1. Allah, Bize Bizden de Yakındır
(Bakara 2:186, Enfâl 8:24, Kâf 50:16. ayet) Esbabu-n-Nuzul:
(Bakara 2: 186) “Kullarım sana beni sorunca; İşte
ben, muhakkak yakınımdır. Bana dua edince Ben o dua edenin davetine icabet
ederim. O halde onlar da benim davetime icabet ve bana iman etsinler ta ki
hidayete ereler.”
Bazı müfessirler, bu ayet-i
kerime ile "oruç gecesinde hanımlarla mübaşeretin helâl kılındığına dair ayet-i
kerime (Bakara, 187) ile irtibat kurarak bu helâl kılmadan önce oruçlu olduğu
günün gecesinde hanımı ile yatan veya yatsıdan sonra yiyip içenlerin bu
yaptıklarından nedametle Efendimiz (sav)'e gelmeleri ve bir çıkış yolu
sormaları üzerine onların bu yaptıklarının affedildiğinin ve Rablerine bu
husustaki tazarruların makbul olduğunun bildirilmesi sadedinde bu âyetin nazil
olduğu şeklinde bazı rivayetler kaydetmişlerse de[ el-Kurtubi el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân,
II,206.] sebep daha genel bir şekilde Allah'a
nasıl, nerede, ne zaman duanın daha makbul olduğuna dair sorular olsa gerektir. Medine
halkından bazı yahududiler Hz. Peygamber (sav)'e: "Sen, bizimle gök
arasında beşyüz yıllık yol var, her bir semanın kalınlığı da bizim semamızın
kalınlığı gibidir, diyorsun. Öyleyse Rabbımız bizim dualarımızı nasıl
işitiyor?" dediler de bu âyet bunun üzerine nazil oldu da denilmiştir
(Abdulfettâh ei-Kâd, Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbe ve'1-Mufessirîn, s. 26). Bu,
İbn Abbâs kavlidir (Îbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1,189). Oruç gecelerinde yeme-içme ve
kadınlara yaklaşma uyuduktan sonra yasak iken bu yasağı bir şekilde ihlâl
edenler bundan pişman olarak Hz. Peygamber (sav)'e gelmiş ve:" Allah bizim
tevbemizi kabul eder mi?" diye sormuşlar da bunun üzerine
Allah Tealâ bu âyeti indirmiş (Râzî, Mefâtîhu'i-Cayb, v,94-95). (Ey Muhammed, Beni
senden sorarlarsa, şüphesiz ki. Ben çok yakınım. Bana dua edenin duasını, dua
etliğinde kabul ederim. O halde benim davetimi kabul etsinler ki doğru yolu
bulalar. Ey Muhammed, kullarım, benim nerede olduğumu sorarlarsa, bilsinler ki
ben onlara çok yakınım. Onların dualarını işitir ve onlardan, dua edenin
duasına dua ettiği anda cevap veririm. Öyleyse bana iman
etsinler ve bana itaat etsinler ki onlara sevap ve ikramlarımı bol bol vereyim.
Böylece doğru yolu bulmuş olsunlar. Müfessirler
bu âyet-i kerimenin nüzul sebebinde farklı görüşler zikretmişlerdir:
Hasan-ı Basriye göre bu âyetin nüzul sebebi, Resuluîlahm
sahabilerinin bazılarının "Rabbimiz nerededir?" şeklinde soru
sorulandı. Diğer bazılarına göre ise, bir kişinin, "Ey Muhammed, rabbimiz
bize yakın mıdır? Ona gizlice yalvaralım. Yoksa uzak mıdır ona yüksek sesle dua
edelim?" diye sorması üzerine nazil olmuştur. Ataya göre ise:
"Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin duanızı kabul edeyim. (Gâfir
suresi, 40/60) âyeti inince bir
kısım insanlar: "Rabbimize ne zaman dua edelim?" demişler ve âyet-i
kerime bunun üzerine nazil olmuştur. Yani "Kulum bana ne zaman dua ederse
ben ona yakınımdır, duasını kabul ederim, her zaman davetine icabet
ederim." demektir.
Mücahide göre ise bu âyetin nüzul sebebi: "Bana dua
edin duanızı kabul edeyim." âyeti inince bir kısım insanlar "nerede
dua edelim?" demişler bunun üzerine: "Nereye yönelirseniz rabbinizin
yüzü oradadır. (Bakara-suresi, 2/115] âyet-i kerimesi nazil olmuş ve
bu âyetin nüzul sebebi de insanların bu sorulan olmuştur.
Katadeye göre ise bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi, bir
kısım insanların "Bana dua edin duanızı kabul edeyim." âyetinin
inmesi üzerine: "Ey Allanın Peygamberi, biz, rabbimize ne şekilde dua
edelim?" diye sormaları üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.
Allah teala, kullarına şah damarından daha yakındır.
Yalvarmalarım ve dualarını işetmektedir. Kullar ona ihlasla dua ettikleri
surete Allah’ın o duaları , kabul edeceği ümidi kuvvetlidir. Dua ederken
bağırıp çağırmak şart değildir. Zira o, duaların gizlisini de işitendir.
Ebu Musa el-Eş'ari diyor ki:
"Bir sefer sırasında Resulullah ile beraber
bulunuyorduk. Her bir vadiye geldiğimizde bağırarak tehlil ve tekbir getiriyorduk.
Bu durumumuzu gören Resulullah şöyle buyurdu: "Ey insanlar kendinize
acıyın. Çünkü sizler, sağırı ve gaip olanı çağırmıyorsunuz. Şüphesiz ki o
sizinle beraberdir. O, çok iyi işiten ve çok yakın olandır. (Buharı, K.
el-Cihad, bab: 131, K. ed-Da'vâl, bnb: 51/Iîhu Davud, K. el-Vilr, bab: 26 Hadis
No: 1526] Bu hususta Resulullah
(s'.a.v.) diğer bir hadisi şerifinde de şöyle buyurmaktadır:
"Bir müslüman, Allaha karşı içinde günah bulunmayan
ve akrabalık bağını kesmeyen bir duada bulunursa, Allah o müslümana bu
duasının karşılığında üç mükâfattan birisini mutlaka verecektir. Ya istediğini
derhal verir veya onu âhirete bırakır yahut ta bu duası karşılığında ondan bir
kötülüğü uzaklaştırır. (Ahmed b. Hanbal, c. 3, s. 183]
Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki:
"Allah teala bu âyet-i kerimede: "Bana dua edenin duasını dua
ettiğinde kabul ederim." buyurmaktadır. Hâlbuki dua eden bir çok insanın
duasının kabul edilmediği görülmektedir." Buna cevaben denilir ki: "Bunun
iki izah şekli vardır:
a- Bu âyette
zikredilen "Kulun duası"'ndan maksat, onun, Allanın emirleri
doğrultusunda amel işlemesidir. Böylece kulun, rabbinin rızası doğrultusunda
amel işlemesi halinde rabbi onun amellerini kabul eder ve vaadettiği karşılıklarını
verir. Nitekim Resulullahın, bu âyet-i kerime hakkında bir hadis-i şerifte:
"Dua ibadettir" buyurduğu, bundan sonra da
"Rabbiniz şöyle dedi: "Bana dua edin ki duanızı kabul edeyim.
Şüphesiz ki bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler rezil ve perişan
olarak cehenneme gireceklerdir. (Ğâfir suresi, 40/60] âyetini
okuduğu rivayet edilmiştir. (Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'ân, sure, 2, bab:
16, Hadis No: 2969]
Nitekim, Hasan-ı Basrinin de bu âyetteki duayı "İbadet
ve amel" mânâsına yorumladığı rivayet edilmektedir.
b- Bu sorunun
diğer bir cevabı da şudur: Allah teala bu âyet-i kerimesinde: "Ben,
bana dua edenin duasını, dua ettiği zaman dilersem kabul ederim."
demektir. Bu izaha göre, âyet genel bir ifade taşımakta ise de Allah
Teâlâ’nın dilemesi ile kayıtlıdır. [ Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi,
Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/438-440.)
(Enfâl 8:24) “Ey iman edenler,
Allah'ın Resulü sizi, kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, hemen
Allah'ın ve Resulünün davetini kabul edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi
arasına girer. Ve onun huzurunda toplanacaksınız.”
Ey iman edenler, Allah'ın Resulü sizi, insanlara hayat veren
imana, hakka ve Kur'an davet ettiği zaman davetini kabul edin. İyi bilin ki her
şey, Allah'ın tasarrufu altındadır. O, kalpleri dilediği gibi
evirip çevirir. O, kalpler üzerinde, onları taşıyan bedenlerden daha hakimdir.
Allah dilerse müminin kâfir olmasını, kafirin de mümin olmasını engeller.
Âyet-i kerime'de geçen ve "Hayat verecek şey" diye
tercüme edilen ifadesinden neyin kastedildiği hususunda müfessirler, çeşitli
görüşler zikretmişlerdir.
a- Süddiye göre
burada insanlara hayat verdiği bildirilen şeyden maksat, İslam ve imandır.
İnsanlar kâfir iken ölüler gibi oldukları halde müslüman olduktan sonra onlar
hayat bulmuş olurlar.
b- Mücahide göre
burada, insanlara hayat verdiği zikredilen şeyden maksat, haktır. Hakkı kabul
edenler hayata kavuşmuş olurlar. Bâtıla saplananlar ise ölü gibidirler.
c- Katade’ye göre
ise burada, insanlara hayat verdiği zikredilen şeyden malıdır. Âyetin, "Ve
onun huzurunda toplanacaksınız." ifadesi bu izahı güçlendirmektedir.
f- Allah,
kişinin aczini güç'e, korkusunu cesarete çevirerek onunla kalbi arasına girer.
O halde kalbinizde hissettiğiniz korku ve acz'den dolayı iman ve itaattan geri
durmayın. Allah'a dayanın o, sizin aczinizi giderir.
Taberi,bu görüşlerden tercihe sayan olan görüşün şu görüş
olduğunu söylemiştir. "Allah, kullarının kainlerine, onları taşıyan
vücutlardan daha fazla hakimdir. Dilediği zaman, kullarıyla kalpleri arasına
girer de kalb sahibi olan kişi iman, inkâr, anlama ve benzeri herhangi bir şeyi
idrak edemez olur.
Âyetin bu şekilde izah edilmesi, yukarıda zikredilen
görüşlerin hepsini kapsamış olur ki, âyetin genel ifadesine uygun olan da
budur.) (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/200-202.)
(Kâf 50:16) “Şüphesiz insanı
biz yarattık. Nefsinin ona ne fısıldadığını da biliriz. Biz ona, şah
damarından daha yakınız.”
Şüphesiz ki insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne gibi
vesveseler verdiğini de biliriz. Onun sırlan ve kalbinde olanlar bizden gizli
değildir. Zira biz insana şah damarından daha yakınız.
Âyette geçen "Biz ona şah damarından daha
yakınız." ifadesinden maksat: "Biz ona, kendisinden daha fazla
sahibiz." veya "Biz ona gelen vesveseleri kendisinden daha iyi
biliriz." demektir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi,
Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/530.]
(Hadid suresi, 4) “Gökleri ve yeri altı günde
yaratan, sonra Arşa istiva eden O'dur. O, yere gireni ve çıkanı, gökten ineni
ve göğe çıkanı bilir. Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir. Allah,
yaptıklarınızı çok iyi görendir.”
Yedi kat gökleri, yerleri ve oralarda bulunanları yaratan
sonra Arşa istiva eden O'dur. Allah, yaratıklarından, yerin içine girenleri de
ondan dışarı çıkanları da, gökten yeryüzüne inenleri de, yeryüzünden göklere
yükselenleri de bilir. O, sizin yaptıklarınızı görmekte, nasıl hareket
ettiğinizi bilmektedir. O, yaptıklarınızı zapt ettirmektedir. Herkese amelinin
karşılığını verecektir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi,
Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 8/169.] Sonuç: Allaha iman edip, O’na tam olarak teslim etmeliyiz ki bizden
rıza olsun ve ikramlarda bol bol bulunsun. Allanın emirlerine itaat edip, Rabbinin
rızası doğrultusunda amel işleyip, Rabbimiz inşallah amellerimizi kabul eder ve
vadettiği karşılıklarını verir. Biz Allah’ın davetine icabet ve imanda sebat
edip, inşallah doğru yolu buluruz ve bahtiyar kimselerden oluruz. Yüce Allah’ın bize karşı bu yakın ilgisi
karşısında biz de onun yakınlığına ibadetlerimizle, dualarımızla ve güzel
eylemlerimizle karşılık vermeye çalışmalıyız.
2. Allah Bizi Seviyor (Bakara 2: 185, Âl-i İmrân 3:
146, Meryem 19: 96, Hucurât 49: 9)
Esbabu-n-Nuzul: (Bakara 2-185)- O sayılı günler Ramazan ayıdır ki, insanlara
doğru yolu gösteren hidayeti ve hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur'an bu
ayda indirildi. Sizden kim o aya erişirse, onu oruçla geçirsin. Kim hasta olur
veya yolculukta bulunur da oruç tutamazsa, tutamadığı günler sayısınca, başka
günlerde oruç tutsun, Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez ki böylece
sayıyı tamamlayasınız. Sizi doğru yola ilettiği için Allah'ı yüceltesiniz
ve şükredesiniz.
O sayılı günler, insanları doğru
yola ileten, helal ve haramı açıklayan, hakkı ve bâtılı ayıran Kur’an’ın inmeye
başladığı Ramazan ayıdır. Kim, mukim olduğu halde Ramazan ayına erişirse o ayı
sonuna kadar oruçla geçirsin. Kim de hasta olur veya yolculukta bulunur da
orucu yerse, yediği günler sayısınca Ramazan dışındaki günlerde oruç tutsun.
Allah, bu hükmü size göndermekle sizin için hafiflik ve kolaylık diler. Zorluk
ve meşakkat dilemez ki böylece yolculuk ve hastalıkla tutamadığınız günlerin
sayısını tamamlayasınız ve size vermiş olduğu hidayet ve başarıdan dolayı,
bayram günü tekbirlerle onu yüceltesiniz ve bu nimetlerinden dolayı ona
şükredesiniz.
Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede,
îslamın temel ibadetlerinden biri olan orucun farziyetini beyan etmektedir.
Orucun farz kılınışının hikmetleri pek çoktur. Bu konuda Resulullah efendimizden
varid olan şu hadis-i şerifleri zikretmek mümkündür.
Resulullah (s.a.v.) efendimiz
buyuruyor ki:
"Sizden kimin evlenmeye gücü
yeterse evlensin. Çünkü evlenmek, gözü zinaya karşı daha iyi kapatır ve namusu
daha iyi muhafaza eder. Kimin de evlenmeye gücü yetmezse oruç tutsun. Çünkü oruç,
onun için bir bağdır. Cinsi arzuları frenler) (Buhari, K. es-Savm, hah-
20, K cn-Nikiih, hah: 2, S/Mııslim, K un-Nukâh, bub: I. Hadis No: 1400 Ncsl-Î,
K. es, .S-y;ım, bab: 43]
Peygamber efendimiz bu hususta
diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor;
"Oruç bir kalkandır. Oruçlu
insan hayasızlık yapmaz, cahilce davranmaz, bir kimse onunla dövüşmek veya
sövüşmek isterse oruçlu, o kişiye "Ben oruçluyum, ben oruçluyum."
desin. Hayatım, kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki oruçlunun ağız kokusu,
Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlu, yemeyi, içmeyi ve cinsi
arzularını, benim için terkeder. (Allah Teâlâ buyuruyor ki:) Oruç benim içindir
onu mükâfatlandıracak ta Ben’im. İyiliğin karşılığı birde on ‘dur. [1][ Buhari, K.es-Snvm, hab: 2/Müslim,K.es-Sıyam,,bab
163,Hadis No: 1151]
Peygamber efendimiz (s.a.v.)
diğer hadis-i şeriflerinde de şöyle buyuruyor:
"Kim, Ramazan orucunu,
inanarak ve sevabını Allahtan bekleyerek tutarsa onun geçmiş günahları
affedilir. [2][ Buhari, K. el-İman, bab: 28]
"Ramazan geldiğinde gök
kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur. [3][ Buhari, K. es-Savnı, bab: 5/Müslim, K.
es-Sıyam, bab: 1, Hadis Nn: 1079]
Taberi diyor ki: "Arap
dilini bilen bir kısım insanlar, "Ramazan" kelimesinin kökünden
geldiğini, mânâsının da "Yakan" "Kızdıran" demek olduğunu.
Ramazan ayına bu adın verilmesinin, kendisinde şiddetli sıcak olmasından
kaynaklandığını, öyleki bu sıcağın şiddetinden deve yavrularının bile yandığını
söylemişlerdir.
Mücahid ise "Ramazan" kelimesini
tek olarak kullanmaktan kaçınarak "Bu belki de Allahın isimlerinden biridir,
biz onu, Allah Teâlâ’nın kullandığı gibi kullanıp ona "Ramazan ayı"
diyelim." demiştir.
Âyet-i kerimede. Ramazan ayının
içinde, Kur’an’ın indirildiği zikredilmektedir. Bundan maksat, Kur’an’ın kadir
gecesinde bir bütün olarak levh-i mahfuzdan dünya semasına, diğer bir adıyla
"Beytül Mu'mura yahut Beytül İz-ze'ye indirilmesidir. Daha sonra da peyder
pey çeşitli münasebetlerle Hz. Muhammed (s.a.v.)'e indirilmiştir. Nitekim
Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Şa'bî bu âyeti bu şekilde izah
etmişlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas’ın özetle şunları söylediği rivayet
edilmektedir: "Kur'an bir bütün olarak Ramazan ayının içinde bulunan ve
"Mübarek" adıyla vasıflandırılan "Kadir" gecesinde",
yazılmış sahifelerden alınıp "Beytül Ma'mur" denen yere
indirilmiştir. Beytül Ma'mur da dünya semasındaki yıldızların mevkileridir.
Kur'an daha sonra da oradan peyder pey Hz. Muhammed (s.a.v.)'e indirilmiştir.
Bu inişler, bir kısma emirler, yasaklar ve savaşlara ait hükümler gerektikçe
devam etmiştir.
Vâsile ise, Resulullahın şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"İbrahime inen sahifeler,
Ramazanın ilk gecesinde indirilmiştir. Tevrat Ramazanın altıncı gününde İncil
ise on üçüncü gününde Kur'an da yirmi dördüncü gününde indirilmiştir."
[4][ Ahmed b. Hanbel, Müsned, e. 4, s. 107]
Ayet-İ kerimede: "Sizden kim
o aya erişirse onu oruçla geçirsin." buyurulmaktadır. Müfessirler bu
âyet-i kerimenin bu bölümünü çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
a- Her kim evinde mukim olarak
bulunduğu halde Ramazan ayına erişecek olursa o kimsenin, bütün Ramazan ayını
oruçla geçirmesi gerekir. Öyle ki Ramazan ayında yolculuğa çıksa bile orucunu
tutmak zorundadır. Zira önemli olan, kişinin Ramazan ayının başındaki
durumudur. Ramazan başladığında kişi mukim ise sonuna kadar mukimdir. Ramazan
İçinde yolculuğa çıksa bile durum aynıdır. Kişi şayet Ramazan başladığında
yolcu ise oruç tutup tutmamakta serbesttir.
Bu görüş, Ubeyde es-Selmani,
Süddi, Hammad, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas ve Hz. Aliden rivayet
edilmiştir.
b- Diğer bir kısım müfessirler
ise, âyet-i kerimenin bu bölümünün mânâsının, "Sizden kim. Ramazan ayının
ne kadarında hazır bulunacak olursa o kadarını oruçla geçirsin." yani,
"mukim olduğu kadarının orucunu tutsun. Yolculuğa çıkınca orucunu yeyip
daha sonra tekrar tutmasında mahzur yoktur." demek olduğunu
söylemişlerdir.
Bu görüş. Ebu Mey sere, Hz. Ali,
Şa'bî, Hakem, Hammad, Hasan-ı Basri ve Said b. el-Müseyyeb'den rivayet edilmiş,
Ebu Meysere ve Hz. Alinin Ramazanda yolculuk yaptıklarında oruç tutmadıkları
nakledilmiştir.
c- Başka bir kısım âlimler de
âyetin bu bölümünü şöyle izah etmişlerdir. "Sizden kim, akıllı, buluğ
çağına ermiş ve mükellef olduğu halde Ramazan ayına erişecek olursa onu oruçla
geçirsin." Bunlara göre, deli bir kimse, Ramazan ayının bitmesine bir gün
kala akıllanacak olsa. Ramazan ayına mükellef olarak yetişmiş olduğundan
Ramazan orucunun tümünden sorumludur. Son bir günün orucunu tuttuğu gibi
diğerlerini de kaza eder. Fakat Ramazan bittikten sonra akıllanacak olsa,
Ramazan ayına mükellef olarak yetişmediğinden Ramazan orucunu kaza etmesi
gerekmez." Bu görüş, Ebu Hanife ve arkadaşlarından nakledilmiştir.
Taberi, Ebu Hanife ve
arkadaşlarından nakledildiğini söylediği bu görüşün anlamsız olduğunu
söylemiştir. Çünkü Ramazan ayını deli olduğu halde geçirenin, Ramazan orucunu
tutmakla yükümlü olmadığım söylemek, Ramazan ayını baygın halde geçirenin de bu
ayın orucunu tutmak zorunda olmadığım söylemeyi gerektirir. Halbuki bütün âlimler,
Ramazanın tümünü baygın halde geçirip te Ramazandan sonra ayılan kişinin
Ramazan orucunu kaza etmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. O halde
Ramazan boyunca aklı başında olmayan herkes te baygın kişinin durumuna tabi
olur. Durum böyle olunca âyeti yukarıdan zikredildiği şekilde izah etmeleri
batıldır," Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Âyeti bu şekilde izah
etmek batıl olduğuna göre onu: "Kim Ramazan ayında mukim olarak erişirse
onun tümünü oruç tutarak geçirmek zorundadır. Yolculuk yapsa dahi orucunu
bozmamalıdır." şeklindeki te'vil daha batıl ve daha fasittir. Çünkü
Resulullahın, Mekkenin fethi yılında Ramazan ayının bir kısım günlerini oruçla
geçirdikten sonra yola çıkınca hem kendisinin orucunu bozduğuna hem de sahabelerine,
oruçlarını bozmaları için emir verdiğine dair, birbirini destekleyen hadis-i
şerifler nakledilmiştir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Resulullah (s.a.v.) Ramazan
ayında yola çıktı. Oruca başlamış durumdaydı. "Usfan" denen yere
varınca bir kap ile su istedi ve onu gündüzün İçti. İnsanlar onu görüyorlardı.
Sonra Resulullah yemek yedi[5][ Neseî, K.. es-Sıyam, bab: 54] Başka
bir rivayette, Abdullah b. Abbas şöyle demiştir:
"Resulullah Ramazan ayında
oruç tutarken yolculuğa çıktı. "Kudeyt" denen yere varınca ona bir
kapla süt getirildi. Resulullah onu içti, orucunu bozdu, sahabeleri de
bozdular. [6][Neseî,
K. es-Sıyam, bab: 56]
Hamza b. Amr diyor ki:
"Ben, Resulullaha,
yolculukta oruç tutmanın hükmünü sordum o da buyurdu ki: "Oruç tutmak
istersen tut. Orucu yemek istersen ye. [7][ Neseî, K- es-Sıyam, bab: 59]
Ebu Said el-Ffudri diyor ki:
"Biz, Ramazan ayında Resulullah
ile yolculuk yapıyorduk. İçimizden bazılarımız oruçlu oluyor bazılarımız da
oruçlarını yiyorlardı. Ne oruç tutanlarımız oruç yiyenleri ayıplıyor ne de
oruçlarını yiyenler oruç tutanları ayıplıyorlardı[8][ Neseî, K. es-Sıyam, hah: 59]
Cabir b. Abdullah diyor ki:
"Biz, Resulullah ile beraber
yolculuk yaptık. Bazılarımız oruç tutuyor bazılarımız yiyorlardı.
Taberi diyor ki: "Zikredilen
bu deliller, yukarıda beyan edilen iki görüşün fasit olduklarını ortaya
koyduklarına güre "Kim Ramazan ayını mukim olarak geçirecek olursa onun
tümünü oruç tutmakla yükümlüdür. Kim de o ayda hasta olur veya yolculuğa
çıkacak olursa orucunu yiyebilir. Yediği günler sayısınca başka günlerde oruç
tutar." şeklindeki izahın doğru olduğu ortaya çıkmış olur.
Âyet-i kerimede: "Kim hasta
olur veya yolculukta bulunur da oruç tutamazsa, tutamadığı günler sayısınca
başka günlerde oruç tutar."
Tutmaktadır. Burada zikredilen ve
oruç tutmamaya imkân veren hastalığın ne derecede bir hastalık olacağı
hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.
Hasan-i Basri ve İbrahim
en-Nehaiye göre orucu yemeye imkân veren hastalık, kişinin, ayakta namaz
kılmasına engel olacak kadar bir hastalıktır. Eğer kişi, hastalığından dolayı
ayakta namaz kılamıyorsa işte bu kişinin Ramazan orucunu yiyip sıhhata
kavuştuktan sonra, tutamadığı günler sayısınca kaza etmesi gerekir.
İmam Şafiiye göre ise Ramazanda
oruç tutmamaya imkân veren hastalık, oruç tutanın durumunu beklenmedik bir
çekikle değiştirecek olan bir hastalıktır.
Taberi diyor ki: "Bize göre
doğru olan görüş, halinde orucun tutulmamasına ruhsat verdiği hastalık, oruç
bir şekilde sarsan hastalıktır." diyen görüştür. Böyle bir durumda
Ramazanda oruç tutmayıp sonra kaza edebilir. Böyle bir kimseyi, oruç tutmayı
zorlamak, kişiyi zor işle mükellef tutmak olur ki, Allah Teâlâ’nın: "Allah
size kolaylık diler zorluk dilemez," beyanına ters düşer.
Müfessirler, yolcu olan insanın
Ramazanda orucunu yemesinin şart mı yoksa bir ruhsat mı olduğu hakkında farklı
görüşler zikretmişlerdir.
a- Bazılarına göre, Ramazan
ayında yolculuk yapanın orucunu yemesi şarttır. Zira bu, yolculuk yapan kimseye
Allah Teâlâ tarafından verilen bir ziyafettir. Bu ziyafeti kabul etmek gerekir.
Bunlara göre Ramazan ayında yolculuk yapan kişi ve oruç tutacak olursa bu orucu
Ramazan orucu yerine geçmez, mukim olduktan sonra yolculuk anında oruçlu veya
oruçsuz olarak geçirdiği günlerin hepsi için orucunu kaza eder. Bunlara göre
mukim ve sağlam olan kişiye Ramazan ayında oruç tutmak gerekli olduğu gibi
misafir olana da Ramazan geçtikten sonra yolculuk yaptığı günler kadar oruç
tutması gereklidir. Bu görüş. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Dehhak, Hz.
Ömer, Ebu Hureyre ve Urve b, Zübeyrden nakledilmiş ve bu hususta Abdurrahman b.
Avf in da Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ettiği nakledilmiştir.
"Yolculuk halinde oruç tutan kimse, mukim iken orucunu yiyen kimse
gibidir. [9][ Taberi, hu sözün Abtlurrahman b. Avf
tarafından, Resulullaha İsnad edilerek rivayet edilen bîr hadîs olduğunu
snylemişse de, Nesekle bu st>z, ResuluHaha isnııd edilmeyip, Abdurrah-man b.
Avfm sözü olarak rivayet edilmiştir. Bunun îgin Basını/, (Nescî, K. cs-Sryam,
bab.1 53)]
b- Diğer bir kısım müfessirler
ise, Ramazanda yolculuk yapan kimsenin orucunu yemesi, Allah tarafından ona
tanınmış olan bir ruhsattır. Yolcu, Ramazan ayında orucunu tutacak olursa
borcunu ifa etmiş olur. Orucunu yiyecek olursa Ramazanın dışındaki günlerde
onları kaza eder." demişlerdir.
Bu görüş, Ömer b. Abdülaziz, Urve
b. Zübeyr, Ömer b. el-Hattab, Enes b. Mâlik, Osman b. Ebil As, Aîâ, Said b.
Cübeyr, Hasan-i Basri, Mücahid ve Kasım b. Muhammed gibi sahabi, tabiin ve müfessirlerden
rivayet edilmektedir.
Taberi de bu görüşü tercih etmiş
ve özetle şunları söylemiştir: Âyet-i kerimede ruhsat, yolcu ile hastaya
birlikte tanınmıştır. Şayet hasta Ramazanda kendisini zorlayarak oruç tutacak
olursa orucunun sahih olacağı, iyileştikten sonra Ramazanın dışındaki günlerde,
hasta iken tuttuğu oruçları kaza etmeyeceği hakkında icma vardır. Hasta ile
yolcu aynı âyette zikredilirken. "Ramazanda hastanın oruç tutmaması bir
ruhsat, yolcunun tutmaması ise bir şarttır." demek nasıl doğru olabilir?
Durum hasta için ne ise yolcu için de odur. Diğer yandan Allah Teâlâ’nın, âyetteki
şu ifadesi, buna başka bir delil getirmeye ihtiyaç bırakmamaktadır.
"Allah sizin için kolaylık diler zorluk dilemez." Ramazan'da yolculuk
yaparken orucunu tutan kimsenin, orucunu tutmamış kabul edilmesi ve mukim
olduğu zaman, oruç tuttuğu halde onu kaza etmesi gerektiğini söylemekten daha
zor bir şey var mıdır? Yolcu kendisi için zor olanı seçmiş ve oruç tutmuştur.
Buna rağmen onun, orucunu kaza etmesi gerektiğini söylemek onu büyük bir zora
koşmaktır. Yine Ramazan'da yolculuk yapan kimsenin, orucunu tutup tutmamakta
serbest okluğuna dair Resulullah'tan birbirini destekleyen bir çok hadis
rivayet edilmiştir. Bu hadisler başka delile ihtiyaç bırakmamışlardır. Bu
hususta daha önce zikredilen hadislere ilaveten, yıl boyunca oruç tutan Hamza
b. Amr'in rivayet ettiği şu hadisi de görelim. Hamza diyor ki: "Dedim ki:
"Ey Allanın Resulü, ben
yolculuk sırasında oruca devam ediyorum buna ne dersiniz?" Resuİullah da
"Dilersen tut dilersen tutma." buyurdu[10][ Neseî, K. es-Sıyam, bab: 56]Hamza
diğer bir rivayette şöyle demiştir:
"Dedim ki: "Ben, yolcu
iken oruç tutmaya güç yetirebilecek biriyim. Benim, oruç tutmamda bir mahzur
var mı?" Resulullah buyurdu ki: "Bu, Allah tarafından bir ruhsattır.
Kim bu ruhsatı kullanacak olursa güzel bir şeydir. Kim de oruç tutmayı severse
onun için bir mahzur yoktur. [11][ Neseî, K. es-Sıyam, bah: 57]
Taberi diyor ki: "Şayet,
Cabirden rivayet edilen şu hadis-i şerif delil gösterilerek bu görüşe karşı
çıkılmaya çalışılacak olursa cevaben denilir ki: "Hadis-i Şerifte,
yolculuk esnasında oruç tutan kimsenin takatsiz hale gelerek yere düştüğü, bu
yüzden oruç tutmasındansa tutmamasının daha evlâ olduğu muhakkaktır. Zira Allah
Teâlâ bir kimsenin kendisini bizzat tehlikeye atmasını yasaklamıştır.
Cabir b. Abdullah diyor ki:
"Resulullah, bir ağacın
gölgesinde bulunan ve üzerine su serpilen bir adamın yanından geçti ve
"Bu arkadaşınızın neyi var?" diye sordu. Dediler ki: "Ey Allah’ın
Resulü, o oruçludur." Resulullah: "Yolculuk yaparken oruç tutmanız
takva değildir. Sizler, Allanın size vermiş olduğu ruhsatı alın ve kabul
edin." dedi[12][ Neseî, K. es-Sıyam, bab: 47]
Taberi sözlerine devamla diyor
ki: "Resulullahtan,
"Yolcu iken oruç tutan,
mukim iken oruç yiyen gibidir. [13][ Neseî, K. es-Sıyam, bab: 53]
şeklinde rivayet edilen haberlere gelince, bu haberler doğruysa belki de
bunlar, yukarıda zikredilen, ağacın gölgesinde alınıp üzerine su serpilen
adamın durumuna benzer kimseler için söylenmiştir. Aslında bu gibi haberlerin
Resulullaha isnad edilmesi doğru değildir. Çünkü senetleri pek zayıftır. Bu
gibi haberleri delil olarak göstermek caiz değildir.
Âyet-i kerimede: "Allah size
kolaylık diler zorluk dilemez." buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas,
Mücahid ve Dehhaka göre burada zikredilen "Kolaylık"tan maksat,
"Yolcu iken oruç tutmamaktır." "Zorluk"tan maksat ise
"Yolcu iken oruç tutmaktır." Bu hususta Abdullah b. Abbas’ın şöyle
dediği rivayet edilmektedir: "Ramazan ayında yolculuğa çıkan kimse
kendisim oruç tutmaya da zorlamaz tutmamaya da. Çünkü Allah Teâlâ: "Allah
sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez." buyurmuştur. [14][ Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi,
Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/429-438.]
(Âl-i İmrân 3: 146) Nice
Peygamberler vardır ki, rablerine ihlasla kulluk edip bir çok kimseler onlarla
birlikte savaşmışlardır. Allah yolunda kendilerine isabet eden zorluklara
aldırmamışlar, zayıflık göstermemişler ve boyun eğmemişlerdir. Allah,
sabredenleri sever.
Nice Peygamberler gelip geçmiştir
ki onlarla beraber bir çok ihlaslı ve samimi insanlar savaşmışlardır. O
insanlar zayıflık göstermemiş ve düşmanlarına boyun eğmemişlerdir. Allah,
cihadda sabredenleri sever. Gevşeyip zaafı yete düşenleri değil.
*Habbab b. Eret diyor ki: "Bir
gün Resulullah (s.a.v.) Kâbe’nin gölgesinde hırkasını yastık yapmış yaslanırken
biz ona dedik ki: "Ey Allanın Resulü, bizim için yardım dilemez misin?
Bizim için dua etmez misin? Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Sizden önceki ümmetlerden, kişi alınıp götürülüyor, onun için bir çukur
kazılıyor, içine konuyordu. Testere ile vücudu başından aşağı ikiye
bölünüyordu. Bütün bunlar onu dininden ayıramıyordu. Etinin altındaki sinir ve
kemikleri demir taraklarla taranıyor bu da o kimseyi dininden ayıramıyordu. Allaha
yemin olsun ki bu iş tamam olacaktır. Öyle ki bir yolcu San’adan Hadramuta
kadar yürüyecek, bu yolculukta başka kimseden değil sadece Allahtan korkar
olacak bir de sürüsü için kurdun saldırmasından korkacaktır. Fakat sizler acele
ediyorsunuz." (Buharı, K. el-Munakıb, bab: 25, K. el-îkrah,bab: I/Ebu
Davud, K-el-Cihad bab 97, Hadis No: 2649]
Âyet-i kerimede geçen ve
"Rablerine ihlasla kulluk edenler." diye tercüme edilen kelimesi,
âlimler tarafından çeşitli şekillerde tefsir edilmiştir.
a- Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Katade,
İkrime, Mücahid, Rebil b. Enes, Dehhak, Süddi ve İbni-i İshaka göre kelimesinden
maksat, "Topluluklar ve binlerce insan" demektir. Bu izaha göre
âyetin mânâsı, "Nice Peygamberler vardır ki onlarla birlikte bir çok
topluluklar, binlerce insan savaşmışlardır." şeklindedir.
b- Abdullah b. Abbas ve Hasan-ı Basri’den nakledilen diğer bir
görüşe göre bu kelimeden maksat, "Âlimler ve fatihler" demektir.
c- İbn-i Mübarekten nakledilen başka bir görüşe göre bu kelimeden
maksat, "Sabırlı takva sahipleri" elemektir.
d- İbn-i Zeyde göre bu kelimeden maksat, "Uyanlar ve tabi
olanlar" demektir.
e- Bazı Basra Nahivcilere göre bu kelimeden maksat, "Rablerine
kulluk edenler" demektir.
f- Bazı Küfe âlimlerine göre ise bu kelimeden maksat, "Âlimler
ve binlerce insan" demektir.
Taberi nun, kelimesinin çoğulu
olduğunu, mânâsının da "Sayısı çok bir cemaat" demek olduğunu
söylemiştir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar
Yayınevi: 2/378-379.)
(Meryem 19: 96) İman edip salih amel işleyenler var ya, şüphesiz rahman olan Allah,
onları sevdirecektir.
Şüphesiz ki Allah'a,
peygamberlerine ve rableri katında kendilerine gelen emir ve yasaklara iman
eden ve helalleri işleyip haramlardan kaçınarak salih amel işleyen kulları
Rahman olan Allah, dünyada mümin kullarına sevdirecektir. Mümin kullarının
kalbine, onları sevme duygusunu yerleştirecektir.
Allah Teâla, kendi rızasını
kazanan kulunu diğer mümin kullarına sevdirir. Onu, diğer mümin kardeşleri
arasında mutlu kılar, huzura kavuşturur. Gazabına uğrayan kullarını ise
göklerde ve yerde sevilmeyen biri yapar ve onu mutsuz kılar.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu
hususta bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor: "Allah bir kulunu sevdiği
zaman Cebrail'i çağırır ve ona: "Ben falanı seviyorum, sen de onu
sev." der. Cebrail onu sever. Sonra göklerde "Şüphesiz ki Allah
falanı seviyor siz de onu sevin." diye seslenir. Gök halkı da onu sever.
Sonra o kişi, yeryüzünde de kabul görür (sevilir). Allah, bir kul'a da buğuz
ettiği zaman Cebrail'i çağırır ve ona: "Ben falana buğuz ediyorum sen de
ona buğuz et." der. Sonra Cebrail gök halkına: "Şüphesiz ki Allah
falana buğuz ediyor, siz de ona buğuz edin."' diye seslenir. Gök halkı da
ona buğuz eder olur. Sonra yeryüzünde de onun hali bu olur. (Kendisine buğuz
edilir) (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar
Yayınevi: 5/437-438.)
(Hucurât 49: 9) Eğer
müminlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulup barıştırın.
Eğer onlardan biri, diğerine saldırmaya devam ederse, saldıran taraf Allah’ın
hükmüne dönünceye kadar onlarla savaşın. Eğer Allanın hükmüne dönerse
aralarını adaletle bulup barıştırın. Her zaman âdil davranın. Şüphesiz ki Allah
âdil olanları sever.
Ey iman edenler, müminlerden iki
gurup birbiriyle savaşacak olursa, onları, Allah’ın kitabındaki hükme
çağırarak aralarını bulun. Şayet o guruplardan biri, Allah’ın kitabındaki hükmü
kabul etmeyerek azgınlığa düşerse, Allah’ın hükmünü kabul etmeyene karşı, onun
emrine boyun eğinceye kadar savaşın. Sizin, o gurupla savaşmanızdan sonra Allah’ın
kitabındaki hükmüne dönüp de boyun eğecek olursa siz bu iki gurubun arasında, Allah’ın
kitabındaki hükmü uygulayarak adaletli davranın. Ve onları barıştırın."
Abdullah b. Abbas, bu
âyeti izah ederken şöyle demiştir: "Allah, peygamberine ve müminlere iman
eden iki gurubun birbirleriyle savaşmaları halinde onları Allah’ın hükmüıne
davet etmelerini ve onlara adaletli davranmalarını emretmiştir. Şayet her ikisi
de Allah’ın kitabındaki hükme boyun eğmeye karşı çıkacak olursa işte o, azgın
bir guruptur. Müminlerin emirinin, Allah’ın hükmüne boyun eğdirinceye kadar
onlarla cihad etmesi ve onlarla savaşması gerekir.
Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi
hakkında şu olay zikredilmiştir: Enes b. Mâlik (r.a.) diyor ki:
"Resulullaha "Sen,
Abdullah b. Übey’e (Abdullah h. Übey, Medine'de
münafıkların reisi durumundaydı] gitsen nasıl olur?"
denildi. Bunun üzerine Resulullah, merkebine binip hareket etti. Müslümanlar
da onunla hareket edip yürüyemey başladılar. Üzerinde yürüdükleri arazi çorak
bir yerdi. Resululah, Abdullah b. Übey'in yanına varınca o, Resulullaha
"Benden uzak dur. Allaha yemin olsun ki senin merkebinin pisliği beni
rahatsız etti." dedi. Bunun üzerine Ensar'dan bir kişi "Allaha yemin
olsun ki Resulullahın merkebinin kokusu senin kokundan daha güzeldir."
dedi. Abdullah b. Übey'in kavminden bir kişi de bu söze kızdı. Bu iki kişi
birbirlerine sövdüler. Bunun üzerine bu iki kişiden herbirinin taraftarları da
hiddetlendiler. Birbirlerini hurma dallarıyla, elleriyle ve takunyalarla
dövmeye başladılar. Bize ulaştığına göre "Eğer müminlerden iki gurup
birbirleriyle savaşırlarsa aralarını bulup barıştırın." âyetini işte
bunlar hakkında nazil olmuştur (Bulıari,K.es-Sulh,bab:
1 /Müslim, K.el-Cihad, bab: 117, Hadis no: 1799]
Süddî bu âyet-i kerimenin,
karısıyla geçimsizliğe düşen bir adam ile karısının taraftarları arasında
çıkan anlaşmazlık üzerine nazil olduğunu söylemiş, Mücahid, Evs ile Hazreç
arasındaki bir anlaşmazlık üzerine indiğini söylemiş Katade ise bu âyetin,
Ensar'dan, birbirlerinde alacakları 'bulunan ve anlaşmazlığa düşen iki kişi
hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Ancak birinci sebep, sahih hadis
kitaplarında nakledildiğine göre tercihe sayandır. (Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/505-507.]
Sonuç değerlendirmesi:
Allah’ın bizleri sevmesinin en güzel göstergesi verdiği nimetlerde de
kendisini göstermektedir. Mutlak cömertliğin sahibi olan Allah, zaman zaman
işlemiş olduğumuz hatalara rağmen nimetlerinde kısıntı yapmamaktadır. Bu
durum insanlar arasında da böyledir. Onlar da en çok sevdiklerine daha cömert
davranmazlar mı? Allah bize kolaylık diler zorluk dilemez. Allah, sabredenleri
sever. Allah'a, peygamberlerine ve rableri katında kendilerine gelen emir ve
yasaklara iman eden ve helalleri işleyip haramlardan kaçınarak salih amel
işleyen kulları Rahman olan Allah, dünyada mümin kullarına sevdirecektir. Şüphesiz
ki Allah âdil olanları sever.
Allah’ın insanlara olan sevgisini ve şefkatini Kur’an;
“er-Rahman”, “er-Rahîm” ve “Vedûd” sıfat isimleriyle ifade eder. Her olumlu
işe başlarken bu iki sıfat ismin geçtiği “Besmele” ile başlamak bizim de
Allah’ın sıfatlarıyla donanarak sevgi temelli bir dünya kurmaya karar vermemiz
demektir. Kendisinden bağışlanma dileyenleri bağışlaması, kendine karşı en
büyük suçu işleyenleri bile anında cezalandırmaması Allah sevgisinin kula
yansımasıdır. Ayrıca her kötülüğün karşılığının aynıyla cezalandırılmasına
karşın iyiliği düşünmeye mükâfat verilmesi, tek bir iyiliğin karşılığının on
katından başlayıp sonsuz derecede ödüllendirilmesi de Allah’ın kullarına olan
sevgisinden başka bir şey değildir. Tüm bu özellikleriyle tanıttığımız Allah’ı
biz de ne kadar çok tanırsak o kadar çok severiz. Güzel eylemleri içtenlikle
çoğaltırsak o bizi sevdiği gibi başkalarına da sevdirir. Peygamberimiz; “Sevmeyende
ve sevilmeyende hayır yoktur.” buyurmuştur. Ayrıca sevgi paylaşıldıkça büyür.
Hz. Peygamber bunun için; “İnsan kendisi için sevdiğini mü’min kardeşi için sevmedikçe
mükemmel bir şekilde iman etmiş olmaz.” buyurmuştur.
قول النبي صلى الله عليه وسلم: "
إن
الله قال: من عادى لي ولياً فقد آذنته بالحرب، وما تقرب إلي عبدي بشيء أحب إلي مما
افترضت عليه، وما يزال عبدي يتقرب إلي بالنوافل حتى أحبه، فإذا أحببته كنت سمعه الذي
يسمع به، وبصره الذي يبصر به، ويده التي يبطش بها، ورجله التي يمشي بها، وإن سألني
لأعطينه، ولئن استعاذني لأعيذنه " رواه البخاري. Peygamberimiz(sav) dedi ki:
“Tanrı dedi: Bana vali olan kimseye, düşmanlık yapmak isteyene karşı savaş
açarım. Kulum Bana ibadetlerle yaklaştığı zaman onu severim. Onu sevdiğim zaman,
onun işitme duyusu, onun görme yeteneği, onun vurduğu el ve onun yürüdüğü ayak yerine
olurum ve Benden ona bir şey vermemi isterse ona veririm ve Bana sığınırsa ona
sığınak veririm. ”Kudsi hadis Buhari tarafından rivayet edilmiştir.
3. İnsan Varlıkların En
Üstünüdür (İsrâ 17:70, Teğâbun 64:3, Tîn 95:4)
Esbabu-n-Nuzul:
İsrâ 17:70: Şüphesiz ki biz,
Âdemoğlunu şerefli kıldık. Karada ve denizde onları taşıttık. Helâl ve temiz
şeylerle rızıklandırdık. Onları, yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.
Şüphesiz ki biz,
Âdemoğlunu, diğer varlıklara hakim kılarak, diğer varlıkları onun hizmetine
vererek şerefli bir varlık kıldık. Biz onları karada ve denizde çeşitli
binekler üzerine bindirerek taşıttık. Diğer canlılar için böyle bir imkân
vermedik ve onları temiz ve helâl yiyecek ve içeceklerle rızıklandırdık. Biz
onları, yarattıklarımızın birçoğundan pek üstün kıldık. İnsanın diğer
varlıklardan farklı ve üstün olan tarafları, akıl sahibi olması, konuşabilmesi,
iyiyi kötüden seçebilme yeteneğine sahip olması, şeklinin güzel olması, boyca
uzun olması, işlerini elleriyle görüp diğer ihtiyaçlarını onlarla gidermesi
gibi meziyetlerdir. [ Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/301-302.)
Teğâbun 64:3: O, gökleri ve yeri yerli
yerince yaratmıştır. Sizi şekillendirmiş ve şeklinizi güzel bir biçimde
yapmıştır. Dönüş yine onadır.
(Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi:
8/313.]
"Ahsen-İ takvım'de"
buyruğu ile, onun mutedil ve dengeli yaratılışı ile gençliğinin olgunluğu kast
edilmektedir. Genel olarak müfessirler böyle açıklamışlardır. O varlıkların en
güzelidir. Çünkü herşey yüzüstü (yürüyecek şekilde) yaratılmış olduğu halde
yüce Allah insanı dimdik yaratmıştır. Onun akıcı bir dili vardır, elleri
vardır, kendileriyle yakaladığı parmaklan vardır.
Ebû Bekr b. Tâhir dedi ki: O akıl
ile süslü, ilâhi emri yerine getiren, ayırdedme gücü ile doğru yola iletilmiş
olan ve boyu yukarı doğru uzayan, yediği herşeyi eliyle uzanıp alan bir varlık
olarak yaratılmıştır.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Yüce Allah'ın
insandan daha güzel bir yaratığı yoktur. Yüce Allah, onu canlı, bilgi sahibi,
kudret sahibi, irade sahibi, konuşan, işiten, gören, işini çekip çeviren ve
hikmetli bir şekilde davranan bir varlık olarak yaratmıştır. Bütün bunlar ise
yüce Rabbin sıfatlarıdır. Bazı ilim adamları da bunları ifade etmişlerdir.
"Allah Adem'i kendi sureti üzere yaratmıştır" (Buhari, V, 2299; Müstim, IV, 2017, 21K3; Müsned, 11,
244, 251, 3"15, ili, 434, 463. 'Si] buyruğu da bu hususu beyan
etmektedir. Bundan maksat da az önce sözünü ettiğimiz sıfatlarına (kısmen)
sahih olması demektir. Bir rivayetle; "Rahmanın sureti üzere" (Taberanî, Kebir, XII, 430; Heysem", Mecma, VIII,
106] denilmektedir. Rahmanın müşahhas bir sureti nasıl
olabilir ki? O halde geriye sadece bunların mana olarak anlamlan kalmaktadır.
el-Mubarek b. Abdu'l-Cebbar el-Ezdi
bize haber vererek dedi ki: Bize Kadı Ebıı'l-Kasım Ali b. Ebi Ali el-Kadi
el-Muhassin babasından haber vererek dedi ki: İsa b. Musa el-Haşimi eşini pek
çok severmiş. Bir gün ona: Eğer sen aydan daha güzel değilsen benden üç talak
ile boş ol, dedi. Hanımı kalkıp, ondan perde arkasına çekildi ve sen beni
boşamış oldun, dedi. Çok zorlu bilgece geçirdi. Sabah olunca Mansur'un
sarayına gitti, ona durumu haber verdi. Bu işe katlanamayacağını açıkladı. Bunun
üzerine (Mansur) fakihleri huzuruna çağırdı, onlardan fetva isledi. Bütün hazır
bulunanlar: Hanımı boş oldu, dedi. Ebu Hanife mezhebine mensub bir kişi
müstesna, o susuyordu. Mansur ona: Sen ne diye konuşmuyorsun? dedi. Adam ona
şu cevabı verdi: Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile; "Andolsun incire ve
zeytine, Sina dağına ve şu emin beldeye ki; andolsun Biz insanı gerçekten
ahsen-i takvimde yarattık." Ey müminlerin emiri! O halde insan eşyanın en
güzelidir, ondan daha güzel hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine Mansur, İsa b.
Musa'ya; Durum bu adamın dediği gibidir. Haydi hanımın yanına git, dedi. Ebu
Cafer el-Mansur adamının hanımına da: Kocana itaat et, ona isyan etme, o seni
boşamış olmadı, diye haber gönderdi.
İşte bu insanın batınen, zahiren,
görünüşünün güzelliği ve hilkatinin yapısı itibariyle Allah'ın yarattığı en
güzel mahluk olduğunu göstermektedir: İçindekileriyle baş, bir arada topaklıklarıyla
göğüs, ihtiva ettikleriyle karın, iğinde sakladıklarıyla fere, yakaladıklarıyla
eller ve yüklenip taşıdıklarıyla ayaklar... Bundan dolayı filozoflar şöyle
demişlerdir: Şüphesiz ki, insan küçük evrendir. Zira yaratılmışlarda bulunan
her ne varsa onda toplanıp bir araya getirilmiştir.( İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 19/204-206.)
Sonuç
değerlendirmesi: Evrenin en yüce
varlığı olan insan, dünyanın gidişatından sorumludur. Gezegenimizdeki her türlü
gelişmeden o sorumludur. Kendi elleri ile ürettiği kötülükleri düzeltmek de
onun görevidir. Eğer o, kendisine bağışlanan kabiliyetlerini yerinde kullanmazsa,
alt varlıklar olan; hayvan, bitki ve cansız maddeler seviyesine düşmüş olur.
Kur’an’a göre bu, alçalıştır ve insanın değer alanının altına inişidir. Kur’an
buna “esfel-i sâfilîn” der. Bu bakımdan insandan beklenen özündeki bütün kabiliyetlerini
yerinde kullanarak değerler üretmesidir. Üstün varlık olan insanın bulunduğu
yüce konumdan düşmesini Yüce Allah istemez. Bu sebeple Kur’an, insana iç ve dış
hasımlarını insana tanıtmıştır. İnsanı “insanlık” konumundan düşüren bu şeyler;
kötü tutkular, kötü arkadaşlar, her türden günahlar, şeytan, kötü çevre ve cehalettir.
Tüm bunlara karşı nasıl bir donanımla karşı koymamızın gerekleri de kutsal
kitabımızda bizlere açıklanmaktadır.
4. Peygamberler En Güzel Modellerdir (Ahzâb 33: 21,
Mümtehine 60: 4, 6)
Esbabu-n-Nuzul:
(Ahzâb
33: 21) Muhakkak Allanın Resulünde,
sizin için, Allah in rahmetini ve ahiretin nimetlerini arzulayanlar ve Allah’ı
çokça zikredenler için güzel bir numune vardır.
Allah
Teâlâ bu âyet-i kerimede, Hendek savaşında, Resulullahın ordusuna katılmayan
münafıkları kınamakta biz müminlere de sözlerimizde, amellerimizde ve bütün
davranışlarımızda Resulullahı örnek almamızı emretmektedir. Evet, biz müminler
için en güzel örnek Resulullahtır. Zira o, bizleri yaratan Allah tarafından,
bizlere doğru yolu göstermek için gönderilmiştir. O, Allah tarafından, hata
işlemekten korunmuş ve Cebrail (a.s.) vasıtasıyla devamlı olarak kontrol
altında tutulmuştur. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 6/485.)
(Mümtehine 60: 4, 6) 4.Gerçekten İbrahim ve beraberindekilerde sizin için güzel bir örnek
vardır. Hani bir zaman onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: "Şüphesiz biz,
sizden ve Allahtan başka taptıklarınızdan uzağız. Bİz sizi asla kabul etmiyoruz.
Yalnızca Allaha iman etmenize kadar bizimle sizin aranızda ebedi bir düşmanlık
ve kin ortaya çıkmıştır." Fakat İbrahim'in, babasına: "Mutlaka senin
için Allahtan mağfiret dileyeceğim. Ama Allahtan gelecek hiçbir şeyi senden
uzaklaştıramam." sözü bunun dışındadır. Ey müminler siz şöyle deyin:
"Ey rabbimiz biz sana güvendik, sana yöneldik. Kıyamet günü dönüşümüz yine
sanadır." (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir
et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 8/255.) 6-
Sizlerden, Allah’ı ve ahiret günü arzulayanlar için bunlarda mutlaka güzel bir
misal vardır. Kim yüz çevirirse şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir,
övülmeye layıktır. Ey müminler, sizlerden, Allah’ın huzuruna çıkacağını, ahiret günde kurtuluşa
ereceğini ümit edenler için, İbrahim ve onunla birlikte olanlarda güzel bir
numune vardır. Sizden kim, Allah’ın
emrettiklerinden yüz çevirir ve Allah’ın düşmanlarını dost edinmeye girişirse
bilsin ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Allah, onun iman ve itaatine
muhtaç değildir. Yine bilsin ki Allah, nimetlerinin kıymetini bilen bütün
yaratıkları tarafından övülendir. Böyle nankörlerin övmesine ihtiyacı yoktur.
[ Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi:
8/257.]
Sonuç değerlendirmesi: Peygamberimiz Hz. Muhammed, Müslümanların örnek
alacağı başlıca kişidir. Çünkü o, mükemmel bir baba, iyi bir eş, iyi bir
komşudur. O, en güzel eğitici ve en güzel arkadaştır. Bu bakımdan Müslümanlar onu
ve onun hayat tarzının(sünnetinin) model olarak almalıdırlar. Bazı durumlarda onun yaptıklarının özündeki amaca
göre çağdaş biçimler üreterek onu modellemeliyiz. Sünnete uymak demek, onu bu
anlayış içinde model almaktır.
5.
Her Yaygın Olan Doğru ve Güzel Olmayabilir (Mâide 5: 100, En’âm 6: 116, A’râf
7: 28)
Esbabu-n-Nuzul:
(Mâide
5: 100) De
ki: "Murdar ile temiz -murdarın çokluğu boşuna gitse de- hiçbir zaman bir
olmaz. Şimdi ey akıl sahipleri Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz." Allah burada helal
ile haramı, itaatkâr ile âsîyi, âdi olan şeyle iyi olan şeyi birbirinden
ayırmak için darb-ı mesel getirdi. Kurtubî şöyle der: Bu lafız bütün işlere
şâmildir. Kazançlarda, işlerde, insanlarda, ilimde ve diğer hususlarda
düşünülebilir. Bütün bunlardan pis olan, çok olsa da, fayda vermez, değersizdir
ve sonu güzel olmaz. İyi olanlar, az da olsa, faydalıdır, değerlidir ve sonu güzeldir. (Kurtubî, 6/327] Ebu Hayyân şöyle der: Açık olan şudur ki, habis (pis) ve tayyib (temiz)
kelimeleri umûmîdir. Malın helali ve haramı, amelin iyisi ve kötüsü, insanların
iyisi ve âdisi, inançların sağlamı ve bozuğu bunun ifade ettiği mânâya dâhildir.
A'râf sûresinde bulunan Rabbin izniyle güzel memleketin bitkisi güzel çıkar.
Kötü olandan ise, faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz (A'râf sûresi, 7/58] âyeti, bu
âyetin bir benzeridir. (el-Bahr, 4/27]
Ey
akıl sahipleri! Allah'ın emirlerine sarılmak ve yasaklarından sakınmak
suretiyle ondan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz ve Allah'ın rızasını ve ebedî
nimetini kazanasıniz.( Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
neşriyat: 2/150-151.]
(En’âm 6: 116) Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah
yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "Zan'a uyarlar ve sadece tahmin
yürütürler.
Bu âyet-i Kerime, yeryüzünde yaşayan insanların çoğunluğunun
görüşünün hakkı temsil etmediğini, çünkü bunların birtakım hayal ve
kuruntulara dayandığını, bu itibarla çoğunluğun, doğru olmayan görüşüne uyulduğu
takdirde, insanları Allanın yolundan saptıracaklarını bizlere öğretmekte,
azınlık tarafından benimsenmiş olsa da, gerçeğe uymak gerektiğini
bildirmektedir. O halde "Çoğunluk böyle düşünüyor öyleyse bu
doğrudur" mantığı geçersizdir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir
et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/551.]
(A’râf
7: 28) Onlar, bir hayasızlık yaptıkları
zaman: "Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti."
dediler. Ey Muhammcd, de ki "Şüphesiz ki Allah, hayasızlığı emretmez.
Bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz.
Bu kâfirler, Kâbe’yi tava etmek için çırılçıplak soyunmak
veya diğer zamanlarda açılıp saçılmak gibi bir hayasızlık yapıp ta
ayıplandıkları zaman kendilerini şöyle müdafa ederlerdi. "Biz,
atalarımızı da bu hal üzere bulduk. Biz,' onlara uyuyoruz. Bize bunu, Allah
emretti."
Ey Muhammed, de ki: "Şüphesiz ki Allah, kullarına
hayasızlığı ve çirkin işleri emretmez." Bu hayasızlıkları bize Allah
emretti." diyerek, böyle bir şey dediğini bilmediğiniz halde Allah'a karşı
iftirada mı bulunuyorsunuz?
Mücahid, Said b. Cübeyr, Şa'bi, Sü'ddi ve Abdullah b.
Abbas'tan nakledildiğine göre bu âyet-i kerime'de geçen, "Hayasızlıktan maksat.
İslam gelmeden önce cahiliye döneminde bir kısım Arapların, giydikleri
elbiseleriyle Kâbe’yi tavaf etmelerinin caiz olmadığı kanaatiyle arayı orayı
çırılçıplak tavaf etmeleridir.
Bu hususta Mücahid diyor ki: "Kabeyi çıplak
olarak tavaf ediyorlar ve "Biz orayı annemizden doğduğumuz gibi tavaf
ediyoruz" diyorlardı. Kadınlar, ön taraflarına geniş bir kayış parçası
bağlıyorlar ve şöyle diyorlardı. "Bugün bir kısmı veya tümü görünebilir.
Fakat ben, görüneni helal yapmıyorum."
Süddi de diyor ki: "Yemen Araplarından bir
kabile, Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Onlara: "Niçin böyle
yapıyorsunuz?" denince de "Atalarımızı bu hal üzere bulduk. Bunu bize
Allah emretti," derlerdi. İşte âyet-i kerime bu hususları beyan
etmektedir. Mücahid'den nakledilen başka bir rivayete göre kendilerine
"Muhafazakârlar." anlamına gelen "Humus" ismi verilen
Kureyşliler dışında diğer bütün Araplar Kâbe’yi tam çıplak olarak tavaf
ederlermiş. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar
Yayınevi: 4/32-33.]
Sonuç değerlendirmesi: Kazançlarda, işlerde, insanlarda, ilimde ve diğer hususlarda düşünülebilir.
Bütün bunlardan pis olan, çok olsa da, fayda vermez, değersizdir ve sonu güzel
olmaz. İyi olanlar, az da olsa, faydalıdır, değerlidir ve sonu güzeldir. Yeryüzünde
yaşayan insanların çoğunluğunun görüşünün hakkı temsil etmediğini, çünkü
bunların birtakım hayal ve kuruntulara dayandığını, bu itibarla çoğunluğun,
doğru olmayan görüşüne uyulduğu takdirde, insanları Allanın yolundan
saptıracaklarını bizlere öğretmekte, azınlık tarafından benimsenmiş olsa da,
gerçeğe uymak gerektiğini bildirmektedir. Aklımız, aslında iyi ve kötü hakkında
en sağlam ölçütlerden biridir. Ancak yine de iyi , doğru, kötü , yanlış tutum
ve davranışları doğru tanımlayabilmek için bilgiye ihtiyaç duyulur. Kur’an’dan
anladığımıza göre bize doğruyu gösterecek bilgi, araştırmaya, incelemeye,
düşünmeye, denemeye dayalı olmalıdır. Temelsiz, dayanaksız varsayımlar,
sağlam bilgi kategorisinde sayılmazlar. Kur’an’a göre sağlam bilgilerden biri
de Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla gönderdiği bilgilerdir. Bu bilgiler
de Kutsal Kuran’daki bilgi ve öğütlerdir. Amacımız Allah’ı severek, Allah'ın
emirlerine sarılmak ve yasaklarından sakınmak suretiyle kurtuluşa erişmek ve
Allah'ın rızasını ve ebedî nimetini kazanmaktır.
6. Güzel İşler Yapıyorsak Hatalarımız Bağışlanır
(Furkan 25: 70, Ankebut 29: 7)
Esbabu-n-Nuzul:
(Furkan 25: 70) Ancak tövbe eden, imanında
samimi kalıp, salih amel İşleyen bunun dışındadır. İşte Allah, onların
kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir.
Abdullah b.Abbas diyor
ki:
"Bundan Önceki
iki ayet inince, Mekkeliler: "Biz, Allah'a başkalarım denk tuttuk,
Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıydık ve hayasızlıklar yaptık."
dediler. Bunun üzerine Allah Teala bu âyeti indirdi ve "Tövbe edip imanında
sabit kalan ve salih amel işleyenlerin cezaya çaptırmayacaklarını beyan etti.
(Buhari, K. Tefsirel-Kur'an, sure, 25, bab: 3]
Abdullah b.Abbas dahil
bir kısım âlimler bu ve bundan önceki âyetlerin Mekke'de nâzil olduklarını ve
bu âyetlerin, iman etmeden önce bu günahları işleyip sonra tövbe edenleri
bahse konu ettiğini, iman ettikten sonra, kasıtlı olarak bir mümini öldürenin tövbesinin
ise kabul edilmeyeceğini söylemişler ve delil olarak bu âyetlerden daha sonra
inen ve Medine'de nazil olduğunda ittifak edilen Nisa Suresi'nin şu âyetini
zikretmişlerdir: "Kim bir Mümini kasten öldürürse, onun cezası
cehennemdir. Orada ebedi olarak kalacaktır. Allah ona gazap ve lanet etmiş ve
onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (Nİsa Suresi âyet: 93]
Diğer bir kısım
âlimler ise bu âyetle adı geçen Nisa Suresi'ndeki âyetlerin çelişmediklerini,
bu itibarla bunların birbirlerini meshetmediklerini söylemişlerdir. Zira Nisa
Suresi'ndeki âyet, bir Mümini kasıtlı olarak öldürdükten sonra tövbe etmeyeni
beyan etmiş bu âyet ise tövbe eden kimseyi bahse konu etmiştir. Ayrıca başka
âyetlerde de şöyle buy utulmaktadır. "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını
affetmez. Bunun dışındakini dilediği kimse için affeder. Kim Allah’a ortak
koşarsa şüphesiz büyük bir günah ile iftira etmiş olur. (Nisa Suresi ayet:
48]"Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun
dışında dilediğini bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, muhakkak ki, derin bir
sapıklığa düşmüştür. (Nisa Suresi âyet: 116]Günah işlediği halde tövbe
edip imanlı olarak ölen kişi için tövbe kapısının açık olduğunu beyan eden
birçok sahih hadis bulunmaktadır.
Âyet-i kerimenin son
bölümünde "..İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.."
duyurulmaktadır. Bu ifade iki şekilde izah edilmiştir:
Birincisi şöyledir: Allah,
şirk ve inkârcılıktan vazgeçip iman edenlerin, müşrikken işledikleri çirkin
amellerini, mümin olduktan sonra işledikleri güzel amellere çevirir. Böylece
onlar müşrik iken mümin olurlar, zina işlerken iffetli olurlar." Taberi de
bu izah şeklini tercih etmiştir.
İkinci izah şekli ise
şöyledir: Kulun daha önce işlediği kötü ameller, tövbe etmesi sayesinde kıyamet
gününde iyi amellere dönüşecektir. Zira kul, her günah işlediğini hatırlayınca
pişmanlık duyacak ve Allah'tan affını isteyecektir. Böylece kıyamet gününe
vardığında aleyhine yazılmış olan günahların, iyiliklere çevrildiğini öğrenecektir."
(Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi:
6/198-199.]
(Ankebut
29: 7) İman edip salih amel işleyenleri, biz onları mutlaka salihler arasına
katacağız.
Allah'a
ve Peygamberine iman eden, Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından
kaçınarak salih amel işleyenleri, salih kulların girdikleri cennete koyacağız. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi,
Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 6/361]
Sonuç
değerlendirmesi: Kur’an’a
göre hoş karşılanmayan ve günah kabul edilen eylemlerde bulunduğumuzda ilk
çabamız, işlediğimiz hatayı Yüce Allah’a itiraf etmek olmalıdır. Bunun için
ondan özür dilemek, af dilemek gerekir. Hemen ardından bir daha suç işlememe
niyetiyle ona söz vermek, yani tövbe etmek lâzımdır. Ve bunun arkasından salih
eylemler yapmalıyız çünkü Yüce Allah’ın insanların bağışlanmasını için salih
eylemler yapmayı bağlamış olmaktadır. Ayetteki “salih eylem” kavramını, en
geniş şekliyle düşünmek gerekir. Allah’a, ailemize, topluma, insanlığa,
çevremize, tabiata ve kendimize karşı yapmış olduğumuz her olumlu davranış ve
ortaya koymuş olduğumuz her değer bu kavramın içinde yer alır. Salih
eylemlerimizi, yani güzel ve yerinde işlerimizi Allah rızası kazanmak düşüncesiyle
yapmalıyız. İnsanın salih eylemde bulunurken, hem kendini olumlu yönde
geliştirdiğini, hem de çevresine ve insanlığa katkı sağladığını düşünmesi
gerekir. Bunun yanında Allah’ın hoşnutluğunu kazanma duygusu da yitirilmemelidir.
İşte bu anlayış içinde yapılacak güzel işler, hataların silinmesini kulun daha önce işlediği kötü ameller, tövbe etmesi sayesinde kıyamet
gününde inşallah iyi amellere dönüşmesine sağlanacaktır.
7- Yeteneklerimizin ve Güzelliklerimizin Kaynağında
Allah Vardır (İbrahim 14:34, Nahl 16:
53)
Esbabu-n-Nuzul:
(İbrahim 14:34) Allah, istediğiniz herşeydcn
size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız bitiremezsiniz. Şüphesiz ki
insan, çok zalim ve çok nankördür.
Allah, sizlere, gerek lisanınızla istediğiniz, gerekse
halinizle istediğiniz ve muhtaç olduğunuz bütün nimetlerden verdi. Öyleki,
sizler, Allah’ın o nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Ne yazık ki
insan, bütün bunlara karşı şükretmek yerine nankörlük etmektedir. Zira insan,
çokça haksızlık yapan ve çokça nankörlük edendir. (Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/118]
(Nahl 16: 53) Size
ulaşan bütün nimetler, Allah’tandır. Sonra bir zarara uğradığınızda yalnız ona
yalvarırsınız.
Aciz olan İnsan, çaresiz kaldığında, yaratılışı icabı,
kendisini yoktan var eden Allahtan başkasına sığınamaz. Ne var ki kendisine
sığındığı yüce Mevla onu selamete ulaştırınca yeniden şımarır ve kendisine her
türlü nimeti veren Allaha itaat etmeyi unutur. (Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/209.]
Sonuç
değerlendirmesi: Örneğin
Allah insana, mükemmel bir beden ve organları bağışladığını şu ayette açıklamaktadır:“Allah odur ki yerküreyi size kalacağınız yer, göğü
de bina yaptı; sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı ve sizi güzel
rızklarla besledi. İşte Rabb’iniz Allah budur. Bütün âlemleri yaratan Allah, ne
yücedir.” (Mü’min suresi, 64. ayet)
Rahman suresi, 4. ayette ve Mülk suresi, 23. ayette konuşma yeteneğini,
işitme, görme duyularını ve aklı verenin Allah olduğu anlatılmaktadır.
Bu yeteneklerin hiçbiri, yaratılışımızdaki yetilerimiz olmaksızın
sadece bireysel kazanımlarımızla elde edilemez. Tüm bunların kaynağında Yüce
Allah’ın var olduğunu görürüz. O zaman bu güzelliklerin sahibi olan insana
düşen görev; yaşamı boyunca geliştirdiği yeteneklerin, Yaradan’la
bağlantısını görmesidir. Sonra da tüm güzelliklerin kaynağında Allah’ın var
olduğunu kavrayıp, bu nimetlere teşekkür etme çabası içinde olmasıdır. Böylece
insan, sahip olduğu bu nimetlerle kendine olduğundan daha büyük bir pay
çıkararak büyüklenmekten ve böbürlenmekten kurtulur. Yeteneklerini kötüye
kullanarak diğer insanlara ve diğer varlıklara haksızlık etmekten kaçar.
8.Tabiat Canlıdır Onu İncitmemek Gerekir (İsrâ 17: 44,
Sâd 38: 18, 19, Haşr 59: 24)
Esbabu-n-Nuzul:
(İsrâ 17: 44) Yedi gök, yer ve onlarda
bulunan varlıklar Allah’ı tesbih ve tenzih ederler. Aslında hiçbir şey yoktur
ki hamd île Allah’ı tesbih etmesin. Ne var ki siz onların tesbih etmesini
anlamazsınız. Şüphesiz ki Allah, çok yumuşak davranan ve çok affedendir.
Bir kısım âlimler burada, Allah’ı tesbih eden bütün
varlıklardan maksadın, ruh sahibi varlıklar olduklarını söylemişler, diğerleri
ise canlı veya cansız bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerini söylemişler
ve delil olarak ta şunları söylemişlerdir:
Abdullah b. Mes'ud diyor ki:
"Ben, Resulullahın parmaklarının arasından su
kaynadığını gördüm. Şüphesiz ki bizler, yenirken yemeğin tesbih ettiğini
işittik. (Buhari, K. el-Menakıb, bab: 25 /
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Ç: 1, S: 460]
Cabir b. Abdullah diyor ki:
"Resulullah (s.a.v.) önceleri bir hurma kütüğünün
üzerine çıkarak hutbe okuyordu. Ensar’dan bir kadının, Resulullaha bir minber yapılmasını
teklif etmesi üzerine Resulullaha minber yapıldı. Cuma günü olunca Resulullah
minberin üzerine çıktı. Hurma kütüğü, çocuğun ağlaması gibi ağlamaya başladı.
Resulullah (s.a.v.) minberden aşağı inip onu kucakladı. Kütük hâlâ çocuğun
inlemesi gibi inliyordu. Resululah ise onu teskin etmek istiyordu. (Buhari,
K. el-Menakıb, bab: 25 /Tirmizî, K. el-Cuma bab: 10, Hadis No: 5005]
Bu Hadis-i Şerif birçok sahabe tarafından rivayet
edilmiştir ve mütevatir hadislerdendir.
Bütün mevcudatın kendi lisanlarıyla ve kendi
halleriyle Allah’ı tesbih ettikleri gibi hayvanlar da kendi lisanlarıyla Allah’ı
tesbih ederler. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 5/287-288.]
(Sâd 38: 18) Şüphesiz biz dağları Davud'un
merine vermiştik. Onlar Davud'Ia beraber gece ve kuşluk vakti tesbih ederlerdi. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir
et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/.125.]
(Haşr 59: 24) O, yaratan, yoktan var eden, yarattıklarını
şekillendiren Allah’tır. En güzel isimler onundur. Göklerde ve yerde olan
herşey onu tenzih ve tesbih eder. O, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
Ma'kiI b. Yesar diyor ki:
"Resulullah bu âyetlerin fazileti hakkında şöyle
buyurdu: "Kim sabahladığında üç kere: "Ben, kovulmuş olan şeytanın
şerrinden, herşeyi işiten ve bilen Allaha sığınırım." der de Haşr
suresinin son üç âyetini okuyacak olursa Allah ona yetmiş bin meleği vekil
kılar. Akşam oluncaya kadar o melekler onun için af dilerler. Şayet o gün
ölürse şehit olarak ölmüş olur. Kim akşamleyin bunu söyler ve bunları okursa bu
dereceye ulaşmış olur." Tirmizî, K.Patlail el-Kuran, bab: 22, Hadis no: 2922 / Ahıııcd b.
Ilanhel, Müsııed, c.5, S.26
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 8/246-247.] Âyet-i kerimede, en güzel isimlerin Allaha
ait olduğu zikredilmektedir. Bu isimler, A'raf suresinin yüz sekseninci
âyetinde zikredilmiştir.
Sonuç
değerlendirmesi: Bu ve benzeri ayetler, insanın, dili olan bir
tabiatta yaşadığını hissetmesine yol açar. Özellikle de tabiatın Allah’ın
sürekli gözlemlenerek okunan bir ayeti olduğunu düşününce bu duyarlılığı daha
da artar. Bütün mevcudatın kendi lisanlarıyla ve kendi halleriyle Allah’ı tesbih
ettikleri gibi hayvanlar da kendi lisanlarıyla Allah’ı tesbih ederler. Eğer
insan tabiatı severek geliştirme yerine, ona egemen olmayı ister ve bu yönde
çalışırsa tabiatta denge bozulur. Nitekim tabiata karşı acımasız ve saygısız
tutumların sonucu olarak yeryüzünün çeşitli bölgelerinde çevre felâketleri
yaşanmıştır. Bu yüzden insanlık, artık tabiatla daha dengeli bir ilişki kurmaya
çalışmalıdır. Peygamberimiz, savaş zamanlarında bile bitkilere zarar vermemeyi,
ağaçları kesmemeyi öğütlemiştir. Hayvanlara karşı da aynı hassasiyeti gösteren
Hz. Muhammed, onlara güçlerinin üzerinde yük vurmayı yasaklamıştır.
Kısacası tabiat,
insanıyla, bitkisiyle, hayvanlarıyla ve dağları, taşları ve denizleriyle bir
canlıdır. Biz insanlar da buna göre
davranmak zorundayız ve Allah’ı unutmadan devamlı olarak O’nu tesbih etmeliyiz.
Aksi hâlde yaratılış amaçlarını tersine çevirmiş oluruz hem de yaşadığımız evreni
yaşanamaz bir hâline getiririz.
T.C
ANKARA ÜNİVERSİTESİ, İLAHİYET FAKÜLTESİ
YÜKSEK LİSANS
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ
TEFSİR BÖLÜMÜ
HAZIRLAYAN
SAJAD ETTONNIL JAMLUDEEN
ÖĞRENCİ NUMERSİ 18912755
DANIŞMAN
PRÖF.DR. AHMET NEDİM SERİNSU
BAHAR DÖNEMİ
ANKARA 202
Allah, Bize Bizden de Yakındır
Bakara suresi 2:186
وَإِذَا
سَأَلَكَ عِبَادِى عَنِّى فَإِنِّى قَرِيبٌ ۖ أُجِيبُ دَعْوَةَ ٱلدَّاعِ إِذَا
دَعَانِ ۖ فَلْيَسْتَجِيبُوا۟ لِى وَلْيُؤْمِنُوا۟ بِى لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara):
Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O
halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu
bulalar.
Enfal suresi 8:24
يا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ
وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ ۖ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ
يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Ey inananlar! Hayat verecek
şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi
ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.
kaf 50:16
ولَقَدْ خَلَقْنَا
الْإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ ۖ وَنَحْنُ أَقْرَبُ
إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Andolsun, insanı biz
yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.
Yakınlık denilince
insanın aklına, öncelikle, mesafe yakınlığı gelir. Halbuki, günlük hayatımızda
yakınlığı daha farklı şekilleriyle de kullanırız; yakın akrabam, cana yakın,
gelmesi yakın gibi. Bütün mekânları yaratan Allah, mekândan münezzeh olduğuna
göre, O’nun bize yakınlığı yahut bizim O’nun yakınlığını talep etmemiz elbette
mekân ve mesafe boyutunda düşünülemez. Dünyaya geldik, iman ile şereflendik,
bizi yaratan ve ana rahminde terbiye eden Rabbimizi tanımaya başladık.
O’nun Rahmân ve Rahîm olduğunu,
sıfatlarının sonsuz ve mutlak olduğunu, mahlukatına benzemekten münezzeh
olduğunu öğrendik. Bu imanımız ve marifetimiz bizi Rabbimize yaklaştırdı. Ama,
O’nun zâtını bilmekten, sıfatlarının mahiyetini bilmekten yine sonsuz derece
uzaktayız.Bu âlemi ve içindeki her şeyi yaratan Allah, bize bizden daha
yakındır; zira biz henüz ortada yokken bu muhteşem ve harika âlemi bizim için
ve bize göre yaratmış bulunuyor. Biz ise O’nun cemal ve kemalini hakkiyle
idrakten çok uzağız. Her varlığı yokluktan
kurtarıp varlık alemine getiren Allah’tır. Bu varlıkların hiçbiri ne zatıyla,
ne sıfatlarıyla Allah’ın zatına ve sıfatlarına benzemezler. Zira, zatları da
mahluktur, sıfatları da. “Hiçbir şey O’nun misli
gibi olmadı.”(Şura, 42/11) ayetinin
kati haberiyle, Allah hiçbir mahlukuna benzemez. Öyle ise, hiçbir varlık O’nun
zat ve sıfatlarının mahiyetini hakkıyla bilemez. Bu noktada her varlık O’na
sonsuz uzaktır. O ise, bütün varlık aleminde İlâhî sıfatlarıyla icraatta
bulunduğu için her şeye kendi varlıklarından daha yakındır. Cenâb-ı Hakk’ın varlığı bütün
varlıklardan öncedir, zira onları yaratan O’dur. Yine bütün varlıklar ölümü
tattıklarında O’nun mukaddes varlığı yine devam eder. Nur Külliyatında “Ve Yümit” bahsinde verilen o
harika misali hatırlayalım. Akan bir ırmakta kabarcıkların parlayıp
gitmelerinden şu ders çıkarılıyordu: Kabarcıklar parlamalarıyla güneşin
varlığını, sönüp gitmeleriyle de onun devam ve bekasını ilan ediyorlardı.
®
Aslında
Allah’a yakınlık kazanmaları çok zordur.
·
İman ve küfür birbirinin zıddıdır. Birine
yakınlaşmak insanı diğerinden uzaklaştırır.
·
Tevhid ve şirk de birbirinin zıddıdır; aynı
hüküm bunlar için de geçerlidir.
Keza, salih ameller insanı
Rabbine yaklaştırırken, isyanlar O’nun rahmetinden uzaklaştırır.
Bir hadis-i kutsinin baş
kısmının mealini naklederek konuyu noktalayalım:
“kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır, sonar nafilerle….”Demek
ki, Allah’a yaklaşmanın yolu farzları tam olarak yerine getirmekle birlikte,
sünnetlere ve sair nafile ibadetlere de elden geldiği kadar riayet etmekten
geçiyor.Bu yolun zıddı olan günahlar ve isyanlar insanı Allah’ın rahmetinden
uzaklaştırır ve O’na yakınlık kazanmasına engel olurlar.
Allah'a iman eden kimse, Onu
tanıdıkça hem çok sevecek hem de çok korkacaktır.
Bu nedenle Onu sevmenin ve ondan korkmanın yolu Onu, sıfatlarını, isimlerini ve
eserlerini tanımaktır. Ayrıca ibadetleri yamakla ve günahlardan sakınmakla da
artacaktır. Muhabbetullah, Allah Teâlâ'nın
kemâl ve cemâlini idrak ve takdir oranında kalpte oluşan ilâhî bir nurdur. Bu
muhabbet ile insan ruhu, kederlerden ve hüzünlerden kurtulur. Safî neşe ve
huzura kavuşur. İnsan ruhunu yüksek erdeme ulaştıran sebeplerin en sağlamı, Allah
sevgisidir.
Cenâb-ı Hak, insanın kalbine sonsuz bir muhabbet kabiliyeti
yerleştirmiştir. Bu sonsuz muhabbet, ancak zât ve sıfatlarıyla nihayetsiz
kemâlde bulunan Allah içindir. Yâni, insana lütfedilen bu sevgi kabiliyeti
Allah'ı sevmek içindir.
İnsan bir şeyi ya ondaki kemâl, yahut ondan aldığı lezzet ve gördüğü
menfaat için sever. Meselâ, bir Müslüman peygamberleri, evliyaları, irfan ve
fazilet sahibi zâtları, onlardaki “kemalât-olgunluk-erdem” için
sever. Kendisine ihsan eden kimseleri, onlardan gördüğü lütuf ve ikramları için
sever. Yediği yemek ve meyveleri ise lezzetleri için sever. İnsan, aklen ve
vicdanen bilir ki, kemâllerini takdir ettiği, ihsanlarından memnun olduğu ve
lezzet aldığı bütün bu varlıklar Allah'ındır. Hepsini O yaratmıştır. Bunlarda
tecelli eden bütün kemâl, cemâl ve ihsanlar,
hep O'ndan gelmektedir.
Öyleyse, insan kendindeki bu nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, evvela
ve bizzat Allah'a verecek, diğer bütün muhabbete lâyık zâtları, nimetleri ve
ihsanları da Allah için sevecektir. Bozulmamış her akıl, tefessüh etmemiş her
vicdan, bu hakikati kabul eder.
Allah'ı sevmeye ve O'ndan korkmaya da ölçü getirmiştir. Allah
sevgisinin ölçüsü, “iyi amel işlemek”, Allah korkusunun
ölçüsü ise, “takvâ” yâni
günahlardan sakınmaktır.
Konumuzla ilgili olarak “sevgide ölçü” üzerinde biraz
durmakta fayda görüyoruz.
Biz Müslümanlar sonsuz ve şartsız olarak ancak Allah'ı severiz. Sonra
Peygamberimizi (s.a.v) severiz. Ama, O'nu (s.a.v) -hâşâ- Allah gibi değil,
Allah'ın kulu ve Resulü olarak severiz. O'ndaki bütün kemalâtın kendi zâtından
değil, Allah'tan olduğuna iman ederiz. O'nun, Cenâb-ı Hakk'ın isim ve
sıfatlarının tecellisine en geniş bir ayna olduğunu bilir ve bu itibarla
kendisini canımızdan, malımızdan ve akrabalarımızdan kısaca her şeyimizden daha
çok severiz.
Allah ve Resulü (sav)'nden sonra diğer peygamberleri, sonra dört
halifeyi, sonra diğer sahabeleri severiz. Sonra da derecelerine göre, bütün
evliyaları ve müminleri severiz... Sonuç olarak, sevgimizde İslâmîyet’in
koyduğu ölçülere dikkat ederiz.
Allah'ı sevmenin nasıl olacağına gelince, bu hususta Kur'ân-ı Kerim şu
ölçüyü koymuştur: “De ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun ki,
Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı affetmekle örtsün. Allah Gafûr'dur,
Rahîm'dir.”
“Allah'a (c.c.) imanınız varsa,
elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seveceksiniz, Allah'ın sevdiği
tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz.
O'na benzemek ise, O'na ittiba etmek (tâbi olmak)tır. Ne vakit O'na ittiba etseniz
Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah'ı seversiniz; tâ ki, Allah da sizleri
sevsin.”
Bu ayet-i kerime ve izahından anlaşıldığı gibi, Allah'ı sevmenin
yöntemi, Peygamber Efendimize (s.a.v) uymaya çalışmaktır. Bir mümin, itikat,
ahlâk ve ibadette Resulüllah'a benzemek ve O'nun getirdiği bütün hükümleri
mümkün olduğu kadar uygulamakla Allah'ı sevmiş olur. Ashâb-ı kirâmın büyüklüğü,
Resulüllah'a tâbi olmakta en ileri seviyede olmalarındadır. Bu vadide, Hz. Ali
(r.a) ve Âl-i Beyt'in de çok özel bir yeri vardır. Öyleyse onları seven her
mümin de, onlar gibi Peygamberimize (s.a.v) tâbi olmakla sorumludur. Sonuç
olarak, Peygamberimiz (s.a.v) Allah'ın sevdiği, razı olduğu insan modelidir.
Bir mümin O Rehber-i Ekmel'e benzediği ölçüde Allah'ı sevmiş ve O'nun muhabbetini
kazanmış olur.
Bize göre insan, varlık âleminde -ister yerde olsun ister gökte- bütün
varlıkların en üstünüdür. Biz bunu insanın yaratılışı hakkındaki âyet ve
hadislerden anlıyoruz. İnsanın üstün olmasının nedeni onun sahip olduğu şu
özelliklerdir
1- İlahi
bir ruha sahip olması,
2- Meleklerin
secde ettiği varlık olması,
3- Yaratılışın
ve varlığın özü olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) insan olması.
İnsandan daha üstün bir varlığın yaratılması felsefeye
göre zati olarak imkânsız değilse de yukarıda saydığımız özelliklerden dolayı
böyle bir şeyin olması uzak bir ihtimaldir.
Cevabın daha iyi anlaşılabilmesi için bir kaç noktaya
dikkat çekmek istiyoruz:
1- İnsan
âlemdeki bütün varlıklar hakkında tam bir bilgiye sahip değildir ama insan
vahiy, Peygamberler (a.s) ve Masum İmamlar’ın (a.s) verdiği bilgilerle çeşitli
varlıklar ve insanın konumu ve derecesi hakkında bilgiler elde edebilir. Örnek
olarak şu rivayete dikkatinizi çekmek istiyoruz:
Abdullah b. Sinan diyor ki: “İmam Sâdık’a (a.s) ‘Melekler
mi üstündür yoksa Âdemoğulları mı?’ diye sorduğumda cevap olarak Hz. Ali’nin
(a.s) şu sözünü aktardı: “Allah meleklere şehvetsiz akıl verdi, hayvanlara da
akılsız şehvet. İnsana ise aklın yanında şehvet de vermiştir. Eğer insanın
aklı, şehvetine galip gelirse meleklerden de üstündür ama şehveti aklına üstün
gelirse hayvandan da aşağıdır.”
2- İnsanın
yerde ve gökte olan bütün varlıkların en üstünü olduğuna inanıyoruz. Biz bunu
âyet ve hadislerden çıkarmaktayız. Bu üstünlüğün nedeni insanın sahip olduğu
özelliklerden dolayıdır. Aşağıda bu özelliklere kısaca işaret ediyoruz:
a) İnsanın
önemli özelliklerinden ilki onun ilahi bir ruha sahip olmasıdır. Bu özellik
yalnızca insana özgüdür. Kur’an buyuruyor:
“Onun yaratılışını tamamlayıp kemale getirerek ruhumdan
üfürünce...”
b) Melekler
insanın karşısında secde ettiler:
“Hani meleklere Âdem’e secde edin demiştik… bütün melekler
secde etmişlerdi..
c) Yeryüzünde
Allah’ın halifesi olmak, insanı melekler, cinler gibi diğer varlıklardan ayıran
başka bir özelliğidir:
“Hani rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halife
yaratacağım demişti
d) İnsanın
bir başka özelliği, onun yaratılışın asıl hedefi olmasıdır. Gerçekte başka
varlıkların yaratılışı insan ve onun faydalanması içindir:
“Göklerde ve yeryüzünde ne varsa ram etmiştir size
“Ey Ademoğlu! Varlıkları senin için yarattım, seni de
kendim için
Bunun nedeni belki de insanda, âlemin en aşağı
mertebesinden yani tabiat âleminden, en üstün mertebe olan rüşd mertebesi yani
fena fillah mertebesine çıkma gücünün olmasıdır.
e) Yaratılışın
özü olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) insan oluşu, insanın melekler, cinler vs.
varlıklardan üstün olduğuna en büyük delildir.
Yaptığımız açıklamalardan anlaşıldı ki, insan bütün âlemin
en üstün varlığıdır. Allah Teâlâ, Bakara Sûresinde meleklerle konuşmasını
anlatırken Âdem’in (a.s) yaratılış nedeni ve sürecine şöyle değinmektedir:
“Hani rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halife
yaratacağım demişti...”
Halife Arapça’da, “kendisinin üstünde kimsenin olmadığı
imam”a denir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ, insana bu lakabı vermekle onun
yeteneklerini var olan ve var olacak her şeyden üstün etmiştir. Eğer Yüce Allah
Âdem’den daha üstün birini yaratmak isterse insanın bu makamdan
(halifetullah’tan) azledilmesi gerekir.
Öte yandan insanların içinde, yaratılışın özü ve varlık
âleminin doruğu Hz. Muhammed (s.a.a) ve Masum İmamlar (a.s) vardır. Dolayısıyla
Allah’ın insandan daha üstün bir varlık yaratacağı uzak bir ihtimaldir.
®
Aslında
peygamberler insanlar için güzel bir örnektir.
Yüce Allahın emirleri mesajları insanlara yöneliktir.
Diğer bir ifade ile vahiyin muhatabı insanlardır. Bu mesajları insanlara en iyi
bir insanaçıklayabilir. bir insane başka bir inasanı anlayabılır. sevinci
üzuntüsu paylaşabilir. onula kolay iletişim kurup derdini paylaşabilir.
yaşamıylal ona örnek olabilir. Bu yüzden peygamberler insanlardan
seçilmişlerdir. dolayısyla peygamberler gerek sözleriyle gerek davranışlarıyla
insanlar için en güzel bir örnektir. çevrimizde çalışkanlılığıyla,
yetenekleriyle, başarılarıyla, güzel
ahlakıya örnek alabileceğimiz kişiler olabilir. Ancak peygamberler hariç
her insanın hatalı, kusuru yönleri
vardır. Peygambeler ise günahsiz insanlardır ve onlar Allah’tan vahıy alıralar.
Yüc Rabbimiz eğer insnalara peygamber göndermeseydi , insanlar akılları
vasıtasıyla Allah’ın varlğını kavraslar bile o’nu yeterince tanıyamaz.
peygamberler Alla’ın büyük bir niamettir. İnsanlara hidayet göseteren Cihan’a
geldiği bütün peygamber her insane bir modeldir. O onalrın
hayatında gerçekleştirilmiştir.
Yüce Allah, “Bize katından bir rahmet ve içinde bulunduğuz şu durumda bize kurtuluş ve
doğruluğa ulaşmaı kolaylaştır”.