanında açıkça dirayeti, ictihadı görmeye başlıyoruz. Re’y ile karar verme çalışmaları yapılmış, bu konuda müctehitler yetişmiş ve ictihatlar kayıt altına alınmıştır. Medreseler teşekkül etmiş, ilim bütün disiplinleri ile tahsil edilmeye başlanmıştır. Ancak bu dönemden itibaren özellikle Emevilerin son dönemlerinde ve Abbasiler döneminde siyasetin ilim adamları üzerindeki baskısı, yönlendirmesi ve siyasi irade doğrultusunda fikirler beyan etmeye zorlamalar görülmüştür. İslam kültürünün başka kültürlerden etkilenme süreci başlamıştır. Özellikle tercüme faaliyetleri bu konuda etkili olmuştur.

 

Hicri dördüncü, beşinci asırdan itibaren artık ilimler tüm disiplinleriyle oturmuş, eserler yazılmış, tasnifler yapılmış ve süreç duraklamaya dönmüştür. Eserlere şerhler yazılması, taklid anlayışının baş göstermesi yeni tesbit ve keşiflerin yolunu kapatmıştır.

 

Sonraki dönemlerde de bu tür  çalışmalar yaygınlaşmış, İslami ilimlerde bir duraksama yaşanmaya başlanmıştır. Günümüze kadar bu böylece devam etmiştir. Haçlı seferleri sırasında Avrupa’nın İslam’la ve İslam kültürüyle karşılaşması neticesinde yeni bir dönem başlamış, Avrupa’da hızla gelişen bilim alanına İslami bilimler de girmeye başlamıştır. İslam merkezlerindeki en temel eserlerin çeşitli saikler nedeniyle batılıların eline geçmesi, oralarda da Müslümanların görülmeye başlaması gibi sebeplerle olsa gerek, insanlar bilim adına İslami kaynaklarla ve İslami bilimlerle uğraşmaya başlamışlardır. Miladi 19. Yüzyıldan itibaren de Şarkiyatçılık ya da oryantalistlik türü çalışmalar yapılmış ve pek çok İslam araştırmacısı bu insanların düşüncelerini öğrenmeye, araştırmalarında yer vermeye ve çalışmalarını dikkate almaya başlamışlardır.

 

Günümüzde ise artık tüm bu çalışmalar bir bütünlük içinde, bilimsel usül ve yöntemler çerçevesinde yürütülmeye çalışılmaktadır. Ancak otorite yokluğu, ya da amaç ve fikir bütünlüğü yoksunluğu, yapılan çalışmalardan elde edilen sonucu hayata aktarma ve İslam’ın, onun yeryüzündeki tek orijinal kitap olan Kur’an’ın ilkelerinin insanlık adına hizmet eder duruma getirilmesinde yetersiz olmaktadır. Diğer taraftan ekonomi ve teknoloji üstünlüğünü ellerinde tutan batı dünyası kendi değerlerini ön plana çıkarma, İslam’ı bir takım siyasi mülahazalar ışığında takdim etme, bazı önyargılı kişilerin çıkışlarına bağlı yorumlar yapılması, İslam’ın yetkili kalemlerinin kendilerini yenileyerek çağın sorunlarına ışık tutacak çözümler ortaya koyamamaları gibi nedenlerden dolayı bugün İslam ve Kur’an adına yaşanan hayattaki etkileri bakımından güzel şeyler söylemek biraz zor gibi görünüyor. Bunda Müslümanların çeşitli siyasi mülahazalarla birbirlerine zıt fikir ve düşüncelerle hareket etmeleri, hatta birbirlerine düşmanca tavırlar takınmaları, dahiyane İslam bilginlerinin yetişmemesi, birazcık öne çıkanların hemen çeşitli fırkacılık ve mezhepçilik anlayışlarıyla yaftalanmaları, ilmi ve medeni cesaretin yokluğu… gibi sebeplerin etkili olduğunu söylemek mümkündür.   

 

Sonuç olarak söylemek gerekirse; İslam, vahiy asrında en güzel dönemini yaşamış, o günkü hayatta insanların mutluluğu, huzuru ve hayatı anlamlandırmaları adına en güzide meyvelerini vermiştir. Ondan sonraki dönemlerde bu çağa yakınlığıyla doğru orantılı olarak bu özellik yerini ayrılıkları ve kavgalara bırakmıştır. Ümmetin ihtilafı zaman zaman rahmet olarak tecelli etmiştir. Ancak çoğu zaman da zulmet ve karanlıkların zuhuruna vesile olmuştur.

Bugün yeniden Kur’anla bütünleşmeye, vahiy asrının safiyetini ve ihlasını yakalamaya ve yaşamaya ihtiyacımız aşikardır. Bu alanda yapılacak en önemli çalışma, Kur’an’ın, her türlü ön yargıdan uzak, nüzul asrının tarihi sürecini çok iyi tahlil ederek merhum İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi “Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”.

 

Abdulkadir Demir, 21.12.2014

 

 

 



[1] es-Salih, Suphi, Dr. Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, s. 1.(Ter. M. Yaşar Kandemir) D.İ. B. Yayınları, Ankara 1973

[2] es-Salih, Suphi, Dr. a.g.e. s.2.

[3] es-Salih, Suphi, Dr. a.g.e. s. 3 (Ebu Hureyre Rasül-i Ekrem’e gelerek, kıyamet günü şefaatine mazhar olacak en mesut insanın kim olduğunu sorduğunda Rasulüllah, “hadis öğrenmedeki aşırı arzusundan dolayı bu hadisi Ebu Hureyre’den önce kimsenin sormayacağını bildiğini söylemiştir.)

[4] Es-Salih, Suphi, Dr. a.g.e. s. 35 , Hamidullah, Muhammed, Prof. Dr. Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahife-i Hemmam İbn. Münebbih. (Terceme: Kamil Kuşçu) s. 26-54. Bahar Yayınları, İstanbul, 1967.

[5] Es-Salih, Suphi, Dr. a.g.e. s. 38

[6] Gazali, İmam, el-Müstesfa, İslam Hukukunda Deliller ve Yorumlar Metodolojisi 1, s. 3 (Terceme Yunus Apaydın), Rey Yayıncılık, Kayseri, 1994

[7] El-Hudari, Muhammed, İslam Hukuk Tarihi, (terceme Haydar Hatipoğlu), s. 9, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1974.

[8] Ekinci, Ekrem Buğra, Prof. Dr. İslam Hukuku Tarihi. s. 10. İstanbul, 2006 (Ekrem Buğra Ekinci. Com)

[9] Ekinci, a.g.e. s. 11

[10] Ekinci, a.g.e. s. 11

[11] El-Hudari, a.g.e. s.

[12] El-Hudari, a.g.e. s. 135-136.

[13] El-Hudari, a.g.e. s. 355-367 arası.

[14] Cerrahoğlu, İsmail, Prof. Dr. Tefsir Tarihi 1. s. 18-19. Fecr Yayınevi, Ankara, 1996.

[15] Cerrahoğlu, a.g.e. s. 39.

[16] A.g.e. s. 59-62.

[17] A.g.e. s. 80-83.

[18] A.g.e.s. 103-153.

[19] Koç, M.Akif, Prof. Dr. (editör), Tefsir El Kitabı, s. 147-156, Grafiker Yayınları, Ankara, 2014

[20] Cerrahoğlu, a.g.e. s.249-508.




0 Yorum - Yorum Yaz


Öğrenci Adı ve Souadı          :KHOJIAKBAR KARIMOV

Bölümü                                  :DOKTORA

Dönem                                   :2014/2015

Öğrenci No                            : ÖZEL ÖĞRENCİ                

Konu                                     : Tefsir Hadis Fıkıh Tarihi 

Tefsir, hadis ve fıkıh birbirlerini etkileyerek, siyasi ekonomik ve toplumsal alanlarda, karşılıklı etki-tepki kuralına göre ilerlemiş ve gelişmiştir. Vahyin iniş süreci doğal olarak Hz. Peygamber dönemidir. Aslında bu döneme nüzul dönemi de diyebiliriz. Her ne kadar bu dönemde sahabeler varsa da ağırlık Hz. Peygamber üzerindedir. Bu dönemin özelliği bütün İslam bilimlerinin başlangıç ve doğuş dönemi olmasıdır. İlimlerin kaynağı da doğal olarak Kuran ve Hz. Peygamber olmuştur.

İslam ilimlerinin bu gelişimini kronolojik açıdan incelersek, Hicri birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü asır ve sonrası, oluşum süreci açısından incelersek, oluşum, gelişim, açılım, daralma, dönüşüm dönemi, Bölge Olarak Arabistan, Suriye, ırak, İran, Horasan, Mısır, Endülüs, Hint, Anadolu ve Batı,  siyasi olarak incelersek Hz. Peygamber, dört halife, Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Türkler (Karahanlılar ve Gazneliler), Memluklular, Selçuklular ve Osmanlılar olarak, oluşum şekli olarak incelersek hıfz, kitabet, tedvin ve tasnif dönemi olarak, ferdi dönemler olarak incelersek Hz. Peygamber dönemi, Sahabeler, Tabiinler, Tabe-i Tabiinler ve sonraki dönem, metodolojik açıdan incelersek oluşum, gelişim, sistemleşme, duraklama ve taklit dönemi olarak bir çok açıdan inceleyebiliriz. Ayrıca bu bilimleri bakış açılarına göre ayrı ayrı ele alabileceğimiz gibi bir bütün içinde ve karşılıklı etkileşimleri bakımından da inceleyebiliriz.

Hz. Peygamber dönemi vahyin iniş süreci olarak algılanmalıdır. Bu döneme nüzul dönemi diyebiliriz. Bu dönemde yine sahabeler vardır fakat ağırlık Hz. Peygamber üzerindedir. Bu nedenle Peygamber dönemi olarak adlandırabiliriz.

Dönemin Özelliği bütün İslam bilimlerinin başlangıç ve doğuş dönemi olmasıdır. İlimlerin kaynağı da doğal olarak Kuran ve Hz. Peygamber olmuştur. Dönemin bilgi saklama şekli HIFZ idi. Sadece Kuran bu dönemde yazılmıştır. Hz. Peygamberin hadisleri kuranla karışmaması için çok fazla yazıya geçirilmemiştir. Ancak bazı sahabeler bu dönemde Hz. Peygamberden hadis yazmışlardır.

Hz. Peygamber sahabenin anlamadığı, kuranın garip ve müşkil kelimelerini de açıklamıştır. Ancak alimler peygamberin  kuranın tamamını tefsir ettiği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Suyuti ve Gazali tamamını tefsir etmedi demişlerdir. Taberi ise çok azını tefsir etmiş olmasına sıcak bakmaz.

Bu dönemde Kuran olaylara doğrudan müdahele ederek iniyordu. Dolayısı ile bir pratik dönem idi. İlimler FIKIH, TEFSİR, HADİS, KELAM vs diye henüz ayrışmamıştı. Bilgi ve dolayısı ile DÜNYA GÖRÜŞÜ bir BÜTÜN halinde işliyordu. İLİM denince genel bilgi anlaşılıyordu.

Kısacası nüzul döneminde İLİM kavramı branşlara ayrışmamış ve bütün idi. Bu nedenle kuranın DÜNYA GÖRÜŞÜ’de bütün Olarak ve canlı olarak zihinlerde yaşıyordu. Sonraki devirlerde ortaya çıkan ilimler bu dünya görüşünün ayrışması ve parçalanması sonucunda oluşmuştur.

Sahabeler Hz.Peygamber ile nüzul ortamını canlı yaşamışlardı. Bu nedenle Kuranın genel bütünlüğünü, sünnetin amaç ve gayelerini çok iyi kavramışlardı. Sahabe Peygamberin müridi idi. Onun söz ve davranışlarını aynen özümsediler. Peygamberin sözü ve davranışı sahabenin sözü ve davranışından ayırt edilmez hale geldi. Bu nedenle hadislerin Hz. Peygambere dayanmasına gerek yoktu. İsnad zinciri de zaten sahabede son bulmuştur. Sahabe sünneti yorumlamıştır. Önceki dönemde ( Peygamber döneminde) de belirttiğimiz gibi YAŞAYAN SÜNNET peygamberin ve sahabenin içtihat ve yorumlarını da kapsıyordu ve içtihatla sürekli gelişiyordu. Sahabeler yine bu yöntemle içtihat ve Reyle yaşayan Sünneti geliştirdiler. Yeni olayları yorumladılar. Bunun yöntemi de kıyas idi.

Bu dönemde peygamber dönemi gibi ilimler ayrışmamış, bütüncül bir haldeydi. Bu nedenle sahabeler de Kuran ve Sünneti canlı ve bütüncül yaşamışlar ve Tabiinlere aktarmışlardır. Sahabe sünnetin GENEL İLKE ve amaçlarına göre içtihat ediyordu. Sünnet, sahabeler tarafından yorumlandı. İçtihat ve icmaları ile gelişti ve büyüdü. Yöntemleri Kuran bütünlüğü ve Hz. Peygamberin örnek davranışlarının genel amaç ve gayeleri ile kendi rey ve içtihatları idi. Bu durum şifahi ve yaşantısal idi. Bu nedenle ilimler tedvin edilme gereği duyulmadı. Hıfz ağırlıklı idi.  Hatta genel kanı kitabete (yazı) karşı idi.  “İlim öğretimle olur, kaydetmekle değil, sözlü olur yazı ile değil” lafı ( Kuran ve Bağlam,A.Nedim Serinsu) genel kanaati de ifade etmektedir. Çünkü yazıya güven yoktu. Yazı değiştirilebilirdi. Ancak zihinlerdeki hıfzedilen ilim değiştirilemezdi. Zaten bu dönemde Arap dili ve kuralları gelişmiş değildi. Bu dönemde İLİM kavramı kuran ve sünnetin ilkelerinin içtihadi yolla kullanılmasını ifade ediyordu. Bir anlamda İCMA ile eşanlamlı idi. Sahabe sünneti Hz. Peygamberin sözleri ve davranışlarından almıştır. Sözlerine hadis denmesi daha sonraki dönemlerde daha belirgin hale gelir. Kuran dışında çok fazla yazıya geçen bir ilim yoktu. Ancak bazı sahabeler Hz Peygamberden izin alarak hadis yazdılar. Mesela sad b. El Ubade el Ensari, Abdullah b. Ebi Evfa. Cabi b. Adullah bunlardandır. Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer hadis yazmazlar, hatta Hz.Ömer Ebu Hüreyreyi çok hadis söylediği için dayak attırır. Hadis nakli ve yazımı son iki halife döneminde daha çok artar. Sahabelerden çok hadis rivayet edene MUKSİRUN (bunlar yedi sahabedir) az hadis rivayet edene MUKİLLUN denir. Ali b.Ebi Talip (v.45), Ebu Hüreyre(v.59), Abdullah b.Abbas, Abdullah ibni Ömer (v.74), Hz.Aişe gibi sahabelerden yoğun hadis rivayeti yapılır. Sahbenin ne kadar hadis yazıya geçtiği belli değildir.

Sonuç olarak sahabe dönemi, fıkıh, sünnet ve tefsir konusunda aynı özelliklerin yaşandığı bir dönem olmuştur. HIFZ bütün bilimlerin yöntemi idi. Bütün bilimlerde sahabeler genel sünnet ilkelerinden hareketle içtihat ve reylerini kullanmışlardır.Önemli bir nokta bu ilimler yine bütün idi ve ayrışmış ve ihtisaslaşmış değildi. Onlar da sonraki dönemlere bu ilimleri şifahi olarak aktardılar. Yazı bu dönemde yok denecek kadar azdı. Sadece bazı sahabelerin sahifeleri ve öğrencilerine yazdırdığı nüshaları vardı. Bu dönemin en büyük özelliği düşünce özgürlüğü ve demokratik bir siyasetin olduğu, ümmetin birlik ve beraberlik beraberliğinin bozulmadığı bir dönemdi. Bunu sağlayan unsur Medinede oturan ve henüz çevre coğrafyalara dağılmamış olan büyük sahabelerin oluşturduğu İCMA (genel görüş birliği) olmuştur. Bu dönemde yönetim ve halk iç içe birlikte idi ve ŞURA yöntemi ile karar alınıyordu. Ümmet ortak bir dünya görüşü etrafında birleşmiş idi. Daha sonraki devirlerde, Hz.Osman ve Hz.Ali dönemindeki iç kargaşalıklar ve savaşlar sonucunda yeni siyasi fırkalar ortaya çıktı. (Harici, Şia, Mürciye , Kaderiye..) Bu fırkalar daha sonra düşünce ekollerine dönerler ve kendi kelam, fıkıh, sünnet (hadis) ve tefsir anlayışlarını geliştirirler. Böylece ümmetin ortak dünya görüşü, siyasi birlik ve beraberliği bozulur. İlimlerde bu parçalanmadan sonra kendi içinde ihtisaslaşmaya gider. Bu önemli olaylar sonraki dönemlerde ilimlerin TEDVİN ve TASNİFİ hareketlerini zorunlu olarak başlatır. Bunun derininde yatan en temel sebep ilimlerdeki bilgi birikimin sistemleştirilme isteği ile birlikte ümmetin dağılan ve parçalanan birlik ve beraberliğinin yeniden inşası düşüncesi olmuştur.ilimler bu zor mücadeleden geçerek görevlerini başarmışlardır.

Tabiin dönemi İslami fetihlerin çok arttığı, İslam topraklarının ve coğrafyasının çok genişlediği bir dönemdir. Coğrafyanın genişlemesi ile birlikte Müslümanlar yeni kültür ve inanışlar ile karşılaşmışlardır. Bunlar beraberlerinde yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. İslamın kendi içindeki fırkalar da kendi kelami, siyasi ve fıkhi düşüncelerini oluşturmaya başlamışlardır.

