Enes
Furkan Onur
18912771
Kur’an Nedir? eseri, insanın
fitri yapısının anlamak ve öğrenmek olduğuna dikkat çeken, Kur’an’ın da insanın
bu yapısına hitaben var olduğuna vurgu yapan bir eserdir. Bu eserde okuduklarım
ve düşündüklerim eşliğinde şahsımı özele alarak ben kimimdir sorusuna cevap
verdim. Burada öncelikle “kim görmektedir” ve sonrasında “neyde ve nasıl
görmekteyim” başlıklarıyla bu cevabı vermeye çalıştım.
Ben Enes Furkan Onur. Çocukluğunu İzmir’de geçirmiş olan, bu bölgenin
sosyo-kültürel dokusuyla yetişmiş olan bir kimseyim. Muhafazakar bir aileden
gelmekle birlikte farklı camialardan insanlarla iletişimi olan biriyim. Fitri
yapımın tezahürünü – yani anlama ve öğrenmeyi – hakiki bir şekilde gerçekleştirme
gayretindeyim. Bu durumdan dolayıdır ki küçük yaşlardan itibaren çokça okur,
farklı mülahazaları anlamaya ve kendi dünyamda değerlendirmeye çalışırım.
İzmir’deki metropol yapının etkisiyle meselelere farklı yönlerden bakan insanlara
ve onları dinleyebilmeye alışkındım. İzmir’de yetişmiş olmam uzun vadede bana
böyle bir katkısı olduğunu düşünmekteyim.
Düşünce dünyamım etraflıca oluşmasını ise üniversite hayatımın –Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İngilizce İlahiyat Bölümü- başlamasıyla
ilişkilendiriyorum. Felsefe ile burada tanıştım. Bilimin evrensel ortamda,
rasyonel bir zeminde insanlar arası bir diyalog olduğunu da burada öğrendim. Kur’an’ın
insan hayatına dokunuşun en canlı örneklerini inceleme imkanının olduğu ve uluslararası
platformda başarılı çalışmalar gerçekleştirebileceğime inandığım için Tefsir
bölümünde Yüksek Lisans yapmaktayım.
Okuyan ve düşünen bir aileden gelmekteyim. Babam İstanbul Üniversitesi
Siyasal Bilgiler mezunu. Annem İstanbul Nişantaşı’nda yetişmiş bir hanımefendi.
Benimle aynı üniversiteden mezun olmuş sınıf arkadaşım olmuş olan Pakize hanım
ile evliyim. Birlikte Yüksek Lisans çalışmalarımızı sürdürmekteyiz.
Bu hayatı yaşanmaya değer kılacak olan nedir sorusunun cevabını ilmi olarak
bir değer yaratmak ve böylelikle günümüze sadaka-i cariye olacak ameller ortaya
koymak olduğunu düşünmekteyim. Bundan dolayı anlama ve üretme gayretim bu yönde
olmaktadır. İnsanın yüksek değerlere erişiminin sadece ahirette insana olumlu
dönüşleri olmayacağını aynı zamanda dünyada da kalkınmak adına temel
oluşturduğunu düşünmekteyim. Şöyle ki, doğru söz söyleyen, insanların yaşama
hakkına saygı duyan ve onları dinleyen kimselerin vizyonlarının
geliştiği kanaatindeyim. Bu vizyonun sorumluluk sahibi ve emek
veren/çalışkan kişiliklerle– ki bunlar da yüksek değerlerdendir-
birleşimi bugün toplumları kalkındıran unsurlar olduğunu mütalaa etmekteyim. Bu
yüksek değerler sahibi kişilerin ara değerler dediğimiz ilgi ve menfaat
alanının ihtiyaçlarını da doyurabildiğini düşünmekteyim. Bugün her ne kadar
kişiler haksızlığa uğrasalar da iyi bir sanatçı veya bilim adamı veya atlet - önceliklerini
bu yüksek değerler ile harmanlamış, bu uğurda çalışmış kişilerin - elinde
sonunda başarılı olarak bu ara değerleri de karşıladığını görmekteyiz. Diğer
bir deyişle insanlar yüksek değerlere bağlı kaldığı sürece bu ara değerlerde
çekişme ve çatışmanın vuku olmayacağı kanaatindeyim. Çoğu zaman fark
edebileceğimiz gibi toplumumuz doğru söz söylemenin, çalışkan olmanın, sorumluluk
sahibi olmanın, başka anlam kürelere saygılı olmanın kişinin - bizim araç
değerler dediğimiz - ilgi ve menfaat alanının ihtiyaçlarını karşılayabilecek
unsurlar olmadığını düşünmektedir. Ancak fark etmedikleri bir nokta var ki o da
bu değerlere sahip olan insanların toplumda değiştirilemez olmakla dünyanın
hiçbir yerinde sefil olmadığıdır. Haksızlıklara uğrayabilirler ama nihai olarak
sefil olmamışlardır. Fuat Sezgin gibi, İsmail Cerrahoğlu gibi kimseler nerede
haksız görülse de görülsün onlar değerli oldukları için değerlerini bilen
mutlaka olacak ve sahiplenilecektirler (nitekim öyle de olmuştur). Ancak bu
durum araç değerleri yüksek değer olarak ele alan kimseler için geçerli
değildir. Bu durumdan dolayı zihin dünyamda içim rahat bir şekilde bu yüksek
değerlere bağlı kalarak sadaka-i cariye peşinde olmaktayım.
Kişinin yüksek değerlere bağlanma şekli, hayatta anlam bulma arayışı farklı
olabilir. Kimi insanın eğilimi sanat üzerindedir kimisinin ise zanaat. Her biri
uğraşı vererek hayatlarını anlamlandırabilmektedir ve hepsi değerlidir. Ancak
her birinin değerli olduğunu insan unutabilmekte veya bu noktada gaflete
düşebilmektedir. Bir sanatçı bir ilim adamını veya bir zanaatkarı kerh
görebilir, bu vakadır. Zihin dünyasında hayatı anlamlandıran çünkü kişinin
kendi yapmaya çalıştığıdır. Bu muhtemelen doğaldır ve zararsızdır. Ancak bu
durum toplumsal ahite karşı gelmeye başladığı zaman zararlı olmaktadır. Diğer
bir deyişle bizler, yaptığımız bir işte iyi olsak da ömrünü ebru eserlerinin
tarihi yapısını araştıran bir araştırmacıya “boş vakittir bu yaptığı” dediğimizde
ve bunu paylaştığımızda zararlı olmaktadır. Zira burada artık başka bir insanın
değerlere bağlanma şeklini ihlal etmiş oluruz. Bu ise bizzat kişinin yüksek
değerlerinden tavizdir ve bu toplumsal ahite de karşıdır. Kur’an’da tikel bir uğraşı değil yüksek
değerlere karşıt tavırlar eleştirilmektedir. Bu durum da Kur’an’ın insanın
hayatını anlamlandırmadaki rehberliğini öne çıkarmaktadır.
Adem KARABULUT
17912753 YÜksek lisans (bahar)
1) a) Enbiya 21/10’ dan benim anladıklarım;
Bu ayette Rabbimiz, içinde insanlığımızı, insan olmayı bulacağımız bir kitap gönderdiğini ifade etmektedir. İnsan kendisini yaratan ve ona sayısız nimet veren her şeyin yaratıcısı olan Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Bu kulluğun klavuzuda hiç şüphesiz Kur’ândır. Yani insana kendisinin ne olduğunu, niçin yaratıldığını ne yapması gerektiğini kendisine öğreten klavuzdur.
Kur’ân insanı insan yapan benliğini eğitip mükemmel bir toplum oluşturabilmek için ihtiyaç duyduğumuz her türlü hikmet, öğüt, uyarı ibretlik dersler içerisinde barındıran kişileri veya toplumları insanların önderi makamına getiren kişi ve toplumlara şan, şeref, onur ve yücelik kazandıran hem dünyada hem de ahrette kurtuluşa ermemizi sağlayan kitaptır. Allah böyle bir kitabı bize indirdiğini bildirmektedir. Sonrada aklımızı kullanıp düşünmemizi istemektedir.
b) Zümer 39/38-41’den benim anladıklarım;
38. ayette Rabbimiz insanların fıtratına seslenmekte, onların Allah’ı yaratıcı kabul ediyorsa yalnızca kendisine itaat edici olarak kabul etmelerini öğretmektedir. Allah, Allah dışında itaat ettiklerinin Allah’ın yanında ne kadar değersiz ve güçsüz olduklarını Rasülullah (s)’in şöyle demesini emrederek hatırlatmaktadır; “ O halde söylermisiniz Allah’ı bırakıpta itaat ettikleriniz, Allah bana zarar vermek isterse onun vereceği zararı önleyebilirler mi?...” ayetin sonunda müminin eylemlerini Allah’ın istediği şekilde gerçekleştirdikten sonra O’na tevekkül etmesi gerektiği hatırlatılmaktadır.
39-40. ayetlerde müminin Allah’a kulluk noktasında ne yapılması gerekiyorsa yapmasını ve kendisine karşı duranları aldırış etmemesi öğütlenmektedir. Zaten sonunda kimin alçaltıcı bir azaba ve sonu gelmez bir azaba uğrayacağı öğrenilecektir.
41. ayette Allah Kur’ân’ı insanlar için gerçeği (Enbiya 21/10’da değindiğimiz şeyi) gerçekleştirmek için indirdiğine değinmektedir. İnsanların bu konuda inanmada özgür iradelerinin olduğunu ifade etmekte kimin doğru yolu seçtiğinde kendi iyiliği için seçmiş olur, kimin doğru yoldan sapması kendi aleyhine sapmış olduğunu ifade etmektedir. İnsanların bu seçiminde de peygamber (s)’in sorumlu olmadığını onu görevinin yalnızca tebliğ olduğunu ifade etmektedir.
2) Ben neyim?
Ben Allah’a kulluk için yaratılmış ve bunu dünyada hür irademle gerçekleştirmem için dünyaya gönderilmiş bir varlığım. Bunu gerçekleştirmek için inanma duygusu bana verilmiştir. Ben inan bir varlığım. Fıtratımda bu var. Bunu gerçekleştirmek için (hayatımı anlamlandırıp Allah’a kulluk görevine) vahye ihtiyacı olan bir varlığım. İnsanlığımı gerçekleştirmek için hayatımın vahiyle anlamlandırılması kendi rızam ve hür irademle gerçekleşir. Bu Allah’ın insana yüklediği emanet-hilafet görevidir, yartılışımın sebebidir.
Bu meyanda ben hayatıma Tevhid inancıyla anlam verip; yaşadığım dünyada Kur’ân’ı kendime klavuz edinip; eylemlerimi Allah’ın yüklediği emanet-hilafet bilinciyle ıslah edip; hem dünya da mutlu anlamlı bir hayat yaşamaya çalışan, bunun sonucunda da ahretteki ebedi mutluluğu kazanmaya çalışan Abdullah/Allah’ın kulu Adem’im.
Enes Furkan Onur
18912771
“لَقَدْ اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكُمْ كِتَاباً ف۪يهِ ذِكْرُكُمْۜ
اَفَلَا تَعْقِلُونَ۟” literal manasıyla Türkçe’ye ifade edecek
olursak “Size öyle bir kitab indirdik ki onda zikriniz vardır, düşünmez
misiniz?”. Araştırdığımızda zikir ifadesinin ayetin temelde dikkat çektiği
nokta olduğunu görmekteyiz. Mealen ifadesinde ise farklılıklar olduğunu da
görmek mümkün. Bizler Ragıb el-Isfahani’nin (ö. 502) Mufredat’ına
baktığımızda onun zikir ifadesine kişinin akılda tutması gereken bir unsur, her
daim tabiri caizse kulağına küpe etmesi gereken bir mesaj olduğu anlamını
görüyoruz.[1] Bu
anlamda Kur’an’ın bizlerin kulağına küpe olan, olması gereken mesajlarına
dikkat çekerek onu taklit değil ondan dersler ve öğütler alıp düşünmemiz
gerektiğini anlayabiliyoruz.
Söz konusu ayetler şu
şekildedir:
وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۜ قُلْ اَفَرَاَيْتُمْ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ
اللّٰهِ اِنْ اَرَادَنِيَ اللّٰهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّه۪ٓ اَوْ
اَرَادَن۪ي بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِه۪ۜ قُلْ حَسْبِيَ اللّٰهُۜ
عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ 38
Ayeti mealen şu şekilde verebiliriz: “onlara sorarsan yeri ve gökleri kim
yarattı diye onlar (kaçınmadan) Allah diyecekler. De ki “"O halde anlamadınız
mı, Allah’ı bırakıp da taptığınız şu şeyler, Allah bana bir zarar vermek
istese, O’nun vereceği zararı önleyebilirler mi? Veya O bana bir rahmet,
hoşnutluk dilese, onun rahmetini durdurabilirler mi?" De ki: "Allah bana
yeter, güvenenler (sadece) O’na güvenip dayanır."
قُلْ يَا قَوْمِ اعْمَلُوا عَلٰى مَكَانَتِكُمْ اِنّ۪ي
عَامِلٌۚ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَۙ 39
“De ki ey kavmim gücünüz yettiğince yapın, ben de yapacağım, (siz)
göreceksiniz”
مَنْ يَأْت۪يهِ عَذَابٌ يُخْز۪يهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ
عَذَابٌ مُق۪يمٌ 40
“kime sonu gelmez azabın geleceğini (göreceksiniz)”
اِنَّٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ لِلنَّاسِ
بِالْحَقِّۚ فَمَنِ اهْتَدٰى فَلِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ
عَلَيْهَاۚ وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَك۪يلٍ۟ 41
“Biz hakikat hakkındaki
kitabı sana indirdik, kim doğru yola giderse kendisi içindir, kim de yanlış
yoldaysa o da yanlış yoldadır. Sen onlara vekil (sorumlu) değilsin”
Söz konusu ayetlerde
Allah Kur’an’ın muhtevasında hakikatin verildiği ve bunların ders alınarak
doğru yola iletebileceğini ifade ediyor. Bu noktada allah’a güven ve salih bir
imanın önemli yer edindiğine vurgu yapıyor.
Ayetlerde dikkat çekilen
bir diğer nokta Mekkeli müşriklerin yaratıcı bir Allah inancına sahip olduğu.
Bu durum öne sürülerek ona kıyas dahi edilemeyecek aciz varlıklardan dilenmenin
makul olmadığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor, ki düşünebilsinler.
[1] Ragıb
el-Isfahani, Mufredat, terc. Abdulbaki Güneş ve Mehmet Yolcu (İstanbul:
Çıra Yayınları, 2014), s. 398.
Enbiya 21/10; Zümet 39/38-41 Ayetlerinde ne var?
Ayten DURMUŞ
BEN NEYİM?
AYTEN DURMUŞ
(Kur’an Nedir? S.25-34)
Esasında ‘Ben neyim?’ sorusu, ‘İnsan nedir?’ sorusunun özelleşmiş şeklidir. Bu sebeple kendisine bu soruyu soran her kişi, aslında tüm insan varlığını sorguluyor demektir.
İnsan var olduğu andan itibaren çevresini anlamaya, tanımlamaya çalışan bir varlıktır. Bunun için eşyayı idrak ettiği andan itibaren inceleyen bir bakış açısına sahip olmuştur. Bu bakış açısı, insanın yaş ve tecrübesine paralel olarak değişir. İnsan, kelimeler bulmuş, varlığa isimler koymuş ve her şeyi anlamaya uğraşmıştır.
İnsanın anlam arayışı fıtrîdir. Bu yüzden dünyadaki her insan, sınırlı süreli hayatına, mümkün olan en yüksek anlamı vermeye/bulmaya çalışmıştır. Anlamlı amaçlar, kişiye anlamlı yaşama ve sahip olduğu değerler için mücadele etme isteği verir.
İnsan, en azından bireysel hayatına, yeterli ve yüksek anlamlar bulduğunda belli oranda huzura kavuşmuş, bulamadığında ise bunalımlara düşmüştür. Filozoflar, bilginler, insanın bunalımlarına sebep olan soru(n)larına cevap vermeye çalışmışlardır. Bu anlamda hepsi birbirinden hem faydalanmış hem hepsi birbirini eleştirmiş ve hem de hepsi birbirlerinin eksiğini ortaya koymuşlardır. Bu görüşler ve çabalar, insanın tefekkür ve teakkul özelliklerini geliştirmiştir.
İçinde yaşanılan toplumun birikimleri de insanın varlığı üzerinde doğrudan etkilidir. Bu sebeple her insan hayatında ve düşüncelerinde, yaşadığı fiziksel ve kültürel çevrenin izlerini taşır. Bazı kişiler, içinden çıktıkları toplumları aşarak daha üst seviyede bilgi ve birikime sahip olabilirler. Onlar da kendilerini ve toplumlarını, sahip oldukları bilgi ve birikime göre anlamlandırmak isterler.
Peygamberler de insanın tüm varoluş sorularına ‘vahiy’ ekseninde cevap vermişlerdir. Ancak onların cevabı aynı ilahî kaynaktan olduğu için birbirine zıt şeyler ifade etmemiş hepsi birbirini onaylamışlardır. İnsanın anlam arayışı sadece bu dünya hayatını değil, ölüm sonrasını da kapsamaktadır. Bu sebeple insan, ilahî bilgiye ihtiyaç duymuştur. İnsan, ölüm karşısındaki çaresizliği sebebiyle ölümün anlamını da bilmek ister. Çünkü ölüm konusunu anladıkça hayatı da anlamlandırabilecektedir.
İnsanın sahip olduğu bilgiler, doğrudan veya dolaylı olarak onun hayatını anlamlandırmayı ve ruhsal tatminini sağlamayı önceler. Bu sebeple insanın sahip olabildiği doğru ve sağlam bilgiler ne kadar artarsa ve insan da bunlar üzerinde ne kadar çok tefekkür ederse hayatına bir anlam bulma ve öyle yaşama imkânı o ölçüde artacaktır.
AYTEN DURMUŞ
ENBİYA 21/10 VE ZÜMER 39/38-41 ARASINDA NELERDEN SÖZ EDİLMEKTEDİR
Hazırlayan: AYTEN DURMUŞ
ENBİYA 21/10: ‘لَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ كِتَابًا ف۪يهِ ذِكْرُكُمْۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ۟’
Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
ZÜMER 39/38: ‘وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۜ قُلْ اَفَرَاَيْتُمْ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ اَرَادَنِيَ اللّٰهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّه۪ٓ اَوْ اَرَادَن۪ي بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِه۪ۜ قُلْ حَسْبِيَ اللّٰهُۜ عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ’
Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan elbette, “Allah”, derler. De ki: “Peki söyleyin bakalım? Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleriniz var ya; eğer Allah bana herhangi bir zarar dokundurmak isterse, onlar Allah’ın dokundurduğu zararı kaldırabilirler mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilese, onlar O’nun rahmetini engelleyebilirler mi?” De ki: “Allah bana yeter. Tevekkül edenler ancak O’na tevekkül ederler.”
39/39: قُلْ يَا قَوْمِ اعْمَلُوا عَلٰى مَكَانَتِكُمْ اِنّ۪ي عَامِلٌۚ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَۙ
De ki: “Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Ben de yapacağım.
39/40: مَنْ يَأْت۪يهِ عَذَابٌ يُخْز۪يهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُق۪يمٌ
Kişiyi rezil edici azabın kime geleceğini ve sürekli azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz!”
39/41: اِنَّٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ لِلنَّاسِ بِالْحَقِّۚ فَمَنِ اهْتَدٰى فَلِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاۚ وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَك۪يلٍ۟
Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) insanlar için, hak olarak indirdik. Kim doğru yola girerse, kendisi için girmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar. Sen onlara vekil değilsin.’
www.kuranmeali.com
Diyanet İşleri Meali (Yeni)
· Yukarıdaki ayetlerde, kitap olarak Kur’an’a davet var.
· Aklını kullanmaya davet var.
· Allah’ı kâfi bulmaya davet var.
· Allah’a bağlanmaya davet var.
· Kitab’ın gerçeğin kaynağı olduğu öğretiliyor.
· İnsanın doğru yol rehberinin insan değil Kitap/Kur'an olduğu öğretiliyor.
Hazırlayan: Ayten DURMUŞ
Bu ödev Tefsir Tarihi Atlası ve Uygulama Haritaları kitabının I. Ünitesi İbn Abbas 1. Uygulama Haritası için hazırlanmıştır.
ABDULLAH İBN ABBÂS ( radıyallahü anh )
KURAN TERCÜMANI/HADİS DENİZİ
Ayten DURMUŞ
YAŞADIĞI DÖNEM: Abdullah İbn-i Abbas, Hicretten üç sene önce Mekke’de doğdu. 68 (m.687) senesinde Taif’te vefat etti.
KİMDİR: Ashabı kiramın meşhurlarındandır. Tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinde ve diğer ilimlerde otorite, verdiği fetvalarla meşhur ve ‘Abadile’ diye anılan dört Abdullah’tan birisidir. Fiziki olarak, uzun boylu, güzel beyaz yüzlü, iri vücutlu bir zât idi. Sakalını kına ile boyardı.
AİLESİ: İsmi Abdullah bin Abbas bin Abdulmuttalib bin Haşim bin Abd-i Menaf el-Kureyşi, el-Haşîmî’dir. Babası Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) amcası Hazreti Abbas’dır. Annesi Ümmü’l-Fadl Lübâbe/ Lübabet-ül-Kübrâ binti Harisi Hilâliyye’dir. Ümmül Fadl, kadınlar arasında Hz. Hatice ra.dan sonra İslam’a girenlerdendir. Babası Hazreti Abbas önceden Müslüman olduğu halde gizli tutup, Mekke’nin fethinde açıklamıştır. Abdullah bin Abbas, Hz. Peygamber’in tefsir ve fıkıh alanlarında otorite kabul edilen ve çok sayıda hadis rivayet edenler arasında yer alan sahabesidir.
Çocuklar: Ubeydullah, Ali, Abbas, Muhammed, Fadl adlı oğulları ve Lubabe, Esma isimleri kızları vardır.
Eş: Şamela binti Ebi Hena'a, Zehra binti Mishrah
HOCALARI/ ETKİLEYEN ÂLİMLER: Peygamberimiz, Medine’ye hicret ettikten sonra Abdullah İbn-i Abbas ailesi ile birlikte hicretin sekizinci senesine kadar Mekke’de kalmıştır. Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye hicret etmiştir. Bu sıralarda henüz 11-12 yaşlarında bulunuyordu. Teyzesi Meymûne binti Haris ( radıyallahü anha ) Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zevcesi olduğu için bu sebeple de çok kerre Peygamberimizin evine gidip gelmiştir. Bazı geceler de orada kalırdı. Peygamberimizin (aleyhisselâm ) abdest suyunu hazırlamış, birlikte namaz kılmıştır. Namaz kılmayı abdest almayı bizzat Peygamberimizden görerek öğrenmiştir.
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) zamanında Kur’ân-ı kerîmin bir kısmını ezberlemişti. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) vefât ettiği sırada Abdullah İbn-i Abbas 13 veya 15 yaşında bulunuyordu. Bundan sonra Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberleyip, Übey bin Ka’b’a ( radıyallahü anh ) ve Zeyd bin Sâbit’e ( radıyallahü anh ) ezberini arz edip, dinletmiştir. Yine bu sırada Eshâb-ı kiramın büyüklerinin meclisinde bulunmuştur. Hazreti Ömer’in sohbetlerine ve ilim meclisine devam edip, Onun Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) aldığı ilme, feyze ve marifete kavuştu.
Abdullah İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) Peygamberimizden bizzat işiterek hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ayrıca babası Hazreti Abbas’tan, annesinden, Hazreti Ebû Bekir’den, Hazreti Ömer’den, Hazreti Osman’dan, Hazreti Ali’den, Hazreti Abdurrahmân bin Avf’dan Hazreti Muaz bin Cebel’den, Hazreti Ebû Zer Gıfârî’den ve diğer birçok sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyetleri Kütüb’üs-Sittede (altı hadis kitabı) yer almaktadır.
Hazreti Ömer, Onu ilim meclisinde bulundurur, daima ilme teşvik ederdi. Böylece henüz daha gençlik çağında ilimde yüksek dereceye ulaşmıştır. Hazreti Ebubekir’in halifeliği sırasında ilim öğrenmekle meşgul oldu. Tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinde ayrıca şiir ve edebiyat gibi diğer mevzularda çok iyi bir şekilde yetişmiştir. Daha sonra Ashabı kiramın en üstünlerinin meclisinde bulunup, ilim öğrenmiştir. Özellikle Kur’an-ı Kerîm’in tefsiri ve ayet-i kerimelerin izahında yüksek bir ilme sahipti. Bu vasfından dolayı ona “Tercüman-ül-Kur’an” lakabı verilmiştir.
İLMİ SEVİYESİ: Abdullah İbn-i Abbas, kendisine sorulan meseleleri çok isabetli bir şekilde cevaplandırmıştır. Hiçbir meselede tereddüte düşmemiştir. Sorulan meselelere cevap verirken önce Kur’an-ı Kerim’e bakar açıkça bulamazsa, Hazreti Ebu Bekir’in ve sonra Hazreti Ömer’in o hususta verdikleri hükümleri araştırırdı. Bunlarda da bulamazsa kendi içtihadıyla cevap verirdi. Kendisine havale edilen meselelere gayet açık ve isâbetli cevaplar vermesiyle meşhûr olmuştur. Bu sebeple müşkillerini sormak üzere kendisine çok sayıda müracaat eden oluyordu. Suâl sormak için gelenlerin çok kalabalık olması sebebiyle gelenleri ellişer kişilik gruplar halinde yanına alıp meselelerine cevap verirdi.
Hadîs ilminde de derin bilgisi vardı. Peygamber efendimizden 1660 kadar hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Fıkh ilminin temel direklerindendir. Fetvâları ciltler dolduracak kadar çoktur. Fetvâları fıkıh ilminin en kuvvetli temellerinden olup, Mekke’de yetişen fukaha onun vasıtasıyla yetişmiştir. Ya doğrudan ders alarak veya dolaylı olarak onun ilminden istifâde etmişlerdir. Abdullah İbn-i Abbas fıkıh ilminin en mühim bir kolu olan feraiz (mîrâs) hukuku ilminde yüksek derecede idi.
Abdullah İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) Kur’ân-ı kerîm hakkındaki ilmini isteyen ve soranlara öğretirdi. Bir âyet-i kerîmeyi anlayamayan veya bir müşkili olan kimse ona müracaat edip, sorardı. O da bunlara tatmin edinceye kadar izahat yaparak cevaplandırırdı. Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin bir araya toplanmasında ve neşrinde çok, hizmetleri olmuştur.
İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh ) onun hakkında “O Sultan-ül-Müfessirîn’dir” buyurdu. İlminin genişliğinden dolayı “Hibril Ümme (Ümmetin Âlimi) ve Bahr (deniz), (ilimde derya) ismi verilmiştir.
GÖREVLERİ: Hazreti Ömer’in halifeliği sırasında müftülük yapmış, fetvâ vermiştir. Hazreti Ömer zor meselelerin ona sorulmasını ve alınan cevabın kendisine bildirilmesini istemiştir. Hazreti Osman devrinde de fetvâ vermeye devam etmiştir. Üçüncü Halîfe Hz. Osman'ın şahsına çok bağlı olup onun zamanında devlet kademelerinde görev almış, Abdullah İbn Ebi's-Serh ile birlikte Afrika seferine ve daha sonra da doğuda yapılan Taberistan fethine katılmıştı. Hicretin 35. yılında Hacc emirliği yapmıştı. Hz. Osman'ın şehâdetinden önce evinin etrafında nöbet bekleyen büyük sahâbelerin çocuklarıyla birlikte bulunmuş ve Halîfe'yi isyancılara karşı korumaya çalışmıştı. Daha sonra Hz. Ali'nin hilâfeti sırasında da aynı şekilde devlet kademelerinin önemli mevkilerinde bulunmuştu. Cemel ve Sıff'ın savaşlarında Hz. Ali'nin yanında yer alan İbn Abbas, Hakem Olayı'nda da Ebu Musa el-Eş'arî (r.a.) ile birlikte Hz. Ali'yi temsil etmişti. Hz. Ali onu birkaç defa elçi olarak görevlendirmiş ve 'Hakem Olayı'ndan sonra da Basra Valiliğinde bulunmuştu. Bu sırada bölgede isyan eden Hâricîlerin bu isyanını bastırmış ve asayişi korumuştu.
Hazreti Ali’nin halifeliği sırasında Basra valiliği yaptı. Basra valiliği sırasında kendisine atılan bir iftiraya dayanamayıp görevinden ayrılarak Hz. Ali’nin şehadetinden önce istifa edip Mekke'ye gitmiş ve ömrünün sonuna kadar burada ilimle uğraşmıştır.
Resmî görevlerinin dışında, Abdullah İbn-i Abbas’ın ( radıyallahü anh ) bir ders halkası vardı, ilim öğrenmek üzere çok kimse onun etrâfında toplanmıştır. Onun derslerinde her ilim okutulurdu. Tabiînden Ebû Sâlih ( radıyallahü anh ) “İbn-i Abbas’ın ilim meclisi ile bütün Kureyş iftihar etse değer.” demiştir. Onun derslerinde tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinden başka lisan, şiir, edebiyat, tahrir gibi mevzular işlenirdi. Bütün bu mevzularda derin ilme sahipti. Kur’an-ı Kerim’in tefsiri üzerinde ders verirken herkesi doyuracak şekilde izahlar yapardı. Din hususunda sorulan her soruya geniş cevap verir, her meseleyi açıklardı. Müstakil derslerden başka namazlardan sonra vaaz u nasihat yapar, hutbeler okurdu. Ömrünün sonuna doğru Mekke’de yerleştiği sırada da uzaktan, yakından çok kimse yanına gelerek onu ziyâret edip, derslerini dinlerlerdi, İslâm devletinin sınırları genişleyince çeşitli beldelere seyahat yapmıştır. Buralarda Arapça bilmeyen Müslümanlara tercümanlar vasıtasıyla va’z ve nasihatler yapmıştır.
ESERLERİ: Garîb-ül-Kur’ân hakkındaki izahlar ona dayanmaktadır. İslam tarihinde, Garibü’l-Kur’an, (Arap diliyle nazil olan Kur’an-ı Kerim’deki Arapça olmayan, Araplarca duyulmamış, bilinmeyen, civar dillerden alınan kelimeler) hakkındaki açıklamalar, bunlar hakkında en sahih rivayetler İbn Abbas’a dayanır.
Müşkilü’l-Kur’an’ı (Kur’an’ı Kerim’in derinliklerine inme, bulma, çözme ve güçlüklerini giderme) konusunu da ilk ele alan yine İbn Abbas’tır.
Abdullah İbn-i Abbas’ın müstakil bir tefsir kitabı yoktur. Tefsire dair muhtelif rivayetleri vardır. İbn Abbas Hz. Peygamberden, sahabeden gelen ve kendi içtihadıyla oluşan tefsir bilgilerini bir kitap haline getirmiş değildir. Bize kadar intikal etmiş bulunan ve İbn Abbas'a ait olduğu söylenen "Tenviru'l-Mikbâs min Tefsîr İbn Abbas" isimli tefsirin ona ait olup olmadığı araştırılması gereken bir konudur. Abdullah İbn Abbas'ın tefsîr'e dair rivayetleri Firûzâbâdî tarafından derlenip bir araya getirilmiş ve yukarıdaki isimle yayımlanmıştır.
Onun tefsire dair rivayetleri çeşitli yollarla nakledilmiştir. Bunlardan en meşhurları şunlardır:
1- Sa’îd İbn-i Zübeyr tariki, 2- Mücâhid bin Cebir tariki, 3- İkrime (Mevla İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) tariki, 4-Ali bin Ebî Talha el-Hâşimî tariki, 5- Kays tariki, bu zat Atâ bin es-Saib’den, o da Sa’îd bin Cübeyr’den, o da Abdullah İbn-i Abbas’dan ( radıyallahü anh ) rivâyet etmiştir. Bu tarik İmâm-ı Buhârî ve İmâm-ı Müslimin şartlarına uygun olup, sahihtir. 6- Ebû İshâk tariki, 7- Dahhak tariki.
YETİŞTİRDİĞİ TALEBELER: Mekke'de yetişen birçok fakih onun vasıtasıyla yetişmiştir. Bu sebepten "Mekke Tefsir Mektebi"nin kurucusu İbn Abbas'tır denilir. Çok sayıda âlim yetiştirmiştir. Ondan ilim öğrenen ve hadîs-i şerîf rivâyet eden pek çok âlimden bir kısmı şunlardır: Kendi oğulları Muhammed bin Abdullah, Ali bin Abdullah, kardeşlerinin oğulları Abdullah bin Ubeydullah, Abdullah bin Ma’bed, Abdullah bin Ömer, Şa’be bin Hakem, Merved bin Mahreme, Ebu’l Tufeyl, Ebû İmame bin Sehl, Sa’îd bin Müseyyeb ve diğer âlimler.
ETKİLENDİĞİ OLAYLAR: Hz. Abdullah’ı en çok üzen hadise, Kerbela Vakasıydı. Peygamberimizin torununa, onun çocuklarına ve diğer yakınlarına yapılan o hunharca muamele, Hz. Abdullah’ın yaşlı kalbini hüzne boğdu. Kerbela Faciasında, şehit edilen Hz. Hüseyin başta olmak üzere tüm Peygamber torunları için çok üzülüp ağlamış ve gözlerini kaybetmiştir.
ÖLÜMÜ: Abdullah İbn-i Abbas, hicretin 68. senesinde ömrünün son günlerinde 7-8 gün hasta yattıktan sonra vefat etti. Cenaze namazını Hazreti Ali’nin oğlu Muhammed bin el-Hanifiyye (ra) kıldırdı ve “Bugün bu ümmetin en Rabbanî âlimi vefat etti” buyurdu. Onun vefatı Müslümanları çok üzdü.
RİVAYETLERİNDEN ÖRNEKLER:
“Beş şeyden önce beş şeyi fırsat ve ganimet bil. İhtiyarlık gelmeden gençliği, hastalık gelmeden sıhhati, yoksulluk gelmeden zenginliği, meşguliyet gelmeden rahatı ve ölüm gelmeden hayatı, ganimet bil!”
“Öğretiniz, müjdeleyiniz, güçleştirmeyiniz.”
“Ümmetimden iki sınıf düzgün olursa bütün insanlar düzgün olur. Bunlar bozulursa insanlar da bozulur. Bu iki sınıf âmirler ve âlimlerdir.”
“Kur’an-ı Kerim’i kendi arzusuna göre tefsir eden Cehennemdeki yerine hazırlansın.”
“Tevbe ve istiğfara devam eden kimseye Allah Teala, her sıkıntıdan bir kurtuluş ve her darlıktan bir genişlik verir ve ummadığı yerden kendisini rızıklandırır.”
KAYNAKLAR: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları, Nevevi, Hasan Hüsnü Erdem
Sahabeler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları
İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınları
MUKĀTİL b. SÜLEYMAN
Hazırlayan: Ayten DURMUŞ
KİMDİR: Ebü’l-Hasen Mukātil b. Süleymân b. Beşîr el-Ezdî el-Belhî el-Mervezî el-Horasanî (ö. 150/767)
Meşhur müfessirlerden biri olan Mukâtil, Horasan bölgesinin bir şehri olan Belh’te dünyaya geldi. Doğduğu şehre nispetle el-Belhî, hanımının Ezd kabilesinden olmasına nispetle el-Ezdî, ilim tahsil ettiği ve evlendiği şehre nispetle el-Mervezî ve memleketine nispetle de el-Horasanî nispetleriyle anılmaktadır. Biyografi kitapları ondan, “Mukâtil b. Süleyman el-Belhî, el-Mervezî, el-Horasanî” diye söz etmektedirler.
Kaynaklar onun, hangi yılda doğduğundan söz etmemişlerdir. Rivayetlerden, Mukâtil’in Hicrî 80 yılında doğmuş olduğu kanaati ağırlık kazanmakla birlikte, bu tarihten önce doğmuş olması da mümkündür.
Mukâtil, Belh şehrinde yetişti, sonra Merv’e gitti. Her ikisi de Horasan bölgesinin ünlü şehirlerindendir. Mukâtil’in yetiştiği ve kültürlerinden, dinî-mezhebî görüşlerinden etkilendiği bu ülke, doğunun en verimli ve en geniş ülkesidir. Sınırlarını kuzeydoğudan Mâverâu’n-Nehir, güneydoğudan Sind ve Sicistan ülkeleri, kuzeyden ise Harizm ve Türkistan’daki Oğuzların ülkeleri, güneyden ise Fârisîlerin diyarı İran teşkil etmektedir.
Mukâtil, hayatının ilk yarısını Horasan’da, yani Belh’te ve Merv’de geçirdikten sonra, ikinci yarısını da Irak’ta geçirdi. Bağdat, Beyrut, Mekke gibi şehirler de bulundu ancak oralardaki ikameti uzun sürmedi. Bir süre sonra Basra’ya döndü ve burada Hicrî 150 yılında vefat etti.
AİLESİ: Dedesinin adı bazı kaynaklarda Bişr olarak zikredilse de pek çok kaynakta Beşir olarak verilmektedir. Bazıları onu Mukâtil b. Cuvalduz veya Davalduz ismiyle zikrederler. İbni Hacer, bu lakabın Mukâtil’in babasına ait olduğunu söylerken, ez-Zehebi ise, Mukâtil b. Davalduz’un, Mukâtil b. Hayyan olduğunu kaydeder.
ÖĞRENİM HAYATI: Belh’te yetiştikten sonra bir süre de Merv’de yaşadı. Emevîler’in Horasan’daki nüfuzu zayıflayınca Basra’ya gitti ve burada Atâ b. Ebû Rebâh, İbn Şihâb ez-Zührî, Atıyye el-Avfî gibi âlimlerden faydalandı. Hayatının son yirmi yılını kapsayan bu dönemde Bağdat, Beyrut, Mekke gibi şehirleri dolaştı. Bağdat’ta Abbâsî halifelerinden Ebû Ca‘fer el-Mansûr ve halife olmadan önce Mehdî Billâh ile ilmî sohbetlerde bulundu.
ETKİLEYEN ÂLİMLER: Mukâtil, Hicrî 2. asrın ilk dilimlerinde vefat etmiş tabiînin ileri gelen âlimlerinin birçoğundan rivayette bulunmuştur; Mücâhid b. Cebr el-Mekkî (v. 104 H.); Ata b. Ebî Rebah el-Mekkî (v. 114 H.) gibi. Fakat onlardan yaptığı rivayetler munkatı’dır. Mukâtil; Sabit el-Bunanî, Sa’îd el-Makburî, Atâ b. Ebî Rebah, Atiyye b. Sa’d el-Avfî, Amr b. Şuayb, İbn Şihâb ez-Zührî, İbn Ömer’in azadlısı Nâfi, Zeyd b. Eşlem, Ensârın azadlısı Şurahbil b. Sa’d, Abdullah b. Bureyde, Abdullah b. Ebî Bekr b. Enes b. Mâlik, Muhammed b. Şîrîn, Ebû İshâk es-Sübleyî ve Ebu’z-Zübeyr el-Mekkî’den de rivayet etmiştir, Katâde’den de oldukça yararlanmıştır. Ebû Hanife ile çağdaş olan Mukâtil Basra’da ikamet etmişti.
İLMİ KONUMU: Mukātil’in ilmî şahsiyetinde öne çıkan yönü tefsirciliğidir. Kur’an’ı baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessirdir. Her ne kadar kendisinden önce Saîd b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Amr b. Ubeyd, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî ve İbn Cüreyc gibi âlimler Kur’an tefsiriyle meşgul olmuşlarsa da onların tefsirleri hem kısmîdir hem de tamamı günümüze ulaşmamıştır.
Mukātil’e atfedilen eserler onun nâsih-mensuh, muhkem-müteşâbih, vücûh-nezâir gibi tefsir ilminin ana meseleleriyle ilgilendiğini ve bu konularda kitaplar yazarak bu ilmin inşasında önemli rol oynadığını göstermektedir. Mukātil ayeti ayetle tefsir etmiş, rivayet ve dirayet yöntemini birlikte kullanmıştır. Bu sebeple Mâtürîdî gibi sistematik ve kapsayıcı olmasa da aklî tefsir yöntemini kullanan ilk müfessir kabul edilmiştir.
ETKİLEYEN OLAYLAR: Mukatil’in yaşadığı devir nazarı dikkate alınacak olursa ona bazı itikadî mezheb cereyanlarının tesir edeceği aşikârdır. Cebr akidesini, Horasan ve Maveraünnehr taraflarında yaymaya başlayan Cehm b. Safvân (Ö. 129/746) Belh’te Mukatil ile mubaheselerde bulunmuş ve Mukatil’de bir fikir aksülameli doğmasına sebep olmuştur. Cehm’in tenzih akidesine karşı, teşbih akidesinin müdafaa ederek, ileride doğacak olan Mücessime ve Kerrâmîlerin esasını hazırlamış oldu.
GÖREVLERİ: Emevîler’in Horasan valisi Nasr b. Seyyâr’ın kumandanlarından Selm (Sâlim) b. Ahvez el-Mâzinî’nin yanında büyük itibar gördü. Emevîler’e karşı mücadele eden Hâris b. Süreyc ile yapılan barış görüşmelerine Selm b. Ahvez adına katıldı.
YETİŞTİRDİĞİ TALEBELER: Hakkındaki bazı eleştirilere rağmen, tefsirdeki otoritesi Mukâtil'i haklı bir üne kavuşturmuş ve ihtiyatla da olsa erken dönemden itibaren eserlerine başvurulmuştur.
Mukâtil’den rivayette bulunanlar arasında ise İsmâîl b. Ayyaş, Sa’d b. es-Salt, Süfyan b. Uyeyne, Abdu’r-Rahmân b. Muhammed el-Muhâribî, Abdu’r-Rezzak b. Hemmam, el-Velid b. Müslim, Ebû Nusayr Sa’dâl, İbn Sa’îd el-Belhî, Ebû Hayve, Şureyh b. Bureyd el-Himsî, Ebû Nasr Mansur b. Abdu’l-Hâmîd el-Barudî, Ebu’l-Cüneyd ed-Darir, Ebû Yahya el-Hammanî, Bakıyye b. el-Velîd, Şebâbe b. Sevvâr, İmad b. Kîrat en-Ne’sabûrî, Abdullah b. el-Mübârek, Abdu’r-Rahmân b. Süleyman (b. Ebi’1-Hûb), Abdu’s-Samed b. Abdu’l-Vâris, Attab b. Muhammed b. Şevzeb, Ali b. el-Ca’d, Îsâ b. Ebî Fâtıma {İbn Subeyh], Îsâ b. Yûnus, Haremî b. Umâre b. Ebî Hanîfe, Hammad b. Muhammed en-Nevârî, Hamza b. Ziyad et-Tûsî, Nasr b. Hammad el-Verrâk, Yahya b. Şibl, Yûsuf b. Hâlid es-Sumnî, el-Velîd b. Merised el-Beyrût bulunmaktadır.
İmam Mâtürîdî bazen eleştirmekle birlikte onun yorumlarına temas etmiştir (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, I, 227). Ebü’l-Leys es-Semerkandî ise Mukātil’den yaptığı çok sayıdaki rivayetle ondan yararlanma sürecine katılmış, daha sonra Sa‘lebî el-Keşf ve’l-beyân’ında Mukātil’e ait tefsirin farklı tariklerini derleyerek bu süreci hızlandırmış, ardından gelen Vâhidî, Ferrâ el-Begavî, Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, Ebü’l-Berekât en-Nesefî, İbn Kesîr gibi müfessirler de aynı yolu izlemiştir. Bedreddin ez-Zerkeşî ve Süyûtî gibi müteahhir müfessirler, Mukātil’e yönelik eleştirilere atıfta bulunmakla beraber tefsirinden faydalanmış, Ebüssuûd Efendi onun hakkında saygılı ifadeler kullanmıştır (İrşâdü’l-ʿaḳli’s-selîm, III, 270; VI, 278).
HAKKINDA SÖYLENİLENLER: Mukâtil b. Süleyman akaid ve tefsirle ilgilenmiştir. Akaide dair görüşleri hususunda kaynaklarda farklı bilgiler yer almışsa da tenzihte aşırı giden ilk kelamcılar karşısında, Sıfatiyye grubunun temsilcilerinden olduğunda şüphe yoktur. Şîa’ya, Müşebbihe ve Mürcie’ye nisbet edilmesi yanında bazı Şiî kaynaklarına göre Muhammed el-Bâkır ve Ca‘fer es-Sâdık’ın tâbileri arasında yer alır (DMT, IV, 479). Bir kısım kaynaklarda ise Zeydiyye’den sayılır (İbnü’n-Nedîm, s. 227). Allah’ın cisim olduğuna ve arşta bulunduğuna inandığı hususunda eski kaynaklarla bazı yeni araştırmalar birleşmektedir (Eş‘arî, s. 152-153; Nesefî, I, 119, 161; Ali Sâmî en-Neşşâr, I, 289-291). Mukātil b. Süleyman’a teşbih ve tecsîm görüşünün nispet edilmesi, çağdaş bazı ilim adamlarınca tarafgir bir değerlendirme olarak nitelendirilmişse de (Nasr Hâmid Ebû Zeyd, s. 148-154; Çelik, s. 118-119; Gilliot, CCLXXIX [1991], s. 39-92) Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf başta olmak üzere (İbn Hacer, X, 281) bu değerlendirmeyi yapan Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî gibi âlimlerin bu şekilde itham edilmesi isabetli görünmemektedir.
Makâlât kitaplarında geçen ağır ithamlar Mukâtil'in eserlerinde ortaya koyduğu görüşlerle uyuşmamakla birlikte et-Tefsîrü'l-kebîr'de teşbih ifade eden bir kısım nakil ve izahların bulunduğu da bir gerçektir. Bu sebeple onun yorum ve açıklamalarında kelâmı anlama ile kelâmın konusu olan varlığı anlama arasında doğrudan bir ilişki kurarak, bir meselenin mutlak gayb alanına ait olmasıyla hem gayb hem duyu alanıyla ilgili oluşunu birbirinden ayırdığı sonucuna varılabilir.
ESERLERİ: Tefsire dair eserleri İstanbul kütüphanelerinde bulunmaktadır.
- et-Tefsîrü'l-kebîr: Tefsîru Mukâtil b. Süleyman adıyla Abdullah Mahmûd Şehhâte tarafından neşredilmiştir. (I-V, Kahire 1979-1989)
- el-Vücûh ve'n-nezâir: Birden fazla anlama gelen 185 kelimenin Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını inceleyen eser daha sonra aynı konuda yapılan çalışmalar için kaynak olmuştur. Eseri, M. Beşir Eryarsoy, "Kur'an Terimleri Sözlüğü" (İstanbul 2004) adıyla Türkçe’ye çevirmiştir.
- Tefsîrü'l-hamsimi'e âye mine'l-Kur'ân: Fıkha dair ayetlerin incelendiği eseri M. Beşir Eryarsoy, "Ahkâm Ayetlerin Tefsiri" (İstanbul 2005) adıyla Türkçe'ye çevirmiştir.
Kaynakça: Tefsir Usûlü, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu
TDV İslam Ansiklopedisi, Mukatil b. Süleyman maddesi
Hazırlayan: Ayten Durmuş