Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


1.       Allah, Bize Bizden de Yakındır (Bakara 2:186, Enfâl 8:24, Kâf 50:16. ayet) Esbabu-n-Nuzul:

(Bakara 2: 186) “Kullarım sana beni sorunca; İşte ben, muhakkak yakınımdır. Bana dua edince Ben o dua edenin davetine icabet ederim. O halde onlar da benim dave­time icabet ve bana iman etsinler ta ki hidayete ereler.”

Bazı müfessirler, bu ayet-i kerime ile "oruç gecesinde hanımlarla mübaşe­retin helâl kılındığına dair ayet-i kerime (Bakara, 187) ile irtibat kurarak bu helâl kılmadan önce oruçlu olduğu günün gecesinde hanımı ile yatan veya yat­sıdan sonra yiyip içenlerin bu yaptıklarından nedametle Efendimiz (sav)'e gel­meleri ve bir çıkış yolu sormaları üzerine onların bu yaptıklarının affedildiğinin ve Rablerine bu husustaki tazarruların makbul olduğunun bildirilmesi sade­dinde bu âyetin nazil olduğu şeklinde bazı rivayetler kaydetmişlerse de[ el-Kurtubi el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân, II,206.] sebep daha genel bir şekilde Allah'a nasıl, nerede, ne zaman duanın daha makbul olduğuna dair sorular olsa gerektir.                         Medine halkından bazı yahududiler Hz. Peygamber (sav)'e: "Sen, bizimle gök arasında beşyüz yıllık yol var, her bir semanın kalınlığı da bizim semamızın kalınlığı gibidir, diyorsun. Öyleyse Rabbımız bizim dualarımızı nasıl işitiyor?" dediler de bu âyet bunun üzerine nazil oldu da denilmiştir (Abdulfettâh ei-Kâd, Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbe ve'1-Mufessirîn, s. 26). Bu, İbn Abbâs kavlidir (Îbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1,189).                                                                                                     Oruç gecelerinde yeme-içme ve kadınlara yaklaşma uyuduktan sonra yasak iken bu yasağı bir şekilde ihlâl edenler bundan pişman olarak Hz. Peygamber (sav)'e gelmiş ve:" Allah bizim tevbemizi kabul eder mi?" diye sormuşlar da bunun üzerine Allah Tealâ bu âyeti indirmiş (Râzî, Mefâtîhu'i-Cayb, v,94-95).                        (Ey Muhammed, Beni senden sorarlarsa, şüphesiz ki. Ben çok yakınım. Bana dua edenin duasını, dua etliğinde kabul ederim. O halde be­nim davetimi kabul etsinler ki doğru yolu bulalar. Ey Muhammed, kullarım, benim nerede olduğumu sorarlarsa, bilsinler ki ben onlara çok yakınım. Onların dualarını işitir ve onlardan, dua edenin duasına dua ettiği anda cevap veririm. Öyleyse bana iman etsinler ve bana itaat etsinler ki onlara sevap ve ikramlarımı bol bol vereyim. Böylece doğru yolu bulmuş ol­sunlar.                                                                                                                                                     Müfessirler bu âyet-i kerimenin nüzul sebebinde farklı görüşler zikret­mişlerdir:

Hasan-ı Basriye göre bu âyetin nüzul sebebi, Resuluîlahm sahabilerinin bazılarının "Rabbimiz nerededir?" şeklinde soru sorulandı. Diğer bazılarına göre ise, bir kişinin, "Ey Muhammed, rabbimiz bize yakın mıdır? Ona gizlice yalvaralım. Yoksa uzak mıdır ona yüksek sesle dua edelim?" diye sorması üze­rine nazil olmuştur. Ataya göre ise: "Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin duanızı kabul edeyim. (Gâfir suresi, 40/60)  âyeti inince bir kısım insanlar: "Rabbimize ne zaman dua edelim?" demişler ve âyet-i kerime bunun üzerine nazil olmuştur. Yani "Kulum bana ne zaman dua ederse ben ona yakınımdır, duasını kabul ederim, her zaman davetine icabet ederim." demektir.

Mücahide göre ise bu âyetin nüzul sebebi: "Bana dua edin duanızı kabul edeyim." âyeti inince bir kısım insanlar "nerede dua edelim?" demişler bunun üzerine: "Nereye yönelirseniz rabbinizin yüzü oradadır. (Bakara-suresi, 2/115] âyet-i kerimesi nazil olmuş ve bu âyetin nüzul sebebi de insanların bu sorulan olmuştur.

Katadeye göre ise bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi, bir kısım insanların "Bana dua edin duanızı kabul edeyim." âyetinin inmesi üzerine: "Ey Allanın Peygamberi, biz, rabbimize ne şekilde dua edelim?" diye sormaları üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.

Allah teala, kullarına şah damarından daha yakındır. Yalvarmalarım ve dualarını işetmektedir. Kullar ona ihlasla dua ettikleri surete Allah’ın o duaları , kabul edeceği ümidi kuvvetlidir. Dua ederken bağırıp çağırmak şart değildir. Zi­ra o, duaların gizlisini de işitendir.

Ebu Musa el-Eş'ari diyor ki:

"Bir sefer sırasında Resulullah ile beraber bulunuyorduk. Her bir vadiye geldiğimizde bağırarak tehlil ve tekbir getiriyorduk. Bu durumumuzu gören Resulullah şöyle buyurdu: "Ey insanlar kendinize acıyın. Çünkü sizler, sağırı ve gaip olanı çağırmıyorsunuz. Şüphesiz ki o sizinle beraberdir. O, çok iyi işiten ve çok yakın olandır. (Buharı, K. el-Cihad, bab: 131, K. ed-Da'vâl, bnb: 51/Iîhu Davud, K. el-Vilr, bab: 26 Hadis No: 1526]  Bu hususta Resulullah (s'.a.v.) diğer bir hadisi şerifinde de şöyle buyurmaktadır:

"Bir müslüman, Allaha karşı içinde günah bulunmayan ve akrabalık bağını kesmeyen bir duada bulunursa, Allah o müslümana bu duasının karşılığında üç mükâfattan birisini mutlaka verecektir. Ya istediğini derhal verir veya onu âhirete bırakır yahut ta bu duası karşılığında ondan bir kötülüğü uzaklaştırır. (Ahmed b. Hanbal, c. 3, s. 183]

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Allah teala bu âyet-i kerime­de: "Bana dua edenin duasını dua ettiğinde kabul ederim." buyurmaktadır. Hâlbuki dua eden bir çok insanın duasının kabul edilmediği görülmektedir." Buna cevaben denilir ki: "Bunun iki izah şekli vardır:

a- Bu âyette zikredilen "Kulun duası"'ndan maksat, onun, Allanın emirleri doğrultusunda amel işlemesidir. Böylece kulun, rabbinin rızası doğrultusunda amel işlemesi halinde rabbi onun amellerini kabul eder ve vaadettiği karşılıkla­rını verir. Nitekim Resulullahın, bu âyet-i kerime hakkında bir hadis-i şerifte:

"Dua ibadettir" buyurduğu, bundan sonra da "Rabbiniz şöyle dedi: "Bana dua edin ki duanızı kabul edeyim. Şüphesiz ki bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler rezil ve perişan olarak cehenneme girecekler­dir. (Ğâfir suresi, 40/60] âyetini okuduğu rivayet edilmiştir. (Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'ân, sure, 2, bab: 16, Hadis No: 2969]

Nitekim, Hasan-ı Basrinin de bu âyetteki duayı "İbadet ve amel" mânâsına yorumladığı rivayet edilmektedir.

b- Bu sorunun diğer bir cevabı da şudur: Allah teala bu âyet-i kerimesin­de: "Ben, bana dua edenin duasını, dua ettiği zaman dilersem kabul ederim." demektir. Bu izaha göre, âyet genel bir ifade taşımakta ise de Allah Teâlâ’nın dilemesi ile kayıtlıdır. [ Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/438-440.)

(Enfâl 8:24)  “Ey iman edenler, Allah'ın Resulü sizi, kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, hemen Allah'ın ve Resulünün davetini kabul edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve onun huzurunda topla­nacaksınız.”

Ey iman edenler, Allah'ın Resulü sizi, insanlara hayat veren imana, hakka ve Kur'an davet ettiği zaman davetini kabul edin. İyi bilin ki her şey, Allah'ın ta­sarrufu altındadır. O, kalpleri dilediği gibi evirip çevirir. O, kalpler üzerinde, onları taşıyan bedenlerden daha hakimdir. Allah dilerse müminin kâfir olmasını, kafirin de mümin olmasını engeller.

Âyet-i kerime'de geçen ve "Hayat verecek şey" diye tercüme edilen ifadesinden neyin kastedildiği hususunda müfessirler, çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Süddiye göre burada insanlara hayat verdiği bildirilen şeyden maksat, İslam ve imandır. İnsanlar kâfir iken ölüler gibi oldukları halde müslüman ol­duktan sonra onlar hayat bulmuş olurlar.

b- Mücahide göre burada, insanlara hayat verdiği zikredilen şeyden mak­sat, haktır. Hakkı kabul edenler hayata kavuşmuş olurlar. Bâtıla saplananlar ise ölü gibidirler.

c- Katade’ye göre ise burada, insanlara hayat verdiği zikredilen şeyden malıdır. Âyetin, "Ve onun huzurunda toplanacaksınız." ifadesi bu izahı güçlen­dirmektedir.

f- Allah, kişinin aczini güç'e, korkusunu cesarete çevirerek onunla kalbi arasına girer. O halde kalbinizde hissettiğiniz korku ve acz'den dolayı iman ve itaattan geri durmayın. Allah'a dayanın o, sizin aczinizi giderir.

Taberi,bu görüşlerden tercihe sayan olan görüşün şu görüş olduğunu söylemiştir. "Allah, kullarının kainlerine, onları taşıyan vücutlardan daha fazla hakimdir. Dilediği zaman, kullarıyla kalpleri arasına girer de kalb sahibi olan kişi iman, inkâr, anlama ve benzeri herhangi bir şeyi idrak edemez olur.

Âyetin bu şekilde izah edilmesi, yukarıda zikredilen görüşlerin hepsini kapsamış olur ki, âyetin genel ifadesine uygun olan da budur.) (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/200-202.)

(Kâf 50:16) Şüphesiz insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne fısıldadığını da bili­riz. Biz ona, şah damarından daha yakınız.”

Şüphesiz ki insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini de biliriz. Onun sırlan ve kalbinde olanlar bizden gizli değildir. Zira biz insana şah damarından daha yakınız.

Âyette geçen "Biz ona şah damarından daha yakınız." ifadesinden mak­sat: "Biz ona, kendisinden daha fazla sahibiz." veya "Biz ona gelen vesveseleri kendisinden daha iyi biliriz." demektir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/530.]

(Hadid suresi, 4) “Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arşa istiva eden O'dur. O, yere gireni ve çıkanı, gökten ineni ve göğe çıkanı bilir. Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.”

Yedi kat gökleri, yerleri ve oralarda bulunanları yaratan sonra Arşa istiva eden O'dur. Allah, yaratıklarından, yerin içine girenleri de ondan dışarı çıkan­ları da, gökten yeryüzüne inenleri de, yeryüzünden göklere yükselenleri de bilir. O, sizin yaptıklarınızı görmekte, nasıl hareket ettiğinizi bilmektedir. O, yaptık­larınızı zapt ettirmektedir. Herkese amelinin karşılığını verecektir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 8/169.]                                                                                            Sonuç: Allaha iman edip, O’na tam olarak teslim etmeliyiz ki bizden rıza olsun ve ikramlarda bol bol bulunsun. Allanın emirlerine itaat edip, Rabbinin rızası doğrultusunda amel işleyip, Rabbimiz inşallah amellerimizi kabul eder ve vadettiği karşılıkla­rını verir. Biz Allah’ın davetine icabet ve imanda sebat edip, inşallah doğru yolu buluruz ve bahtiyar kimselerden oluruz. Yüce Allah’ın bize karşı bu yakın ilgisi karşısında biz de onun yakınlığına ibadetlerimizle, dualarımızla ve güzel eylemlerimizle karşılık vermeye çalışmalıyız.

 

2. Allah Bizi Seviyor (Bakara 2: 185, Âl-i İmrân 3: 146, Meryem 19: 96, Hucurât 49: 9)

Esbabu-n-Nuzul:                                                                                          (Bakara 2-185)- O sayılı günler Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu göste­ren hidayeti ve hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur'an bu ayda indiril­di. Sizden kim o aya erişirse, onu oruçla geçirsin. Kim hasta olur veya yol­culukta bulunur da oruç tutamazsa, tutamadığı günler sayısınca, başka günlerde oruç tutsun, Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez ki böylece sayıyı tamamlayasınız. Sizi doğru yola ilettiği için Allah'ı yüceltesiniz ve şükredesiniz.

O sayılı günler, insanları doğru yola ileten, helal ve haramı açıklayan, hakkı ve bâtılı ayıran Kur’an’ın inmeye başladığı Ramazan ayıdır. Kim, mukim olduğu halde Ramazan ayına erişirse o ayı sonuna kadar oruçla geçirsin. Kim de hasta olur veya yolculukta bulunur da orucu yerse, yediği günler sayısınca Ra­mazan dışındaki günlerde oruç tutsun. Allah, bu hükmü size göndermekle sizin için hafiflik ve kolaylık diler. Zorluk ve meşakkat dilemez ki böylece yolculuk ve hastalıkla tutamadığınız günlerin sayısını tamamlayasınız ve size vermiş ol­duğu hidayet ve başarıdan dolayı, bayram günü tekbirlerle onu yüceltesiniz ve bu nimetlerinden dolayı ona şükredesiniz.

Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede, îslamın temel ibadetlerinden biri olan orucun farziyetini beyan etmektedir. Orucun farz kılınışının hikmetleri pek çok­tur. Bu konuda Resulullah efendimizden varid olan şu hadis-i şerifleri zikretmek mümkündür.

Resulullah (s.a.v.) efendimiz buyuruyor ki:

"Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek, gözü zinaya karşı daha iyi kapatır ve namusu daha iyi muhafaza eder. Ki­min de evlenmeye gücü yetmezse oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için bir bağdır. Cinsi arzuları frenler) (Buhari, K. es-Savm, hah- 20, K cn-Nikiih, hah: 2, S/Mııslim, K un-Nukâh, bub: I. Hadis No: 1400 Ncsl-Î, K. es, .S-y;ım, bab: 43]

Peygamber efendimiz bu hususta diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle bu­yuruyor;

"Oruç bir kalkandır. Oruçlu insan hayasızlık yapmaz, cahilce dav­ranmaz, bir kimse onunla dövüşmek veya sövüşmek isterse oruçlu, o kişiye "Ben oruçluyum, ben oruçluyum." desin. Hayatım, kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusun­dan daha güzeldir. Oruçlu, yemeyi, içmeyi ve cinsi arzularını, benim için terkeder. (Allah Teâlâ buyuruyor ki:) Oruç benim içindir onu mükâfatlandıracak ta Ben’im. İyiliğin karşılığı birde on ‘dur. [1][ Buhari, K.es-Snvm, hab: 2/Müslim,K.es-Sıyam,,bab 163,Hadis No: 1151]

Peygamber efendimiz (s.a.v.) diğer hadis-i şeriflerinde de şöyle buyuru­yor:

"Kim, Ramazan orucunu, inanarak ve sevabını Allahtan bekleyerek tutarsa onun geçmiş günahları affedilir. [2][ Buhari, K. el-İman, bab: 28] 

"Ramazan geldiğinde gök kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur. [3][ Buhari, K. es-Savnı, bab: 5/Müslim, K. es-Sıyam, bab: 1, Hadis Nn: 1079]

Taberi diyor ki: "Arap dilini bilen bir kısım insanlar, "Ramazan" kelime­sinin kökünden geldiğini, mânâsının da "Yakan" "Kızdıran" demek ol­duğunu. Ramazan ayına bu adın verilmesinin, kendisinde şiddetli sıcak olma­sından kaynaklandığını, öyleki bu sıcağın şiddetinden deve yavrularının bile yandığını söylemişlerdir.

Mücahid ise "Ramazan" kelimesini tek olarak kullanmaktan kaçınarak "Bu belki de Allahın isimlerinden biridir, biz onu, Allah Teâlâ’nın kullandığı gibi kullanıp ona "Ramazan ayı" diyelim." demiştir.

Âyet-i kerimede. Ramazan ayının içinde, Kur’an’ın indirildiği zikredil­mektedir. Bundan maksat, Kur’an’ın kadir gecesinde bir bütün olarak levh-i mahfuzdan dünya semasına, diğer bir adıyla "Beytül Mu'mura yahut Beytül İz-ze'ye indirilmesidir. Daha sonra da peyder pey çeşitli münasebetlerle Hz. Muhammed (s.a.v.)'e indirilmiştir. Nitekim Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Şa'bî bu âyeti bu şekilde izah etmişlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas’ın özet­le şunları söylediği rivayet edilmektedir: "Kur'an bir bütün olarak Ramazan ayı­nın içinde bulunan ve "Mübarek" adıyla vasıflandırılan "Kadir" gecesinde", ya­zılmış sahifelerden alınıp "Beytül Ma'mur" denen yere indirilmiştir. Beytül Ma'mur da dünya semasındaki yıldızların mevkileridir. Kur'an daha sonra da oradan peyder pey Hz. Muhammed (s.a.v.)'e indirilmiştir. Bu inişler, bir kısma emirler, yasaklar ve savaşlara ait hükümler gerektikçe devam etmiştir.

Vâsile ise, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"İbrahime inen sahifeler, Ramazanın ilk gecesinde indirilmiştir. Tev­rat Ramazanın altıncı gününde İncil ise on üçüncü gününde Kur'an da yir­mi dördüncü gününde indirilmiştir." [4][ Ahmed b. Hanbel, Müsned, e. 4, s. 107]

Ayet-İ kerimede: "Sizden kim o aya erişirse onu oruçla geçirsin." buyurulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerimenin bu bölümünü çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Her kim evinde mukim olarak bulunduğu halde Ramazan ayına erişe­cek olursa o kimsenin, bütün Ramazan ayını oruçla geçirmesi gerekir. Öyle ki Ramazan ayında yolculuğa çıksa bile orucunu tutmak zorundadır. Zira önemli olan, kişinin Ramazan ayının başındaki durumudur. Ramazan başladığında kişi mukim ise sonuna kadar mukimdir. Ramazan İçinde yolculuğa çıksa bile durum aynıdır. Kişi şayet Ramazan başladığında yolcu ise oruç tutup tutmamakta ser­besttir.

Bu görüş, Ubeyde es-Selmani, Süddi, Hammad, İbrahim en-Nehai, Ab­dullah b. Abbas ve Hz. Aliden rivayet edilmiştir.

b- Diğer bir kısım müfessirler ise, âyet-i kerimenin bu bölümünün mânâsının, "Sizden kim. Ramazan ayının ne kadarında hazır bulunacak olursa o kadarını oruçla geçirsin." yani, "mukim olduğu kadarının orucunu tutsun. Yol­culuğa çıkınca orucunu yeyip daha sonra tekrar tutmasında mahzur yoktur." de­mek olduğunu söylemişlerdir.

Bu görüş. Ebu Mey sere, Hz. Ali, Şa'bî, Hakem, Hammad, Hasan-ı Basri ve Said b. el-Müseyyeb'den rivayet edilmiş, Ebu Meysere ve Hz. Alinin Rama­zanda yolculuk yaptıklarında oruç tutmadıkları nakledilmiştir.

c- Başka bir kısım âlimler de âyetin bu bölümünü şöyle izah etmişlerdir. "Sizden kim, akıllı, buluğ çağına ermiş ve mükellef olduğu halde Ramazan ayı­na erişecek olursa onu oruçla geçirsin." Bunlara göre, deli bir kimse, Ramazan ayının bitmesine bir gün kala akıllanacak olsa. Ramazan ayına mükellef olarak yetişmiş olduğundan Ramazan orucunun tümünden sorumludur. Son bir günün orucunu tuttuğu gibi diğerlerini de kaza eder. Fakat Ramazan bittikten sonra akıllanacak olsa, Ramazan ayına mükellef olarak yetişmediğinden Ramazan orucunu kaza etmesi gerekmez." Bu görüş, Ebu Hanife ve arkadaşlarından nak­ledilmiştir.

Taberi, Ebu Hanife ve arkadaşlarından nakledildiğini söylediği bu görü­şün anlamsız olduğunu söylemiştir. Çünkü Ramazan ayını deli olduğu halde ge­çirenin, Ramazan orucunu tutmakla yükümlü olmadığım söylemek, Ramazan ayını baygın halde geçirenin de bu ayın orucunu tutmak zorunda olmadığım söylemeyi gerektirir. Halbuki bütün âlimler, Ramazanın tümünü baygın halde geçirip te Ramazandan sonra ayılan kişinin Ramazan orucunu kaza etmesi ge­rektiği hususunda ittifak etmişlerdir. O halde Ramazan boyunca aklı başında ol­mayan herkes te baygın kişinin durumuna tabi olur. Durum böyle olunca âyeti yukarıdan zikredildiği şekilde izah etmeleri batıldır," Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Âyeti bu şekilde izah etmek batıl olduğuna göre onu: "Kim Ramazan ayında mukim olarak erişirse onun tümünü oruç tutarak geçirmek zorundadır. Yolculuk yapsa dahi orucunu bozmamalıdır." şeklindeki te'vil daha batıl ve da­ha fasittir. Çünkü Resulullahın, Mekkenin fethi yılında Ramazan ayının bir kı­sım günlerini oruçla geçirdikten sonra yola çıkınca hem kendisinin orucunu bozduğuna hem de sahabelerine, oruçlarını bozmaları için emir verdiğine dair, birbirini destekleyen hadis-i şerifler nakledilmiştir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Resulullah (s.a.v.) Ramazan ayında yola çıktı. Oruca başlamış du­rumdaydı. "Usfan" denen yere varınca bir kap ile su istedi ve onu gündü­zün İçti. İnsanlar onu görüyorlardı. Sonra Resulullah yemek yedi[5][ Neseî, K.. es-Sıyam, bab: 54] Başka bir rivayette, Abdullah b. Abbas şöyle demiştir:

"Resulullah Ramazan ayında oruç tutarken yolculuğa çıktı. "Kudeyt" denen yere varınca ona bir kapla süt getirildi. Resulullah onu içti, orucunu bozdu, sahabeleri de bozdular. [6][Neseî, K. es-Sıyam, bab: 56]

Hamza b. Amr diyor ki:

"Ben, Resulullaha, yolculukta oruç tutmanın hükmünü sordum o da bu­yurdu ki: "Oruç tutmak istersen tut. Orucu yemek istersen ye. [7][ Neseî, K- es-Sıyam, bab: 59]

Ebu Said el-Ffudri diyor ki:

"Biz, Ramazan ayında Resulullah ile yolculuk yapıyorduk. İçimizden bazılarımız oruçlu oluyor bazılarımız da oruçlarını yiyorlardı. Ne oruç tu­tanlarımız oruç yiyenleri ayıplıyor ne de oruçlarını yiyenler oruç tutanları ayıplıyorlardı[8][ Neseî, K. es-Sıyam, hah: 59]

Cabir b. Abdullah diyor ki:

"Biz, Resulullah ile beraber yolculuk yaptık. Bazılarımız oruç tutu­yor bazılarımız yiyorlardı.

Taberi diyor ki: "Zikredilen bu deliller, yukarıda beyan edilen iki görüşün fasit olduklarını ortaya koyduklarına güre "Kim Ramazan ayını mukim olarak geçirecek olursa onun tümünü oruç tutmakla yükümlüdür. Kim de o ayda hasta olur veya yolculuğa çıkacak olursa orucunu yiyebilir. Yediği günler sayısınca başka günlerde oruç tutar." şeklindeki izahın doğru olduğu ortaya çıkmış olur.

Âyet-i kerimede: "Kim hasta olur veya yolculukta bulunur da oruç tutamazsa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar."

Tutmaktadır. Burada zikredilen ve oruç tutmamaya imkân veren hastalığın ne derecede bir hastalık olacağı hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

Hasan-i Basri ve İbrahim en-Nehaiye göre orucu yemeye imkân veren hastalık, kişinin, ayakta namaz kılmasına engel olacak kadar bir hastalıktır. Eğer kişi, hastalığından dolayı ayakta namaz kılamıyorsa işte bu kişinin Ramazan orucunu yiyip sıhhata kavuştuktan sonra, tutamadığı günler sayısınca kaza et­mesi gerekir.

İmam Şafiiye göre ise Ramazanda oruç tutmamaya imkân veren hastalık, oruç tutanın durumunu beklenmedik bir çekikle değiştirecek olan bir hastalıktır.

Taberi diyor ki: "Bize göre doğru olan görüş, halinde orucun tutulmamasına ruhsat verdiği hastalık, oruç bir şekilde sarsan hastalıktır." diyen görüştür. Böyle bir durumda Ramazanda oruç tutmayıp sonra kaza edebilir. Böyle bir kimseyi, oruç tutmayı zorlamak, kişiyi zor işle mükellef tutmak olur ki, Allah Teâlâ’nın: "Allah size kolaylık diler zorluk dilemez," beyanına ters düşer.

Müfessirler, yolcu olan insanın Ramazanda orucunu yemesinin şart mı yoksa bir ruhsat mı olduğu hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bazılarına göre, Ramazan ayında yolculuk yapanın orucunu yemesi şarttır. Zira bu, yolculuk yapan kimseye Allah Teâlâ tarafından verilen bir ziyafettir. Bu ziyafeti kabul etmek gerekir. Bunlara göre Ramazan ayında yolculuk yapan kişi ve oruç tutacak olursa bu orucu Ramazan orucu yerine geçmez, mu­kim olduktan sonra yolculuk anında oruçlu veya oruçsuz olarak geçirdiği günle­rin hepsi için orucunu kaza eder. Bunlara göre mukim ve sağlam olan kişiye Ra­mazan ayında oruç tutmak gerekli olduğu gibi misafir olana da Ramazan geçtik­ten sonra yolculuk yaptığı günler kadar oruç tutması gereklidir. Bu görüş. Ab­dullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Dehhak, Hz. Ömer, Ebu Hureyre ve Urve b, Zübeyrden nakledilmiş ve bu hususta Abdurrahman b. Avf in da Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ettiği nakledilmiştir. "Yolculuk halinde oruç tutan kimse, mukim iken orucunu yiyen kimse gibidir. [9][ Taberi, hu sözün Abtlurrahman b. Avf tarafından, Resulullaha İsnad edilerek rivayet edilen bîr hadîs olduğunu snylemişse de, Nesekle bu st>z, ResuluHaha isnııd edilmeyip, Abdurrah-man b. Avfm sözü olarak rivayet edilmiştir. Bunun îgin Basını/, (Nescî, K. cs-Sryam, bab.1 53)]

b- Diğer bir kısım müfessirler ise, Ramazanda yolculuk yapan kimsenin orucunu yemesi, Allah tarafından ona tanınmış olan bir ruhsattır. Yolcu, Rama­zan ayında orucunu tutacak olursa borcunu ifa etmiş olur. Orucunu yiyecek olursa Ramazanın dışındaki günlerde onları kaza eder." demişlerdir.

Bu görüş, Ömer b. Abdülaziz, Urve b. Zübeyr, Ömer b. el-Hattab, Enes b. Mâlik, Osman b. Ebil As, Aîâ, Said b. Cübeyr, Hasan-i Basri, Mücahid ve Kasım b. Muhammed gibi sahabi, tabiin ve müfessirlerden rivayet edilmektedir.

Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve özetle şunları söylemiştir: Âyet-i ke­rimede ruhsat, yolcu ile hastaya birlikte tanınmıştır. Şayet hasta Ramazanda kendisini zorlayarak oruç tutacak olursa orucunun sahih olacağı, iyileştikten sonra Ramazanın dışındaki günlerde, hasta iken tuttuğu oruçları kaza etmeyece­ği hakkında icma vardır. Hasta ile yolcu aynı âyette zikredilirken. "Ramazanda hastanın oruç tutmaması bir ruhsat, yolcunun tutmaması ise bir şarttır." demek nasıl doğru olabilir? Durum hasta için ne ise yolcu için de odur. Diğer yandan Allah Teâlâ’nın, âyetteki şu ifadesi, buna başka bir delil getirmeye ihtiyaç bırak­mamaktadır. "Allah sizin için kolaylık diler zorluk dilemez." Ramazan'da yol­culuk yaparken orucunu tutan kimsenin, orucunu tutmamış kabul edilmesi ve mukim olduğu zaman, oruç tuttuğu halde onu kaza etmesi gerektiğini söyle­mekten daha zor bir şey var mıdır? Yolcu kendisi için zor olanı seçmiş ve oruç tutmuştur. Buna rağmen onun, orucunu kaza etmesi gerektiğini söylemek onu büyük bir zora koşmaktır. Yine Ramazan'da yolculuk yapan kimsenin, orucunu tutup tutmamakta serbest okluğuna dair Resulullah'tan birbirini destekleyen bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bu hadisler başka delile ihtiyaç bırakmamışlardır. Bu hususta daha önce zikredilen hadislere ilaveten, yıl boyunca oruç tutan Hamza b. Amr'in rivayet ettiği şu hadisi de görelim. Hamza diyor ki: "Dedim ki:

"Ey Allanın Resulü, ben yolculuk sırasında oruca devam ediyorum buna ne dersiniz?" Resuİullah da "Dilersen tut dilersen tutma." buyurdu[10][ Neseî, K. es-Sıyam, bab: 56]Hamza diğer bir rivayette şöyle demiştir:

"Dedim ki: "Ben, yolcu iken oruç tutmaya güç yetirebilecek biriyim. Be­nim, oruç tutmamda bir mahzur var mı?" Resulullah buyurdu ki: "Bu, Allah ta­rafından bir ruhsattır. Kim bu ruhsatı kullanacak olursa güzel bir şeydir. Kim de oruç tutmayı severse onun için bir mahzur yoktur. [11][ Neseî, K. es-Sıyam, bah: 57]

Taberi diyor ki: "Şayet, Cabirden rivayet edilen şu hadis-i şerif delil gös­terilerek bu görüşe karşı çıkılmaya çalışılacak olursa cevaben denilir ki: "Hadis-i Şerifte, yolculuk esnasında oruç tutan kimsenin takatsiz hale gelerek yere düş­tüğü, bu yüzden oruç tutmasındansa tutmamasının daha evlâ olduğu muhakkak­tır. Zira Allah Teâlâ bir kimsenin kendisini bizzat tehlikeye atmasını yasaklamış­tır.

Cabir b. Abdullah diyor ki:

"Resulullah, bir ağacın gölgesinde bulunan ve üzerine su serpilen bir ada­mın yanından geçti ve "Bu arkadaşınızın neyi var?" diye sordu. Dediler ki: "Ey Allah’ın Resulü, o oruçludur." Resulullah: "Yolculuk yaparken oruç tutmanız takva değildir. Sizler, Allanın size vermiş olduğu ruhsatı alın ve kabul edin." dedi[12][ Neseî, K. es-Sıyam, bab: 47]

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Resulullahtan,

"Yolcu iken oruç tutan, mukim iken oruç yiyen gibidir. [13][ Neseî, K. es-Sıyam, bab: 53] şeklinde ri­vayet edilen haberlere gelince, bu haberler doğruysa belki de bunlar, yukarıda zikredilen, ağacın gölgesinde alınıp üzerine su serpilen adamın durumuna benzer kimseler için söylenmiştir. Aslında bu gibi haberlerin Resulullaha isnad edilme­si doğru değildir. Çünkü senetleri pek zayıftır. Bu gibi haberleri delil olarak göstermek caiz değildir.

Âyet-i kerimede: "Allah size kolaylık diler zorluk dilemez." buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Dehhaka göre burada zikredilen "Kolaylık"tan maksat, "Yolcu iken oruç tutmamaktır." "Zorluk"tan maksat ise "Yol­cu iken oruç tutmaktır." Bu hususta Abdullah b. Abbas’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ramazan ayında yolculuğa çıkan kimse kendisim oruç tutmaya da zorlamaz tutmamaya da. Çünkü Allah Teâlâ: "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez." buyurmuştur. [14][ Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/429-438.]

(Âl-i İmrân 3: 146) Nice Peygamberler vardır ki, rablerine ihlasla kulluk edip bir çok kimseler onlarla birlikte savaşmışlardır. Allah yolunda kendilerine isa­bet eden zorluklara aldırmamışlar, zayıflık göstermemişler ve boyun eğmemişlerdir. Allah, sabredenleri sever.

Nice Peygamberler gelip geçmiştir ki onlarla beraber bir çok ihlaslı ve samimi insanlar savaşmışlardır. O insanlar zayıflık göstermemiş ve düşmanları­na boyun eğmemişlerdir. Allah, cihadda sabredenleri sever. Gevşeyip zaafı yete düşenleri değil.

*Habbab b. Eret diyor ki: "Bir gün Resulullah (s.a.v.) Kâbe’nin gölgesinde hırkasını yastık yapmış yaslanırken biz ona dedik ki: "Ey Allanın Resulü, bi­zim için yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? Bunun üzerine Re­sulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Sizden önceki ümmetlerden, kişi alınıp götürü­lüyor, onun için bir çukur kazılıyor, içine konuyordu. Testere ile vücudu başın­dan aşağı ikiye bölünüyordu. Bütün bunlar onu dininden ayıramıyordu. Etinin altındaki sinir ve kemikleri demir taraklarla taranıyor bu da o kimseyi dininden ayıramıyordu. Allaha yemin olsun ki bu iş tamam olacaktır. Öyle ki bir yolcu San’adan Hadramuta kadar yürüyecek, bu yolculukta başka kimseden değil sade­ce Allahtan korkar olacak bir de sürüsü için kurdun saldırmasından korkacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz." (Buharı, K. el-Munakıb, bab: 25, K. el-îkrah,bab: I/Ebu Davud,  K-el-Cihad bab 97, Hadis No: 2649]

Âyet-i kerimede geçen ve "Rablerine ihlasla kulluk edenler." diye tercü­me edilen kelimesi, âlimler tarafından çeşitli şekillerde tefsir edilmiş­tir.

a- Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Katade, İkrime, Mücahid, Rebil b. Enes, Dehhak, Süddi ve İbni-i İshaka göre ke­limesinden maksat, "Topluluklar ve binlerce insan" demektir. Bu izaha göre âyetin mânâsı, "Nice Peygamberler vardır ki onlarla birlikte bir çok topluluklar, binlerce insan savaşmışlardır." şeklindedir.

b- Abdullah b. Abbas ve Hasan-ı Basri’den nakledilen diğer bir görüşe gö­re bu kelimeden maksat, "Âlimler ve fatihler" demektir.

c- İbn-i Mübarekten nakledilen başka bir görüşe göre bu kelimeden mak­sat, "Sabırlı takva sahipleri" elemektir.

d- İbn-i Zeyde göre bu kelimeden maksat, "Uyanlar ve tabi olanlar" de­mektir.

e- Bazı Basra Nahivcilere göre bu kelimeden maksat, "Rablerine kulluk edenler" demektir.

f- Bazı Küfe âlimlerine göre ise bu kelimeden maksat, "Âlimler ve bin­lerce insan" demektir.

Taberi nun, kelimesinin çoğulu olduğunu, mânâsının da "Sayısı çok bir cemaat" demek olduğunu söylemiştir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/378-379.)

(Meryem 19: 96) İman edip salih amel işleyenler var ya, şüphesiz rahman olan Allah, onları sevdirecektir.

Şüphesiz ki Allah'a, peygamberlerine ve rableri katında kendilerine gelen emir ve yasaklara iman eden ve helalleri işleyip haramlardan kaçınarak salih amel işleyen kulları Rahman olan Allah, dünyada mümin kullarına sevdirecektir. Mümin kullarının kalbine, onları sevme duygusunu yerleştirecektir.

Allah Teâla, kendi rızasını kazanan kulunu diğer mümin kullarına sev­dirir. Onu, diğer mümin kardeşleri arasında mutlu kılar, huzura kavuşturur. Ga­zabına uğrayan kullarını ise göklerde ve yerde sevilmeyen biri yapar ve onu mutsuz kılar.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu hususta bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyu­ruyor: "Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'i çağırır ve ona: "Ben falanı se­viyorum, sen de onu sev." der. Cebrail onu sever. Sonra göklerde "Şüphesiz ki Allah falanı seviyor siz de onu sevin." diye seslenir. Gök halkı da onu sever. Sonra o kişi, yeryüzünde de kabul görür (sevilir). Allah, bir kul'a da buğuz ettiği zaman Cebrail'i çağırır ve ona: "Ben falana buğuz ediyorum sen de ona buğuz et." der. Sonra Cebrail gök halkına: "Şüphesiz ki Allah falana buğuz ediyor, siz de ona buğuz edin."' diye seslenir. Gök halkı da ona buğuz eder olur. Sonra yeryüzünde de onun hali bu olur. (Kendisine buğuz edilir) (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/437-438.)

(Hucurât 49: 9) Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri, diğerine saldırmaya devam ederse, saldıran taraf Allah’ın hükmüne dönünceye kadar onlarla savaşın. Eğer Al­lanın hükmüne dönerse aralarını adaletle bulup barıştırın. Her zaman âdil davranın. Şüphesiz ki Allah âdil olanları sever.

Ey iman edenler, müminlerden iki gurup birbiriyle savaşacak olursa, on­ları, Allah’ın kitabındaki hükme çağırarak aralarını bulun. Şayet o guruplardan biri, Allah’ın kitabındaki hükmü kabul etmeyerek azgınlığa düşerse, Allah’ın hükmünü kabul etmeyene karşı, onun emrine boyun eğinceye kadar savaşın. Si­zin, o gurupla savaşmanızdan sonra Allah’ın kitabındaki hükmüne dönüp de bo­yun eğecek olursa siz bu iki gurubun arasında, Allah’ın kitabındaki hükmü uygu­layarak adaletli davranın. Ve onları barıştırın."

Abdullah b. Abbas, bu âyeti izah ederken şöyle demiştir: "Allah, pey­gamberine ve müminlere iman eden iki gurubun birbirleriyle savaşmaları halin­de onları Allah’ın hükmüıne davet etmelerini ve onlara adaletli davranmalarını emretmiştir. Şayet her ikisi de Allah’ın kitabındaki hükme boyun eğmeye karşı çıkacak olursa işte o, azgın bir guruptur. Müminlerin emirinin, Allah’ın hükmü­ne boyun eğdirinceye kadar onlarla cihad etmesi ve onlarla savaşması gerekir.

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şu olay zikredilmiştir: Enes b. Mâlik (r.a.) diyor ki:

"Resulullaha "Sen, Abdullah b. Übey’e (Abdullah h. Übey, Medine'de münafıkların reisi durumundaydı] gitsen nasıl olur?" denildi. Bu­nun üzerine Resulullah, merkebine binip hareket etti. Müslümanlar da onunla hareket edip yürüyemey başladılar. Üzerinde yürüdükleri arazi çorak bir yerdi. Resululah, Abdullah b. Übey'in yanına varınca o, Resulullaha "Benden uzak dur. Allaha yemin olsun ki senin merkebinin pisliği beni rahatsız etti." dedi. Bu­nun üzerine Ensar'dan bir kişi "Allaha yemin olsun ki Resulullahın merkebinin kokusu senin kokundan daha güzeldir." dedi. Abdullah b. Übey'in kavminden bir kişi de bu söze kızdı. Bu iki kişi birbirlerine sövdüler. Bunun üzerine bu iki kişiden herbirinin taraftarları da hiddetlendiler. Birbirlerini hurma dallarıyla, el­leriyle ve takunyalarla dövmeye başladılar. Bize ulaştığına göre "Eğer mümin­lerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını bulup barıştırın." âyetini işte bunlar hakkında nazil olmuştur (Bulıari,K.es-Sulh,bab: 1 /Müslim, K.el-Cihad, bab: 117, Hadis no: 1799]

Süddî bu âyet-i kerimenin, karısıyla geçimsizliğe düşen bir adam ile karı­sının taraftarları arasında çıkan anlaşmazlık üzerine nazil olduğunu söylemiş, Mücahid, Evs ile Hazreç arasındaki bir anlaşmazlık üzerine indiğini söylemiş Katade ise bu âyetin, Ensar'dan, birbirlerinde alacakları 'bulunan ve anlaşmazlı­ğa düşen iki kişi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Ancak birinci sebep, sahih hadis kitaplarında nakledildiğine göre tercihe sayandır. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/505-507.]

Sonuç değerlendirmesi: Allah’ın bizleri sevmesinin en güzel göstergesi verdiği nimetlerde de kendisini gös­ter­mek­tedir. Mutlak cömertliğin sahibi olan Allah, zaman zaman işlemiş oldu­ğu­muz hatalara rağmen ni­metlerinde kısıntı yapmamaktadır. Bu durum insanlar arasında da böyledir. Onlar da en çok sevdiklerine daha cö­mert davranmazlar mı? Allah bize kolaylık diler zorluk dilemez. Allah, sabredenleri sever. Allah'a, peygamberlerine ve rableri katında kendilerine gelen emir ve yasaklara iman eden ve helalleri işleyip haramlardan kaçınarak salih amel işleyen kulları Rahman olan Allah, dünyada mümin kullarına sevdirecektir. Şüphesiz ki Allah âdil olanları sever.

Allah’ın insanlara olan sevgisini ve şefkatini Kur’an; “er-Rahman”, “er-Rahîm” ve “Vedûd” sıfat isim­leriyle ifade eder. Her olumlu işe başlarken bu iki sıfat ismin geçtiği “Besmele” ile başlamak bizim de Allah’ın sıfatlarıyla donanarak sevgi temelli bir dünya kurmaya karar vermemiz demektir. Kendisinden bağışlanma dileyenleri bağışlaması, kendine karşı en büyük suçu işleyenleri bi­le anında cezalandırmaması Allah sevgisinin kula yansımasıdır. Ayrıca her kötülüğün karşılığının aynıyla cezalandırılmasına karşın iyiliği düşünmeye mükâfat verilmesi, tek bir iyiliğin karşılığının on katından başlayıp sonsuz derecede ödüllen­diril­mesi de Allah’ın kullarına olan sevgisinden başka bir şey değildir. Tüm bu özellikleriyle tanıttığımız Allah’ı biz de ne kadar çok tanırsak o kadar çok severiz. Güzel eylemleri içtenlikle çoğaltırsak o bi­zi sevdiği gibi başkalarına da sevdirir. Pey­gamberimiz; “Sev­meyende ve sevilmeyende hayır yoktur.” buyur­muş­tur. Ayrıca sevgi paylaşıldıkça büyür. Hz. Peygamber bunun için; “İn­san kendisi için sevdiğini mü’min kardeşi için sevmedikçe mükemmel bir şekilde iman etmiş olmaz.” buyurmuştur. قول النبي صلى الله عليه وسلم: "

إن الله قال: من عادى لي ولياً فقد آذنته بالحرب، وما تقرب إلي عبدي بشيء أحب إلي مما افترضت عليه، وما يزال عبدي يتقرب إلي بالنوافل حتى أحبه، فإذا أحببته كنت سمعه الذي يسمع به، وبصره الذي يبصر به، ويده التي يبطش بها، ورجله التي يمشي بها، وإن سألني لأعطينه، ولئن استعاذني لأعيذنهرواه البخاري. Peygamberimiz(sav) dedi ki: “Tanrı dedi: Bana vali olan kimseye, düşmanlık yapmak isteyene karşı savaş açarım. Kulum Bana ibadetlerle yaklaştığı zaman onu severim. Onu ​​sevdiğim zaman, onun işitme duyusu, onun görme yeteneği, onun vurduğu el ve onun yürüdüğü ayak yerine olurum ve Benden ona bir şey vermemi isterse ona veririm ve Bana sığınırsa ona sığınak veririm. ”Kudsi hadis Buhari tarafından rivayet edilmiştir.

 

3. İnsan Varlıkların En Üstünüdür (İsrâ 17:70, Teğâbun 64:3, Tîn 95:4)

Esbabu-n-Nuzul:                                           

İsrâ 17:70: Şüphesiz ki biz, Âdemoğlunu şerefli kıldık. Karada ve denizde onları taşıttık. Helâl ve temiz şeylerle rızıklandırdık. Onları, yarattıkları­mızın birçoğundan üstün kıldık.

Şüphesiz ki biz, Âdemoğlunu, diğer varlıklara hakim kılarak, diğer var­lıkları onun hizmetine vererek şerefli bir varlık kıldık. Biz onları karada ve de­nizde çeşitli binekler üzerine bindirerek taşıttık. Diğer canlılar için böyle bir imkân vermedik ve onları temiz ve helâl yiyecek ve içeceklerle rızıklandırdık. Biz onları, yarattıklarımızın birçoğundan pek üstün kıldık. İnsanın diğer varlıklardan farklı ve üstün olan tarafları, akıl sahibi ol­ması, konuşabilmesi, iyiyi kötüden seçebilme yeteneğine sahip olması, şeklinin güzel olması, boyca uzun olması, işlerini elleriyle görüp diğer ihtiyaçlarını on­larla gidermesi gibi meziyetlerdir. [ Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/301-302.)

Teğâbun 64:3: O, gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır. Sizi şekillendirmiş ve şeklinizi güzel bir biçimde yapmıştır. Dönüş yine onadır. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 8/313.]

Tîn 95:4: Andolsun Biz, İnsanı gerçekten ahsen-i takvimde yarattık."Andolsun ki Biz, insanı... yarattık" edenler hakkında inmiştir.buyruğu yeminin cevabıdır. "İnsan" ile kastedilen kâfirdir. Bunun Velid b. el-Muğire olduğu söylendiği gibi, Kelede b. Esîd olduğu da söylenmiştir. Buna göre buyruk, öldükten sonra di­rilişi inkâr "insan" ile kastedilenin Adem ve onun soyundun gelenler olduğu da söy­lenmiştir.

"Ahsen-İ takvım'de" buyruğu ile, onun mutedil ve dengeli yaratılışı ile gençliğinin olgunluğu kast edilmektedir. Genel olarak müfessirler böyle açıklamışlardır. O varlıkların en güzelidir. Çünkü herşey yüzüstü (yürüyecek şekilde) yaratılmış olduğu halde yüce Allah insanı dimdik yaratmıştır. Onun akıcı bir dili vardır, elleri vardır, kendileriyle yakaladığı parmaklan vardır.

Ebû Bekr b. Tâhir dedi ki: O akıl ile süslü, ilâhi emri yerine getiren, ayırdedme gücü ile doğru yola iletilmiş olan ve boyu yukarı doğru uzayan, ye­diği herşeyi eliyle uzanıp alan bir varlık olarak yaratılmıştır.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Yüce Allah'ın insandan daha güzel bir yaratığı yok­tur. Yüce Allah, onu canlı, bilgi sahibi, kudret sahibi, irade sahibi, konuşan, işiten, gören, işini çekip çeviren ve hikmetli bir şekilde davranan bir varlık olarak yaratmıştır. Bütün bunlar ise yüce Rabbin sıfatlarıdır. Bazı ilim adam­ları da bunları ifade etmişlerdir. "Allah Adem'i kendi sureti üzere yaratmış­tır" (Buhari, V, 2299; Müstim, IV, 2017, 21K3; Müsned, 11, 244, 251, 3"15, ili, 434, 463. 'Si] buyruğu da bu hususu beyan etmektedir. Bundan maksat da az önce sözünü ettiğimiz sıfatlarına (kısmen) sahih olması demektir. Bir rivayetle; "Rahmanın sureti üzere" (Taberanî, Kebir, XII, 430; Heysem", Mecma, VIII, 106] denilmektedir. Rahmanın müşahhas bir sureti na­sıl olabilir ki? O halde geriye sadece bunların mana olarak anlamlan kalmak­tadır.

el-Mubarek b. Abdu'l-Cebbar el-Ezdi bize haber vererek dedi ki: Bize Ka­dı Ebıı'l-Kasım Ali b. Ebi Ali el-Kadi el-Muhassin babasından haber vererek dedi ki: İsa b. Musa el-Haşimi eşini pek çok severmiş. Bir gün ona: Eğer sen aydan daha güzel değilsen benden üç talak ile boş ol, dedi. Hanımı kalkıp, ondan perde arkasına çekildi ve sen beni boşamış oldun, dedi. Çok zorlu bil­gece geçirdi. Sabah olunca Mansur'un sarayına gitti, ona durumu haber verdi. Bu işe katlanamayacağını açıkladı. Bunun üzerine (Mansur) fakihleri huzuruna çağırdı, onlardan fetva isledi. Bütün hazır bulunanlar: Hanımı boş oldu, dedi. Ebu Hanife mezhebine mensub bir kişi müstesna, o susuyor­du. Mansur ona: Sen ne diye konuşmuyorsun? dedi. Adam ona şu cevabı ver­di: Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile; "Andolsun incire ve zeytine, Sina da­ğına ve şu emin beldeye ki; andolsun Biz insanı gerçekten ahsen-i takvim­de yarattık." Ey müminlerin emiri! O halde insan eşyanın en güzelidir, ondan daha güzel hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine Mansur, İsa b. Musa'ya; Du­rum bu adamın dediği gibidir. Haydi hanımın yanına git, dedi. Ebu Cafer el-Mansur adamının hanımına da: Kocana itaat et, ona isyan etme, o seni boşamış olmadı, diye haber gönderdi.

İşte bu insanın batınen, zahiren, görünüşünün güzelliği ve hilkatinin ya­pısı itibariyle Allah'ın yarattığı en güzel mahluk olduğunu göstermektedir: İçindekileriyle baş, bir arada topaklıklarıyla göğüs, ihtiva ettikleriyle karın, iğin­de sakladıklarıyla fere, yakaladıklarıyla eller ve yüklenip taşıdıklarıyla ayak­lar... Bundan dolayı filozoflar şöyle demişlerdir: Şüphesiz ki, insan küçük ev­rendir. Zira yaratılmışlarda bulunan her ne varsa onda toplanıp bir araya ge­tirilmiştir.( İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/204-206.)

 

Sonuç değerlendirmesi: Evrenin en yüce varlığı olan insan, dünyanın gidişatından sorumludur. Gezegenimizdeki her türlü gelişmeden o sorumludur. Ken­di elleri ile ürettiği kötülükleri düzeltmek de onun görevidir. Eğer o, ken­disine bağışlanan kabiliyetlerini yerinde kullanmaz­sa, alt varlıklar olan; hayvan, bitki ve cansız maddeler seviye­sine düşmüş olur. Kur’an’a göre bu, alçalıştır ve insanın de­ğer alanının altına inişidir. Kur’an buna “esfel-i sâfi­lîn” der. Bu bakımdan insandan beklenen özündeki bü­tün kabi­li­yetlerini yerinde kullanarak değerler üret­me­sidir. Üstün varlık olan insanın bulunduğu yüce konumdan düşmesini Yüce Allah istemez. Bu sebeple Kur’an, insana iç ve dış hasımlarını insana tanıtmıştır. İnsanı “insanlık” konumundan düşüren bu şeyler; kötü tutkular, kötü ar­kadaşlar, her türden günahlar, şeytan, kötü çevre ve ce­halettir. Tüm bunlara karşı nasıl bir donanımla karşı koymamızın gerekleri de kutsal kitabımızda bizlere a­çıklanmaktadır.

 

4. Peygamberler En Güzel Modellerdir (Ahzâb 33: 21, Mümtehine 60: 4, 6)

Esbabu-n-Nuzul:

(Ahzâb 33: 21)  Muhakkak Allanın Resulünde, sizin için, Allah in rahmetini ve ahiretin nimetlerini arzulayanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir numune vardır.

Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede, Hendek savaşında, Resulullahın ordusu­na katılmayan münafıkları kınamakta biz müminlere de sözlerimizde, amelleri­mizde ve bütün davranışlarımızda Resulullahı örnek almamızı emretmektedir. Evet, biz müminler için en güzel örnek Resulullahtır. Zira o, bizleri yaratan Al­lah tarafından, bizlere doğru yolu göstermek için gönderilmiştir. O, Allah tara­fından, hata işlemekten korunmuş ve Cebrail (a.s.) vasıtasıyla devamlı olarak kontrol altında tutulmuştur. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 6/485.)

(Mümtehine 60: 4, 6) 4.Gerçekten İbrahim ve beraberindekilerde sizin için güzel bir ör­nek vardır. Hani bir zaman onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: "Şüphesiz biz, sizden ve Allahtan başka taptıklarınızdan uzağız. Bİz sizi asla kabul et­miyoruz. Yalnızca Allaha iman etmenize kadar bizimle sizin aranızda ebe­di bir düşmanlık ve kin ortaya çıkmıştır." Fakat İbrahim'in, babasına: "Mutlaka senin için Allahtan mağfiret dileyeceğim. Ama Allahtan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramam." sözü bunun dışındadır. Ey müminler siz şöyle deyin: "Ey rabbimiz biz sana güvendik, sana yöneldik. Kıyamet günü dönüşümüz yine sanadır." (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 8/255.)        6- Sizlerden, Allah’ı ve ahiret günü arzulayanlar için bunlarda mutla­ka güzel bir misal vardır. Kim yüz çevirirse şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmeye layıktır. Ey müminler, sizlerden, Allah’ın huzuruna çıkacağını, ahiret günde kur­tuluşa ereceğini ümit edenler için, İbrahim ve onunla birlikte olanlarda güzel bir numune vardır. Sizden kim, Allah’ın emrettiklerinden yüz çevirir ve Allah’ın düş­manlarını dost edinmeye girişirse bilsin ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Allah, onun iman ve itaatine muhtaç değildir. Yine bilsin ki Allah, nimetlerinin kıymetini bilen bütün yaratıkları tarafından övülendir. Böyle nankörlerin övmesine ihtiyacı yoktur. [ Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 8/257.]

Sonuç değerlendirmesi: Peygamberimiz Hz. Muhammed, Müslümanların örnek alacağı başlıca kişidir. Çünkü o, mükemmel bir baba, iyi bir eş, iyi bir komşudur. O, en güzel eğitici ve en güzel arkadaştır. Bu bakımdan Müslümanlar onu ve onun hayat tarzının(sünnetinin) model olarak almalıdırlar.  Bazı durumlarda onun yaptıklarının özündeki a­ma­ca göre çağdaş biçimler üreterek onu model­lemeliyiz. Sünnete uymak demek, onu bu anlayış içinde model almak­tır.

 

5. Her Yaygın Olan Doğru ve Güzel Olmayabilir (Mâide 5: 100, En’âm 6: 116, A’râf 7: 28)

Esbabu-n-Nuzul:

(Mâide 5: 100) De ki: "Murdar ile temiz -murdarın çokluğu boşuna gitse de- hiç­bir zaman bir olmaz. Şimdi ey akıl sahipleri Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz."                             Allah burada helal ile haramı, itaatkâr ile âsîyi, âdi olan şeyle iyi olan şeyi birbirinden ayırmak için darb-ı mesel getirdi. Kurtubî şöyle der: Bu lafız bütün işlere şâmildir. Kazançlarda, işlerde, insanlarda, ilimde ve diğer hususlarda düşünülebilir. Bütün bunlardan pis olan, çok olsa da, fayda vermez, değersizdir ve sonu güzel olmaz. İyi olanlar, az da olsa, fay­dalıdır, değerlidir ve sonu güzeldir. (Kurtubî, 6/327] Ebu Hayyân şöyle der: Açık olan şudur ki, habis (pis) ve tayyib (temiz) kelimeleri umûmîdir. Malın helali ve haramı, amelin iyisi ve kötüsü, insanların iyisi ve âdisi, inançların sağlamı ve bozuğu bunun ifade ettiği mânâya dâhildir. A'râf sûresinde bulunan Rabbin izniyle güzel mem­leketin bitkisi güzel çıkar. Kötü olandan ise, faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz (A'râf sûresi, 7/58]  âyeti, bu âyetin bir benzeridir. (el-Bahr, 4/27]

Ey akıl sahipleri! Allah'ın emirlerine sarılmak ve yasaklarından sakınmak suretiyle ondan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz ve Allah'ın rıza­sını ve ebedî nimetini kazanasıniz.( Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 2/150-151.]

 (En’âm 6: 116) Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolun­dan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "Zan'a uyarlar ve sadece tahmin yü­rütürler.

Bu âyet-i Kerime, yeryüzünde yaşayan insanların çoğunluğunun görü­şünün hakkı temsil etmediğini, çünkü bunların birtakım hayal ve kuruntulara dayandığını, bu itibarla çoğunluğun, doğru olmayan görüşüne uyulduğu takdir­de, insanları Allanın yolundan saptıracaklarını bizlere öğretmekte, azınlık tara­fından benimsenmiş olsa da, gerçeğe uymak gerektiğini bildirmektedir. O halde "Çoğunluk böyle düşünüyor öyleyse bu doğrudur" mantığı geçersizdir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/551.]

(A’râf 7: 28) Onlar, bir hayasızlık yaptıkları zaman: "Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti." dediler. Ey Muhammcd, de ki "Şüp­hesiz ki Allah, hayasızlığı emretmez. Bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı mı söy­lüyorsunuz.

Bu kâfirler, Kâbe’yi tava etmek için çırılçıplak soyunmak veya diğer za­manlarda açılıp saçılmak gibi bir hayasızlık yapıp ta ayıplandıkları zaman ken­dilerini şöyle müdafa ederlerdi. "Biz, atalarımızı da bu hal üzere bulduk. Biz,' onlara uyuyoruz. Bize bunu, Allah emretti."

Ey Muhammed, de ki: "Şüphesiz ki Allah, kullarına hayasızlığı ve çirkin işleri emretmez." Bu hayasızlıkları bize Allah emretti." diyerek, böyle bir şey dediğini bilmediğiniz halde Allah'a karşı iftirada mı bulunuyorsunuz?   

Mücahid, Said b. Cübeyr, Şa'bi, Sü'ddi ve Abdullah b. Abbas'tan nakle­dildiğine göre bu âyet-i kerime'de geçen, "Hayasızlıktan maksat. İslam gelme­den önce cahiliye döneminde bir kısım Arapların, giydikleri elbiseleriyle Kâbe’yi tavaf etmelerinin caiz olmadığı kanaatiyle arayı orayı çırılçıplak tavaf etmeleridir.

Bu hususta Mücahid diyor ki: "Kabeyi çıplak olarak tavaf ediyorlar ve "Biz orayı annemizden doğduğumuz gibi tavaf ediyoruz" diyorlardı. Kadınlar, ön taraflarına geniş bir kayış parçası bağlıyorlar ve şöyle diyorlardı. "Bugün bir kısmı veya tümü görünebilir. Fakat ben, görüneni helal yapmıyorum."

Süddi de diyor ki: "Yemen Araplarından bir kabile, Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Onlara: "Niçin böyle yapıyorsunuz?" denince de "Atalarımızı bu hal üzere bulduk. Bunu bize Allah emretti," derlerdi. İşte âyet-i kerime bu hu­susları beyan etmektedir. Mücahid'den nakledilen başka bir rivayete göre kendilerine "Muhafazakârlar." anlamına gelen "Humus" ismi verilen Kureyşliler dışında diğer bütün Araplar Kâbe’yi tam çıplak olarak tavaf ederlermiş. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/32-33.]

Sonuç değerlendirmesi: Kazançlarda, işlerde, insanlarda, ilimde ve diğer hususlarda düşünülebilir. Bütün bunlardan pis olan, çok olsa da, fayda vermez, değersizdir ve sonu güzel olmaz. İyi olanlar, az da olsa, fay­dalıdır, değerlidir ve sonu güzeldir. Yeryüzünde yaşayan insanların çoğunluğunun görü­şünün hakkı temsil etmediğini, çünkü bunların birtakım hayal ve kuruntulara dayandığını, bu itibarla çoğunluğun, doğru olmayan görüşüne uyulduğu takdir­de, insanları Allanın yolundan saptıracaklarını bizlere öğretmekte, azınlık tara­fından benimsenmiş olsa da, gerçeğe uymak gerektiğini bildirmektedir. Aklımız, aslında iyi ve kötü hakkında en sağlam öl­çüt­lerden biridir. Ancak yine de iyi , doğru, kötü , yanlış tutum ve dav­ranışları doğ­ru tanımlayabilmek için bilgiye ihtiyaç du­yu­lur. Kur’an’dan anla­dığımıza göre bize doğ­ruyu gösterecek bilgi, araştırmaya, incelemeye, düşünme­ye, denemeye dayalı olmalıdır. Te­melsiz, dayanaksız var­sa­­yımlar, sağlam bilgi kategorisinde sayılmaz­­lar. Kur’an’a göre sağlam bilgilerden biri de Allah’ın, peygam­berleri aracılığıyla gönderdiği bil­gi­ler­dir. Bu bilgiler de Kutsal Kuran’daki bilgi ve öğütlerdir. Amacımız Allah’ı severek, Allah'ın emirlerine sarılmak ve yasaklarından sakınmak suretiyle kurtuluşa erişmek ve Allah'ın rıza­sını ve ebedî nimetini kazanmaktır.

 

6. Güzel İşler Yapıyorsak Hatalarımız Bağışlanır (Furkan 25: 70, Ankebut 29: 7)

 

Esbabu-n-Nuzul:

 

(Furkan 25: 70) Ancak tövbe eden, imanında samimi kalıp, salih amel İşleyen bu­nun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir.

Abdullah b.Abbas diyor ki:

"Bundan Önceki iki ayet inince, Mekkeliler: "Biz, Allah'a başkalarım denk tuttuk, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıydık ve hayasızlıklar yap­tık." dediler. Bunun üzerine Allah Teala bu âyeti indirdi ve "Tövbe edip imanın­da sabit kalan ve salih amel işleyenlerin cezaya çaptırmayacaklarını beyan etti. (Buhari, K. Tefsirel-Kur'an, sure, 25, bab: 3]

Abdullah b.Abbas dahil bir kısım âlimler bu ve bundan önceki âyetlerin Mekke'de nâzil olduklarını ve bu âyetlerin, iman etmeden önce bu günahları iş­leyip sonra tövbe edenleri bahse konu ettiğini, iman ettikten sonra, kasıtlı olarak bir mümini öldürenin tövbesinin ise kabul edilmeyeceğini söylemişler ve delil olarak bu âyetlerden daha sonra inen ve Medine'de nazil olduğunda ittifak edi­len Nisa Suresi'nin şu âyetini zikretmişlerdir: "Kim bir Mümini kasten öldürürse, onun cezası cehennemdir. Orada ebedi olarak kalacaktır. Allah ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (Nİsa Suresi âyet: 93]

Diğer bir kısım âlimler ise bu âyetle adı geçen Nisa Suresi'ndeki âyetlerin çelişmediklerini, bu itibarla bunların birbirlerini meshetmediklerini söylemişler­dir. Zira Nisa Suresi'ndeki âyet, bir Mümini kasıtlı olarak öldürdükten sonra tövbe etmeyeni beyan etmiş bu âyet ise tövbe eden kimseyi bahse konu etmiş­tir. Ayrıca başka âyetlerde de şöyle buy utulmaktadır. "Şüphesiz ki Allah, kendi­sine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışındakini dilediği kimse için affeder. Kim Allah’a ortak koşarsa şüphesiz büyük bir günah ile iftira etmiş olur. (Nisa Suresi ayet: 48]"Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında diledi­ğini bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, muhakkak ki, derin bir sapıklığa düşmüştür. (Nisa Suresi âyet: 116]Günah işlediği halde tövbe edip imanlı olarak ölen kişi için tövbe kapısının açık olduğunu beyan eden birçok sahih hadis bulunmaktadır.

Âyet-i kerimenin son bölümünde "..İşte Allah, onların kötülüklerini iyi­liklere çevirir.." duyurulmaktadır. Bu ifade iki şekilde izah edilmiştir:

Birincisi şöyledir: Allah, şirk ve inkârcılıktan vazgeçip iman edenlerin, müşrikken işledikleri çirkin amellerini, mümin olduktan sonra işledikleri güzel amellere çevirir. Böylece onlar müşrik iken mümin olurlar, zina işlerken iffetli olurlar." Taberi de bu izah şeklini tercih etmiştir.

İkinci izah şekli ise şöyledir: Kulun daha önce işlediği kötü ameller, tövbe etmesi sayesinde kıyamet gününde iyi amellere dönüşecektir. Zira kul, her günah işlediğini hatırlayınca pişmanlık duyacak ve Allah'tan affını isteyecektir. Böylece kıyamet gününe vardığında aleyhine yazılmış olan günahların, iyilikle­re çevrildiğini öğrenecektir." (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 6/198-199.]

 

(Ankebut 29: 7) İman edip salih amel işleyenleri, biz onları mutlaka salihler arası­na katacağız.

Allah'a ve Peygamberine iman eden, Allah'ın emirlerini yerine getirip ya­saklarından kaçınarak salih amel işleyenleri, salih kulların girdikleri cennete ko­yacağız.  (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 6/361]   

Sonuç değerlendirmesi: Kur’an’a gö­­­re hoş karşılanmayan ve günah kabul edilen ey­lemlerde bu­lunduğumuzda ilk çabamız, işle­diği­miz hatayı Yüce Allah’a itiraf etmek olma­lıdır. Bunun için ondan özür dilemek, af dilemek ge­rekir. Hemen ardından bir daha suç işlememe niyetiyle ona söz vermek, ya­ni tövbe etmek lâzımdır. Ve bunun arkasından salih eylemler yapmalıyız çünkü Yüce Allah’ın insanların bağışlanmasını için salih eylemler yapmayı bağlamış olmaktadır. Ayetteki “salih eylem” kavramını, en geniş şekliyle düşünmek gere­kir. Allah’a, ailemize, topluma, insanlığa, çevremize, tabiata ve kendimize karşı yapmış olduğumuz her olumlu davranış ve ortaya koymuş olduğumuz her de­ğer bu kavramın içinde yer alır. Salih eylemlerimizi, yani güzel ve ye­rinde işlerimizi Allah rızası kazanmak dü­şüncesiyle yapmalıyız. İnsanın salih eylemde bulunur­ken, hem kendini olumlu yön­de geliştirdiğini, hem de çevresine ve insanlığa katkı sağladığını dü­şünmesi gerekir. Bunun ya­nında Allah’ın hoşnutlu­ğu­nu kazan­ma duygusu da yitiril­memelidir. İşte bu anlayış için­de yapılacak güzel işler, hataların silinmesini kulun daha önce işlediği kötü ameller, tövbe etmesi sayesinde kıyamet gününde inşallah iyi amellere dönüşmesine sağlanacaktır.

 

7- Yeteneklerimizin ve Güzelliklerimizin Kaynağında Allah Vardır (İbrahim 14:34, Nahl  16: 53)

Esbabu-n-Nuzul:

(İbrahim 14:34) Allah, istediğiniz herşeydcn size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan, çok zalim ve çok nankördür.

Allah, sizlere, gerek lisanınızla istediğiniz, gerekse halinizle istediğiniz ve muhtaç olduğunuz bütün nimetlerden verdi. Öyleki, sizler, Allah’ın o nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Ne yazık ki insan, bütün bunlara karşı şükretmek yerine nankörlük etmektedir. Zira insan, çokça haksızlık yapan ve çokça nankörlük edendir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/118]

(Nahl  16: 53) Size ulaşan bütün nimetler, Allah’tandır. Sonra bir zarara uğradığınızda yalnız ona yalvarırsınız.

Aciz olan İnsan, çaresiz kaldığında, yaratılışı icabı, kendisini yoktan var eden Allahtan başkasına sığınamaz. Ne var ki kendisine sığındığı yüce Mevla onu selamete ulaştırınca yeniden şımarır ve kendisine her türlü nimeti veren Allaha itaat etmeyi unutur. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/209.]

Sonuç değerlendirmesi: Örneğin Allah insana, mükemmel bir beden ve organları bağışla­dığını şu ayette açıkla­mak­ta­dır:“Allah  odur ki yerküreyi size kalacağınız yer, göğü de bina yaptı; sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı ve sizi güzel rızklarla besledi. İşte Rabb’iniz Allah budur. Bütün âlemleri yaratan Allah, ne yücedir.” (Mü’min suresi, 64. ayet)

Rahman suresi, 4. ayette ve Mülk suresi, 23. ayette konuşma yeteneğini, işitme, görme duyula­rını ve aklı verenin Allah olduğu anlatılmaktadır.

Bu yeteneklerin hiçbiri, yaratılışımızdaki yetilerimiz olmaksızın sadece bireysel kazanım­la­rımızla elde edilemez. Tüm bunların kaynağında Yüce Allah’ın var olduğunu görürüz. O zaman bu gü­­zel­liklerin sahibi olan insana düşen görev; yaşamı boyunca ge­liş­tirdiği yeteneklerin, Yaradan’la bağlantısını görmesidir. Sonra da tüm gü­zelliklerin kaynağında Allah’ın var olduğunu kavrayıp, bu nimetlere teşekkür etme çabası içinde olmasıdır. Böylece in­san, sahip olduğu bu nimetlerle kendine olduğun­dan daha büyük bir pay çıkararak büyüklenmekten ve böbür­lenmekten kurtulur. Yete­nek­lerini kötüye kullanarak diğer insanlara ve diğer varlık­lara haksızlık etmekten kaçar.

 

8.Tabiat Canlıdır Onu İncitmemek Gerekir (İsrâ 17: 44, Sâd 38: 18, 19, Haşr 59: 24)

Esbabu-n-Nuzul:

(İsrâ 17: 44) Yedi gök, yer ve onlarda bulunan varlıklar Allah’ı tesbih ve tenzih ederler. Aslında hiçbir şey yoktur ki hamd île Allah’ı tesbih etmesin. Ne var ki siz onların tesbih etmesini anlamazsınız. Şüphesiz ki Allah, çok yumuşak davranan ve çok affedendir.

Bir kısım âlimler burada, Allah’ı tesbih eden bütün varlıklardan maksadın, ruh sahibi varlıklar olduklarını söylemişler, diğerleri ise canlı veya cansız bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerini söylemişler ve delil olarak ta şunları söylemişlerdir:

Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"Ben, Resulullahın parmaklarının arasından su kaynadığını gördüm. Şüphesiz ki bizler, yenirken yemeğin tesbih ettiğini işittik. (Buhari, K. el-Menakıb, bab: 25 / Ahmed b. Hanbel, Müsned, Ç: 1, S: 460]

Cabir b. Abdullah diyor ki:

"Resulullah (s.a.v.) önceleri bir hurma kütüğünün üzerine çıkarak hutbe okuyordu. Ensar’dan bir kadının, Resulullaha bir minber yapılmasını teklif etmesi üzerine Resulullaha minber yapıldı. Cuma günü olunca Resulullah minberin üzerine çıktı. Hurma kütüğü, çocuğun ağlaması gibi ağlamaya başladı. Resulullah (s.a.v.) minberden aşağı inip onu kucakladı. Kütük hâlâ çocuğun inlemesi gibi inliyordu. Resululah ise onu teskin etmek istiyordu. (Buhari, K. el-Menakıb, bab: 25 /Tirmizî, K. el-Cuma bab: 10, Hadis No: 5005]

Bu Hadis-i Şerif birçok sahabe tarafından rivayet edilmiştir ve mütevatir hadislerdendir.

Bütün mevcudatın kendi lisanlarıyla ve kendi halleriyle Allah’ı tesbih ettikleri gibi hayvanlar da kendi lisanlarıyla Allah’ı tesbih ederler. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/287-288.]

(Sâd 38: 18) Şüphesiz biz dağları Davud'un merine vermiştik. Onlar Davud'Ia beraber gece ve kuşluk vakti tesbih ederlerdi. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/.125.]

(Haşr 59: 24) O, yaratan, yoktan var eden, yarattıklarını şekillendiren Allah’tır. En güzel isimler onundur. Göklerde ve yerde olan herşey onu tenzih ve tesbih eder. O, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Ma'kiI b. Yesar diyor ki:

"Resulullah bu âyetlerin fazileti hakkında şöyle buyurdu: "Kim sabahla­dığında üç kere: "Ben, kovulmuş olan şeytanın şerrinden, herşeyi işiten ve bilen Allaha sığını­rım." der de Haşr suresinin son üç âyetini okuyacak olursa Allah ona yetmiş bin meleği vekil kılar. Akşam oluncaya kadar o melekler onun için af dilerler. Şayet o gün ölürse şehit olarak ölmüş olur. Kim akşamleyin bunu söyler ve bunları okursa bu dereceye ulaşmış olur." Tirmizî, K.Patlail el-Kuran, bab: 22, Hadis no: 2922 / Ahıııcd b. Ilanhel, Müsııed, c.5, S.26

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 8/246-247.] Âyet-i kerimede, en güzel isimlerin Allaha ait olduğu zikredilmektedir. Bu isimler, A'raf suresinin yüz sekseninci âyetinde zikredilmiştir.

Sonuç değerlendirmesi:  Bu ve benzeri ayetler, insanın, dili olan bir tabiatta yaşa­dı­ğını hissetmesine yol açar. Özellikle de tabiatın Allah’ın sürekli gözlemlenerek okunan bir ayeti olduğunu düşününce bu du­yar­lılığı daha da artar. Bütün mevcudatın kendi lisanlarıyla ve kendi halleriyle Allah’ı tesbih ettikleri gibi hayvanlar da kendi lisanlarıyla Allah’ı tesbih ederler. Eğer insan tabiatı severek geliştirme yerine, ona egemen ol­mayı ister ve bu yönde çalışırsa tabiatta denge bozulur. Nitekim tabiata karşı acıma­sız ve say­gı­sız tutumların sonucu olarak yeryüzünün çeşitli bölgelerinde çevre felâketleri yaşanmıştır. Bu yüzden insanlık, artık tabiatla daha dengeli bir ilişki kurmaya çalışmalıdır. Peygamberimiz, savaş zamanlarında bile bitkilere zarar verme­meyi, ağaç­ları kesmemeyi öğütlemiştir. Hayvanlara karşı da aynı hassasiyeti gös­teren Hz. Muhammed, on­la­­ra güçlerinin üzerinde yük vur­mayı yasakla­mıştır.

Kısacası tabiat, insanıyla, bitkisiyle, hayvanlarıyla ve dağları, taş­ları ve denizleriyle bir canlıdır.  Biz insanlar da buna göre davranmak zo­run­dayız ve Allah’ı unutmadan devamlı olarak O’nu tesbih etmeliyiz. Aksi hâlde yaratılış amaç­la­rını tersine çevirmiş olu­ruz hem de yaşadığımız evreni yaşanamaz bir hâline getiririz.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Allah bize yakındır    17.05.2020

 

T.C

ANKARA ÜNİVERSİTESİ, İLAHİYET FAKÜLTESİ

YÜKSEK LİSANS

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ

TEFSİR BÖLÜMÜ

 

  

HAZIRLAYAN

SAJAD ETTONNIL JAMLUDEEN

ÖĞRENCİ NUMERSİ 18912755

 

 

DANIŞMAN

PRÖF.DR. AHMET NEDİM SERİNSU

BAHAR DÖNEMİ

ANKARA 202

 

 

 

 

 

 

 Allah, Bize Bizden de Yakındır

Bakara suresi 2:186

وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِى عَنِّى فَإِنِّى قَرِيبٌ ۖ أُجِيبُ دَعْوَةَ ٱلدَّاعِ إِذَا دَعَانِ ۖ فَلْيَسْتَجِيبُوا۟ لِى وَلْيُؤْمِنُوا۟ بِى لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.

Enfal suresi 8:24

يا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ ۖ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.

kaf 50:16

      ولَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ ۖ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.

Yakınlık denilince insanın aklına, öncelikle, mesafe yakınlığı gelir. Halbuki, günlük hayatımızda yakınlığı daha farklı şekilleriyle de kullanırız; yakın akrabam, cana yakın, gelmesi yakın gibi. Bütün mekânları yaratan Allah, mekândan münezzeh olduğuna göre, O’nun bize yakınlığı yahut bizim O’nun yakınlığını talep etmemiz elbette mekân ve mesafe boyutunda düşünülemez. Dünyaya geldik, iman ile şereflendik, bizi yaratan ve ana rahminde terbiye eden Rabbimizi tanımaya başladık. O’nun Rahmân ve Rahîm olduğunu, sıfatlarının sonsuz ve mutlak olduğunu, mahlukatına benzemekten münezzeh olduğunu öğrendik. Bu imanımız ve marifetimiz bizi Rabbimize yaklaştırdı. Ama, O’nun zâtını bilmekten, sıfatlarının mahiyetini bilmekten yine sonsuz derece uzaktayız.Bu âlemi ve içindeki her şeyi yaratan Allah, bize bizden daha yakındır; zira biz henüz ortada yokken bu muhteşem ve harika âlemi bizim için ve bize göre yaratmış bulunuyor. Biz ise O’nun cemal ve kemalini hakkiyle idrakten çok uzağız. Her varlığı yokluktan kurtarıp varlık alemine getiren Allah’tır. Bu varlıkların hiçbiri ne zatıyla, ne sıfatlarıyla Allah’ın zatına ve sıfatlarına benzemezler. Zira, zatları da mahluktur, sıfatları da. Hiçbir şey O’nun misli gibi olmadı.”(Şura, 42/11) ayetinin kati haberiyle, Allah hiçbir mahlukuna benzemez. Öyle ise, hiçbir varlık O’nun zat ve sıfatlarının mahiyetini hakkıyla bilemez. Bu noktada her varlık O’na sonsuz uzaktır. O ise, bütün varlık aleminde İlâhî sıfatlarıyla icraatta bulunduğu için her şeye kendi varlıklarından daha yakındır. Cenâb-ı Hakk’ın varlığı bütün varlıklardan öncedir, zira onları yaratan O’dur. Yine bütün varlıklar ölümü tattıklarında O’nun mukaddes varlığı yine devam eder. Nur Külliyatında Ve Yümit” bahsinde verilen o harika misali hatırlayalım. Akan bir ırmakta kabarcıkların parlayıp gitmelerinden şu ders çıkarılıyordu: Kabarcıklar parlamalarıyla güneşin varlığını, sönüp gitmeleriyle de onun devam ve bekasını ilan ediyorlardı.

®  Aslında Allah’a yakınlık kazanmaları çok zordur.

·         İman ve küfür birbirinin zıddıdır. Birine yakınlaşmak insanı diğerinden uzaklaştırır.

·         Tevhid ve şirk de birbirinin zıddıdır; aynı hüküm bunlar için de geçerlidir.

Keza, salih ameller insanı Rabbine yaklaştırırken, isyanlar O’nun rahmetinden uzaklaştırır.

Bir hadis-i kutsinin baş kısmının mealini naklederek konuyu noktalayalım:

kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır, sonar nafilerle….”Demek ki, Allah’a yaklaşmanın yolu farzları tam olarak yerine getirmekle birlikte, sünnetlere ve sair nafile ibadetlere de elden geldiği kadar riayet etmekten geçiyor.Bu yolun zıddı olan günahlar ve isyanlar insanı Allah’ın rahmetinden uzaklaştırır ve O’na yakınlık kazanmasına engel olurlar.

Allah'a iman eden kimse, Onu tanıdıkça hem çok sevecek hem de çok korkacaktır. Bu nedenle Onu sevmenin ve ondan korkmanın yolu Onu, sıfatlarını, isimlerini ve eserlerini tanımaktır. Ayrıca ibadetleri yamakla ve günahlardan sakınmakla da artacaktır. MuhabbetullahAllah Teâlâ'nın kemâl ve cemâlini idrak ve takdir oranında kalpte oluşan ilâhî bir nurdur. Bu muhabbet ile insan ruhu, kederlerden ve hüzünlerden kurtulur. Safî neşe ve huzura kavuşur. İnsan ruhunu yüksek erdeme ulaştıran sebeplerin en sağlamı, Allah sevgisidir.

Cenâb-ı Hak, insanın kalbine sonsuz bir muhabbet kabiliyeti yerleştirmiştir. Bu sonsuz muhabbet, ancak zât ve sıfatlarıyla nihayetsiz kemâlde bulunan Allah içindir. Yâni, insana lütfedilen bu sevgi kabiliyeti Allah'ı sevmek içindir.

İnsan bir şeyi ya ondaki kemâl, yahut ondan aldığı lezzet ve gördüğü menfaat için sever. Meselâ, bir Müslüman peygamberleri, evliyaları, irfan ve fazilet sahibi zâtları, onlardaki “kemalât-olgunluk-erdem” için sever. Kendisine ihsan eden kimseleri, onlardan gördüğü lütuf ve ikramları için sever. Yediği yemek ve meyveleri ise lezzetleri için sever. İnsan, aklen ve vicdanen bilir ki, kemâllerini takdir ettiği, ihsanlarından memnun olduğu ve lezzet aldığı bütün bu varlıklar Allah'ındır. Hepsini O yaratmıştır. Bunlarda tecelli eden bütün kemâl, cemâl ve ihsanlar, hep O'ndan gelmektedir.

Öyleyse, insan kendindeki bu nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, evvela ve bizzat Allah'a verecek, diğer bütün muhabbete lâyık zâtları, nimetleri ve ihsanları da Allah için sevecektir. Bozulmamış her akıl, tefessüh etmemiş her vicdan, bu hakikati kabul eder.

 Allah'ı sevmeye ve O'ndan korkmaya da ölçü getirmiştir. Allah sevgisinin ölçüsü, “iyi amel işlemek”, Allah korkusunun ölçüsü ise, “takvâ” yâni günahlardan sakınmaktır.

Konumuzla ilgili olarak sevgide ölçü” üzerinde biraz durmakta fayda görüyoruz.

Biz Müslümanlar sonsuz ve şartsız olarak ancak Allah'ı severiz. Sonra Peygamberimizi (s.a.v) severiz. Ama, O'nu (s.a.v) -hâşâ- Allah gibi değil, Allah'ın kulu ve Resulü olarak severiz. O'ndaki bütün kemalâtın kendi zâtından değil, Allah'tan olduğuna iman ederiz. O'nun, Cenâb-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının tecellisine en geniş bir ayna olduğunu bilir ve bu itibarla kendisini canımızdan, malımızdan ve akrabalarımızdan kısaca her şeyimizden daha çok severiz.

Allah ve Resulü (sav)'nden sonra diğer peygamberleri, sonra dört halifeyi, sonra diğer sahabeleri severiz. Sonra da derecelerine göre, bütün evliyaları ve müminleri severiz... Sonuç olarak, sevgimizde İslâmîyet’in koyduğu ölçülere dikkat ederiz.

Allah'ı sevmenin nasıl olacağına gelince, bu hususta Kur'ân-ı Kerim şu ölçüyü koymuştur: “De ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı affetmekle örtsün. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.” 

“Allah'a (c.c.) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seveceksiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. O'na benzemek ise, O'na ittiba etmek (tâbi olmak)tır. Ne vakit O'na ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah'ı seversiniz; tâ ki, Allah da sizleri sevsin.”

Bu ayet-i kerime ve izahından anlaşıldığı gibi, Allah'ı sevmenin yöntemi, Peygamber Efendimize (s.a.v) uymaya çalışmaktır. Bir mümin, itikat, ahlâk ve ibadette Resulüllah'a benzemek ve O'nun getirdiği bütün hükümleri mümkün olduğu kadar uygulamakla Allah'ı sevmiş olur. Ashâb-ı kirâmın büyüklüğü, Resulüllah'a tâbi olmakta en ileri seviyede olmalarındadır. Bu vadide, Hz. Ali (r.a) ve Âl-i Beyt'in de çok özel bir yeri vardır. Öyleyse onları seven her mümin de, onlar gibi Peygamberimize (s.a.v) tâbi olmakla sorumludur. Sonuç olarak, Peygamberimiz (s.a.v) Allah'ın sevdiği, razı olduğu insan modelidir. Bir mümin O Rehber-i Ekmel'e benzediği ölçüde Allah'ı sevmiş ve O'nun muhabbetini kazanmış olur.

Bize göre insan, varlık âleminde -ister yerde olsun ister gökte- bütün varlıkların en üstünüdür. Biz bunu insanın yaratılışı hakkındaki âyet ve hadislerden anlıyoruz. İnsanın üstün olmasının nedeni onun sahip olduğu şu özelliklerdir

1- İlahi bir ruha sahip olması,

2- Meleklerin secde ettiği varlık olması,

3- Yaratılışın ve varlığın özü olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) insan olması.

İnsandan daha üstün bir varlığın yaratılması felsefeye göre zati olarak imkânsız değilse de yukarıda saydığımız özelliklerden dolayı böyle bir şeyin olması uzak bir ihtimaldir.

 

 

Cevabın daha iyi anlaşılabilmesi için bir kaç noktaya dikkat çekmek istiyoruz:

 

1- İnsan âlemdeki bütün varlıklar hakkında tam bir bilgiye sahip değildir ama insan vahiy, Peygamberler (a.s) ve Masum İmamlar’ın (a.s) verdiği bilgilerle çeşitli varlıklar ve insanın konumu ve derecesi hakkında bilgiler elde edebilir. Örnek olarak şu rivayete dikkatinizi çekmek istiyoruz:

 

Abdullah b. Sinan diyor ki: “İmam Sâdık’a (a.s) ‘Melekler mi üstündür yoksa Âdemoğulları mı?’ diye sorduğumda cevap olarak Hz. Ali’nin (a.s) şu sözünü aktardı: “Allah meleklere şehvetsiz akıl verdi, hayvanlara da akılsız şehvet. İnsana ise aklın yanında şehvet de vermiştir. Eğer insanın aklı, şehvetine galip gelirse meleklerden de üstündür ama şehveti aklına üstün gelirse hayvandan da aşağıdır.”

 

2- İnsanın yerde ve gökte olan bütün varlıkların en üstünü olduğuna inanıyoruz. Biz bunu âyet ve hadislerden çıkarmaktayız. Bu üstünlüğün nedeni insanın sahip olduğu özelliklerden dolayıdır. Aşağıda bu özelliklere kısaca işaret ediyoruz:

 

a) İnsanın önemli özelliklerinden ilki onun ilahi bir ruha sahip olmasıdır. Bu özellik yalnızca insana özgüdür. Kur’an buyuruyor:

 

“Onun yaratılışını tamamlayıp kemale getirerek ruhumdan üfürünce...”

b) Melekler insanın karşısında secde ettiler:

 

“Hani meleklere Âdem’e secde edin demiştik… bütün melekler secde etmişlerdi..

 

c) Yeryüzünde Allah’ın halifesi olmak, insanı melekler, cinler gibi diğer varlıklardan ayıran başka bir özelliğidir:

 

“Hani rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım demişti 

d) İnsanın bir başka özelliği, onun yaratılışın asıl hedefi olmasıdır. Gerçekte başka varlıkların yaratılışı insan ve onun faydalanması içindir:

 

“Göklerde ve yeryüzünde ne varsa ram etmiştir size 

“Ey Ademoğlu! Varlıkları senin için yarattım, seni de kendim için

 

Bunun nedeni belki de insanda, âlemin en aşağı mertebesinden yani tabiat âleminden, en üstün mertebe olan rüşd mertebesi yani fena fillah mertebesine çıkma gücünün olmasıdır.

 

e) Yaratılışın özü olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) insan oluşu, insanın melekler, cinler vs. varlıklardan üstün olduğuna en büyük delildir.

 

Yaptığımız açıklamalardan anlaşıldı ki, insan bütün âlemin en üstün varlığıdır. Allah Teâlâ, Bakara Sûresinde meleklerle konuşmasını anlatırken Âdem’in (a.s) yaratılış nedeni ve sürecine şöyle değinmektedir:

 

“Hani rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım demişti...” 

Halife Arapça’da, “kendisinin üstünde kimsenin olmadığı imam”a denir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ, insana bu lakabı vermekle onun yeteneklerini var olan ve var olacak her şeyden üstün etmiştir. Eğer Yüce Allah Âdem’den daha üstün birini yaratmak isterse insanın bu makamdan (halifetullah’tan) azledilmesi gerekir.

 

Öte yandan insanların içinde, yaratılışın özü ve varlık âleminin doruğu Hz. Muhammed (s.a.a) ve Masum İmamlar (a.s) vardır. Dolayısıyla Allah’ın insandan daha üstün bir varlık yaratacağı uzak bir ihtimaldir.

 

®     Aslında peygamberler insanlar için güzel bir örnektir.

Yüce Allahın emirleri mesajları insanlara yöneliktir. Diğer bir ifade ile vahiyin muhatabı insanlardır. Bu mesajları insanlara en iyi bir insanaçıklayabilir. bir insane başka bir inasanı anlayabılır. sevinci üzuntüsu paylaşabilir. onula kolay iletişim kurup derdini paylaşabilir. yaşamıylal ona örnek olabilir. Bu yüzden peygamberler insanlardan seçilmişlerdir. dolayısyla peygamberler gerek sözleriyle gerek davranışlarıyla insanlar için en güzel bir örnektir. çevrimizde çalışkanlılığıyla, yetenekleriyle, başarılarıyla, güzel  ahlakıya örnek alabileceğimiz kişiler olabilir. Ancak peygamberler hariç her insanın hatalı,  kusuru yönleri vardır. Peygambeler ise günahsiz insanlardır ve onlar Allah’tan vahıy alıralar. Yüc Rabbimiz eğer insnalara peygamber göndermeseydi , insanlar akılları vasıtasıyla Allah’ın varlğını kavraslar bile o’nu yeterince tanıyamaz. peygamberler Alla’ın büyük bir niamettir. İnsanlara hidayet göseteren Cihan’a geldiği  bütün  peygamber her insane bir modeldir. O onalrın hayatında gerçekleştirilmiştir.

Yüce Allah, “Bize katından bir rahmet ve  içinde bulunduğuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa  ulaşmaı kolaylaştır”.

و آخر دعوانا أَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعالَمِين
0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2023-2024 Arşivi
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi