Ali Muradasilov / Öğrenci No: 23922724 / TEFSİR bölümü (DR)
Tarihteki olan Bilginin bütünlüğü ile Tefsir Usulü –
Hadis Usulü – Fıkıh Usulü okumamıma ilişkin değerlendirme.
TEFSİR USULÜ’NÜN TARİHİ
1. Hz. Peygamber'in Yaşadığı Dönemde Tefsir
Arapça olarak indirilen Kur’an-ı Kerim,
Peygamberimiz (sav) tarafından anlaşılmış ve sahabeye aktarılmıştır.
Peygamberimiz indirilen ayetler hakkında zaman zaman açıklamalar yapmıştır.
Hz. Muhammed’in peygamberlikle ilgili
temel görevleri; kendisine indirilen vahyi insanlara iletmek (tebliğ), vahyi
açıklamak (tebyin) ve insanların kötülüklerden temizlemek (tezkiye). Bu
nedenle Kur’an’ın tefsiri Peygamberimiz (Sav) ile başlamıştır. Hz. Peygamberimiz,
vahyin ilk muhatabıdır.
Kur’an’ın ilk muhatapları olan sahabiler
onun ruhuna vakıf oldukları hâlde, ayetleri iyice anlamak ve doğru amel etmek
konusunda zaman zaman Hz. Peygamber'in tefsirine ihtiyaç duymuşlardır. Peygamberimiz
de lüzum gördükçe ayetleri tefsir etmiştir. Yaptığı açıklamalarla Kur’an’ın anlaşılmasını
ve yaşanmasını sağlamış, amelî konulardaki davranışlarıyla da ayetlerin
uygulanışını göstermiştir. Yani sadece sözle değil, aynı zamanda
davranışlarıyla da fiilî bir tefsir yapmıştır. Örneğin
Kur’an-ı Kerim’de namaz ve hac sadece emredilmiş; nasıl yapılacaklarına dair
detayları Peygamberimiz tarafından açıklanmıştır.
2. Sahabe Dönemi'nin Tefsir
Kur’an, Peygamberimize (sav) sahabenin
yaşadığı ortamda ve onların konuştukları dilde nazil oluyordu. Bu nedenle
sahabenin büyük çoğunluğu hangi ayetin nerede, nasıl, ne hakkında ve hangi
sebeple nazil olduğunu biliyordu. Hatta ayetlerin indirilmesine neden olan
olayların içinde yaşıyorlardı. Kur’an’ın ilk muhatapları olarak Kur’an’ın
okunması, ezberlenmesi, yazılması, açıklanması, anlaşılması ve uygulanmasında
Peygamberimiz ‘in yürüttüğü tüm faaliyetlere bizzat katılmışlardı.
Anlayamadıkları bir ayeti doğrudan Peygamberimize sorup dinliyorlar. Böylece
ayetlerde kastedilen anlamları bilginin asıl kaynağından öğreniyorlardı. Onlar
da ayetlerin indirilme sebebini ve Peygamberimiz'in onlara öğrettiği her türlü
bilgiyi sonraki nesillere naklederek tefsir ilminin temelini atmışlardır.
“Tercümanü’l-Kur’an” adıyla da anılan Abdullah b. Abbas tefsirle
ilgili rivayetleri oldukça fazla olan sahabilerden biridir.
Sahabe Tefsirinin Genel
Özellikleri:
1. Sahabeler ayetlerin genel
manasını vermekle yetinmişlerdir.
2. Sahabe döneminde ahkâm
ayetlerinden az sayıda hükümler çıkarılmıştır.
3. Bu dönemde sebebi nüzule
ağırlık verilmiştir.
4. Sadece kısa yorumlar
yapılmıştır.
5. Müteşâbih ayetler üzerinde
durmamışlardır.
6. Ayetlerin tefsirinde
Peygamberimizin sünnetinden gördüklerini ve hadislerinden doğrudan duyduklarını
aktarmışlardır.
3. Tabiin Dönemi’nin
Tefsirinin Genel Özellikleri:
1. Peygamberimiz'le bizzat
karşılaşmamış ve ayetlerin indirilişine tanıklık etmemiş olduklarından tabiin
dönemi müfessirleri, ayetleri yorumlarken daha fazla açıklama yapma gereği
duymuşlardır.
2. Sahabe döneminde sınırlı
sayıdaki ayetlerin tefsiri yapılmışken tabiîn döneminde Kur’an tamamen tefsir
edilmeye başlanmıştır.
3. Sahabe Dönemi'nde sözlü
olarak devam eden tefsir hareketi, Tabiin Dönemi'nde de bazen sahifelere
yazılmış olmakla birlikte, çoğunlukla sözlü olarak devam etmiştir.
4. Tabiin müfessirleri
ayetlerin yorumunda naklin yanında rey ve içtihadı da kullanılmaya başlamıştır.
Bu da farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
5. Farklı kültürlerle
karşılaşmalar sonunda farklı görüşlere zemin teşkil eden tefsir anlayışları
yaygınlaşmıştır.
6. Arap olmayanlar (mevâlî),
tefsir hareketinde daha fazla rol almaya başlamıştır.
7. Bazı Müslüman âlimlerin,
ehl-i kitap olarak kabul edilen Yahudi ve Hristiyanların kültürünü kıssaların
tefsirinde kullanmaya başlamasıyla İsrailiyyât adı verilen rivayetler, İslam
kültürüne girmiştir. Bu rivayetler, özellikle rivayet yöntemine dayanan
tefsirlerin değerini düşürmüştür.
8. Mekke ve Kûfe gibi tefsir
okulları oluşmaya başlamıştır.
İbn Abbas’ın öğrencileri Said
b. Cübeyr, Mücahid ve İkrime gibi tabiînin önde gelen müfessirleri
nakle(hadise) dayalı rivayet yöntemini esas alan “Mekke ekolü”nü, Ubey b.
Ka’b’ın öğrencileri, Zeyd. b. Eslem ve Muhammed b. Ka’b el Kurazî gibi tabiîler
ise “Medine ekolü”nü oluşturdular. İbn Mesud’un öğrencileri İbrahim en
Nehaî, Muhammed b. Sirin ve Hasan el-Basrî gibi tabiinin önde gelen
müfessirleri ise nakil yanında reye dayalı dirayet yöntemini kullanan “Kûfe
ekolü”nü oluşturdular.
4. Tefsir faaliyeti çeşitli
aşamalardan geçmiştir. Bu aşamalar:
1. Sözlü Rivayet Dönemi: Peygamberimiz ve sahabenin dönemindedir. Sözlü
kültürün daha yaygın olduğu Peygamberimiz Dönemi'nde Kur’an’la karışması
ihtimali nedeniyle Kur’an dışında genellikle başka bir şey yazılmamıştır.
2. Tefsirin Kitabeti Dönemi: Peygamberimiz
Dönemi'nde yazılmış az sayıdaki hadis sahifeleri ve muhaddislerce ezberlenen
hadisler çeşitli mecmualarda toplanılmaya başlandı. Bu hadis mecmualarının bazı
bölümleri ayetlerin tefsirleriyle ilgili olduğundan hadis kitaplarında
“kitabu't-tefsir” olarak adlandırıldı. Böylece tefsir rivayetleri, hadis
kitapları içerisinde de olsa bağımsız bölümler oluşturmaya başladı. Yine bu
dönemde Kur’an’daki kelimeler, başka dillerden Kur’an’a giren kelimeler, eş
sesli ve eş anlamlı kelimeler üzerine araştırmalar yoğunlaştı. Bunların bir
kısmı da yazıldı. Bu döneme tefsirin kitabeti adı verilmiştir.
3. Tedvin Dönemi: Tabiin döneminin sonlarında başlamıştır. Bu
dönemde tefsir rivayetleri, hadis kitaplarının birer bölümü olmaktan çıktı.
Kur’an’ı baştan sona tefsir eden bağımsız tefsir çalışmaları kitaplarda
toplanmaya başlandı. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’i baştan sona tefsir eden ilk
yazılı kitap, Mukâtil b. Süleyman (öl. 150/767)’ın “Kitabu’t-Tefsiri’l-
Kebir”idir. Mukâtil’in tefsirinde kelimelerin farklı anlamları, ilk dönem
kıraat farklılıkları verilmiş, sebeb-i nüzul, tarihî haberler ve şahıs isimleri
çokça nakledilmiştir.
5. Kaynak ve Yöntem
Bakımından Tefsir Çeşitleri
5.1.
Rivayet Tefsirleri
Tefsir başlangıçta,
Peygamberimiz ve sahabilerden rivayet edilen sözlerden ibaretti. İlk dönem
müfessirleri Peygamberimiz ve sahabeden nakledilen sözlerle tefsir yapıyor ve
kendi görüşlerine yer vermiyorlardı. Bu tür tefsirler, “rivayet tefsiri” olarak
isimlendirilmiştir. Rivayet tefsirlerine me’sur, menkûl ya da naklî tefsir adı
da verilmiştir.
Rivayet yönteminde bir ayet
tefsir edilirken önce konuyla ilgili daha açıklayıcı başka ayetler nakledilir.
Bunun ardından konuyla ilgili Peygamberimiz'in sünnetinden örnekler ve hadisler
sıralanır. Sonra konuyla ilgili sahabe sözleri ve bazen de tabiîn sözleri
nakledilir. Yani özetlersek kaynakları: Ayet, hadis, sahabe ve tabiîn sözleri,
diğer tarihî haberlerdir
Rivayet tefsirleri
Peygamberimiz'in ve sahabenin Kur’an ayetlerini nasıl anladıklarını ve
uyguladıklarını anlatmaları bakımından önemlidir. Bununla birlikte bu
tefsirlerden yararlanırken gerek Hz. Peygamber'e ve gerekse sahabe ve tabiîne
isnad edilen uydurma sözlere dikkat edilmesi gerekir.
(Muhammed b. Cerir et-Taberî’nin
“Câmiu’l-Beyân an Te’vîl-i Âyi’l- Kur’an” adlı eseri ilk tefsir rivayetlerini nakletmesi
bakımından önemli bir yere sahiptir. Başlıca rivayet tefsirleri:
- Ebu’l-Leys es-Semerkandî
(öl. 375/985): Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm
- Ebu Muhammed el-Huseyn
el-Bagavî (öl. 516/1122): Meâlimu’t-Tenzîl
- İbn Kesîr (öl. 774/1373):
Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm
- Ebu Tâhir el-Firûzâbâdî
(öl. 816/1413): Tenvîru’l-Mikbâs min Tefsir-i İbn Abbas
5.2.
Dirayet Tefsirleri
Dirayet sözlükte anlama,
idrak ve kavrayış anlamlarına gelmektedir. Başlangıçta müfessirler, sadece
Peygamberimiz'in hadislerini, sahabe ve tabiinin sözlerini aktarıyorlardı.
Zamanla İslam toplumunun genişlemesi, yeni ülkelerin fethi, değişik ilimlerin
ve yaklaşımların doğması sonucu müfessirler rivayetle yetinemeyeceklerini
gördüler. Bunun üzerine nakledilenlerin yanında müfessirler, Kur’an ve sünnete
dayanarak re’y ve içtihadda bulunmak zorunda kaldılar. İşte Kur’an tefsirinde
Peygamberimiz ve ashabından gelen rivayetler dışında kendi görüş ve
düşüncelerini de aktaran akla dayalı bu yeni yönteme “dirayet yöntemi” adı
verildi. Bu yöntemle yazılan tefsirler de “dirayet tefsiri” olarak
adlandırıldı.
5.3. Dil Bilimsel Tefsir
Kur’an-ı Kerim’i dil bilimsel
yöntemle tefsir edenlerin başında el-Ferra (öl. 207/822)
gelmektedir. Onun “Meâni’l-Kur’an” adlı eseri Kur’an’da bazı
kelimeleri lugavî açıdan tefsir eden ilk eserlerdendir. Yine bu yöntemle
yazılmış aşağıdaki eserler önemlidir.
- Ebu Ubeyde (öl. 210/825): Mecâzü’l-Kur’an,
- İbn Kuteybe (öl. 276/889):
Te’vîlü Müşkili’l-Kur’an
- Zemahşerî: el-Keşşâf
- Râgıp el-Isfehânî:
el-Müfredât fi Gârîbi’l-Kur’an
5.4. Kelâmî Tefsir:
Dirayet tefsirinin bir başka
alandaki gelişimi de kelâmî tefsir çalışmalarıdır. Bu tefsirin doğuşundaki
başlıca etken, inanç esaslarıyla ilgili ayetlerin yorumlanmasıdır. Kelamî
tefsir yöntemini sistemli bir şekilde kullanan ekollerin başında Mutezile
mezhebi gelir. Zemahşerî (öl. 538 h.) “el-Keşşaf” adlı eserinde Mutezile’nin
görüşlerini destekleyen yorumlar yapmıştır.
5.5.Fıkhî Tefsir:
Kur’an’da inanç ve ahlaka
dair ayetler yanında namaz, oruç, hac gibi ibadetleri ve çeşitli toplumsal
ilişkileri ele alan ayetler de vardır. Bu ayetlerin anlaşılması ve
yorumlanması, Müslümanların ibadetlerini nasıl yapacaklarının açıklanması ve
çeşitli toplumsal ilişkilerin (muamelat) nasıl yürütüleceğinin açıklanması
fıkhî tefsirlerin başlıca amacı olmuştur. Bu nedenle ibadet ve muamelatı içeren
ahkâm ayetlerinin tefsiri, fıkhî tefsirlerin en önde gelen özelliğidir. Fıkhî
tefsirler, Kur’an’daki ahkâm ayetlerini açıklamalarından dolayı genellikle “Ahkâmü’l-
Kur’an” diye isimlendirilmişlerdir. Mukâtil b. Süleyman (öl.
150/767)’ın “Tefsirü’l-Hams Mie Âye mine’l-Kur’an” adlı eseri
ilk yazılı fıkhî tefsir olarak kabul edilmektedir. Bu tefsir çeşidine örnekler:
- İmam eş-Şafii (öl.
204/819): Ahkâmu’l-Kur’an
- Cessâs (öl. 370/981):
Ahkâmü’l-Kur’an
- İbnu’l-Arabî (öl.
543/1148): Ahkâmü’l-Kur’an
- Kurtubî (öl. 671/1273):
el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’an
5.6.Tasavvufî Tefsir:
Tasavvufî tefsir, Müslümanlar
arasında özellikle dünyevileşmeye tepki olarak yayılan ahlaki bir hayat sürme
ve ruhu arındırma anlayışının gelişmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu
doğrultuda tasavvufî tefsirler, ahlaki özellikleri içeren ayetleri
yorumlayarak, bir yandan Kur’an’ın erdemli insan vurgusuna dikkat çekmişler;
diğer yandan da bu çerçevede geliştirilen görüşlerini ayetlerin tefsiri yoluyla
ispat etmek istemişlerdir. Tasavvufî tefsirler, tefsir usulünde öngörülen
çeşitli kuralları zaman zaman ihmal ederek ayetlerin görünen (zahir)
anlamlarının dışında gizli (batın) anlamlarının da olduğunu belirtmişlerdir. Bu
sebeple tasavvufî tefsire “işârî tefsir” de denir.
İlk tasavvufî tefsir, Sehl
b. Abdullah et-Tüsterî (öl. 283/986)’nin “Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim” adlı
eseridir. Tasavvufî tefsirlerin en önemlileri şunlardır:
- Ebu Abdurrahman es-Sülemî
(öl. 412/1021): Hakâiku’t-Tefsir
- Kuşeyrî (öl. 465/1072):
Letâifü’l-İşârât bi Tefsîri’l-Kur’an
- İsmail Hakkı Bursevî (öl.
1724): Ruhu’l-Beyân
Tasavvufî tefsirdeki batın
(gizli) anlamın kabul edilebilmesi için tefsir âlimleri bazı koşullar ileri
sürmüşlerdir. Bunlar ayetlerin doğru anlamlarını koruyabilmek için konulmuştur.
Bunlar:
1. Batın mananın, lafzın
zahir manasına aykırı olmaması
2. Başka bir yerde bu mananın
doğruluğuna bir delil bulunması
3. Bu manaya dinî ve akli bir
zıtlığın bulunmaması
4. Batın anlamın tek anlam
olduğunun ileri sürülmemesi
Kur’ân’ın metinleşme süreci
A. Vahyin
tanımı
- Sözlükte: gizli ve süratli bir şekilde
bildirmek, ilhâm etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin
etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi manalara gelmektedir.
- Kavram olarak: Yüce Allah’ın genel olarak
varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak
istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir
tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi.
Her peygambere kendi
dilinde vahyedilmiştir: Tevrât İbrânice, İncil Ârâmice ve Kur’ân
Arapça
B. Vahyin
geliş şekilleri
Kur’ân-ı Kerim Allah Teâlâ’nın insanla
iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir:
Şûrâ 42/51): “Allah bir insan ile
ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderir de
izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet
sahibidir.”
İlki: Bu âyette Yüce Allah’ın beşer ile
iletişim kurma yollarının ilki “vahiy” Allah’ın doğrudan doğruya çok süratli ve
gizli bir tarzda bilgi aktarması ve birden bire kalbe ilkâ etmesi yani ilhâm
anlamındadır.
İkincisi: Perde arkasından gerçekleşen
konuşma. Sözlü bir konuşmadan ibarettir. Bu konuşma şeklinde dinleyen konuşanı
göremez, sadece yakın biryerden hitap eden gizli bir varlığın mevcut olduğunu
anlar.
Üçüncüsü: Elçi gönderme. Allah’tan melek
vasıtasıyla indirilmiş olan vahiydir.
1.Vasıtalı
vahiy
a. Melek aracılığıyla yapılan vahiy
Bu tür vahiy melek Cebrâil’in kendi
sûretinde ve insan kılığına girerek getirdiği vahiydir.
b. Ses aracılığıyla alınan vahiy
Vahyin Hz. Peygamber’e çıngırak veya zil
sesine benzer bir sesle verildiğide ifade edilmektedir. Resûllullah (sav)’in
vahiy alırken en fazla sıkıntı çektiği tarz da buydu.
2.Vasıtasız
vahiy
a. Sâdık
rüyalar
Hz. Âişe (ra)’den rivâyet edilen:
“Resûlullah (sav)’ın ilk vahiy alması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla
başlamıştır.”
b. Nebevî
ilham
İlhâm: herhangi bir bilginin tefekkür ve
istidlâl yoluna başvurmaksızın kalbe doğması. Nebevî ilhâm peygamberlere isnâd
edilen ilhâm, Allah’tan vasıtasız şekilde buyruk almaktır. Örneğin: Peygamber’in(sav) uyanık bulunduğu bir esnada
kalbine melek tarafından üflenen vahiy veya Hz. Peygamber’in kalbine bir nûrun
tecelli etmesi ve bu sayede kendisine vahyedilen hükmün açık bir şekilde
anlaşılmasıdır.
c. Perde
arkasından konuşmak
Hz. Peygamber’in kendisine hitap eden Allah’ı
görmeden yalnızca konuşmasını dinlediği sözlü bir iletişiden ibarettir. Sadece
Hz. Musâ ve Muhammed (sav)’e mahsustur. Perde arkasından gerçekleşen vahyinin örneklerinden:
Allah, Resûlü’ne 5 vakit namaz emredilmesidir.
C. Kur’ân
vahyi
Kur'ân, Allah'ın kelâmıdır. Cibril'in
görevi, onu Allah Rasulüne nakletmek; Rasûlullâh’ın görevi de onu aynıyla
bellemek ve insanlara tebliğ etmek, açıklamak ve gereğince amel etmektir. Bu
gerçek , " Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum. " ( 7 / Araf,
203; 10 / Yunus, 15 ) ; "(Ey Muhammed ), sana bu Kur’ân, hikmet sahibi her
şeyi bilen (Allah) katından verilmektedir. " ( 27 / Neml,6) âyetlerinde açıkça
gösterilir.
D. “Kur’ân” Kelimesi
Kur'ân'ın birçok tanımının yapıldığı
bilinmektedir. Bunlar arasında en yaygını şudur : “Muhammed ( s.a.s )'e vahiy
yoluyla indirilen, tevâtürle nakledilen, Mushaflara yazılan, okunmasıyla ibâdet
olunan, mu’ciz bir Allah kelâmıdır. " ( Zurkânî 1995: I. 21 ) . Bu tanımda
Kur'ân'a ait beş özellik vurgulanmaktadır. Bunlar, Kur’ân’ın Hz. Muhammed'e
indirilmiş olması, Mushaflarda yazılması, tevâtür yoluyla nakledilmesi,
okunmasıyla ibâdet edilmesi ve insanların benzerini getirmekten aciz
kalmasıdır.
E.Kur’ân’ın nüzulü
/ Vahyedilmesi
Vahyinin Amacı: insanları Allah’ın irâdesi
doğrultusunda ıslah etmektedir. Bunun
için toptan değil tedrici bir tarzda inzâl edilmiştir.
Kur’ân’ın Cebrâil’e intikali
Vahyin aracı melek Cebrâil’e intikali
konusunda 3 ayrı görüş: Cebrâil vahyi Levh-i
mahfuz’dan almıştır
Bazı görevli melekler tarafından yirmi
gecede Cebrâil’e intikal ettirilmiştir.
Kur’ân’ı Cebrâil bizzat Allah’tan semâen yani dinleyerek almıştır.
- İmam İbn
Teymiye en isabetli üçüncü ğörüş olduğunu beyan ediyor.
Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e inzâli
Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı
haber verilen Kur’ân vahyinin inzâli konusunda 3 ayrı görüş:
1. Kur’ân vahyi önce Levh-i mahfuz’dan bir
bütün olarak “Beytü’l-izzet”’e yani dünya semâsına, oradan da çeşitli zaman parça
parça 23 yılda Hz. Peygamber’e nâzil olmuştur.
2. Kur’ân
bütün olarak değil, ama yüce Allah’ın periyodik olarak yani bir sene içerisinde
inişini takdir etmiş olduğu miktarlar şeklinde 23 Kadir gecesinde dünya
semâsına indirilmiş oradan da tedrîcî bir tarzda Hz. Peygamber’e inzâl
edilmiştir.
3. Kur’ân, Kadir
gecesinde başlayarak 23 seneye yakın bir süre içerisinde meydana gelen
hâdiselere göre değişik zamanlarda doğrudan Hz. Muhammed’e indirilmiştir.
- Ez-Zerkeşî en isabetli görüşün ilk görüş
olduğunu beyân ediyor.
- Kur’ân vahyinin başlangıcı
İlk defa Ramazan ayında ve Kadir gecesinde
inmeye başladığı şeklidir.
Hz. Âişe {ra} rivayeti. O şöyle demektedir.
“Allah’ın elçisine ilk defa vahiy, sâdık rüya yoluyla gelmeye başlamıştır. Onun
her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi çıkardı. Sonra kendisine yalnızlık
sevdirildi. Artık o Hira mağarasında ibadet ediyor, yalnız azık almak için
evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Allah Resûlü (sav)’nün
mağarada bulunduğu bir esnada ona vahiy meleği gelip “oku” dedi o da
“ben okuma bilme” cevabını verdi. Resûlullah buyurdu ki. “o zaman melek
beni tuttu, tâkatım kesilinceye kadar sıktı, sonra bırakıp tekrar “oku”
dedi. Ben de: “okuma bilmem” dedim. İkinci kez beni tuttu, tâkatım
kesilinceye kadar sıktı ve bıraktı, yine bana “oku” dedi. Bende “okuma bilmem”
dedim, yine beni tuttu 3-cü defa sıktı ve bıraktı sonra bana “Yaratan Rabbin
adıyla oku, O insanı aşılanmış bir yumurtadan yarattı. O keremi sonsuz Rabbin
adıyla oku. O kalemle öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti dedi”. Böylece
Allah’ın Resûlü (sav) kendisine vahyedilen bu âyetlerin dehşetinden titreye
titreye hanımı Hz. Hatice’nin yanına geldi ve “beni örtün” dedi.
Korkusu geçince Hz. Hatice’ye anlattı başından geçen olayları ve “başıma
bir şey gelmesinden korkuyorum dedi”Hz. Hatice korkma Allah seni asla
utandırma.” dedi.
3. Kur’ân’ın
metinleşmesiyle ilgili faaliyetler
A. Kur’ân’ın
tespiti
Hz. Peygamber’in aslî görevi vahiy yoluyla
gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek
kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale
getirmekti. Bu yüzden Allah Resûlü, bir taraftan tebliğ vazifesini yerine
getirirken diğer taraftan da sahâbileri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik
ediyordu. Ancak Hz. Peygamber nâzil olan
Kur’ân vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima
unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma,
unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir. Ezberle birlikte
yazılmasınıda emrediyordu Hz. Peygamber.
1. Kur’ân’ın
yazılması
Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân
vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit
ettirmiştir. Bazı örnekler:
- Hz. Osman: “Peygamber (sav)’e herhangi
bir Kur’ân bölümü nâzil olduğunda kâtiplerinden birini çağırır ve ona: “ Bu
âyetleri (yazıp), falan âyetleri içine alan sûreye koy” derdi.”
- Abdullah b. Ömer: “Biz, üzerimizde Kur’ân
nüshası taşıdığımızda düşman memleketlerine gitmekten menedilmiştik. Bunun
sebebi, o nüshaların düşman eline geçme korkusu idi.”
- Hz. Peygamber’in “Benden Kur’ân’ın
dışında bir şey yazmayınız...” sözü de Kur’ân vahyinin yazıldığını
gösteren delillerdendir.
→ Kur’ân’ı Kerim’in Mekke’de nâzil olmaya
başladığı andan itibaren yazıya geçirildiğini söylemek mümkündür.
Hz. Peygamber ümmî olduğundan dolayı
risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen sahâbilerden bazılarını
vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy gelse hemen birini çağırır
yazdırırdı.
-İlk vahiy kâtibi: Ubeyy b. Ka’b. Hz. Peygamber Ubeyy b.
Ka’b’ı bulamadığı zamanlarda Zeyd b. Sâbit’i çağırıp ona yazdırmıştır. Kâtip
yazma işini bitirince Hz. Peygamber (sav) ona yazdığını yüksek sesle
okumasını emrediyordu. Böylece herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu.
İstinsah işi bittikten sonra da mukâbele gören asıl nüsha, Resûlullah’a teslim
edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.
2.Yazılan
metnin muhafaza edilmesi
Bu konuda 2 ayrı yaklaşım mevcuttur:
1. Bir kısım İslâm bilgininin iddiasına göre vahiy kâtipleri tarafından
yazılan her metin tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza
ediliyordu. Çünkü Hz. Ebû Bekr Kur’ân’ın toplanması esnasında Resûlullah
(sav)’ın evinde çok sayıda iplerle birbirine bağlı olan yazılı metin bulmuştu.
Bu nüsha tam bir Kur’ân nüshası değildi, eğer öyle olsaydı Kur’ân’ı cem etme
komisyonu kurulmazdı.
2. Diğer iddia ise vahiy kâtipleri
tarafından kaydedilip sonrada istinsah edilen âyet metinleri bunları yazan
kâtipler tarafından koruma altına alınmıştır. Çünkü bu durum vahiy kâtiplerinin
yazdıkları asıl metinlerden kopyalama yoluyla nüsha çıkarmak isteyen sahâbîler
için de daha pratik bir yol olarak görünüyordu.
Kur’ân nüshaları istinsahtaki pratiklik
açısından vahiy kâtiplerinin muhafaza ettiğini ileri sürerek, Allah’ın Resûlü
(sav)’nün evinde bulunan nüshayı kendi şahsî nüshası olduğunu söylemek daha
isabetli bir yaklaşım olarak görünmektedir.
3. Kur’ân metninin mushaf haline getirilmesi
Allah Resûlü hayatta iken Kur’ânı Mushaf haline
getirmemiştir. Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın bir
araya toplanması ve Hz. Osman devrinde de
istinsah edilmesi hep bir ihtiyaç sonucu olmuştur. Resûlullah (sav) devrinde
böyle bir ihtiyaç ortaya çıkmamıştır. Çünkü “emînu’l-vahy” yani
vahyin güvencesi olan zât hayatta idi, bu yüzden de Kur’ân’ın herhangi bir
şekilde zarar görmesi ve kaybolma endişesi söz konusu değildi.
- Son nâzil olan âyet ile Hz. Peygamber’in vefatı
arasında geçen süre bir rivâyete göre 81 gün, çoğunluğun kanaatine göre de 9
gecedir. İki sürede Kur’ân’ın toplanmasına yetmeyeceği ortadadır. Zeyd b. Sabit
dağınık kuran metinlerini ancak 1 yılda toplayabilmiştir.
- Kur’ân’ın tamamı bir defada inmeyip çeşitli vesileler üzerine değişik
zamanlarda nâzil oluyordu. Vahyin devam ederken Kur’ân’ı derlemek yani iki
kapak arasında toplamak söz konusu olamazdı.
- Bazı âlimler de bu meseleyi nesih olayı
ile irtibatlandırmaktadırlar. Kur’ân bir cilt haline getirilseydi nesih olayı
devam ettiği için bazı karışıklıklar meydana gelebilirdi. Böyle bir karışıklığa
yol açmamak için nesih sonuna erinceye kadar Kur’ân bir araya cem edilmedi.
Kur’ân’ın
derlenmesi (cem’)
Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini
kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber
devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam
ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi
Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde
yapılmıştır.
1. Derlemeyi gerektiren sebepler:
1. Hz. Muhammed (sav)’in vefatından sonra
gelen halifenin dağınık olan Kur’ân’ı Kerim’i iki kitap arasında derleyip bir
Mushaf haline getirme mecburiyeti vardı. Çünkü vahyin teminati olan Hz.
Peygamber yoktu
artık.
2. Kur’ân’ın bazı parçaları çok az kimsede
yazılı olarak bulunduğundan dolayı bunlar çok geçmeden
kaybolabilirdi.
3. Resmî bir mushafın olmaması.
4.Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme
savaşında birçok kurrâ sahâbinin şehit edilmesi. Âyetlerin kaybolma
tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden
Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’ı derlemesini teklif
etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanların Kur’ân’ı ezberlemede gevşeklik
gösterebilecekleri endişesi ve Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan
çekinme kaygısı.
Derlenme
görevinin Zeyd b. Sâbit’e verilmesi
Kur’ân Hz. Peygamber zamanında sahifelere
ya da sahife yerine geçen bir takım malzemelere yazılmıştı, fakat dağınık bir
halde bulunuyordu.
Kur’ân’ı derleme işinin Zeyd’e verilmesinin
gerekçeleri:
1. Zeyd’in Hz. Peygamber tarafından
özel olarak görevlendirilen vahiy kâtiplerinden olması.
2. Zekâsıyla sahâbiler arasında
temayüz etmiş bulunması.
3. Zeyd’in, Resûlullah [sav] daha
hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberlemesi ve çok düzgün bir şekilde okuması.
4. Arza-i ahîrede yani Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı
baştan sona Cebrâil’e 2 defa okuduğu mecliste hazır bulunmuş olması.
5. Genç olması dolayısıyla kendisinden
istenileni daha rahat bir şekilde yapabilecek donanıma sahip bulunması.
6. Herhangi bir şeyle itham edilmesi
dolayısıyla bütün insanların ona güven duyması.
Derlemede takip edilen yöntem:
1. Kur’ân’ı derleme işinde hem Hz. Peygamber
(sav)’in huzurunda yazılana hem de insanların ezberlerinde bulunanlara birlikte
itibar edilmiştir.
2. Metinlerin kabul edilmesi için Hz.
Peygamber’in huzurunda yazıldığına şahitlik edecek 2 şahit istenmiştir.
3. Yapılan cem ' faaliyetinde tabii ki İbn
Mes'ûd'un ve Ubeyy b. Ka'b'ın desteğine de başvurulmuştu.
4. Zeyd, Kur'an' Mushaf
haline getirirken sadece ezbere itimat etmiyordu. Her bir ayetin en az iki
şahsın elindeki yazılı metne dayanmasını zorunlu tutmuştu.
Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük
sahâbilerden bazılarının da yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı
derleyebilmişti.
Derlenen
Mushaf’ın özellikleri
Kur’ân’ı dağınık görüntüden kurtarmak hem
de istifadeyi kolaylaştırmak amacıyla Zeyd, söz konusu Kur’ân bölümlerini deri
üzerine yazdırarak yeni bir nüsha meydana getirdi. Bu nüshanın özellikleri:
1. Derleme işi, en sağlam ilmî usûllerle
gerçekleştirilmiştir.
2. Tilâveti mensuh olan âyetler Kur’ân
metnine alınmamıştır .
3. Söz konusu nüsha içinde yer alan
âyetlerin tevâtür yoluyla bize intikal etmiş olduğunda ümmetin icmâı vardır.
4. Derlenen Mushaf yedi harfi içermektedir.
5. Zeyd b. Sâbit tarafından yazdırılan bu
Kur’ân’a Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle “Mushaf” ismi verilmiştir.
- Bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr’in onun vefatından sonra da Hz. Ömer’in
yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada kızı Hafsa’ya
teslim edilmiştir.
- Hz. Osman’ın zamanında çoğaltılma
meselesi gündeme gelince Hz. Hafsadan ödünç alınarak istinsahın ardından iade
edilmiştir.
- Mushaf Hafsa’nın ardından Medine valisi
tarafından Abdullah b. Ömer’den alınarak Hz. Osman’ın çoğalttırdığı mushaflar
arasında ihtilaf olmasın diye o nüshayı yakmıştır. Bunun
nedeni ise Hz. Ebû Bekr zamanında cem edilen Mushaf’ın yedi harf’i ihtiva edip
çoğaltma esnasında “arza-i ahîre” itibariyle tek bir harf üzerine yazılmasından
dolayı çıkabilecek ihtilafları önlemekti.
- Hz. Ebû Bekr okumada kolaylık sağlayacağı
ümidiyle olsa gerek ki, söz konusu ruhsatı esas alarak, Kur’ân’ı yedi harf
üzere cem ettirmiş, fakat Hz. Osman da kendi döneminde ortaya çıkan kıraât
ihtilaflarını önlemek maksadıyla Kur’ân’ın yedi harften birine göre
çoğaltılmasını kararlaştırmıştır.
Kur’ân’ın
çoğaltılması (istinsâh)
Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla
girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır.
Hz. Ömer’in vefatından 3 gün sonra halife olarak kendisine biat edilip, 10
seneyi aşkın bir süre bu görevde kalan Hz. Osman’ın devlet başkanlığı esnasında
yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğüdür.
1. Çoğaltmayı
gerektiren sebepler
Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem
işinden sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi
bir faaliyet içersine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında
ise Mushaftan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir.
- O dönemde hem Medine hem de Medine dışında bir takım kıraât ihtilafları
zuhûr etmişti. İhtilaflar öyle bir boyut kazanmıştıki savaşa kadar gidilirdi. Bunun
üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa’dan Kur’ân nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm
ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler üzerine yazılan nüshalarında yakılmasını
emretti.
Müslümanları
ihtilafa düşüren sebepler:
- Kur’ân’ın yedi harf ile okunmasına
ruhsat verilmiş olması ve bu ruhsatın bir uzantısı olarak Hz. Ebû Bekr
zamanında derlenen Kur’ân’ın da aynı şekilde yedi harfi içermesi.
- Bazı sahâbilerin husûsi Mushaflarına
tefsîri mahiyette bir takım kelimeleri ilave etmiş olması.
2. Çoğalmada
esas alınan prensipler
Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltmak üzere kurmuş
olduğu heyete, bazı prensipler doğrultusunda çalışmaları talimatını da
vermişti:
1. Çoğaltmada, Hz. Ebû Bekr tarafından
derlenen Mushaf esas alınmıştır.
2. Çoğaltılacak Kur’ân’lara son arzada
takarrur etmiş yani Kur’âniyeti kesinleşmiş olan okuma tarzı yazılacaktır. Hz.
Peygamber’in son arzada okumuş olduğu bir harf alınıp, altı harf terk
edilecektir.
3. Tilâveti neshedilmiş yani lafızları
yürürlükten kaldırılmış olan âyetler bu nüshalara kaydedilmeyecektir.
4. Eğer komisyon üyeleri arasında
lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf ortaya çıkarsa, Kureyş lehçesi esas
alınacaktır.
5. Birkaç Kur’ân nüshası yazılacak
muhtelif beldelere gönderilecek, daha önce yazılıp kıraâtı ve kitâbeti bu örnek
nüshaya uymayan Mushaflar ya da sahifeler yakılarak imha edilecektir.
6. Sûreler yeniden tertip edilecektir, çünkü
Hz. Ebû Bekr’in cem ettirmiş olduğu Mushafın her süre, içerdiği âyetler
itibariyle bugün Müslümanların elinde bulunan Kur’ân’larla aynı tertiple olsa
da sûre tertibi farklıydı. Bu yüzden Hz. Osman sûrelerin yeni bir tertibe tâbi
tutulmasını da prensip olarak emretmişti.
7. Tefsir ve açıklama maksadıyla kaydedilen
birtakım özel notlar bu Mushaflara yazılmayacaktır.
Çoğaltılma
esnasında yapılan faaliyetler
Tarihçi Yakubî ( ö.292 / 905 ) Kûfe, Basra,
Medîne, Mekke, Mısır, Suriye, Bahreyn, Yemen ve Cezîre olmak üzere gönderilen
bölgelerin sayısını dokuza çıkartmıştır ( Bkz. İbn Mücâhid 1980: 11; Zurkâni
1995: I. 329-330 ). Bilindiği üzere Hz. Osman Mushaflarından kısa sürede
çok sayıda nüsha yazılmıştır.
Hz. Osman aldığı kararlarında ferdî hareket
etmeyip Müslümanların görüş ve düşüncelerine başvurmuş ve onlarla yapmış olduğu
istişâre neticesinde kendi çoğalttırdığı nüshaların dışındaki Mushafların yakılması
kararını almıştır. Hz. Osman’ın o dönemdeki
kıraât ihtilaflarını ortadan kaldırma noktasında yapmış olduğu önemli işlerden
biri de çoğaltılan bu Kur’ân nüshalarını çeşitli İslâm merkezlerine göndermekle
yetinmeyip, söz konusu Mushafların kıraât tarzlarını, o beldelerdeki insanlara
öğretecek Kur’ân muallimlerini de göndermiş olmasıdır. Sonuç: hem kıraât hem de
kitâbette birlik
Çoğaltılan
Mushaflardan günümüze ulaşanlar
Elimizdeki Topkapı, Taşkent ve Londra
nüshaları mecazen Hz. Osman Mushafi olarak algılanmıştır (Bkz. Üstündağ 2002:
s. 84 vd ). Yoksa bu nüshaların ve Yemen'de bulunan diğer Kur'ân yazmalarının
hem yazıldıkları malzemeler hem de yazım biçimleri, onların hicri birinci asrın
son çeyreğinden önce yazılmış olamayacaklarını ortaya koymaktadır.
Kur’ân’a hareke ve nokta konulması
Arap yazısı İslâm’dan önce oldukça basit bir halde
bulunuyordu. Ancak İslâm’dan sonra bu yazı gelişmeye ve yayılmaya başladı.
Müslümanların Medine’ye hicret etmelerinin ardından geniş bir okuma yazma
faaliyetinin başlaması neticesi yazı, yaygınlaşmış olmakla birlikte, henüz
mükemmel bir hale gelmiş değildi. Sahâbiler
Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı
hatasız okuyordu. Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça
bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır
olmuştu. Noktasız ve harekesiz olmasından dolayı Kur’ân’ı
bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun için okumayı kolaylaştıracak ve
sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı işaretleri kullanmak gerekiyordu.
Mushafin noktalanmasına hicri 65 yıllarında
Abdulmelik ( 0.86 / 705 ) zamanında başlandı. Daha sonra Basra vâlisi Ziyad b (
ö.53 / 673 ) Ebu'l - Esved Dueli'den ( ö.69 / 688 ) bir yöntem geliştirmesini istedi.
O da valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer. Ed-Dueli’nin
Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde bulunan yazılı
nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koymasından ibarettir. Harekeler
için mürekkebin renginden farklı bir renk kullanılmıştır. Fetha için üste, kesre için alta ve ötre için
ortaya bir nokta konulmuştur. Nasr b. Âsım
(ö. 89/707) ve Yahya b. Ya’mer (90/709) de noktaama ve harekeleme
faaliyetlerinde katkı unan âlimlerdendir. Harfleri birbirinden ayırmak için
yine noktalara başvurulmuştu. Harekelemede kullanılan renkten farklı olan
mürekkep tercih edilmiştir, ama metinle aynı renk. Büyük
lügat âlimi, Halil b. Ahmed (ö.175/791) bügün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın
harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.
Kur’ân
metninin tertibi
Kur’ân vahyedildiği andan itibaren bir
tertibe tâbi tutulmuştu. Hz. Peygamber vahiy
kâtiplerine yazdıkları vahyin hangi sıraya konulacağını söylüyordu. Peygamber (sav) bizzat kendisi de her sene Ramazan ayında gelen bir yıllık
vahiy metnini Cebrâil’e arz ediyordu. Arza-i âhire: vahyin bitimindeki iki
mukabele (Hz. Peygamber ve Cebrâil).
1. Âyet
Sözlükte “herhangi bir şeyin varlığını
gösteren alâmet”anlamına gelir. “Açık işaret,” “delil” , “ibret”, “ mucize”
gibi anlamlara da gelir. Mutlak anlamda 2
kısma ayrılır: Fiilî ve kavlî âyetler
Fiilî: Düşünenlerin farkına varabileceği
tabiat kanunlarında mevcut olan âyetler (Güneş ve ay tutulması, gök gürlemesi
gibi herkesin müşahede edebileceği âyetler.
Kavlî: Peygamberlere
indirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir. Bunlar fiilî
âyetlere işaret eder ve insanlar tarafından kolaylıkla anlaşılmaları için
gerekli açıklamaları ihtiva ederler. Bu kısma giren âyetlere “teşriî”,
“tenzîlî” ve “vahyî” ayetler denilmektedir.
- Âyetlerin tertibi
İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki
tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Âyetlerin sıralanmasının ve sûre başlarına besmelenin
konulmasının Hz. Peygamber’in emriyle olduğu konuda Müslümanlar arasında bir
ihtilaf yoktur. Kur’ân temel bir değişikliğe
uğramadan günümüze kadar gelmiştir.
2. Sûre
Sûre kelimesi sözlükte, “yüksek makam”, “
üstün derece”, “şan”, “ şeref”, “binanın kısım veya katları” anlamına gelir.
Çoğulu “süver” dir. Istılahta ise “âyetlerden
meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân bölümü” demektir.
Sûreler isimlerini, kıssalarda geçen
şahıslardan yahut konu edindikleri topluluklardan veya ilk kelimesinden
almaktadırlar. Bazı sûrelere birden fazla isim verilmiştir. Kur’ân sûrelerine verilen isimlerin tevkîfî
olduğunu söylemek daha isabetli olur. Çünkü eğer ictihâdî olduğunu kabul
ettiğimizde, bu olgunun hâlâ devam ettiğini düşünürsek, her müfessire sûrelere
isim koyma şansını tanımış oluruz.
Sûrelerin tertîbi hususunda
İslâm bilginleri arasında geniş bir ihtilaf vardır. Bazıları mevcut tertîbin
Hz. Peygamber tarafından yapıldığını, yani tertîbin tevķîfî olduğunu ileri
sürerken, bazıları ise bu tertîbin sahâbenin içtihadıyla meydana geldiğini
söylerler. Her iki görüşü uzlaştırıcı mahiyette, bu tertîbin kısmen Hz.
Peygamber tarafından kısmen de sahâbenin içtihadiyle meydana geldiğini ifade
eden üçüncü bir görüş de bulunmaktadır. Racih olanı sürelerin tertibi tevkıfi
oluşudur.
Âyet sayısı bakımından tasnif:
a ) En başta bütün Kur'ân'ın özü olarak
kabul edilen Fâtiha sûresi yer alır.
b )
Fâtiha’dan sonra yedi uzun sûre gelir ki bunlara es - seb'u't - tival. Bakara,
Âl - i İmrân, Nisâ, Mâide, En’âm ve A'râf sûreleri bu gruba girer. Bu gruba giren
yedinci sûrenin Enfâl sûresi mi Tevbe sûresi mi yoksa Yunus sûresi mi olduğu
tartışılmıştır.
c ) Bundan sonra yüzden fazla veya buna
yakın âyetleri ihtivâ eden sûreler gelir. Bunlara el - Mi'ûn / adı verilir.
Bunlar: Nahl, Yusuf, Kehf, İsrâ, Enbiyâ, Tâhâ, Müminûn, Şuarâ, Saffât sûreleri
ve benzerleridir.
d ) Bundan sonra el - Mesânî / " grubu
gelir ki bunlar yüzden az âyetleri ihtiva ederler. Bu kapsamdaki sûreler
başlıca Hâmîm'ler, Elif - Lâm’lar, Tâsîn’lerdir. Yani Ahzâb, Furkân, Kasas,
Neml, Nûr, Enfâl, Meryem, Ankebût, Rûm, Yâsîn, Furkân, Hicr, Ra’d, Sebe', Fâtır,
İbrahim, Sâd, Muhammed, Lokman, Zümer ve Fetih sürelerdir.
e) Bundan sonra Kur'ân'ın
daha sonraki kısmını içeren ve el - Mufaşşall Jadıyla bilinen sûreler yer alır.
Kâf sûresinden sonraki süreler bu isimle anılırlar. Bu süreler kısadır. Aralarında
besmele ile oluşan fasılalar çok sık yer aldığı için bu ismin verildiği
söylenir.
Mekkî ve Medenî âyetler:
Bilginlerin bir kısmı mekânı bir kısmıda
zamanı/hicreti bir kısmıda hitâbı esas almıştır. En çok tercih edilen
yaklaşım, zamanı esas alanların görüşüdür.
Kur’ân’ın
okunması
A.Yedi harf
Yedi harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) kavramı
“el-Ahrufu’s-Seb’a” bir sıfat terkibidir. Ahruf: harf kelimesinin çoğuludur. Harf
sözlükte: bir şeyin ucu, kenarı, sivri ve keskin taraf demektir. Ayrıca vecih,
üslup, kıraât ve lehçe anlamına gelmektedir. Çoğunlukla
tercih edilen görüşe göre , ' yedi harf ' , Kureyş lehçesi başta olmak üzere
muhtelif Arap kabîlelerine ait farklı lehçelere göre Kur'ân'ın okunmasıdır.
Ancak bu, Kur’ân’daki her bir kelimenin mutlaka yedi farklı şekilde okunması
anlamına gelmemektedir. Zaten hadiste yer alan ' yedi ' rakamının kesretten,
kinâye kasdıyla kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Yani ' yedi harf
" , Kur'ân'da yer alan bazı kelimelerin birden fazla farklı şekilde
okunmasına verilen izni ifade eder Bunda da rakamsal bir sınırlama yoktur.
Belki de daha isabetli olan şu yorumdur : ‘ yedi harf ' ruhsatının
verilmesinden itibaren sahâbe, o ana kadar nâzil olan tüm âyetleri - mesajın
insanlara ulaşmasını esas alarak- muhtelif vecihlerde kıraat etmeye
başlamışlardı.
B.Kırâat
1.Kırâatın
tanımı ve kırâatle ilgili bazı kavramlar
Kırâat, “Karee” fiilinden masdardır. Sözlükte:
okumak. Terim olarak: herhangi bir kelime üzerinde
med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik.
Kurrâ; sözlükte: okuyucu, okuyan anlamına
gelir ve “Kâri” kelimesinin çoğuludur. Istılahta
ise: yedi ya da on kırâatın kendilerine nisbet edildiği imamlara
denir. Ayrıca Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve ondaki kırâatlara
hakkıyla vâkıf olan kimselere de kurrâ denir.
Hz. Peygamber dönemindeki anlamı, nâzil
olan herhangi bir vahiy metnini ezberleyen kimse demekti.
Rivâyet = kırâat imamlarının râvileri
arasındaki ihtilaflara denilmektedir.
Tarîk = râvilerden sonra gelenlerin ihtilaflarını
ifade etmektir.
2.Kırâatlerin
tespiti
Ashâbın Resûlullah (sav)’tan kırâatı alış
tarzları çeşitli idi. Bu kırâatleri okuyan kurrâlar çeşitli İslâm beldelerine
dağılmışlar ve onların okudukları kırâatler de, okuyucuların isimleriyle anılır
olmuştu. Hicrî ikinci asrın sonlarında İslâm
bilginleri ellerinden gelen gayreti göstererek bütün kırâatleri bir araya
topladılar. Vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara nisbet ettiler, sahih ve şazz
kırâatlerin arasını, belirlemiş oldukları birtakım usûl ve esaslara göre
ayırdılar.
3.Kırâat
çeşitleri
Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır:
sahih ve gayr-i sahih (şazz). Sahih:
mütevâtir ve meşhur. Gayr-i sahih: âhâd,
müdrec ve mevzû
(a.)Sahih kırâatler
1. Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e
ulaşan. 2. Bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine
uygun olan. 3. Kitâbet bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına
aykırı olmayan kırâatlerdir.
→ Mütevâtir ve meşhûr olmak üzere ikiye
ayrılır. Bunlar okunan ve
inanılması vacip olan kırâatlerdir.
(aa.) Mütevâtir kırâat
Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün
olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir
senetle naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da bünyesinde taşıyan
kırâat demektir. Cumhûra göre bu kırâat,
kırâat-ı seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.
(ab.) Meşhûr kırâat
Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet
etmesiyle senedi sahih olup, Arap dili gramerine ve yazı itibariyle Hz.
Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir
derecesine ulaşamayan, ancak gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret
bulmuş kırâatlere de meşhûr kırâat denmektedir.
(b.)Sahih olmayan (Şazz) kırâatler
Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu
şartlardan herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.
(ba.) Âhâd kırâat
Senedi sahih olmakla birlikte yazım
bakımından Hz. Osman (ra)’ın
Mushafına veya Arap dili gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.
(bb.) Müdrec kırâat
Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla
yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler Kur’ân’dan
olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan ibarettir.
(bc.) Mevzû/Apokrif kırâat
Tamamen asılsız olup hiçbir esasa
dayanmayan uydurma kırâatlerdir.
4.Kırâatlerdeki
çeşitliliğin hikmetleri
1. Araplar Kur’ân inmeden önce farklı
lehçeleri konuşuyorlardı. Kur’ân’ın ilk muhataplarına onu farklı kırâatlarda
okuma imkanı verilmesi, birden çok lehçe konuşan çeşitli Arap kabilelerinin,
tahrif etmeden ve günaha düşmeden Kur’ân’ı okumalarını kolaylaştırmak içindir.
2. Bir baksa himeti ise Bütün Arap
kabilelerine onun mucize bir kitap olduğunu göstermektedir.
3. Kırâatler ayrıca Hz. Peygamber
ümmetinin diğer ümmetlere olan üstünlüğünü de ortaya koymaktadır. Çünkü bu
ümmet çeşitli okuma tarzlarını Peygamber’den öğrendikten sonra söz konusu
kırâat şekillerini bir ilim haline getirmek için gayret göstermişlerdir.
5.Kırâat
imamları ve râvileri
1. Nâfi: Ebû Abdirrahman Nâfi b. Ebi
Nuaym el-Leysî [ö 169-785]. Aslen İsfahanlıdır. Kırâatı 70 kadar Medine’li
kurrâdan almıştır. Kedisi Medine’de ikâmet edip pek çok kimseye kırâat
öğretmiştir.
2. İbn Kesîr: Abdullah b.Kesîr el-Mekke [ö
120-738]. Mekkelilerin kırâat imamları sayılan İbn Kesir tâbiûndandır.
3. Ebû Amr: Ebû Amr b. el-A’lâ
el-Mâzinî [ö 154-770]. Basralıların kırâatta imamıdır. Kırâatı birçok tâbiûndan
almıştır.
4. Ibn Âmir: Abdullah b.Amr el-Yahsûbî
[ö 118-736]. Şamlıların kırâat
imamı olarak bilinmektedir.
6.Kırâatlerin
bugünkü durumu
“Kırâat-ı aşere” diye bilinen on kırâattan
3 tanesini bugün Müslümanlar pratik olarak kullanmakta. Tamamını ise ancak bu
işi ehlinden özel ders almak suretiyle öğrenen bazı kimseler okumaktadır. Üç
kırâat: Âsım kırâatı: Zamanımızda Müslümanların çok büyük bir
çoğunluğunun okuduğu kırâattır. Nâfi
kırâati: verş rivâyeti bugün Mısır hariç, Kuzey Afrika’nın bazı
bölgelerinde okunmaktadır. Ebû Amr
kırâatı: yeryüzünde en az okunan kırâattır.
On kırâat imamına nisbet edilerek okunan
kırâatlerin hepsi sahihtir, haktır ve hepsi Peygamberimize dayanmaktadır.
Sahih kırâatlerin nisbet edildiği imamların hepsi de bu kırâatleri kendi
hocaları vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaşan bir senetle ondan almışlardır.
Bundan dolayı sahih kırâatler arasında doğruluk veya güzellik bakımından bir ayırıma
gitmek câiz görülmemiştir.
KUR’ÂN İLİMLERİNDEN
Bu bölüm Kur’an’ın lafzı, anlamı ve
içerdiği tarih itibariyle anlaşılmasına yardımcı olan bazı Kur’an ilimleri
anlatmakta. Kur’an ilimleri Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde ifade
edilmektedir. Ulûm, ilim kelimesinin çoğulu olup lügatte bilmek ve anlamak,
ilim ıstılahta da meseleleri delilleriyle idrak etmek anlamına
gelmektedır. Bu tanıma göre Kur’an ilimleri: inişi, tertibi, toplanması,
yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin
giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir.
Tefsir
usulünün temel kaynakları
A. Tefsir
- Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden
gelen tef’îl vezninde bir masdardır.
- Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya
çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
- Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen
anlamı ortaya çıkarmaktır.
B. Usul
1. Asl kelimesinin çoğuludur.
2. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök
manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarıda vardır.
3. Terim olarak: hükmü tek başına sabit
olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
4. Usûl- herhangi bir ilim dalıyla alakalı
bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve
metodlar
5. Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın
doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke
ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği
noktasında bilgiler vermektedir.
C. Tefsirle Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar
- Te'vîl
Meşru bir sebep veya delilden
ötürü âyeti zahirî manasından alıp, kendisinden önce ve sonraki âyete mutabık,
kitâb ve sünnete uygun manalardan birine hamletmeye denir.
Tevilin şartları;
- Te'vile esas alınan mana,
lafzın muhtemel bulunduğu, mecaz yoluyla da olsa kendisine delâlet ettiği
manalardan olmalıdır
- Te'vil, lafzın ilk akla
gelen zahirî manasından alınıp başka manaya çekilmesine elverişli şer'î bir
delile dayanmalıdır
- Te'vilin şartlarından biri
de, yapılan te'vîlin manası açık bir nassa muhalif olmamasıdır
Te'vîl
ile tefsir arasındaki farkları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Te'vil, kesinlik
ifade etmezken, tefsir, lafızdaki mananın açıklığa kavuşturulmasında kesinlik
arzeder.
2. Te'vil genelde
nassların manalarında, tefsir ise lafızlarda görülür.
3. Te'vil, tefsire göre
daha hususî bir anlam taşır.
A. KUR’AN’NIN
ÜSLÜP ÖZELLİKLERİ
Kur’an üslup bakımından öyle üstün bir
özelliğe ve güzelliğe sahiptir ki, beşeri eserlerde bu tarz bir güzelliğe
rastlamak asla mümkün değildir:
1. Kur’an’ın
ses nizamındaki âhenk: Kur’an’da kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med yahut
kasrların nizâmında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır.
Arapça bilmelenler dahi bunu anlayabiliyorlar. Ondaki lafızlar ve bu lafızları
meydana getren harfler öylesine güzel bir şekilde yerşetirilmiştir ki, bunların
toplamından insana hayranlık eren bir ses armonsi meydana gelmektedir.
2. Lafız ve
mana dengesi: Kur’an, içerdiği lafızları manayı tam ifade edebilecek bir şekilde
kullanmaktadır. Bu kullanımda aslî veya tamamlayıcı herhangi bir unsur noksan
olmadığı gibi, garip bir fazlalık da söz konusu değildir. Her harf bir
fonksiyon icrâ etmektedir.
3. Aynı
anda farklı seviyelere hitap etmesi: Kur’an’ın bu husûsiyyeti sayesindedir ki, avâm/halk tabakası kendi bilgi ve
tecrübesine göre sathî bir manayı, ihtisas ehli ise lafızların köklerine nüfüz
ederek değişik manaları kavrayabilmektedir.
4. Konuların
iç içe bulunması: Kur’an, ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi temel konuları içerisine
almaktadır. Temel konularla birlikte bütün konular bir tek küllî mananın
etrafında dönüp dolaşmaktadır; ‘insanları kendi hür iradeleriyle Allah’a
kullupa çağırma’. Kur’an şayet beşerî telif usûllerine göre hareket edip her
konuyu ilgili bölümde anlatma yoluna gitmiş olsaydı, bu merkezi gayeyi
gerçekleştiremezdi. Bu yüzden Kur’an, muhataplarını hep teyakkuz (:uyanıklık)
durumunda tutmak için muhtevâsındaki konuları iç içe bir tarzda anlatmıştır.
5. Beyân
tarzının çeşitliliği: Farklı beyân tarzları sebebiyle Kur’an, mükelleften yapılmasını istediği
bir şeyi çeşitli şekillerde ifade etmiştir. Bunu bazen açıkca emir olarak bazen
emir manası taşıyan kalıplar kullanarak bazen de yapılması istenen fiilin hayır
olduğunu belirterek vs. gerçekleştirir.
B.
MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN
Mübhem kelimesi sözlükte algılanması
ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan
söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi
varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ismi
işâretler, ismi mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve
belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI.
hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı
aldığı söylenebilir.
Mübhemâtın Kur’ân’da Yer Almasının
Sebepleri
- İfade zenginliği sağlamak. Önce bir
kavramın bir ayette mübhem bırakılarak daha sonra başka bir ayette o kavramı
belirgin hâle getirilerek hem anlamı açıklığa kavuşturuluyor hem de üslup
farklılığıyla bir zenginlik temin edilmiş oluyor.
- Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek.
- Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir
etmek, adının anılmasına dahi layik görmemek.
- Fâil meşhur (herkesçe bilinen) olduğu için açıklama cihetine gitmemek..
Mübhematla İlgili Nakillerdeki Tenkit
Noktaları
Mübhemâtın belirlenmesinde ilk akla gelen
kaynağın Kur’an olduğundan şüphe yoktur. Ancak gerek sahâbî ve gerekse tâbıûn
müfessirlerlinden isrâiliyata meyledenler, Tevrât’ı da bu alanda kaynak olarak
kullanmışlardır. Çünkü mübhematla ilgili husuların büyük bir bölümü tarihte
geçen olaylar ve o olayların geçtiği mekânlar ve kahramanlardır. Sahabe
nakilleri mübhematın belrilenmesinde bir kaynak niteliği taşımaktadır. Tabiûn
nakilleride göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak hemen belirtmemiz gerekir ki,
Tevrat, Tarih ve bu iki kaynağa dayalı olan tâbiûn nakillerini kesin doğrular
olarak kabul etmeyip, onlara karşı her zaman temkinli yaklaşmak gerek. Kısaca;
Mübhematla ilgili nakledilen rivayetlerin doğruluğu, alıntıların yapıldığı
kaynaklara ve söz konusu rivayetinlerin sıhhatine bağlıdır. Bu yüzden mübhemat
konusunda müşâhede ve semâya dayalı sahâbe nakilleri dışındaki kaynaklardan
yailan rivâyetler karşısında çok titiz davranmışlar.
C.
GARİBU’L-KUR’ÂN
Garîb kelimse sözlükte, yurdundan uzak
kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise ‘az
kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’
demektir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az
kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer
Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler
de mevcuttur. Mesela dağ manasına gelen الطورSüryanicedir.
Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından
bilinmiyorudu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri
konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu.
D. VÜCÛH ve
NEZÂİR
Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve
sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara
gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda
kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ lafzı Kur’an’da
türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân,
Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar
arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı
vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de
adlandırılmıştır.
Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur.
Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına
gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade
etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam
beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar,
hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet
etmektedirler.
Yani vücûh da teaddüd/anlam çokluğu, nezâir
de ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalar da, nezâir de lafızlarda söz
konusudur.
Vücûh ve Nezâir İlminin Önemi: Vücûh ve nezâir ilmine konu olan lafızlara,
muhtevâlarında bulunan manalar açısından tam bir netlik kazandırılamazsa, o
durumda söz konusu lafızların yer aldığı nasların delâletlerini tam ve doğru
bir şekilde anlamak mümkün olmaz. Herhangi bir kimse vücûh kavramının
çerçevesi içerisine giren bir kelimeye her geçtiği yerde aynı manayı vermiş
olsa, hatalı neticelerin doğmasına yol açabilir. Aynı şey nezâir içinde
geçerli. İşte bu sebepledir ki İslâm bilginleri daha ilk dönemler (II. hicrî
asırda) vücûh ve nezâir konusunda müstakil eserler kaleme almışlardır.
E.
AKSÂMU’L-KUR’ÂN
Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet,
sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir
kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması
konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek
kuvvetlendirmesidir.’ Mezheplerin ittifakına göre Allah’tan başka hiçbir
varlık üzerine yemin etmek câiz değildir.
Kur’an’daki yeminlere gelince: Kur’an’da
söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz.
Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine,
bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki
önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir.
Kasemlerin Kur’an’da Yer Almasının
Sebepleri
1. İslâmiyetten önceki Arapların sosyal
hayatlarında yeminin çok büyük bir rolu vardır. O dönemde Arap toplumunun
böylesine önemli gördüğü ve üzerine titrediği bir geleneği yeni dinin kitabı
görmezlikten gelemezdi.
2. Yeminler te’kid maksadına yöneliklerdir.
Yani hakikatın vurgulanmasından ibarettir.
3. Üzerine yemin edilen varlığın
kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymaktadır.
Kasem Fiiline Nefiy Edâtının Dâhil Olması
Kur’an’daki yeminlerle ilgili olarak önemli
bir nokta da, kasem fiilinin başına (لا)
nefiy harfinin gelmesidir. Bu konuda müfessirlerin ileri sürdükleri farklı açıklamaları
mevcuttur:
1. Söz konusu ifadedeki (لا) edatı kelâmın âhengini tezyin (süsleme) için getirilmiştir.
Olumsuzluk anlamı taşımayan ziyâde bir harftir.
2. Kasem fiilinin başında yer alan bu
edât, te’kid lâmıdır. Yani yapılan yemini kuvvetlendirmektedir.
3. Bu edât nefiy/olumsuzluk için
getirilmiştir.
F.
MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN
Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki
şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Müteşâbih ayetlerde ayrı nitelik
bulunmaktadır. ‘Bilinmezlik ’ vasfı, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin mana
itibariyle, ancak Mutlak Kudret’in bigisi dahilinde olduğunu gösterir.
‘Kapalılık’ söz konusu olduğunda, o tür ayetlerin yorumlanmasında mutlaka başka
naslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak
ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün değildir.
Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere de muhkem ismi
verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği
anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir
ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.
Müteşâbihlerin
Çeşitleri
Eş-Şâtıbî’ye göre müteşabihler mutlak
(mahiyetlerini sadece Allah’ın bildiği) ve izafî (rüsûh sahibi âlimlerin
anladığı) olmak üzere ikiye ayrılır.
- Mutlak Müteşâbihler: Bu müteşabihler beşerin gücü dahilinde
olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği müteşâbihlerdir.
Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, Rûh, Sûr ve Dâbbetu’l-arz gibi kesin
anlamları meçhul olan kavramlardır. Bir kaçını açıklayacak olursak; RÛH: ‘Sana rûhtan soruyorlar. De ki: “Rûh,
Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az şey verilmiştir.” ’ (İsrâ;85) Ruh ile
kastın tam olarak kim ve ne olduğunu bilmiyoruz. Kur’an, Cebrail (as),
bedenlere hayat veren ruh vs. kastedilmiş olabilir. Rûh, Rabbimin
emrindendir sözünde ise iki ayrı anlam vardır. Cebrâil as Allah
emriyle hareket eder, onun emriyle vahiy getirir. İkinci anlam ise âyetteki
emir lafzı, iş ve fiil manasına alınarak, rûhu Allah yaratmıştır, dolayısıyla
mahiyetini de ancak o bilir. İnsanların bu konuda bilgileri azdır anlamı da
verilebilir. SUR: Kur’an’ın on ayrı âyetinde zikredilir. Müteşâbihliği,
sûrun hakikat ve mahiyeti, üfürülme zamanı ve sûrlar arasındaki sürenin
uzunluğu gibi hususların hâlâ birer sır olmalarından kaynaklanıyor. Âyetlerden
anlaşılıyor ki söz konusu âletin üç ayrı zamanda kullanılacaktır. İlk üfleyişte
bütün insanları şidddetli bir ölüm korkusu saracaktır. İkincisinde bütün
mahlukatın ölümüne yol açacaktır ve üçüncü defa da bütün insanlar dirilecek,
kabirlerinden doğrulup kalkacak ve ilâhî mahkemeye doğru yürüyeceklerdir. DÂBBETÜ’L-ARZ: “O söz başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe
(canlı) çıkarırız; o onlara insanların, âyetlerimize inanmadıklarını söyler.” (Neml;82)
âyetinde, kıyâmetten önce çıkarılacak olan bir canlıdan söz edilmektedir.
Dâbbetü’l-arz denilen bu canlılın şekli, büyüklüğü, yaratılış özellikleri,
nereden, ne zaman ve nasıl ortaya çıkarılacağı konusunda çeşitli rivâyetler
mevcuttur. Ancak bu bilgilerin âyette bulunmadığı gibi sünnete de tek bir
rivayet dışında bu konu hakkında bilgi yoktur. Bu bilgiler Yahudilerden veya başka din
mensuplarından Araplara geçmiş olan haberlerdir.
- İzafî
Müteşâbihler: Bu müteşabihler, kastedilen mananın
anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî,
müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı âyetlerle garib
kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu
âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip olan müfessirlerin
başka konularda olduğu gibi bu konuda da karîneleri (:belirti) doğru tespit
ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. İzafî müteşâbihler
ikiye ayrılır:
1.Lafzi mütaşabihler: Kelimenin yapısında
görülen bu nevi müteşâbihlik, lafzın ya garip ya da müşterek olması durumunda
söz konusudur:
2.Garip lafızlar: Kur’an’ın bazı kelimelerinin garabetten dolayı
müteşâbih olduğu ileri sürülmektedir. Mesela Hz. Ebu Bekr (ra)’e وَفَاكِهَةًوَاَبًّا (“Meyva (lar)
ve çayır (lar) itirdik” Abese;31) âyetinin manası sorulduğunda,
“Şâyet Allah’ın kitâbı hakkında bilmediğim bir şeyi söylersem, hangi semâ beni
altında gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde barındırır?” demiştir. Görüldüğü
üzere Hz. Ebu Bekr kendi kabilesi tarafından kullanılmayan kelimesinin hakiki
anlamda neye delâlet ettiğini bilmediğini açıkça beyân etmiştir. Bu kelime
lügatta çayır, otlak, sebze, saman ve çerez gibi anlamlara gelmektedir.
- Manevi
müteşabihler: Müteşâbihlik bazen de âyetlerin
manalarında görürlebilir. Bu, söz konusu âyetlerin mana bakımından açık
olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden kaynaklanmaktadır. Örnek: Kur’an, “Biz rüzgarları aşılayıcı olarak
gönderdik...” (Hicr;22) âyetiyle bitkilerin döllenmesinde rüzgârın rolünün
bulunduğunu ortaya koymuştur. Reşid Rıza bu konuda şunları söyler: Araplar
aşılamayı biliyorlardı ve bunu kendi elleriyle yapıyorlardı. Ancak esasen bu
işi rüzgârların yaptığından habersiz idiler. Eski müfessirler de rüzgârın bu
rolünü bilmedikleri için söz konusu âyetin hakikî manasını anlayamamışlar, hep
mecâzî anlam üzerinde dolaşıp durmuşlardır.
Elmalılı Hamdi Yazır da er-Râzî için bile
bu noktanın meçhul kaldığını ifade eder ve şöyle der: “...Ve orada bütün
meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur...” (Ra’d;3) âyetinin ifâde ettiği
hakikat (bütün bütkülerin çiçeklerinde erkek ve dişi çiftin bulunduğu vs)
keşfedildikten sonradır ki, rüzgârların aşılayıcı bir hizmet gördükleri ortaya
çıkmış oldu. Böylece Hicr;22 ayetin
de Ra’d;3 âyeti gibi meçhul bir bilimsel hakikatı haber verdiği bu kadar zaman
sonra anlaşıldı.
Müteşabihlerin
Hikmetleri
1. Bir imtihan vesilesidir. İnsanın
gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar.
2. Söz konusu âyetlerin, ne derece
kabiliyyetli ve bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini
göstermesi hem de Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk
ettirmesidir.
F. HURÛF-I
MUKATTAA
Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer
alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle
herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak
kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı
yorumlar yapıla gelmiştir. Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu
harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da
oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında
görünmektedir. Müfessirlerin beyânına göre vahiy geldikçe Hz. Peygamber bunları insanlara tebliğ ederdi. Ancak
Kur’an’ın meydan okuması karşısında âciz kalan müşrikler ve gayr-i müslim
unsurlar diyorlardı ki, “...Sakın şu Kur’an’ı dinlemeyin, okundukça gürültü
edin, belki bastırır galip gelirsiniz.” (Fussilet;26) Ancak
hurûf-u mukattaanın yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler, kâfirlerin de
dikkatlerini çekmiş böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a kulak vermeye
başlamışlardı.
Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup
olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir
âyet olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür
demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet
değildir.
Hurûf-u
Mukattaanın Yorumu
Muteşâbihâttan sayılan bu harflerin
herhangi bir mânâya delaletlerinin olup olmadığı hususunda başlangıçtan beri en
genel anlamda iki farklı görüş vardır. 1-Selef: âlimlerinin çoğuna göre muteşâbihâtın
tevil edilmemesi gerektiğini savunmaktadır. Onlara göre kuşkusuz bu harfler de
muteşâbihâttandır. Ancak bazı selef âlimleri muteşâbihât konundaki genel
tutumlarının hilâfina bu harflere anlam verme yolunu tercih etmişlerdir. Taberî
tefsirinden Bakara suresinin başındaki hakkındaki yorumlara göz atmak bile bunu
göstermektedir. 2-Halefin görüşü: Kelamcılara göre Allah'ın kitabında
insanlar için mânâsı ve mefhumu bilinemeyecek ifadelerin bulunması makul
değildir. Bu konudaki gö- rüşlerini desteklemek için bazı âyet, hadis ve aklî
deliller ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü savunanlar Kur'ân'ın bir yandan düşünme,
tezekkür, tedebbür ve tefekküre çağırırken diğer yandan da mânâsı olmayan
harfleri kullanmasını akla aykırı bulurlar. Hidâyet rehberi olan Kur'ân'ın
bilinmeyen şeyleri içermesinin onun asıl gayesiyle çelişeceğini kabul ederler.
Mesela bu harflerin mânâları ile ilgili
birbirinden farklı tam bir düzine değişik görüş zikreden İbn Cerir Taberi (
ö.310 / 922 ) bunların tamamının doğru olabileceğini ifade etmiştir ( Taberi
1988: I. 93- 94 ) . Suyûtî'nin ifadesine göre bu harflerin mânâları hakkında
yirmi kadar görüş ortaya çıkmıştır ( Suyûtî 1993: I. 664 ) . Bu görüşlerden
daha meşhur olanları şu şekilde sıralanabilir:
a ) Bu harfler sûrelerin isimleridir. Halil
b. Ahmed ( ö.175 / 791 ) ve Sibeveyh'in ( ö. 180/796 ) tercihi budur. Onlara
göre Yâsin, Tâhâ, Kâf, Sâd sûreleri, isimlerini başlarında bulunan bu hece
harflerinden almıştır. Ancak bu görüş bazı süreler için geçerli olsa da bütün
süreler için geçerli değildir. Çünkü bu harflerin bulunduğu diğer sûreler
adlarını bunlardan almamıştır. Dahası Zerkeşî ( ö. 794/1392 ) bu görüşe itiraz
ederek, böyle olursa yedi sûrenin hâ mîm, altı sûrenin elif lâm mîm, beş
sûrenin de elif lám rá adlarını almaları gerekeceğini, bunun da karışıklığa yol
açacağını belirtmiştir ( Zerkeşi 1988: II. 223 ).
b ) Bu harflerin her biri Allah'ın
isimlerinden veya sıfatlarından birine delalet eder. Bu konuda da İbn Abbas'tan
farklı görüş ve rivâyetler nakledilmiştir. Mesela onun “الم” deki elif Allah lafzina, lâm, Allah’ın latif ismine, mîm ise
Allah'ın mecid ismine delalet eder, dediği nakledilir.
c ) Bu harflerin bazısı Allah'ın isimlerine
bazısı da Allah'tan başka isimlere delalet eder. Bu görüşe göre mesela,
harflerinden elif Allah'ın ismine, lâm Cebrail'in ismine, mîm de Muhammed
ismine delalet eder Diğer harfler için de benzer yakıştırmalar yapılmaya
çalışılmıştır.
d ) Bu harfler Kur'ân'ın isimleridir.
Katâde ( ö.117 / 735 ), Suddî ( ö.127 / 745 ) ve Kelbî ( ö. 146/763 ) tarafından
ileri sürülmüştür.
e ) Bu harflerle Allah yemin etmektedir. Bu
görüş dilci Ahfeş'e ( ö.215 / 830 ) atfedilir.
f ) Bu harflerin bazı işârî ve bâtınî
mânâları vardır. Bu görüş bazı sufiler ta-rafından ileri sürülmüştür. Bazı
sufiler bu harfleri istismar ederek onlara kendi hoşlarına gidecek işârî ve
bâtınî anlamlar yüklemişlerdir.
g ) Bu harfler şifreli mânâlar
taşımaktadır. İslam düşünce geleneğinde bazıları bu harflerin sayısal
değerlerinden hareketle " cumel " ve " ebced " hesabıyla
bir takım tarihi olay ve olgulara dâir işaretler çıkarmaya da çalışmışlardır.
Ancak ümmetin çoğunluğu tarafından bu yaklaşıma itibar edilmediği gibi, bu tür
girişimde bulunanlar âlimler tarafından şiddetli bir şekilde tenkit
edilmişlerdir. Mesela İbn Hacer Askalanî ( ö.852 / 1448 ) bu görüşün asılsız ve
batıl olduğunu ve bunlara asla itimat edilemeyeceğini belirtmiştir. İbn
Abbas'ın da " ebced " hesabından men ettiği, bunları bir tür sihir
olarak kabul ettiği nakledilir. Keza Ebû Bekir İbnu'l - Arabi ( ö.543 / 1148 )
de " şeriatta bu tür şifreli hesaplar yapmanın aslı yoktur "
tepkisini açıkça ortaya koymuştur ( Suyûtî 1993: I. 64 ).
h ) Bu harfler münferid harflerdir. Bu harflerin
gayesi tenbih yani müşriklerin dikkatini çekmek içindir. Dilci Ferra (ö.207 /
822), Kutrub (0.206 / 821) ve Muberred (ö.285 / 898) bu görüşü benimsemişlerdir.
Bu görüşe göre bu harflerle muhatapların dikkati çekilerek devamında vurgulanmak
istenen mesajın verilmesi sağlanmıştır.
ı ) Cenab - ı Hak, fesahat ve belagat ehli
olan müşriklere bir i'caz harikası olan Kur’ân’ın, bu münferit harflerden
meydana geldiğini göstermiştir. Onları Kur’an ile uyarmak için ve harflerle dikkatlerini
çekmiştir. Onlar Kur'ân'ı ve onun tesir etmesini engellemek için " Dediler
ki: Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, kargaşa çıkarın, belki galip gelirsiniz. " (
41 / Fussilet, 26 ) ayetinde ifade edildiği gibi çeşitli yollara
başvurmuşlardır.
- Son iki
görüş bir çok alim tarafından tercih edilen ve doğruya en yakın olarak kabul
edilen görüştür (
Suyûtî 1993: I. 665).
Peki, Hz. Peygamber bu harflerin manalarını neden açıklamadı?
Bu konuda Hz. Peygamber’den nakledilen tek bir
hadis mevcuttur o da harflerin manalarıyla ilgili herhangi bir mana
vermemektedir. Bu durumda üç ihtimal var; Ya Allah Teâlâ bu harflerin Resûlü
ile kendi arasında birer sır olarak kalmasını istemiştir, ya sahâbîler bu
konuda Peygamber’e birşey sormadıkları için oda herhangi bir açıklama
yapmamıştır yahut da esasen sahâbîler de kendi bilgi ve zekâ seviyelerine göre
bu harflerin manalarını anlıyorlardı, o yüzden de Hz. Peygamber bu harflerin
manalarıyla ilgili olarak herhangi bir beyânda bulunma ihtiyacı hissetmemişti.
En doğruşu Allah bilir...
G. İ’CÂZU’L-KUR’ÂN
İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek,
âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun,
bütün insanları kend benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu
anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz
kalacağı çok yüksek bir mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet
ve kudreti verildiği halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve
belâğat açısından öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer
bir söz söylemesi imkânsız hale gelmiştir. Kur’an’ın mûcize oluşunun üç delili
vardır:
1. Kur’an’ın
beşer üstü bir kitap oluşu: Bilindiği gibi peygamberler kendilerini
ümmetlerine kabul ettirebilmek için mûcizeler göstermek mecburiyetindedirler. Peygamberlere verilen mûciceler de kendi
zamanlarında revaçta olan şeylerden daha üstün özellikler taşıyordu. Bunun
böyle olması tabii, bir bakıma da gerekli idi. Çünkü aksi durumda mûcizenin
inandırıcı olması söz konusu edilemezdi. Bu sebepledir ki, Hz. Musa’ya sihirle,
Hz. İsa’ya da tıpla ilgili mûcizeler verilmişti. Aynı sebepten dolayıdır ki,
Hz. Peygamber’e de en büyük mûcize olarak Kur’an gönderilmişti. Çünkü o dönemde
de Araplar belâğat konusunda çok ileri bir durumda idiler. Arap dili âdeta
altın çağını yaşıyordu. İşte böyle bir dönemde Kur’an vahyedilerek seviyesini
ortaya koymuş, hem de kendi benzerinin getirilemeyeceğini ispat etmişti.
2. Muhâliflerine
Meydan Okuması: Kur’an, kendisinin ilâhî kaynaklı bir
kitap olduğuna karşı çıkanlara meydan okuyarak onlardan, kendisinin bir
benzerini getirmelerini istemiştir. İlk önce kendisinden daha üstün bir kitap getirmelerini teklif etmiş (Kasas;49).
Bu mümkün olmayınca ardından kendisi gibi bir kitap getirmeleri konusunda
tahaddide bulunmuştur (İsrâ;88).
3. Benzerinin
Getirilememesi: Kur’an’ın meydan okumasına rağmen
muarızları onun bir sûresinin dahi benzerini getirememişlerdir. Tarih boyunca
ona ciddi anlamda nazire yapılamamış olması, bundan sonra asla
yapılamayacağının açık bir kanıtıdır. Çünkü her asırdaki bilginler, edipler,
filozoflar, münekkit ve müellifler Kur’an’ın mûcizeliğini; belâğat, fesâhat ve
beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir. Bununla
beraber kaynaklar bize ilk dönemlerde bazı inkârcıların Kur’an’a nazîre yapmaya
kalkıştıklarını haber vermektedir.
Kur’an’ın
İcâz Yönleri
Kur’an ilim, hüküm ve beyân bakımından
beşer gücünü aşan meziyetlerle dolu bir kitaptır. Bütün bu meziyetler, aynı
zamanda onun mûcizeviliğini gösteren delillerdir.
1. Nazım ve
te’lif: dizmek, tertip etmek ve sıraya koymak
demektir. Kur’an’ın harfleri, kelimeleri ve âyetleri o şekilde dizilmiştir ki,
daha güzel olsun diye tek bir harfini bile yerinden oynatmak mümkün değildir.
Nüzûlündeki 23 senelik uzun sürece rağmen harflerin kelimelere, kelimelerin
âyetlere, âyetlerin sûrelere yerleştirilmesindeki tertip gibi, sûrelerin
birbirleriyle irtibatlı olarak Kur’an’ın içerisine yerleştirilmesi de ondaki vahdet,
münâsebet ve insicâmı (düzgünlük, tutarlılık) ortaya koyan icâz vecihlerinden
biridir.
2. Gaybî
haberler içermesi: Kur’an, insanların bilme imkânına sahip
olamayacağı gayb haberlerini de içermektedir. Kur’an ve sahih hadislerden
öğrendiğimize göre Hz. Peygamber okuma yazması olmayan ümmî biriydi. Bundan
dolayı geçmiş ümmetlerin kitaplarını okuyarak onların kıssalarını ve
haberlerini öğrenme imkânına sahip değildi. Şayet Kur’an haber vermeseydi mâzide cereyan eden
bu hâdiseleri Hz. Peygamberin bilmesi nasıl mümkün olabilirdi. (bk. Hud;49).
Kur’an, Hz. Peygamber zamanında hâl’e ait gayb haberlerini de ihtiva etmiştir.
Ayrıca indiği zamana göre istikbalde gerçekleşecek gaybî haberlerde de
bahsetmektedir (msl. Fetih sûresinde Mekke’nin
fethi).
3. Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması: Kur’an’ın, beşeriyetin ihtiyaçlarını
karşılamasından maksat, onun her asırda ve her yerde, hiç bir dinde ve nizamda
görülmeyecek tarzda insanlara doğruyu göstererek, onları dünya ve âhirette
mutlu etmeyi amaçlamasıdır. Bu yüzdendir ki Kur’an, insanlığın yeryüzündeki
kısa hayatı ve âhiret hayatı için gerekli olan ve ilgili prensipleri ihtiva
etmiştir. İnsan da eğer Kur’an’ın ortaya koyduğu bu evrensel prensipleri gereği
gibi anlayıp uygulama alanına çıkarabilirse, o yüce kitabın hedeflediği
mutluluğu elbetteki
yakalayabilecektir.
4. Fenni mûcizelere işaret etmesi: Kur’an’ın asıl amacı insanları hidâyete
sevketmektir. Ancak Kur’an bu noktayı dikkate alarak ibret için zaman zaman fen
ve tabiat ilimleri gibi ilimlere de çok genel anlamda temas etmiştir. Mesela
arzın yuvarlaklığı (Zümer;5 ve Nâz’iat;30) ve güneşin kendi yörüngesinde
döndüğü (Yasin;38). Modern bilimin henüz keşfetmeye çalıştığı bütün bu
husulardan Kur’an’ın asırlar öncesi söz etmesi onun mûcizeliğinin kesin bir
işaretidir.
5. Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından
değiştirilmemesi: Kur’an’ın bize,
müşriklerin Hz. Peygamber’den hoşlarına gidecek, onların durumlarına ve
yaşadıkları zamana uygun hükümler taşıyacak nitelikte bir kitap istediklerini
haber vermektedir. (Yunus;15-16). Bu âyetler bir taraftan müşriklerin,
Kur’an’ın tebdili (değiştirilmesi) konusundaki taleplerini dile getirmekte,
diğer taraftan da onların bu taleplerini asla dikkate almaması hususunda Hz.
Peygamber’i uyarmaktadır. Dolayısıyla bu da onun, ilahî bir kaynaktan
geldiğinin ve mûcize bir kitap olduğunun apaçık bir delilidir.
H.
MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN
Müşkil’in manası, karışık ve biririne zıt
olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında
ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da
anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu
değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan
başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey
bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen
ilk başta âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde
biraz düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen
anlaşılır.
İşkâle Yol
Açan Sebepler
1. Mevzû
ihtilâfı: Bazen herhangi bir konu Kur’ân
bütünlüğü içerisinde ele alındığı zaman, o mevzu ile ilgili âyetler arasında
bir tezat olduğu, yani bir ya da birkaç âyetteki mananın bir başka âyetle
çelişki teşkil ettiği
zannedilebilir.
2. Hakikat
ve mecâz imkânı: Kur’an’daki âyetler bazen hakiki
bazen de mecâzî anlamda kullanılmışlardır. Bazı âyetlerde hem mecâz hem de hakiki mana aynı
anda görülebilmektedir. Meselâ: “..insanları sarhoş bir halde görürsün, oysa
onlar sarhoş değillerdir..” (Hâcc;2) âyetinde ilk anda çelişki varmış gibi
gözükse de kıyâmetin dehşetine izâfetle mecâzen insanların sarhoş olacakları
ifade edilirken, sarhoşluğun şaraptan geleceği düşünülerek hakikate izâfetle de
sarhoş olmadıkları dile getirilmiştir.
3. Fiilin
isnadıyla meydana gelen müşkilât: Bazı Kur’ân âyetlerinde de yapılan
bir işin isnâdı konusunda ihtilâf olduğu zannedilmektedir. Meselâ “Onları siz
öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin
Allah attı...” (Enfâl;17) Bu âyet Bedir savaşındaki Müslümanlar hakkında
inmiştir. Ancak âyette zâhiren fâil müminler ise de, hakîkatte Allah’tır. Yani âyetteki öldürme ve atma olayını yapmak
kullara, dileme ve yaratma Allah’a aittir.
4. Zıt
anlamlılığın sebep olduğu ihtilaf: Meselâ “Bunlar, iman edenler ve
gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak
Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d;28) âyetiyle, “Müminler o kimselerdir ki,
Allah anıldığı zaman yörekleri titrer..” (Enfâl;2) âyetinde zikredilen
kalplerin sükûnetiyle kalplerin titreyişi çelişkili gözükmekte.
Ancak demek istenilen müminin kalbi Allah’ın zikriyle huzurludur, ancak haktan
ve hidâyetten sapma korkusuyla da her an titremekte ve ürpermektedir.
5. Bir
hakikatın farklı biçimlerde anlatımı: Kur’an, Hz. Âdem’in yaratılışından
söz ederken farklı ifadeler kullanmıştır. Meselâ, onun topraktan (Âl-I İmran;59), kokuşmuş
kara çamurdan, balçıktan (Hicr;26), cıvık çamurdan (Sâffât;11),
kupkuru balçıktan (Rahmân;14), yaratıldığını belirtmiştir. Bu
âyetler arasında ilk etapta bir tezat olduğu düşünülebilir. Esasen söz konusu
âyetlerde geçen şeyler aynı şey olmamakla birlikte cevher itibariyle hepsinin
menşei (kaynağı) topraktır ve bütün bu ifadeler toprağın farklı biçimlerini
ortaya koymaktadır. Yani bu ifadeler ilk insanın yaratılış aşamalarını ortaya
koymaktadır. Dolayısıyla aralarında anlam itibariyle herhangi bir çelişki
yoktur.
İşkâli
Giderme Yolları
1. Te’vil ve
te’lif yolu: Yukardaki işkâle yol açan sebepler altında
verilen bütün örnekler bu konu için de örnek teşkil etmektedir.
2. Nesih
yolu: Allah Teâlâ’nin eski bir hükmü yenisiyle yürülükten
kaldırmasını ifade eder ve özellikle müfessirler ve fakihlerin çelişkili
görünen bazı âyetleri uzlaştıramadıkları zaman başvurmuşmus oldukları bir yol
olarak görünmektedir. Aşşağıda bu konu genişce açıklanacaktır.
İ.
MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN
Münâsebet sözlükte yakınlık ve
benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden
kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve
ilişki demektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler
arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’
da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır. Kur’ân âyetleri çeşitl zaman aralıklarıyla
muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda
indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir.
Kur’ân’ın içerdiği naslar arasında mantıksal bir anlam ilişkisinin bulunması
zaruridir. Bu ilişki hem âyetler
hem de sûreler arasında söz konusudur. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin
başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana
bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur. Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin
adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk
âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi
için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.
Münâsebâtu’l-Kur’ân
İlminin Tarihi Gelişimi
Kaynaklar, Kur’ân âyetleri ve sûreleri
arasındaki münâsebetten ilk defa söz eden İslâm bilgininin Ebû Bekr en-Nîsâbûrî
(ö.324/936) olduğunu zikretmektedir. Bu zât hem münâsebet hem de
münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüştür ve bu ilme çok katkısı
olmuştur. Buna rağmen bu katkısı şifâhi nakilden öteye geçmemiştir. Kur’ân’ın
insicâmı konusundaki düşünce ve yorumlarını kitabîleştirmek suretiyle bu ilmin
daha kalıcı olmasını sağlayan ilk müfessir er-Râzî (ö.606/1209)’dir. ‘Kur’an’ın
tamamı tek bir sûre hatta tek bir âyettir’ tezinden hareket eden er-Râzî, âyet
ve sûreler arasındaki münâsebete zaman zaman yer vererek, Kur’an’daki anlam
bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir.
VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû
Hayyân’ın hocası Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân
fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk
müstakil eseri yazmıştır. Daha sonraki asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer
el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla
oldukçca hacimli sayılabilecek bir tefsir yazmış ve söz konusu eserinde
müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını böylesine derin ve engin bir
şekilde ele bir başka tefsir mevcut değildir.
K.
FEZÂİLU’L-KUR’ÂN
Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur.
Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın
yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.
Kur’an’la
ilgili Fazilet Hadisleri
Hz. Muhammed (sav) birçok hadisinde
Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve
okutmanın faziletine işaret etmiştir:
1. Sözün en hayırlısı Allah’ın
kitabıdır. (Buhârî)
2. Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı
öğrenen ve öğreteninizdir. (Buhârî; Ahmed b. Hanbel)
Bazı
Sûrelerle İlgili Fazilet Örnekleri
1. Bakara Suresinin Faziletinin
hakkında Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:“Rasulullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem):‘Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz! Muhakkak şeytan, içinde Bakara
Suresi okunan evden kaçar!’ buyurdu.”Müslim780/212,Tirmizi 3036
2. Ali İmran suresi. Resulullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Kim Bakara ve Al-i İmran’ı
okursa, onlar Kıyamet günü gelir, şöyle derler:"Ya Rabbi, ona hiçbir
azarlama yapılmasın." (Darimi, Fedailül–Kuran, 16, no.3397)
3. Kehf süresi. Resulullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Her kim Kehf Suresini Cuma günü
okursa, iki Cuma arası nur ile aydınlatılır." (Hakim, Müstedrek, 2/399;
Suyuti, Cami’ussağir, 8929; Zebidi İthaf, 3/292)
4. Yasin süresi. “Her şeyin bir kalbi vardır; Kur’an’ın kalbi de
Yâsîn’dir” (Tirmizî, “Fezâilü’lKur’ân”, 7; Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 21; krş.
Müsned, V, 26.
TARİH
İÇERİKLİ İLİMLER
Kur’an tarihe ve tarihi olaylara özel bir
önem atfetmektedir. Hedefi, olayların arkasında kalan gizli degerleri, önemli
mesajları muhataplarına ulaştırmaktır. Kur’an sadece tarihi bilgileri
anlatmakla kalmaz, zaman zaman da Yüce Allah’ın yaratıcı kudretini, tarihin
akışıyla birlikte hep var olan İlâhi yasaları (Sünnetullah) görme imkanı sağlayan
jeolojik ve biyolojik özelliklere de dikkatlerimizi çeker.
A.
KISASU’L-KUR’ÂN
Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım
takip etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü
beyan etmektir. Bunların dışında anlatmak, hikâye etmek manalarına da
gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu anlamları kullanmamak gerek.
Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle
unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı
derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.
Kıssaların
Gayeleri
1. Hz.
Muhammed’in nübüvvetini ispat etmek: Bilindiği gibi ne Hz. Peygamber ne de kavmi, geçmiş peygamberlerin ve
ümmetlerin durumlarına vâkıf değildir. Yusuf 102, Kasas 44-45 gibi âyetlerde bu
husus açıkça dile getirilmiştir. İşte Hz. Muhammed’in bu kıssaları bilmediği
halde Kur’an vasıtasıyla doğru bir tarzda anlatması onun, Allah’ın vahyine
mazhar olduğunun en büyük
delilidir.
2. Hz.
Peygamber’i ve müminleri teselli etmek: Hakka
davet meşakkatli bir yoldur. Bütün peygamber bu
yolda çeşitli zorluklarla karşılaşmışlardır. İşte bu gibi durumlarda Yüce Allah
önceki peygamberlerin kıssalarını inzâl ederek, onların da aynı problemlerle
karşılaştıklarını anlatmış, böylece peygamberini teselli edip azmini ve
irâdesini
güçlendirmiştir.
3. Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını
sağlamak: Görebildiğimiz
kadarıyla Kur’an kıssaları, iyilik ve kötülüğün çatışmasını konu
edinmektedirler. Her fert Kur’an kıssalarında kendi konumuna ve karakterine
uygun bir önek seçebilme imkânına sahiptir. Dolayısıyla mümin insan bu
kıssaları okuduğu zaman oralarda anlatılan iyi kişileri takdir edip onlara
benzemek, kötülerden de nefret edip onlar gibi olmaktan sakınmak
ister.
4. İslâm’in evrenselliğini ortaya koymak: Tarih boyunca bütün peygamberler Allah’ın
varlığını ve birliğini tebliğ edip insanlığı şirkten uzaklaştırmaya gayret
etmişlerdir. Enbiyâ sûresinin 48-92 pasajı bunun en güzel örneğini
oluşturmaktadır. Bu pasajlarda hakiki varlıkla O’na ortak olarak ileri sürülen
tanrıların, başka bir ifadeyle hak ile bâtılın mücadelesine yer verilmiş, son
âyette de bu anlatımların gayetine temas
edilmiştir.
5. Semâvî dinlerin esasta bir olduğunu beyân etmek: ‘Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i
peygamber gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. O’ndan başka
ilâhınız yoktur..’ (A’râf; 73) ve ‘Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik.
Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin ondan başka ilâhınız yoktur...’
gibi âyetler bu hususa açıkca işaret etmektedir.
Kıssaların
Özellikleri
Kur’an, ilâhî mesajı muhataplarına
ulaştırmak için tarihi olayları araç olarak kullanmıştır. Kur’an bu önemli
hedefi gerçekleştirirken, söz konusu olan kıssaları belli bir takım özellilere
riâyet ederek sunar:
- Zaman söz konusu değildir. Mekân ve şahıs
unsurlarına pek rastlanmaz. (Msl. Yâsin 13-27)
- Bütün kıssalar (Yusuf kıssası hariç)
fragmanlar/parçalar halinde zikredilmiştir.
- Hangi maksat ile kıssa zikrediliyorsa hâdiselerin sadece o miktarı
verilmektedir.
- Araplar arasında yaygın olarak bilinen kıssalara yer verilmiştir.
- Tarihi birer belge niteliğinde değil,
Araplardaki edebî ve menkıbevî özellikleriyle kullanılmıştır.
- Tarihi öğeler ön planda görülmeyip çoğu
zaman ihmal edilmiş, gayeye hizmet etmeyen detaylar hazfedilmiştir.
- Birkaç yerde değişik açılardan ele
alınarak tekrar edilmiştir. Ancak her zikredilişin farklı bir münasebeti
vardır.
- Temsili bir anlatım tarzı seçilmiştir. İfadeler kuruluktan kurtarılıp canlı ve hareket
dolu bir savirle müşahhas hale getirilmiştir.
B.
ESBÂBU’N-NÜZÛL
Kur’an âyetlerini esasen iki kısma
ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp
bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler. Bu ilimde sebebe bağlı
olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir.
Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı
Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte
‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca
ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya
iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş
sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet
döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin
inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a(sav)
sorulan soru’.
Esbâbu’n-nüzûl Rivâyetleri İçin Kullanılan
Tâbirler
Rivâyetler bazı hususî tâbirlerin
kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm
bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. İfadeler:
- Âyetin nüzûl sebebi şudur.
- Bunun üzerine Allah şu âyeti indiridi.
- Bu hâdise üzerine şu âyet nâzil oldu.
Esbâbu’n-nüzûlle
İlgili Rivâyetlerin Sıhhati
Tefsir âlimleri, nüzûl sebebpleriyle ilgili
rivâyetlerin sıhhatini tesbitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için
sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:
1. Hadis ilminin, sahih hadisler için
öne sürdüğü şartların bu rivâyetlerde de mevcut olmalı.
2. Anlatılan olayların, Hz. Peygamber
döneminde meydana geldiği tespit edilmiş olacak.
3. Anlatılan husularla ilgili
âyet/sûrelerin muhtevaları arasında bir münasebet bulunacak.
4. Eğer haber mürsel ise, başka bir mürselle
takviye edilecek ve hadis rivâyet etmekle meşhur olan tâbiûn müfessirlerinin
birinden nakledilmelidir.
Rivâyetlerin
Çeşitliliği
Çeşitlilikten maksat, bir âyetin iniş
sebebiyle ilgili olarak birden çok rivâyetin nakledilmesidir. Eğer rivayette
geçen sebep aynı, şahıs ve zaman bakımından farklılık söz konusuyla bir problem
yok demektir. Ancak bu
farklılıklarla birlikte bir de sebep de farklı ise o zaman sırayla takip
edilmesi gereken bazı yollar vardır:
1. Önce rivâyetlerin sıhhat dereceleri
araştırılarak sahih olanı alınacak.
2. Her ikisi de sahih ise, aralarında bir tercih
sebebi aranacak. Mesela bir rivâyetin müşahede (bizzat görme) dayanması yahut
Buhârî sahihinde yer alması tercih sebebleri olabilir.
3. Bu da mümkün değilse olayların zaman
bakımından birbirine yakın olup olmadığına bakılır. Eğer zaman bakımından yakınlık var ise rivâyetler
arası cem ve te’lif edilir.
4. Bu da mümkün değilse, o zaman o
rivâyetlere konu olan âyet veya sûrenin mükerrer nâzil olduğu kabul edelir.
Ancak iki defa bir âyetin nâzil olmasının izahı çok zor görünmektedir. Bunun
hikmeti bazı âyetlerin hatırlatma amacıyla tekrar ‘inmiş’ olduğunu düşünebilir.
En doğrusunu Allah bilir.
Esbâbu’n-nüzûlün
Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Sonuçlar
1. Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde
yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı
olur.
2. Âyetler arasında var olduğu zannedilen
müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.
3. Müphem âyetlerin anlaşılmasını
kolaylaştırır.
4. Âyet/sûreler arasında münâsebet kurmaya
yardımcı olur.
5. Hasr veya tahsis (anlamların darlığı?)
şüphesini ortadan kaldırır.
C.
NÂSİH-MENSÛH
Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga
etmek, yok etmek, yazmak ve bir şeyi bir yerden başka bir yere
aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir
başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (önceki) tarihli bir nassın,
muahhar (sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış
âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.
Kur’an’da
Neshin Varlığı Tartışması
Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın
sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle
anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen
âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da
nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil
etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine
“tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni
(ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken
zamanlara uzandığı söylenebilir.
1. Neshi
Kabul Edenlerin Delilleri:
1. Kur’an da yer alan üç ayrı âyet, neshin
varlığından söz etmektedir: “Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya
onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye Kâdirdir.” (Bakara;
106). Ayrıca Nahl;101 ve R’ad;39.
2. Neshin Kur’an’dan bulunduğuna konusunda icmâ
mevcuttur.
3. Sahabeden yayılan nakiller de Kur’an’da neshin
var olduğunu göstermektedir.
4. İki âyet arasında çözülemeyen bir
çelişki söz konusu ise akıl neshe müracaatı zaruri görmektedir. Yani nesh aklen
de mümkündür.
2. Neshi
Kabul Etmeyenlerin Delilleri:
1. Neshin varlığına dair açık bir şekilde
delâlet eden bir âyet yoktur. Yukarda bahsedilen âyetler, Kur’an’ın, kendinden
önceki kitapları yürürlükten kaldırdığını ifade eder.
2. Neshin söz konusu olduğunu açık bir
şekilde ortaya koyacak üzerinde ittifak edilmiş herhangi bir hadis de mevcut
değildir.
3. Mensûh olduğu ileri sürülen
âyetlerin sayıları konusunda da ittifak edilmemiş.
4. Çoğu zaman mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil
olduğuna dair kesin bir delil yoktur.
5. Nesih, akâidle ilgili olmayıp, tefsir ilminde
bir sistem niteliğindedir. Reddi küfrü gerektirmez.
- Kur’an’da neshin bulunmadığını ileri
süren âlimler, bu hususu tahsîs kavramıyla açılmaktadırlar. Onlara
göre Kur’an’da yer alan herhangi bir hüküm hiçbir zaman tamamen ortadan
kaldırılmamış; ancak bazı durumlarda bir nassın daha sonra gelen bir nasla
anlam alanı darltılmıştır.
Nesih ile
Tahsisin Farkları
- Nesih hükmün bütün cüzlerini ilga eder,
tahsis hükmün sadece bir kısmını kaldırır.
- Nesih sadece emir ve nehiylerde mümkün olur, tahsis haberlerde de
yapılabilir.
- Nesihte mensûhun nâsihten önce nâzil
olması gerekirken tahsiste bu şart yoktur.
- Nesih yalnız kitap ve sünnette, tahsis bu
iki aslın dışında da söz konusudur.
Neshin
Şartları
1. Nâsıh ve mensûh âyetler arasında
birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.
2. Nasların şer’î hüküm taşıması ve mensûh
nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.
3. Mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olmuş
olması
4. Neshe konu olan hükmün, iyilik ve
kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).
5. Hüküm açısından nâsıh nassın mutlaka
mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.
Neshin
Tespiti
Peygamber Efendimiz önceden koymuş olduğu
bir yasağı sonradan kaldırarak sünnetteki neshe işaret etmiştir ancak Kur’an’da
neshin varlığına dair herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Neshin tespiti
konusunda o yüzden sahâbenin bilgisine başvurmak gerekmektedir. Çünkü onların
verdiği bilgiler, sonrakiler için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır.
Belirleyici diğer bir hususta icmâ’dır.
Neshin
Kısımları
1. Metni
Mensûh Hükmü Bâki Nasslar: Nesih savuncuları bu kısma örnek
olarak ‘recim âyeti’ diye nitelendirilen “evli erkek ve evli kadın zina
yaptıkları zaman Allah’tan bir cezâ olarak muhakkak onları recmedin. Allah
mutlâk gâlip ve hikmet sahibidir” anlamındaki metni zikretmektedirler. Bu
anlayışa göre söz konusu metin daha önce âyet olarak indirilmiş, ancak Yüce
Allah belli bir zaman sonra onun hükmünü yürülükte bırakıp, lafızlarını iptal
etmiştir.
2. Metni
Bâki Hükmü Mensûh Nasslar: Neshin varlığını savunanlar, mensûh
âyetler üzerinde ittifak etmiş değillerdir ancak hepsi için geçerli olan
lafızlarının okunmasına karşılık hükümleriyle amel edilmemesidir. Bu konuda
örnek olarak içki âyetlerini verebiliriz. Mâide;90’nın, Nahl;67, Bakara;219 ve
Nisâ;43 âyetlerini neshettiği ifade edilmektedir.
3. Hem
Hükmü Hem Tilâveti Mensûh Nasslar: Bu hususta ileri sürülen nass
şöyledir: Buhârî’nin rivâyetine göre Hz. Âişe söz konusu naklinde şöyle
demiştir: ‘bilinen on defa emzirme haramlık hükmü doğurur’ âyeti,
Kur’an’ın içinde yer almakaydır. Ancak daha sonra bu, ‘beş bilinen emme’ ile
neshedildi. Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği zaman onlar Kur’an âyetleri
arasında okunmaktaydı. (Müslim; İmam Mâlik; Tirmizî, Dârimî, Ebû Dâvûd) Nesih
taraftarlarına göre ilk önce on emzirmenin evlilikte haramlık hükmü doğurduğunu
ifade eden âyet nâzil olmuştu, ancak bu daha sonra beş emzirmeyi hüküm olarak
ortaya koyan âyetle neshedildi. Ardından da beş emzirmeyi ifade eden âyet
tilâvet yönüyle Mushaf’tan çıkarıldı. İlk âyet hem hükmen hem de tilâveten
yürürlükten kaldırılırken, ikinci âyet yalnızca lafız yönüyle nesh edilip hükmü
ibkâ edilmiş oldu.
Sonuç: İslâm bilginlerinin çoğunluğu neshi
tefsir ilminde bir çözüm olarak kabul edip savunurken, bir kısmı da Kur’an’daki
mevcût âyetlerin hepsinin bir işlevi olduğunu ileri sürüp neshi reddetmektedir.
Bize (Muhsin Demirci vs...) göre burada isabetli olan görüş, neshe kapılamayan
aralamayan görüştür. Çünkü Kur’an başlı başına bir hukuk sistemi değil, İslâm
hukuk sisteminin öncelikli temel kaynağıdır. Böyle olunca Kur’an’ın içerdiği
bütün nasslar hukuk için malzeme niteliğindedir. Tabii ki bu durumda da bir
nassın bir başka nassla teâruzu (çatışması) söz konusu değildir. Nasslar arasında herhangi bir çelişki olmadığı
sürece de nesihten söz etmenin bir anlamı yoktur. Zira nesih, nasslar arasında
meydana gelebilecek teâruzu ortadan kaldırmak, böylece Kur’an’da anlam yönünden
bir bütünlük oluşturmak için öngörülen bir yoldur. Kaldı ki bir çözüm yolu
olarak başvurulan nesih, problemleri halletme uğruna bazen yeni problemler de
ortaya çıkmaktadır.
ULÛMÜ’l-HADÎS’İNİN TARİHİ
Yüce dinimizin kitabı
Kur'an-ı Kerlm'in doğru olarak anlaşılmasının en temel şartlarından birinin onun
tebliğcisi, ilk ve en yetkili yorumcusu olan Hz. Peygamber ile onun
açıklamalarını başka bir ifadeyle hadislerini bilmek olduğu genel kabul görmüş
bir gerçektir. Bu durum başlangıçtan itibaren Müslümanların Hz. Peygamber' in
hadislerini öğrenip sonraki nesillere aktarmalarının en önemli amili olmuştur. Hadisler
önceleri genellikle şifahi bir tarzda, hicri ikinci asrın başlarından itibaren
ise yazıya geçirilerek günümüze kadar intikal etmiştir. Hz. Peygamber'e ait
açıklamaların lafzen ve manen rivayeti, şifahi ve yazılı nakli, tedvin ve
tasnifi, Resül-i Ekrem'e ait olup olmadıkları, yorumlanmasında kullanılacak
yöntemler ve benzeri hususlara yönelik faaliyetler tarihsel bir süreci
oluşturmaktadır ki buna, "Hadis Tarihi" denilmektedir. Söz konusu
tarihin başlangıçtan günümüze kadar geçirmiş olduğu gelişim sürecinin bilinmesi
elbette zaruridir. Özellikle hadis/sünnet hakkında araştırma yapanların, bu
tarihi süreçteki farklı yaklaşımları çok iyi bilmeleri gerekmektedir. Gerek
İslam dünyasında gerekse Batı'da hadis tarihiyle ilgili bir takım çalışmalar
yapılmıştır. Ancak bunlar hadis tarihinin tamamını kapsayacak mahiyette
olmayıp, bazı dönemleri ve hadis âlimleri ile metodlarını inceleyen araştırmalardır.
Hadis tarihinin birer halkası mahiyetinde olan bu tür bireysel çalışmaların
devam etmesi, ileride daha kapsamlı “Hadis tarihi” kitaplarının yazılmasına
katkı sağlayacaktır.
Hadis ilmi rivâyetü’l-hadîs ve dirâyetü’l-hadîs
diye iki kısma ayrılır. Kabul veya red açısından râvi ve mervînin durumunu
bildiren kaideler ve meseleler bütününü ifade eden dirâyetü’l-hadîs aynı
zamanda “ulûmü’l-hadîs, mustalahu’l-hadîs, kavâidü’l-hadîs, usûlü’l-hadîs”
şeklinde de adlandırılır (M. Acâc el-Hatîb, s. 13). Dirâyetü’l-hadîs ilminin
birden fazla adla anılmasının çeşitli sebepleri vardır. Dirâyetü’l-hadîs içinde
birbirinden farklı çok sayıda ilim bulunduğundan bazı âlimler çoğul olarak
ulûmü’l-hadîs terkibini kullanmıştır. Yine rivâyetü’l-hadîs ilmine asıl teşkil
ettiği göz önüne alınarak usûl-i hadîs adını verenler de vardır. En genel
anlamıyla hadislerin sıhhat açısından durumunu tesbite yarayan kaidelerle bu
kaidelerden ortaya çıkan terimlerden oluştuğu için dirâyetü’l-hadîs yerine
kavâidü’l-hadîs ve mustalahu’l-hadîs terkiplerine de yer verilmiştir. Erken
dönemde rivayet hadislerin naklini, dirâyet ise hadislerden mâna çıkarmayı ve
fıkhî yönlerini anlamayı ifade eder. Hadis ilminde dirâyetin usûl-i hadîs veya
ulûmü’l-hadîs yerine kullanılması oldukça geç dönemlere rastlar. Nitekim Râmhürmüzî’nin el-Muḥaddis̱ü’l-fâṣıl’ında
(s. 238, 312) ve Hâkim en-Nîsâbûrî’nin Maʿrifetü ʿulûmi’l-ḥadîs̱’inde (s.
63-85) rivayet-dirâyet ayırımı hâlâ erken dönemdeki anlayışı yansıtır. Hatîb
el-Bağdâdî’ye kadar dirâyet senedle değil metinle ilgili bir kavram sayılmıştır
(Görmez, s. 99).
Hadis ilmini rivâyetü’l-hadîs ve
dirâyetü’l-hadîs şeklinde iki başlık altında ele aldığı bilinen ilk âlim
İbnü’l-Ekfânî’dir (ö. 749/1348). Ona göre rivâyetü’l-hadîs Resûl-i Ekrem’in söz
ve fiillerinin zabtı, rivayeti ve nakliyle ilgili iken dirâyetü’l-hadîs
rivayetin hakikati, şartları, çeşitleri ve hükümleri, râvinin halleri ve
taşıması gerekli şartları, merviyyâtın nevileri ve ilgili meseleleri konu
edinir (Cemâleddin el-Kāsımî, s. 77). Taşköprizâde rivâyetü’l-hadîsi kıraat
ilmiyle beraber nakle dayalı şer‘î ilimler arasında zikrederken
dirâyetü’l-hadîsi Kur’an tefsiri ilmiyle birlikte nakillerin anlaşılmasına
yönelik bir ilim diye kaydetmektedir (Miftâḥu’s-saʿâde, II, 5). Ona göre de
rivâyetü’l-hadîs ilmi, hadislerin Hz. Peygamber’e muttasıl şekilde nasıl
dayandırıldığını, râvilerin zabt ve adalet yönünden durumlarını, senedin
ittisâl ve inkıtâ bakımından keyfiyeti gibi hususları ele alır. Bu ilmin
konusu, kendisinden sâdır olup olmadıklarının tesbiti bakımından Hz.
Peygamber’in sözleridir. Delâletleri açısından hadisleri konu edinen
dirâyetü’l-hadîs ise Arap dili kaidelerine ve şeriatın temel ilkelerine
dayanmak suretiyle hadislerin lafızlarından murat edilen mânayı araştıran bir
ilimdir (a.g.e., II, 60, 128). İsnad ilmiyle hadis ilmini birbirinden ayıran
Tehânevî de isnad ilminin aynı zamanda usûlü’l-hadîs şeklinde adlandırıldığını
söyler ve onu “sıhhat ve zayıflık, tahammül ve eda yönünden hadislerin durumunu
bilmeyi sağlayan ilkeler” biçiminde tanımlar (Keşşâf, I, 36).
Hadis ilmi açısından hadisin metni de
önemlidir. Tarih boyunca hadis ilmine dair yapılan bazı tanımlamalarda
metinlerin önemini vurgulayan açıklamalar da geliştirilmiştir. Nevevî hadis
ilminin gayesini sadece hadisleri öğrenip kaydetmek ve başkalarına aktarmaktan
ibaret görmez, onun asıl maksadının metinlerin anlamları üzerinde düşünmek
olduğunu söyler (Şerḥu Müslim, I, 47). Buhârî şârihi Kirmânî de hadis ilmi
için, “Rasûlullah’ın(sav) söz, fiil ve hareketlerini bildiren ilimdir. Bu ilmin
konusu Rasûlullah’ın(sav) zatıdır” der (Süyûtî, s. 41). Bedreddin el-Aynî’ye
göre de hadis ilminin konusu Allah’ın resulü olması sıfatıyla Hz. Peygamber’in
zatıdır; onun ilke ve esasları, hadisin halleri ve sıfatları, gayesi ise iki
dünya mutluluğunu elde etmektir (ʿUmdetü’l-ḳārî, I, 11).
Hadis ilminin temel ıstılahları ve rivayet
usulleriyle ilgili yönünü ifade etmek üzere literatürde yaygınlık kazanan bir
başka kavram usûl-i hadîstir. Hatîb el-Bağdâdî el-Kifâye’yi hadis
talebesinin bilmesi, öğrenmesi ve ezberlemesi gereken hadis ilmine dair usul ve
şartları açıklamak amacıyla telif ettiğini söyler (el-Kifâye, s. 7). Bağdâdî’ye
gelinceye kadar hadis usulü hadislerden, râvilerin adalet ve zabt itibariyle
durumlarından, rivayetlerin muttasıl veya münkatı‘ olması bakımından Hz.
Peygamber’e nisbetinden bahseden bir ilim, ondan sonra ise kabul ve red
yönünden râvi ile rivayet edilen hadislerin durumunun bilinmesi şeklinde anlaşılmıştır
(Uğur, s. 114). Hatîb el-Bağdâdî’den sonra kaleme alınan ulûmü’l-hadîs
kitaplarında dirâyetü’l-hadîs, daha çok rivayet teknikleri ve usullerine
ilişkin terimler üzerinde yoğunlaşan bir literatüre dönüşmüştür. Sözlükte “bir
şeyin temeli” anlamına gelen asl (çoğulu usûl) aynı zamanda bir ilmin
cüz’iyyâtına uygulanabilecek kuralları ifade eder. Buna göre hadis usulü için
“hadisleri sonraki nesillere aslına uygun biçimde nakledebilmek ve sahihiyle
zayıfını birbirinden ayırmak için ihtiyaç duyulan kurallar ve bunlarla ilgili
terimlerden bahseden ilim” şeklinde daha kapsamlı bir tanım yapmak mümkündür
(Yücel, s. 90). Bir muhaddisi herhangi bir râviden ayıran husus, bu tanımda
belirtilen ilke ve kuralları bilmesidir.
Usûl-i hadîsle eş anlamlı olarak mustalahu’l-hadîs
terimi de kullanılmaktadır (Koçyiğit, XVII [1969], s. 117-136). Hadis ilmindeki
terimler belli bir tarihî birikimin ve ilmî faaliyetin neticesinde doğup
gelişmiş, hadis ilmine konu olan kelime ve kavramlar belirli merhalelerden
sonra istikrar kazanıp terim halini almıştır. Şâfiî’nin er-Risâle’de haber-i
vâhidin kabul şartları için koyduğu esasların müteahhirîn döneminde sahih
hadisin tanımlanmasında belirleyici rol oynaması (Müsâid Müslim Âlü Ca‘fer, s.
338, 340-341) bu aşamalı gelişimin bir örneğidir. Rivayet döneminin
başlangıcından itibaren râviler adalet ve zabt yönünden, rivayetler ise onları
ilk söyleyene nisbeti, râvi silsilesinde inkıtâ bulunup bulunmaması, râvilerin
hal ve hareketlerinin hükmü vb. açılardan titizlikle incelenmiş, bunun sonunda
hadislerin makbul veya merdud olmasına ilişkin çeşitli terimler doğmuştur.
Hadis âlimleri, her biri hadis ilminin farklı bir yönünü ilgilendiren bu
terimlerin anlaşılması için özel çaba harcamış, hatta birçoğu hakkında müstakil
eserler yazmıştır. Bu eserlere hadis terimlerini kapsaması bakımından
mustalahu’l-hadîs adı verilmiştir.
Hadisleri ezberleme, rivayet etme,
kaydetme, tedvîn ve tasnif gibi adlarla bilinen sistematik hadis
faaliyetlerinin kendine özgü terimleri, usul ve kaideleri hakkında müstakil bir
literatür meydana gelmiştir. Mustalahu’l-hadîs / usûl-i hadîs literatürünün
doğuşu hadis rivayetinin eskisine nazaran ihmal edilmeye başlandığı, hadis
rivayeti ve yazımında mütekaddimîne ait ölçülerin terkedildiği bir döneme
rastlamaktadır. Hadis rivayeti açısından mütekaddimîn döneminin sonlarında yer
alan, usûl-i hadîs ilmi açısından ise mütekaddimînin başlangıcı sayılan (DİA,
XXXII, 187) ve yaygın kabule göre usûl-i hadîsin ilk müdevven örneğini sunan
Râmhürmüzî eserinin girişinde hadisleri sevmeyen, hadisçilere dil uzatan bir
grubun ortaya çıktığını söylemekte (el-Muḥaddis̱ü’l-fâṣıl, s. 159), böylece
eserini bunlara bir tepki şeklinde telif ettiğini göstermektedir. Hâkim
en-Nîsâbûrî de Maʿrifetü ʿulûmi’l-ḥadîs̱’i bid‘atların çoğalması,
insanların sünnetlerin usulüne dair yeterli bilgiye sahip olmaması, haberleri
yazma ve araştırma konusundaki gaflet ve ihmalkârlıkları gibi sebeplerle kaleme
aldığını zikretmektedir (Maʿrifetü ʿulûmi’l-ḥadîs̱, s. 1-2). İlk asırlarda ilim
kelimesiyle daha çok hadisin kastedildiğine dair birçok örnek vardır. Ebû
Hayseme Züheyr b. Harb’in Kitâbü’l-ʿİlm’i içindeki bilgiler hadis ilmi ve
rivayetiyle ilgilidir. Buhârî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’indeki
“Kitâbü’l-ʿİlm”inde umumiyetle hadis ilmiyle ilgili meseleler konu edilmekte, bazı
rivayetler hadisle ilmin aynîleştiğine işaret etmektedir. Meselâ Ebû
Hüreyre’nin ilme düşkünlüğünü anlatan rivayetin (el-Müsned, II, 307)
Buhârî’deki tarikinde ilim yerine hadis kelimesi kullanılmıştır (Buhârî,
“ʿİlim”, 33). Burada ve başka örneklerde hadis mutlak mânada ilim diye
nitelendirilmiştir (İbn Abdülber en-Nemerî, I, 761-763). Yine İbn Sîrîn’e
nisbet edilen, “Şüphesiz ki bu ilim dindir. Öyle ise dininizi kimlerden
aldığınıza dikkat edin” sözünde (Müslim, “Muḳaddime”, 5; Dârimî, “Muḳaddime”, 38)
kastedilen ilim, hadis rivayetiyle elde edilen naklî bilgileridir.
İlim kelimesi ve çoğulu ulûm ilke ve
kurallarıyla tedvin edilmiş ve düzenlenmiş ilim dallarını ifade eder. Bu
anlamda mustalahu’l-hadîs, usûl-i hadîs veya ulûmü’l-hadîs başlıkları altında
teşekkül eden literatürle birlikte hadis ilmi konusu, meseleleri ve kaideleri
belirlenmiş müstakil bir disiplin haline gelmiştir. Ancak her ilmin bir konusu,
ilkeleri ve amacının bulunması gerektiği göz önüne alındığında ulûmü’l-hadîs
başlığı altında yer alan ilimlerin büyük çoğunluğunun müstakil birer disiplin
değil hadise dair birtakım mesele ve kaidelerden meydana gelen konu başlıkları
olduğu söylenebilir. Hadislerin rivayeti, derlenmesi, sahihinin zayıfından
ayırt edilmesi, cerh ve ta‘dîl yönünden râvilerin durumu, hadislerdeki garîb
kelimelerin, nâsih ve mensuh rivayetlerin açıklanması, birbiriyle ihtilâflı
hadislerin izahı, mâna yönünden hadislerin şerhi ve onlardan çıkarılacak
hükümlerin tesbiti gibi daha birçok ilim konusu ulûmü’l-hadîsin kapsamına girer
(Muhammed b. Muhammed Ebû Şehbe, s. 23). Kādî İyâz hadis öğrencisinin
âdâbından hadisin garîbini, nâsih-mensuhunu ve müşkilini bilmeye varıncaya
kadar hadisle ilgili bütün konuların hem kendi başına birer ilim, hem de eser
ilminin birer dalı sayıldığını belirtmektedir (el-İlmâʿ, s. 5). Hadis
ilimlerini belirleyen Hâkim en-Nîsâbûrî elli iki, bunları geliştiren
İbnü’s-Salâh altmış beş ilimden bahseder. Her ikisi de hadis ilimlerini “nev‘”
şeklinde ifade etmiştir. Nitekim İbnü’s-Salâh’ın eserinin adı Maʿrifetü
envâʿi ʿilmi’l-ḥadîs̱’tir. Çoğu hadislerin senedlerine ilişkin olan bu
nev‘lerin sayısı Hâzimî’ye göre yüz, İbnü’l-Mülakkın’a göre iki yüz, Süyûtî’ye
göre ise doksan üçtür (Tedrîbü’r-râvî, s. 5, 53).
Ulûmü’l-hadîs, hadis ilmine dair çeşitli
konuları kapsayan literatürün genel adı olmakla beraber bu ilim içerisinde
gelişmiş müstakil disiplinleri de ifade eder. Hadis tedvîn ve tasnif
faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bu ilimlerin ekseriyeti erken dönem
muhaddislerince hadis metinlerinin mâna ve içeriğine yani dirâyetü’l-hadîse
verilen önemi yansıtmaktadır. Bunlardan cerh-ta‘dîl ve kısmen ilelü’l-hadîs
isnadla ilgili ilimlerdir. Hadis metinlerini anlamaya yönelik olanlar ise
garîbü’l-hadîs, muhtelifü’l-hadîs, nâsihu’l-hadîs ve mensûhuhû, fıkhü’l-hadîs ve
esbâbü vürûdi’l-hadîs ilimleridir. Son ikisi hadis ilimleri arasına
diğerlerinden çok sonra girmiştir. Râvilerin güvenilirliğini tesbit etmeyi
amaçlayan cerh ve ta‘dîl ilminin temel dayanağı ricâl eserleridir; buna
ilmü’r-ricâl de denir. İlelü’l-hadîs ise isnadda veya metinde yer alan ve
hadislerin sıhhatini zedeleyen gizli kusurları inceleyen ilim dalı olup erken
dönemlerden itibaren bu hususta çeşitli eserler telif edilmiş, ancak İbn Receb
el-Hanbelî’nin Şerḥu ʿİleli’t-Tirmiẕî’yi kaleme almasından sonra müstakil
bir disiplin haline gelmiştir. İsnada ilişkin ilimlerle birlikte hadislerde yer
alan garîb kelime ve ifadeleri izah etmeyi amaçlayan garîbü’l-hadîs ile, anlam
bakımından birbiriyle çelişkili gibi görünen rivayetleri uzlaştırmayı
hedefleyen muhtelifü’l-hadîs ilimleri II (VIII) ve III. (IX.) yüzyıllarda ilk
ürünlerini vermiştir. Nâsih ve mensuh ilmi ise daha çok muhtelifü’l-hadîsle
birlikte değerlendirilmiştir. Fıkhü’l-hadîs hadisleri anlamayı, hadislerden
hareketle Hz. Peygamber’in amacını kavramayı konu edinen ilim dalıdır. Bu
yönüyle fıkhü’l-hadîs ilk asırlarda kullanılan ilmü dirâyeti’l-hadîs (Keşfü’ẓ-ẓunûn,
I, 635), Taşköprizâde’nin hadis ilimleri arasında zikrettiği ilmü te’vîli
akvâli’n-nebî (Miftâḥu’s-saʿâde, II, 378) ve Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin
sözünü ettiği ilmü esrâri’l-hadîs (Ḥüccetullāhi’l-bâliġa, I, 463) terkipleriyle
yakınlık taşır. Fıkhü’l-hadîsten bir ilim olarak ilk söz eden Hâkim
en-Nîsâbûrî’dir; ancak Cemâleddin el-Kāsımî’ye kadar bu alan yeterince
işlenmemiştir. Esbâbü vürûdi’l-hadîs hadislerin hangi sebep, vesile veya durum
dolayısıyla söylendiğini araştıran ilim dalıdır. Kur’an’ı anlamada esbâb-ı
nüzûl bilgisi ne kadar önemliyse hadisleri anlamada da esbâb-ı vürûd o derece
önemlidir. Bununla birlikte hadis tarihinde esbâbü vürûdi’l-hadîsin diğer ilim
dalları gibi müstakil bir disiplin haline geldiğini söylemek zordur. Bu ilmin
müstakil bir disiplin haline gelmesi için hadis ve sünnetin hangi olay üzerine
söylendiğini ve ortaya konduğunu sadece hadis kitaplarındaki rivayetlerle değil
tarih, coğrafya, sosyoloji ve psikolojiden yararlanarak ilmî yöntemlerle tahlil
etmek gerekir. Ayrıca sünnetin yerelliği ve evrenselliği, zaman ve mekân
boyutu, örfî olup olmadığı, hangilerinin hâs ve âm olduğu gibi hususlar da bu
ilim tarafından tesbit edilmelidir. Bu ilim, Hz. Peygamber’in bir sözü hangi
vesile ile söylediği yanında bu sözü hangi ilkeyi göz önünde bulundurarak
söylediğini de ele almalıdır (Görmez, s.
114).
HADİS İLMİN
İÇERİKLERİNDEN
Sünnet
kavramı: Sünnet kelimesi ara sıra ve gelişigüzel
yapılan şeyleri değil, adet niteliğinde, devamlı ve sürekli, aynı zamanda bilinçli
davranışları ifade eder. Sünnet’in hadis ilmindeki anlamı ise.Hz Peygamber(sav)
sözleri, davranışları ve onaylarıdır. 1-Kavli sünnet: Hz Peygamber(sav)
sözleridir. 2-Fiili sünnet: Hz Peygamber(sav) ın
fiilleri ve davranışlarıdır. 3-Takriri sünnet: Hz Peygamber(sav) in huzurunda
veya bilgisi dahilinde olmak şartıyla, sahabe tarafından söylenen sözleri
ve yapılan davranışları onaylaması veya karşı çıkmasıdır. Peygamber efendimiz
(sav) :Yaşayan Kur’an ve Yürüyen Kur’an diye nitelendirdi.
Hz Peygamber(sav)’ın görevleri: 1-TEBLİĞ:
Hz. ALLAH (c.c.). tan almış olduğu vahyi eksiksiz olarak insanlara bildirmek
anlamına gelir. 2-BEYAN/TEBYİN: Hz Peygamber(sav) ın kendisine indirilen
kitabı, ümmetine açıklaması, onları ihtilaf ettikleri konularda
aydınlatmasıdır. 3-TEZKİYE: İnsanların kötü huylardan, günahlardan,
kötülüklerden temizlemesi, arındırılması demektir.
Hadis: kelimesi Arapça tahdis mastarının
ismi olup “haber verme” anlatılan, haber verilen husus ‘’haber’’ ve ‘’söz’’
demektir. Çoğulu ehadis şeklindedir. Hadis ilminde Hz. Peygamber (s.a.v.)’den
gelen haber / haberler anlamına gelir.
Hadis usulü: hadisin asılları dayanakları kökleri kaynakları ve kuralları anlamına
gelir.
Usul kelimesi yer alan ilk kitap 544/1149 yılında vefat eden Kadı İyad’ın “El
ilma ila ma’rifeti usuli’r-rivaye ve takyidi’s-sema” isimli eseridir.
İbn Hacer Hadis usulü ‘’kabul ve ret
açısından ravi ve mervinin durumlarından bahseden ilimdir’’ der. Hadis usulü: hadisleri
nakledenlerin güvenilir, naklettikleri hadislerin de sahih
olup olmadıklarını tespit etme amacıyla geliştirilmiş kurallardan
bahseden ilimdir.
Hadis ilmi hadis usulünden çok daha geniş bir bilimsel faaliyet alanıdır. Hadis
ilmi hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken. Hadis uslü sadece hadis
tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar.
Hadis alimleri tarafından yazılan ilk
müstakil hadis usulü kitapları hicri üçüncü asra aittir. Bunlardan Ali b. Abdülhakem’in
Ma’rifetü ulumi’l hadis ve kemmiyyeti ecnasiha isimli eserleri günümüze
ulaşmamıştır. Günümüze ulaşan ilk hadis usulü kitabı Ramhürmüzi’nin “El
muhaddisü’l fasıl”ıdır.
Rical İlmi: Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin
sebebi hadis nakleden kişileri konu edinmesi sebebiyledir. Rical ilmi hadis
ravileri hakkında hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik
gerekli her türlü bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek amacıyla ortaya
çıkmıştır. Rical ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında
olumsuz kanaat, Ta’dil ise; olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.
İlelü’l
Hadis İlmi: Hadis ilminde illet ilk bakışta
sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi hadis uzmanlarının
görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür izli kusur taşıyan hadislere
Muallel veya Ma’lul Hadis denir. İlelü’l-hadis ilmi hadislerdeki bu tür
gizli ve fark edilmesi zor kusurlarla ilgilenen bunları bulmayı ve düzeltmeyi
amaçlayan bir ilim dalıdır.
Ğaribul Hadis İlmi: Hadis ilminde
Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı
olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı
anlaşılır.
İhtilafü’l Hadis İlmi: İhtilaf
Arapçada iki veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi,
farklı olması insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir.
İhtilafül-Hadis sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya
öyle görünmesi veya algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen
hadisleri konu edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim
dalıdır.
Haber: Sözlük anlamı bir olay veya nesneyi gören tanık olan birinin görmeyenlere
tanık olmayanlara söylemesi, iletmesi, duyurması, bildirmesiyle elde edilen
dolaylı bilgidir. Her hadis aynı zamanda haberdir ama her haber hadis değildir.
Eser: Sözlükte iz kalıntı anlamına gelir.
Bazı alimler hadisle eşanlamlı kullanır, bazı alimler haber kavramıyla eş
anlamlı kullanır, bazıları da sahabeden gelen rivayetler için kullanmıştır. Belli
bir uzlaşı yoktur.
İsnad veya
sened: Hadis ilminde isnad dendiğinde hadislerin
başındaki ravi silsilesini gösteren isimlerden oluşan ravi zinciri
anlaşılır. Buna sened de denir.
Metin: Hadiste nakledilen içerik anlamına gelir. İsnad zincirinin peşinden gelen
Hz Peygamber’in sözleri ve davranışlarını ifade eden kısma metin denir. Hadis
ilmi ve hadisle ilgili faaliyetler rivayet ve dirayet olmak
üzere 2 ye ayrılır.
Hadisin
Tarihi: Hadis tarihi, hadisin Peygamberimiz(s.a.v)
döneminden günümüze kadar geçirdiği serüveni, hadisle ilgili yapılan her türlü
çalışmayı zaman ve mekan düzleminde, sebep sonuç ilişkiler içinde, yani Tarih
biliminin ölçütleri doğrulusunda ele alır. Türkçe yazılan ilk hadis
kitabı, İstanbul’da 1924 de yayınlanmıştır. Hadis tarihi isimli bu ilk
kitap o günlerde adı Darülfünun olan İstanbul Üniversitesi nin İlahiyat
Şubesi hocalarından İzmirli İsmail Hakkı tarafından ders kitabı olarak
okutmak üzere yazılmış ve Talebe cemiyeti tarafından yayınlanmıştır. Hadis
tarihinden başka konulara da değinmiştir. Tamamen hadis tarihine özgü olarak
yazılmış ilk müstakil Türkçe eser Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim üyesi prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmış olduğu ve ilk baskısı 1977 de,
adı geçen Fakültenin yayınları arasında neşredilen Hadis Tarihi isimli
kitaptır.
USULÜ’L-FIKIH’ININ TARİHİ
Önce fıkhın tarihçesini ve geçirdiği devreleri bilmek gerekir. Böylece
mezheplerin kuruluşundan, müctehid imamlardan, onların metodlarından,
vaz'ettikleri usul ve kaidelerden bahsedilerek Hukuk Bilgisine hazırlık
yapılmış olur. İSLAM HUKUKU'nun eski adı FIKIH'tır. Bugünkü Arap literatüründe
bu terim, hukuk karşılığı kullanılmaktadır.
USULÜ’L-FIKIH’ININ
BAŞLlCA DEVİRLERİ
Fıkhın geçirdiği devirleri 6'ya ayırırlar:
1 - Vahiy
Devri: Yani. Peygamber (sav) zamanı. Bu devirde teşri, Kitab
ve Sünnete dayanır.
2 - Sahabe
Devri (Dört Halife zamanı): Bu devirde de fıkhın kaynağı Kitab ve
Sünnettir. Ashabın içtihadları ve icma'da delil olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Kur'an-ı Kerim toplamnış ve istinsah edilmiş, Sünnet tedvin olunmaya
başlamıştır.
3 - Tabün
Devri: Müslümanlar siyasi gruplara ayrılmıştır. Âlimler, mühtelif
şehirlere dağılmıştır. Örf ve âdetin tesiriyle ihtilaflar artmıştır. Nasslardan
hüküm istinbat etme usulü teessüs etmiştir. Yalan Hadis rivayeti
başgöstermiştir. Ulema, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re'y diye iki gruba ayrılmıştır.
4 - Hicri
100-350 yılları arasındaki devir: Büyük imamlar ve müctehidler devridir.
Kur'an-ı Kerim'in kıraatına, tefsirine büyük önem verilmiştir. Hadisler
yazılmıştır. Usul-ü Fıkıh, içtihad usulleri kurulmuştur. Füru'da ihtilaflar
çoğalmıştır. Kıyas ve içtihatta ayrılıklar başlamış, fıkıh istilahları
çıkmıştır. Ana kaynak olan kitablar yazılmıştır.
5- Hicri 350-650
yılları arasındaki devir: Mezhepler yayılmış ve kuvvetlenmiştir.
Mezhep taraftarlığı ve taklid artmıştır. Eskilerin verdikleri hükümterin sebeplerini
araştırmak (Ta'lil-i Ahkâm) ve onlarınkilerinden mes'ele çıkarınakla
uğraşılmıştır.
6 - Son Devir: Durgunluk devridir. Ulema arasında rabıta kopmuş, her ülke kendi dereline
düşmüştür. Fukaha, eskilerin eserlerini, ya ihtisar veya şerh etmekle meşgul
olmuştur. Bu şartlar altında fıkıh duraklamıştır. Ancak zamanımızda İslam âleminde,
her sahada olduğu gibi fıkıh ve hukuk sahasında da bir uyanma ve çalışma başlamıştır.
Fıkhın kaynaklarını ve bunlardan hüküm çıkarma yöntemlerini inceleyen bilim
dalı. Fıkıh'ın sözlük anlamı: Anlamak, kavramak, bilmek demektir. Terim olarak
da eski İslam Hukuk sistemine denir. Bu sistemin kendine has bir özelliği
vardır. Fıkıh: Şer'i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i mecmuasıdır
(Müberred, el-Kamil, S. 529). Şer'i, dini delillerden hüküm çıkarıp alana FAKİH
denir ki, bugünkü Hukukçu karşılığıdır. İbn-i Haldun Mukaddemesi, eskiden FUKAHA
yerine KURRA tabirinin kullanıldığını söyler. FIKIH, kulun hem Allah, hem de
insanlarla olan münasebetini tanzim eder. Bugünkü hukukta ise yalnız beşeri münasebetler
ele alınır. Bugün İslam, Hukuku ile ifade ettiğimiz Fıkıh, daha sonraları bu
anlamda kullanılmaya başlamıştır. Fıkhın türlü tarifleri yapılmıştır. En yaygın
tarif şudur: Ahkâm-ı Şer'iyye-i Ameliyye'yi tafsilatlı bir surette delilleriyle
bilmektir. Mecelle ise: "Mesail-i Şer'iyye-i Ameliyye'yi bilmektir."
diye tarif etmiştir. Ameli ve fer'i mes'elelerin hükümlerinin, delillerden
nasıl istinbat edildiğinden USUL-Ü FlKlH bahseder. Sözlükte “kök, esas, kaide”
anlamındaki asl kelimesinin çoğulu usûlün fıkh kelimesine izâfe edilmesiyle
oluşturulan ve temel İslâmî ilimlerden biri olan usûlü’l-fıkh “icmâlî
delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek” şeklinde
tanımlanır. İcmâlî deliller dinî hükümlerin meşruiyet kaynağını teşkil eden
delillere toplu bakışı, fıkıh istinbatına ulaştıran kaideler de bu delillerden
fıkhî hükümlerin çıkarılmasında izlenecek metotları (menhec-menâhic) ifade
eder. Ayrıca usûl-i fıkhın amacı, delillerden hüküm elde etme yollarının
bilinmesi, usul faaliyetiyle ulaşılmak istenen sonuç da şer‘î hüküm olduğundan
hüküm kavramının incelenmesi ve buna ilişkin temel meselelere ait teorinin
ortaya konulmasını usul ilmi üstlenmiş, belirli kaynaklardan belirli
yöntemlerle hüküm elde edecek kişiyle (müctehid) ilgili meseleler de fıkıh
usulünde genellikle ele alınan ana konulardan biri olmuştur (usûl-i fıkhın
tanımlarından örnekler ve analizi için bk. Köksal, Fıkıh Usûlünün Mahiyeti, s.
89-97). Fakihin kaynak ve yöntem bilgisi mahiyetindeki usûl-i fıkıh İslâm
ilimleri içinde çok önemli bir yer tutar.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra
bir yandan vahyin kesilmesi dolayısıyla yeni şer‘î-amelî meselelerle ilgili
ictihadların vahyin denetiminden geçme imkânının kalmaması, diğer yandan
müslümanların yeni kültür ve medeniyet çevreleriyle bir arada yaşamak durumunda
kalmaları sebebiyle dinî-hukukî alanla ilgili amelî meselelerde nitelik ve
nicelik yönünden büyük artış ve çeşitlilik meydana gelmesi ictihad faaliyetinin
yeni bir ivme kazanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Âlim sahâbîlerin dinî-hukukî
içerikli olaylar hakkında ileri sürdükleri farklı görüşlerden hangisinin esas
alınacağını belirleyen bir merci yoktu ve bu husustaki temel kabule göre her
ictihad teorik planda geçerliliğini koruyordu. Ancak uygulamada bunlardan
birinin esas alınması gerektiğinden insanlar dinî yaşantılarında genellikle
bölgenin önde gelen âlimlerinin görüşlerine uyuyor, toplumu ilgilendiren
konularda kamu otoritelerince bir tercih yapılıyordu. Yöneticiler tercihlerinin
sağlıklı olması açısından önemli gördükleri meselelerde istişarelerde
bulunuyor, şûra kuralları çerçevesinde yürütülen bu görüşmelerin ardından
ulaşılan sonuç, katılanların fikir birliği varsa daha sonra geliştirilen
terminolojiye göre bir tür icmâ niteliği kazanıyordu. Fakat bütün fıkhî
meselelerde görüş birliği sağlanması bir yana bunların şûra konusu yapılması
bile mümkün değildi. Ehli tarafından yerinde yapılan ictihadlar geçerli kabul
edildiğinden görüş farklılıklarının çokluğu toplumda bir rahatsızlık meydana
getirmiyor, uygulamada da hukuk güvenliği açısından önemli sıkıntılar
yaşanmıyordu. Yine bu dönemde ictihadların dayanaklarının açıklanmasına ve
farklı görüş sahiplerinin kendi haklılıklarını ortaya koymasına imkân verecek
düzenli müzakere ortamları henüz oluşmadığından sahâbe arasında zaman zaman bu
yönde tartışmalar meydana gelse de pratik sonuçla ilgili tercihten sonra artık
o meseleye dair teorik bir inceleme çalışması yapılmıyordu. Zira Resûlullah’ın
(sav) mektebinde yetişmiş olmanın sahâbeye kazandırdığı nitelikler böyle bir
yönelişi gerekli kılmadığı gibi pratik hayatın gerekleri ve akışı henüz bu tür
bir çalışmaya da imkân vermiyordu. Buna karşılık İslâmiyet’i öğretmek üzere
değişik bölgelere yayılan sahâbîler bir yandan geniş kitleleri aydınlatırken
diğer yandan öğrenci gruplarına eğitim veriyor, böylece Hz. Peygamber’in söz ve
uygulamaları hakkında kısmen farklı bilgilere ve nassların (Kur’an ve
Sünnet’teki ifadeler) yorumlanması konusunda farklı eğilim ve anlayışlara sahip
ilim halkaları oluşuyordu.
Tâbiîn döneminde durum değişmiş, entelektüel odak noktaları belirginleşmeye
başlamıştı. Dinî meselelerle ilgili kaynak ve yöntem bilgisi konusunda sahâbe
devrinde oluşmaya başlayan farklı anlayış ve eğilimleri belirtmek için “ehl-i
Hicâz” ve “ehl-i Irâk” şeklindeki coğrafî adlandırma yanında “ehl-i hadis” ve
“ehl-i re’y” şeklinde soyut bir anlatıma yönelme ekolleşme sürecinin
hızlandığının açık bir göstergesiydi. Ancak her iki adlandırma fıkıhtaki
tavırla sınırlı olmadığı gibi bu gruplara nisbet edilen âlimler rivayete veya
re’ye önem verme derecesi bakımından aynı anlayışa sahip değildi ve bu
isimlendirmeler sadece iki ana çizgiyi belirtmekteydi. Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn
dönemlerinde bütün zamanını ilim öğrenme ve öğretme yanında benimsenen veya
karşı çıkılan görüşlerin temellerini teorik incelemeye tâbi tutmaya ayıran ilim
halkaları teşekkül edince fıkhî hükümlere dayanak kılınan rivayetlerin ve dinin
iki ana kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’ten sonuç çıkarmada izlenen yöntemlerin
sorgulanması süreci hızlanmış, bu konuda düzenli çalışmalar yapanların sayısı
artmıştı. Diğer bir ifadeyle bir yandan farklı eğilimler etrafında beliren
ekolleşme kısa bir süre sonra fıkıh mezhebi diye anılacak fikrî ve tatbikî
birikimin temellerini oluştururken diğer yandan bu birikimin sağlıklı bir
dokuya sahip olup olmadığını tesbite imkân veren akademik tartışma ortamları
gelişiyordu. Kaynak telakkisini, metotların hesabını sorma ve hesabını vermeyi
hızlandıran bu tartışmalar aynı zamanda savunulan görüşlerin tutarlılığını
incelemeye, dolayısıyla bunların fikrî derinlik kazanmasına imkân hazırlıyordu.
Başlangıçtan itibaren fıkhî meseleleri çözüme bağlarken dayanılacak iki ana
kaynağın Kur’ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamber’in sünneti olduğu hususunda görüş
ayrılığı bulunmamakla beraber bu çerçevede ortaya konan çabalar bakımından
sünnet malzemesinin sıhhati meselesi özel bir önem taşıyordu. Zira Kur’an’ın
Resûl-i Ekrem’in sağlığında yazıya geçirilmesi, Hz. Ebû Bekir döneminde bir
heyet tarafından mushaf şekline getirilmesi ve Hz. Osman devrinde yine bir
heyet tarafından Resûlullah’tan (sav) işitilen okunuş biçimlerine (kıraat)
imkân verecek, böyle olmayanları ayıklayacak mushaf çoğaltma çalışmasının
gerçekleştirilmesi ve bütün bölgelerde İslâm ümmetinin üzerinde birleştiği
mushafların esas alınmasıyla bu kaynakla ilgili ciddi ihtilâflar yaşanması
önlenmişti. Sünnet’in tesbiti ve tedvini ise geniş zamana yayıldığından Hz.
Peygamber’e nisbet edilen söz ve uygulamalara ilişkin rivayetlerin sağlamlığı
konusu fıkhî hükümlerin kaynakları açısından önemli bir sorun teşkil ediyordu.
Medine’de yaşayan sahâbe âlimleri, Resûl-i Ekrem’e atfen yapılan rivayetlerin
tereddüt uyandırması halinde bunların kabulü konusunda belirli kriterlere göre
ayıklama yapmakla beraber hadis uydurma hareketinin de etkisiyle, Resûlullah’ın
(sav) yaşadığı Hicaz bölgesinin uzağında kalan Irak bölgesindeki âlimlerin
hadis rivayetlerine karşı daha temkinli davranması bu konuda özel bir tavrın
gelişmesine zemin hazırlamıştır. Başından beri İslâm muhitinde Kur’an ve Sünnet
bağlayıcı kaynak kabul edilse de fıkıh ilminin teşekkül döneminde müctehidlerin
bu kaynakları anlama çabası yanında ikinci kaynağın sıhhatiyle ilgili
sorgulamalara da yoğunlaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu arada kaynak sınırlaması
çerçevesinde sahâbî kavil ve tatbikatının da özel bir önem taşıdığını belirtmek
gerekir.
İctihadda belirli fıkhî telakkilerin ve metotların benimsendiğinin
açıklanması bir yandan akademik düzeyde safların belirginleşmesine yol açarken
diğer yandan geniş kitlelerin dinî ve hukukî hayatını düzenli ve istikrarlı
biçimde sürdürebilmesinin teminatını oluşturuyordu. Böylece sözü edilen
entelektüel odak noktaları etrafında meydana gelen kümeleşmeler, mensubiyet
duygu ve düşüncesinin de etkisiyle belirli bir fakihe nisbetle anılmaya
başlandı. Bu da fıkıh mezheplerinin teşekkülü demekti. Fakat uygulamada
bunlardan hangisinin esas alınacağı meselesi giderek ciddi bir boyut kazanıyor,
özellikle yargı alanında hukukî ihtilâfların çözümünde hukuk birliğine duyulan
ihtiyaç her geçen gün artıyordu. Hukuk birliğinin en göze çarpan pratik sonucu
hukuk güvenliğine katkı sağlaması olmakla birlikte bunun temelinde tutarlılık
arayışının bulunduğu dikkate alınırsa fertlerin dinî hayatlarını düzenlemeleri
konusunda da aynı arayışın önem taşıması tabiidir. Bu kritik dönemde belirli
görüşlerin kamu otoritesinin desteğiyle öne çıkarılmasıyla hukuk birliğinin
sağlanması yönünde bazı teklif ve teşebbüsler ortaya çıkmışsa da neticede bu
ihtiyaç, fikrî kümelenmelerin mezhepleşmesi ve mezheplerin tabii bir süreçte
toplumda yerleşmesi yoluyla karşılanmıştır. Diğer taraftan ileride mezhep
imamları diye anılacak olan müctehidler döneminde fıkhî hükümleri elde etmede
izlenen metotların teorik tartışmalara konu edilmesi şifahî düzeyde kalmayıp yazıya
da geçirilmeye başlanmıştır. Fakat bu dönemin temel özelliği fıkıh
doktrinlerinin fürû-i fıkıh yönünün yazıyla tesbit edilmesiydi ve usul yönüne
dair yazılı malzeme sınırlıydı. Bu verimli dönemin ortaya çıkardığı fıkıh
külliyatı değişik açılardan işlenmeyi bekleyen zengin muhtevalı bir malzeme
teşkil ediyor, bunların tasnif edilmesi, imamlara nisbet edilen görüşlerin
onlara aidiyetinin sıhhati açısından değerlendirilmesi, fürû hükümlerinin yeni
meseleler için hareket noktası kılınabilmesi için dayandığı düşüncenin tahlil
edilmesi, özellikle metotsuzluk veya çelişirlik iddialarına karşı bu görüşlerin
temellerinin dolayısıyla tutarlılığının ortaya konması gerekiyordu. Böyle bir
ortamda meydana gelen ve o güne kadar yürütülen ictihad faaliyetinin fikrî temellerini
ve metotlarını açıklamayı üstlenen fıkıh usulü, fıkıh eğitimi ve mesleğinin
sağlam esaslar üzerinde gelişmesini kolaylaştırıp kavramların inceltilmesine ve
ortak bir ilim dilinin oluşturulmasına da katkı sağlamıştır. Fakat mezheplerin
birbirine karşı mücadele içine girmesi vb. şartlar mezhep kurucuları
sonrasındaki âlimleri nisbeten statik bir çalışma yapmaya sevketmiş, bu
alandaki eserlerde savunmacılık ve korumacılık özelliğini belirgin hale
getirmiştir.
Usûl-i Fıkıh Yazımında Temel Eğilimler. Bazı kaynaklarda, II. (VIII.)
yüzyılda bilhassa Hanefî mezhebi imamlarınca fıkıh usulü kitaplarının veya bazı
usul meselelerine dair risâlelerin kaleme alındığına dair ifadeler yer alsa da
günümüze ulaşan ilk fıkıh usulü eseri Şâfiî’nin er-Risâle’sidir. Bu eserin
önemli bir bölümü sünnetin ve bilhassa haber-i vâhidin dinî bilgi kaynağı
olduğunun ispatına ayrılmış, bunun yanında beyan, icmâ, kıyas, istihsan gibi
usul bahisleri ele alınmıştır. Usul ilminin belli başlı meselelerini ihtiva
eden kapsamlı ve metotlu eserler ise bundan yaklaşık bir buçuk asır sonra,
fıkıh mezheplerinin teşekkülünü tamamlaması ve fürû kitâbiyatının belirli bir
olgunluğa kavuşmasının ardından ortaya çıkmaya başlamıştır. Özellikle aradaki
bu zaman farkı sebebiyle er-Risâle’nin Şâfiî’ye nisbeti ve onun usul ilminin
kurucusu olduğu şeklindeki yaygın düşünce bazı araştırmacılar tarafından
tartışma konusu edilmiştir (Makdisi, Religion, Law and Learning, s. 5-47; Ibn
‘Aqil, s. 73-74; Zysow, s. 3; Hallaq, Law and Legal Theory, s. 587-605; A History
of Islamic Legal Theories, s. 30-35). Bir edebî tür olarak fıkıh usulünün
ortaya çıkışı eğitim kurumları, bunları destekleyen vakıflar, hoca-öğrenci
ilişkileri ve bir görüşler bütünü teşkil eden doktrinleriyle İslâm’da
mezheplerin kurumsallaştığı IV. (X.) yüzyılın başlarına kadar gelir (Melchert,
bk. bibl.; Bedir, s. 18-19). İlk dönem usul eserlerinin önemli bir kısmında,
ilgili mezhebin fürû çözümlerinde dayandığı delilleri ve izlediği yöntemleri
açıklayıp iç tutarlılığı ortaya koyma amacının belirgin olması anlamında
“mezhebî karakter” dikkat çeker. IV. (X.) yüzyıldan modern döneme kadar fıkıh
usulü literatüründeki hâkim eğilimleri, hatta bir ölçüde bu ilmin gelişimindeki
ana evreleri fıkıh, kelâm ve felsefe/mantıkla ilişki düzeyine göre ayırt etmek
mümkündür. Daha çok bir fıkıh mezhebinin fürû hükümlerini temellendirmeye ve
bunların ilgili delillerden elde ediliş biçimini açıklamaya yönelik kaleme
alınan usul kitaplarının yöntemi “fukaha metodu”, aynı amaçla fakat kelâm ilke
ve mezhepleriyle de ilgisi kurularak yazılanlarınki “mütekellimîn metodu” diye
adlandırılmıştır. En çok yayıldığı ilim muhiti dikkate alınarak bunlardan ilki
Hanefî metodu, ikincisi Şâfiî metodu olarak da anılır. VI. (XII.) ve özellikle
VII. (XIII.) yüzyıldan itibaren usul yazımında, İslâm düşüncesi içerisinde
teorik alanlar için ortak bir ilim dili halinde geliştirilen felsefe-mantık
dilini esas alma eğilimi yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemde önceki iki yöntemi
birleştirmek amacıyla yazılan usul eserlerinden “karma (memzûc) metot” diye söz
edilir.
a) Fukaha Metodu. Fıkıh usulünü bir mezhebe sıkı biçimde
bağlı ve fürû hükümleriyle doğrudan irtibatlı şekilde ele alan, kuralları
belirlemede tümevarıma ağırlık veren fukaha metodu en çok Hanefîler’le
özdeşleştirilir. Kerhî’ye ait er-Risâle fi’l-uṣûl, Hanefî âlimlerinden günümüze
ulaşan usule dair ilk çalışma olarak zikredilse de eser bazı genel kaideler
içeren bir risâleden ibarettir. Hanefî usulünün ilk kapsamlı örneği Cessâs’ın
el-Fuṣûl fi’l-uṣûl (Uṣûlü’l-fıḳh) adlı eseridir ve fukaha metodunun kurucu
metinlerinden biri kabul edilir. Müellifin Aḥkâmü’l-Ḳurʾân’ın girişinde yaptığı
açıklamalar (I, 5), bu kitap için mukaddime şeklinde kaleme aldığını belirttiği
el-Fuṣûl fi’l-uṣûl’ünün günümüze ulaşmayan baş tarafında hangi meseleleri incelediği
hakkında bir fikir vermektedir. Genel hatlarıyla Cessâs’ın eserini takip eden,
fakat onun kadar kapsamlı olmayan Saymerî’nin Kitâbü Mesâʾili’l-ḫilâf fî uṣûli’l-fıḳh’ı,
el-Fuṣûl ile birlikte erken dönem Irak Hanefîleri’nden zamanımıza kadar gelen
bir diğer usul kitabıdır. Mâverâünnehirli Hanefî usulcüsü Debûsî’nin Taḳvîmü’l-edille’si,
yer yer Cessâs’ın eserinden faydalanmakla birlikte bu disipline getirdiği
birçok orijinal katkı sebebiyle Hanefî usul geleneğinde ve fıkıh usulü
tarihinde çok özel bir yere sahiptir. İlk defa lafızların taksimini dörtlü bir
çatı üzerinde sistemleştiren, hissî fiil-şer‘î fiil ayırımını terimleştirerek
bu ayırım üzerine çeşitli meseleler bina eden, ehliyet bahsini bir bütün
halinde usul ilmine dahil edip vücûb ehliyeti-edâ ehliyeti ayırımını ortaya
koyan usulcünün Debûsî olduğunu söylemek mümkündür. Başta Şemsüleimme
es-Serahsî ve Fahrülislâm Ebü’l-Usr el-Pezdevî olmak üzere sonraki Hanefî
usulcüleri onun bu katkılarının yanında eserinin sistematiğinden de büyük
ölçüde yararlanmış ve birçok temel yaklaşımını devam ettirmiştir. Taḳvîmü’l-edille
üzerine Fahrülislâm el-Pezdevî’nin kaleme aldığı şerh günümüze ulaşmamıştır.
Pezdevî’den etkilenmekle birlikte Hanefîliğini Mâtürîdî kimliğiyle birleştiren
eserler arasında Mahmûd b. Zeyd el-Lâmişî’nin Kitâb fî Uṣûli’l-fıḳh’ı ile
Üsmendî’nin Beẕlü’n-naẓar fi’l-uṣûl’ü sayılabilir. Hanefî âlimlerinin kaleme
aldığı usul kitaplarından büyük ölçüde Pezdevî ve Serahsî’nin metoduna bağlı
kalanlar arasında Ahsîkesî’nin el-Münteḫab fî uṣûli’l-meẕheb, Habbâzî’nin
el-Muġnî fî uṣûli’l-fıḳh ve Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin Menârü’l-envâr adlı
eserleri zikredilmelidir. Bunlar üzerine çeşitli şerhler yazılmıştır. Orta Asya
Hanefî geleneğine mensup bu âlimler, Hanefîlik içerisindeki Mu‘tezilî temayüle
karşı çıktıkları gibi Eş‘arî ve Mâtürîdî tarzı bir kelâm anlayışından da uzak,
ilmî temelini yalnız fıkıhta bulan bir fıkıh usulüne yoğunlaşmışlardır. Onlara
göre fıkıh usulü yalnız fıkıhla bağlantılı bir ilimdir ve kelâmla ilgisi
bulunmadığı gibi başka bir ilmin dalı da değildir (Serahsî, Mebsûṭ, I, 2).
Onların Mu‘tezile’den uzak durduklarını vurgulayan ifadeler kullanmasında o
sıralarda Hanefîler’in Mu‘tezile taraftarlığıyla suçlanmasının da etkili olduğu
anlaşılmaktadır. Bu husustaki açıklamalarında inanç konularının incelendiği
bilim dalını kelâm yerine tevhid ve sıfatlar ilmi diye niteledikleri, bid‘at ve
hevâya düşme tehlikesine dikkat çekerek Selef’e vurgu yaptıkları, İslâm’ın
temel iki ilmi olarak Mu‘tezile’nin bid‘atlarından uzak tevhid ilmiyle fıkıh ilmini
tesbit etmeye çalıştıkları görülür (Ebü’l-Usr el-Pezdevî, I, 29 vd.;
Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Keşfü’l-esrâr, I, 4-6).
Diğer üç mezhepte de V. (XI.) yüzyıla kadar genelde fürû-i fıkıh temeline
dayalı eserler yazılmıştır. Bunların bir kısmında müellifler fıkıh usulünün
kelâmdan bağımsız bir ilim olarak düşünülmesi gerektiğini belirtirken bazıları
açıkça kelâma karşı çıkmıştır. Meselâ İbnü’l-Kassâr’ın, ʿUyûnü’l-edille fî
mesâʾili’l-ḫilâf beyne fuḳahâʾi’l-emṣâr adlı eserine mukaddime olarak yazdığı,
Mâlikî mezhep usulü niteliğindeki el-Muḳaddime fi’l-uṣûl’ü, bir diğer Mâlikî
fakihi Ebü’l-Velîd el-Bâcî’nin İḥkâmü’l-fuṣûl fî aḥkâmi’l-uṣûl, Kitâbü’l-Ḥudûd
(Risâle fi’l-ḥudûd) ve Kitâbü’l-İşârât adlı eserleri, kelâma mesafeli Şâfiî
âlimi Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin hilâf meselelerini incelediği et-Tebṣıra fî uṣûli’l-fıḳh’ı
ile fıkıh usulünü bir bütün halinde ele aldığı el-Lümaʿ fî uṣûli’l-fıḳh adlı
muhtasar kitabı ve buna yazdığı Şerḥu’l-Lümaʿ isimli hacimli şerh dönemin ilim
çevrelerinde etkili olmuştur. Kendini “ashâbü’r-re’y” karşısında konumlandıran
ve Şîrâzî’nin Eş‘arî muhalifliğinden etkilenen Şâfiî âlimi Ebü’l-Muzaffer
es-Sem‘ânî, kelâmın değerini takdir edip onu “aslü’l-usûl” diye nitelemekle
birlikte temel ve kapsam bakımından sınırlı bir ilim olduğunu, buna karşılık
fıkhın işlediği meselelerin sınırsız olduğunu, ayrıca kelâmcıların fıkha
yabancı kaldıkları için usul eserlerinde fukahanın istidlâl tarzından
saptıklarını ifade etmek suretiyle fıkıh usulünü kelâma ircâ etme çabasını
eleştirir (Ḳavâṭıʿu’l-edille, I, 17-19). Fukaha yöntemini uygulayan Hanbelî
usulcüsü Ebü’l-Vefâ İbn Akīl de fıkıh usulünü kelâmın bir alt dalı haline
getirmeye çalışan Kādî Abdülcebbâr ile Abdülkāhir el-Bağdâdî’ye karşı çıkarak
bu iki ilmi birbirinden ayırdığı gibi kelâmın sınırlarını ve bunun hangi
kısmının fıkıh usulü için hazırlık niteliği taşıdığını belirtir ve usûlü’d-dîni
daha geniş olan usûl-i fıkıh içine yerleştirir (Makdisi, Ibn ‘Aqil, s. 78. İbn
Akīl’in bu konudaki ifadeleri için bk. Ebü’l-Vefâ İbn Akīl, s. 2). İbn Akīl ve Sem‘ânî’nin
Hanefî mezhebiyle ilişkisi, fukaha metodunun en çok Hanefîler’le
özdeşleştirilmesini haklı kılan bir durum olarak zikredilebilir. Çünkü
bunlardan ilki eski bir Hanefî olan Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’ya talebelik yapmış ve
Bağdat’ta Hanefî-Mu‘tezilî çevrelerde yetişmiş, diğeri de Hanefî iken Şâfiîliğe
geçmiştir (Makdisi, Ibn ‘Aqil, s. 18; Bedir, s. 36).
Ehl-i hadîsin aklî ve teorik bir ilim olduğu için başlangıçta fıkıh usulüne
çok yakın durmadığı ve bu disipline katkı yapmakta isteksiz davrandığı, bunların
fıkıhtaki temsilcisi olan Hanbelî âlimlerinin ise kendilerini diğer mezhep
mensupları gibi mezheplerinin teorik esaslarını ortaya koyma yönündeki akışa
uymak zorunda hissettikleri, bununla birlikte mezhebin temel kaynakları kabul
edilen Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’nın el-ʿUdde’si ve Kelvezânî’nin et-Temhîd’i ile
Ebü’l-Hüseyin el-Basrî’nin el-Muʿtemed’i arasında sistematik benzerlik
bulunduğu ve İbn Kudâme’nin Ravżatü’n-nâẓır’ının Gazzâlî’nin el-Müstaṣfâ’sının
bir özeti olduğu dikkate alınırsa usul yazımı konusunda uzun süre orijinal
görüşler ortaya koymakta zorlandıkları söylenebilir. Ancak Ebü’l-Vefâ İbn
Akīl’in Hanbelî usul tarihinde özel bir yeri vardır. İbn Akīl fıkıh usulü
öğretiminde bir müfredat oluşturmayı hedefleyerek kaleme aldığı, dört ana
bölümden meydana gelen el-Vâżıḥ fî uṣûli’l-fıḳh adlı eserinde George Makdisi’ye
göre -ihtilâf konusu hükümleri üzerinde icmâ edilmiş hükümlere dönüştürmek
amacıyla- başka usul kitaplarında bulunmayan yeni bir yazım ve istidlâl metodu
geliştirmiş ve iki asır kadar sonra Batı hıristiyan dünyasında en gelişmiş
örneğini Thomas Aquinas’ın Summa Theologiae’sında ortaya koyacağı skolastik
metodun mûcidi olmuştur. Makdisi, Ortaçağ Batı dünyasında bir bilgi alanının
bütününe ilişkin çalışmaları ifade etmek üzere kullanılan “summa” adının İslâm
ilim muhitindeki “el-kitâbü’l-câmi‘” terkibinin tercümesi, İslâm dünyasındaki
ilk câmi‘ kitabın ise İbn Akīl’in el-Vâżıḥ’ı olduğunu ileri sürmektedir
(skolastik metotla ne kastedildiği ve Makdisi’nin diğer değerlendirmeleri için
bk. Ebü’l-Vefâ İbn Akīl, el-Vâżıḥ, neşredenin girişi, II, 5-6; III, 5-6; IV/1,
s. 1-7; İbn Akīl’in kendi yöntemiyle ilgili açıklaması için bk. el-Vâżıḥ, IV/2,
s. 485). İbn Hazm’ın Zâhirî usulünün günümüze ulaşan temsilcisi durumundaki
el-Aḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm adlı eserini yöntem bakımından fürû-i fıkıh temeline
dayanmamakla birlikte belirli bir mezhebin usulünü ortaya koyması yönüyle bu
bağlamda zikretmek mümkündür. Eserin müellif tarafından yapılan ve en-Nübeẕ fî
uṣûli’l-fıḳhi’ẓ-Ẓâhirî, en-Nübẕetü’l-kâfiye fî uṣûli aḥkâmi’d-dîn adlarıyla
yayımlanan bir muhtasarı da vardır.
b) Mütekellimîn Metodu. Usul konularıyla kelâm ilke ve mezhepleri
arasında ilgi kurma özelliğiyle öne çıktığı için bu isimle anılan ve
tümdengelime ağırlık veren mütekellimîn metoduna göre fıkıh usulü eserlerinin
kaleme alınmasındaki en önemli etkenlerden biri, bunların yazıldığı dönemde
İslâm ilim çevrelerinin hâkim çoğunluğunu oluşturan ehl-i hadîs ile Eş‘arîler
tarafından Mu‘tezile’nin sapkın bir ekol sayılarak dışlanması, Sünnî ilkelerin
büyük ölçüde tesbit edilmesi ve buna bağlı olarak birçoğu kelâm ilkeleriyle
yakından alâkalı olan fıkıh usulü ilkelerinin gözden geçirilmesine gerek
duyulmasıdır. Bu dönemde Hanefîler’ce -Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin vefatından
iki yüzyıl sonra- Mâtürîdîliğin inşa edilmesi de bu gerekliliğin bir sonucudur.
Esasen fıkıh usulü eserlerinin fıkıh veya kelâm mezheplerine bağlı olarak
yazılması birbirini dışlayan değil genellikle beraber bulunan iki olgudur. Bâkıllânî
ve Kādî Abdülcebbâr, fıkıh usulü alanındaki temel yaklaşımların kelâm
alanındaki yaklaşımların uzantısı olması gerektiği anlayışından hareketle fıkıh
usulünü kelâmla uyumlu, hatta kelâma bağlı bir ilim haline getirmeye çalışmış,
Gazzâlî’nin kelâmı şer‘î ilimlerin en üst mertebesine yerleştirip diğer şer‘î
ilimlerin ona göre cüz’î olduğunu ifade etmesi de (el-Müstaṣfâ, I, 18, 20) bu
tutumun genel kabul görmesine yardımcı olmuştur. Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ye
nisbet edilen bir fıkıh usulü eseri bulunmamakla birlikte Mâlikî-Eş‘arî âlimi
Bâkıllânî’nin günümüze yarısı ulaşan et-Taḳrîb ve’l-irşâd’ı Eş‘arîliğin V.
(XI.) yüzyıldaki büyük temsilcisi İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî vasıtasıyla
Eş‘arî eğilimli usul kitaplarını etkilemiştir.
Sonuç: İslam geleneğinin en önemli
ilmî disiplini, şüphesiz fıkıhtır. Fıkıh en geniş anlamıyla bütün hayatı
kuşatan bir algılama biçimidir ve temelde kelamullah olarak tecelli eden
Allah’ın muradını kavramaktan ibarettir. Beşerî bilginin tam anlamıyla objektif
olamayacağını hesaba katarsak kelamullah konusundaki bütün anlama çabalarının fıkıh
olamayacağını da kabul etmek zorunda kalırız. Onu anlama çabalarının fıkıh
olabilmesi için, öncelikle onun mahiyetini olduğu gibi kabul etmek
gerekecektir.
Genel Değerlendirme: Hadis, Fıkıh ve Tefsir
İlimlerinin amacı genel manada ortaktır. Üç disiplinin gayesi Kur'an-ı Kerim'i
yaşama ve vahyi’yi daha iyi bir şekide anlamak ve bunların bugünkü zamanında
insanların bütün yönleriyle
ele alıp, hem biyolojisi, hem toplumsallığı hem de kültürünü görüp, adamların problemleri
çözmektir.