Ömer Faruk ARSLAN
Doktora 2017-2018 Güz Dönemi
Öğrenci No: 16922731
TEFSİR, HADİS VE
FIKIH USULLERİNİN BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ AÇISINDAN MÜTALAASI
Bilgi,
sözlükte “bir iş, konu, olay ve herhangi bir şey konusunda bilinen, malûmat”
olarak tanımlanır. İnsanoğlu, Hz. Adem’den bu güne daima bir arayış içerisinde
olmuş, zaman zaman batıla yönelmesine rağmen gerçek bilginin, hakikatin
peşinden koşmuştur. Bilgi, bu yönü ile insanı, hayatı ve evreni anlamlandırmada
önemli bir işleve sahiptir. İfade edilme şekilleri, yaklaşım ve metot
farklılıkları varolmakla birlikte hakikat birdir. Bilgi bir bütündür.
İslami ilimler
içerisinde tefsir, hadis ve fıkıh usulüne dair eserler mütalaa edildiğinde İslâmî
ilimlerde de bilginin bir bütün olduğu gözlemlenebilmektedir. Bu çalışmada
mezkur ilimlerin tanımları ve muhtevaları serdedilecek, ardından bu ilimlere
genel bir perspektifle bakılarak bilginin bütünlüğü açısından bir değerlendirme
yapılacaktır.
Fıkıh usulü,
müçtehidin şer’î-amelî hükümleri tafsîlî delillerden çıkarabilmesine yarayan
kurallar bütünü olarak tarif edilir. Hadis usulü ise hadis rivayetlerindeki sened
ve metinlerin durumlarını anlamaya imkan veren bir takım kaideler ilmidir. Tefsir
usulü, Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım ilke ve
yöntemler ortaya koyan ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında
bilgiler veren bir ilimdir.
Söz konusu
eserler incelendiğinde fıkıh usulünün ana hatlarıyla muhtevasını; şerî
deliller, bu delillerden çıkartılan hükümler, istinbat metotları, lafızlar ve
içtihat bahislerinin oluşturduğu görülmektedir. Hadis usulünün muhtevasını ise ana
hatlarıyla; rivayet (adabı, keyfiyeti, sıfatı, mahsülleri), râvî (vasıfları,
tabakaları, tenkidi) ve rivayet malzemesi (sınıfları, sıhhati) oluşturmaktadır.
Tefsir usulünün ana konuları ise vahiy, Kur’ân tarihi ve Kur’ân ilimleridir.
Kur’ân-ı Kerim’in
610 yılında Mekke’de başlayan inzâli yirmi üç yıl sürmüş ve nüzul ortamında
bilgi bir bütün olarak muhataplarına ulaşmıştır. İnen her ayet, Hz. Peygamber
(s.a.s) tarafından sahabeye tebliğ edilmiş ve vahiy katiplerine yazdırılmıştır.
Ayetler bazen sorulan bir soru veya meydana gelen bir hadise üzerine inmiş,
bazen bir sebebe müstenit olmadan inzal edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine
indirilen bu ayetleri, mücmelini tebyin, müphemini tafsil, mutlakını takyit ve
müşkilini tavzih etmek suretiyle açıklamıştır. Sözlü izahlarının yanı sıra
“Beni nasıl namaz kılarken görürseniz siz de öylece namaz kılınız.” hadisinde
görüldüğü gibi Kur’ân’da geçen ilahi buyrukları hayatına tatbik etmesi ile
fiili bir örneklik ortaya koymuştur. Böylece Kur’ân’ın nüzul sürecinde fıkıh,
hadis ve tefsir ilimlerinin temelleri bir bütünlük içerisinde atılmıştır.
İslam’ın iki
temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim ve sünnet saadet asrında gün be gün ikmal
edilmiştir. Fıkıh ise bu iki temel kaynağın şerî-amelî boyutunu incelemeyi ve
bir takım sonuçlar çıkartmayı ihtiva eden bir çabanın ürünü olarak bir zaruret
neticesinde ortaya çıkmıştır. Kur’ân nuzül asrında muhataplarına tebliğ
edilmiş, onlar tarafından büyük ölçüde anlaşılmış, hayata aktarılmış ve pratiğe
dökülmüştür. Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta iken bu ilimler teşekkül etmemiştir.
Çünkü henüz vahye muhatap olan kutlu elçi hayattadır ve karşılaşılan problemler
ve sorulan sorular en yetkili ağızdan cevaplanmakta ve çözüme
kavuşturulmaktadır. Ancak ilerleyen süreçte kaynaktan uzaklaşıldıkça Kur’ân’ın
muhataplarınca nasıl anlaşıldığı, hangi hadislerin Hz. Peygamber (s.a.s)’e ait
olduğu, amelî konularda hangi delillerin kullanıldığı ve delillerden nasıl
hüküm istinbat edildiğinin tespit edilmesi ve ilimlerin ilke ve kaidelerinin
belirlenmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bunun neticesinde bir bütün oluşturan
nüzul dönemindeki bilgi yeni gelişmeler ve durumlar ışığında tespit edilmeye
başlanmış böylece hadis, fıkıh ve tefsire dair usul eserleri oluşmuştur.
İslamî
bilginin temelinde vahiy yer alır. Sünnet ise vahyedilen Kur’ân’ı anlamak için
özellikle nüzul asrındaki ortamı farklı yönleriyle resmetmesi açısından ikincil
kaynağı teşkil etmiştir. Bu yönü ile tefsir usulü kişiye nüzul asrının ortamını
bilmeyi ve Kur’ân’ı doğru anlamak için ihtiyaç duyulan donanımı
kazandırabilmeyi hedefler. Hadis usulü ise benzer bir faaliyete girişerek
ikincil kaynak mesabesindeki sünnetin doğruluğunu sened ve metin açısından
tespit etmeye çalışır. Fıkıh usulü ise her iki kaynaktan nasıl hüküm
çıkarılacağını, geçmişte hangi meseleler üzerinde icma oluştuğunu, hangi
meselelerde illet birliği sebebiyle ayet ve hadislerdeki hükme kıyas
yapılabileceğini tespit etmektedir. Böylece üç ilim de ortak bir hedefte
birleşmektedir ki bu ortak hedef; bilginin temini, tespiti ve hayata
aktarılması olarak ifade edilebilir.
Günümüz tasnifinde yer alan ilimlere baktığımızda ise hiçbir ilmin bir diğerinden tamamen ayrı, tamamen bağımsız bir özellik teşkil etmediğini fark ederiz. Bilhassa alanımız olan İslam ilimlerine bir göz atacak olursak kelam, hadis, fıkıh, tefsir adeta iç içe geçmiştir. Aralarında keskin sınırlar yoktur. Her birinin doğuşu ve gelişimi birbirleriyle etkileşim içerisindedir. Örneğin; erken dönem tefsir usulü ve tarihi, hadisin önemli bir parçasıdır. Bilindiği gibi Klasik İslami İlimler Terminolojisinde Hz. Peygamber'in sözüne "merfu' hadis", sahabi sözüne "mevkuf hadis", tabii sözüne "maktu hadis" denmekte ve tefsir rivayetleri de büyük çoğunluğu itibarıyla bu üç gruptan birine girmektedirler. Bu durumda tefsir rivayetleri, içerikleri bakımından diğer rivayetlerden ayrılsa bile menşe'leri itibariyle aslında birer hadis rivayetidir. Çünkü onlar sonuçta rivayettirler ve unutulmamalıdır ki, ilk hicri asırlarda ‘rivayet' ile ‘hadis' kelimeleri eş anlamlı olarak da kullanılmıştır.
Fakat zamanla bu birliktelik, yavaş yavaş ortadan kalkmış ve Tedvin dönemi ile birlikte günümüz ilim tasnifi oluşmaya başlamıştır.
Cabiri bu hususta şunları söylemektedir:
"Hicri 136-150. yıllar arasında Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen tedvin hareketinin başladığı belli başlı merkezi şehirlerdir. Bu şehirler, ellerinde yazılı belgeler ve "sinelerindekilerle" giderek büyüyen ve dallanan İslam mirasını taşıyan âlimlerin odaklandıkları büyük merkezlerdi. Dönemin âlimlerinin taşıdıkları miras,bablara ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış bilgi, haber ve te'villerin karışımından oluşmaktaydı. Tedvin işlemi temelde bu bilgi birikiminin ayıklanarak bablara ayrılmasını hedefliyordu. Bablara ayrılan bu bilgiler bilahare tefsir, hadis, fıkıh, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edileceklerdi."
Tedvin döneminden sonra artık ilim dalları yavaş yavaş muhtelif bir dal olarak belirmeye başlamıştır. Ancak her ilim dalının (ilimler her ne kadar tasnife tabi tutulsa da kaynaklarının aynı olmasından ötürü) diğer bir ilim dalı ile arasında çeşitli ilişkiler husule gelmiştir. Bu tasniflere göre; İslamî İlimler arasındaki irtibatı, tefsir merkezli olarak ele aldıgımızda dil ve tarih bilimleri adı altında 2 ana akım görürüz.
a) Dil bilimleri: Dil bilimlerinden Kur'an'ın kelimelerine ve ayetlerine açıklamak getirmek için yararlanılır. Bunun için tefsir yapılırken, önce Arapça bilinmelidir. Ayrıca cümle yapısı ile ilgili nahiv ilmi, kelimelerin türetilmesi ile ilgili olan sarf ve iştikak ilmi, Kur'an'ın edebî inceliklerini ele almak için Ma'ani, beyan ve bedii ilimlerinin bilinmesi gerekir.
b) Tarih Karakterli Bilgiler: Tefsirde Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için hadisten büyük oranda yararlanılır. Hadis rivayetleri ayetlerin sebeb-i nüzul bilgilerini ve doğrudan ayetlere açıklama getiren rivayetleri ve kıraat bilgilerini bize sağlamaktadır. Tefsir, tarih kaynaklarından da benzeri amaçlar için faydalanır.
Yukarıda bahsettiklerimizden de anlaşılacağı üzere tefsir ilminin kendisinden faydalandığı birçok bilim dalı bulunmaktadır. Ancak tefsir ilminin diğer bilim dalları ile olan ilişkisi yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Bu bilimler haricinde tefsirin kendilerine kaynaklık ettiği, malzeme sunduğu bilimler de yer almaktadır. Örneğin tefsir disiplinin Kur'an ayetlerini açıklaması, fıkıh, kelam ve daha birçok bilim dalına materyal sağlamaktadır. Çünkü bilindiği üzere İslamî İlimlerin temel kaynağı Kur'an-ı Azîmü'ş-Şan'dır.
Tefsir sadece ayetlerin indiği anda ne kastettiklerini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Tefsirin ortaya çıkardığı bu anlamların yorumlanması ve Kur'an'ın öğrettiği değerlerin değişik zamanlara taşınması fıkıh ve kelam disiplinleri tarafından yapılmıştır. Kur'an'ın içeriğinde yer alan ahlak, siyaset, itikat, hukuk, ibadet gibi konulara ilişkin ayetlerin yorumlanıp sistemli hale getirilmesi bu disiplinler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kur'an'da yer alan ahlak, siyaset ve itikat konularının yorumlanması ve değişik zamanlarda yaşama taşınması işlemi kelam disiplini tarafından; genel anlamıyla hukuk ve ibadet konuları ve bu alanlara ilişkin ayetlerin sistemli bir şekilde yorumlanması fıkıh disiplini tarafından; tefsir de dâhil olmak üzere bütün disiplinlerin izleyeceği yöntem, Kur'an ibarelerinin anlamlarını ve değerlerini belirleme, ortaya koyma ve bunları hayata yansıtmanın önemi ise fıkıh usulü tarafından geliştirilmiştir.
İlimler her ne kadar tasnif edilseler de aralarındaki ilişki hiçbir zaman kesintiye uğramamaktadır. Çünkü yapısı gereği fıkıh, tefsir ve hadisten ayrılamaz; çünkü ana materyalleri bu iki kaynaktır. Bir ayetin maksadı anlaşılmadan, nüzul sebebi bilinmeden ayetten hüküm çıkarmak mümkün değildir. Hadis, Kur'an ile çelişemez, çünkü böyle bir iddianın doğrulanması Rasulullah'ı (haşa) yalancı konumuna düşürür. Kelam da fıkhı geliştirmekle yükümlüdür, fıkıh da kelam için bir konu alanı teşkil eder, yani tabiri caizse bir hammaddedir. Kısacası her ilim dalı birbiri ile yakın bir ilişki halindedir. Keza İslami İlimlerin ilk dönemlerinde ilk dört halife, İbn Ömer, İbn Abbas, İbn Mesud, H.z. Aişe, Zeyd b. Sabit.. ve daha nice güzide insanların bu ilim dallarının bidayetinde anılan şahıs olmaları bu durumu teyid eder niteliktedir.
Yaptığımız bu çalışmadan anlıyoruz ki; gerek Ulumu'l İslamiyye'nin bidayetinde gerekse klasik İslam eğitiminde ilim, bir bütün olarak algılanmış ve okutulmuştur.
Bu ilimlerin tedvin asrına kadarki olan süreçleri ve birbirleriyle aralarındaki ilişki bunu gerekli kılmaktadır. Mezkur ilimler, yöntem ve ilgi alanı olarak farklıymış gibi dursalar da aslında hepsi dinin bir cihetini temsil etmektedirler. Günümüzde bu mühim ve temel ilkeyi göz önünde bulundurmanın, İslami ilimlerde yapılan çalışmaları daha kaliteli kılacağını düşünmekteyiz.
KAYNAKÇA
Bilginin Bütünlüğü Çerçevesinde Tefsir Usulü, Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü Okumaları Üzerine Değerlendirme
Ayşe KARAKAYA / 17922714 / Doktora
Bütün İslamî ilimlerin kaynağı insanların dünya ve ahiret saadetini sağlamak için yüce Allah tarafından inzal buyurulan kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir ve hepsinin ortak gayesi yüce kitabımızın en iyi şekilde anlaşılması ve gereklerinin yerine getirilmesidir. Biz bu ilimlerden Kur’an-ı Kerim’in lafız ve manalarının anlaşılmasını konu edinen tefsir, Kur’an-ı Kerim’in hayata tatbikinin canlı örneği olan Peygamber Efendimizin söz, fiil ve takrirlerini konu alan hadis ve yine Kur’an-ı Kerim’in insan hayatının ibadet ve muamelat ile ilgili yönlerini düzenleyen hükümlerini ele alan fıkıh usullerinin oluşumunu ve gelişimini mukayeseli olarak inceleyeceğiz. Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, bu ilimler Cenab-ı Allah tarafından son Peygamber Hz. Muhammed vasıtası ile gönderilen yeni şeriatın gereği gibi uygulanması için ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar muvacehesinde paralel olarak bir gelişim göstermişlerdir ve birbirleri ile ilişki içerisindedirler. Kur’an-ı Kerim’in ilk ve en önemli tefsiri olan Peygamber Efendimizin açıklamalarını tefsir alanından, İslam teşriinin en büyük iki kaynağı olan Kur’an ve Sünneti fıkıh alanından ayrı düşünemeyiz. Her bir ilim dalı diğeri ile iç içedir ve birbirini destekler. Nitekim Peygamber Efendimizin Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden açıklamaları ve nüzul sebepleri ile ilgili haberler ilk olarak hadis mecmualarında yer almıştır. Hadis mecmualarının kitabu’t-tefsir bölümlerinde yer alan Peygamber Efendimizin ve sahabenin tefsirle ilgili beyanları rivayet yoluyla nakledilmiş ve hadis ilminin bir kolu olarak gelişmiştir.
Kaynağını Kur’an’dan alan her bir hüküm, Peygamber Efendimizin açıklamalarıyla daha iyi anlaşılacak ve fıkıh usulü sayesinde uyulması gereken bir kaide olarak kitaplardaki yerini alacaktır. Tefsir usulünün konusu bu serüvende Kur’an elfazının inceliklerini araştırmak, müphem manaları, diğer Kur’an ayetlerinden, Peygamberin açıklamalarından yola çıkarak aydınlatmaya çalışacak kaideleri ortaya koymaktır. Hadis usulünün konusu ise Kur’an ayetleri üzerinde Peygamber Efendimiz tarafından yapılan ve bize rivayet yolu ile gelen açıklamaların haber değerini ortaya koymak, sahih olanını zayıf ve uydurma olanından ayırmaktır. Fıkıh usulünün konusu da bütün bu verilerden yola çıkarak, ferdin Allah ile, fert ile, toplum ile ve devlet ile hem dünyevi, hem uhrevi anlamda ilişkilerini düzenleyen hukuk manzumesinin ve teşri hükümlerinin oluşmasını sağlayacak düzenlemeleri yapmaktır. Bu anlamda hadis usulü ilmi diğer ilimlerin bir adım önündedir. Çünkü Hazreti Peygamber devrinde teşriin kaynağı, vahy-i ilahi ve ictihad-ı nebevi idi. Kendisine vahyolan ayetleri tebliğ ve tebyin etmesi bu vazifenin birinci bölümünü oluşturuyordu. İkinci kaynağa nisbetle vazifesi ise şartlara göre hüküm ortaya koyması, yani istinbat ve istimdadda bulunmasıdır ki buna da ictihad-ı nebevi denir. Hazreti peygamberin tetkik ve takdire dayanan bu içtihadı, Allah Teâlâ’nın murakabesi altında teşekkül etmiştir. İçtihat doğru olarak sadır olmuşsa Allah onu tasvip, hatalı ise irşad eder. Dolayısıyla sünnet de Kur’an-ı Kerim ile birlikte uyulması gereken bir kaynak olarak tarif ve tavsif edilmiştir. Bundan dolayıdır ki dini ahkâmın oluşmasında gerek tebliğ ve gerek içtihat olarak Hazreti Peygamberden sadır olan her türlü söz ve fiilin sahih ve güvenilir kaynaklara göre nakledilmesi büyük önem taşımaktadır. İşte hadis usulü ilmi bu anlamda sağlam ve güvenilir bir hadis külliyatı oluşmasında hayati öneme haizdir. Nitekim sonraki asırlarda bazı siyasi ve itikadi fırkalar bozuk fikirlerini desteklemek için hadis uydurma faaliyetlerine giriştiler. Bu arada cahil kişiler ile siyasi fırkalara aşırı derecede bağlı olanlar, halkı kendi düşüncelerine teşvik etmek maksadıyla hadisler uydurdular. Bu sebeple özellikle Iraklı hukukçular. Hadis kabulünde sıkı şartlar ileri sürmüşlerdir ve bu tabiun dönemi sahih hadislerle, uydurulmuş hadisleri birbirinden ayırmak için usullerin tedvin edilmeye başladığı dönem olmuştur. Hadis ilminin tefsir usulü ile olan ilişkisi de Hazreti Peygamberin Kur’an’ın ilk müfessiri olması cihetinden ele alınmalıdır. O, Kur’an’ın müphem ve mücmelini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder, nasih ve mensuhunu bildirir. Sahabe ayetlerin nüzul sebeplerini bildirmekle Kur’an’ın anlaşılmasını gaye edinen tefsir usulünün oluşmasına katkıda bulunur. Sonraki dönemlerde mezhep kurucularının Kur’an’a ve hadise bakış açılarındaki farklılıklar re’y ve hadis ekollerinin oluşmasını intaç etmiştir. Ehl-i hadis hüküm istinbatında Kur’an ve hadisi ön planda tutarken, ehl-i re’y yaşadıkları coğrafya gereği kıyas, istihsan metodlarını öncelikli olarak kullanmışlardır.
Netice olarak, bütün islami ilimlerin kaynağı yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. Tefsir alanı onu bir konu olarak ele alır ve açıklar, fıkıh usulünün konusu da Kur’an’dır, ancak Hazreti Peygamberin açıklama ve uygulamalarından yola çıkarak hükümler ve yaptırımlar ortaya koyar ve bu ilimler insanlığa son ilahi mesaj Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve yaşanması, insanın da bu mesaj ile hayatını anlamlandırması gayesine hizmet eder.
KAYNAKLAR
1- Tefsir Usulü, Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU
2- Hadis Usulü, Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT
3- Fıkıh Usulü, Prof. Dr. Fahrettin ATAR
TEFSİR, HADİS VE FIKIH USULLERİNDE BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ
Kur’an-ı Kerim’in gaye ve maksadını, Kur’an’ın
Kur’an ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zat, kendisine kitap gelen
Hz. Muhammeddir. O, mutlak olarak, insane arasında Kur’an’ı en iyi bilen dirve
en iyi müfessirdir. O, İnsanlara Kur’ana çıkmalama küzerine vazifelendirilmiştir.
Zira tebyin ve tebliğ, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Bunlarsız
Hz. Muhammed peygamber olarak görevlendirilmez.
İslam şeriatinde, hadis ikinci esaslı kaynağı olmuştur.
Zira Hz. Peygamber’in hadislerinde ki asıl amaç Kur’an-ı Kerim’I tefsir etmek,
gizli kalan noktaları açığa çıkarmak, Yüce Allah’ın emir ve hüküm lerindeki maksadını
açıklamaktır. Hadis, Kur’an umumunu ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nasih vemansuhunu
beyan eder. Yani Hadis, Kur’anda gelen bir hususu, ona uygun olarak te’kid,
mücmeli beyan, amm tahsis, mutlak takyid, müşkiltavziheder.
Bu
çalışmamızda tefsir, hadis ve fıkıh usulu okumları neticesinde ortak noktaları
ortaya koymaya çalışacağız.
Konu |
TEFSİR |
HADİS |
FIKIH |
Esbabı
Nüzul
|
قال الواحدي: لايمكن معرفة تفسير الاية دون الوقوف على قصتها وبيان
نزولها وقال ابن تيمية: معرفة سبب النزول يعين على فهم الاية |
أن أسباب النزول لا يمكن معرفتها إلا بالروية والسماع من الثقات قال الحاكم في علوم الحديث: إذا أخبر الصحابى الذى شهد الوحي والتنزيل عن
اية من القران أنها نزل فى كذا فإنه حديث مسند |
تخصيص الحكم به عند من يرى أن العبرة بخصوص السبب. ومن ذلك قوله :إن
الصفا والمروة من شعائر الله. فإن ظاهر لفظها لا يقتضي أن السعي فرض. بل ردت
عائشة على عروة فى فهم ذلك بسبب نزولها وهي أن الصحابة تأثموا من السعي بينها
لأنه من عمل الجالية, فنزلت الأية. |
Değerlendirme |
Kur’anı yorumlamak için
esbabı nüzul iyi bilmeyi gerekmektedir. |
Esbabı nüzulu bilmenin
en sağlam yolu sahih olan haberlere istinad etmektedir. |
Buna göre muteber olan
lafzın umumiliği değil sebebin hususiliğidir. |
Kıraat |
"إن هذا القران
أنزل على سبعة أحرف " قال الإمام الزرقانى المراد بسبعة أحروف: سبعة لغات من لغة العرب. وأن
هذه اللغات السبع متفرقة في القران. |
قال السيوطي: قد شرط بعض المتأخرين التواتر في هذا الركن ولم يكتفي بصحة
السند، وزعم أن القران لا يثبت إلا بالتواتر وأن من جاء مجيء الأحاد لا يثبت به
القران. |
كان أحد من فوائد لاختلاف القراءة: بيان حكم من الأحكام. كقوله
سبحانه في كفارة اليمين: (فكفارته عشرة مساكين... أو تحرير رقبة) وجاء في قراءة
"أو تحرير رقبة مؤمنة". بزيادة لفظ "مؤمنة" فتبين بها
اشتراط الإيمان في الرقيق الذى يعتق كفارة يمين. |
Değerlendirme |
Nöldeke’ye göre yedi
harf evvela zannedildiği gibi arap lehçeleri demek olmayıp, kıraat tarzı
demektir. Diğerlere göre mademki harf kelimesinin bir manasının da lüğat ve
lehçe olduğunu söyledik. O halde yedi harf, lafzı ve maddesi muhtelif yedi
dil olabilir. |
Kur’an’ın bu tevatür
özelliğinden dolayı şaz kıraatlar, kudsi hadisler gibi mütevatir olmayanlar
Kur’an’dan sayılmaz. |
Kıraat konusundaki
farklı görüşler, hükmün belirlenmesinde etkilidir. |
Nesh |
قال الأئمة: لا يجوز لأحد أن يفسر كتاب الله إلا بعد أن يعرف منه الناسخ
والمنسوخ |
كان في نسخ القران بالسنة رأيين: إنما ينسخ القران بالسنة لأنها أيضا من عند الله قال تعالي – وما ينطق عن
الهوي-. أما قال الشافعي أن السنة لا ناسخة للكتاب وإنما هو تابع للكتاب. |
قال الأصوليون: النسخ هو رفع الكم الشرعي بديل شرعي متأخر. مثال قال الشافعي إن الله أنزل فرضا في الصلاة قبل فرض الصلوات الخمس. |
Değerlendirme |
Kur’an Kur’an ile
neshebileceğinde ittifak vardır. Misal, Kudüs’e doğru namaz kılmanın Kabe ile
neshedilmesidir. |
İmam Şafi’ye göre Kur’an
sünneti, sünnet Kur’an’ı nashetmez.
Fakat diğerlere göre neshedebilir. Örneğin, Mütevatir sünnetin Kur’an’ı
neshetmesinde ‘varise vasiyet yoktur’ hadisi gösterilir. |
Neshin şekillerinden
biri de va olan ağır hükmü kaldırıp onun yerine daha hafifini koymak
suretiyle gerçekleşen neshtir. |
Sonuç
Kur’an, usul ve tarih olarak hadis ve fıkıh
ile birbirleriyle bağlıyor. Onlar bir amaç üzerine bilginin bütünlüğü
oluşturuyor. Hz. Muhammed, bir peygamber olarak bize Kur’an beyan etmekte
sunnet ile izah etmiştir. Bu halde, sunnet bir hüccet ve teşri’in kaynağı
olduğunu önemsemeliyiz. Sehabe devrinden itibaren teşri’in kaynağı, tertip
üzere (önce Kur’an’a, sonra sunnet’e, sonra ictihad’a) müracaat ittifak
etmektedir. Ahkam, kur’an nassları ve Hz. Peygamber sunnetleri dayanarak tespit
edilmektedir. Bunlarında bir konu ahkam bulmazsak ahkam tespit etmek için
ictihad yapılmaktadır. Bu durumda islam teşri’i halkların masalihlerine karşıt
olmamalıdır. O yüzden, Fıkıhda ahkam teşri’inin halkın masalihini
gerçekleştirmek gayesine matuf bulmaktadır.
Kaynaklar
1. Ecac Hatib, Usulul
Hadis ve ‘Ulumuhu ve Mustalahuhu.
2. Ez-Zerkeşi,
el-Burhan fi ‘Ulumil Kur’an.
3. Ez-Zarkani, Manahilul
‘Urfan fi ‘Ulumil Kur’an.
4. Es-Suyuti, el-İtqan
fi ‘Ulumil Kur’an.
5. Eş-Şatibi, el-Muvafakat.
6. Eş-Şafi’i, er-Risale.
7. İsmail
Cerahoğlu, Tefsir Tarihi.
8. Selman Başaran, Hadis Usulü ve
Tarihi.
9. Ahmet Nedim Serinsu, Kur’an Nedir.
10. Halis
Albayrak, TefsirUsulü.
Bilginin bütünlüğü bağlamında Tefsir hadis ve fıkıh tarihlerine genel bir bakış
Bilgi, insanlığın varoluşundan itibaren peşinden koşulan,
kullanılan, geliştirilen bir nesne konumunda olmuştur. Elde ediliş biçimleri
itibariyle baktığımızda kültürlere göre muhtelif tasnif ve tanımları olmakla
birlikte genel olarak insanda hazır olan, öğrenmesi için bir çaba gerektirmeyen
bilgi ile öğrenmesi veya edinmesi için gayret ve çabaya ihtiyaç duyan bilgi
olarak tasnif edilebilir.
İlk olarak belirtilen bilgi türüne örnek olarak vahiy
bilgisini verebiliriz. Allah insanı yarattığı andan itibaren ona isimlerin
hepsini öğretmiştir. Dünyada ise kendisinin bilgisinden habersiz kalınmaması ve
başıboş kalındığının zannedilmemesi için Peygamberler vasıtası ile bilgiyi bize
göndermiştir.
İkinci belirttiğimiz bilgi türüne ise hazır olmayıp birtakım
cehd ve gayret ile ortaya çıkan bilimsel bilgi örnek gösterilebilir. Kainat,
Allah’ın kanunu(sünnetullah) üzere dizayn edilip, O’nun (c.c) kanunları ile
işlemektedir. Bu işleyişin kavranabilmesi için bir takım kural ve kaidelere
göre işleyen bilim dalları vasıtasıyla bilginin elde edilmesi gerekmektedir.
İnsan Allah tarafından yaratıldığını bilebilmekle birlikte bu yaratılışın hangi
biyolojik süreçler -bazı yönlerine Kur'ân-ı Kerîm’de değinilmiş olsa da- ihtiva
ettiğini bu ikinci tür bilgi ile bilebilir.
Vahiyle birlikte bize gelen bilginin detaylı kavranması için
gerekli gayreti sarfeden insan’ın bir takım disiplinler içinde değerlendirmesi
gerekir ki bu disiplin sayesinde elde olan verilerle ulaşılan bilginin
devamlılığı ve ana ilkelerin çıkarılabilmesi sağlansın.
Kur'ân-ı Kerîm nazil olduktan sonra vahyin geldiği Hz.
Peygamber (s.a.s) ve vahyin geldiği durum ve şartlara hakim Sahabe (r.a)
döneminde vahye muhatap olan insanlar durum ve şartları bildikleri ve herşeyden
önce Hz. Peygamber (s.a.s) aralarında oldukları için ihtiyaç hasıl olduğunda
bizzat Hz. Peygamber (s.a.s)’e sorarak bilgi elde ederlerdi. Tabiin döneminde
de aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta olmadığı için vahiy ortamında
bulunmuş, doğrudan muhatap olan Sahabe (r.a)’ye başvurulur ve bilgi böylece
elde edilirdi.
Bilginin değerlendirilmesinde zımnen bir disiplin olmakla
birlikte, Sahabe (r.a) ve hatta Tabiin (r.a) sonrası kuşak için bir metin okuma
haline gelen Kur'ân-ı Kerîm’in anlaşılabilmesi, artık ilk iki kuşağın anlama
faaliyeti için sarfettikleri gayretin çok daha fazlasını gerektirmekteydi. Zira
vahiyle birlikte vahyin tefsiri konumunda olan Hz. Peygamber (s.a.s)’in
hadisleri ve Sahabe (r.a)’nin görüşü de katlanarak ilk dönemdekine göre daha
fazla bilgi yekunu oluşturmuştu.
Bu dönemden itibaren birkaç farklı alandaki verinin bir
araya getirilerek bir bilginin elde edilmesi için ilk dönemde olmayan bazı
incelemelerin olması gerekti. Kur'ân-ı Kerîm’in nazil olduğu ortamın bilgisi,
sebeb-i nüzul bilgisi, Hz. Peygamber (s.a.s)’in Kur'ân-ı Kerîm’i tefsir
sadedinde buyurduğu hadis-i şeriflerin isnadının sıhhati bilgisi vs. gibi.
Bütün bunlar zaman ilerleyip bilgi yığını oluşmaya devam ettiğinde elde olan
veya olacak olan verilerin tasnif edilip ayrı ayrı ele alınması gerekti.
Böylece her bilgi önce kendi mahiyetinin gerektirdiği zaviye içinde ele
alınacak, sonrasında da genel bütün içindeki yerini bu ön değerlendirme
sonucunda alacaktı.
Bu ilk dönemlerden itibaren kimi gerçek olmayan, uydurulan
veriler ve genel olarak elde edilen bilgi değerlendirmesindeki tecrübe, ilave
bir takım tasnif ve değerlendirmeleri gerektirdi. Nüzul döneminde tefsir,
hadis, fıkıh şeklinde şimdiki gibi nisbeten somut ayrımlar gerektirmeyen
hususlar, bilginin artması ve değerlendirme malzemesinin de hayli
genişlemesiyle ilk olarak tefsir, hadis, fıkıh; sonrasında ise tefsir kendi
içinde nasih-mensuh, sebebi nüzul, vücuh ve nezair vs. şeklinde; hadis kendi
içinde sebeb-i vürud, rical bilgisi, usul bilgisi vs. şeklinde; fıkıh kendi
içinde füru, usul vs. şeklinde alt tasniflerle ilerlemeye başladı. Bu durum
günümüze kadar bu şekilde geldi ve bundan sonrası için de artarak devam
edecektir.
Bu şekilde tarihsel sürecini özetlemeye çalıştığımız
Vahiy/Kur'ân-ı Kerîm bilgisinin sürekli genişlemesi ve dolayısıyla alt
tasniflerle, ilim dalları olarak ele alınmaya başlaması, alim tipolojisinin
oluşumunda birden fazla ilmin bilinmesini gerektiğini ve hangi ilimlerin temel
olarak bilinmesi gerektiği konusunun işlenmesi sonucunu doğurdu. Tefsir ilmini
şemsiye olarak kabul ettiğimiz için buradan örnek vermemiz gerekirse; Tefsir
tarihi literatüründe müfessirin bilmesi gereken ilimler başlığının tarihten
günümüze sürekli genişlemesi ve/veya değişkenlik göstermesi, artan verilerin
bir bütünü görebilmek adına değerlendirme yapan kişide/müfessirde bulunması şeklinde okunabilir.
BILGININ BÜTÜNLÜĞÜ BAĞLAMINDA TEFSIR HADIS VE FIKIH TARIHLERINE GENEL BIR BAKIŞ
ENES TEMEL DR TEFSİR ESBAB-I NÜZUL – I DERSİ
Bilgi, insanlığın varoluşundan itibaren peşinden koşulan,
kullanılan, geliştirilen bir nesne konumunda olmuştur. Elde ediliş biçimleri
itibariyle baktığımızda kültürlere göre muhtelif tasnif ve tanımları olmakla
birlikte genel olarak insanda hazır olan, öğrenmesi için bir çaba gerektirmeyen
bilgi ile öğrenmesi veya edinmesi için gayret ve çabaya ihtiyaç duyan bilgi
olarak tasnif edilebilir.
İlk olarak belirtilen bilgi türüne örnek olarak vahiy
bilgisini verebiliriz. Allah insanı yarattığı andan itibaren ona isimlerin
hepsini öğretmiştir. Dünyada ise kendisinin bilgisinden habersiz kalınmaması ve
başıboş kalındığının zannedilmemesi için Peygamberler vasıtası ile bilgiyi bize
göndermiştir.
İkinci belirttiğimiz bilgi türüne ise hazır olmayıp birtakım
cehd ve gayret ile ortaya çıkan bilimsel bilgi örnek gösterilebilir. Kainat,
Allah’ın kanunu(sünnetullah) üzere dizayn edilip, O’nun (c.c) kanunları ile
işlemektedir. Bu işleyişin kavranabilmesi için bir takım kural ve kaidelere
göre işleyen bilim dalları vasıtasıyla bilginin elde edilmesi gerekmektedir.
İnsan Allah tarafından yaratıldığını bilebilmekle birlikte bu yaratılışın hangi
biyolojik süreçler -bazı yönlerine Kur'ân-ı Kerîm’de değinilmiş olsa da- ihtiva
ettiğini bu ikinci tür bilgi ile bilebilir.
Vahiyle birlikte bize gelen bilginin detaylı kavranması için
gerekli gayreti sarfeden insan’ın bir takım disiplinler içinde değerlendirmesi
gerekir ki bu disiplin sayesinde elde olan verilerle ulaşılan bilginin
devamlılığı ve ana ilkelerin çıkarılabilmesi sağlansın.
Kur'ân-ı Kerîm nazil olduktan sonra vahyin geldiği Hz.
Peygamber (s.a.s) ve vahyin geldiği durum ve şartlara hakim Sahabe (r.a)
döneminde vahye muhatap olan insanlar durum ve şartları bildikleri ve herşeyden
önce Hz. Peygamber (s.a.s) aralarında oldukları için ihtiyaç hasıl olduğunda
bizzat Hz. Peygamber (s.a.s)’e sorarak bilgi elde ederlerdi. Tabiin döneminde
de aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta olmadığı için vahiy ortamında
bulunmuş, doğrudan muhatap olan Sahabe (r.a)’ye başvurulur ve bilgi böylece
elde edilirdi.
Bilginin değerlendirilmesinde zımnen bir disiplin olmakla
birlikte, Sahabe (r.a) ve hatta Tabiin (r.a) sonrası kuşak için bir metin okuma
haline gelen Kur'ân-ı Kerîm’in anlaşılabilmesi, artık ilk iki kuşağın anlama
faaliyeti için sarfettikleri gayretin çok daha fazlasını gerektirmekteydi. Zira
vahiyle birlikte vahyin tefsiri konumunda olan Hz. Peygamber (s.a.s)’in
hadisleri ve Sahabe (r.a)’nin görüşü de katlanarak ilk dönemdekine göre daha
fazla bilgi yekunu oluşturmuştu.
Bu dönemden itibaren birkaç farklı alandaki verinin bir
araya getirilerek bir bilginin elde edilmesi için ilk dönemde olmayan bazı
incelemelerin olması gerekti. Kur'ân-ı Kerîm’in nazil olduğu ortamın bilgisi,
sebeb-i nüzul bilgisi, Hz. Peygamber (s.a.s)’in Kur'ân-ı Kerîm’i tefsir
sadedinde buyurduğu hadis-i şeriflerin isnadının sıhhati bilgisi vs. gibi.
Bütün bunlar zaman ilerleyip bilgi yığını oluşmaya devam ettiğinde elde olan
veya olacak olan verilerin tasnif edilip ayrı ayrı ele alınması gerekti.
Böylece her bilgi önce kendi mahiyetinin gerektirdiği zaviye içinde ele
alınacak, sonrasında da genel bütün içindeki yerini bu ön değerlendirme
sonucunda alacaktı.
Bu ilk dönemlerden itibaren kimi gerçek olmayan, uydurulan
veriler ve genel olarak elde edilen bilgi değerlendirmesindeki tecrübe, ilave
bir takım tasnif ve değerlendirmeleri gerektirdi. Nüzul döneminde tefsir,
hadis, fıkıh şeklinde şimdiki gibi nisbeten somut ayrımlar gerektirmeyen
hususlar, bilginin artması ve değerlendirme malzemesinin de hayli
genişlemesiyle ilk olarak tefsir, hadis, fıkıh; sonrasında ise tefsir kendi
içinde nasih-mensuh, sebebi nüzul, vücuh ve nezair vs. şeklinde; hadis kendi
içinde sebeb-i vürud, rical bilgisi, usul bilgisi vs. şeklinde; fıkıh kendi
içinde füru, usul vs. şeklinde alt tasniflerle ilerlemeye başladı. Bu durum
günümüze kadar bu şekilde geldi ve bundan sonrası için de artarak devam
edecektir.
Bu şekilde tarihsel sürecini özetlemeye çalıştığımız
Vahiy/Kur'ân-ı Kerîm bilgisinin sürekli genişlemesi ve dolayısıyla alt
tasniflerle, ilim dalları olarak ele alınmaya başlaması, alim tipolojisinin
oluşumunda birden fazla ilmin bilinmesini gerektiğini ve hangi ilimlerin temel
olarak bilinmesi gerektiği konusunun işlenmesi sonucunu doğurdu. Tefsir ilmini
şemsiye olarak kabul ettiğimiz için buradan örnek vermemiz gerekirse; Tefsir
tarihi literatüründe müfessirin bilmesi gereken ilimler başlığının tarihten
günümüze sürekli genişlemesi ve/veya değişkenlik göstermesi, artan verilerin
bir bütünü görebilmek adına değerlendirme yapan kişide/müfessirde bulunması şeklinde okunabilir.
Esra Nur - Bütünleşik Doktora - 14952702
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Kadim'in zıddı cedid (yeni) manasına gelen hadis, aynı zamanda haber manasına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. "Bu söze inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin" meâlindeki Kur'an âyetinde gördü ğümüz "hadis" kelimesi, söz veya haber manas ında kullanılmış ve bununla Kur'anı Kerim kasdedilmiştir. Bir başka ayette ise, bu kelimenin müştakkı olan bir fiil, "haber ver", "tebliğ et" manasında kullanılmıştır: "Rabbinin nimetlerini de tahdis et (haber ver)"
İnsana uyanıkken veya uykuda duyurulmak yahut vahyedilmek suretiyle iletilen her söze, ayrıca anlatılan kıssaya (“hadîsü Mûsâ” [Tâhâ 20/9; en-Nâziât 79/15], “hadîsü’l-cünûd” [el-Burûc 85/17]) ve yapılan konuşmaya da hadis denmektedir.
Hadis kelimesi İslâmiyet’le birlikte farklı bir anlam kazanmış,Peygamberimiz’in (s.a.v.) sözlerine “el-ehâdîsü’l-kavliyye”, fiillerine “el-ehâdîsü’l-fi‘liyye” ve tasvip ettiği şeylere de (takrir) “el-ehâdîsü’t-takrîriyye” denilmiştir.
Bazı âlimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahâbe ve tâbiînin şahsî beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber’e ait olan hadislere merfû, sahâbeye ait olanlara mevkuf, tâbiîne ait olanlara da maktû adını vermişlerdir. Sonraları merfû, mevkuf ve maktû terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi kullanılmaya başlanınca bir kısım âlimler sadece merfû rivayetlere, bazıları da merfû ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir.
HADİS: kelimesi Arapça tahdis mastarının ismi olup ‘’haber verme’’ ,’’anlatılan,haber verilen husus ‘’, ‘’haber’’ ve ‘’söz’’ demektir.Çoğulu ehadis şeklindedir. Hadis ilminde Hz. Peygamber (s.a.v.),’den gelen haber / haberler anlamına gelir.
Sünnet kavramı Hz Peygamber'in(s.a.v.) davranışlarınını= hadis ise onun davranışlarının, sözlerinin ve onaylarının , tanıkları tarafından haber verilmesini ifade eder.
Hadis tarihi;
Tespit safhası,
Tedvin safhası,
Tasnif safhası,
Tehzib safhası olmak üzere dört dönemdir.
Müstakil Hadis Tarihi çalışmalarının yakın dönemlerde başlamış olması, ileride de görüleceği üzere, hadislerin geçirdiği evre ve dönemler konusunda farklı yaklaşımların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Başka bir yaklaşıma göre Hadis tarihi boyunca görülen gelişmeleri şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:
Doğrudan anlatım ve uygulama dönemi (Hz. Muhammed dönemi)
Şifahi Rivâyet Dönemi (Hıfz Dönemi) (Sahabe dönemi)
Kitabet (Takyîd) Dönemi (Hz. Muhammed ve sahabe dönemi)
Tedvîn Dönemi (Tabiin dönemi)
Tasnîf Dönemi (Tebei’t-tabiin dönemi)
Şerh Dönemi (Tebei’t-tabiin dönemi sonrası)
Taklit ve Doktrin Dönemi (Güçlü şerhlerin oluşması sonrası dönem)
Yeni Arayışlar Dönemi (Devam ediyor)
Bu ayırıma göre yaklaşık ilk dört asırlık dönem "mütekaddimûn", sonraki dönem ise "müteahhirûn" olarak isimlendirilmektedir. Söz konusu iki dönemin ayırıcı özelliği ise gerek hadîslerin gerekse hadîs ilmiyle ilgili bilgilerin nakledilmesinde isnadın kullanılıp kullanılmamasıdır. Buna göre isnadlı bilgilerin bulunduğu ilk dönem "mütekaddimûn", hadîs ve hadîs ilmiyle ilgili bilgilerin isnadsız olarak nakledildiği dönem "müteahhirûn" olarak kabul edilmektedir.
"Hıfz/ezber", "kitabet/yazıya geçirme", "tedvîn/hadîsleri yazılı olarak toplama" ve "tasnif/ hadîsleri konularına göre ayırma" veya "tesbît", "tedvîn", tasnîf" ve "tehzîb" şeklindeki ayırımlar ise sadece ilk dönemi ve hadîslerin yazılı rivayetinin tarihsel sürecini ifade etmektedir.
Söz konusu ayrımlar hadîs tarihinin gelişiminde kişi ve nesillerin katkılarını, rivayet esnasında kullanılan yöntemi ortaya koymakla birlikte siyasî, sosyal ve kültürel şartların etki ve katkısını görmezden gelmektedir. Özellikle İslâm düşünce tarihinde hadîslerin Hz. Peygamber'e aidiyetini tespitten ve yorumlanmasından kaynaklanan sebeplerle oluşan ekollerin hadîs anlayışları ile ilişkileri dikkate alınmamaktadır. Dolayısıyla hadîs tarihi dönemlere ayrılırken gelişimindeki kişi, nesil, siyasî, sosyal ve kültürel şartlar ile ekollerin hadîs anlayışlarını da ortaya koyan bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmaktadır.
TESPİT DÖNEMİ: Tesbit sabitleme kaydetme bağlama sağlama alma anlamlarına gelir. Bu dönemde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması , böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerine kaydedilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. Yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir.
Hadis öğrenimi ve öğretimi:
Hz. Peygamber(s.a.v.) hadislerin kaynağıdır. Onların öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayreti de Hz. Peygamber (s.a.v.), e aittir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), elçilerinden bazılarıyla İslam’a davet mektupları göndermişti. Bir kısmı günümüze ulaşan bu mektuplar ilk yazılı hadis belgeleridir.
HADİS ÖĞRENİMİNİN GÜVENİLİRLİĞİ:
HADİS RİVAYETİNİ AZALTMA: Enes b. Malik şöyle demiştir:’’ Hata yapmaktan endişe etmeseydim , size Hz. Peygamber (s.a.v.) den duymuş olduğum bazı şeyleri rivayet ederdim.’’
Hz. Ömer de hata yapılır endişesiyle hadis rivayetini azaltmayı emrederdi.
HADİS RİVAYET EDENDEN ŞAHİT İSTEME: Bazı sahabiler hadis rivayet eden kimseden, o hadisi Hz. Peygamber (s.a.v.),(sav)’den işitmiş olan başka birini şahid getirmelerini isterlerdi. Buna şu iki hadiseyi örnek verebiliriz.
HADİS RİVAYET EDENE YEMİN ETTİRME
HADİSİ KUR’AN VE ÖNCEDEN BİLDİKLERİ HADİSLERLE KARŞILAŞTIRMA
HADİSİ İLK DUYAN KİMSEDEN ALMAYA ÇALIŞMA: er-Rıhle fl talebi’l hadis , hadis öğrenimi için yapılan yolculuk demektir.
HADİSİN RAVİLERİNİ İNCELEME: Sahabe neslinin sonlarına doğru ortaya çıkmıştır.
TEDVİN: Hadislerin yazılı hale getirilmesi. Ancak tespit döneminde(hicri 1. asır sonuna kadar) de bir takım yazıya geçirme faaliyetleri olmuştur.
HZ. MUHAMMED (SAV) HAYATTAYKEN YAZILAN HADİSLER:
1-Medine sözleşmesi.
2-Nüfus sayım tutanağı.
3-İmtiyaz belgeleri
.4-Yahudilerle yapılan yazışmalar.
5-Dine çağrı mektupları.
6-Görevlilere verilen Talimatnameler.
7-Hz. Peygamber (s.a.v.), in Mekkenin fethinde okuyup da Yemenli Ebu şah ın isteği üzerine yazılıp bu sahabiye verilen hutbe.
8- Abdullah b. Amr b. El-As ın yazdıkları.
9-Enes b. Malik in yazdıkları.
10- Hafızasının zayıflığından şikayet eden sahabinin yazdıkları.
11-Ebu Raf inin yazdıkları.
SAHABE DÖNEMİNDE YAZILAN HADİSLER
1-Hz. Ebu Bekir'in beşyüz kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği nakledilmektedir.
2-Hz. Ömer' in de hadisleri yazma teşebbüsleri olmuştu.Ancak o bir ay süreyle yaptığı istişare ve istiharelerden sonra, önceki ümmetlerin .Hz. ALLAH (c.c.). ‘ın Kitabı yanında başka kitaplar edinerek sapıttıklarını söyleyerek süneni yazmaktan vazgeçmişti.
3-Hz. Ali'nin içinde bazı hadislerin yazılı olduğu bir sahifesi vardı ve bunu kılıcına takılı olarak yanında taşırdı.
4-Ebu Hüreyre nin de hadis sahifeleri vardı.
5- Abdullah b. Abbas eline yazı malzemeleri alarak sahabeyi kapı kapı dolaşmış ve onlardan duyduğu hadisleri yazmıştı.
6-Semüre bin Cündeb'in de içinde pek çok ilim bulunan bir sahifesi vardı.
7-Cabir b. Abdullah , Mescid-i Nebi de ders halkası olan ve hadiste yetkili bir alim sayılan bir sahabi idi.Onun da hacla ilgili bir kitabının olduğu bilinir.
8-Abdullah b. Ömer in de hadis sahifelerinin olduğu ve evinden dışarı çıkmadan önce onlara göz attığı nakledilmektedir.
TEDVİN DÖNEMİ: Tedvin, lugatta cemetmek, toplamak manasına gelir. Yazılı sahifeleri bir araya getirerek iki kapak aras ında bir kitap yapmak, bu manâda tedvinin tam karşılığıdır.
Birinci hicri asrın sonu ile ikinci hicri asrın başı , hadis tedvininin başlangıcı olarak kabul edilmekle beraber, asıl hadis eserlerinin ortaya çıkışı , ikinci asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar.
Bu dönem daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar içinde toplandığı dönemdir ve hicri 1. Asrın sonlarından 2. Asrın 1. Veya 2. Çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır.
Böyle bir faaliyeti devlet eliyle ilk olarak başlatan kimse Halife Ömer b Abdülazizdir.
Bu mühim faaliyete dönemin birçok alimi katılmıştı. Ancak onların içinde en büyük gayreti İbn Şihab ez-Zühri göstermişti. Öyle ki ‘’ilmi(yani hadisi) ilk tedvin eden kimse İbn Şihab’dır’’.
TASNİF: Sınıflandırma anlamına gelmektedir. Tedvin tasnifin temelidir. Bu konuda önemli bir diğer kavram ise mihne olup, ulema üzerindeki resmi baskıyı ifade eder.
Tasnifin amaçları arasında, toplanan hadislerin kaybolmasını engellemek, onları sınıflandırmak ve sünnetin etkisini güçlendirmek vardır. Tasnif konulara veya ravilere göre yapılmıştır. Tasnif dönemini de Kütübü Sitte öncesi ve Kütübü Sitte sonrası olarak ikiye ayırmak mümkündür.
HADİS USULÜNÜN ÖNEMLİ KONU BAŞLIKLARI
Hadis râvilerinin cerh ve ta`dili bahsi, usû1 kitaplar ında geniş bi ryer işgal eder. Bilindi ği gibi cerh, bir yaranın deşilip içindekilerin açığa çıkarılması gibi, bir râvinin, hadis rivayetini tehlikeye düşürebilecek her türlü ayıplarımn tesbit edilip ortaya konulmas ıdır; bu bakımdan, ta`dile nisbetle daha güçtür ve din yönünden a ğır bir mes'âliyeti mucibtir. Ta`dil ise, bundan evvelki "râvilerde aranan ş artlar" bahsinde gördüğümüz çerçeve içerisinde cereyan eder ve bu şartları hâiz olan kimselerde cerh alâmeti görülmez.
Hadis rivayetinde bazı muteferri hükümler.
Hadis rivayetinin sahih olabilmesi için baz ı şartlar ileri sürülmüşse de, bu şartlar üzerinde tam bir ittifak had olmam ıştır. Hadisçilerden bazıları, rivayette büyük bir şiddet gösterirken, di ğer bazıları, işin daha kolay tarafına meyletmişlerdir. Mesela Malik İbn Enes, Ebû Hanife ve Ebû Bekr es-Saydalâni e ş-Safi`i, hafızadan rivayet edilmeyen hadislerin, dinde huccet olarak kullandamayea ğım ileri sürmek suretiyle şiddet taraftarlar ı arasında yer almışlardır."° Bazıları ise, ellerinde bulunan kitaptan rivayet etmi ş olmaları bir tarafa, bu kitab ın,
asıl nüsha ile mukabele edilip edilmedi ğine bile ehemmiyet vermemi şlerdir.
Tabiatiyle böyle kimseler, hadis tenkitçileri taraf ından mecrüh addedilmişlerdir. Maamafih, şiddet göstermekte ifrata, i şin kolay tarafına meyletmekte tefrite varanlar bir tarafa b ırakılacak olursa, ekser hadisçilerin orta yolu muhafaza ettikleri anla şılır.
İsnadın Değeri
Haberin kaynağına kadar, nakıller yolu ile ula şma metodu, İslamiyetin zuhurundan sonra tatbik edilmi ş olması bakımından sadece müslümanlara has bir metodtur ve islâmiyetten önce böyle bir tatbikat görülmemektedir. İbn Hazm'in dediği gibi "siqa (güvenilir) kimselerin, yine siqa (güvenilir) kimselerden, Hazreti Peygambere kadar, muttas ıl bir şekilde haber nakletmeleri, Allah' ın müslümanlara bahşettiği bir
nimettir. Sair milletlerde bu yoktur.
Hazreti Peygamberin en hayırlı ümmeti olmak şerefini ta şıyan sahabe, heyecan dolu bir imanla bu gibi hâdiseleri, ellerinden geldi ği kadar önleme ğe çalışıyordu. Fakat fetihlerin ço ğalması, İslam ülkesinin genişlemesi, İslam topluluğu içerisine sahabenin sâhip oldu ğu heyecan ve imandan uzak fürs, rum, berber' ve daha bir çok kar ışık unsurların girmesi, yeni kurulmuş olan düzeni sarsma ğa kâfi geldi. Her karışık unsur, kendi çıkarı için hadis uydurmaktan çekinmedi. Halk ise, bu hadislerin sahihini sakiminden ayırt edecek durumda de ğildi. İşte bu durum, hadisçileri harekete geçirdi; sahih hadislerin, uydurma hadisler aras ında kaybolmasını önlemek için her hadis râvisinden güvenilir birer sened istemeğe başladılar. Sened'siz hadislere iltifat etmediler; fakat, senediyle birlikte nakledilen her hadisi de ayrı bir kontrole tabi tuttular. Son sahabilerin
ya şadığı devirlerde ba şlayan bu hareketler, islamiyetin ikinci kaynağını te şkil eden hadislerin, bize, do ğru ve güvenilir bir şekilde intikalini sağladı.
Hadislerin Taksimi
Hadisler, metin ve isnâd bakımından, ya makbul yahutta merdûd addedilirler. Kabul vasfını hâiz olan bir hadis, ya bu vasfın en üstün derecesinde bulunur, yahutta bu derecenin alt ındadır. Keza red vasfını hâiz olan hadislerde de buna benzer dereceler görülür. Her ne kadar, bu çeşit hadislerin taksimine lüzum hissedilmeyebilirse de, bunlar arasında, bazan, makbul derecesine yükselenlerin oldu ğu da görülmüştür.
Esasen bu çeşit hadisler, usıll kitaplarında ayrı ayrı taksime tâbi tutulmuş ve hepsi hakkında geniş malumat verilmiştir.
Hadislerin genel görünüşü hakkında bu kısa mütalaadan anlaşılıyor ki, makbâl olan hadis sahih, merdâd olan hadis ise zay ıft ır. Bununla beraber, sahihle zayıf arasında, zayıfın üstünde olan, fakat sakihin üst derecesine yükselemeyen baz ı hadisler daha vard ır ki bunlara da hasen ismi verilmiştir.
Daha evvel zikretmi ş olduğumuz salah ve hasen stfatlarından hiç birisini veya bazısını ihtiva etmeyen hadislere zay ıf denilmi ştir. Bu sıfatları toplu olarak burada bir daha zikretmek icab ederse, bunlar ı başlıca
altı grupta toplamak mümkün olur:
1) Sahih hadislerde şart koşulan sıfatlardan ravinin adaleti,
2) Ravinin zabtı,
3) Senedin ittisali,
4) Hadisin şâz olmaması,
5) Hadisin gizli bir illetle malül olmaması,
6) Hasen hadislerde şart ko şulan mütabe`at meselesi, yâni hadisin başka yönlerden de rivayet edilmi ş olması .
Mevzû hadislerin, uzaktan veya yak ından, Hazreti Peygamberle hiç bir ilgisi olmadığı için, bunlar, hadislerin taksimiyle ilgili bölümlerde yer almamıştır. Her ne kadar hadisçiler aras ında, bu çe şit sözlere de "hadis denilmişse de, bu ıtlak, sadece onların metin ve isnâd yönünden ( şeklen) hadise benzemeleri sebebiyledir. Yoksa mevzû hadisler, hadislerin taksimine giren zayıf hadislerle dahi kabili k ıyas değildir. Çünkü zayıf hadisi, bu mertebeye dü şüren başlıca âmil, onun, sıhhat ş artlarını hâiz olmamasındandır, ve bu şartların, uzak da olsa, her hangi bir sebeple tahakkuk etmesi ve bu takdirde zay ıf hadisin sahih olması ihtimali vardır. Fakat mevzû hadisler için böyle bir ihtimal bahis konusu de ğildir.
Nasih ve Mensuh
Ulemamn ıstılâhında nesh, şer`i bir hükmün tatbik sahasında son bulduğunu beyandan ibarettir. Bu beyan, tabiatıyle Şârr yönündendir. Mükelleflere nazaran nesh, aslında şer`i olan hükmün refi ve yerine diğer bir hükmün konulmasıdır. Bu açıklamaya göre, zaman bakımından önce gelen ve bilâhara kald ırılan hüküm menstıh, onun yerine konulan yeni hüküm ise nâsih ismini alır. Hadis ve Fıkıh uleması, umumiyetle, İslam şerratında neshin vuku bulduğunu kabul etmişlerdir. Ancak bu ittifak, neshi tamamen reddeden baz ı itikadi mezhebler bir yana , Kur'ân âyetinin, Hazreti Peygamberin Sunnetini veya Sunnetin Kur'ân âyetini neshedip edemiyeceği konusunda ortaya çıkan bazı görüş ayrılıldanyle tam te şekkül etmemiştir. Buna 'göre, neshi kabul eden İslâm uleması, Kitabın Sunnetle, Sunnetin de Kitapla neshedilip edilemiyece ği konuları üzerinde
münakaşaya girişmişlerdir.
Nâsih ve mensûh hadisin bilinmesini mümkün kılan diğer bir yol, iki mütezad hadisten birinin tarih itibariyle mukaddem, di ğerinin muahhar olarak vürûd etti ğinin sahabece bilinmesidir. Bu takdirde mukaddem olan hadis, mensûh, diğeri ise nâsih olur.
Nesh olayı, hazan da icma tarikıyle sübut bulur. Her ne kadar icma neshetmez ve nesh de olunmazsa da nâsihe delâlet eder. Bu konuda zikredilen misal, Hazreti Peygamberin, üç defa içki içen ve üçünde de üzerine had tatbik edilen bir kimsenin dördüncü defa içmesi halinde öldürülmesini emretmesidir; bu hüküm icma ile tatbik edilmemi ştir. Maamafih, Hazreti Peygamberin de ayn ı hükmü tatbik etmediğine
dair. gelen haberler, ilk hükmün, yine Sunnetle mensuh oldu ğuna delilet ederler.
Muhtelif'ul Hadis
İki hadisin zahiri olarak birbirine z ıt manalarda vürududur. Her âlimin; hattâ her müslümnın bilmesi zaruri görülen bu konu, Hazreti Peygamberin hadislerinde varolduğu zannedilen tenakuzun izalesini
mümkün kılar. Hadis uleması, müşkilu'l-hadis veya ihtilafu'l-hadis denilen bu konu ile meşgul olmuşlar ve birbirine z ıt görülen hadisler arasını birleştirerek müşkilin izalesinde ba şarı sağlamışlardır.
İki mutezad hadisten biri:
1. Râvilerin hallerine bakılarak tercih edilir.
a . Tercih edilen hadisin râvileri, di ğerinin râvilerine nisbetle daha çok olur. Fazla râviler tarafından rivayet edilen hadiste, râvileri az olan hadise nisbetle hata ve yalan ihtimali daha azdır.
b . Tercih edilen hadisin isnâd ı ali olur. . Tercih edilen hadisin râvileri, di ğerine nisbetle daha fakih olurlar. es-Suyüti, bu kısım içerisinde 40 vecih zikretmiştir.
2. Hadisin tahammülüne bak ılarak tercih yapılır:
a . Tahammülün vaktidir ki, bulti ğ çağından önce veya bu çağa yakın bir zamanda i şitilen hadise nisbetle olgunluk ça ğında işitilen hadis daha itimada şayandır.
b . Hadislerden birinin arz, di ğerinin kitabet, veya birinin münavele, di ğerinin vicade yolu ile al ınması .
3. Hadisin rivayet keyfiyyetine bak ılarak tercih yap ılır:
a . Hadislerden birisinin lafzan, di ğerinin manen rivayet edilmesi.
b . Hadislerden birisinde sebebi vürildun zikredilmesi, di ğerinde zikredilmemesi.
4. Vürûd vaktine bakılarak tercih yap ılır:
a . Hadislerden birinin Medeni, di ğerinin Mekki olması (Medeni hadisler, Mekki hadislere tercih edilir)
b . Birisinin hafifletici, diğerinin şiddetli unsurları ihtiva etmesi (müslümanların câhili âdetlerden s ıyrılması için Hazreti Peygamber ilk devirlerde çok daha şiddetli davranıyordu; sonraları tahfife meyletmi ştir. Tahfif, hadisin tercih sebeplerinden biri say ılır).
5. Haber lafzına bakılarak tercih yap ılır:
a . Hâssın âmma tercihi gibi.
6. Hükme bakılarak tercih yapılır:
a . Tahrime delâlet eden hadisin ibaha ve vücilba delâlet eden hadise tercihi gibi.
7. Hârici durumuna göre tercih yap ılır:
a . Kur'ânı Kerimin zâhirine, ba şka bir sünnete, kıyasa, cemaatin veya halifelerin emellerine muvafakat eden hadisin di ğerine tercihi, gibi.
Illet
Zâhiren salah bir hadiste bulunan ve ancak hadis ilmine, hadislerin metin ve isnâdlarına tam manânyle vakıf olan imamlar tarafından bilinebilen, hadisin sıhhatını zay ıflatabilecek gizli sebeplere illet denilmistir .
Hadis ilminin en mühim ve en güç bölümlerinden birini te şkil eden ıllet meselesi, her hadisçinin, kolayca nüfuz edebilece ği bir konu değildir. Cerh ve ta`dilin tamamiyle dışında kalan ve bir çok güvenilir râvilerin hadislerinde tesadüf edilen illetin yegâne delili, bu ilme vakıf imamların birbirinden habersiz olarak o ıllet üzerinde ittifaklar ıdır; bunun haricinde ıllet için belirli bir delil ileri sürmek imkânı yoktur
------------------------------------------------------
TEFSİR TARİHİ VE USULÜ
Kur'anı Kerim nazil olurken, ayetlerin bir kısmı herkesin anlayabileceği bir şekilde (muhkem), birkısmı da anlayamayacağı şekilde (müteşabih) idi. Hz. Peygamber zamanında bu müteşâbih ayetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde durulmazdı .
Müteşabih ayetler, müslümanları daha çok öğrenmeye ve başka bilgilerede sahip olmaya sevketmi ştir. Yine bu ayetler sayesinde dinin tebliğine ve tesisine mâni olmak için sorulan suallere susturucu cevaplar verilmiş ve ilk günde meydana gelecek fesadlar ın önüne sed çekmiştir. Müteşâbih ayetlerin te'vil edilmesi, caiz görülmezse de, Kur'anı Kerim'de işaret buyrulduğu veçhile, caiz görülmeyen te'vil gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesad çıkarmak maksadiyle yapmak istedikleri te'villerdir.
Kur'ân bir din kitab ı olması hasebiyle onda dini ıstılahlar mevcuttur. Kur'anda kullanılan bu dini ıstılahlar, lugât bakımından onlarca belki bilinebilirdi. Fakat bunlar ın ıstılah manasının açıklanmaya ihtiyacı vardı . Mesela selât denilince dua, zekât denilince bereket, hac denilince kasd manalarına geldi ğini bilirlerdi. Ama bunların islamiyette ifade ettiği manalar hususunda malumatları yoktu. Yine onda bir lafız bir çok manalara geldiği gibi bir çok lafı zların bir manaya geldiği de oluyordu.
Zâhiren zıt gibi görünen ayetler (müşkil) arasındaki ihtilaf da Kur'âmıa tefsire ne kadar muhtaç oldu ğunu gösterir.
Kur'anı kerimdeki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitab gelen mümtaz şahısdır ki, o da Hazreti Muhammeddir. O, Kur'an' Kerim tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak Kur'an ı insanların en iyi bilenidir. Yine bu bakımdan o mübelliğdir ve tebyinle de mükelleftir. Bu husus ayetlerde sarih olarak belirtilmiştir. Bu sarahatledir ki kendinin tefsir edilmesini yine evvela kendisi istemi ştir. 0 halde ilk tefsir hareketi islamın kendi bünyesinden doğmadır.
(Sana öğüt verici Kur'anı gönderdik ki, insanlara ne indirildi ğini beyan edesin, onlarda dü şünsünler)". İbn Teymiyye bu âyete istinad ederek, Hazreti Peygamberin, eshab ına Kur'anın manalarını bildirmesi ve açıklaması vacib olur diyor".
Yüce Allah namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış; ancak bunların nasıl yapılacağını, şartlarını, miktarlarını, mânilerini açıklama işini sünnete bırakmıştır. Ayrıca avlanma, hayvanları boğazlama, nikâh, talak vb. birtakım hususlar aynı şekilde sünnetle açıklanmıştır. İşte sünnet, Kur’ân’ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür:
Mücmelin Tebyini
Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Allah Resûlü’nün açıkladığı nasların başında ahkâm, gayb, yaratılış, kader, kıyâmet vb. konuları içeren âyetler gelmektedir.
Mübhemin Tafsili
Mübhem kavramı, insan, melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime ve nitelemenin Kur’ân’da açık değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi müphem lafızlar anlam bakımından bir belirsizliği ve anlaşılmazlığı ifade etmektedir. Böyle olunca mübhem olan hususların açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir zaruret söz konusudur. Bu zaruretin ortadan kaldırılmasında da belirleyici olan aklî yaklaşımlar değil rivâyetlerdir. Bu sebepledir ki İslâm âlimleri mübhem lafızların açıklığa kavuşturulması noktasında sahâbe kavillerini bağlayıcı görmüşlerdir.
Mutlakın Takyidi
Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur’ân, Allah Resûlü’ünün sünnetiyle takyîd edilmiştir.
Müşkilin Tavzihi
Sözlükte “karışık olan” anlamına gelen müşkil kavram olarak da, Kur”an’ın bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir. Eğer o (Kur’ân) Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı” (Nisâ (4), 82) âyetin Kur’ân’da birbiriyle çelişen âyetlerin bulunmasını imkânsız kılmaktadır. “İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür” (Meryem (19), ve “Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır” (Hac (22), 14) ayetleri ilk bakışta bir çelişki gibi görünmektedir. İşte Hz. Peygamber, “(Âyette geçen) vürûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiç kimse kalmayacaktır. Ancak cehennem müminlere, Hz. İbrahim’e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryad edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz üstü çökmüş olarak cehenneme atacaktır” hadisiyle, bu müşkili yani âyetler arasındaki çelişki zannını ortadan kaldırmış olmaktadır.
Nebevî Tefsîrin Fonksiyonu
İslâm bilginlerine göre Hz. Peygamber’in tefsîri iki fonksiyon icra etmektedir. Bunlardan birine beyân denilir ki o, Allah Resûlü’nün Kur’ânî nassları gerektiği şekilde açıklaması anlamına gelir. Diğeri de teşrî’ fonksiyonudur. Bununla da Peygamberimiz gerektiği durum ve şartlara göre hüküm koymaktadır. Beyân fonksiyonu Peygamberimizin, Kur’ân’daki genel manalı âyetleri sınırlandırması müphem, mücmel ve müşkil âyetleri açıklamasından ibarettir.
Hz. Peygamber’in teşri’ yani hüküm koyma fonksiyonuna gelince, bu da, Allah’ın Hz. Peygamber’e vermiş olduğu yetkinin bir neticesidir. Esasen mutlak anlamda şâri (yasa koyucu) Allah’tır. Ancak Allah’ın verdiği bu yetkiye dayanarak Hz. Peygamber de Kur’ân’ın boş bıraktığı alanlarda hüküm koyabilir. Buna göre Allah mutlak, Hz. Peygamber de mecâzi anlamda şâri demektir.
İslâm bilginleri sünnetin değerinden söz ederken kaynak itibariyle onunla Kur’ân arasında bir fark gözetmemişlerdir. Yani onlara göre her iki metin de vahiy olması sebebiyle aynı kaynaktandır. O halde sözünü ettiğimiz bu iki metin arasında değer bakımından herhangi bir fark mevcut değildir. Bu sebepledir ki sünnetin Kur’ân karşısındaki fonksiyonunu ifade ederken de belirttiğimiz gibi, Kur’ân’ın boş bıraktığı alanlarda Allah Resûlü hüküm koymuştur.
Sahabenin Tefsirdeki Konumu
Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber (s.a)’den ne duymuşlarsa; sebebi nüzulden neye şahit olmuşlarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmişse onu söylemişlerdir.
Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri
1- Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemiş yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir edilmiştir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklaşıldıkça artmıştır. Buna paralel olarak tefsir de artmış sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmiştir.
2- Sahabe arasında Kur’an’ın anlaşılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıştır.
3- Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir şekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı.
4- Lügavi anlamı en kısa şekilde anlıyorlardı. Daha fazla bir ekleme yapacakları zaman, ayetin nüzul sebebine dair bildikleri bir şey varsa, onu ekliyorlardı.
5- Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.
6- Tefsire dair hiçbir şeyin tedvin edilmemiş olması.
7- Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.
Tabiîn Tefsirinin Özellikleri
1- Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmiştir. Sebebine gelince; Đslam’a çok sayıda Ehl-i Kitabın girmiş olması ve bunların kafalarının şeri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması gösterilebilir. İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin bu konuda gevşek davranmış ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı araştırma ve tenkit yapmaksızın almışlardır.
2- Tefsir rivayet nakil özelliğini, karakterini korumuştur. Ama Hz Peygamber (s.a) döneminde olduğu gibi şümullü bir şekilde olamayıp bölgesel olmuştur.
3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.
4- Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere göre yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.
Tefsir Konusunda Selef Arasındaki İhtilafın Sebepleri
1- Her müfessirin müsemma aynı olmakla birlikte demek istediğini, farklı bir ifadeyle dile getirmesi
2- Örnekleme Tefsir Tarzından Doğan İhtilaflar
3- Ayette Geçen Lafzın Müşterek Olması Sebebiyle Doğan İhtilaf
4- Ayetlerin Yakın Anlamlı Kelimelerle Tefsir Edilmesinden Doğan İhtilaflar
5- Kıraat Farklılığından Doğan İhtilaflar
Tâbiîn Müfessirlerinin Tefsîr Kaynakları
1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri.
2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri.
3. Şiirle istişhad etmek.
4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri.
5. Sahâbî sözleri (görüş ve içtihatları).
6. Kendi içtihatları (görüşleri).
TEDVİN DÖNEMİ: Tedvin, lugatta cemetmek, toplamak manasına gelir. Yazılı sahifeleri bir araya getirerek iki kapak aras ında bir kitap yapmak, bu manâda tedvinin tam karşılığıdır.
Birinci hicri asrın sonu ile ikinci hicri asrın başı , hadis tedvininin başlangıcı olarak kabul edilmekle beraber, asıl hadis eserlerinin ortaya çıkışı , ikinci asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar.
Tefsîrin Hadisle Birlikte Tedvini
Kaynakların verdiği bilgiye göre tefsîr, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya başlandı. Yezîd b. Hârûn b. es-Sülemî, Şu’be b. el-Haccâc ve Süfyân es-Sevrî gibi bazı muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmak maksadıyla çeşitli İslâm beldelerini dolaşarak, Hz. Peygamber’e isnâd edilen sahih rivâyetleri bir araya getirmeye çalışırken, bu arada Resûlullah ve sahâbeden nakledilen tefsîrle ilgili nakilleri de topladılar. Tabii ki bu zatların maksatları, öncelikle hadisleri yazmaktı. Ancak topladıkları hadisleri yazıya geçirirken, özellikle Allah Resûlü’nün Kur’ân’a dair açıklamaları ve esbâb-ı nüzûl gibi tefsîre dair rivâyetleri de söz konusu kitaplara kaydettiler. Böylece hadis ilminin yazımı aşamasında, tefsîrle alakalı rivâyetler de derlenmiş oldu.
Tefsîrin Müstakil Olarak Tedvini
Biraz önce de belirtildiği gibi ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazıya geçirilen tefsîr rivâyetleri, kısa bir süre sonra müstakil bir ilim haline geldi. Esasen bu, bir zaruretin sonucuydu. Çünkü tâbiûn döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla gelen tefsîr rivâyetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve birtakım hâdiselerin meydana gelmesi neticesi dirâyet (re’y) tefsîri de ortaya çıkmaya başlamıştı.
Rivâyet tefsîri, Hz. Peygamber ve ashâbtan nakledilen rivâyetlerin hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda muhafaza altına alınmıştı. Şayet dirâyet tefsîri için de aynı şey yapılırsa, bu malzeme de korunmuş olacaktı. İşte muhtemelen sözünü ettiğimiz anlayıştan hareket eden ilk dönem müfessirleri, bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin edilen malzemeyi vakit geçirmeden kendi alanına taşımak; diğer taraftan da daha sonra bir açılım göstererek devam edecek olan tefsîrin temellerini atmak maksadıyla müstakil eser yazma hareketini başlattılar.
ESBÂBU’N-NÜZÛL
Kur’an âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler. Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir.
Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı
Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’. Örnek için bkn. S.232-234
Esbâbu’n-nüzûl Rivâyetleri İçin Kullanılan Tâbirler
Rivâyetler bazı hususî tâbirlerin kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. İfadeler:
Âyetin nüzûl sebebi şudur.
Bunun üzerine Allah şu âyeti indiridi.
Bu hâdise üzerine şu âyet nâzil oldu.
Esbâbu’n-nüzûlle İlgili Rivâyetlerin Sıhhati
Tefsir âlimleri, nüzûl sebebpleriyle ilgili rivâyetlerin sıhhatini tesbitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:
Hadis ilminin, sahih hadisler için öne sürdüğü şartların bu rivâyetlerde de mevcut olmalı.
Anlatılan olayların, Hz. Peygamber döneminde meydana geldiği tespit edilmiş olacak.
Anlatılan husularla ilgili âyet/sûrelerin muhtevaları arasında bir münasebet bulunacak.
Eğer haber mürsel ise, başka bir mürselle takviye edilecek ve hadis rivâyet etmekle meşhur olan tâbiûn müfessirlerinin birinden nakledilmelidir.
Rivâyetlerin Çeşitliliği
Çeşitlilikten maksat, bir âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak birden çok rivâyetin nakledilmesidir. Eğer rivayette geçen sebep aynı, şahıs ve zaman bakımından farklılık söz konusuyla bir problem yok demektir. Ancak bu farklılıklarla birlikte bir de sebep de farklı ise ozaman sırayla takip edilmesi gereken bazı yollar vardır:
Önce rivâyetlerin sıhhat dereceleri araştırılarak sahih olanı alınacak.
Her ikisi de sahih ise, aralarında bir tercih sebebi aranacak. Mesela bir rivâyetin müşahede (:bizzat görme) dayanması yahut Buhârî sahihinde yer alması tercih sebebleri olabilir.
Bu da mümkün değilse olayların zaman bakımından birbirine yakın olup olmadığına bakılır. Eğer zaman bakımından yakınlık var ise rivâyetler arası cem ve te’lif edilir.
Esbâbu’n-nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Sonuçlar
Olumlu sonuçlar:
Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı olur.
Âyetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.
Müphem âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırır.
Âyet/sûreler arasında münâsebet kurmaya yardımcı olur.
Hasr veya tahsis (:anlamların darlığı?) şüphesini ortadan kaldırır.
Olumuz sonuçlar:
Âyetleri nüzûlüne sebep olan olay ve tarihî şartlarla sınırlı görmek.
Yorum zenginliğine engel olmak.
Müfessirleri gereğinden fazla meşgul ederek onların mesailerini verimsizleştirmek.
Ortaya çıkan birtakım yeni problemlerin Kur’an’ın genel perspektifi içinde değerlendirilmesini önlemek.
NÂSİH-MENSÛH
İslâm’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir perspektiften ele alınması gereğini düşünüyoruz.
Neshin Tanımı
Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.
Kur’an’da Neshin Varlığı Tartışması
Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni (ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.
Neshi Kabul Edenlerin Delilleri:
Kur’an da yer alan üç ayrı âyet, neshin varlığından söz etmektedir: “Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye Kâdirdir.” (Bakara; 106). Ayrıca Nahl;101 ve R’ad;39.
Neshin Kur’an’dan bulunduğuna konusunda icmâ mevcuttur.
Sahabeden yaılan nakiller de Kur’an’da neshin var olduğunu göstermektedir.
İki âyet arasında çözülemeyen bir çelişki söz konusu ise akıl neshe müracaatı zaruri görmektedir. Yani nesh aklen de mümkündür.
Neshi Kabul Etmeyenlerin Delilleri:
Neshin varlığına dair açık bir şekilde delâlet eden bir âyet yoktur. Yukarda bahsedilen âyetler, Kur’an’ın, kendinden önceki kitapları yürürlükten kaldırdığını ifade eder.
Neshin söz konusu olduğunu açık bir şekilde ortaya koyacak üzerinde ittifak edilmiş herhangi bir hadis de mevcut değildir.
Mensûh olduğu ileri sürülen âyetlerin sayıları konusunda da ittifak edilmemiş.
Çoğu zaman mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olduğuna dair kesin bir delil yoktur.
Nesih, akâidle ilgili olmayıp, tefsir ilminde bir sistem niteliğindedir. Reddi küfrü gerektirmez.
Esasen Kur’an’da neshin bulunmadığını ileri süren âlimler, bu hususu tahsîs kavramıyla açılmaktadırlar. Onlara göre Kur’an’da yer alan herhangi bir hüküm hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmamış; ancak bazı durumlarda bir nassın daha sonra gelen bir nasla anlam alanı darltılmıştır.
Nesih ile Tahsisin Farkları
Nesih hükmün bütün cüzlerini ilga eder, tahsis hükmün sadece bir kısmını kaldırır.
Nesih sadece emir ve nehiylerde mümkün olur, tahsis haberlerde de yapılabilir.
Nesihte mensûhun nâsihten önce nâzil olması gerekirken tahsiste bu şart yoktur.
Nesih yalnız kitap ve sünnette, tahsis bu iki aslın dışında da söz konusudur.
Neshin Şartları
Nâsıh ve mensûh âyetler arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.
Nasların şer’î hüküm taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.
Mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olmuş olması
Neshe konu olan hükmün, iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).
Hüküm açısından nâsıh nassın mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.
Neshin Tespiti
Peygamber Efendimiz önceden koymuş olduğu bir yasağı sonradan kaldırarak sünnetteki neshe işaret etmiştir ancak Kur’an’da neshin varlığına dair herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Neshin tespiti konusunda o yüzden sahâbenin bilgisine başvurmak gerekmektedir. Çünkü onların verdiği bilgiler, sonrakiler için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır. Belirleyici diğer bir hususta icmâ’dır.
Neshin Kısımları
Metni Mensûh Hükmü Bâki Naslar: Nesih savuncuları bu kısma örnek olarak ‘recim âyeti’ diye nitelendirilen “evli erkek ve evli kadın zina yaptıkları zaman Allah’tan bir cezâ olarak muhakkak onları recmedin. Allah mutlâk gâlip ve hikmet sahibidir” anlamındaki metni zikretmektedirler. Bu anlayışa göre söz konusu metin daha önce âyet olarak indirilmiş, ancak Yüce Allah belli bir zaman sonra onun hükmünü yürülükte bırakıp, lafızlarını iptal etmiştir.
Metni Bâki Hükmü Mensûh Naslar:Neshin varlığını savunanlar, mensûh âyetler üzerinde ittifak etmiş değillerdir ancak hepsi için geçerli olan lafızlarının okunmasına karşılık hükümleriyle amel edilmemesidir. Bu konuda örnek olarak içki âyetlerini verebiliriz. Mâide;90’nın, Nahl;67, Bakara;219 ve Nisâ;43 âyetlerini neshettiği ifade edilmektedir.
Hem Hükmü Hem Tilâveti Mensûh Naslar:Bu hususta ileri sürülen nas şöyledir: Buhârî’nin rivâyetine göre Hz. Âişe söz konusu naklinde şöyle demiştir: ‘bilinen on defa emzirme haramlık hükmü doğurur’ âyeti, Kur’an’ın içinde yer almakaydır. Ancak daha sonra bu, ‘beş bilinen emme’ ile neshedildi. Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği zaman onlar Kur’an âyetleri arasında okunmaktaydı. (Müslim;İmam Mâlik;Tirmizî,Dârimî, Ebû Dâvûd) Nesih taraftarlarına göre ilk önce on emzirmenin evlilikte haramlık hükmü doğurduğunu ifade eden âyet nâzil olmuştu, ancak bu daha sonra beş emzirmeyi hüküm olarak ortaya koyan âyetle neshedildi. Ardından da beş emzirmeyi ifade eden âyet tilâvet yönüyle Mushaf’tan çıkarıldı. İlk âyet hem hükmen hem de tilâveten yürürlükten kaldırılırken, ikinci âyet yalnızca lafız yönüyle nesh edilip hükmü ibkâ edilmiş oldu.
------------------------------------------------
FIKIH TARİHİ VE USULÜ
HAZRET-İ PEYGAMBER DEVRİ
Hazret-i Peygamber’in vahye muhatab olduğu 23 senenin ilk 13 senesi Mekke’de geçmiştir ve bu devrede gelen âyetlerin hemen tamamı, daha ziyade inanç esasları ile kısâs ve ahbâra (kıssa ve haberlere, yani geçmişte cereyan eden ve gelecekte cereyan edecek hâdiselere) dairdir. Bu devrede inen âyetlerin pek azı ahkâm ile alâkalıdır ve bunların da büyük çoğunluğu ibâdete ait ve bir kısmı da umumî (küllî) hükümlerdi. Mekke devri, Hazret-i Peygamber’in yeni bir dinin esaslarını anlattığı ve çevresindeki insanların azının kendisine inanıp çoğunun reddettiği, hatta çok şiddetle karşı çıktığı bir devredir.
Medine devrinde ise, Hz. Peygamber bir taraftan ibâdetlerle ilgili hükümlerin vaz’ edilmesi sürerken, diğer bir taraftan da İslâm fıkhının sosyal yönü ağır basan aile, miras, savaş, alış-veriş, ceza, muhakeme hukukuna dar hükümler konulmuştur. Hazret-i Peygamber aynı zamanda bir devlet reisi, başhâkim ve ordu kumandanı olmak itibariyle, devlet idare etmiş, savaşmış, elçi göndermiş, yabancı elçileri kabul etmiş, sulh anlaşması yapmış, dâvâ dinlemiş ve hüküm vermiştir. İşte bu sahalardaki söz ve fiillerinin hepsi, İslâm esas teşkilat, idare, kazâ, harb ve milletlerarası hukukunun hükümlerine esas teşkil etmiştir.
Teşrii Usulü
Bu devirde teşri’ usûlleri şöyleydi: Birincisi, bir hâdise vuku’ bulur, bunun hükmü Hazret-i Peygamber’den sorulurdu. Böyle bir soruya muhatab olan Hazret-i Peygamber önce vahy beklerdi. Bu meselenin hükmü kendisine açıkça veya mânâ olarak vahyedilince, O da bunu Eshâbına bildirirdi.
Vahyin açıkça bildirilenine âyet, mânâ olarak bildirilenine ise sünnet denir. Nitekim Kur’an-ı kerîmde: “Senden soruyorlar! De ki:...” veya “Senden fetvâ istiyorlar! Onlara de ki:...” şeklinde başlayan ve bir meselenin hükmünü bildiren pek çok âyet bulunmaktadır. Sözgelişi Hazret-i Peygamber’den savaş ganimetlerinin durumu sorulmuş, bunun üzerine, “Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber’e attir...” meâlindeki âyet (Enfâl: 1) gelmiştir.
Yine bir sual üzerine “Senden fetvâ isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin (kelâle) mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor...” diye başlayan âyet (Nisâ: 176) nâzil olmuştur. Eğer bu bekleme neticesinde bir hüküm gelmezse bu takdirde Hazret-i Peygamber ictihad ederdi.
Vahy devrinin bir hususiyeti, bizzat Hazret-i Peygamber’in vahy gelmeyen hususlarda ictihadda bulunması ve eshâbına da bu yolda izin vermesidir. Hazret-i Peygamber hukukî ihtilaflar söz konusu olduğunda hâkim sıfatıyla hükümler verirdi. Zamanla bu gibi işler çoğalınca eshâbından hâkimler tayin etmiştir. Bunlar kendi ictihadlarıyla hüküm vermişler, Hazret-i Peygamber de bunu tasvib etmiştir.
Nitekim Muaz bin Cebel, Yemen’e hâkim olarak gönderilirken Hazret-i Peygamber’e, karşılaşacağı meselelerde Kur’an-ı Kerîme bakacağını, burada çözüm bulamazsa, sünnet-i nebevîye müracaat edeceğini; yine bir çözüm bulamazsa kıyas yapacağını arzetmiş ve bu sözü Hazret-i Peygamber tarafından tasvib görmüştü.
Bazen de Hazret-i Peygamber’in ictihadıyla verdiği hüküm, vahy ile tashih edilmiştir. Bu da peygamberlerin ictihadlarının vahyin kontrolünde olduğunu; bu sebeple peygamberlerden hatâ sâdır olamayacağını göstermektedir.
Önde gelen sahabiler, Hazret-i Peygamber zamanında ictihad ederek fetvâ ve hüküm vermişlerdir. Hazret-i Peygamber de bunların hükümlerini reddetmemiştir. Çünkü bunların hepsi bizzat kendi öğrettiklerine dayanmaktaydı. Bununla beraber bu hükümleri gerektiğinde murâkabe salâhiyetini elinde tutmuştur.
Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüz otuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir.
Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.
Sahabe Dönemi
Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Tabiun Dönemi
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve Irak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
ı- İlmi Münazaraların Yapılması
Fıkıh ilminin bir dalı füru’ (Furuu’l-fıkıh: Tatbik i hukuk), diğer dalı ise usul (Usulu’l-fıkıh: Nazari hukuk)’dur. Fıkıh denince, genellikle bu ilmin füru’ dalı kastedilir.
Müctehidin tafsili şer’i delillerden şer’i ameli hükümleri çıkarması, mutlaka kendisine yol gösterecek belli başlı kurallara ve prensiplere uymasını gerektirir.
Bu gerçeği gözönüne alan İslam bilginleri, İslam hukukuna candan hizmet aşkıyla, müctehidlerin hüküm istinbatında takip ettikleri metodları açıklamak üzere özel bir çalışma yapmışlardır. Bu çalışma ile güdülen başlıca iki gaye şunlardır:
1)İctihad şartlarını taşıyanlar, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhi olaylara hüküm bağlayabilecekler,
2)İctihad şartlarını taşımayanlar ise, müctehidlerin hükümlere varırken dayandıkları delilleri ve o delillerden bu hükümlere nasıl ulaştıklarını öğrenerek, onlardan nakledilen hükümleri gönül huzuru içinde kabullenmiş olacaklardı.
İşte bu düşüncelerden hareketle, onlar, hakkında ister özel nass bulunsun ister bulunmasın, delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları ortaya koydular.
İslam bilginleri, bu arada delillerden hüküm çıkaracak kişi yani “müctehid” ile ilgili kurallardan söz ettiler, ictihadı, ictihadın şartlarını ve hükümlerini, taklidi ve taklidin hükümlerini açıkladılar. Bütün bu kurallara ve sözü edilen hususlarla ilgili incelemelere topluca “Usulu’l-fıkıh” adını verdiler.
Fıkıh kelimesi lugatta bir şeyi bilmek, anlamak manasına gelir. Kur’an’da fıkıh kelimesi mutlak ilim için değil, ince anlayış, keskin idrak ve konuşanın gayesini anlamak manalarında kullanılmıştır.
Şu halde fıkıh bir şeyin künhüne vakıf olarak ve deliliyle birlikte bilmek anlamına gelmektedir. Hanefiler Fıkıh’ı ıstılahta “Kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer’i hükümleri bir meleke halinde bilmesidir” şeklinde, Şafiiler ise, “Şer’i-ameli hükümleri yani ibadet, muamelat ve ukubat’a ait hükümleri, tafsili delillerinden çıkararak bilmektir” şeklinde tarif etmişlerdir.
Bu iki tarifin lafızları farklı olmakla birlikte, aynı manayı ifade etmektedirler. Çünkü Hanefiler bilmek (marifet) tabirinden “delilinden çıkararak bilme, meleke ve iktidarı” manasını kastetmişlerdir.
Fıkh’ın şu şekilde de tarifi yapılmıştır: “Fıkıh, ibadet, ukubat ve muamelata ait şer’i hükümlerin hey’et-i umumiyesidir.”
Şer’i hükümleri, delillerinden çıkararak bilen alime fakih denir ki, müctehid demektir. İctihad ve istinbat melekesine malik olmayan bir kişiye, ne kadar çok fıkhi meseleyi öğrenmiş ve ezberlemiş olsa da fakih (hukukçu) denmez. Bu kişilere alim denir. Alim başka fakih başkadır. Aralarında fark vardır. Her fakih alimdir, fakat her alim fakih değildir. Ancak bu kişilere mecazi olarak fakih denir.
Usul: Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab ve delil manalarında kullanılır.
Fıkıh Usulü:
Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir. Fıkıh ilminin diğer dalı olan usulu’l-fıkıh, bir isim tamlaması (izafet terkibi)dir.
Bu ilme, bazan tamlamanın başına ilim sözü eklenerek ilmu usulu’l-fıkh denildiği gibi, bazen de fıkıh lafzı çıkarılarak sadece ilmu’l-usul denir.
Bugün fıkıh usulü tabirinin karşılığı olarak İslam Hukuk Felsefesi, İslam Hukuk Metodolojisi, İslam Hukuk Usulü, İslam Teşri’ Usulü, İslam Hukuku Nazariyatı gibi terimlerin kullanıldığını görmekteyiz.
Bu tamlamada usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş, bina edilmiştir.
Buna göre Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.
Ancak Fıkıh usulü bir ilim dalı olarak ıstılahta terkib manasından daha farklı ve daha geniş konuları ihtiva etmektedir. Çünkü fıkıh usulü ilminde fıkhi delillerden bahsedildiği gibi, şer’i hükümlerden, istinbat kaidelerinden ve benzeri konularından da bahsedilir.
Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:
1) “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğ
reten bir ilimdir. Veya,
2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”
Ahkam:
Hükümler üçe ayrılır:
1- Akli hükümler: Akıl yoluyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Bir ikinin yarısıdır” “İki kere iki dört eder.” “İki zıt bir arada bulunamaz.” hükümleri böyledir.
2- Hissi hükümler: Duyu organları vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Ateş yakıcıdır.” veya “Güneş doğmuştur veya batmıştır.” hükümlerinde olduğu gibi.
3- Şer’i hükümler:Şer’i kaynaklar vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Namaz farzdır.”, “Allah’a şirk koşmak en büyük günahtır.”, “Yalan söylemek, riba haramdır.” hükümlerinde olduğu gibi. İşte usul kuralları, şer’i delillerden elde edilecek olan bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, akli ve hissi hükümleri bertaraf etmek üzere tarifteki ”hükümler” kelimesi “şer’i” kaydı ile sınırlandırılmıştır.
“Ahkam”, istinbatın neticesi ve semeresidir ki bunlar ubudiyyetini şeriata göre yapan mükelleflerin fillerine taalluk eden hükümlerdir. Şeriat bunları ya, mesela namazın farziyeti gibi “icab”, veya faizin, zinanın ve içkinin haram kılınmasında olduğu gibi “tahrim” veya normal hallerdeki yeme içme, alış-veriş ve kirada olduğu gibi “tahyir ve ibaha” veya borcu yazma, alış-verişi şahitler huzurunda yapmada olduğu gibi “nedb” veya güneşin doğuşu ve batışı sırasında namaz kılma, sünnetleri ve adab-ı şer’iyyeyi terketmede olduğu gibi “kerahat” diye vasıflandırır. Bunlara “ameli hükümler” denir. Bunlar, Allah’a, O’nun birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman etme gibi itikadi hükümlerin; doğruluğun vacib olması, yalanın haram olması gibi ahlaki hükümlerin mukabilindeki hükümlerdir ve “ameli hükümler” sözüyle bunlar tarifin dışında bırakılmıştır.
Fıkıh Usulünün Gayesi: Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir.
Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur.
İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Buna da gücü yetmezse, müctehidlerin hüküm ve delillerini tam olarak kavrar.
Müctehidin bu ictihada varırken hangi delile dayandığını ve bu delilden nasıl yararlandığını bilir. Böylece onların kendi kafalarından değil, belirli delillerden istifade ederek hüküm çıkardıklarını anlar ve o hükümleri daha bir gönül hoşluğu ile kabullenir. Kendi mensubu olduğu mezhep imamının görüşü ile diğer imamların görüşleri arasında mukayese imkânı bulur. Hatta bunların delillerini de öğrenmiş olacağı için bunlar arasında tercih imkânına sahip olur. Çünkü, farklı görüşleri mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tesbit ancak bu görüşlerin dayandıkları delilleri ve bu delillerden nasıl hüküm çıkarıldığını bilmekle mümkün olur. Bunları bilmenin yolu da usûlül-fıkıh kaidelerini bilmektir.
Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır. Kim ictihat ehliyetine tam sahip olursa usul kaideleri yardımıyla şer’i nasları –açık olsun, kapalı olsun- anlayabilir ve delalet ettiği hükümleri ortaya koyabilir; kıyas, istihsan, ıstıslah, istishab ve diğer delilleri, ortaya çıkan yeni meselelerin hükümlerini bulmakta kullanabilir.
İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.
Usul ilmi için daha önce verilen tariften anlaşılmaktadır ki, bu ilimden maksat, şer-i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmeyi sağlamaktır.
Şu halde, bu ilmi öğrenen kimsede ictihad ehliyeti gerçekleşmişse, yani bu kimseye Kur’an’ı ve Sünnet’i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas yapabilme şekillerini, İslam teşriinin genel gayelerini bilmek gibi ictihad şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer’i nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle şer’i hükmü tesbit edebilir.
Bu ilmin gayesi, şer’i hükümlerin, şer’i delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir. Burada ifade edelim ki, şer’i hükümlerin hakikatlerine bütün şartlarıyla vakıf olmak, ancak bu ilim sayesinde mümkün olabilir. Fıkıh usulü ilminin koyduğu kaideleri bilmeyen bir kimse, tefsir, hadis ilimlerini bilse bile, şer’i hükümlerin hakikatlerine nüfuz edemez. Aynı şekilde Kur’an ve Sünnet’in ihtiva ettiği hükümleri hakkıyla anlamak için dil ilimlerini bilmek de kafi değildir.Fıkıh usulü ilminde de ihtisas yapmak gerekir. Müctehidler ictihadlarında, fakihler hüküm istihracında bu ilmin kaide ve esaslarından son derece faydalanırlar. Bu ilmin esaslarını bilmeyenler, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarırken hata edebilirler.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu ilmin esaslarını öğrenen bir fakih hüküm istinbatında isabetli neticelere varabilir.
Fıkıh Usulünün Faydaları:
Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.
2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder. Müctehid imamlardan hakkında görüşnakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahric yapıp hükme varabilir. Bir başka deyişle, kendisine uyulan müctehid, o olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalışır.
4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.
5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih eder. Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer’i hükümlerin tesbiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.
Fıkıh usulünde 3 ayrı metoddan bahsetmek mümkündür:
Mütekellimîn Metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur.
Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir.
Zekiyyüddin Şaban'ın deyişiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara hakim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.
Hanefî Metodu: Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir. Bu metoda mensup alimler tarafından da telif edilmiş birçok eser vardır.
Mecz Metodu: Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.
----------------------------------------------------------------------
Bilginin Bütünlüğü Çerçevesinde Değerlendirme
Görüldüğü gibi temel İslam ilimlerinin tarihi benzer bir çerçeve içerisinde ilerlemektedir. Çünkü vahye ilişkin bilginin kuşaktan kuşağa bir bütünlük içerisinde aktarıldığı ve bilgi birikim sürecinde benzer etkilerin söz konusu olduğunu söylemek mümkündür.
Ayrıca, İslam ilimlerinin ayrı branşlar olarak ayrılması sonraki dönemlere tekabül ettiğinden dolayı(her ne kadar ayrışmanın nüvelerini önceki dönemlerde görüyor olsak da) ilk dönem İslam alimlerinin, İslam ilimlerinin bütünü hakkında ciddi bilgi sahibi olduğunu söylemek de mümkündür.
Bu durum, aslında vahyin niteliği ile de ilgilidir. Nitekim İbn Hazm bu meseleye dair şöyle demektedir: “Bizim, Allah tarafından Resûlüne gelen vahyi iki kısma ayırmamız doğru olur:
Birincisi, nazmı, tertibi itibariyle mûciz olup, ibadetlerde tilâvet olunan vahiydir ki bu Kur’ân’dır. İkincisi de rivâyet edilip nakledilen ve nazmı itibariyle mûciz olmayan vahiydir ki bu da Allah Resûlü’nden bize ulaşan hadislerden ibarettir… Allah, birinci tür vahye yani Kur’ân’a uymamızı emrettiği gibi, ikinci tür vahye uymamızı da emretmiştir. Bu yüzden vahyin bu iki türü arasında herhangi bir fark söz konusu değildir”
Nasıl ki, Kur'anı Kerim'i anlamak için hadislerden faydalanmak bir zorunluluk ise, aynı şekilde bazı hadislerin anlamını veya rivayetlerin doğruluğunu değerlendirmek açısından Kur'an'ı anlamaya ve dolayısıyla tefsire ihtiyaç vardır.
Yukarıda, bu iki alanın örtüşmüş olduğu konular ve tarihi gelişim seyri hakkında açıklamalarda da belirttiğim gibi, bir çok konuda rivayetlerin tek bir ilim alanına indirgenemeyecek kadar çok boyutlu olabileceği göz önünde tutulmalıdır. Bir hadis rivayeti aynı anda hem bir ayeti açıklarken, hem de fıkhi bir hükmü ortaya koyabilir.
Benzer bir şekilde, bir tefsir rivayetinin de başka hadislerin anlamlandırılmasında veya fıkhi hükümlerin çıkarılmasında önemli bir konumu olabilir. Vahyin niteliğinin de bu rivayet kültürünün oluşması açısından önemli olduğunu belirtmek gerekir. Vahiy bir bütün olarak ele alındığı takdirde, İslami ilimler arasındaki bu yakınlığın kaynağı da daha iyi anlaşılabilir.
Bu çerçevede, rivayet kültürümüz de daha iyi yorumlanabilir.
Ayrıca, temel İslam bilimlerinin inceleme alanları ve kullandıkları yöntemler farklı olmakla birlikte, her biri kendi alanında bilimsel faaliyetini sürdürebilmesi için diğer bilimlerin tespitlerine dayanmak, onlardan yararlanmak zorundadır.
Kelam, Tüm İslam bilimleri bakımından bir meşruiyet kaynağı konumundadır. Çünkü Kelam inceleme alanı itibariyle diğerleri gibi belli bir konu üzerine kendi sınırlamaz. O, tüm var olanı konu edinir. Bu nedenle klasik dönemde “külli ilim” olarak nitelendirilmiştir.
Bir fakih, bir mesele ile ilgili hükme, ancak fıkıh usülünde belirlenmiş olan delil ve yöntemleri kullanarak ulaşır.Fıkıh usülü de, delil ve yöntemlerin şer’i geçerliliğini tespit bakımından kelama bağlıdır. Kuran’ı Kerim, şer’i ameli hükümlerin elde edilmesinde başvurulması gereken ilk kaynaktır. Bu durum, fıkhın tefsirle ilişkisini açıklamaktadır. Fıkıh, Kuran’ın anlaşılması hususunda tefsirin verilerinden yararlanır.Fıkıh, ancak hadis bilimince Hz Peygamber’e ait olduğu belirlenmiş sözleri, fiilleri ve takrirleri bir hüküm kaynağı olarak kabul edebilir.
Görüldüğü üzere, İslami ilimler arasındaki fark yöntemsel ve konusal bakımdan ortaya çıkmış, ancak bilgi kaynağının ortaklığı ve ilim alanlarının birbirinden yararlanması zorunluluğu bakımından İslami bilgi, bir bütün olma özelliğini korumuştur.
İslami bilginin bütünlüğü onun, hayatın bütün alanlarına yansıyan ve onlar için kapsayıcı olan bir yaşam biçimi getirmesinden kaynaklanmakta ve onun önemli bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilginin oluşum sürecindeki bütünlük, nasih mensuh gibi bir çok ilimde ortak olan konuları da karşımıza çıkarmaktadır. Ayrıca, alim kimliğinin bu ilimlere bütüncül bir yaklaşım sonucunda ortaya çıkmış olması bu ilim alanlarının birbirine ne kadar yakın olduğunu göstermektedir.
KAYNAKÇA
Koçyiğit, T. (2012). Hadis tarihi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Koçyiğit, T. (1998). Hadîs Usûlü, TDV Yay.
Yücel, A. (2010). Hadis: tarihi ve usûlü. İstanbul: M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Cerrahoğlu, I. (2014). Tefsir tarihi. Ankara: Fecr Yayınevi.
Cerrahoğlu, İ. (2008). Tefsir usûlü. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Demirci, M. (2001). Tefsir usûlü ve tarihi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Baş, E.(2002) Tefsir İlimlerinin Doğuşu ve Tarihi Gelişimi. Kur’an ve Tefsir Araştırmaları III. İstanbul: Ensar Yayınları.
Dönmez, I. K. (2015). Fıkıh ve fıkıh tarihi incelemeleri. İstanbul: İSAM.
Keskioğlu, O. (2003). Fıkıh tarihi ve İslam hukuku. Ankara: Diyanet işleri başkanlığı Yayınları.
Atar, F. (2013). Fıkıh usûlü. MÜ Fakültesi Vakfı Yayınları.
TEFSİR,
HADİS VE FIKIH USULLERİNDE BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Kur’an-ı Kerim’in gaye ve maksadını, Kur’an’ın
Kur’an ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zat, kendisine kitap
gelen Hz. Muhammeddir.[1] O, mutlak olarak, insane arasında Kur’an’ı en
iyi bilen dirve en iyi müfessirdir. O, İnsanlara Kur’ana çıkmalama küzerine
vazifelendirilmiştir. Zira tebyin ve tebliğ, peygamberliğin en mühim
esaslarından biridir. Bunlarsız Hz. Muhammed peygamber olarak görevlendirilmez.
İslam şeriatinde, hadis ikinci esaslı kaynağı
olmuştur. Zira Hz. Peygamber’in hadislerinde ki asıl amaç Kur’an-ı Kerim’I
tefsir etmek, gizli kalan noktaları açığa çıkarmak, Yüce Allah’ın emir ve hüküm
lerindeki maksadını açıklamaktır.[2] Hadis, Kur’an umumunu ve hususunu, mutlak ve
mukayyedini, nasih vemansuhunu beyan eder. Yani Hadis, Kur’anda gelen bir
hususu, ona uygun olarak te’kid, mücmeli beyan, amm tahsis, mutlak takyid,
müşkiltavziheder.[3]
Bu
çalışmamızda tefsir, hadis ve fıkıh usulu okumları neticesinde ortak noktaları
ortaya koymaya çalışacağız.
Konu |
TEFSİR |
HADİS |
FIKIH |
Esbabı
Nüzul
|
قال الواحدي: لايمكن معرفة تفسير الاية دون الوقوف على قصتها وبيان
نزولها[4] وقال ابن تيمية: معرفة سبب النزول يعين على فهم الاية فان العلم بالسباب
يورث بالمسبب [5] |
لا يحل القول في اسباب نزول الكتاب الا بالرواية و السماع ممن شهدوا
التنزيل.[6] أن أسباب النزول لا يمكن معرفتها إلا بالروية والسماع من الثقات قال الحاكم في علوم الحديث: إذا أخبر الصحابى الذى شهد الوحي والتنزيل عن
اية من القران أنها نزل فى كذا فإنه حديث مسند[7] |
تخصيص الحكم به عند من يرى أن العبرة بخصوص السبب. ومن ذلك قوله :إن
الصفا والمروة من شعائر الله. فإن ظاهر لفظها لا يقتضي أن السعي فرض. بل ردت
عائشة على عروة فى فهم ذلك بسبب نزولها وهي أن الصحابة تأثموا من السعي بينها
لأنه من عمل الجاهلية, فنزلت الأية.[8] |
Değerlendirme |
Kur’anı yorumlamak için
esbabı nüzul iyi bilmeyi gerekmektedir. |
Esbabı nüzulu bilmenin
en sağlam yolu sahih olan haberlere istinad etmektedir. |
Buna göre muteber olan
lafzın umumiliği değil sebebin hususiliğidir. |
Kıraat |
"إن هذا القران
أنزل على سبعة أحرف " قال الإمام الزرقانى المراد بسبعة أحروف: سبعة لغات من لغة العرب. وأن
هذه اللغات السبع متفرقة في القران.[9] |
قال السيوطي: قد شرط بعض المتأخرين التواتر في هذا الركن ولم يكتفي بصحة
السند، وزعم أن القران لا يثبت إلا بالتواتر وأن من جاء مجيء الأحاد لا يثبت به
القران.[10] |
باختلاف القراءات يظهر الاختلاف في الاحكام.[11] كقوله سبحانه في كفارة اليمين: (فكفارته عشرة مساكين... أو تحرير رقبة)
وجاء في قراءة "أو تحرير رقبة مؤمنة."
بزيادة لفظ "مؤمنة" فتبين بها اشتراط الإيمان في الرقيق الذى يعتق
كفارة يمين.[12] |
Değerlendirme |
Nöldeke’ye göre yedi
harf evvela zannedildiği gibi arap lehçeleri demek olmayıp, kıraat tarzı
demektir. Diğerlere göre mademki harf kelimesinin bir manasının da lüğat ve
lehçe olduğunu söyledik. O halde yedi harf, lafzı ve maddesi muhtelif yedi
dil olabilir. |
Kur’an’ın bu tevatür
özelliğinden dolayı şaz kıraatlar, kudsi hadisler gibi mütevatir olmayanlar
Kur’an’dan sayılmaz. |
Kıraat konusundaki
farklı görüşler, hükmün belirlenmesinde etkilidir. |
Nesh |
قال الأئمة: لا يجوز لأحد أن يفسر كتاب الله إلا بعد أن يعرف منه الناسخ
والمنسوخ[13] |
كان في نسخ القران بالسنة رأيين: إنما ينسخ القران بالسنة لأنها أيضا من عند الله قال تعالي – وما ينطق عن
الهوي-.[14]
أما قال الشافعي أن السنة لا ناسخة للكتاب وإنما هو تابع للكتاب.[15]
|
النسخ هو رفع الكم الشرعي بديل شرعي متأخر.[16] مثال قال الشافعي إن الله أنزل فرضا في الصلاة قبل فرض الصلوات الخمس.[17] |
Değerlendirme |
Kur’an Kur’an ile
neshebileceğinde ittifak vardır. Misal, Kudüs’e doğru namaz kılmanın Kabe ile
neshedilmesidir. |
İmam Şafi’ye göre Kur’an
sünneti, sünnet Kur’an’ı nashetmez.
Fakat diğerlere göre neshedebilir. Örneğin, Mütevatir sünnetin Kur’an’ı
neshetmesinde ‘varise vasiyet yoktur’ hadisi gösterilir. |
Neshin şekillerinden
biri de va olan ağır hükmü kaldırıp onun yerine daha hafifini koymak
suretiyle gerçekleşen neshtir. |
Sonuç
Kur’an, usul ve tarih olarak hadis ve fıkıh
ile birbirleriyle bağlıyor. Onlar bir amaç üzerine bilginin bütünlüğü
oluşturuyor. Hz. Muhammed, bir peygamber olarak bize Kur’an beyan etmekte
sunnet ile izah etmiştir. Bu halde, sunnet bir hüccet ve teşri’in kaynağı
olduğunu önemsemeliyiz. Sehabe devrinden itibaren teşri’in kaynağı, tertip
üzere (önce Kur’an’a, sonra sunnet’e, sonra ictihad’a) müracaat ittifak
etmektedir. Ahkam, kur’an nassları ve Hz. Peygamber sunnetleri dayanarak tespit
edilmektedir. Bunlarında bir konu ahkam bulmazsak ahkam tespit etmek için
ictihad yapılmaktadır. Bu durumda islam teşri’i halkların masalihlerine karşıt
olmamalıdır. O yüzden, Fıkıhda ahkam teşri’inin halkın masalihini
gerçekleştirmek gayesine matuf bulmaktadır.
Kaynaklar
İsmail Cerahoğlu, Tefsir Tarihi,
Ankara: Fecr Yayınevi, 2014.
Selman Başaran, Hadis Usulü ve
Tarihi, Bursa: Emin Yayınları, 2010.
Suyûti, el-İtkân fî
‘Ulûm’il-Kur’ân, Muhakkik: Duktur Mustafa Dib el-Buğa, Beyrut: Dâru İbn
Kesîr, 1987.
Zarkânî, Menâhil’ul-‘İr’fân
fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, Muhakkik: Ahmet Şamsuddîn, Beyrut: Dâru’l-Kutub
el-‘İlmiyye, 1971.
Zarkaşî, el-Burhân fî
‘Ulûm’il-Kur’ân, Muhakkik: Mustafa Abdulkadir Ata, Beyrut: Dâru’l-Kutub
el-‘İlmiyye, 2011.
Şâfi’î, er-Risâle, Muhakkik:
Ahmed Muhammed Şâkir, Mısır: Maktabe ve Matba’e Mustofa el-Bâb el-Halbî, 1940.
[1] Cerahoğlu,İsmail, Tefsir Tarihi (Ankara:
Fecr Yayınevi, 2014) s. 39
[2] Başaran, Selman, Hadis Usulü ve Tarihi ( Bursa: Emin Yayınları,
2010) s. 23.
[3]Cerahoğlu,İsmail, Tefsir Tarihi, s. 54.
[4] Suyûti, el-İtkân fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, Muhakkik: Duktur Mustafa Dib el-Buğa (Beyrut:
Dâru İbn Kesîr, 1987) c.1, s. 93.
[5] Suyûti, el-İtkân fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, c.1, s. 93.
[6] Suyûti, el-İtkân fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, c.1, s. 99.
[7] Suyûti, el-İtkân fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, c.1, s. 100.
[8] Suyûti, el-İtkân fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, c.1, s. 94.
[9] Zarkânî, Menâhil’ul-‘İr’fân
fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Muhakkik: Ahmet Şamsuddîn (Beyrut: Dâru’l-Kutub
el-‘İlmiyye, 1971) ss. 85-86.
[10] Suyûti, el-İtkân fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, c.1, s. 239.
[11] Suyûti, el-İtkân fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, c.1, s. 254.
[12] Zarkânî, Menâhil’ul-‘İr’fân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, ss. 86-87.
[13] Suyûti, el-İtkân fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, c.2, s. 700. Zarkaşî, El-Burhân
fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, Muhakkik: Mustafa Abdulkadir Ata (Beyrut: Dâru’l-Kutub
el-‘İlmiyye, 2011) s. 273
[14] Suyûti, el-İtkân fî ‘Ulûm’il-Kur’ân, c.2, s. 701
[15] Şâfi’î, er-Risâle, Muhakkik: Ahmed Muhammed Şâkir (Mısır: Maktabe ve
Matba’e Mustofa el-Bâb el-Halbî, 1940) s. 106.
[16] Zarkânî, Menâhil’ul-‘Ir’fân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, s. 367.
[17] Şâfi’î, er-Risâle, s. 113.
Esbeb-i
Nüzül Anlaması
a. Esbebun
Nuzul'un anlamını bılmek.
Asimetrik
olarak, esbebun nuzul "esbeb" sözcüğünden gelir "sababa"
nın çoğul nedeni, nuzul anlamı aşağı. Buraya esbebun nuzul denilen şey Kuran'ın
ayetidir. Böylece, esbebun nuzul neden olan bir olaydır Kur'an ayetlerinin
doğrudan ya da dolaylı olarak gerilemesi doğrudan. Başka bir deyişle, tüm
olgular düzleştirilir bir şeyin ortaya çıkışı esbeb al nuzul olarak
adlandırılabilir, ancak kullanımı sırasında, esbeb al nuzul'un özel ifadesi. Altta
yatan nedeni ifade etmek için kullanılır Kur'ân'ın gerilemesi ve özellikle de
başbuğ vâkıf hadislerin sebepleri için kullanılır. Para birimi ile formüle
edilen terminolojide anlama akademisyenler esbebun nuzul hakkında şunları
söylüyorlar:
1. El-Zarkani'ye göre:
"Esbeb el-nuzul özel bir şey ya da bir şey. Kur'ân âyetlerinin gerilemesi ile olan
ilişkisinin yanı sıra olay anında yasal bir hakim görevi gören olur ".
2. El-Sabuni göre:
"Esbeb
al nuzul bir olay veya olay bir veya daha fazla asil ayetin inmesine neden olan
bu gibi olay ve olaylarla bağlantılı olarak, Ya Peygamber'e bir soru şeklinde
veya. Dini olaylarla ilgili olaylar. "
3.
Subhi Salih:
Esbebu el-nuzul neden olan bir şeydir Kuran'ın bir veya birkaç ayetinin çöküşü bazen
yanıt olarak bir olayı ima eder veya yasaların bir açıklaması olarak ne zaman
oldu".
4.
El Katathan nerede:
Esbeb el-nuzul, Kuran'ın inmesine sebep olan Olay olduğunda, Hz "4 esbeb al
nüzul Kuran'ın ayeti düşüşe bilgi sağlamak için kullanılan ve
perintahperintahnya anlamak için bağlamı verdi edilebilir tarihsel malzemedir
keapada tek olay veya soru şeklinde olsun. Elbette, bu tarihsel materyal sadece
Kur'an'ın bulunduğu tarihteki olayları kapsar ('tenzil'de ashr). Kuran
ayetlerinin hepsi meşakkatli olup olmadığı sorusu akademisyenler arasında bir
tartışma konusu olmuştur. aşağı öncesinde kesildi Kuran tüm bir olay veya bu
nedenle pertanyaan.5 sebebini değil açıklamak için: İkinci başlangıçlar düştü
(ibtida '): Birinci: Al-Ja'bari ikiye bölündü Kuran'ın düşüş hakkında tartışmak
bir neden veya olay Bazı bilim adamları, Kuran'ın tüm ayetlerinde an-nuzul
bulunmadığını iddia etmektedir. Bu nedenle, '(ğayr ibtida, diğerleri ise bir
olayla motive indirdi) orada arkalarında durmak için kimse ile diturunkah
Kur'ân (ibtida)' in bir ayettir.
b. Esbebun
Nuzul'un Biçimleri
Açıklanan
tanımdan yola çıkarak, esbeb el-nuzul bir ayet adakalnya şekli anlayış olaylar
ve bazen sorular şeklinde bir ayet veya ilgili âyetlerini açıklamak için
bazı ayetler aşağıdadır olaylarla veya sorulara cevaplar vererek Özellikle.
Ayette olaylar şeklinde düşüş için üç tane çeşit, 7 yani:
1.
Bir çekişme olayı
Bunun
anlamı şudur: "Ey iman edenler, sizi takip ederseniz Kitap verenlerden
bazıları kaçınılmazdır. seni bir kafir yapacaklar imandan sonra "(S.
Alimran: 100) Anlatılmış bir hesapta, Auz kabilesi ve Hazarjlar oturuyorlar,
dediler cehalet döneminde düşmanlığı hakkında, böylece öfkesini ortaya çıkardı,
böylece her biri tutu Silahı. Başka bir anlatımda, Halktan önce Shash bin Qais
adında Yahudiler Auz ve Hazraj mutlu sohbet ediyorlar, Yahudiler onların
yakınlarını görmekten nefret ediyorlar. Onun kökeni düşmandır. Bir genç adama
şunları söyledi: onlarla sohbet etti ve üzerine hikaye uyandırdı.
Bu'ats
savaşı sırasında Cahiliye'nin yaşı. Auz'a başlayın ve Khazraj, usta kulüpteydi
ve kendi cesaretini övdü. Aus ve Kazablanka'dan Aus bin Qaizi'yi al bin Şeyh'in
Karısı, sözlü taciz, ikinci öfkeyi kışkırttı taraflar oyuna atladı. Bu kadar Rasulullah
geldiğini gördü ve tavsiyelerde bulundu. ve onları uzlaştırmak. Onlar itaatkar
ve itaatkar Peygamber Efendisinin Avukatı olayın nedeni yukarıdaki Ali İmran
harflerinden aşağı doğru ayetler.
2.
Olay ölümcül bir hataydı
Bunun
anlamı şudur: "Ey iman edenler! Dua etmeyin, sarhoşken sen öyleyse ne
dediğinizi anlayın "(Q.S. Nisa: 43).
Bir
tarihte Abdurrahman'ın Bin Auf, Ali ve arkadaşlarını davet etmeye davet edildi,
sonra servis khamar (şarap, içecekler sert) beyinlerini rahatsız etti. Zaman
geldiğinde dua ediyor, Ali'ye rahip olmasını söyleyen insanlar ve o zaman
yanlış ayeti okumuş , hiçbir kelime söyleyemiyorum.
3.
Olay idealler ve arzular şeklinde
Örneğin,
Umar İbn Habil'in uygunluğu (Muwafaqat) Kuran ayetleri hükümleri ile. orada
tarihte Ömer'in umutlarından bazılarını dile getirdi Peygamberimiz Sonra
içeriği uygun olan ayetler aşağıya iner Umar'ın umuduyla. Örneğin, İmam Buhari
ve Ömer'in Anas r.a'dan rivayet ettiği yeni bir rivayet: "Ben Tanrı ile üç
şekilde katılıyorum: Ben söylüyorum Elçi, Ya Makam İbrahim'i yaparsak namazın
yeri, sonra ayet: Bir soru formunda olan inen ayette gelince üç çeşit halinde
gruplandırılabilir.
Sonuç;
Yukarıdaki açıklamalara göre, birkaç puan vardır. Bunların arasında:
Herhangi bir arka plan fenomeni bir şey esbeb al nuzul olarak adlandırılabilir,
ancak kullanımı, esbeb al nuzul'un özel ifadesi Altta yatan nedeni belirtmek
için kullanılır Kuran'ın çöküşünün yanı sıra esbeb el wurud özellikle nedenler
için kullanılır hadisin ortaya çıkışı.
Ayette
olaylar şeklinde düşüş için üç tane türler, yani: Olaylar argümanlar şeklinde, Olaylar
ölümcül bir hata. Olay bir özlem ve arzu. Derin ayetin çıkışları gelince soru formu
üç gruba ayrılabilir tür, bir şeyle ilgili sorular geçmiş. Ile ilgili sorular geçmişte
olan bir şey. Olmak istenen döneme ilişkin sorular gel.
Esbebun
Nuzul cümlecik modeli belirtilmiştir açık bir deyimle. Esbebun nuzul değil lafaz
"sabab" ile gösterilen ancak giderek giden "fa sababiha"
telaffuzunu getir maruz kaldıktan hemen sonra yönlendirilen paragraph bir olay
veya olay. Esbebun Nuzul anılır kesinlikle bağlamdan. Bu durumda Allah Resulü insanlara
sordu, sonra kendisine vahiy buldular ona yöneltilen soruları cevaplamak için yeni
alınan ayette. Esbebun nuzul değil çünkü açıkça, hayır ayrıca fa sababbiha
getirerek değil de soru üzerine bir cevap.
Kaynaklar;
Muhammad Abdul El-‘Azhim El-Zarqani, Manahil El-Erfan fi Ulumul Kuran, Beirut.
Muhammad Ali Al-Shabuni, Et-Tibyan fi Ulum Kuran,
Maktebe el-Ghazali, Damaskus, 1390.
Subhi
Shalih, Mebehis fi Ulum El-Kuran, Dar El-Qalem li El-Maleyyin, Beirut,
1988.
Jalaluddin Al
Suyuti, El-Itqan fi Ulum El-Kuran, (Beirut:
Dar al Fikr,tth