İslam coğrafyası genişleyince, önceki küçük  İslam devleti devasa boyutlara ulaşmış ve bünyesine gayri Müslim bir çok unsur ve kültür katılmıştır. Her yere bilgi ve bilim aktarılamıyordu. Bütün coğrafyayı bir yönetimde birleştirmek ve iyi yönetmek çok zordu. Araplar kendilerini idareci olarak gördükleri için ilimle uğraşmazlar. Bu dönemde ilimle arap olmayan uzak bölgelerdeki, çoğunluğu köle olan insanlar ilgilendiler. Bunlara İslam tarihinde MEVALİ denir.(Mukaddime 3-179 ) Mevali ilim ve bilgiyi savaş sebebiyle gidip yerleşen sahabeden almışlardır. İkrime, Ata, Said b. Cübeyr, Mücahid, Katade bu mevaliden idiler. (İ.Cerrahoğlu,Tefsir Tarihi), İslam tarihinde gelecek nesillere de yön verenle bu  mevaliler oldu.

Ömer b. Abdulazizin tedvin uygulamasını başlatma sebeplerinden de anlaşılacağı gibi, toplumsal ve siyasi düzenin parçalandığı, birliğinin dağıldığı bir ortamda, fıkıh, hadis, tefsir ilimleri kendilerini korumak için kitabet ve tedvin işlemlerine başlamışlar, ancak ortamın olumsuz koşullarından da etkilenmişlerdir. Uydurma rivayet ve israiliyyat haberleri ile uğraşan bu dönem bütün ilimlerde zorunlu olarak TEDVİN dönemi olarak tarihe geçmiştir.

Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar) deviri hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.

Taklid ve Duraklama Dönemi hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu

Sonuç olarak, fıkıh usulunde de belirtildiği üzere şeri deliller genel anlamda dört olarak ifade edilir; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas. Ancak bunların asıl merci yine Kur’andır. Hepsi meşruiyetini ondan alır ve ona istinad eder.

 

KAYNAKÇA

·  A.O.Koçkuzu, Hadis İlimleri

·  G.H. A.Junboll, Hadis Tarihin Yeniden İnşası

·  H.Karaman, İslam Hukuku Tarihi

·  H.İbrahim Hasan, İslam Tarihi

·  H.Corbin, İslam Felsefesi Tarihi

·  İ.Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi

·  İlitam Yayınları, İslam Tarih ve Medeniyeti

·  M.Hudari, İslam Hukuk Tarihi

·  M.Yusuf Musa, Fıkhi İslam Tarihi

·  O.Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku

·  T.Koçyiğit, Hadis Tarihi




0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGE EVLİ

13952752

BİRLEŞİK DOKTORA

TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARI HÜLASASI

 

 

 TEFSÎR TARİHİ

A. Tefsîr'in Istılahî Mânâsı

Âlimler, ıstılahî açıdan çeşitli tefsîr tariflerinde bulunmuşlardır:

"Tefsîr, Allah kelâmının açıklamasıdır." yahud "Tefsîr, Kur’ân lâfızlarının ve mefhumlarının açıklayıcısıdır." (el-Hûlî 1995, 13)

Diğer bir tarife göre ise; "Tefsîr, insan gücü ve Arapça dil bilgisinin verdiği imkân nispetinde Kur’ân metninin mânâsından bahseden bir ilimdir."(Kâtip Çelebi 1971-72, 1/427)

Tefsîrin âlimler arasındaki yaygın anlamı: "Kur'ân-ı Kerim'in mânâlarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garîb lâfızlardan kastedilen şeyi beyan etmektir." (Lisanü'l-Arab; Tâcü'l-Arûs; Zerkeşî 1972, 2/147; Zerkanî, 1/471) Ancak bu mânâda tefsîr kelimesi yalnız Kur’ân'a has bir açıklama olmayıp, ilmî, edebî ve fikrî eserlerdeki açıklama ve izahlar için de kullanılır. Beyân ehline göre tefsîr kelimesi, kapalı ve anlaşılmaz olan sözün kapalılığını giderip açıklayacak şekilde sözü uzatıp fazlalaştırmaktır. (Tehavenî 1984, 2/1115-1116)

"Tefsîr; insan gücünün yettiği kadarıyla Kur’ân-ı Kerim'de Allah'ın muradını araştıran bir ilimdir". (el-Beyumî, 3/4)

Tefsîr ilminin konusu, bütünüyle Kur'ân âyetleridir. Bu ilmin gâyesi; gerek bu dünyada, gerekse âhirette kişilerin selâmete ve saadete ulaşmalarını sağlamak için Allah'ın kitabını onun ifâde etmek istediği maksada yakın olarak anlamak, anlatmak ve faydalı sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.

B. Kur’ân-ı Kerim'in Tefsîrine Duyulan İhtiyaç

Kur’ân-ı Kerim, "mânâsı açık bir Arapça ile" (Şuarâ Sûresi, 26/195) Cenab-ı Hak tarafından Peygamberimiz’e vahyedildi.

Selîkaları bozulmadığı için, Kur’ân'ın indiği devrin Arapları lûgat bakımından Kur’ân'ı anlıyorlardı. Ancak, lûgavî mânâları bilmekle birlikte, lâyıkıyla anlayamayacakları meseleler de vardı. Hadislerden de anlaşılıyor ki, Kur’ân-ı Kerim'deki bazı kelime ve âyetler hususunda bazı sahabiler, gerek Hz. Peygamber'e ve gerekse âlim sahabilere müracaat ederdi. Bir taraftan müteşabih âyetler, diğer taraftan Arap alfabesinin o zamanki büyük noksanlığı olan hareke ve noktaların bulunmayışı, nihayet muhtelif kıraatların mevcudiyeti, Kur’ân-ı Kerim'in bazı yerlerini tefsîr etmek ihtiyacını zaruri kılmıştır. (Okiç 1995, 144-145)

Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle teşriî hükümler vaz’ ediyordu. Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmaz. Onda müteşâbih âyetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır. Bu sahalarla alâkalı âyetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır. Bir kısım mühim vasıflarını hulâsa ettiğimiz böyle bir kitabın, herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay değildir. Bu sebeple Ashab-ı Kiram, umumiyetle Kur’ân'ı en iyi anlayan insanlar idiyse de, içlerinde, tabiatıyla, seviye farkları vardı. Kur’ân'la meşguliyet, Peygamber’le müsâhebet, aklî muhâkeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf, tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı oluyordu. Temâyüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi anlayamadıkları âyetler oluyorduı. Bundan dolayı Kur’ân'ın açıklanmasına ihtiyaç vardı. (Yıldırım 1983, 17-20)

Ayrıca Dîn-i İslâm, yalnız bir zamana, yalnız Arap kavmine mahsus değil, bütün müstakbel zamanlara, kavimlere de şâmil, umumî bir dindir. Binaenaleyh, Kur’ân'ın mânâsından her Müslüman kavmin bihakkın istifâde etmesi bir vecîbedir. Bu istifâde ise, ancak tefsîr vâsıtasıyla kâbil olabilir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'in güzelce anlaşılması için salâhiyet sahibi, dinî ilimlerde ve sâirede mütebahhir olan İslâm âlimleri tarafından tefsîrler yazılmasına dâimâ ihtiyaç vardır. (Bilmen 1973, 1/105-107)

C. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Kur'ân'ı Tefsîri

Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî Kitabı insanlara vahiy sûretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamber'in de onu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz zât Hz. Peygamber'dir (s.a.s.). O, Kur’ân tefsîrinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’ân O’na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur’ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. (Maide Sûresi, 5/67; Nahl Sûresi,16/44; Nisâ Sûresi, 4/105)

Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tefsîri, Kur’ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder. (Yıldırım 1983, 31)

Ahkâma, âhiret ahvaline, kısas ve ahbâra ait bazı hususlar vardır ki, Kur’ân'da zikredilmezler. Bunların tefsîri Peygamberimize bırakılmıştır. "Biz sana da Kur’ân'ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın." (Nahl Sûresi,16/44) âyetiyle, Hz. Peygamber açıklamakla mükellef kılınmıştır. O’nun beyanı kavliyle, fiiliyle ve ikrarıyla olurdu. (a.g.e., 33-34)

Kur’ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izâh ve açıklamak için dâima Sünnet'e ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri Sünnet, İslâm teşrî'nin ikinci kaynağı olmuştur. (Cerrahoğlu, 1/46-47)

Allah Resûlü’nün Kur’ân'ı tefsîr ettiğini, muhtelif hadis mecmualarındaki rivâyetlerden öğrenmekteyiz. O'nun bu tefsîri, hadis mecmualarının "Kitâbu't-Tefsîr" bölümünü oluşturmuştur.

D. Sahabe Devrinde Tefsîr

Hz. Peygamber (sav)'den sonra tefsîr sahasında en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. İslâm'a davette, Hz. Peygamber'in ilk muhâtabı olan bu muhterem zâtlar, O'ndan her zaman, imanlarını kuvvetlendirecek feyzi almışlar, gerek Kur’ân'ın, gerekse Hz. Peygamber'in emirlerine derhal itaat ederek, Hz. Peygamber'den Kur’ân'ın mânâsını ve tatbikâtını öğrenmişler, öğrendikleri sûreyi ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden başka sûreye geçmemişlerdir. (Cerrahoğlu 1962, 9/34-36)

Yalnız hepsinin Kur’ân'ı anlamada eşit seviyede olmadıkları da gözlenmiştir. Sahabenin bilgi ve kültür yapısıyla Arap dil ve edebiyatına vâkıf olma husûsundaki yetişkinlik dereceleri, ayrıca Hz. Peygamber'in yanında devamlı bulunma veya bulunamama durumları böyle bir anlayış farklılığını getirmiştir. Bunun için de, en bilgili ve en kültürlü olanlar tefsîr ile meşgul olabilmişlerdir. (Okiç 1995, 145)

Sahabe, Kur’ân âyetlerini tefsîr ederken Kur’ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamber (sav)'den işittikleri ve gördükleri bir şey olup olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlardı. Bunların dışındaki tefsîrine ihtiyaç duydukları âyetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları tefsîrde dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Âyetteki müşkili halletmek için farklı metodlar takip ederek, farklı görüşleri ortaya koymuşlardır.

Sahâbeden, Kur’ân tefsîrine dair en çok rivâyette bulunan ve tefsîr alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:

Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd (32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbâs (68/687); Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692). (Ayrıca ayrıntı için: Zehebî, 1/57/59; Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90)

E. Tâbiîler Devrinde Tefsîr

Gerek Hz. Peygamber (s.a.s.), gerekse Dört Halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap Yarımadası’nı aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan Sahâbe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.

İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzîde bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına toplanmış olan tabîûndan öğrencilerine Kur’ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamber (sav)'den öğrendikleri tefsîri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların yaşadıkları birçok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını isbat etmek için öncelikle Kur’ân'a sarılması, bazan yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi sebepler, Sahabe'den bazılarının yaptığı üzere, Kur’ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur’ân'ın makûl ve doğru bir şekilde tefsîr edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabe'nin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur’ân ve Hadîs tedrîs ediliyordu. (Duman 1992, 133)

Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan mektepler (medreseler) oluştu.

1. Mekke Medresesi.
2. Medîne Medresesi.
3. Irak (Kûfe) Medresesi. (İbn Teymiyye 1988, 78-79)

Tâbiîler buralarda tefsîr ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsîr okulu ayrı bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için, aralarında ayrılıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur. (Ayrıntılı bilgi için: es-Suyutî, 2/242; ez-Zehebî, 1/99-132)

F. Tâbiîler Devrinden Sonraki Tefsîr

Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe dönemine "tefsîrin birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiîler dönemine "tefsîrin ikinci merhalesi" denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn döneminde müstakil bir ilim hüviyeti kazandığı için bu devre de, "tefsîrin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir. (ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174)

Tefsîrin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi gözetilerek tefsîr edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî’nin (310/922) tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler kolleksiyonu sayılmıştır. (Cerrahoğlu 1991, 269-270)

 

 

 

HADİS TARİHİ

 

Hz.Peygamberden nakledilen bir söz, bir fiil veya bir takrir olarak akla gelmiştir. Hadis usulünde Hz.Peygamberden rivayet olunan hadislere merfu adı verilmiştir. Fakat bir sahabiden alınan söz Hz.Peygamberin sözü değilse buna mevkuf, tabi’ inden alınan sözde maktu denilmiştir. Kısaca hadis rivayet edilen sünnet olarak nitelendirilebilir.

 

İSLÂM şeriatında sünnetin kuran’dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği bilinen hususlardandır. Nitekim. Kuranı Kerimde ALLAHu Teala Hz.Peygambere şu emri vermiştir.”Ey peygamber , Rabbından sana indirileni tebliğ et ;eğer bunu yapmazsan onun peygamberliğini yapmamış olursun.” Maide/70

 

 Çünkü Hz.Peygamber tarafından tebliğ olunan ve tatbiki istenen bazı ayetler mücmel, gayrı mufassal yahut mutlak gayrı mukayyed olarak nazil olmuştur. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş, fakat adet, şekil ve vakitleri kuranda beyan edilmemiştir. Keza zekat verilmesini emreden ayetler mutlak olarak gelmiş malın asgari haddi, şekli, şartı beyan edilmemiştir. Bu ve bunun gibi birçok hüküm için başvurulacak tek kaynak Hz.Peygamber olmaktadır.

 

 Kendisine kitapla birlikte birde sünnet verilmiş olan Hz.Peygambere, itaatı emreden kuran ayetlerinin sayısı pek çoktur.

 

“Peygamber size neyi getirmişse onu alın ve neden sizi nehyetmişse ondan sakınınız.” Hasr/7

 

“Peygamber kendi hevasından konuşmaz; O her ne söylemişse kendisine vahyolunan bir vahiydir.”Necm/ 32 ayetleriyle açıklanmaktadır.

 

 Ve sahabe dini ve dünyevi yaşayışlarına düzen veren sünneti büyük bir titizlikle muhafaza etmeğe koyulmuşlardır. Sünnet ise daha önce anlatılan söz, fiil ve takrir olarak Hz.Peygamberden rivayet edildiği müddetçe hadisin isim yönünden bir başka ifade şekli olmuştur.

 

 Başlangıçta hadis hafızalarda kayda alınmış. Çünkü El- Belazuri’nin kaydına göre İSLÂMın başlangıcında kureyş kabilesinden okuma yazma bilen 17 kişi müstesna diğer müslümanlar yazı bilmiyorlardı. Ve bundan sonra yeni yetişen genç sahabiler yazı ile hafızalarındaki hadisleri perçinleme gayretine girmişlerdir.

 

 Ebu Hurayre eğer kuranda şu iki ayet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim diyor;

 

“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve doğru yolu göstereni kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyen kimseler işte onlara hem ALLAH lanet eder hemde lanetçiler lanet eder.”Bakara/ 59

 

 Yine Ebu davud sünen 2/ 289 ve İbni Mace Sunen 1/102 kayıtlı hadislerde;

 

“ALLAH bizden bir hadis işitipte onu hıfzeden sonrada başkasına tebliğ eden kimseyi güzelleştirsin. Bazan ilim sahibi kimse kendisinden daha alim olan kimseye onu nakletmiş olur; bazan ilim yüklü kimse alim olmayabilir.”

 

Kaynak:

 Hadis Tarihi/Talha Koçyiğit

 

 

 

Hadislerin Yazılması

 

 İlk devirde Hz.Peygamberden işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Yazı bilenlerin zorluğu vs.nedenlerle ancak çeşitli sahifeler ve hurma yaprağı deri ve geniş kemikler levha ve taşlar üzerine yazı yazılabilmesi sebebi ile zorluk bulunmaktaydı. Hz.Peygamber hayatta iken hadis yazımı iki devre içinde mütalaa edilir. Birincisi Hz.Peygamberin Ebu Said El-Hudri tarafından Müslim Sahih’inde 4/2298 de rivayet ettiği hadistir;

 

“Benden bir şey yazmayınız. Kim benden kurandan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden rivayet ediniz. Bir beis yoktur. Kim benim üzerime yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın.”

 

Bunlarla ilgili yasakların sebebi ilk zamanlardaki yazı ve yazı yazmayı bilen sahabilerin güçlüğü önemli rol oynamaktadır. Bundan sebep kuranla karışma tehlikesi gün yüzüne çıkmıştır. Fakat İSLÂMiyetin araplar arasından günden güne kuvvet kazanması İSLÂM ülkelerinin Mekke ve Medine sınırlarını aşıp müslümanlar arasında yazı bilenlerin birden çoğalması ve kurandan inen ayetlerin vahiy katipleri tarafından muntazam olarak kaydedilmesi ile kuran’a karışma tehlikesi ortadan kalkınca hadislerin yazılmasına Hz.Peygamberden rivayet edilen şu hadislerle destek verilmiştir.

 

 Buhari’den nakledilen hadiste “Huzaalılar Mekkenin fethi sırasında daha önceleri öldürülen bir Huzalı’ya karşılık Ben-i Leys’ten birini öldürmüşlerdi. Bu hadise Hz.Peygamber’e haber verilince hayvanına binmiş ve Mekkelilere hitaben Mekke şehrinde adam öldürmenin, hatta diken kesmenin, yitirilmiş malına el uzatmanın kendisi için bile haram kılındığına dair bir hutbe irad etmiştir. Hutbeyi dinleyen Ebu Şah isminde bir Yemenli Hz.Peygamber’e başvurarak hutbesinin yazılmasını istemiştir. Hz.Peygamber’de Ebu Şah için hutbeyi yazınız demiştir.”

Buhari Sahih 1/36, Ebu Davud Sünen 2/286-287

 

 Yine Ebu Hureyre’nin Hz.Peygamberin ashabı içinde Abdullah bin Amr müstesna benden daha çok hadise sahip olan kimse yoktu. Abdullah hadisleri yazardı. Ben ise yazmazdım demesi İle Abdullah’ın Hz.Peygamberden yazı ile ilgili izni aldığına dair haberler vardır.Bu haberlerden birinde Abdullahın hikayesi şöyle anlatılmıştır.

“Hz.Peygamberden işittiğim her şeyi yazıyordum.Gayem bunları ezberlemekti. Kureyşliler beni bu işten menettiler ve sen Peygamberden işittiğin her şeyi yazıyorsun. Halbuki o bir beşerdir ve rıza halinde olduğu gibi gadab halinde iken de konuşabilir, dediler. Bunun üzerine yazma işini durdurdum. Sonradan kureyşlilerin bu sözünü Hz.Peygambere zikrettim. Bana “Yaz, nefsim yedi kudretinde olan ALLAH’a yemin ederim ki benden hak doğru olan sadır olur. Dedi.”

Ahmet Bin Hanbel Musned 20/21, Ebu Davud Sünen 2/286 da

 

 Abdullah bin Amr hadis yazmak için peygamberden izin aldıktan sonra yazmağa başladığını ve 1000 kadar hadisi ihtiva eden bir sahife vücuda getirdiği bilinmektedir

 

 

 KAYNAK:

 HAdis TArihi/TAlat Koçyiğit

 

 

 

İlk Yazılı hadisler

 

 A)Hz.Peygamberin diplomatik mektupları;

Hangi maksatla olursa olsun, Hz.Peygamber tarafından yazılan ve yazdırılan bir vesika hadisin kapsamı içinde görülmektedir.

 Nasılki huzurunda işlenen bir fiil veya söylenen bir söz onun tarafından tasvib gördüğü müddetçe takriri sünnetten sayılmış ve hadis olarak rivayet edilmiştir. Onun imzasını taşıyan bir mektubu da yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur.

 Hz.Peygamberin Bizans imparatoru Acem Kisrasına, ve Mısırlı Mukavkısa ve Habeş kralı Necaşiye yazdığı mektuplar İSLÂM tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında yazılmış yüzlerce vesika vardır. Ve bunların yazılış sebebleri birbirinden farklıdır. Bu konuları şöyle sıralayabiliriz.

 1)Yeni anlaşmalar,

 2)İSLÂMa davet,

 3)Memur tayinleri,

 4)Arazi ve arazilerin gelirlerinden atıyyeler,

 5)Eman ve tavsiye mektupları,

6)Bazı kimseler hakkında istisna teşkil eden hükümlerin tesbiti,

 7) Hz.Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili müteferrikat.,

 Bu vesikaların büyük bir kısmı medine devrine münhasırdır.

 Dünyada ilk yazılı anayasa olarak bilinen nizamname şu ibarelerle başlıyordu.

“Bu ALLAHın Rasülü Peygamber Muhammed’in Kureyşli Mümin ve Müslimlerle, Yesrib ehli onlara tabi olanlar, iltihak edenler ve onlarla birlikte harbe girenler arasına geçerli bir (kitabı) yazısıdır.”

 

B)Sadakat Hadisleri

 El-Hakimden verilen kaynaklar, Hz.Peygamberin sünneti ihtiva eden bir sahife yazarak Amr. İbni Hazm vasıtasıyla Yemene gönderdiğini ve Amr İbni Hazm’ında bu kitabı Yemen ahalisene okuduğunu zikrederler.Kaynaklara göre bu kitap farz sünen ve diyet hükümlerini ihtiva etmektedir.

 1)Halife Hz.Ebubekir’den rivayet edilen sadakat hadisleri

 Hz.Peygamber hayatının sonlarına doğru kılıcının kını üzerine yazmış olduğu sadakat ahkamını valilere göndermeden vefat etmişti. Ebu Bekir’in hilafete geçmesi üzerine bu kılıç ona intikal etmiş o da Enes Bin Maliki Bahreyne gönderdiği zaman kılıç üzerinde yazılı sadakat ahkamını yazıp ona vermiş ve bu ahkam ile amel etmesini istemiştir.

 Ebu Davud Sünen 1/360, Tirmizi 3/17

 2)Halife Hz.Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri

 Hz.Ömerden rivayet edilen sadakat hadisleri Ebu Bekir’den rivayet edilen sadakat hadislerinden ayrı bir şey değildir. Mevcut haberler bunu açık bir şekilde teyid eder.

 El-Hakim Müstedrek 1/392

 Ez-Zühri’nin Salim yolu ile babası Abdullah Bin Ömer’den rivayet ettiği hadisin ilk ibaresi şöyledir. “Rasulullah sadakat kitabını yazmış fakat amillerine göndermeden vefat etmiştir. Bilahara Ebu Bekir sonrada Ömer aynı kitapla amel etmiştir.”

 

C)Sahabiler tarafından yazılan diğer sahifelere ait bilgiler

 1)Ebu Bekir ve Ömer’in denemeleri

 Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ömer bin Hattab’ın sünene ait hadisleri yazmağa teşebbüs ettiklerini hatta Ebubekir’in 500 kadar hadisi bir kitapta topladığı fakat sonradan bazı sebepler dolayısı ile bu kitabı imha ettiğini belirten haberler vardır. Yine haberlerden öğrendiğimize göre Ebu bekir’in yazmış olduğu kitabı imha etmesine sebep hadislerin kendisinden sonra aslına uygun olarak nakledilmemeleri korkusudur. Ömer bin Hattab’ın vazgeçmesinin sebebi ise kendisi şöyle açıklamaktadır. “Size bir sünen kitabından bahsetmiştim .Sonradan düşündüm ki sizden önceki ehli kitap kitabullah’tan başka kitaplar yazmışlar o kitaplar üzerine düşerek ALLAH’ın kitabını terketmişlerdi. Ben yemin ederim ki ALLAH’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem. İbni Sad Tabakat 3/206

 Nitekim karşısında bir hadis rivayet edildiği vakit onu reddetmek yerine rivayet edenden delil istemesi onun titiz ve ihtiyatkar davranışını gösterir. “Bir gün Ebu Musa, Ömer’in yanına girmek için üç defa izin istemiş cevap alamayınca geri dönmüştü. Sonradan bunu haber alan Hz.Ömer niçin geri döndüğünü sorunca, Ebu Musa Hz.Peygamberin biriniz üç defa izin isteyipte izin verilmezse geri dönsün, dediğini işittim.diye cevap vermişti. Bunun üzerin Ömer bin Hattab bu sözü Hz.Peygamberden işittiğine dair delil istemiş, Ebu Musa’da mescide giderek orada bulunanlara Ömer ile aralarında geçen hadiseyi anlatıp bu sözü Hz.Peygamberden işiten bir kimsenin bulunup bulunmadığını sormuştu. Orada bulunanlardan Ebu Said kalkmış ve Ebu Musa’ya şehadet etmiştir. Bundan sonradır ki Ömer ibnul Hattab Ebu Musa’ya şöyle hitap etmiştir. Maksatım seni itham etmek değildir. Fakat hz.Peygamberden hadis rivayet zordur.”

2)Abdullah ibnül Amr ibnül As’ın sahifesi

 Hz.Peygamberin genç ashabı arasında hadis sahifesiyle şöhret kazananlardan birisi Abdullah bin Amr bin el As’tır. Babası Mısır fatihi Amr ibnul As’tan önce müslüman olan Abdullah’ın Hz.Peygamberin izniyle pekçok hadis yazdığını gösteren haberler vardır.

İbni Sad.’ın naklettiğine göre Abdullah bin Amr bir sahifeden bahsederek Rasullullahtan işttiğim hadisleri yazmak için izin istedim bana izin verdi bende bu sahifeyi yazdım. Der. İbnu Sad Bu haberin nihayetinde Abdullah bin Amrın Hz.Peygamberden yazdığı sahifeye sadıka ismini verdiğini ilave eder ki başka haberlerin bunu teyid ettiği görülür.

 Yine Ahmet Bin Hanbel’in naklettiğine göre Ebu Kabil şu hadiseyi nakletmiştir. Birgün Abdullah ibn Amr’ın yanında bulunuyorduk. Önce Konstantiniyyemi yoksa Rumiyye mi fetholuncağını soruldu. Abdullah bir sandık getirdi ve içinden bir kitap çıkartarak söyle dedi Hz.Peygamberin etrafına toplanmış yazıyorduk. Bu sual ona soruldu. Rasulullah Hirakl Şehrinin yani Konstantiniyyenin (İstanbulun)önce fetholunacağını söyledi.

 

 3)Cabir İbn Abdullahın sahifesi

 Hz.Peygamberin ashabı arasında fazla hadis rivayet etmekle söhret kazananlardan birisi olan Cabir ibn Abdullah’dır. Sahifetul Cabir diye anılan sahifenin aslında Süleyman ibnu Kays El- Yeşkuri tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Fakat Süleyman ibnu Kays’ın Cabir’den önce vefat etmesi ve Cabirin hadislerini ihtiva etmesi dolayısı ile ona isnad edilmiş ve bu isimle anılmıştır. Cabirin sahifesi hadisçiler arasında şöhret kazandıktan sonra pekçok kimse bu sahifeden rivayet etmeğe başlamıştır. Mesela Ahmet Bin Hanbel bunlardandır.

 

 4)Ali bin ebu Talib Sahifesi

 Hz.Peygamberin amca oğlu ve damadı Hz.Ali’nin elinde sadakat ve diyet hükümlerini ihtiva eden bir sahifenin bulunduğu muhtelif kaynakların verdikleri haberlerde anlaşılır. Nitekim Hz.Ali’nin; “Hz.Peygamberden kuran’dan ve şu sahifedekilerden başka bir şey yazmadık.” Sözü bunu açıklar. Hz.Ali, Hz.Peygamber’in vefat ettiği sıralarda Kuran tenzil üzerine toplamış bulunuyordu. Hatta kendisini bu işe o kadar vermişti ki Hz.Peygamberin vefatı üzerine hilafet makamına geçen Ebu Bekir’e beyat etmek fırsatını bile bulamamıştı.

5)Semura ibnu Cundeb sahifesi

 Hz.Peygamberin ashabı içinde hadis yazanlardan biride Semura İbnu Cundeb’tir.Ebu Davud ve İbni Mace sünenlerinde Nuaym ibn Ebi Hind tarikiyle Semura’nın oğullarından birer hadis rivayet etmişlerdir.

 

 6)Ebu Hurayra Sahifesi

 Hz.Peygambeden en fazla hadis rivayet etmekle şöhret kazanan Ebu Hurayre ‘dir. Hayatında yazılan ve büyük şöhret kazanan diğer bir sahifede talebelerinden Hemman ibnu Münebbih’in sahifesidir. Berlin ve Şam kütüphanelerinde iki yazma nüshası Pr.Muhammed Hamidullah tarafından bulunarak geniş bir mukaddime ile neşredilmiştir. Hadis tarihi yönünden değerli bir vesikadır.Hemmam’ın sahifesinde bulunan her hadis Ebu Hureyre’nin rivayeti olarak altı hadis kitabnda yer almakla kalmamış aynı zamanda Peygamberin bu sözlerinden her biri mana itibariyle diğer sahabilerden rivayet edilmiştir.

 7)Abdullah ibn. Abbas sahifesi

 Hz.Peygamberin ashabı içerisinde rivayetinin çokluğu ve bilhassa tefsir sahasındaki genişliği ile şöhret kazananlardan biride Abdullah ibni Abbas İbni Abdulmuttalip’dir. İbni Abbas hicretten üç sene önce dünyaya gelmişti. Tefsir ilminde otorite olması dolayısıyla kendisine müfessiril kuran ve tercumanul kuran deniliyordu. İbn. Abbas hz.Peygamberin vefatında onüç yaşlarında olmasına rağmen ondan pekçok hadis dinlemiş ve hıfzetmiştir. İbni abbasın ilmi üç otoriteden gelmektedir. Ömer bin el hattab, Ali bin ebi Talip, Ubey bin Kab.

 

 Abdullah ibn.Ömer ibn.hattab sahifesi

 Hz.peygamberin genç ashabından bir i olan abdullah ibn ömer in hadis yazıp yazmadığını bilmiyoruz. Fakat elinde yazılı hadis vesikalarının bulunduğuna ve kölesi nafinin ondan bir sahife rivayet ettiğine dair haberler vardır. El Buhari tarafından nafi vasıtasıyla nakledilen bir habere göre Abdullah ibn.ömer sokağa çıkmadan önce kitaplarına bakardır. Ettarihul Kebir

 8)Sad ibn Ubade sahifesi

 Cahiliyye devri katiplarinden Sad ibn Ubade’nin Hz.Peygamberin meclislerinde daima hazır bulunup ondan kuran, feraiz ve şeriat ahkamını öğrendiği bilinen hususlardan olup hadis yazıp yazmadığı net olarak bilinmemektedir.

 Bu örnekler Hz.Peygamberin ilk günlerinden itibaren hadislerin yazılmağa başlandığını ve hadis yazanların giderek çoğaldığını göstermeğe yeterlidir.

 

 

 Kaynak:

 Hadis Tarihi/Talat Koçyiğit

FIKIH TARİHİ

 

İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)

Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanından itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.

Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.

Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.

Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.

Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.

Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.

Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.

Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.

İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.

Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1][1]

*   *   *

Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.



[2][1] Bkz. Abdulkerîm Zeydân, el-Medhal, s. 91 vd.; Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, I, 41 vd.; Hayreddin Karaman,İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, s. 665.

 

SONUÇ

Özet sunularak anlatmaya çalıştığımız üzere; tefsir tarihi, hadis tarihi ve fıkıh tarihi gelişimleri birbirine paralellik arz etmektedir. Tarihi süreç içerisinde bu üç ilim dalının etkileşime girdiği unsurlar benzerlik arz etmektedir. Bu açıdan değerlendirmeğe tabi tutulduğunda İslami İlimlerin birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceği sonucuna varmak yanlış olmasa gerektir.

 

Saygılarımla….





0 Yorum - Yorum Yaz


كلمة لغوب في القرآن الكريم

 

 

المقدّمة

 

المبحث الأوّل : تعريف كلمة " لغوب ".

 

1.   لغة

2.   اصطلاحا

3.   مواضعها في القرآن

 

المبحث الثاّني : تفسير" ومامسّنا من لغوب " عندالطبري و سبب النّزول.

 

1.   سبب النّزول

2.   تفسير الطبري

3.   الفرق بين النّصب و اللغوب

 

الخاتمة.

 

 

 

 

 

 

 

المقدّمة :

 

قبل نزول القرآن الكريم كانت اليهود يعتقدون في دينهم أنّ الله سبحانه عزّوجلّ عندما خلق السماوات والأرض خلقها في ستّة أيّام ثمّ استراح اليوم السّابع الّذي  هو يوم  السّبت.وهم ما زالوا يقدّسونه إلى الآن.

وعند نزول القرآن, أي بعد مجيء الإسلام ذكرفيه آيات تدلّ على قدرة وعظمة الله تعالى وتكذّب أقاويل اليهود ومن بينها مانزل في شأن خلق السماوات والأرض.

ومن بين هذه الآيات نزلت على نبيّنا محمّد صلّى الله عليه وسلّم بعد التقائه مع اليهود حين ذكر لهم تفصيل الأيّام المتعلّقة بخلق السماوات والأرض وما بينهما.

ولمّا طرح النّبي صلّى الله عليه وسلّم عليهم شأن كلّ يوم, بدأ بيوم الأحد إلى يوم الجمعة. فاليهود جائوا بجواب يعني أنّ النبيّ صدق لو وافقهم في يوم السّبت الّذي يعتبر يوم الرّاحة في عقيدتهم أنّ الله استراح فيه.

فغضب النبي صلّى الله عليه وسلّم غضبا شديدا عندما فهم أنّهم يريدون أن يسيروا القرآن حسب عقيدتهم. فأنزل الله تعالى آية في سورة مكيّة (ق-34)  تذكر أنّ الله لم يمسسه أبدا لغوبا ولاتعبا, ويأمر النّبي صلّى الله عليه وسلّم على أن يصبر على قولهم وافترائهم كما في قوله تعالى:

 " ولقد خلقنا السماوات والأرض وما بينهما في ستة أيام وما مسنا من لغوب - فاصبر على ما يقولون. " (ق-34-35).

 

ولقد تناولنا قي هذا البحث تفسيرا وتحليلالهذه الآيات حسب قسمين أساسيين :

-       يتعلّق القسم الأوّ ل بتعريف كلمة " لغوب " لغة واصطلاحا, ومواضعها في القرآن.

-       أمّا القسم الثّاني قفقد تناولنا فيه سبب النزول والتّفسير عند الطّبري .

لقد اخترت البحث في هذه الآية بقصد تبيين عظمة الله وقدرته في ردّ شبهات وافترآت اليهود والمشركين. وكذلك تبيين معانات النّبي صلّى الله عليه وسلّم وحثّ الله له على الصّبر مهما يقولون.

 

 

 

 

 

المبحث الأوّل : تعريف كلمة لغوب.

 

نجد تعريف كلمة لغوب في عدّة معاجم اللّغوية سواء لغة أواصطلاحا.

1.    لغة : جاء تعريفها في معجم اللغة العربيّة المعاصر كما يلي

لغَبَ يَلغَب ، لَغْبًا ولُغوبًا ، فهو لاغب.[1]

اللَّغُوبُ : الضعيفُ الأَحْمَق 

اللغوب : التعب الشديد

كما جاء تعريفها في في معجم كلمات القران

معنى لغوب :  تعب و إعياءٍ [2].

