FAZİLET ÇEKİÇ
ÖĞRENCİ NO:21922732
Usül; el-Asl kelimesinin çoğulu olup temel, esas, dayanak, kaide kural gibi anlamlara gelir ve konu edilen ilimle ilgili kullanılan metot ve yöntemi ifade eder.
Hadis Usulü; ravilerin güvenilirliğini ve hadislerin sahihlik durumlarını tespit etmek amacıyla geliştirilmiş kurallardan bahseden ilimdir.
Tefsir Usulü; Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerin manalarını açıklarken müracaat edilen kuralları içeren ilimdir.
Fıkıh Usulü; delillerden hüküm çıkarma kaide ve yollarını öğreten ilimdir. Fıkıh usulünün asli kaynaklarından Kur'an-ı Kerim aynı zamanda tefsir usulünün; sünnet ise aynı zamanda hadis usulünün konusu olmaktadır. Hicri 3. asırla birlikte ilimler her ne kadar tasnife tabi tutulmuşsa da birbirlerine kaynaklık etme, malzeme olma vb. noktalarında birbirleriyle iç içedirler. Fıkıh usulü tahsili yapan birinin Kur'an ve hadisten bağımsız hareket etmesi düşünülemez. Ezcümle; doğru neticeye ulaşabilmek için bilgiye bütün bir çerçeveden bakmak gerekmektedir.
21922766
Zehra İslamoğlu
Doktora
Hz.. Peygambere Kur’ânın vahyedilmesiyle İslam bilimlerinin de temelleri
atılmış oldu. Kur’ân İslam bilimlerin üzerine kurulduğu ilk kaynaktır ancak tek
kaynak değildir. İslam geleneğinde sınırlı sayıda kaynak metin ile sonsuz
sayıda duruma cevap vermek gerekiyordu. Bunun için Kur’ân ile birlikte sünnet,
sahabe sözleri de kaynak metin olarak rivayet formunda sonraki nesillere
aktarıldı. İslam bilimler geleneğinde tüm metinsel kaynakların oluşturulması
hadis disiplininin konusu olmuştur. Tefsir ve fıkıh ise İslam bilimler
geleneğinde yorum disiplinleridirler. Metinsel kaynakların Kur’ân’dan sonra en
önemlisi olan Hz.. Peygamberin sünneti hadis biliminin konusu, fıkıh biliminin
ise kaynağı durumundadır. Dolayısıyla bu üç bilimindeki gelişmeler, faaliyetler
ve çalışmalar birbirlerini etkilemiştir. Ayrıca İslam devletinin sahip olduğu
toprakların genişlemesi, farklı kültürlerden insanların İslam dinini
benimsemesi, yaşanan siyasi olaylar, mevcut siyasi otoritenin ilime karşı
tutumu da üç bilim dalındaki faaliyet ve çalışmaları etkilemiştir. Şimdi Hz..
Peygamber döneminden günümüze kadar geçen sürede bu bilimler arasında meydana
gelen etkileşimlerinde dikkatimizi çeken hususlara tespit edebildiğimiz
kadarıyla değinmeye çalışalım.
Fıkhın usûl ve fürûunun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi okunup
okutulması sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş
olmakla beraber gerek usûlun gerekse füruun temelleri Hz. peygamber döneminde
atılmıştır. Fıkhın kaynağı olarak sünnet bir yandan Kur’ânı kerimin açıklamaya
muhtaç bulunan ayetlerini açıklarken bir yandan da boşlukları doldurmuş, Kur’ân-ı
Kerim de bulunmayan hükümler koymuş, temel ilkeler belirlemiştir. Bundan
sonraki fıkıhçılar şer’i hükümlerin istinbatında Hz. peygamberin koymuş olduğu
temel ilkeler ışığında hareket ederek Hz. peygamber döneminde cereyan etmemiş
olayları çözmeye çalışmışlardır. Peki Hz.. Peygamberin aile yaşantısı,
sorgularken yargılarken ve müeyyide uygularkenki tutum ve davranışları, ibadeti
ve taatı, düşman ya da yabancılarla diyalogu ile ilgili bilgiler daha sonraki
nesilleri nasıl ulaşmıştır? Tüm bunlar ve daha fazlası O’nunla birlikte bir
müddet yaşayan, savaşlarına katılan, onun eğitim ve terbiyesinde geçen, onu
yakından tanıyacak kadar birlikte olan sahabiler tarafından nakledilen
hadislerle ulaşmıştır. Ancak Hz. peygamber döneminde onun Kur’ân dışındaki söz
ve davranışları sistematik olarak yazıya geçirilmemiştir. Bazı sahabelerin
kendiler için yazdıkları sahifelerin yanında, İslama davet mektupları, Medine
anlaşması, Hudeybiye anlaşması, Yemen’e gönderilen vergi düzenlemesi örnekleri
gibi Hz. peygamberi bizzat yazdırdığı siyasi idari ve mali konularla ilgi
evraklar da yazıya geçirilen hadisler arasında sayılır. Aslında bunlar tam da
devletler hukuku için önem teşkil eden temek kaynaklardır. Yani fıkıh önce
yaşanmış sonra hadise konu olmuş, sonraki yıllarda da hadisin kendisine sunduğu
malzemeyle yeni olaylara çözümler bulmak için genişlemiştir.
Hadisin diğer bilimlere sunduğu rivayet malzemeleri hıfz, kitabet, tedvin
ve tasnif evresi denilen aşamalardan oluşan hicri I. ve II. asırları içine alan
oluşum döneminde gerçekleşmiştir. Bu evreler hadis tarihinin en nazik devresini
teşkil eder. Oluşum dönemini şekillendiren siyasi, sosyal ve fikri gelişmeler
hadis faaliyetlerini ve buna bağlı olarak sünneti ikinci kaynak kabul eden
fıkhı çok yakından etkilemiştir.
Sahabi döneminde daha sonraki dönemlere göre fıkhi konulardaki ihitlaflar
daha az olmuştur. Bunun nedeni, hadis rivayetlerinin oldukça az olmasıdır.
Ancak tâbiûn dönemimde hem toprakların genişlemesi ve böylece farklı
kültürlerden insanları İslamiyeti benimsemesiyle fıkıh ilmi zenginleşmeye
başlamıştır. Siyasi parçalanmalardan sonra ortaya çıkan şia ve havaric gibi
zümrelerin kendilerine has görüşleri ve farklı fıkıh anlayışları çeşitli fıkıh
meselelerine yansımıştır. Aynı zamanda her zümre kendini haklı çıkarmak,
karşıtlarını karalamak maksadıyla hadislerden yararlanma cihetine gitmiştir.
Bilhassa Hz.. Ali ve ailesine aşırı sempati duyanlar yoğun miktarda hadis icat
etmiştir. Emevi iktidarına yakın olanlar, kabile ve soy taassubu içerisinde
bulunanlar, halkı ibadet ve itaata teşvik etmek isteyen vaizler de hadis
uydurma faaliyetinde bulununca ilk dönemde az olan yazılı hadis kaynaklarını
sayısı oldukça artmıştır. Hicri I. Asırda dört yüzün üzerinde yazılı hadis
vesikası olmuştur. Tüm bu gelişmeler hadis ilminin de gelişmesini sağlamıştır.
Daha sonra hadisleri nakledenleri değerlendiren cerh ve tadil ilimleri ortaya
çıkmasına neden olmuştur.
Hicri II. asırda ise hadis
alanında yoğun tasnif faaliyetleri olmuştur. Hadisler, fıkıhtan önce yazılı
kaynaklar da toplamış olsalar da bunların belli sistemlere göre
kitaplaştırılması fıkhın tasnifinden sonra olmuştur. Konularına göre sistematik
ilk fıkıh kitabının emeviler döneminde hicri I. asrın sonunda II. asrın başında
yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu yüzyılda hem fıkıh hem de hadis alanında yazılan
pek çok kitap vardır. Ancak İmam Mâlik’e ait olan el-Muvatta isimli eserin
hadis tarihi kitaplarında o döneme ait önemli bir hadis kitabı olarak, fıkıh
tarihi kitaplarında da o dönemde yazılan önemli bir fıkıh kitabı olarak
zikredilmesi dikkat çekici bir durumdur. Harun Reşid Muvatta’yı kanunlaştırmayı
teklif etmiş ancak İmam Malik bunu ihtisarclık ve ictihad hürriyetine aykırı
bulduğu ve tüm hadisleri ihtiva etmediği için kabul etmemiştir. Bu tutum o
dönemde fikir hürriyetine ve ictihada ne kadar önem verildiğinin bir delilidir.
Çünkü hicri IV. asırdan sonra böyle bir anlayışı görmek pek mümkün olmamıştır.
Sahabe döneminde temelleri atılan tâbiûn döneminde daha belirgin
çizgilerle birbirinden ayrılan iki ekol hadis ve fıkıh ilmi arasındaki
etkileşimi göstermesi açısından önemlidir. Sahabe döneminde daha çok muhit,
üstad ve malzeme farkına dayanan gruplaşma Abbasiler devrine girerken hadis ve
reye verilecek değer ili ilgili tartışmaların devam etmesiyle ehl-i hadis ve
ehl-i rey diye iki ekolün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fıkıh tarihinde
önemli bir dönüm noktası olan bu gruplaşmanın nedenlerinden biri de hadisteki
gelişmelerdir. Hadisin bilinip bilinmemesi, sıhhat derecesi, çelişen delillerle
uzlaştırılması, haber-i vahid’in delil olarak değeri gibi sebepler grupların
görüşlerinin oluşmasına tesir etmiştir.
Hicri III. asırda ideolojik hadisçilik denilen yeni bir anlayış vücuda gelmiştir.
Birçok hadisçi şiddete maruz kalmıştır. Bu tutum sebebiyle hadisçiler arasında
da ciddi kamplaşmalar olmuştur. Hadisin altın çağı olarak bilinen bu çağda
kütüb-ü sitte denilen altı klasik hadis eseri yazılmıştır. Hicri IV. asırda da
hadis alanındaki çalışmalar devam etmiş önemli hadis kitapları vücuda
gelmiştir. Fıkıh ilminde de büyük müctehidler bu devirde yaşamış, fıkıh
ekolleri oluşumu tamamlamış ve yaygınlaşma sürecine girmiştir.
Hicri V. asra kadar bu iki ilimin gelişmesinde bir paralellik göre çarpmaktadır.
Her ikisi de kesin ve tam tarihlerle ayrılmasa da I. ve II. asırlarda
oluşumlarını tamamlamışlar III. ve IV. Asırlarda ise gelişimleri tamamlayarak
olgunlaşmışlardır. V. Asırdan sonra ise bu paralellik devam etmemektedir. Hadis
ilimi bu yüzyılda başlayıp beş yüz yıl süren bir açılım dönemine girerken fıkıh
duraklama ve taklid dönemine girmiştir.
Hadis ilminde şerh edebiyatının en seçkin eserleri verilmiştir, hadis
usûlü sistematik olarak tamamlanmıştır, seçme hadis kitapları yazılmıştır.
Şehir tarihler tabakat kaynakları artarak çoğalmıştır.
Fıkıhta mezhep taassubu oluşmuş, görüşler
arasında tercih etme dönemi başlamıştır. Mezhep imamlarının ictihad ve
reylerini yazılı ve şifahi olarak nakledenler birden fazla olunca ve çelişen
hükümler nakledilince rivayet bakımından tercih bahis mevzuu olmuştur. Tercih nakledilen
iki görüşü usul kaidelerine, kitap sünnet gibi delillere bakarak karşılaştırmak
ve birisini tercih etmek suretiyle yapılmıştır. Burada dikkat çekici olan husus
artık nakledilen hadislere göre hüküm vermek yerine nakledilen ictihadlara göre
hüküm vermenin uygulanmış olmasıdır. Gerçek manada fıkıh bilgini yetiştiren
ictihad ruhu aşılayan kitaplar okutulmamış, kısa yoldan hazır bilgilerin
ezberlenmesi tercih edilmiştir. Daha önceki dönemlerde yazılan eserler
özetlenmiş, müftü ve kadıların fetva verirken müracaat edecekleri kitaplar
tespit edilmiş ve belli bölgelerde sadece belli fıkıh mezheblerinin kitapları
kullanılmıştır. Bu da hadis ilminin açılımın döneminde, fıkhı oluşum
dönemindeki kadar etkilemediğinin, her mezbehin kendi mezhep taassubu içinde
kaldığının bir göstergesi olmuştur.
Nihayet son bir buçuk asırda yaşanan olaylar ise hadis fıkıh ilimlerini
başka açılardan etkilemiştir. Batı akademilerinde aydınlanmaya ruhunu veren tenkit
ve tarih kelimelerinin özetlediği metodik mantık hadis araştırma yöntemlerinde
de esas alınmıştır. Hadis sünnet merkezinde ciddi tartışmalar başlamıştır.
Fıkıhta ise bir türlü gerçekleştirilemeyen el- Muvatta kitabının yazıldığı
dönemde kanunlaştırılması düşüncesi bu döneme damgasını vurmuştur. Kanunlaştırma hareketi Mecelleyle birlikte
başlamış ve bütün İslam dünyasında yaygınlık kazanmıştır. Kanunlaştırma
faaliyeti şu şekilde yapılmıştır. Sahabe, tâbiûn fukahası ile meşhur olmasa
bile mezhebi olan müctehidlerin ictihadları araştırılıp derlenmiş, bundan sonra
her meseleye uygun olan biri delilin güçlü olması, toplumun menfaatlerini
gerçekleştirmesi, ihtiyaçları karşılaması, içinde bulunduğu siyasi, iktisadi,
ictimai, medeni, kültürel şartlar ışığında problemleri çözmesi esaslarına
dayanarak kanun maddesi haline sokulmuştur. Bu yöntem artık mezheb taasubunun
bulunmadığını, ictihadın yeniden canlandığının bir göstergesidir. Son devir
fukahası arasında zikredilen Leknevî nin şu sözleri hadis ile fıkıh ilminin son
dönemde nasıl bir etkileşim içinde olduğunu göstermektedir. “ Allah bana hadis
ve hadise dayalı fıkıh sevgisi ve meylini nasip etti. Hadise aykırı olan
ictihadı ( mezheb hükmünü) terk ederim. Fakat o mezhebin (reyin) sahibi olan
müctehidi de ma’zur hatta mecur kabul ederim.”
Peki tefsir ilmi bu gelişmleri ne şekilde etkilemiş ve ne şekilde
etkilenmiştir?
Kur’an’ın, tefsirine, anlaşılmasına ve yorumlanmasına ilişkin çalışmalar
Müslümanların geleneğinde önemli bir yer tutmaktadır. Kur’an, indirildiği
dönemden günümüze kadar önce Hz. Peygamber sonra sahabe, tâbiûn ve birçok âlim
tarafından tefsir edilmiştir. Malumdur ki Allah’ın kitabındaki ayetlerin hepsi
aynı açıklıkta değildir. Bazı ayetler kolay anlaşıldığı halde bazıları üzerinde
derin derin düşünmek gerekmektedir. Bazılarını ise nüzul sebeplerini bilinmeden
doğru anlamak mümkün olmamaktadır. Ana dilimiz Arapça dahi olsa bazı ayetleri
anlamak için edebi sanatları, garip kelimelerin anlamlarını ve daha birçok ilmi
ve nasıl bir yol takip etmemiz gerektiğini bilmemiz gerekmektedir.
Şüphesiz ki Kur’ân’dan sonra İslam ilimlerin üzerine kurulduğu en önemli
ikinci kaynak hadis ilmidir. Çünkü İslam bilimler geleneğinde tüm metinsel
kaynakların oluşturulması hadis disiplininin konusu olmuştur. Hatta Kur’ân
“mütevatiren” günümüze kadar geldiğine göre bizzat Kur’ân metni bile hadis
ilminin konusu olmaktadır. Dolayısıyla hadis bilimindeki gelişmeler,
faaliyetler ve çalışmalar tüm İslami bilimlerini ilgilendirdiği gibi tefsir
ilmini de yakından ilgilendirmektedir. Hadis biliminin oluşum dönemini
şekillendiren siyasi, sosyal ve fikri gelişmeler hadis faaliyetlerini
etkilemiştir. Hadis uydurma faaliyetlerinin artması, âlimleri, peygamberin
hadislerinin sıhhatini incelemeye, sahih olanlarla zayıf olanları birbirinden
ayırmaya çalışmaya yöneltmiştir. İşte âlimlerin bu çalışmaları hadis usulü
ilmini oluşturmaktadır.
Peki, daha öncede belirttiğimiz gibi İslam bilimler geleneğinde tüm
metinsel kaynakların oluşturulması ve sıhhat durumlarının belirlenmesi konu
edinen hadis usulünün tefsir ilmiyle nasıl bir ilişkisi vardır?
Tefsir usulü ilmi ilk olarak Kur’ân’ın tarifi, isimleri, yazılması ve
çoğaltılması gibi konular ele alarak başlamaktadır. Kur’an’ın tarifinin,
Rasulullah’a vahiy yoluyla gelen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen ve
tilavetiyle ibadet olunan en üstün sözdür, olduğunu düşünürsek daha ilk baştan
hadis usül ilminin önemli karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlar ancak rivayet
yoluyla bilinebileceği için hadis usulünün, bu tür bilgileri içerin hadislerin
sıhhat dereceleriyle ilgili söyledikler şeyler çok büyük önem arz etmektedir.
Çok tartışmalı konulardan biri olan kıraatler konusu da tefsirin ele aldığı
konular arasında yer almaktadır. Kıraat çeşitlerinin tevatüre dayandığı, sadece
gramer kurallarına dayanan okuyuş tarzlarının şiddetle tenkit edildiği
bilinirse hadis ilminin bu konudaki yeri ve önemi daha net anlaşılmaktadır.
Ulumu’l- Kur’ân eserlerinde ele alınan ilimlerin belki de en önemlisi
esbâb-ı nuzül ilmidir. Esbâb-ı nüzul, Nüzul ortamında meydana gelen bir
hadiseye veya Hz. Peygamber’e yöneltilmiş bir soruya, vukuu bulduğu günlerde,
bir veya daha fazla ayetin, tazammum etmek, cevap vermek veya hükmünü açıklamak
üzere inmesine vesile teşkil eden ve vahyin nazil olduğu ortamı resmeden
hadiseye denmektedir. Sahabe ve tâbiûn dönemlerinde Kur’ânı anlama gayreti
içine girenlerin bu ilmi mutlaka bilmesinin gerektiği zikredilmektedir. Esbâbı
nüzul ancak sahih nakille bilinebilmektedir. Yani nüzul sebebinin akılla idrak
edilmesi mümkün olmayan, sadece işitme ve görme suretiyle bilinebilen ve
sahabiden veya tâbiûndan gelen rivayettir. Bu rivayetlerin hükmünün ortaya
konması için hadis usulü açısından ele alınıp incelenmesi gerekmektedir.
Kur’ân ayetlerini özellikle ahkâm ayetlerini anlamakta çok büyük önem
taşıyan Kur’ân ilimlerinden bir diğer nasih ve mensuh meselesi inceleyen
ilimdir. Bu ilim de yine sadece nakille bilinmektedir. Bu durum da bizi bu
ayetlerin daha iyi anlaşılması için gelen rivayetlerin hadis usulü açısından
değerlendirilmesin önemli olduğu sonucuna götürmektedir.
Netice en genelde tefsir ilminin ana malzemeleri, Hz. Peygamber’den,
sahabeden ve sahabeden öğrendiği için tâbiûndan gelen rivayetler ve Arap
dilinin dilbilimsel bilgileridir. Hicri 4. asırda taberi kendinden önceki
rivayetleri bir araya getirerek 30 ciltlik bir eser meydana getirmiştir. Bu
durum bize Kur’ân tefsirine dair ne kadar çok rivayetin olduğunu
göstermektedir. Bu rivayetler Kur’ân’ın ilk muhataplarının onu nasıl anladığını
gösterdiği için çok önemlidir. Ancak burada da karşımıza şöyle bir problem
çıkmaktadır. Müfessirlerin bir çoğu zayıf hadisleri de tefsirleri içinde
nakletmektedirler. Kendilerine ulaşan
malumatın kaybolmasında endişe ederek ve bu haberlerin tenkidini ve
incelenmesini kendilerinden sonrakilere bırakarak her şeyi yazıya
aktarmışlardır. O zaman hem esbâb-ı nüzul hem de diğer rivayetlerin doğru
anlaşılması için yeni yaklaşımlar geliştirmek gerekmektedir. Bu, kanımızca hem
şimdiye kadar metinlerin değerlendirilmesiyle doğrudan ilgilenmeyen hadis
usülü’nün hem de elindeki malumatı daha doğru değerlendirebilmesi için tefsir
usulünün görevi olmaktadır.
Enes Furkan ONUR
21922776
İslam Toplumunda Bilginin Bütünlüğü – Hikmet Ekseninde Müktesebat
Kur’an, İslam geleneğinin doğmasına
vesile olan, Hz. Muhammed’e vahiy ile vücuda gelmiş bir kaynaktır. Bu kaynak, Müslüman
kitlenin faaliyetlerinde, hayat düzenlemelerinde, hukuk sisteminde genel olarak
bir başvuru noktası haline gelmiştir. Bununla birlikte Kur’an, ihtiva ettiği
meseleler hasebiyle her türlü konuya izah getirip her şeyi açıklamamaktadır.
Yaşanan hayat, beraberinde yenilikleri getirir. Bu da Müslümanların kendi
düzenlerini idame ettirmek için farklı kaynakları gerekli kılmaktadır. Hadis
literatürü ile Hz. Peygamberin sözleri analiz edilmeye gayret edilmiş ancak bununla
birlikte dini yaşantıda, yani hayatın kendisini İslami prensiplerle derin bir anlamayı
teşvik için fıkıh kavramı oluşmuştur. Tefsir Kur’an’ın hangi bağlamda neleri
söylediğini izah etmeye çalışırken erken dönem İslam müktesebatını görmek ve değerlendirmek
için rical literatürünü, isnad çalışmalarını kullanır. Bu da Hadis alanıyla iç içe
geçmiş bir durumdur. Bir rivayetin teknik analizi Hadis’in kapsamında ele alınıp
bırakılmamıştır. Birebir Tefsir’in de en önemli hareket noktası olmuştur.
Özellikle ilk üç asırda bilginin tahammülü ekseninde hem Hadis hem tefsir hem
de fıkıh bu şekilde gelişmiştir. Bir haberi inceleyen sadece muhaddisliği ile kalmamıştır,
diğer bir ifadeyle sadece Hadis’e mahsus görülmemiştir yaptığı faaliyet zira
bir hayat düzenlemesine hizmet ettiği için haberden yola çıkarak farklı
hassasiyet ve metotlarla bir söylem üretme gayretinde olmuşlardır. Muhaddis’in
söylediklerinin yanı sıra yaşantıya bakılmıştır. Konu veya meseleler nasıl
anlaşıla gelmiştir. Salt metin analizi veya isnad incelemesinden ibaret olmamıştır
Müslümanların hayat düzenlemesi. Hem hadis, hem tefsir hem de fıkıh birbirinden
bağımsız şekilde işlememiştir. Alanlarının ayrışması yüzyıllar içinde olmuştur.
Bir Fakih tefsirden bihaber olarak işlem yaptığında Kur’an ve Kur’an’ı anlamış
şahitlerden kendini izole ederek söylem üreteceği için İslam dinine mensup bir
söylemde bulunamaz. Bağımsız bir ihtisas değil, bir dünya görüşü geliştirmek amaçtı.
Bundan dolayı bir muhaddis; fakih ve müfessir olmaktan uzak duramazdı. Zira bir
haberi nakletmek, başlı başına bir hayat düzeni kurmanız için yetersizdir.
Mutlaka yorum ve rey devreye girmekteydi. Hadis, Fıkıh için kullanılacak
araçlardan bir tanesiydi. Fıkıh erken dönem müşahitlerin yaşantılarına ve gelen
sünnete de bakmaktaydı. İyiyi amaçlamaktaydı. Ancak Muhaddislerin amacı sadece
Hadis ilmini icra etmek değildi. Onlar da toplumsal iyiyi hedefleyen,
Müslümanların hayatlarına bir düzen sağlamak için gayret etmekteydi.
Dolayısıyla onlar da fakihlik yapmaktaydı. Ancak bunu yaparken muhaddislik
kimliklerini bir tarafa bırakmıyorlardı. Örneğin Ahmed b. Hanbel (ö. 241) rical
sistemine hakimiyeti oldukça yüksekti ancak toplumsal gelişmeler ve Müslümanların
yaşantısındaki problemlerden müstağni değildi. Onlara yönelik söylemler
üretmekteydi. Keza Ebu Hanife (ö. 150) sadece bir fakih olarak bilinmez, bir
alim olarak her bir temel islam biliminden faydalanır bu şekilde ürünler ortaya
koyardı. İmam Taberi (ö. 310) de aynı şekilde hem bir muhaddis hem de bir fakihti.
Bu ikisini bir bütünün parçalarını oluşturan unsur olarak görmekteydi. Burada
Tefsirin Tabiun döneminde büyük oranda oluştuğunu söylememiz tefsir alanını izole
etmez. O, tıpkı Taberi veya Ahmed b. Hanbel örneğinde olduğu gibi bir hayat
düzenlemesinin enstrümanlarından biriydi.
Hicri ikinci asırda özellikle Arap
olmayanların islam toplumunda yer alması, gelenekte garibu’l kur’an ve irabul
kuran tarzı eserlerin meydana getirilmesine vesile oldu. İbn Kuteybe (ö. 276),
Ferra (ö. 206), Kisai (ö. 189), Ma’mer b. Müsenna (ö. 210) bu tarz eserleriyle dilsel
kıyasın önünü açtı. Medine ve Mekke’deki bilgi, böylece oralarla sınırlı
kalmadan kıyas yoluyla farklı bağlamlara adapte edilebilmesi için Tefsir
kanadından girişimde bulunulmuştu. Ancak onlar bunu tefsirin bir temsilcisi
olarak yapmadılar. Tıpkı Ebu Hanife gibi, sosyal yaşamda karşılaştıkları
durumları İslam çerçevesinde incelemenin gayretiyle hareket ettiler. Nitekim kıyas,
İslam topluluğunda sadece dilde kalmamıştır.
Yıllar geçtikçe felsefenin İslam
toplumlarına intisabı söz konusu oldu. Burada Felsefe’den kastımız düşüncenin
tutarlılığı ve farklı düşünce sistemleri değildir. Burada bugün bilim dediğimiz
matematik, tıp ve kimya gibi alanlar buraya dahildir. Nevevi’nin (ö. 676)
dediği gibi o tıpla meşgul olmak için İbn Sina’nın el-Kanun isimli eserini okumaya
girişir ancak kalbinin karardığını hissedip bunu bırakır. Nevevi bunu,
felsefeden uzaklaşmasının nedeni olarak görür. Ancak İslam tarihinde bilginin
mahiyeti felsefe karşıtlığıyla izah edilemez. Müslümanlar her türlü bilgiyi
hikmet kavramı ekseninde ele almıştır. Bilgi tasavvurları da bu hikmet
ekseninde bir bütünlük oluşturmuştur. Örneğin İbn Arabi (ö. 638), hikmetin
müminin yitiği olduğunu, nerede bulursa onun alınması gerektiğini belirten
hadise yorum yapar. O, nebevi ilimle uğraşan araştırmacıya bir filozofun veya
mütekellimin sözünün duyulduğunda birisinin “onun dini yoktur” demesinin kişiyi
onların zikrettiğini nakletmek ve kullanmaktan alıkoymaması gerektiğini
belirtir. Zira ona göre filozofun her ilmi batıl değildir, eğer şeriata aykırı
değil ve şehavetten değilse onun kabul edilmesi gerektiğini söyler. Burada o,
filozofu suçlayan kimselerin bu tarz tutumlarının onların belirli bir konuda hiçbir
tahsili olmamasından ileri gelmesine bağlar. Bu şekilde hikmet çerçevesinde,
bir konunun hem pratik hem de teorik bir çok boyutunu düşünüp hesaba katarak
bilgi tasavvuru gelişti. Bu da elbette bir bütünlüğü zaruri kılmıştı.
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
İLAHİYAT FAKÜLTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TEFSİR)
ANABİLİM DALI
Usul/Tarih Mütalaası
Hazırlayan Ögrenci: Murat KALKAN
Öğrenci No: 21922729
Ders Adı: Esbab-ı Nüzul II
Prof. Dr. Ahmed Nedim SERİNSU
ANKARA 2021
Bilginin
bütünlüğü çerçevesinde tefsir, hadis, fıkıh tarihi/usûlü
USÛL
Sözlükte “kök, dip, temel, kaide, kaynak, bir
şeyin esası, dayanağı gibi mânalara gelen asıl kelimesinin çoğuludur.[1]
İslami ilimlerde usûl ise her ilim dalının üzerine metodolojisini inşa ettiği kaideler
bütünü ve o ilmin sac ayaklarıdır.
FIKIH TARİHİ
Fıkıh
tarihinin başlıca devirleri:
Fıkhın geçirdiği devirler 6'ya ayrılır:
1 - Vahiy Devri: Yani Hz. Peygamber (S.A.) zamanı. Bu devirde teşri, Kitab ve
Sünnete dayanır.
2 - Sahabe Devri: Bu devirde de fıkhın kaynağı Kitab ve Sünnettir. Ashabın
içtihadları ve icma' da delil olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kitab toplanmış
ve istinsah edilmiş, Sünnet tedvin olunmaya başlamıştır.
3 - Tâbiin Devri: Müslümanlar siyasi gruplara ayrılmıştır. Âlimler, muhtelif
şehirlere dağılmıştır. Örf ve âdetin tesiriyle ihtilaflar artmıştır. Nasslardan
hüküm istinbat etme usulü teessüs etmiştir. Uydurma hadisler baş göstermiştir.
Ulema, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re'y diye iki gruba ayrılmıştır.
4 - Hicrî 100-350 yılları arasındaki
devir: Büyük imamlar ve müctehidler
devridir. Kur'an-ı Kerim'in kıraatına, tefsirine büyük önem verilmiştir.
Hadisler yazılmıştır. Usul-ü Fıkıh, içtihad usulleri kurulmuştur. Füru'da
ihtilaflar çoğalmıştır. Kıyas ve içtihadda ayrılıklar başlamış, fıkıh
istilahları çıkmıştır. Ana kaynak olan kitablar yazılmıştır.
5-
Hicrî 350-656 yıllan arasındaki devir:
Mezhepler yayılmış ve kuvvetlenmiştir. Mezhep taraftarlığı ve taklid artmıştır.
Eskilerin verdikleri hükümlerin sebeplerini araştırmak (Ta'lil-i Ahkâm) ve
onlarınkilerinden mesele çıkarmakla uğraşılmıştır.
6 -
Son Devir: Durgunluk devridir. Ulema arasında
rabıta kopmuş, her ülke kendi derdine düşmüştür. Fukaha, eskilerin eserlerini,
ya ihtisar veya şerh etmekle meşgul olmuştur. Bu şartlar altında fıkıh
duraklamıştır. Ancak zamanımızda İslam âleminde, her sahada olduğu gibi fıkıh
ve hukuk sahasında da bir uyanma ve çalışma başlamıştır.[2]
HADİS EDEBİYATI TARİHİ
I. Hadis
İlminin Teşekkülü
Peygamber
aleyhisselam döneminde hadislerin yazılmasıyla ilgili olarak birtakım
tartışmalar olmakla beraber genel olarak kabul gören görüş, Rasûlullah’ın hadis
yazmak için kendisinden izin isteyen ashabına başlangıçta izin vermeyip daha
sonra bu taleple gelen bazı sahabîlere hadis yazmaları için izin verdiği
yönündedir. Peygamber dönemine ait bazı yazılı vesikalar ile sahabîlerin
kendileri için yazdıkları bazı hadis sahifeleri de hadislerin aynı dönemde
yazıldığını ortaya koymaktadır. Ancak sahabeye ait olduğu iddia edilen bu
sahifelerden hiçbiri daha sonraki nesillere ulaşmamıştır
Müslümanların
fetihleri ile İslam devletinin toprakları genişleyip farklı din, kültür ve
milliyetten insanlar Müslüman toplumun bünyesine dâhil oldular. Bu durumun
getirileri olduğu kadar götürüleri de vardı. Kur’ân ile yeniden dirilen Arap
dilinin saflığını korumak ve yaklaşık yüzyıldır nakledile gelen hadis
rivayetlerini muhafaza edip sahih bir şekilde yeni nesillere aktarmak
Müslümanların en önemli gündemleri arasına girmişti.
II. Hadis
İlminin Gelişim Süreci
Hadis
tarihinin geçirdiği safhalar genelde dört ana başlık altında zikredilmektedir.
Bunlar; Hıfz, Kitabet, Tedvin ve Tasnif aşamalarıdır. Hadislerin hıfzı,
Allah’ın elçisi henüz hayatta iken başlamış, kitabeti ise kısmen o dönemde
başlamakla beraber hicrî ilk asrın sonları ve ikinci asrın başlarında hız
kazanmıştı. Rasûlullah hayatta iken başlayan hadisleri yazıya geçirme faaliyeti
bireysel çabalardan ibaret ve metodolojik olmaktan uzaktı.
İlk
halifeler döneminde hadislerin yazıya geçirilip bir araya getirilmeye niyetlenildiği,
fakat çeşitli sebeplerle bundan vazgeçildiği kaynaklarda nakledilmektedir. Genel
kabule göre halife Ömer b. Abdulaziz’in (101/720) Zührî’ye (ö. 124/742) emriyle “tedvin” sürecinin başladığı yönündedir. Hicri birinci
asrın sonları ile ikinci asrın başlarından itibaren bir araya getirilen ve
tedvini tamamlanan bu hadis rivayetleri belli bir sisteme göre
sınıflandırılmadığı için bunlardan istifade etmek oldukça zordu. Bu nedenle
rivayetleri tasnif eden âlimler aynı zamanda rastgele sıralanan hadisleri de
belli bir sisteme göre tertip etme gereği duydular. Bu durum da tasnif
hareketini beraberinde getirdi.
Hicri
ikinci yüzyılda muhaddisler ile Mutezilî kelamcılar arasında meydana gelen ve
üçüncü asırda giderek şiddetlenen görüş ayrılıkları ve tartışmalar neticesinde
hadisçiler hem Hz. Peygamber’in sünnetini onların bu eleştirilerinden korumak
hem de onlara cevap verebilmek amacıyla yoğun bir tedvin ve tasnif hareketine
girişmişlerdir. Hadisçilerin bu gayretleri neticesinde başta Kütüb-i Sitte
olmak üzere çok sayıda Hadis kaynağı ve cerh-ta’dîl konusuyla alakalı eserler
ortaya çıkmıştır. Bu nedenle bu döneme hadisin altın çağı denilmiştir.
TEFSİR TARİHİ
I. Tefsir’in
tanımı
Sözlükte
“açıklamak, beyan etmek” anlamındaki فسر kökünden
veya taklib yoluyla سفر kökünden تفعيل vezninden[3] türeyen tefsir; “açıklamak,
ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Kur’ân-ı
Kerîm’de tefsir kelimesi sadece bir ayette geçer (25/Furkân, 33).[4] Sefr
kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın ortaya
çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki perdenin
kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında
kullanıldığı bilinmektedir.[5]
Istılahta
ise Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini açıklamayı ve yorumlamayı ifade eden tefsir
kelimesi; Kur’an âyetlerini yorumlama ilmi ve bu alandaki eserlerin ortak adıdır.
II.
Tefsir’in konusu
Beşerî
ve pozitif bilimlerin bir amacı olduğu gibi islamî ilimlerin herbiri de bir
maksada matuf olarak ortaya çıkmıştır. İslamî ilimler içerisinde önemli bir yer
kaplayan tefsir ilminin gayesi “Allah’ın muradını beşerî kudret nispetinde onun
kitabından anlama çabası” olarak özetlenir. Bu amacı gerçekleştirmek için
birtakım enstrümanlara ihtiyaç duyar. Bunlar; Arap dilinin çok yönlü bilgisi ve
tarihi arka planı, Kur’ân ayetleri, Rasûlullah’ın sünneti, sahabe ve tâbiin
sözleri ile müfessirin ilmî ve aklî dirayetiyle Kur’ân’dan istinbâtından
ibarettir.
III.
Tefsir’in doğuşu ve gelişmesi
Semâvî
kitapların sonuncusu olan Kur’ân, Allah Resûlünün şahsında tüm insanlığa nâzil
olması itibariyle, Kur’ân’ın ve dolayısıyla tefsirin ilk muhatabı Peygamber
aleyhisselam’dır. Bunun doğal bir sonucu olarak tefsirin ortaya çıkış süreci
onunla başlar ve ilk müfessir olarak o kabul edilir. Kendisi hayatta iken bazen
sorulan bir soruya cevap sadedinde bir ayeti açıklamış, bazen ise الصلاة الوسطى(orta namaz) meselesinde olduğu gibi ayetlerde geçen anlaşılması zor
bazı kavramları izah etmiştir.
Rasûlullah’ın,
Kur’ân’ın ne kadarını tefsir ettiği hususunda görüş birliğine varılamamış, İbn
Teymiyye Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını tefsir ettiğini iddia ederken, diğer bir
kısım âlimler ise tamamını tefsir etmediği noktasında birleşmektedir. İbn
Teymiyye’ye göre eğer Kur’ân’ın tamamını tefsir etmeseydi Allah’ın kendisine
verdiği tebyin görevinin bir anlamı kalmazdı. Huveyyî ise Rasûlullah’ın tefsir
ettiği âyetlerin az olduğunu söyler. Hz. Âişe’den rivayet edilen, “Peygamber,
Cibrîl’in kendisine öğrettiği sayılı âyet dışında Allah’ın kitabından herhangi
bir şey tefsir etmezdi” şeklindeki rivayeti de görüşüne delil olarak getirir.
Kur’an’ın
ilk müfessirinin Resul-i Ekrem olduğu noktasında bir ihtilâf yoktur. Tefsiri
ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis
kaynakları Rasûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an
tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in
Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Rasûlullah yer
yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan
bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazan
da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın
giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi,
âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir.
Böylece Rasûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını
takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan
etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır. Hadis kaynaklarında nakledilen
sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu
gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan
gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır.[6]
Sahabe,
vahyin iniş sürecine tanıklık etmiştir. Bu, esbab-ı nüzulü bilmek kadar
vahiy-hadise ilişkisine şahitlik ile vahyin arka planına vâkıf olmakla mümkün
olmuştur. Bu durum sahabeyi diğer insanlardan avantajlı kılmaktaydı. Sahabeler
büyük çoğunluğu itibariyle tefsir yapmamış olsa da İbn Abbas, İbn Mes’ûd gibi bazı
sahabelerden birçok tefsir rivayeti günümüze ulaşmıştır. Sahabenin Kur’an
tefsirindeki kaynakları sırasıyla; Kur’an, Rasûlullah’ın tefsiri, ictihâd,
cahiliye şiirleri ve ehl-i kitaba müracaat idi.[7]
Tâbiîn
ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir faaliyetleri bir hayli genişlemiştir. Bunda
tefsirle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin anılması, Arap dil
bilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil ilimlerinin,
şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın
daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur.
Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde
çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme
alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis
mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden
Mukātil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri ve tefsire dair diğer
eserleri tefsirlerin ilklerindendir[8]
GENEL DEĞERLENDİRME
İnsanlığı hidayete
ileten vahiyler silsilesinin sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerîm insanın kalp
ve akıl birlikteliğini gözetmiş, bir yandan insanı aklını kullanmaya
teşvik ederken öte taraftan onun kalp, duygu ve vicdan bütünlüğünü esas
almıştır. Kalp ve aklın birlikteliğinden doğan hikmet gerek ayetlerde gerekse
onun güzîde müfessiri Rasûlullah’ın uygulamalarında kendisini göstermiştir. Allah’ın
elçisi insanların arasında iken ihtiyaç hissettikleri anda ona başvurur
sorunlarına çözüm bulur, Allah’ın muradını anlamada onun rehberliğine
güvenirlerdi. Onun vefatından sonra ise artık bu imkândan mahrum kalmışlardı;
lakin Allah’ın kitabı önlerinde, elçisinin uygulamalarını temsil eden sünnet
ise zihin ve dillerinde dolanmaktaydı.
Rasûlullah’tan sonra
Müslümanlar, dinî, beşerî, sosyal ve hukukî ihtiyaçları için Kur’ân’a başvurur,
orada bulamadıkları hüküm veya durumlar için ise rivayetler silsilesinde saklı
hadislere müracaat ederlerdi. Hadisler her ne kadar Rasûlullah hayatta iken
bazı sahabeler tarafından kayıt altına alınsa da ağırlıklı olarak şifahen
nakledilmişti. Bu durum hicri ilk yüzyıl boyunca kısmen böyle devam etmiş, ilk
asrın sonlarına doğru büyüyen İslam devletinin toprakları ve Müslüman olan yeni
kavimlerin artmasıyla hadislerin cem edilmesi ihtiyacı doğmuştu. Bu ihtiyacı
ilk olarak resmî emre döken kişi halife Ömer bin Abdulaziz olmuştu. Onun emri
ile Zuhrî (ö. 124/742) hadisleri tedvin etmeye başlamıştı. İkinci yüzyılda
hummalı bir şekilde sürdürülen tedvin faaliyeti neticesinde rivayetler herhangi
bir tasnife tabi tutulmaksızın, mevcut bilgiler topluluğunun gelecek nesillere
aktarılması hedeflenmişti. Bu rivayetler silsilesi içerisinde tefsir, siyer,
meğâzî, fıkıh gibi sonradan her biri birer temel ilim dalı haline gelecek dallar
yer almaktaydı. Hicrî ikinci asır sonu ve üçüncü asır başında hadislerin
tasnifi kemale ermiş, hadis edebiyatı altın çağına ulaşmış ve literatür
oturmuştu.
Temel İslami ilimlerin ihtisaslaşma neticesinde farklı
dallara ayrılması her birine derinlemesine vukûfiyetin önünü açmıştı. Bununla
birlikte bilginin bütünlüğü ilkesi çerçevesinde bir takım risklerin oluşmasının
önüne de geçilememişti. Nitekim ilk dönemlerde bir âlim hem muhaddis, hem
müfessir hem de fakih veya tarihçiydi. İhtisaslaşmanın oluşması bilgiye tikel
yaklaşımı netice vermişti. Bu durum çağımızda da devam etmektedir. Bir ilim
adamının hem muhaddis hem müfessir hem de fakih olduğu, aynı zamanda kelam ve İslam
felsefesi bildiği pek rastlanan bir durum değildir. Bir insanın bu ilimlerin
her birini kendinde cem etmesi zor olsa da zihnî ön kabul veya bilinçaltı
olarak bilginin bütünlüğü ilkesi ile bu bilim dallarına bakabilmelidir. Tıpkı
yapbozun parçalarına odaklanırken büyük resmi kaçırmamak gibi, bir bilgi ile
uğraşırken Kur’ân’ın çizmeye çalıştığı büyük resim de kaçırılmamalıdır.
Yararlanılan Kaynaklar:
Tefsir Tarihi, Muhsin Demirci;
Kur’ân İlimleri ve Tefsir Tarihi, Mehmet Akif Koç;
Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit;
Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku.
[1] AHMET
ÖZEL, "ASIL", TDV İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/asil#1-fikih (05.06.2022).
[2] Osman
Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, Müftüoğlu Yayınları, Ankara, 1969, s.2.
[3]
Muhsin Demirci, Tefsir usûlü, 29.b., İstanbul, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İstanbul,
2014, s.19.
[4]
Mehmet Akif Koç, Kur’ân İlimleri ve Tefsir Tarihi, 1.b., Grafiker Yayınları,
Ankara, 2021, s.30.
[5]
Abdulhamit Birışık, "TEFSİR", TDV İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/tefsir#1 (28.10.2021).
[6] Abdulhamit
Birışık, "TEFSİR", TDV İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/tefsir#1 (28.10.2021).
[7] Mehmet
Akif Koç, Kur’ân İlimleri ve Tefsir Tarihi, 1.b., Grafiker Yayınları, Ankara,
2021, s.30.
[8] Abdulhamit
Birışık, "TEFSİR", TDV İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/tefsir#1 (28.10.2021).