 

2.    اصطلاحا

وجاء أيضا تعريفها في معجم اللغة العربيّة المعاصرإصطلاحا كما يلي:

 لغَبَ على القوم لَغْبًا : أفسد عليهم 
لغَبَ القومَ : حدَّثهم حديثًا كاذبًا[3] 

جاء أيضا تعريفها في معجم المعاني الجامع :
لغَب الشَّخْصُ : تعِب وأعيا أشدَّ الإعياء[4]. " لاَ يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلاَ يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ "

 

3.    مواضعها في القرآن :

وردت كلمة لغوب في القرآن الكريم في موضعين وهما:

-       في قوله تعالى:

" ولقد خلقنا السماوات والأرض وما بينهما في ستة أيام وما مسنا من لغوب –

 فاصبر على ما يقولون

(ق-34-35).

وهي سورة مكية جاء ترتيبهاحسب النزول (34 ) و ترتيبها حسب الزمن في المصحف(50)

-       و قوله تعالى :

 

" الَّذِي أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ "(فاطر 35).

وهي  أيضا سورة مكية جاء ترتيبهاحسب النزول (43) و ترتيبها حسب الزمن في المصحف(35).

.

المبحث الثاّني : تفسير "ومامسّنا من لغوب" عندالطبري وسبب النزول .

قبل أن نذكرتفسير الآية عندالطبري نبدأ بذكرسبب النزول للواحدي مع أنّ الطبري يعتمدأيضا في تفسيره على سبب النزول

1.   سبب النّزول:

يبدأ الواحدي بذكرالآية ثم يشرع الأحاديث الدالةعلى سبب النزول

قَوْلُهُ- عَزَّ وَجَلَّ:

 

" وَلَقَدْ خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَمَا مَسَّنَا مِنْ لُغُوبٍ"

 

َقالَ الْحَسَنُ وَقَتَادَةُ:

 قَالَتِ الْيَهُودُ: إِنَّ اللَّهَ خَلَقَ الْخَلْقَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَاسْتَرَاحَ يَوْمَ السَّابِعِ وَهُوَ يَوْمُ السَّبْتِ، وَهُمْ يُسَمُّونَهُ يَوْمَ الرَّاحَةِ، فَأَنْزَلَ اللَّهُ تَعَالَى هَذِهِ الْآيَةَ.
-
أَخْبَرَنَا أَحْمَدُ بْنُ مُحَمَّدٍ التَّمِيمِيُّ قَالَ: أَخْبَرَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ جَعْفَرٍ الْحَافِظُ

 قَالَ: أَخْبَرَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ الْحَسَنِ

قَالَ: أَخْبَرَنَا هَنَّادُ بْنُ السري

 قال: أخبرنا أَبُو بَكْرِ بْنُ عَيَّاشٍ عَنْ أَبِي سَعْدٍ الْبَقَّالِ، عَنْ عِكْرِمَةَ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ الْيَهُودَ أَتَتِ النَّبِيَّ- صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- فَسَأَلَتْ عن خلق السموات وَالْأَرْضِ

 فَقَالَ:«خَلَقَ اللَّهُ الْأَرْضَ يَوْمَ الْأَحَدِ وَالِاثْنَيْنِ، وَخَلَقَ الْجِبَالَ يَوْمَ الثُّلَاثَاءِ وَمَا فِيهِنَّ مِنَ الْمَنَافِعِ، وَخَلَقَ يَوْمَ الْأَرْبِعَاءِ الشَّجَرَ وَالْمَاءَ وَخَلَقَ يَوْمَ الْخَمِيسِ السَّمَاءَ، وَخَلَقَ يَوْمَ الْجُمُعَةَ النُّجُومَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ»،

 قَالَتِ الْيَهُودُ: ثُمَّ مَاذَا يَا مُحَمَّدُ؟

 قَالَ:«ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ»،

 قَالُوا: قَدْ أَصَبْتَ لَوْ تَمَّمْتَ ثُمَّ اسْتَرَاحَ،

 فَغَضِبَ رَسُولُ اللَّهِ- صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- غَضَبًا شَدِيدًا، فَنَزَلَتْ:

" وَلَقَدْ خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَمَا مَسَّنَا مِنْ لُغُوبٍ"(ق-34).

 

 

2.   تفسير الطبري :

يبدأ الطبري تفسيره بذكر الآية ثم يفسّرهاحسب رأيه ثم يذكر الأدلّة من الأحاديث الواردة في شأن ذلك كالآتي:

القول في تأويل قوله تعالى:

 

" ولقد خلقنا السماوات والأرض وما بينهما في ستة أيام وما مسنا من لغوب " ( ق-34 ) " 

يقول - تعالى ذكره - :

 ولقد خلقنا السموات السبع والأرض وما بينهما من الخلائق في ستة أيام ، وما مسنا من إعياء.

كما حدثنا ابن حميد قال : ثنا مهران ، عن أبي سنان ، عن أبي بكر قال

جاءت اليهود إلى النبي - صلى الله عليه وسلم - ،

 فقالوا : يا محمد أخبرنا ما خلق الله من الخلق في هذه الأيام الستة؟

 فقال : " خلق الله الأرض يوم الأحد والاثنين ،

وخلق الجبال يوم الثلاثاء ،

 وخلق المدائن والأقوات والأنهار وعمرانها وخرابها يوم الأربعاء ،

 وخلق السموات والملائكة يوم الخميس إلى ثلاث ساعات ، يعني من يوم الجمعة ،

وخلق في أول الثلاث الساعات الآجال ، وفي الثانية الآفة ، وفي الثالثة آدم ،

قالوا : صدقت إن أتممت ،

فعرف النبي - صلى الله عليه وسلم - ما يريدون ، فغضب ،

فأنزل الله : "وما مسنا من لغوب فاصبر على ما يقولون "

كما يربط هذه الآية باللتي تتبعها في تفسيره كالآتي :

يقول - تعالى ذكره - لنبيه محمد - صلى الله عليه وسلم - : فاصبر يا محمد على ما يقول هؤلاء اليهود, وما يفترون على الله، ويكذبون عليه، فإن الله لهم بالمرصاد.

مثل ما تعرّض النبي محمّد - صلى الله عليه وسلم- إلى التكذيب من طرف اليهود, فإن الآية التي وردت في سورة طه (الآية -130) تبينت أن النبي صلى الله عليه وسلم تعرّض أيضا للتكذيب من طرف المشركين فجاء قوله تعالى:"  فَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ ".

يقول جلّ ثناؤه لنبيه: فاصبر يا محمد على ما يقول هؤلاء المكذبون بآيات الله من قومك لك إنك ساحر، وإنك مجنون وشاعر ونحو ذلك من القول.

 

 تحليل تفسير الطبري:

نلاحظ أن تفسير كلمة " لغوب " عند الطبريجاءت مختلفة حسب كلّ رواية. كلّ معنى ورد في رواية استخرجنا له مرادفه حسب المعجم- اللغة العربية

 

شَعَرَ بِإعْياءٍ شَدِيدٍ : بِتَعَبٍ

وما مسنا من إعياء

الطبري

 

الحديث

كما حدثنا ابن حميد قال : ثنا مهران ، عن أبي سنان ، عن أبي بكر قال:

سَآمَة : مَلَل ، ضَجَر

من سآمة

 

قال: ثنا مهران ، عن سفيان

أَزْحَفَ الرَّجُلُ :

 أَعْيَا ، تَعِبَ تَعَباً شَدِيدًا 
أَزْحَفَهُ السَّفَرُ : أَتْعَبَهُ شَدِيداً ، أَعْيَا

من إزحاف  

حدثني علي قال :

ثنا أبو صالح قال : ثني معاوية ، عن علي ، عن ابن عباس قوله

ظَلَّ يُعَانِي مِنَ النَّصَبِ 

: مِنَ التَّعَبِ ، العَنَاءِ

وما مسنا من نصب

حدثني محمد بن سعد قال :

 ثني أبي ، قال : ثني عمي ، قال : ثني أبي ، عن أبيه ، عن ابن عباس 

 

: نصب قال

حدثني محمد بن عمرو قال :

 ثنا أبو عاصم قال : ثنا عيسى ، وحدثني الحارث قال : ثنا الحسن قال : ثنا ورقاء جميعا ، عن ابن أبي نجيح ، [ ص:376 ] عن مجاهد قوله

 

 

 قالت اليهود :

إن الله خلق السموات والأرض في ستة أيام ، ففرغ من الخلق يوم الجمعة ، واستراح يوم السبت ، فأكذبهم الله ،

وقال " وما مسنا من لغوب "

حدثنا بشر قال :

 ثنا يزيد قال : ثنا سعيد ، عن قتادة

 

قالت اليهود :

 إن الله خلق السموات والأرض في ستة أيام ، ففرغ من الخلق يوم الجمعة ، واستراح يوم السبت ، فأكذبهم الله ، وقال " وما مسنا من لغوب "

حدثنا ابن عبد الأعلى قال :

 ثنا ابن ثور ، عن معمر ، عن قتادة

 

"ولقد خلقنا السماوات والأرض وما بينهما في ستة أيام "

 كان مقدار كل ألف سنة مما تعدون . 

حدثت عن الحسين قال :

سمعت أبا معاذ يقول : أخبرنا عبيد قال : سمعت الضحاك يقول:

الْعَنَاء

 : التَّعَب ، المَشَقَّة

لم يمسنا في ذلك عناء ، ذلك اللغوب

حدثني يونس قال :

أخبرنا ابن وهب قالقال ابن زيد 

 

 

3.   الفرق بين النّصب و اللغوب :

 

نجد كذالك في سورة فاطرهذه الآية التي تستعمل الكلمتين :نصب ولغوب في قوله تعالى:

                             

" الَّذِي أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ "(فاطر 35).

 

فسرها الطبري كالآتي :

وقوله :" لا يمسنا فيها نصب " يقول : لا يصيبنا فيها تعب ولا وجع

" ولا يمسنا فيها لغوب " يعني باللغوب : العناء والإعياء . 
وبنحو الذي قلنا في ذلك قال أهل التأويل . 
ذكر من قال ذلك : 

حدثنا محمد بن عبيد قال : ثنا موسى بن عمير ، عن أبي صالح ، عن ابن عباس في قوله:

" لا يمسنا فيها نصب ولا يمسنا فيها لغوب "  قال : اللغوب : العناء 

حدثنا بشر قال : ثنا يزيد قال : ثنا سعيد ، عن قتادة قوله :

" لا يمسنا فيها نصب "  أي : وجع . 
أن النصب هو أن يجدوا صعوبة في أداء عمل من الأعمال في الجنة, وأما اللغوب هو أن يجدوا إعياء وتعب بعد أداء هذا العمل.

الخاتمة :

لقد ورد في القرآن الكريم آيات كثيرة تحثّ النبي والمؤمنين كافة على الحذ ر من اليهود والمشركين. وذلك لعدم إيمانهم و تصديقهم لكتاب الله وما يحتويه من معجزات, وخاصّة ما يتعلّق ببحثنا هذا وهو خلق السماوات والرض وما بينهما.




 

 

 



[1] المعجم: اللغة العربية المعاصر

[2] المعجم: كلمات القران

[3] في معجم المعاني الجامع - معجم عربي عربي

[4] في معجم المعاني الجامع - معجم عربي عربي




0 Yorum - Yorum Yaz


TARİH MÜTALASI ÖDEVİ

Muhammet Ali ÖZER

14922747 DOKTORA

 TEFSİR TARİHİ

Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğunda bir ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazen da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır. Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları görülmektedir. Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin yorumu için yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in Ehl-i kitap’tan gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması. Sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen bu rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde telif edilen tefsirlerde önemli bir yer işgal etmiştir. İlk tam Kur’an tefsirini kaleme alan Mukātil b. Süleyman’ın eseri ikinci ve üçüncü nesildeki bu değişimi açıkça ortaya koymaktadır

İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allah’ım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek olanlar da vardır.

Tefsirde bir diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi âlimler mevcuttur. İlk müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür. Onun takipçileri arasında Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaî gibişahsiyetler vardır. Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukātil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr: Tefsîru Muķātil b. Süleymân) ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir.

Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen Müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır.[1]

HADİS TARİHİ

Bazı âlimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahâbe ve tâbiînin şahsî beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber’e ait olan hadislere merfû, sahâbeye ait olanlara mevkuf, tâbiîne ait olanlara da maktû adını vermişlerdir. Sonraları merfû, mevkuf ve maktû terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resûlullah’ın söz, fiil ve takrirleri için kullanılması özellikle hadis âlimleri arasında daha fazla kabul görmüştür. Sünnet ve hadisin çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber’in ahlâkını, şemâilini, peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıklarını da bu çerçeve içine alanlar olmuştur.

Hadislerin tedvînini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman’ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gāliyye gibi siyasî fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi itikadî mezheplerin ortaya çıkması gelir. Özellikle Şîa’nın kendi grupları, daha sonra Abbâsî hilâfeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslâm aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi tedvîne taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir.

Hadislerin tedvîni tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde “musannef” adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk râvileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak “müsned” denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.

 İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hazırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvîn ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkân bulunmadığını ortaya koymaktadır. IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahî rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı âlimler IV. yüzyılın başını mütekaddimîn döneminin sonu, müteahhirîn devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir. Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî’nin (ö. 307/919) el-Müsned’i sahâbeye ait birçok haberi de ihtiva eden önemli bir kaynaktır. İbn Cerîr et-Taberî, orijinal bir çalışma olan Tehzîbü’l-âsâr’ında aşere-i mübeşşere, Ehl-i beyt ve mevâlî’nin müsnedleriyle İbn Abbas’ın müsnedinin bir bölümünü bir araya getirmiş; hadislerin tariklerini, illetlerini, âlimlerin bu hadisler hakkındaki ihtilâflarını ve sonunda da kendi tercihini belirtmiştir. İbn Huzeyme de bugün tam nüshası elde bulunmayan es-sahîh’ini tasnif etmiştir.[2]

FIKIH TARİHİ

Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler ve nesiller, bazen da siyasî, sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı fıkhın dönemleri Hz. Peygamber, sahâbe, Abbâsîler, Selçuklular, Moğol istilâsından Mecelle’ye ve Mecelle’den günümüze kadarki devirler şeklinde bir sıralamaya tâbi tutulmuştur.

Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten önce Mekke’de geçen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlâk konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resul-i Ekrem’in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine’de ise İslâm Allah-fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza, muhakeme usulü, muâmelât, devletlerarası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm ve kaideler konulmuştur.

Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır: Tedrîc, kolaylık ve nesih. Tedrîc hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulması, kolaylık ise yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak dinle muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, İslâm âlimleri arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin önce konup sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir. Fıkhın usul ve fürû kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okutulması, kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber gerek usulün gerekse fürûun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır.

Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur’ân-ı Kerîm yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde düşünme, kafa yorma (ictihad: kıyas, istidlal), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu kaynakların ilk ikisi tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise ya kullanılmış veya ileride kullanılabileceği açıklanmıştır.

Âyetlerin açık ve doğrudan hüküm getirmesi esas alındığında fıkıhla ilgili âyet sayısı 200 civarındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de genel çizgileriyle anlatılan iman ve İslâm konularının, namaz, oruç, hac, zekât gibi temel ibadetlerin vb. hükümlerin geniş açıklamaları ve uygulama örnekleri sünnetin açıklama görevinin; fıtır sadakası, vitir namazı, bazı cezalar, kadının hala ve teyzesinin ikinci eş olarak alınmasının yasaklanması, evcil eşek etinin haram olması, oruç bozmanın kefareti gibi yüzlerce örnek de boşlukları doldurma fonksiyonunun görüldüğü alanlardır.

Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir kırılma noktasıyla Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Her iki dönemde de sahâbe nesli fıkıh açısından belirleyici bir role sahip olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emevîler devri hilâfetin saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Hulefâ-yi Râşidîn devri dinî hayatın, İslâm’ın insanlığa getirdiği inkılâbın tekâmül devridir. Emevîler devrinde ise fazilet ve mânevî tekâmülün yerini siyasî istikrar ve maddî gelişme almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın ve siyasî baskıların doğurduğu muhalefet (Havâric ve Şîa), özellikle fıkhın kamu hukuku alanında yeni düşünce ve teorilere zemin hazırlamıştır.

                Abbâsîler’in son zamanları ile Selçuklular devri fıkhın duraklama dönemidir. Merkezî otoritenin sarsılması ve birçok İslâm devletinin kurulması, bu devletlerarasındaki dostane ve hasmane münasebetler, çeşitli kültürlerin karşılıklı etkileşiminin meydana gelmesi, hak ve bâtıl birçok fikir cereyanının, inanç ve düşüncenin ortaya çıkıp yayılması vb. âmiller, İslâm toplumunda düşünce ve kültür hayatını ve ilmî gelişmeleri hem olumlu hem de olumsuz yönden etkilemiş olmakla birlikte bu dönemde fıkıh ilminde tekâmül grafiğinin yükselmesi durmuş, hatta aşağıya doğru seyretmeye başlamıştır. Artık büyük müctehidler ve mezhep imamları devrinin hür ve mutlak içtihadı, Kitap ve Sünnet kaynaklarından hukukî ve dinî hayata doğrudan çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini taklitçilik ruhu almaya başlamış, sonu gelmez faydasız tartışmalar yaygınlaşmış, mezhep taassubu yerleşmiş ve ictihad kapısı kapanmıştır. Taklit ruhu ve zihniyeti, menfi münazara ve münakaşalarla mezhep taassubu bu devri karakterize eden belli başlı hususlardır.[3]



[1] D.İ.A, İstanbul 2011, C. XXXX,  s. 281-290.

[2] D.İ.A, İstanbul 1997, C. XV,  s. 27-64.

[3] D.İ.A, İstanbul 1996, C. XIII,  s. 1-14.




0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi