Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Şeyma Gündüz

17912751

 

TARİH MÜTALAASI

          Tarih Mütalaası, isimli ödev başlığı altında hedefimiz başta Hadis ilmi olmak üzere, Fıkıh ve Tefsir ilminin vermek istediği bilgiyi/mesajı okuduğumuz kadarıyla harmanlayıp, 'Bilginin Bütünlüğü' ilkesiyle birlikte ele almak. Amacımız tek bir perspektiften bakmak değil bütünlüğü göz önünde bulundurmaktır.

Hadis, Fıkıh ve Tefsir İlmi'nin amacı genel manada ortaktır. Üç disiplin Kur'an-ı Kerim'i yaşama ve vahyi daha iyi anlama çabalarıyla doğmuştur. Bu açıdan bir elin parmakları gibi farklı görünseler de ortak amaca hizmet etmektedirler. Sahabe dönemiyle beraber bu üç ilmin, malzemeleri yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır ve bu üç temel ilmin sistemleşmesi ve gelişmesinde sahabelerin  çok önemli misyonu vardı.Var olanı/ Kur'an-ı Kerim'i anlama çabasıyla; sahabelerin Efendimiz (sav)'e yönelttikleri sualler, suallerine karşı aldıkları cevaplar ve hali hazırda bulunan toplum ve o toplumun ihtiyaçlarına binaen yenilenen vahiy süreci ile birlikte üç ilmin mayası oluşmuştur. Hadis, Fıkıh ve Tefsir İlmi'nin gayesini bilmek onların nasıl oluştuğunu yani tarihlerini bilmekte yatar ve bu üç ilimin temelinde yatana odaklanmakla olur, başta dediğimiz gibi Kur'an-ı Kerim'i anlama ve vahyi daha iyi tatbik etme çabalarıyla doğmuştu. Bu manada Efendimiz (sav)'in konumu ile misyonu çok mühimdir. Efendimiz Teşri'nin, Hadis ve tefsir ilminin temel kaynağı idi. Herhangi bir problemde ona müracaat edilirdi. Bundan dolayı ilk önce bir mümin olarak kafamızda bu ulvi konumu netleştirmemiz gerekir, netleştirdikten sonra sahabenin konumunu ele alacağız ki bütünlük ilkesini anlamadaki büyük adımı atmış olalım. Efendimiz (sav)'in  konumunu  anlamak için aşağıdaki birkaç ayet yeterli olacaktır.

Ø 'Allah’a ve Peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin.' 3/132

Ø 'Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik.' 4/80

Ø 'De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” ' 3/31

Ø 'De ki: "Allah'a ve Resûl'e itaat ediniz." Bundan sonra eğer dönerlerse, o taktirde muhakkak ki Allah, kâfirleri sevmez.' 3/32

Ø '…Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.'  59/7

Bu ayetler Efendimiz (sav)'e itaati zorunlu kılmaktadır. Bunun bilincinde olan sahabe efendilerimiz, efendimizden ne öğrendiyseler akılda tutma çabasına girmişlerdir. 'Amr bin Abbas gibi bazı sahabeler Efendimiz (sav)'den izin alarak yazıya dökmüşlerdir. 'Amr bin Abbas önde gelen isimlerdendir, öyle ki Efendimiz (sav)'in her anını her halini yazmıştır Efendimiz (sav)'in 'Ben de bir beşerim…' buyruğuna rağmen, ölümünün ardından büyük hacimli sahifeler bıraktığı rivayet edilir.  Hatta Hz. Ebu Bekr ve Hz.Osman başta olmak üzere Ebu Hureyre, Ali Bin Ebi Talib, Abdullah Bin Ömer, Cabir İbn Abdillah, Abdullah İbn Abbas, Sad Bin Ubade, Ali Bin Ebi Talib Semure İbn Cundeb'in sahifeleri olduğu nakledilir kimisinin sonradan imha ettiği de rivayet edilmiştir. Ortak gayeleri vahyi ve Efendimiz (sav)'in buyruklarını akılda tutmaktı. Şunu da belirtmek gerekir ki Efendimiz (sav)'in döneminde ki her sahabe ilimle meşgul olmuyordu. Efendimiz (sav)'in vefatında yaklaşık 100 bin sahabenin varlığından söz edilir, bunların kimisi ticaretle kimisi bahçıvanlıkla kimisi de sadece ilme odaklanırdı o yüzdendir ki her sahabe hadis rivayet etmemiştir. Ebu Abdurrahman Bakıy İbn Mahled hadis rivayet eden 1300 sahabe ismi zikretmiştir. Tabi rakamlar değişmektedir asıl nokta hadis rivayet edenlerin nüfusa oranla az miktarda olmasıdır. Çok hadis rivayet edenlere Muksirun denmiştir. Şurası açıktır, her sahabenin ilmi eşit olmadığı gibi ilmi meselelerde fonksiyonları farklı idi.  Efendimiz (sav)'in ashabı içersinde ismi Abdullah olan 220 kişi bulunmasına rağmen, bunlardan yalnız dört kişi Abdullah İbnu'z-Zubeyr, Abdullah İbn Abbas, Abdullah Bin Ömer Bin Hattab ve Abdullah İbn Amr Bin Abbas, Efendimiz (sav)'in vefatından sonra çeşitli meselelerde kendilerine başvurularak görüşleri alınan  ve bu yüzden  Abadile  adıyla şöhret kazanmışlardır. Bunlar gibi altı veya yedi sahabe de, toplandığı zaman bir cildi dolduracak kadar çok fetva vermekle meşhur olmuşlardır: Abdullah İbn Abbas, Ömer Bin Hattab, Ali Bin Ebi Talib, Abdullah Bin Ömer, Zeyd Bin Sabit ve Hz.Ayşe. Belli sahabelerin belli alanlarda sivrilmesinin veyahut bazı sahabelerin ilimde daha önde gelen isimlerden olmamasının sebebi; bütün sahabelerin Efendimiz (sav)'in hadislerini yahut dini meseleleri aynı derece bilmemeleri idi.Sahabelerin en önemli fonksiyonu da Hadis, Fıkıh ve Tefsir İlmi'ne dâhil olacak ilimi malzemeleri toplamaları idi.  Rıhle fi talabil ilm adı altında her türlü sahih rivayeti toplama derdinde idiler. Ayrıca fetihlerle beraber elde edilen her toprakta başta mescit inşa etmeleri de, kayda değer bir noktadır. Böylelikle ilmi konuların tartışılacağı,  ilmi mevzularda ictihad edecekleri ve rivayetlerin iletileceği merkez konumundaydı. Bilindiği gibi ictihad kapısı peygamberimizin emriyle çoktan açılmıştı, şu meşhur olayı aktarmak gerekir Muaz bin Cebel'e şöyle demişti:'Allah'ın Kitabında ve Resul'un sünnetinde hükmü bulunmayan bir mesele ile karşılaşırsan nasıl bir hüküm vereceksin?' Muaz, reyimle ictihad ederim deyince Efendimiz (sav) şu mukabelede bulunmuştu:'Allah'ı ve Resulunu hoşnud eden şeyden dolayı  Allah elçisini başarıya ulaştıran Allah'a hamdolsun.' Efendimiz (sav) döneminden edinilen bu buyrukla  sahabe ictihadları  yeni şartlara göre şekillenmiştir. Yalnız şunu belirtmek gerekir ki Hz. Ebu Bekr döneminde karşı karşıya kalınan problemle ilgili Kur'anda ve sünnette bir hüccet bulamayınca halife Ebu Bekr belli bir sahabe grubuyla ictihad eder, sahabe ileri gelenleriyle ittifak ettikleri görüş üzerine hükmederdi. Yani hükümler ferdi verilmez ictimai verilir ve nadiren ayrılıklar olurdu. İşte fetihlerle beraber genişleyen İslam topraklarıyla sahabeler dağılmış ve bu durum ferdi bir yapıya dönmüş idi. Çevreler farklı olunca teşrie konu olan masalih ve ihtiyaçları da farklı oluyordu.  Hz. Osman'ın katliyle büyük bir kaos sonucu yeni fırkalar oluşmuştur. Bu Hadis, Fıkıh ilminin de kırılma noktası idi. Kendi düşüncelerini benimsetecek uydurma hadisler, kendilerine has bir fıkıh geliştirdiler bu fırkalar. Müslümanların ekseriyeti hiç tefrik yapmaksızın adil ve sika olan raviler tarafından rivayet edilmiş bütün sahih hadisleri kabul ederek teşri ve hadis ilmine bu yolla devam ettiler. Usulleri/metodolojileri de fitne ortamında yavaş yavaş oluşmuş ve tedvin edilmeye başlanmıştır. Hadis, Fıkıh ve Tefsir tarihini 'Bilginin Bütünlüğü'  perspektifinden okuduğumuzda gözümüze en çok çarpan ama zikretmediğimiz bir husus var. İlimde derinleşmiş her sahabe, sadece vahye ilk şahit olanlar ve  bu üç ilimin ilk kaynaklarından ziyade bu üç ilmin failleriydi. Birazdan zikredeceğim sahabeler tefsir, fıkıh ve hadis ilminin mihverleri idi. Örneğin; Zeyd bin Sabit  vahiy katipiliği yapmış yüce sahabe Efendimiz (sav)'den bir çok hadis rivayet etmiş  aynı zaman da Efendimiz (sav) vefatından sonra Medine'de kaza, fetva kıraat ve feraiz mesellerinde bir önderdi.  Abdullan bin Abbas ilmin çokluğu dolayısıyla kendisine alim manasında 'hıbr' ve deniz manasında 'bahr' denilmiştir. Abdullan bin Abbas en çok hadis rivayet eden, en çok fetva veren sahabelerden idi.  Çeşitli ilimlerde geniş ıttıla sahibi idi. Kuran varid olan herşeyi esabı nuzulü,feraizi mağaziyi biliyordu. Ulemadan bir zat onun bu vasıflarını çok güzel bir şekilde vecizeler: 'İbn Abbas meclisinden daha keremini görmedim. Fıkıh ashabı ondandır; Kuran ashabı ondandır; şiir ashabı ondandır. Hepsine de  geniş bir vadiden takdim ederdi.' Amr bin Abbas ilim de ileri gelenlerdendi Ebu Hureyre: ' Hz. Peygamberin  hadislerini benden daha çok hıfzeden kimse yoktu; yalnız, Amr bin Abbas müstesna; çünkü o yazardı ben ise yazmadım.' Hakeza  Abdullah bin Mesut  bir çok hadis rivayet etmiş,  fıkıh ve tefsirde de derin bir ilme sahipti. Bu sahabelerin hepsi fıkıhta, hadiste ve tefsirde birer otorite olarak kabul edilmiştir. Yani bu sahabeler hem ilk müfessirlerden, hem ilk muhaddislerden ve hem de ilk fakihlerdi. Ve bu misyonlarını gelecek nesillere de aktarmışlardı. Hadis, fıkıh ve tefsir tarihini okuduğumuzda bazı isimleri hep görürüz. Mesela hadis tarihini okuduğumuzda Ahmed bin Hanbeli hem hadis alanında ilk müsned yazarlarında biri olarak görürüz hem de fıkıh tarihini okuduğumuzda müçtehid imamlar başlığı altında da görürüz.  Aynı şekilde Malik bin Enes de müçtehid imamlar başlığı altında görürüz hem de Muvatta eseriyle hadis alanında da. Aslında vermeye çalıştığımız bu örnekler dini ilimlerin bir bütün ve iç içe olduğunun göstergesidir. İbn Sirin hadis ilmi için şöyle demiştir: 'Bu ilim dindir...' biz de naçizane fıkıh ve tefsiri de katıp hepsi dindir diyoruz.  Netice olarak, Kur'an-ı Kerim'i tatbik etme çabalarıyla doğan bu üç ilim aslında tek bir bilgidir, tek bir ilimdir. Hepsi de Kur'an'ın gölgesi altındadır. Ve bizim bu asırda ihtiyacımız olan tek şey bu ilmi bütünlüğü sağlamaktır. Bütün bölünmüşlükleremize rağmen bizi tekrar diriltecek ve ayakta tutacak bu ilmi bütünlüktür.

Kaynakçalar:

·        El-Hallaf, Abdulvahhab, İslam Teşrii Tarihi, çev. Talat Koçyiğit,AÜİFY, 1970, Ankara

·        Demirci, Muhsin, Tefsir Tarihi, İFAV, Ağustos 2014,İstanbul

·        Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, TDY, Ekim 2012, Ankara

         

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

                                                                                                                                                           Mikail Bektaş 

              Yl 17912735             

 

            Tefsirde  anlamın tespiti ve bütünlük sorunu

 Vahyin son halkası olan ve yirmi üç senelik sürede nazil olan Kuran, insan- insan, insan-çevre ve insan-Allah ilişkileri konusunda insanın ihtiyaç duyacağı  prensiplerini genel olarak vazetmiş  hz. peygamberde  bu prensiplerin hayat pratiğine aksettiricisi ve uygulayıcısı olmuştur.  

      Hz peygamber hem dinde hemde devlet idareside tek söz sahibi olduğu için meydana gelen ihtilaflar bizzat vahiy tarafından veya hz peygamberin içtihadı ile çözüme kavuşturulmuştur.. Bu noktada vahiy ve hayat tam bir bütünlük içerisinde olduğu için bir elin parmakları ile sayılabilecek  istisna dışında anlamın tespiti ve çerçevesi konusunda herhangi bir ihtilaf ve anlam kargaşası söz konusu olmuyordu. Bundan dolayı diyebiliriz ki  hz peygamber döneminde sahabe için  ilim yukarıda zikredilen hususların dışında  ekseriyetle hz peygamberin uygulamalarından edindikleri tecrübeden ibaret olup kendi doğal süreci içerisinde gerçekleşmiştir. sahabenin doğrudan hz peygamberden edinmiş olduğu bu bilgi ve tecrübeler kayıt altına alınıp yazıya geçirilmediği gibi bunu gerektirecek ihtiyaç ve zeminde mevcut değildi. Bu dönemin kuran dışında yazılı vesikalarını kahir ekseriyetle hz peygamberin diğer ülke ve kabilelere gönderdiği mektuplar,anlaşmalar,Medine dışındaki sahabilere idare ile alakalı gönderdiği emir ve buyruklar  mahiyeti taşıması bu durumu destekler mahiyettedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki hz peygamber vefat ettiğinde anlam sahabenin zihninde parça parça ancak toplum hafızasında bir bütün olarak  mevcuttu.

     Hz peygamberin vefat etmesinin ardından hilafete nasp edilen hz Ebu Bekir dönemi ve bizzat hz Ebu Bekr’in hilafete nasp ettiği hz. Ömer dönemi bu sürecin bir devamı olmakla birlikte ilk ihtilaflar ve farklı anlayışlar toplumda kendini göstermeye başladı. Zira halife her ne kadar devlet ve idarenin başında isede din konusunda mutlak bir otorite sahibi olmayıp Kuran’a ve hz peygamberin uygulamalarına istinad ederek problemleri çözmekle memur idi. Ridde olayları, zekat vermeyenlere karşı savaş ilan edilmesi, Kuran’nın cem edilmesi hz. Ömer’in kararlarına hz peygamberin uygulamalarına ters düşmesinden dolayı itiraz edilmesi ve daha bir çok hadise bunun örneklerindendir. Bu süreçte  hz Ömer’in konumuna özellikle işaret etmek istiyoruz. Zira  hz peygamber ile daha  peygamber olmadan önce aynı hava ve atmosferi solumaları, nüzül süreci boyunca hz peygambere en yakın sahabelerden biri olup önemli kararlarda mercii istişare olmasının yanında derin anlayış ve tefakkuhu ona nassların amaçlarını, maksatlarını ve hikmeti teşrisini görme fırsatı vermiş, hilafeti dönemindede nassları bu şekilde pratize etmiştir.  Onun bu tutumu ileriki yüzyılda Malikilerde maslahat olarak  teberrüz etmiş  Hanefilerde de istihsan olarak kendini göstermiştir.. Hanefi ve Malikilerin bu anlayışını şatibi dahada geliştirip sistematize ederek ona mekasidu’ş Şeria ismini vermiştir. sonuç olarak  hz Ömer ile  Ebu Hureyre’nin anlaması arasında çok derin farklar vardır. İşte bu anlayış düzeyindeki farklılık anlamın tespitini problemli hale getiren önemli klometre taşlarından bir tanesidir.

      Bu dönemde meydana gelen fetih haretleri ile birlikte İslam toprakları geniş bir coğrafyaya yayılmış  sahabilerde bu fethedilin topraklara yerleşmiştir. hz peygamberin kurduğu ve buradan vaaz ve irşatlarının yanında ilim öğretme faliyetlerini yürüttüğü mescidi nebevi geleneğini sahabilerde aynen devam ettirmiş, kurulan İslam şehirleri aynı zamanda birer ilim merkezi haline gelmiştir.  Sahabe, bir taraftan hz peygamberin uygulamaları ve Kuran’dan elde ettikleri bilgi ve birimkileri bir sonraki nesle aktarırken bir taraftanda kendi aralarında bilgi alışverişi devam etmekte idi. Zira daha önce ifade ettiğimiz gibi bilgi ve anlam  sahabilerin zihninde dağınık olarak mevcuttu. Bu duruma birde hayat değişkenliğinin bir sonucu olarak meydana gelen yeni gelişme ve  hadiseler karşısında farklı içtihat ve anlayışların eklenmesi ihtilafları besleyen faktör olmuştur. Bu farklı anlayışlar bir çeşitlilik ve tenevvü olmakla birlikte daha üst düzeyde bir eğitim sürecininin gerekliliğinede zemin teşkil etmiştir.  

    Yine bu sürecin bir parçası olarak Hz Osman döneminde yedi harf ruhsatının meydana getirdiği okuyuş farklılıklarının anlam üzerinde birbirini tekfir edecek düzeye ulaşması tedvin öncesi dönemin en önemli problemlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.  Hz Osman’ın Kuranı çoğaltıp bölgelere göndermesi bu anlam kargaşasını belli ölçüde çözebilmişsede yeni neslin Kuran’ı metin üzerinden anlamaları ve Kuran hayat bütünlüğünden yoksun olmaları yeni bir ihtilaf şekli ve anlama biçimi olarak tezahür etmiştir . Bütün bunların yanında ve arka planında hz Osman’ın şehadeti ile sonuçlanacak siyasi krizlerin meydana gelmesi ve  etkileri İslam tarihi boyunca hissedilecek çözülme sürecinin başlaması, ihtilafları besleyip derinleştiren bir diğer önemli faktör olmuştur.

   Özellikle Hz Ali ve sonrası dönemde toplumda çok farklı din ve kültürlerden gelen mevali ve gayri arap unsurunun ilim ve siyasi sahada kendini göstermesi ve bu kültürle İslam kültürünün harmanlanması yeni bir anlama biçiminide beraberinde getirmiştir.  

    Bütün bu faktörlerin yanında islama ve Müslümanlara içten içe kin besleyen veya kendi siyasi emellerini gerçekleştirmek isteyen kişilerin dini kökünden sarsacak düzeyede  yalan haber ve hurefeler üretip yaymaya başlaması doğru anlamın  tespit  edilerek  kayıt altına alınmasını zaruri hale getirmiştir. Böylece uzun süre İslam ilim geleneğinin ayrılmaz parçası  olacak rıhle ve isnad geleneği başlamış oldu.  Bu Aynı zamanda İslam coğrafyasına dağılmış olan bilgi ve birikimin daha sistematik bir şekilde toplanması ve kuran- hayat bütünlüğünü yakalama anlamınada gelmektedir. Esbabı nüzülle alakalı rivayetlerin ekserisinin tabiinden ya da nüzülün çoğuna şahit olmayan ibn Abbas’tan rivayet edilmesindeki sebebin bu olduğu kanaatindeyiz.

    Bu süreçte Kıraat, hadis tefsir, akaid, fıkıh, arapdili vb. İslami ilimler bütün olarak tedris edilmekte ve birbirinin mütemmim cüzü (ayrılmaz parçası) olarak telakki edilmekle beraber her bir alanda temayüz etmiş sahabe ve tabiin mevcut idi. anlamın tespiti ve çerçevesi konusunda Bu dönemde ortaya konan  iki yöntem şekli günümüze kadar varlığını korumuştur.  Birincisi daha sonraki dönemlerde ehli hadis olarak tesmiye edilecek rivayet geleneği ikincisi ise ehli rey olarak tesmiye edilecek dirayet geleneğidir. Ancak hemen ifade edelimki bu iki yöntem birbirinden tamamen bağımsız olmayıp birincisi ikincisinin mütemmim cüzü mesabesindedir. Rivayet geleneği gelenekte mevcut olan anlam kodlarını olduğu gibi muhafaza edip geleceğe intikal ettirirme ameliyesi görürken dirayet gelenekte var olan anlamı kendi sosyolojileri ve anlam dairesi içerisinde yorumlayarak toplumsal ihtiyaçlara cevap verme işlevi görüyordu.

   Tedvin öncesi ve tedvin döneminin ilk zamanlarına vurgu yaptığımız bu çalışmamızda tefsir ilmi müstakil ilim olmaktan ziyade hadis ilmi içerisinde yer almakta idi. Yine bu süreçte kuran Müstakil bir çalışma sahası olmayıp tüm ilimlerin üstünde şemsiye işlevi görmekte idi. İlimler zaman içerisinde genişleyerek kendi terminoloji ve metodolojilerini oluşturmuş tefsir ilmide uzun müddet bu ilmî disiplinlerin çalışma sahası olmuştur. Taki tefsir kendi problem  sınırlarını  ve yöntemini belirleyen  müstekail bir  bilim dalı haline gelinceye kadar. Böylece tefsir kendi bütünlüğünü kendi yöntemleri ile yakalamaya çalışan bir disiplin haline gelmiştir. ( ya da gelmişmidir)

  

 

    

      

      

    

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Tarih mutalaası    30.03.2018

TARİH MÜTALAASI ÖDEVİ

Âdem KARABULUT

Yüksek Lisans Öğrencisi (Bahar Dönemi)

Öğrenci No: 17912753

 

                                     بِسم الله الرحمن الرحيم 

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd eder, Ondan yardım ister, günahlarımızın bağışlanmasını dilerim. Nefsimin şerrinden ve amellerin kötülüğünden Ona sığınırım. Salât ve selam Peygamberimize, onun ailesine, ashabına ve kıyamete kadar onu kendilerine en güzel örnek edinen Müslümanlara olsun.

İslam dininin üç temel ilmi olan tefsir hadis ve fıkıh’ın tarih mütalaası:

TEFSİR TARİHİ

Bir dininin veya bir ilmin muhatapları tarafından anlaşılması için, onları iyi anlayanlar tarafından açıklanması gerekir. Bundan dolayı Rabbimiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve selemle sadece kur’ân’ı tebliğ etmekle görevlendirmemiş, ayrıca teybin göreviyle de mükellef kılmıştır. Buda gösteriyor ki kur’ân kendisini bizzat tefsir edilmesini kendisi istemiş böylece ilk tefsir faliyeti kendi bünyesin de doğmuştur.

Ø  Kur’ânı ilk tefsir eden Rasulullah sallallahu aleyhi ve selem’ dir.

  Tefsir ve Te’vil Kelimelerinin Anlamı

Tefsir: Kökü سفر veya  فسر kelimelerinden gelir ikisinin sözlükte ki anlamı da üzeri kapalı olan bir şayi açmak, keşfetmek, açıklamak gibi manalara gelir. Istılah olarakta müşkil olan lafızdan istenilen şeyi keşfetmek manasına gelir.

Te’vil: Kökü  اول kelimesinden gelir. Geri dönme manasına gelir. Tef’il babından ise açıklamak, beyan etmek gibi manalara gelir. Istılah olarakta zahiri mutabık olan iki ihtimalden birini reddetmektir.

Ø  Tefsir ve te’vil kelimeleri faklı zamanlarda birbirinin yerine kullanılmışsa da tefsir te’vilden daha geneldir.                                                                          

  Terceme kelimesinin anlamı ve tefsir arasındaki farkı

Terceme: Sözlükte genel olarak bir kelamı bir dilden başka bir dile çevirmek analamına gelir. Istılahı olarak bir kelamın manasını diğer bir dilde dengi bir tabirle aynen ifade etmektir.

Ø  Bir dilden başka bir dile terceme yapılırken, sözün bütün mana ve makasatalarına özen göstermek gerekir. Bundan dolayı Kur’ân’ın tercemesi yapılamaz.  Kur’ân’ın belağat özelliği ve i’cazı kaybolurdu. Bazı alimler kur’ânı terceme ettiklerini söyleseler de bu onun tefsir tercmeleridir. Tefsir böyle değildir.

 

   Tefsirde bulunana ihtilaf sebebleri:

ü Bu ihtilaf sebepleri zıtlıklık ihtilafından çok çeşitlilik ihtilafıdır.

Ø  Sebepleri sıralarsak; kıraat ihtilafları, i’rab yönünden ihtilaflar, kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı, lafzın iki veya daha fazla anlamlara gelmesi, umum ve husus ihitlafı, gelen tefsir rivayetlerin ihtilafı vb.

Tefsir Çeşitleri

Ø  Genel olarak tefsirler 2’ ye ayrılır; rivayet ve dirayet.

Rivayet tefsiri: Bazı ayetleri açıklamak için Kur’ân da ki başka ayetlerle, Rasulullah sallallahu aleyhi v esellemin ve sahabenin (radıyallahu anhum) sözleriyle açıklanışına denir hatta bazıları buraya tabiun sözlerini de ekler. Adı üzerin de rivayetlere dayalıdır.

ü Rivayet tefsirinin za’f noktalarını; uydurma haberlerin çokluğu, israiliyatın olması ve isnadların hazfı şeklinde sıralayabiliriz. Bu za’flardan dolayı tefsir daha ilk günlerinde karışıklık göstermiş bazı alimlerin tefsire karşı itimadını sarsmışıtır. Örneğin Ahmed b. Hanbel “ tefsir, melahim, ve meğazi gibi üç şeyin aslı yoktur.” demiştir. Ama bunu tenbih ve ikaz için söylemiştir.

Rivayet tefsirlerden bir kaçı:

     Muhammmed b. Cerir et-Taberî’nin,  Câmiu'l-Beyân an Te 'vil-i Âyil-Kur'ân.

     Ebû'l-Leys es-Semerkandî’nin, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim.

     el-Bagavî’nin,  Meâlimu't-Tenzil.

     İbn Kesîr’in, Tefsiru'l-Kur'ânil-Azim.

     Celaluddîn es-Suyûtî’nin, ed-Durru'l-Mensûr.

   

            Dirayet tefsiri: Rivayetlere bağlı kalarak kur’ân’ı dil, edebiyat vb. çeşitli bilgilere dayanaraka yapılan tefsirlerdir.

ü Bu tefsir çeşidinin za’f noktası; Çeşitli bilgilerle tefsir edeyim derken Kur’ân’ı ana hedefinden uzaklaştırmak.

Dirayet tefsirlerden bir kaçı:

Fahruddin er-Râzî, Mefâtihu'I-Gayb.

el-Beydâvî,  Envâru't-Tenzîl ve Esâru't-Te'vil.

en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vil.

 el-Mahalli ve es-Suyûtî, Tefsiru Celaleyn.

Ebu's-Su'ûd,  İrşâdu'l-Akli's-Selîm  ilâ  Mezâye'l-Kitabi'l-Kerîm.

 

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem)’in Tefsirdeki Yeri

      Rusulullah (sallallahu aleyhi ve selem)’i kur’ân tefsirine sevkeden kur’ân’ın kendi emridir. O tebliğ görevinin yanında teybin göreviyle de mükellefti.

Ø  Sünnet kur’ân’ın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini, nasih ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Bunun için tefsirde ilk müracat Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem)’ dir.

Sahabe (radiyallahu anhum)’ un Tefsirdeki Yeri

      Sahabenin tefsirdeki önemini iki şeyle açıklayabilriz: Sarsılmaz güçlü imanları ve olaylarla hükümler arasındaki münasebetine vakıf olamaları. Kısaca sebebi nüzule vakıf olmalarıydı. Bundan dolayı sonradan gelenlere nisbetle kur’ân’ı daha iyi anlayacaklardı.

Ø  Sahabe (radiyallahu anhum) sebebi nüzulun yanında ayetleri bazen dil ve dini yöne ehemmiyet vererek tefsir etmişlerdir. Bazen de israiliyyatla tefsir etmişlerdir.

Ø  Netice olarak, sahabenin tefsirini şu birkaç maddede özetlenebilir:

a- Sahabe asrında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir.

b- Sahabe, Kur'an'ı tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.

c- Aralarındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil, nev'i ihtilafıdır.

d- İcmâiî mânâ ile iktifa edilmiştir.

e- Ahkâm ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.

      Tefsir ilminde şöhret kazanan bazı sahabiler: Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Mes'ud(Irak ekolü), Ubeyy b. Ka'b(Medine ekolü), Abdullah b. Abbas(Mekke ekolü), Zeyd b. Sabit, Aişe, Abdullah b. Ömer.

 

Tabiunun Tefsirdeki Yeri

        Fetihlerden sonra İslam toprakları genişlemesiyle sahabe farklı şehirlere dağılıp ilmi faliyetlere geçtiler. Onlardan daha çok arap olmayanlar ders alıyordu.

       Mevalinin durumu efendisinin durumuna bağlı idi. Tüccar olan sahabenin mevaliside tüccar, alim olanın mevaliside alim oluyordu. Mesla İbn Ömer’in mevlası Nafi’ ve İbn Abbas’ın mevlası İkrime alimdiler.

Ø Tabiun tefsiri sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan yerlerde kendi içtihatlarına başvurmuşlardır.  Artık tefsir tabakadan tabakaya nakledilmiş, her tabakanın kültür ve çevrelerinden doğan anlayış farklılıkları tefsire girmişti.

       Tefsir iminde şöhret kazanan bazı tabiiler: Sa’id b. Cübeyr, İkrime, Mücahid, Ata b. Rebbah, Hasan Basri, Alkeme b.Kays, Tavus b.Keysan, Katade b. Diame.

         Tefsirde İsrailiyyat

İsrailiyyat: Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden islamiyete giren rivayetlerdir.

ü Kur’ânla Tevrat ve İncillerin bazı meslelerde ittifak etmesi, Kur’ân’ın veciz oluşuna karşılık, diğerlerinin teferruatlı oluşu sebebiyle sahabeyle birlikte müslümanlar ehli kitaba müracat etmişlerdir.

İsraili haberleri üç kısımda mütalaa edebiliriz:

a.      Sıhhati bilinip Kur’ân’a muvafık olanlar, bunlar makbul olanlardır.

b.      Yalan olan rivayetler, bunlar kabul edilemez.

c.       Sıhhatini tam olarak bilemediğimiz habarler, bunlar ne kabul edilir ne de reddedilir. Tefsirde ihtilaflar buradan çıkmaktadır.

Ø İsrailiyyata karşı müfessirin tutumu şöyle olmalıdır; israili rivayetleri gözden geçirip Kur’ân’a, akla ve nakle uygun olmayanları almamalıdır. Bir ayeti başka bir ayet veya hadis tefsir ediyorsa israili habere itibar etmemesi gerekir.

       İsraili rivayetler genelde dört şahıs etrafında dönmektedir: Abdullah b. Selam, Ka’bul- Ahbar, Vehb b. Münebbih ve Abdülmelik b. Cüreyc’ tir.  

 Tabiundan Sonra Günümüze Kadar Tefsir Hareketi

      Başlangıçta tefsir ilmi hadis ilminin bir cüz’ü olarak görülmekteydi. Hicri 2. asırdan sonra müstakil tefsirler meydana gelmiştir; Ali b. Ebi Talha’nın, Mukatil b. Süleyman’ın, Yahya b. Sellam’ın ve Abdu’r- Rezzak b. Hemmam’ın tefsirleri buna örnektir.

       Başta sadece nakle dayanılarak yapılan tefsir ilmi insan tefekkürü gelişmesi ve olayların çoğalmasıyla genişlemiştir. Naklin yanında Kur’ân’ın lugavi, belağat, nahiv, fıkıh, ilmi gibi ilimler yönünden tefsir edilmiş. Bunun yanında fikri ve siyasi olaylardan dolayı, Kur’ân’ı bazı müfessirler kendi bulundukları fikri ve siyasi görüşlerine göre tefsir etmişlerdir. 

            Çağımızdaki tefsir hareketlerini ve meydana getirdikleri tefsirleri dört grupta toplayabiliriz;

1)      Mezhebi Tefsirler: Kendi akide ve siyasi görüşlerini savunmak için Kur’ân’ı kendi düşüncelerine uygun şekilde tefsir edilen tefsirlerdir. Hariciler, Bahailik gibi grupları buna örnek verebiliriz.

2)      İlhadi Tefsirler: İslamı yıkmak isteyenlerin, kendi heva ve hevesleriyle ayetleri bağlamından kopuk bir şekilde yaptıkları tefsirlerdir. Muhammed Huseyn ez- Zehebi’nin et- Tefsir ve’l- Müfessir bu çeşidin en güzel örneğidir.

3)      İlmi Tefsirler: Kur’ân ibarelerindeki ilmi, istılahları tefsir ve oradan çeşitli ilim ve felsefi görüşleri çıkaran tefsir çeşididir. Bu tefsir çeşidinin tatbiki ilk er-Razi’nin Mefatihu’l- gayb tefsirin de görülür. Bunun yanında Gazli’nin Cevahir’ul- Kur’ân’ını örnek verebiliriz.

4)      İçtimai Tefsirler: Kur’ân’ın asıl hedefi olan hidayet yönünü ele alarak toplumsal problemlere çözme amaçlı yapılan tefsirlerdir. Muhammed Abduh bu çeşidin temsilcisidir. Bunun yanında Seyyid Kuttup ve Mevdudi’yi de saybiliriz.

 

Ø Sonuç;  Tefsir ilmi bütün detaylarıyla zamanlarındaki ilmi ve kültürel faliyetleri bir ayna gibi yansıtmış. Müfessirin ve cemiyetin durumunu aynen göstermiştir.

 

 

Yararlanılan Kaynak

İsmail CERRAHOĞLU, Tarih Usulü (Tefsir Tarihi Bölümü), 19.Baskı, T.D.V. Yayınları, Ankara, 2010, s.209-319

 

 

                                               HADİS TARİHİ

Hadis terimin anlamı

Hadis: Lugatta yeni, haber vermek, tebliğ etmek, nakletmek gibi manalarına gelir. Istılahta ise alimler tarafından farklı anlamlar yüklenmişse de genelde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in söz, fiil, ve takrirleri anlamında sünnet kavramının eş anlamlısı olarak kullanılmıştır.

Ø  Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in tebliğ görevinin yanında teybin görevi de vardı. Dolaysıyla Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem tebliğ ettiklerini söz, fiil ve takrirleriyle (sünnet) açıklıyordu. Buda bize Kur’ân’ı anlamada hadisin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

 

 Hadisin Sahabe tarafından rivayeti

Sahabe, bütün yaşayışlarındar Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i örnek aldılar ve hayatlarını her noktasını hem ahiret bakımdan hem de dünyevi bakımdan onun talimatına uygun olarak düzenlediler. Bu yaşayış, ona olan inançlarının bir neticesidir. Gerek bu inanç ve gerekse bu inancın gereği olan hayat tarzı, sahabeyi, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem' den görüp işittikleri fiil ve sözleri, büyük bir titizlikle muhafaza etmeğe yöneltmiştir. İslamın ilme verdiği önemden dolayı sahabe insanlara duyurma adına gayret göstermişlerdir.

Sahabe döneminde hadis rivayet etme azdı. Hatta Ömer (radıyallahu anh) halifelik döneminde çokça hadis rivayet eden –Ebu Hureyre gibi- bazı ashabı men etmiştir. Bu rivayeti azaltmak ve ona engel olmak anlamında değil de, fazla rivayet edilmesi halinde doğabilecek hata ve kusurları önlemek içindir. Çünkü hadisler azı hariç daha yazıya geçirilmemişti.

 

Hadislerin yazılması

 

     Hadis kitabelerin ilk başlarda yazılmamaktaydı. Bunun en büyük etkeni hadis sahifelerinin Kur’ân sahifelerine karışması tehlikesiydi. Hatıp el- Bağdadi bunu Arapların fakih olmadığından ayetlerle diğer lafızları karıştırmalarına bağlar. Bu tehlike ortadan kalktıktan sonra hadislerin yazılmasına izin verildi.

            İlk yazılı hadisler;

ü  Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in diplomatik mektupları

ü  Sadakat hadisleri (Amr b. Hazm’ın Yemen’ götürdüğü kitabe, vefat etmeden önce Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kılıcın kını üzerine yazdırdığı, Ebu Bekir ve Ömer (radiyallahu anhuma)’nın amel ettikleri kitabe)

ü  Hadis sahifeleri;

            Ebu Bekir ve Ömer (radıyallahu anhuma) halifelik dönemlerinde hadis sahifesi yazma girişiminde bulunmuşsalarda sonradan vazgeçmişlerdir.

Bunun yanında bazı sahabilerin sahifelerinin olduğu rivayet edilmiştir; Abdullah b. Amr b. As’ın, Cabir b. Abdullah’ın, Ali b. Ebu Talib’in, Abdullah b. Abbas’ın, Abdullah b. Ömer’in sahifeleri örnek verilebilir.

Bu zikrettiğimiz sahabiler dışında sahifeleri olan bazı sahabilerde vardır. Fakat bu konuda fazla bilgi verilmemiştir. Buda gösteriyor ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem)’in ilk günlerinden beri hadislerin yazıldığını, daha sonraki dönemlerde ise bu yazma işinin arttığını gösteriyor.

 

Sahabeden en çok hadis rivayet edenler (muksirunlar)

Ebu Hureyre (5374 hadis), Abdullah b. Ömer (2630 hadis), Enes b. Malik (2286 hadis), Aişe (2210 hadis), Abdullah b. Abbas (1660 hadis), Cabir b. Abdullah (1540 hadis), Ebu Said el- Hudri (1170 hadis)

Bunlar dışında hadis rivayet eden sahabiler vardır. Bunlar binin altında hadis rivayet ettikleri için bunlara mukıllun denir.

Sahabe döneminde ki gelişmeler

Sahabi topluluğu fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve İslam’ın gayesini gerçekleştirme yolunda gayret sarfetmişlerdir. Bu gayenin gerçekleştirilmesi için takip edilen yol ise, fethedilen ülkelerde ilk i ş olarak hem ibadet hem de ilim merkezi olabilecek mescidler inşa etmek olmuştur. Bu husus, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem) devrinde de görülen ve üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Bu inşa edilen mescidlerle beraber buralarda bulunan alim sahabiler, buraların ilim merkezi haline gelmesini sağlamıştır.

Bazı ilim merkezleri:

a)      Medine (Darul hicre)

İslam medeniyetinin ilk yeri olması, hadis ve fıkıh sahasında şöhret kazanmış pek çok sahabi Medine'de yaşaması, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i görmeyen, fakat onun hadislerini en yakın arkadaşlarından işitip ezberlemek isteyen hadisçilerin devamlı ziyaret yeri olmuş, tıpkı bir ticaret merkezi gibi, hadis almaya gelenlerle dolup taşmıştır. Önde gelen hadis alimleri Ebu Bekir, Ömer, Ali, Ebu Hureyre, Aişe, ibn Ömer (radıyallahu anhum)…

b)     Mekke

Mekke fethedildikten sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem) Muaz b. Cebel’i halka Kur’ân, sünnet ahkamını ve kıraat öğretmesi için Mekke de bırakmıştır.

Mekke medresesesi asıl kuvvetini Abdullah b. Abbas’ın Basra’dan dönüşüyle kazanmıştır.

Ø  Mekke ve Medineye hac ziyaretiyle beraber, farklı ülkelerin fakih, muhaddis, ve müfessirlerin gelmesiyle çeşitli müzakereler olmuş, buda ilmin canlılığını korumasını sağlamıştır.  Özellikle hadislerin teyidi, takviye ve neşri yönden önem arzetmektedir.

c)      Kufe

Başlangıçta bir ordu karargahı yeri olarak kurulan Kufe, Ali (radıyallahu anh)’ halifelik döneminde halifelik merkezini buraya taşımasıyla beraber burası gelişmiş, bir çok sahabi buraya yerleşerek ömürlerini burada tamamlamışlardır. Buda buranın ilim merkezi haline gelmesi için yeterlidir. Burada ilim yönünden önde olan sahabiler Ali ve İbn Mesud (radıyalahu anhuma)’ dır.

d)     Basra

Buranın inşasıyla birçok sahabi buraya gelerek yerleşmiş ve medrese kurulmuştur. Basra da bulunan sahabilerin ilim yönünden en meşhurları Ebu Musa el- Eşari ve Enes b. Maliktir.

e)      Şam

Ömer (radıyallahu anh)’ın halifelik döneminde fethedilmiş ve buraya halka islam’ı öğretmek için Muaz b. Cebel, Ubade b. Samit ve Ebu Derda gönderilmişti.

f)       Mısır

Mısır fethedildikten sonra buraya da birçok sahabi yerleşmiş ve halka ilim öğretmek için çaba sarfetmişlerdir. Onların en meşhuru da Abdullah b. Amr b. As’tır.

Ø  Sahabenin her birisinde kendisine has ilmi şahsiyetleri vardı ve bulundukları yerde ki medreseler üzerinde fonksiyonları da farlılık olmaktaydı.

Ø   Sahabe arasında çıkan ihtilaf sebepleri; Nasların çoğu, istenilen manaya delalet yönünden kat’i değil zanni olması, sahabenin yaşadığı çevrelerin farklı olması, hadislerin sahabe devrinde tedvin edilerek ortak bir neşredilmesinin olmaması, sahabinin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem)’ in sünnetini aynı derecede bilmemeleriydi.

ü  Sahabe bilmediği hadisi öğrenmek için bilen sahabenin bulunduğu yere yolculuklar yaparlardı. Bu yolculuklar hadis literatüründe de bilindiği gibi er- rıhle fi talebi’l hadis olarakta bilinir.

 

                 

 

 

                  HADİS İLMİNİN TEŞEKKÜLÜ VE BUNU HAZIRLAYAN SEBEPLER

                                               (Hiciri 2. Asır)

 Osman (radıyallahu anh)’ın şehid edilmesiyle başlayan ve Ali (radıyallahu anh)’ halifeliği dönemiyle giderek artan siyasi olaylar -cemel ve sıffın savaşları-, İslam toprakların genişlemesiyle müslümanların farklı medeniyet, kültür ve ilimlerle karşılaşılması ki Harici, Murcie, Cebriyye, Kaderiyye, Mutezile gibi itikad yönünden mezheplerin tezahür etmesine sebep olmuştur. Yeni müslüman olupta kendi kültür ve dinlerinde izler taşıyan toplulukların olması ki özellikle farisiler; İslam aleminde zındıklar, ravendiye, mukannaiyye,  hurramiyye gibi toplulukların ilhad hareketlerinin çıkmasına sebep olmuştur.

 Her bir siyasi güçler ve farklı görüşlere sahip fırkalar kendi görüşlerini savunmak için hadisler uydurmuşlardır (ilk başlatan Şiilerdir).

Bunun için hadis uydurma faliyetlerinin başlamasının sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

ü  Siyasi olaylar (cemel ve sıffın savaşları vb.) ve bunun sonucunda çıkan siyasi ihtilaflarla beraber siyasi güçlerin ve fırkaların kendilerini övmek istemeleri.

ü  İtikadi ihtilaflar sonucu, itikadi mezheplerin kendilerini savunma istekleri

ü  Kişilerin ırklarını, dillerini, mezhep taassubuyla imamlarını övmek istemeleri.

ü  Hükümdarların beğenisini kazanma hırsı.

ü  Halkın teveccühünü kazanma hırsı.

ü  Halkın dine olan yönelimlerini artırma isteği (terğib ve terhib).

ü  İslam düşmanlığı ve İlhad hareketleri

 

Hicretin ikinci asrında, çeşitli sebeplerini zikrettiğimiz hadis uydurma İslam'ın ikinci şer’i kaynağı olan sünnet için, çıkabilecek tehlikelerin en büyüğü olmuştur. Bununla beraber, gerçek hadisçiler, hadis uydurmanın daha başlangıcından itibaren bu tehlikeyi fark ederek cerh ve tadil ilmini geliştirmekte gecikmemişlerdir. Ortaya koydukları bazı kaideler ve tedbirler sayesinde uydurulan hadisleri bertaraf etmesini bilmişlerdir.

Hadislerin ve hadis ravilerin tetkik ve tespit ilmi olan; Cerh ve Tadil ilminin doğuşuna sebep olan faktörleri şöyle sıralayabiliriz:

1)      Hadis uydurmaları

İbn Abbâs'ın, fitne ile birlikte yalan hadislerin de ortaya çıkmaya başlaması üzerine her söylenen hadisi kabul etmediklerini açık bir şekilde belirtmesi, hadis ve râvileri üzerinde yürütülen cerh ve ta’dil faaliyetinin hadis uydurmayla birlikte başladığını gösterir.

2)      Beşeri zafiyetler (ravinin adalet ve zapt yönünden eksikliği)

Hadis rivayetin ehil olmayanların hadis sahasına girip, niyetleri samimi olsa bile gafletleri ve ehliyetsizlikleri nedeniyle kendilerine gelen hadislerde yaptıkları tahriflerle bozmuşlardır. Buda bu ilmin ne denli gerekli olduğunu göstermektedir.

 

Ø  Hicri ikinci asrın başlarından itibaren sistemli bir şekle giren cerh ve ta’dil hareketi, bir taraftan hadislerin ve hadis ravilerinin sıhhat ve güvenilir olmaları yönünden sınıflandırılmasını sağlarken, diğer taraftan, tedvini gecikmiş olsa bile, bu hareketin temel prensip ve kaidelerini, ıstılahlarını içinde toplayan, bunları inceleyen usulu'l-hadis ilminin doğuşunu hazırlamıştır.

Cerh ve ta’dil ilminin yanında ez- Zuhri’nin ehemmiyetle özerinde durduğu isnad tatbiki de sahih hadislerin sağlıklı bir şekilde nesilden nesile aktarımına vesile olmuştur.

 

               Hadislerin Tedvin Ve Tasnifi

 

Tedvin; muhtelif sahabiler tarafından yazılmış olan sahifeleri bir arada toplayarak bir kitap meydana getirmek veya muhtelif sahabilerin rivayet etmiş oldukları hadisleri yazıp bir kitapta toplamak manasına da gelir.

Ø  Tedvin faaliyetlerinin başlangıcı hicri 1. asrın sonu ile 2. asrın başı olarak kabul edilir.

Ø  ez-Zuhri, hadis uydurma faaliyetlerinden dolayı Ömer İbn Abdu'l-Aziz’ in hadislerin tedvini (hadisleri bir araya toplama) emrine uyarak, başlangıçta hadis yazılmasına karşı olmasına rağmen, onları yazılı olarak toplamaya başlamıştır. ez- Zuhri hadisleri ilk tedvin eden kişidir.

 

ü  ez-Zuhri’nin ilk mudevvin olarak tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve özlü olması sebebiyledir. 

 

Tasnif ise, hadisleri tedvin eden kimse, kitabını meydana getirirken, onları konularına göre snıflandırmasıdır. Bu eserlere musannef denilir.

Ø  Hadislerin konularına göre tasnif edilip bâblara ayrılması işi, ez-Zuhri ile başlayan tedvin faaliyetinin hemen akabinde gerçekleşmiştir.

 

İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini 5 grupta toplayabiliriz:

 

1)      Siyer ve meğazi kitapları;

Siyer ve meğazi kitaplarının tasnifi hicri birinci asrın sonuna doğru olmuştur. İlk Meğazi tasnifi yapanlardan birkaçı; ez-Zuhri, Urve b. Zübeyr, eş- Şa’bi, ibn İshak, Musa b. Ukbe…

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem)’in siretini anlatan ilk kitab ez- Zuhri tarafından telif edilmiştir.

 

2)      Sunen kitapları;

Fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş hadis kitaplardır. Sadece merfu haberler vardır.

İkinci asrın başlarında sunen tasnifi yapan bazı hadisçiler; Mekhul eş- Şami, Said ibn Ebu Arube, Hammad ibn Seleme, Abdullah b. Mübarek…

 

3)      Cami’ler;

Akala gelebilecek her konuda ki hadislerin tasnif edildiği hadis kitaplarıdır.

Bu tür eserlerin ilk musannafı Mamer ibn Raşid’tir. Bunun yanında birkaç kişi örnek verecek olursak; Rebi ibn Habib, Abdullah ibn Vehb…

 

4)      Musannaflar

Sunenler gibi fıkıh konularına göre tasnif edilen hadis kitaplarıdır. Yapılan işe delalet etmek üzere, musannef tabiri kullanılmıştır. İkinci asırda bu türde meşhur olan hadisçiler; Hammad b. Seleme ve Veki’ b. Cerrah’dır.

 

5)      Belirli bir konuyu ele alan kitaplar

Belli bir konuya ait hadisleri toplayan eserlerdir. Bunlar genelde cami’, sünen ve musannef eserlerde bir kitap başlığı şeklinde görülür. Bu türe örnek verilecek olursak Abdullah b. Mübarek’in Kitabu’z- Zühd ve Rekaik, İbn Fuzayl’ın Kitabu’d-Dua…   

ü  Hicri ikinci asırda telif edilen en önemli kitaplardan biri de İmam Malik’in el- Muvattasıdır.

 

        Hadis Tasnifinin Altın Çağı: Kutub-i Sitte Devri

                                         (Hicri 3. Asır)

Hadis tasnifine hız veren etkenler:

ü  Kelam ilminin doğuşu

ü  Hadisçilerin itham edilmeleri (özellikle mutezile)

ü  Halku’l- Kur’ân inancı ve mihne olayı

 

Hicri 3. Asırda telif edilen hadis eserleri;

1)      Siyer ve meğazi kitapları

El- Vakidi      Kitabu’l- Meğazi ve Kitabu’s- Sire

      İbn Hişam     Siret İbn Hişam

      Muhammed b. A’iz    Kitabu’l Meğazi

2)      Musnedler

Hicri 3. Asırda ortaya çıkan hadislerin konularına göre değil de, hadisleri onu rivayet eden sahabinin adı ya da sahabeden sonra gelen ravinin adı altında bir araya getirilip düzenlenmesiyle oluşan eserlerdir. İlk örneği Ebu Davud et- Tayalisi’nin Musnedi’dir. Bunun yanında şunları da sayabiliriz; Ahmed b. Hanbel’in, ibn Ebu Şeybe’nin, ibn Rahuye’nin musnedleri…

3)      Sünenler

En- Nesai                         Sünenu’l- Kübra

      Ebu Davud          Sünen

Et- Tirmizi           Sünen (Cami’u’s- Sahih)

      İbn Mace              Sünen…   

4)      Musannefler

Abdurrezzak’ın, Ebu Rebi’’in, İbn Şeybe’nin musanneflerini örnek verebiliriz.

5)      Cami’ler

Bu türe örnek verirsek; Abdurrezak, Buhari ve Müslim’in Sahihleri.

6)      Cüz’ler

      Tek bir sahabinin veya bir hadisçinin hadislerini toplayan eserlerdir. Bazen belirli bir konuyu ele alan eserlere de cüz’ denilmiştir. Ebu Asım en-Nebil, Ebu Mushir, El-Begavi, İbn Ebu Hayseme… bu türden eser veren müelliflerdir.

7)      Belirli konulara tahsis edilmiş kitaplar

Abdurrezzak’ın Kitabu’s-Salat’ı, Adem b. İyas’ın Kitabu Sevabi’l-Menasiki, ibn Şeybe’nin Kitabu’l Edeb’i, ibn Hanbel’in Kitabu’z-Zühd’ü ve Kitabu’t-Tefsir’iörnek verilebilir.

8)      Mustahreçler

      İstihraç bir hadis aliminin kitabında belirli bir isnadla rivayet edilen hadisin bir başka isnadını bulup mustahreç denilen eserlerde toplama işine denir. Örnek verirsek; Ebu Bekr Muhammed ibn Muhammed ibn Reca el-İsfera’ini’nin ve Ahmed b. Seleme en-Neysaburi el-Bezzaz’ın Mustahreçleri.

9)      Hadis ilminin çeşitli konularını tahsis edilmiş kitaplar

İbn Kuteybe        Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis

İbn Hanbel           Kitabu Nasihı’l-Hadis, Kitabu’l-İlel

Tirmizi                   Kitabu’l-İlel

İbn Ebu Hayseme    Tarihu’r-Rical

İbn Sad        et-Tabakatu’l-Kübra

Ebu’l Hasan el-İcli        Kitabu’l-Cerh ve’t-Ta’dil…

 

 

Yararlanılan Kaynak

Talat KOÇYİĞİT, Hadis Tarihi (pdf), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1977.

 

 

 

                        İSLAM FIKIH TARİHİ

 

Fıkıh; lugatta anlamak, kavramak, idrak etmek anlamlarına gelir.

Ø  Fıkıh kelimesi ilk dönemden zamanımıza kadar birkaç defa mefhum değiştirmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabi döneminde itikad, amel ve ahlak konularında kitap ve sünnetten elde edilen bilgilere fıkıh denilmekteydi. Daha sonraki dönemlerde ilimlerin konuları hususileşince fıkıh kelimesi sadece amel ve muamele bilgilerine tahsis edilmiştir. Zaman geçtikçe fıkhın bazı konuları müstakil isimler altında ayrılmaya başlanmıştır. Dönemlere geçecek olursak;

 

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemi

Bu dönemde vahye dayanan teşri’ faliyeti tamamlanmış ve sonraki dönemlere temel teşkil etmiştir. Fıkhın doğuş dönemidir.

Bu dönemi Mekke ve Medine dönemi diye iki döneme ayırabiliriz.

1)      Mekke Dönemi (610-622)

Bu dönemde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in tebliği daha çok İslam ibadet ve hukukunun temeli olan inanç ve ahlak konularına yöneliktir. Bu dönem fıkıh hükümleri hem az hem de umumidir.

Mekke dönemine ait olup tarihi bilinen hükümler; namaz, 5 vakit namaz, temizlik gusül, abdest ve necasetten taharet, cuma namazı.

2)      Medine Dönemi (622-632)

Bu dönemde bir taraftan ibadet, cihad, aile ile alakalı, diğer taraftan da anayasa, ceza, muhakeme usulu, devletler arası münasebet ile ilgili kurallar vazedildi. Fıkıh kaideleri, olaylar sonucu, sahabenin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem)’e soru sormaları sonucu ya da zaman geldikçe Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem)’e vahy ediliyordu.

Medine dönemine ait olan bazı hükümler;

Hicri 1. yılında; Hutbe, ezan, cihad, oruç, bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekat, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler ve taksimi, miras hükümleri, boşanma, recm cezası, iffete iftira cezası, örtünme ve istizan, hac ve umre…

 

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem) dönem fıkhın özellikleri;

a)      Tedric

-Zaman içinde tedric: hükümlerin bir anda değil de uzun zaman içinde arka arkaya gelmesi.

-Hükümler içinde tedric: mükellefiyetler hep birden gelmediği gibi gelenlerde zamanla tekamül etmiş, yatkınlık ve adaptasyon kazanıldıkça tamamlanmış ve artırılmıştır. Örneğin; içkinin yasaklanması.

      b)   Kolaylık

      c)    Nesih: daha sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması. Bunun bir hikmeti ilk müslümanları tedricen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde usûl

1)      Kur’ân

2)      Sünnet

3)      İcma

4)      Kıyas

5)      İstidlal (istihsan, istislah, istishab, şer’u men kablena, telzüm)

6)      Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabının içtihadı

 

                        Sahabe Dönemi

ü  Fıkhın gelişme çağıdır.

Bu dönemde yaşanan siyasi olaylar itikada ve fıkha da tesir eden iki grup doğmuştur; şia ve havaric.

Sahabe fukahasından olanlarla örnek; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, ibn Mesud, ibn Ömer, ibn Abbas, Aişe, Muaz b. Cebel, Ebu Derda, Ubey b. Kab…

 

Sahabe dönemi fıkıh bakımından özellikleri;

Ø  Fetihlerle beraber İslam devletinin sınırları genişlemesi, nüfusun çeşitlenmesi, İslam medeniyetinin gelişmesi ilk dönemlerde yaşanmayan olaylar baş göstermiş, sahabe bunların çözümleri için içtihad yoluna başvuruyorlardı.

Ø  Sahabe yalnızca gerçekleşen olaylar üzerine eğilmiş, olmamış meseleleri varsayarak hüküm verme yoluna gitmemişlerdir.

Ø  Bilhassa ilk dört halife zamanında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu.

Ø  Fıkıh bu dönemde devletin anayasası mesabesindeydi, halk yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan tutumları olursa karşı çıkıyorlardı.

Ø   Osman (radıyallahu anh)’ın zamanına kadar şura üyelerinin Medine’den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahabe halifenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hasıl oluyordu(icma hükmü oluyordu).

ü  Fıkhın yazıya geçirilmesinin sahabe devrine, hatta nüve olarak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) devrine kadar uzanır.

 

                                      Tabiun dönemi

ü  Bu dönemin ilk zamanlarında-Emeviler dönemi- sahabeler ahirete intikal ederek tabıun nesli onların yerini almıştır.

ü  Sahabenin yetiştirdiği tabiun nesli müctehidleri üstad, mühitve malumat farkına dayanan iki gruba ayrılmışlardır; hicazlılar (Said b. Müseyyeb) ve ıraklılar (İbrahim b. Yezid b. Kuays en-Neha’i).

ü  Sahabe fakihlerinin hemen hepsi arap olmasına karşılık sayılırı yüzleri aşan tabiun fukehası içinde çok sayıda arap olmayan kimseler vardır. Bu arada mevaliden büyük fakihler yetişmiştir. En meşhurları;

Medine’de; Said b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Süleyman b. Yesar…

Mekke’de; Ata b. Ebu Rebah, Mücahid, İkrime..

Basra’da; Hasan el-Basri, Katade, Muhammed b. Sirin…

Kufe’de; Alkame b. Kays, İbrahim en-Nehai, Said b. Cübeyr…

Şam’da; Mekhul, Ömer b. Abdulaziz…

Mısır’da; el-Leys b. Sad…

ü  Tabiun döneminin ilk zamanlarında telif edilen bazı fıkıh kitapları: Katade b. Diame’nin el-Menasiki, Zeyd b. Ali’nin Menasiku’l-Hacc ve adabuhu…

 

Ø  Abbasilerle beraber, güttüğü politikalarıyla fıkhın olgunluk, gelişmesine araç olmuşlardır.

Ø  Fukaha’nın ihtilaf nedenleri;

-Kitap ve sünnette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı tefsiri.

-Sözün hakiki veya mecazi manaya çekilebilmesi

-Aynı konudaki ayet ve hadislerin bir araya getirilerek farklı şekilde değerlendirilmesi

-Hadislerin bilinip bilinmemesi, sıhhat derecesi…

-İctihad bilgi, usul ve gücünün faklılığı

-Tabii ve içtimai çevrenin tesiri

Ø  Abbasi dönemiyle beraber Mezheplerin çıkmasındaki nedenler;

    -Önceki müctehidler gerektikçe dağınık meseleler üzerinde ictihad ederken sonraki müctehidler fıkhı bütün konularını ictihad alanlarına dahil etmeleri.

   -Bu ictihadların tedvin edilmesi

   -Fıkıh mekteplerinin doğması ve mektep mensuplarının karşılıklı, sözlü ve yazılı münakaşaları

   -Bu münakaşaların müctehidlere mahsus usul ve kaidelerin; yani usul-i fıkhın doğmasına ve telif edilmesine sebep olması

 

                     Dört mezhep imamı ve ictihad usulleri

1)      Ebu Hanife Numan b. Sabit’ın (80-150) ictihad usulu

İmam kendi usûlünü şöyle açıklıyor: "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den gelen baş üstüne, sahâbeden gelenleri seçer birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz, bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince biz de onlar gibi -ilim- adamlarıyız."

Ebu Hanife bir meseleler hakkında hükmü sıra ile kitap, sünnet ve rey ictihadına dayanarak elde etmekteydi. Rey ictihadında ona izafe edilen iki metod vardır; kıyas ve istihsan. 

2)      Malik b. Enes’in (93-179) ictihad usulu

Kitap, sünnet, icma ve rey (kıyas, istihsan, istislah, sedd-i zerai, istishab…)

3)      İmam Şafii Muhammed b. İdris’in (150-204) ictihad usulu

Kitap, sünnet, kıyas, sahabe kavli…

4)      Ahmed b. Hanbel’in (164-241) ictihad usulu

Kitap, sünnet, sahabe re’yi, Tabiun fetvası, kıyas, istishab

 

Moğol İstilasından Mecelleye Kadarki Dönem

ü  Fıkhın gerileme çağıdır.

Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin diğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Dolaysıyla fıkhın gerilemesine sebep olan nedenleri şöyle sıralayabiliriz;

1- Fıkıhçılar arasındaki irtibatsızlık.
2- Selef'in kitaplarına karşı ilgisizlik.
3- Müctehid yetiştirecek eserlerin yazılmaması.
4- Hîle ve te'vîl.

 

Mecelleden Günümüze Kadarki Dönem

ü  Fıkhın uyanış çağıdır.

Bu dönem de gerçekleşen fıkıh çalışmaları;

Ø  Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

Ø  İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda ictihad melekesini geliştirmek için bazı eski kitaplar tahkik ve yayınlanmıştır.

Ø  Çeşitli mezheplerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklin de gerçekleşen çalışmalar yapılmıştır.

Ø  Usul ve fıkhın önemli konuları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.

Ø  Asrımıza hakim olan batı kaynaklı hukuklara karşı İslam hukukunun arzı, müdafa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.

Ø  Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan alakaları zamanla telife doğru gelişme göstermiş, önemli eserler yayınlanmıştır.

Ø  Doğuda ve batıda İslam hukuk konularını da içine alan ilmi kongreler düzenlenmiştir.

 

 

Yararlanılan kaynak

Hayrettin KARAMAN, İslam Hukuk Tarihi, www.HayrettinKaraman.net.

 

İlk devirlerde ilim denilince tefsir, hadis ve fıkıh hepsi beraberce anlaşılıyordu. Daha sonraki dönemlerde; İnsanın farklı anlama kabiliyetlerinden, toprakların genişlemesiyle karşılaşılan yeni kültür, çevre ve medeniyetlerden, siyasi olayların yaşamasından dolayı her ilim kendi çatısı altında şartlara göre gelişme göstermiş ve kendi isimleri altında tedvin çalışmaları gerçekleştirmesiyle kendi adlarıyla anılmaya başlanmışlardır. Hatta her ilmin kendi alt dallarında ilimler oluşmuştur.

Her ilim geçtiği bütün dönemlerden izler taşıyarak bugüne gelmiştir. Dolaysıyla geçtiği dönemleri görmezden gelerek bu ilimlere bakamayız. Gün geçtikçe bu ilimlerin çerçevesi genişlemektedir. Buda bilginin bütünlüğünü zorlaştırmaktadır. Bu ilimlere tam anlamıyla hakimiyet ancak bir bilgi bütünlüğü hedefi göze alınarak, anlam ufukların genişletilmesiyle olur.

 

Anlam ufkunu genişletki gerçek doğruya ulaşabilesin.

 

 

 

Bütün noksanlıklardan uzak olan Rabbime hamd ederim. Ondan başka ilah olamadığına şehadet ederim. Kusur ve hatayla beraber çalışmak bizden, affetmekle beraber başarı Allah’tandır.

Ve ahiru de’vana en-il hamdu lillahi Rabb-il âlemin.

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Levent Enver Özet    31.03.2018

Dini ilimlerde, ilim adamının yetişmesinde önemli olan etkenler doğduğu çevreden itibaren başlar, aile ortamı ve eğitim süreci sonucu bilgi birikimini ustalaşmak istediği bir bilim dalında yoğunlaşarak kullanması gerekmektedir. Bu kavramın adı (Bilgi bütünlüğünü) dür. Dini ilimlerin temel olan üç dalının tarihini incelemek sonucu öncü alimlerin bilim birikmelerini nasıl bütünleştirip kendi dalında uzmanlaşmak için kullanıp, diğer dallarda da etkilerini göstermektedir.

 

Kur'an i Kerimin anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin geçirdiği tekamulü ve değişiklikleri bilmek çok lüzumludur. Tefsir Tarihini baştan günümüze kadar bütün dalları ile ele alan eserler çok azdır. Dini eserlerde, diğer ilimi eserlere göre tefsire daha çok ihtiyaç vardır. Araplarda, yıllardan beri kökleşmiş olan cahili adetlerin fena olanlarını söküp atacak ve ileride sosyal hayat kanunların ortaya koyacak olan Kur'an i, Hz. Peygamberin tefsir etmesi lazımdı. Hz. Peygamberi Kur'an tefsirine sevk eden en mühim amil, İslamiyetin kendisinden olan emridir. Bu peygamberlik vazifesinin iktizasıdır. O tebyin ve tebliğle mükellefti. Hz. Peygamber konuşma yönünden arabın fasihlerindendi. Çünkü ona arap edebiyatının anlam, beyan ve bedi bakımından en yükseği olan Kur'an nazil olmuştu. Peygamber, ne hikmetler savuran bir filozof ve ne de programla ders veren bir öğretmendir. O bir Peygamber olarak, zaman, mekan ve muhatapların durumuna göre, onun söz ve hükümleri dağınık olabilir. Hz. Peygamberden işitilen bu tefsir haberleri sahabe arasında nakledilirdi, fakat onlar her şeyi soramamışlar, akli seviyeleri ve ameli hayat ihtiyaçlar ı, sormak lüzumunu hissettirmemişti.

Hadisin sünnete müradif bir manaya sâhiptir. Hazreti Peygamber tarafından tebliğ olunan ve tatbiki istenen bazı ayetler, mücmel gayri mufassal, yahut mutlak gayri mukayyed olarak nazil olmuştur, mesela namaz Kur'an Kerimde bunun gibi, şekli, şartı ve erkanı beyan edilmedikçe tatbiki mümkün olmayan daha bir çok hükümler vardır ve bunların beyanı için yine Hazreti Peygambere başvurmaktan başka çare yoktur. Bir hadisinde Hazreti Peygamber, kendisine Kitapla birlikte, it’tiba yönünden Kitap ayarında olan bir başka şeyin daha verildiğini açıklamıştır ki, bunun Sünnetten başka bir şey olması mümkün değildir.

 

Tefsir ve hadis ilimlerini, fıkıh iliminin en önemli kaynakları olduklarını görüyoruz. Zaten fıkıh temelleri Hazreti Peygamber in hayatında atılmış, çünkü hükümlerin bütün delil ve kaynakları bu devirde belirlendi. Bu devir ikiye bölünür, birincisi Mekke dönemi (12 yıl ve birkaç ay sürdü), Müslümanlar azınlık ve zayıf durumda, Peygamber in asıl görevi insanları tek ilah ibadetine çağırmaktı, bu nedenle medeni ve ticari hükümler görülmemektedir. İkincisi Medine dönemi (yaklaşık 10 yıl), Müslümanların sayısı ve gücü arttı, böylece ümmet teşkil edecek kıvama geldi. Toplumun fertlerin hayatını tanzim edip aralarındaki ilişkileri düzenleyecek, diğer milletler ile (savaş ve barış halinde) ilişkileri düzene sokacak hüküm ve kanunlar teşrii edildi. Bu devirde iki teşrii kaynağı tespit edilmiştir: İlahi vahy ve Hazreti Peygamber in içtihadı (Allah kabul ve takrir etmesi ile), ancak nadir olsa bile bazı sahabenin içtihadı Hazreti Peygamber tarafından uygun görülmüştür.

 

Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Bunu iki şey yükseltiyordu: Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları, İkincisi ise hadise ve sebepleri müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri idi. İlim bakımından aralarında büyük farklar olduğu gibi, fazilet bakımından da müsavi değillerdi. Yaşlı olan sahabe yavaş yavaş dünyadan çekilince, ortada kalan genç sahabe grubuna çok iş düşmüş ve çok konuşmak mecburiyetinde kalmışlardı. Bu gibi ahvalde, isnad ta varid olabilecek hataları da göz önünde bulundurmak gerekir. Sahabe arasında tefsir sahasında şöhret kazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz. Ali b. Ebi Talib (Ö. 40 /660), Abdullah b. Mes'ud (Ö. 32/652), Ubeyy b. Ka’b (Ö. 19/640), Abdullah b. Abbas (Ö. 68 / 687-688), Ebu Musa el-Eş'ari (Ö. 44 /664), Zeyd b. Sabit (O. 45 /665) ve Abdullah b. ez-Zubeyr (Ö. 73/692) dir.

Sahabe, Hazreti Peygamberden teşrii gerektiren hadisler kadar, titizlik içinde muhafaza ve müzakere etmiş. Teşrii gerektirmeyen ve Peygamberin, günlük konuşmalarından alınan sözlere, hatta peygamberlik gelmeden önceki sözlerine de büyük değer vermiş; onları da aynı titizlik içinde muhafaza ve müzakere etmiş, özellikle rivayet sahasına çıkarmıştır. Bu surette hadis sayısı artmış ve hafıza, büyük bir yükü kaldırmak zorunda bırakılmıştır. Böyle durumlarda hataya düşme ihtimalinin de fazlalaşacağı göz önünde bulundurulursa, Sünnetin de Kur'an gibi öğrenilmesini tavsiye eden Ömer ibnul-hattab' ın ve onun gibi düşünen diğer bazı sahabeler in, teşrii gerektirmeyen ve dini mahiyeti bulunmayan hadislerin rivayetindeki aşırılığı sınırlamak istemeleri normal karşılanmak gerektirir. İlk devirde, Hazreti Peygamber’in yasakladığı için ondan duyulup muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. İkinci devrede ise bu yasak ruhsata dönüşmüş ve hadis yazmak isteyen sahabeler sahifelerini yazmağa başlamışlardır. Hadis kitabetiyle ilgili farklı görüş ve davranışların kanaatımızca hepsi de, hadisin en iyi bir şekilde muhafaza edilmesine matuf bulunuyordu. İmam el-Evza’i nin şu sözü, bu gerçeği ortaya koyması bakımından zikre şayandır: "Bu ilim büyük bir şerefe sahiptir. Ricalin hıfzında iken ağızdan alınır ve müzakere edilirdi Ne zaman ki kitaba girdi, nuru kayboldu, ehil olmayanların eline düştü".

 

Sahabenin hadise verdikleri önem bize yetişen eserlerden belidir. Bunlardan: Ebu Bekr ve Ömer İbnu'l-hattab'ın sahifeleri, hadis sahifesiyle şöhret kazananlardan birisi Abdullah İbn Amr ibni'l-As'tır, Câbir ibn. Abdillah sahifesi, Ali İbn Ebi Talib'in elinde de sadakat ve diyet hükümlerini ihtiva eden bir sahifenin bulunduğu, muhtelif kaynakların verdikleri haberlerden anlaşılır, Ebü Hurayra sahifesi, Abdullah İbn Abbas'ın levhaları, Abdullah İbn Ömer sahifesi.

Fıkıh açısından Sahabe devri, Peygamber vefatı ile başladı ve birinci hicri yüzyıl sonuna doğru devam etti. Bu devirde teşrii otoritesi Sahabe de idi. Hükümler tefsir ve sünnet kaynaklarına dayanarak düzenlendi, hükmü belli olamayan olay ve hadiselerde içtihat edip teşrii belirlediler. Sahabeden ilim taşıyan has sahabe teşrii kurumu başına geçti ve bu göreve üstlendi, bunlar sayısı 130 civarında tespit edilmiş, bunun nedenleri:

1.      Peygamber devrinden gelen Kur’an ve sünnet metinleri anlatacak alim olan şahıslar olmadan umum millet anlayamaz.

2.      Hüküm ve teşriiler millet arasında yayılmamıştı, Hazreti peygamber ve sahabenin evlerinde muhafaza edilmiştir.

3.      Hükümlerin çoğu olan ihtiyaç ve hadisler için teşrii edilmiş, olası olay ve hadisler için tasarlanmamıştır.

 

Bu devirde teşrii kaynakları: Kur’an i kerim, sünnet (hadis) ve sahabe içtihadı.

Hazreti Peygamber ve sahabe devrini değerlendirmiş olursak, bilgi bütünlüğü kavramı en mükemmel şekilde görülmektedir. Kur’an ilimi, sünnet (Peygamber hayatında kendi varlığı, sonrası ise sahabenin hadisleri takip tedvin ve hıfz ederek) ve bu bilgilerin sonucunda olan içtihat yeteneği, insan ve toplumun ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak teşrii faaliyetlerini olumlu şekilde etkiledi. Tefsir ve hadis rivayetlerinde görüldüğü gibi sahabenin çoğu bu iki dalda yoğunlaşmış, kazandıkları ilimleri amel için kullanmış.

 

Tedvin - Tasnif ve müctehid imamlar devri (tabi’un ve Tabi’l-tabi’un)

Bu devirde, bilgi bütünleşme daha az derece olsa bile gelen eser ve rivayetlerde etkisi görülmektedir. Fetihler sonrası genişleyen İslam memleketleri ve alimlerin her yere yerleşmeleri sonucu ilim tahsili amaçlı seyahatler (Er-Rihle fi Talebil’ilm) bu devrin en önemli özelliklerinden birisi sayılır.

Tefsirde meşhur olan İbn Abbas ve İbn Mes'ud sonradan birer ekol haline gelecek tefsir çalışmalarına başlamışlar, yetiştirmiş oldukları talebeler, tefsir sahasında ün kazanmışlardı. Bunlar, Ata b. Ebi Rabah (Ö. 115 /733), Mücahid (Ö. 103 /721), İkrime (Ö. 105 /723), Sa'id b. Cübeyr (Ö. 95 /714), Tavus b. Keysan (Ö. 106 /724), Katade b. Duame (Ö.117 /735), Mesruk b. el-Ecda (Ö. 63 /683), Alkame b. Kays (Ö. 62 /682), İbrahim en-Nahai (Ö. 95 /714), e ş-Şa'bi (Ö. 109 / 727), el-Hasen el-Basri (Ö. 110 /728), Muhammed b. Sirin (Ö. 110 /728), ed-Dahhak b. Müzahim (Ö. 105 /723), Atiyye el-Avfi (Ö. 111 /729), Ebu'l-Aliye (Ö. 93 /711), Muhammed. b. Ka'b el-Kurezi (Ö. 108 /726), Ata b. Dinar (Ö. 126 /743) gibi zevattır.

Tefsir ilminde şöhret kazanan Tabi’l-tabi’un örnekleri: Ali b. Ebi Talha, Mukatil b. Süleyman el-Ezdi, Yahya b. Sallam ve Abdurrazzak b. Hemmam. Artık bu devirde tefsir ilmi, hadis ilminin bir kolu olmaktan kurtulmuş, eser ehli, te'vil ve re'y ehline çatmaya başlamış.

 

Hadis ilmi açısından, değişik hadislerin değişik ülkelerde yayılması, teşrii görevin ifasında farklı neticeler doğurmuştur. Bilindiği gibi sahabe devrinde teşriin başlıca üç kaynağı vardı: Kur'an i Kerim, Sünnet veya hadis, sahabe içtihadı.  Medine'de bulunan halifenin, hakkında metin bulunmayan bir hadise çıkınca, Küfe, Basra, Şam veya Mısır'daki sahabe ileri gelenlerini toplaması ve onların hadise ile ilgili görüşlerini alması kolay değildi. Bu sebeple teşri salahiyetine sahip olan sahabeler, teşri görevlerini ya ferden, yahut ta daha çok sahabenin bulunduğu yerlerde cemaat halinde yapmak zorunda kaldılar. Dinle ilişkin bir şeyi öğrenmek amacıyla günlerce veya haftalarca süren seyahatlerin başlangıcını Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu devre kadar indirmek mümkündür Medine'ye bir hayli uzak yerlerde oturan kabile mensuplarının tek başlarına veya heyetler halinde sık sık Hazreti Peygambere gelerek din hakkında sorular sordukları, ondan nasihat dinleyip tavsiyesini aldıkları bilinen hususlardandır. Hatta Hazreti Peygamberin vefatından sonra bile dini en iyi bildiklerine şüphe olmayan onun en yakın arkadaşlarına danışmak maksadıyla bu seyahatlerin devam etmiş olması doğaldır.

 

Bir sahabenin bilmediği veya Hazreti Peygamberden duymadığı bir hadisi öğrenmek, yahut bildiği halde sonradan tereddüde düştüğü bir kaç kelimesini yeniden işiterek ondan emin olmak için her türlü yolculuk zorluğunu göze alarak uzak bir ülkede yaşayan bir başka sahabenin yanına gittiğini gösteren enteresan haberler vardır. Tek bir hadis için dahi olsa sahabe arasında görülen bu türlü seyahatler tabi’un neslinin yetişmesinden sonra şüphesiz daha çok artmıştır ve hadisle meşgul olan birçok tabi’i ilk kaynak olan ve muhtelif ülkelere dağılmış bulunan sahabeleri teker teker ziyaret ederek onların Hazreti Peygamberden işitip rivayet ettikleri hadiseleri toplamağa başlamışlardır. Bu seyahatlerin yalnız ilim ve din için yapılmış olması da, bundaki samimiyetin bir başka delilini teşkil eder.

 

Bu zaman diliminde fıkıh tarihini gözden geçirdiğimiz zaman, bu devri tedvin ve müctehid imamların devri olarak görüyoruz. Başlangıç olarak hicri ikinci yüzyıl başında ve bitişi dördüncü yüzyıl ortasında, yaklaşık 250 yıl sürmüştür. Yazmak hareketi başlamıştır, hadis ve tefsir ilminin tedvin, tenkid ve tertibi ile birlikte. Teşrii ilminin (Fıkıh'ın) altın çağı sayılır çünkü mevcut olan imamlar bilgi bütünlüğü çerçevesinde, insan-hayat-din birbirinden etkileşmesini dikkate alarak toplum ihtiyacına yönelik teşrii (hüküm) ler düzenlenmiştir. Hadis ve tefsir ilimleri gelişmesi, teşrii (hüküm) düzenlenmesinde büyük kolaylık sağladı çünkü fıkıh alimleri hadis ve tefsir ilimlerini büyük oranda tamamlamış oluyorlardı.

 

Bu devirde teşrii için dört kaynak tespit edildi: Kur’an, Sünnet, İc’ma ve ictihad (kıyasla veya başka yöntemle. Bu devrin kaynaklarını olumlu şekilde etkileyen hadiseler oldu. Kur’an i kerim bazında birincisi mükemmel şekilde hafızlığa ve kıraatlara özen göstermek, ikincisi Kur’an ı yazma kuralları sırayla Abu’l-Esved Eldü’eli, El-halil b. Ahmed ve Nasr b. Asım tarafından düzenlenmesi. Sünnet ‘te Medine valisi Ebi bekr Muhammed b. Ömer b. Hazm, Ömer b. Abdulaziz emri ile, Hazreti Peygamberin hadislerini toplamak ve yazmak için Muhammed b. Şihab Ez-zühri yi görevlendirdi. Bundan sonra toplama, tetkik ve tenkid hareketi düzenlendi. Bu devrin başka özelliği Tabi’l-tabi’un imamları arasında teşrii ve hüküm konusunda ihtilaf ve tartışmanın artması, bu ihtilaf farklı medrese ve ekollerin doğuşu ve büyümesinde neden oldu, bunun sonucu ehli sünnetin dört ana mezhebin ortaya çıkması. İmamlar arasında farklılık nedenleri:

·         Teşrii kaynaklarının güven ve öncelik derecesi

·         Metinlerin lügat açısından farklı şekillerde anlaşılması.

·         Farklı hüküm istinbat ilkeleri

Teşrii kaynakları ile istidlal derecesi örneğin hadis gücü veya sahabenin ictihad ettikleri hadiseler. Lügat açısından mutlak ve has lafızlar, bunlara dayanan olay ve hükümlere kıyas edip delil olarak başka teşrii olaylarında kullanılması. Hüküm istinbat ilkelerin farklılığı en bariz örneği Hicaz ve Irak medreseleri, Hicaz metindeki illetlere bakmaksızın zahir olanı temel alırken Irak alimleri sebep ve olayları analize ederek hükümleri uygun hadiselerde toplum yararına (Re’y) ile hüküm istinbat ettiler. Bunların asıl nedeni Hicaz da daha fazla süre içinde birçok sahabenin bulunması ve onlara bağlı hüküm ile fetvaların var olması, birde Irak yeni islamiyete bağlı olup farsların bazı etkileri devam etmekte olması ile birlikte coğrafyası ve karışık milletlerden oluşan halkının büyük etkisi sonucunda büyük fitnelerin başlangıç ülkesi idi.

Son dönem hadisler açısından yenilik çok görülmemekle birlikte bazı alimlerin tekrar sahih sünnet kitaplarını tekdid etmeye çalışmışlar ve onlara karşı savunan grup görülmektedir. En bariz örneği Muhammed Nasıruddin el-Albani (kendini selefi olarak takdim eden hadis alimi) ehli sünnet açısından sahih bilinen bazı hadislerde zafiyet göstermeye çalıştı. Buna karşı cevap yazan ünlü alimve muhaddislerden Abdulfettah Ebu Gudde ve Habiburrahman el-Azami. Ancak hadis ilim olarak sabit temelleri olduğu için yeni devirde daha fazla tenkide açık görülmemektedir.

Bunun aksine tefsir ilminde yeni çağda ya tefsir kitaplarına değişiklik yapmayı denemeden daha fazla açıklık getirerek yazan yada özellikle tekrar ilmi görüşlerini katarak tefsir kitapları yazmaya çalışan grup görülmektedir. Her iki grupta çoğu alim insanların ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bu tür denemelere geçtiler. Tefsir de tenkid ve eklemenin Hadis ilmine daha fazla olması belki hadisin kelime bazında kutsal olması ve her hangi hatada muhaddisin uydurukçu (kezzab) suçlaması ile karşı karşıya kalması durumu mevcut iken, tefsir ilminde içtihad edildiği zaman böyle bir riskin olmaması alimleri insan-toplum yararı için daha fazla alan bulmaları olabilir. Bu nedenlerin sonucu Fıkıh ilminde tedvin ve müctehid imamların devrinden sonra taklit dönemi başladı, tabi bazı harici ve asılsız mezhepler iddia eden gruplar dışında ehli sünnette içtihat hareketi sınırlandı. Genelde yazıda geçen dört mezhep imamlarını temel alarak taklit edilmeye başlandı. Son dönem alimlerinde az bulunan bilgi bütünlüğü nedeniyle İslam aleminde büyük ihtilaflar görülmeye başlandı. Kanaatimce böyle medrese ve ekol sağlanması daha fazla dini eğitim ile birlikte hayati ilimlerin tahsili ile çağımızda doğabilir.


0 Yorum - Yorum Yaz


                                                                        Esma Koç

 

17912732

Yüksek Lisans

TARİH MÜTALAASI

Bu çalışmada tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin ilk dönem tarihi seyri kısaca anlatılacak daha sonra kısa bir değerlendirme yapılacaktır.

TEFSİR TARİHİ

Tefsir kelimesi sözlükte “bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve kapalı bir şeyi açmak” gibi manalara gelmektedir. 

Birkaç farklı tanımlarının yapılmasının yanında tefsirin terim anlamı ise “Arap dili belagatı ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır.” şeklinde tanımlanır. Aslında müfessirin en önemli görevi, Kur’an-ı Kerim’i ilk muhatabın nasıl anladığının izini sürmektir. Ancak bu şekilde daha doğru ve amaca uygun hareket edilebilir. 

Tefsir denilince akla gelen önemli ve bilinmesi gereken bir kavram da te’vildir. Tevil, sözlükte “döndürmek, herhangi bir şeyi vuracağı yere vardırmak” anlamına gelir. Terim olarak ise “meşru bir sebep veya delilden ötürü, herhangi bir ayeti ya da kelimeyi zahiri manasından alıp, bağlamından koparmadan kitap ve sünnete uygun bir şekilde yorumlamaktır.” şeklinde tanımlanabilir ve tefsirden farklı yanları vardır.

Tefsir tarihini belli dönemler eşliğinde ele alabiliriz. 

  •  
    • Hz. Peygamber’in Tefsiri

Vahyin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber (sav), Kur’an ayetleri kendisine vahyolunduğunda muhataba okuyor, anlaşılmayan kısımları da açıklıyordu. Sahabilerin (r.anhum) anadili Arapça olsa da Kur’an’ın bazı müteşabih kısımlarını anlamada zorlanabiliyorlardı. Hz. Peygamber’in Kur’an’ı tefsir vesilelerini  şu şekilde sıralamak mümkündür:

a) Ayet Okuyarak Tefsir Etmesi (Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri)

b) Ashaba Soru Sorarak Tefsir Etmesi (Dikkat Çekme)

c) Sözünü Delillendirmek Maksadıyla Tefsir Etmesi

d) Ashabın Soruları Üzerine Tefsir Etmesi 

Aynı zamanda Hz. Peygamber; mücmel ayetleri açıklamak, müphem ifadeleri açıklığa kavuşturmak, mutlak ifadenin anlamını etkin kılmak, müşkil gibi görünen durumları açıklığa kavuşturmak gibi yöntemlerle Kur’an’ı tefsir etmiştir. Hz. Peygamber’in Kur’an’ın tamamını mı yoksa bir kısmını mı tefsir ettiğine dair farklı yorumlar olmasına rağmen genel olarak denilebilir ki; Hz. Peygamber, Kur’an’ın tamamını değil ihtiyaç duyulan kısmını tefsir etmiştir. Aslında tam da burada sünnet ve hadis alanı devreye girmektedir. Çünkü bu iki alan Kur’an’ın tefsiri ve (ileride gelecek olan) fıkhi konularda temel kaynaklardır. 

  •  
    • Sahabe Tefsiri

Kur’an’ın Hz. Peygamber’den sonra ikinci muhatabı sahabe idi. Onların Kur’an’ı nasıl anlayıp uyguladıkları, ne şekilde tefsir ettikleri bizler için önemlidir. Kur’an’ı doğru anlamanın yolu da buradan geçer. Tüm sahabe için geçerli olmasa da onlar, Arap dilinde ve belagatinde oldukça iyi olmalarının yanında vahyin de şahitleriydiler. Ayetlerin neden indiğini bilirler ve ona göre hayatlarına geçirirlerdi.

Sahabe, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Kur’an’ı rivayet ve dirayet eşliğinde yorumlamış ve farklı görüşler ortaya atmıştır. Rivayet taraftarı olan Hz. Ebu Bekir gibi sahabiler re’yden kaçınmış ve Kur’an’ı; Kur’an, esbab-ı nüzul rivayetleri, Arap şiiri referansları ve Ehl-i Kitap’tan yapılan nakiller eşliğinde tefsir etmeye çalışmışlardır. Aslında bu durumun temelinde Hz. Peygamber’in, “Kur’an’ı kendi görüşüyle tefsir eden kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.” şeklindeki uyarı içeren rivayetleri vardır. Re’y taraftarı olan sahabiler ise sözü geçen kaynaklardan da aradıklarını bulamazlarsa kendi re’yleri ile Kur’an’ı tefsir etmişlerdir. Bu durum özellikle Hz. Ömer’in halifeliği döneminde getirdiği uygulamalarda da görüldüğü üzere fıkhi meselelerde karşımıza çıkmaktadır. Bazen bir ifadenin açıklanması şeklinde de olmuştur. Re’y yönteminde öne çıkan sahabiler İbn Mes’ud (ö.32/652) ve İbn Abbas (ö.68/687)’tır. Ancak bilinmelidir ki sahabe döneminde yaşanan farklılıklar tezat ihtilafı değil tenevvü ihtilafı idi, henüz Ku’ran rivayetleri bu dönemde tedvin edilmemiş ve şifahi yöntemle aktarılmıştır. 

  •  
    • Tabiun Tefsiri

Tabiun döneminde İslam farklı coğrafyalara yayılmış ve böylece birçok farklı kültür, medeniyet, örf ve adet İslam toplumunu etkilemiştir. Bu durum yeni meselelerin zuhuruna sebep olmuş ve bu meselelere yeni çözüm getirilme ihtiyacını doğurmuştur. Tabiun, ashabla yakın iletişim halinde idi. Bu dönemde belli sahabiler öncülüğünde zamanla Mekke, Medine ve Kufe medreseleri oluşmuş, zamanın fitne ve ihtilaflarına karşı önlem olarak özellikle Kur’an’ın doğru anlaşılması için çalışılmıştır. Mekke’deki medresede Abdullah ibn Abbas, tefsirde otorite bir isim haline gelmiş, pek çok övgüye mahzar olmuştur. Medine’de Ubey b. Ka’b (ö.30/650) ve Kufe’de Abdullah b. Mes’ud öncü sahabilerdi ve ikisi de vahiy katiplerindendir. Bu sahabiler tabiundan pek çok ilim adamının yetişmesine vesile olmuşlardır. Kufe, farklı kültürlerin yaşandığı bir yer olduğu için ihtiyaçlara binaen re’yin ve içtihadın kullanıldığı merkezi bir bölge haline gelmiştir. 

Bu dönemde Kur’an’ın tamamı tefsir edilmeye başlanmış, daha ayrıntılı izahlara girilmiş, şiirle istişhad metodu kullanılmış, israiliyat sahabe dönemine göre daha çok kullanılmış ve tefsir halen tedvin edilmemiş, şifahi aktarım devam etmiştir.  

  •  
    •   Tefsirin Tedvini

Tefsirin tedvini ancak tebe-i tabiin döneminde gerçekleşmiştir. Bunun temel sebeplerini; Hz. Peygamber’in başlangıçta hadislerin yazımını yasaklaması, toplumun genel olarak ümmi olması, yazıdan ziyade hafızaya olan güven ve yazı malzemesine ulaşmadaki zorluklar olarak sıralayabiliriz. 

Aslında tefsir, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak tedvin edilmiştir. Hadis rivayetlerinin tedvini sayesinde tefsir rivayetleri de kayda girmiştir, ancak bu rivayetler müstakil bir tefsir eseri meydana getirmek için yeterli değildi. Bu durumda hadis ilmi olmadan tefsir ilminden bahsetmek de oldukça zor görünmektedir. Daha sonra rivayetlerin de eşliğinde akli tefsir de ortaya çıkmış, bu sayede Kur’an’ın farklı tefsir yorumları oluşmaya başlamıştır. 

Bu dönemde filolojik tefsir yapılmış, Arap şiiriyle yine istişhadda bulunulmuş, ayet ve sure tertibine dikkat edilmiş ve bu dönemle birlikte artık daha kapsamlı rivayet ve dirayet tefsirleri yazılmaya başlanmıştır. 

HADİS TARİHİ

Hadis tarihi, Hz. Peygamber (sav) ile başlayıp günümüze kadar devam eden süreci kapsar. Bu süreci de yine belli dönemler eşliğinde ele alabiliriz.

  •  
    • Hz. Peygamber Dönemi

Hz. Peygamber’in tebliğ görevinin yanında tebyin görevi de vardır ve aktardığı bilgilerin de başkalarına aktarılmasını istemiştir. Sahabiler de imkanlarına göre hem öğrenir hem de aktarma görevini üstlenirlerdi. Sahabe bu konuda Hz. Peygamber’in de “Kim bana bile bile yalan isnad ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.” sözüne binaen oldukça titiz davranmışlardır. Hz. Peygamber, hadis yazılmasını başlangıçta yasaklamış, ancak bazı sahabilere daha sonra izin vermiştir. Bunun dışında Hz. Peygamber’in bizzat yazdırdığı İslam’a davet mektupları, siyasi antlaşmalar ve talimatnameler de yazılı kaynaklar arasındadır. 

  •  
    • Sahabe Dönemi

Hz. Peygamber’in vefatından sonra sahabe, rivayet aktarmada büyük bir sorumluluk üstlenmiş ve doğru aktarım için bazı yöntemler kullanmıştır. Bunlar belli kurallar olmaktan ziyade kendilerinin aldıkları önlemlerdi. Her sahabe Hz. Peygamber’den imkanları ölçüsünde yararlanmış, dolayısıyla bir sahabenin duyduğu hadisi başka biri hiç duymamış olabilir ya da ilmi öğrenme ve muhafaza konusunda dereceleri farklı olabiliyordu.

Sahabilerin hataya düşmemek adına aldıkları önlemleri; hadis rivayetinde ihtiyatlı davranmak (şahit bulma, yemin, vs.), az hadis rivayet etmek, hatalı rivayetleri uyarılarla düzeltmek, hadisleri müzakere etmek, hatırlamak amacıyla hadisleri yazmak şeklinde sıralayabiliriz. 

  •  
    • Tabiin ve Tebe-i Tabiin Dönemi

Tabiin, sahabilerle önce de söylediğimiz gibi yakın iletişim halinde idi ve  aralarında hoca-talebe ilişkisi vardı. Bu dönem yaklaşık h.30-h.180 yıllarını kapsayan geniş bir dönemdir. Tabiin de aynı şekilde sahabe gibi hadis aktarmakta titiz davranmış, hatta İslam’ın farklı coğrafyalara yayılması ve ihtilafların artmasına karşın sistematik kurallar geliştirmeye çalışmışlardır. Yaklaşık h.110-220 yıllarını kapsayan tebe-i tabiin döneminde de artık zamanın da getirdiği ihtiyaca binaen daha kurumsal çalışmalar yapılmıştır.

Bu dönem dört halife döneminin sonlarında yaşanan siyasi meselelerin, Emeviler ve Abbasiler döneminde de giderek arttığı, bunun sonucunda da itikadi ve siyasi bölünmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Bu yaşananlar ilmi gelişmeleri de doğrudan etkilemiş ve olabilecek fitnelere karşı önlemler alınmıştır. Özellikle hicri ikinci asrın başlarında hadis uydurulmaya başlanması isnad, cerh ve ta’dil faaliyetlerinin başlamasını sağlamıştır. Hem rivayetin hem de ravinin güvenilirliği araştırılmıştır.

Hadislerin yok olma ve gelecek nesle aktarılma endişesiyle halife Ömer b. Abdülaziz (ö.101/720)’in talimatıyla İbn Şihab Ez-Zühri (ö.124/742) öncülüğünde tedvin faaliyeti de başlamıştır. Ancak başlangıçta yazıda da olabilecek hatalar sebebiyle yazıya tam bir güven olmamıştır. Bunun için de ayrı önlemler alınmıştır. Sema ve kıraat metodu bunların başında gelmektedir. 

Hicri ikinci asrın ortalarına doğru yazılı metinlerin kullanımını kolaylaştırmak için tasnif çalışmaları da başlamış, Ma’mer b. Raşid (ö.153/770)’in el-Cami ile Malik b. Enes (ö.179/795)’in el-Muvatta’ı ilk musannef türü eserler arasındadır. Aynı zamanda sahabe ile başlayan ilim yolculukları tedvin ve tasnif faaliyetleriyle birlikte rihle adında sistematik hale gelmiştir.

Hicri ikinci asır farklı ekollerin oluştuğu bir dönem olmuş, bu ekoller ehl-i hadis, ehl-i re’y, Mu’tezile, Şia, ehl-i zühd ve tasavvuf  şeklinde kendini göstermiştir. Hicri üçüncü asırda da söz konusu ekollerin tartışmaları devam etmiş, her ekol kendini savunan eserler meydana getirmiş. Bu durum hadis temelinde kelam, fıkıh, tefsir gibi İslami ilimleri de içine almıştır. Bu asır aynı zamanda “Kütüb-i Sitte” olarak bilinen temel hadis kitaplarının yazıldığı ve hadis usulü kurallarının yavaş yavaş yazıya geçirildiği bir dönem olmuştur.  Hicri dördüncü ve beşinci asırda da usül çalışmaları hız kazanmıştır. 

FIKIH TARİHİ

Hz. Peygamber (sav), vahyin ilk muhatabı olduğu gibi teşri’i kuvvet de hayattayken yalnız onun elinde bulunuyordu. Mekke döneminde inen ayetler genellikle inanç ve i’tikad hakkında iken, Medine’de daha çok ahkam ayetleri nazil olmuştur. Fıkhi rivayetlerin de birçoğu Medine dönemine aittir. Sahabe bir sorunla karşılaştığı zaman hemen Hz. Peygamber’e sorardı. Mu’az ibn Cebel’i Yemen’e göndermeden önce Allah Rasulü’nün ona söyledikleri de bu dönemde sahabenin içtihadı kullanabileceğine delildir. Hatta sahabeden içtihadlara örnekler de kaynaklarda mevcuttur, ancak bu uygulamalar genellikle Hz. Peygamber’e sorma imkanı olmadığında gerçekleşen özel durumlardı ve ancak Hz. Peygamber onaylarsa teşri’i kanun haline gelirdi. Yani Hz. Peygamber döneminde teşri’in iki kaynağı vardı: Kur’an ve Hz. Peygamber’in içtihadı. Eğer kendisi bir hata ederse vahiyle uyarılıyordu, bu da teşri’in bu dönemde tamamen ilahi olduğunu gösterir. Bu devirde hükümler tedricen oluşmuştur, kanun koyma az sayıda gerçekleşmiş ihtiyaca binaen hüküm koyulmuştur, kolay ve hafif olan tercih edilmiş ve halkın maslahatına göre hareket edilmiştir. 

Sahabe dönemine gelindiğinde, farklı ihtiyaçlar ortaya çıkmış, Kur’an ve sünnetteki ahkam nasslarının açıklanması ve tefsir edilmesiyle hakkında nas bulunmayan konularda fetva vermenin yolu açılmıştır. Yani bu dönemde Kur’an, sünnet ve sahabe içtihadı olarak üç teşri’i kaynağı vardı. Hadislerin tedvin edilmemesi, rivayetlerin lafızla değil manayla aktarılması, hadisi duymama, ortam farklılığı gibi nedenler farklı hüküm koymaya sebep olmuştur. Sahabiler ihtiyaç halinde şura içtihadı yapmışlardır. Yargı ise halifenin elindeydi ve Hz. Ömer’in hilafetinin ikinci yarısında kadılar atanarak kurumsallaşma başlamıştır. 

Tedvin ve müctehid imamlar dönemi de hicri ikinci asır ile başlar dördüncü asrın sonlarında biter. Tefsir tarihinde gördüğümüz Mekke, Medine ve Kufe medreselerindeki sahabeler fıkıh tarihinde de öncü isimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemin teşri’i kaynakları; Kur’an, Sünnet, icma ve kıyastır. Zamanla ihtilaflar artmış, her bölgenin kendine has ihtiyaçları zuhur etmiş ve buna dayalı farklı fetvalar ortaya çıkmıştır.  Hicaz (ehl-i hadis) ve Kufe (ehl-i re’y) merkezli iki ekol oluşmuştur. Temel dört mezhebin oluşumu da yine bu dönemde gerçekleşmiştir.. 

Bu gelişmelerin ardından dördüncü asırdan sonra siyasi sorunların artıp ilme odaklanmama, her grubun kendini haklı göstermeye çalışması, ihmalkarlık, hased ve enaniyet gibi nedenlerle taklid dönemi başlamıştır. 

Değerlendirme 

Bu üç temel İslami ilimlerin kısa tarihi seyrini verdikten sonra bilginin bütünlüğü üzerine bir değerlendirme yapmak yerinde olacaktır. Her üç tarihi gelişimi okuduğumuzda aynı olayların, şahısların ve zamanın her birinde farklı açılardan değerlendirildiğini görüyoruz. Hatta misal tefsir tarihi okurken sanki hadis tarihinin devamını okuyor hissini yaşayabiliyoruz. Aynı rivayeti, şahsı veya olayı her üç tarih seyrinde de görebiliyoruz. Bu  gayet tabii bir durumdur, çünkü bu ilimleri birbirinden ayırmak neredeyse imkansızdır. Biri olmadan diğerinin varlığından söz etmek dahi zordur. 

Bugün dahi doğru bilgiye ulaşmanın yolu tarihi seyri doğru okumaktan geçmektedir. Mesela ilk hicri asırlarda yaşanan gelişmeler, farklı grupların oluşumu, ekollerin meydana gelmesi ve bu ekollerin arasındaki ihtilaf ve tartışmalar hemen her İslami ilmin seyrini değiştirmiş ve ilim sahasını doğal olarak etkilemiştir. Hemen her konuda kabul edenler ve etmeyenler şeklinde bir ayrım her dönemde yaşanmış, her grup da haklı yanlarıyla delillerini ortaya koymuştur. Bu da ihtilaf ve farklılığın devam etmesine sebep olmuştur. Mesela bugün bazı ayrımların çok da gerekli olmadığını söyleyebiliyoruz. Ama bahsedilen dönem için bu kaçınılmaz olabilir. Mesela rivayet ve dirayet ayrımında aslında dirayet başlangıçta yeni yeni ortaya çıkan ve ihtiyaç duyulan bir yöntemdi. Belki de bu gibi konularda ihtilafın olmasının temelinde yeniliğe alışmanın ya da ilk kabullenmenin zor olması yatmaktadır. Yani diyebiliriz ki zamanın ruhuna, ihtiyacına göre ilim de belli bir süreçten geçmiştir. Aslında bugün ulemayı eleştirirken ya da değerlendirirken dahi yaşadıkları sosyo-kültürel ortamı gözardı etmek de büyük bir eksikliktir. 

Dönemin ve toplum yapısının ilme etkisini biraz daha pekiştirecek olursak, mesela önceden Abbasiler döneminde kurulan Beytülhikme sayesinde farklı dillerden Arapça’ya tercüme edilen eserler, Müslümanların dış dünya hakkında bilgi edinmesi ve farklı bir bakış açısı kazanmalarını sağlamış, İslam felsefesi de bu şekilde gelişim göstermiş ve bahsettiğimiz ilimleri de etkilemiştir. Yine Abbasiler döneminde yaşanan Mihne olayı başta kelami tartışmalara sebep olmanın yanında diğer ilimleri de etkilemiş, bazen baskı ve zulmün sebebiyle ulema istese de objektif dahi olamamıştır. En temelde bugün mesela Mihne olayına baktığımızda bu tartışmanın neden çıktığını anlayamıyoruz. Ama o dönem bu konu siyasi bir doktrin olarak kabul edilmiş, karşı çıkan ulema hapse atılmış veya beldeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Yani o döneme gitmeden bunu anlamanın imkanı yoktur. Aynı şekilde mesela Ebu Hanife (ö.150/767)’nin re’y taraftarı olup,  İmam Malik (ö.179/795)’in daha çok Medine ehlinin uygulamalarını tercih etmesini de doğal karşılamak gerekir. Çünkü ulemanın dahi yaşadığı toplumun sosyo-kültürel yapısından etkilenmemeleri mümkün değildir, insan sosyal bir varlıktır. Aslında bu bir ihtilaf değil kolaylık ve maslahata uygun hareket etmenin bir sonucudur. Aynı şekilde bugün yaşanan teknolojik gelişmeler, siyasi olaylar, vs. toplumu olumlu veya olumsuz her yönden etkilemektedir. Kısaca, ulemanın yani insanın bağlı olduğu grup, fikir, toplumdaki siyasi ve sosyal olaylar bakış açılarını etkilemiş, bunu da eserlerine yansıtmışlardır. 

Bir diğer dikkat etmemiz gereken nokta, hemen her alimin tek bir alandan ziyade tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi İslami ilimlerin yanında tıp, matematik, astronomi, edebiyat gibi fenni ilimlerde de kendilerini geliştirdiklerini görüyoruz. Bu sayede ilme bütüncül bir bakış açısıyla bakabiliyorlardı. Belki de bugün ilim sahasında bizim yakalayamadığımız ve ihtiyacımız olan şey de budur. Aynı zamanda alimlerin yetiştiği ilmi ortam, erken yaşlarda aile üyeleri veya yakın hocaları vesilesiyle ilme başlamaları, onların ilimde derece sahibi olmalarına vesile olmuştur. Yaptıkları ilim yolculukları da farklı bakış açıları geliştirmiş ve her biri büyük gayretler içinde olmuşlardır.

Kaynakça  

  1. Ahmet Yücel, Hadis Tarihi, İFAV, İstanbul 2017.
  2. Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, İFAV, İstanbul 2016.
  3. Abdulvahhab Hallaf, İslam Teşrii Tarihi, çev. Talat Koçyiğit. AÜİF Yayınları, 1970.


0 Yorum - Yorum Yaz

TARIH MUTALAASI ODEVI    12.05.2018

Adı Soyadı: Mahir Elcudi
Öğrenci No: 170ZL331
2017-2018 Bahar Dönemi Yüksek Lisans öğrencisi


“HADİS TARİHİ” KİTABININ ÖZETİ
Hadisin Tanıtımı:
Hz. Peygamberin söz, fiil ve takririnin tümüne hadis denir.
Hadisin Değeri:
Kur’an-ı Kerimde “ hikmet” sünnet manasına gelir.  İslam’ın teşriinde sünnet, kitaptan sonra (Kur’an) ilk kaynağı teşkil eder. Bu değer, Hz. Peygamberin “Risâlet” göreviyle birlikte ortaya çıkmış ve değeri nispetinde yükseklik kazanmıştır. İmam Şafii bu hususta şöyle demiştir: “ Kur’an ilmine vakıf kimselerden işittiğime göre, “hikmet” Hz. Peygamberin sünnetidir. Çünkü önce Kur’an sonra hikmet zikredilmiştir. Allah, insanlara kitap ve hikmeti öğretmek suretiyle onlara yaptığı büyük lütuftan bahseder. Bu bakımdan hikmetin sünnetten başka bir şey olduğunu söylemek mümkün değildir”.
Hadisin Sahabe Tarafından Rivayeti:
Hz. Peygamber Mekke’deyken sahabeler Peygamberden ayet ve hadisi dinliyorlardı. Hicretten sonra Medine’de inşa edilen mescidin bir köşesinde kendini ilim ve irfana vakfeden sahabeler vardı. Buradaki sahabeler “Suffe” denilen bir yerde barınırlardı.
Suffe ehli Hz. Peygamberden görüp işittikleri fiil ve sözleri büyük bir titizlikle muhafaza etmeye gayret göstermişlerdir. Bu aynı zamanda hadisin Hz. peygamber devrinde başlamış olmasına açık bir delildir.
Hadisin Yazılması
Hadis kitabetinin (yazımının) yasaklanması: Hz. Peygamberin hayatında hadislerin tedvin edilmediği, yani bir kitap halinde yazılmadığını gösteren bir gerçektir. Hadislerin yazılmaması ve yazılmaya ihtiyaç duyulmaması sahabenin hadisleri şifahi olarak (ağızdan) aktarmasının kâfi gelmesi veya İbn Kuteybe’nin görüşüne göre; Arap toplumundaki okuma, yazma oranın düşük olmasındandır.
Daha sonraları gelişen, kalabalıklaşan ve geniş bir coğrafya yayılan İslam toplumunda hadislerin yazı ile kayıt altına alınması elzem hale gelmiştir. Daha önce “Kur’an ayetleri ile karışma ihtimaline binaen” yasak olan hadislerin yazılı olarak tutulması, Sonradan Hz. Peygamber tarafından serbest bırakılmıştır.
Hadisin İlk Kaynağı Sahabe
Istılah yönünden “Sahabe”: Hz. Peygamberi gören Müslümana denir. Bütün sahabeler derece olarak aynı olmadığından; faziletlerine göre 15 mertebede değerlendirilmiştir.
Hz. Peygamber hayattayken sahabelerin yaptığı görevler, Onun vefatından sonra da genişleyerek devam etmiştir.  Mekke ve Medine’nin yanında Şam, Basra, Küfe gibi fethedilen şehirlerde Peygamberin emri ve sahabenin de gayretiyle ilim merkezi haline gelmiştir.
Sahabe; tebliğ vazifesi amacıyla bu ilim merkezi şehirlerden ayrılan bu sahabelerin, her birinin kendi has ilmi bir şahsiyeti, görüşü ve içtihadı vardı. Bundan dolayı gittikleri bölgelerde tesis edilen medreseler üzerindeki fonksiyonları da birbirlerinden farklı olmuştur.
Mezû (Uydurma)Hadis
Mezû hadis: İçinde Peygambere iftira edilen (Peygamber yapmadığı veya söylemediği halde)  ve O’na isnat edilen hadise “mezû hadis” denir.
Hadisin Uydurma Sebebi: Başta İslam dinine kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasi fırka veya fıkhi mezhepleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam veya hükümdarları, methetmek, halife veya emirlerin yanında yüksek mertebe kazanmak, cami ve mescitlerde vaz ettikleri cemaatin teveccühünü kazanmak için hadis uydurmuşlardır. Daha sonra da bu uydurulan şeyler ile derecelerini yükseltmek istemişlerdir.
Cerh ve Ta’dil
Cerh ve Tadil faaliyetinin başlamasında en önemli amil veya sebep; İslam toplumunda meydana gelen siyasi veya i’tikadi ihtilaflarla birlikte ortaya çıkan ihtilaflar yüzünden, cerh ve ta ’dili zorunlu hale getirmiştir.
Hadislerin Tedvin ve Tasnifi
Birinci hicri asrın sonu ile ikinci asrın başı, hadis tedvinin başlangıcı olarak kabul edilmekle beraber, asıl hadis eserlerinin ortaya çıkışı, hicri ikinci asrın ilk yarısından sonraki devre rastlar.  
Ez-Zuhri, Hz Peygamberden gelen sünen veya sünnetten olduğu görüşü ile sahabeden gelen haberleri toplamıştır.
Hadis eserlerinde ilk yazar Hallad el-Farisi er-Ramehürmüzî'dir.
Hicri İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkündür:
Siyer ve Magazi Kitaplar.
Sünen Kitapları
Cami’ler
Musannifler
Belirli Bir Konuya Tahsis Edilen Kitaplar


İSLAM TEŞRİİ TARİHİ


Birinci Devir: Peygamber Devri
Bu devrin zamanı azdır. Yaklaşık 22 sene birkaç ay süren bu devir, iki döneme sahiptir. Bunlar; Mekke Dönemi ve Medine Dönemleridir. Peygamberlik süresince, teşrii sadece Hz. Peygamberden alınmıştır. Dolayısıyla teşrii kaynağı Allahtan gelen vahiy ve peygamberin içtihadı olmuştur.
Bu Devrin Ana Teşrii Yöntemi: Bir hadise vaki olduğunda; Hz. Peygamber vahiy gelmesini bekler veya içtihat ederek hüküm verirdi.
Bu Devrin Genel Özellikleri:
Teşriide tedricilik ( adım adım ilerlemek)
Kuralların az olması
Hafiflik ve kolaylık
İnsanların ihtiyaçlarına göre hüküm vermek
Bu asrın önemli özelliği; temel kaynakların “Kur’an ve Sünnet” olmasıdır.
İkinci Devir: Sahabe Devri
Hz. Peygamberin vefatından sonra bu devir başlayıp, Hicri II. yüzyılın sonunda biter. Bu devrin en önemli özelliği metinlerin tefsir edilmesidir. Bununla beraber ortaya çıkan meselelere Kur’an veya Sünnete göre çözüm bulma, bu olmazsa sahabenin kendilerinin içtihat etmeleriyle hüküm verdikleri bir dönem olmuştur.
Bu asrın en önemli özelliği ve kaynakları:
Kur’an ve sünnetin metinlerine (nas) dayanarak şerh ve açıklama yapılmıştır.
Hakkında nas hükmünü bulunmayan meselelerde sahabenin içtihatları öne çıkmıştır.
Mezheplerin siyasi ve hilafet amaçlı bölümleri ile dine tesir etmesi ve farklı mezhep ve ekollerin ( Şii, Harici, Ehli Sünnet gibi) ortaya çıkmıştır.
Üçüncü Devir: Tedvin ve Müçtehit İmamlar Devri
    Bu devir hicri II. asrın başından başlar ve IV. Asrın ortalarında son bulur. Bu dönem yaklaşık olarak 250 senedir.
    Değişik sebeplerden dolayı bu asırda fıkıh genişlemiş ve yayılmıştır. Bu sebeplerin başlıcaları şunlardır:
İslam devletinin genişlemesi ve büyümesi,
Teşriin kaynaklarının tedvin edilmiş olması,
İ’tikadi ve İmani meselerin çok tartışılması,
Teşrii kaynaklarına odaklamanın olması ve bu kaynaklara tam bir bağlılık görülmesi,
İnsanlarda ilim meleke ve kabiliyetinin çokça bulunması,
Bu devirde hüküm vermenin ve teşriin, Tabii’nin eliyle olması,
Teşriin kaynaklarının; Kur’an, Sünnet, İcma’ ve Kıyas olması,
Bu asrın getirdiği sonuçlar:
Sünnetin düzenlenip, sistemleştirilmesi
Fıkhi hükümlerin düzenlenip derlenmesi
Usul-ı Fıkıh ilminin düzenlenmesi ve sistemleştirilmesi
Dördüncü Devir: Taklit Devri
Taklit devri hicri IV. asırdan itibaren başlar.
Bu devrin ulaması bir önceki asrın âlimlerinin bıraktıkları eserlere dayanarak hüküm vermiş, kendileri yeni bir hüküm pek ortaya koymamıştır.
İçtihat hareketin durulma sebeplerinden bazıları şunlardır:
İslam devletinin bölünmesiyle fıkhî uyumsuzluk çıkması,
Fıkhî medreseler ve mezhepçiliğin zuhuru
İçtihat ve teşri ’de kargaşanın yaşanmasıyla, içtihat ehli olmayanların müctehitlik iddia etmeleri,
Sayılabilir.
Bu dönemden sonra bazı teşri faaliyet belirtileri olmuştur. Bunlardan “Osmanlı Hilafeti” döneminde bir nevi teşrii ve kanun yapma alanında “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye” ismiyle bir şer’i kanun çıkarılmıştır.



(ÖZET)
TEFSİR USULÜ -3


İsmail Cerrahoğlu
Kur ‘ani İlimler: Esbab-ı Nüzul
Hz. Peygambere sorulan bir sual veya bir hadise dolayısıyla bir kaç ayetin veyahut ta bir surenin tamamının nazil olmasına amil olan şeye “esbab-ı nüzul” denilmektedir. Bu ilim tarihle müştereken çalışır fakat onun rolü sadece tarihi olmayıp, hükmün teşrii, tahsisi, Allah kelamının anlaşılması gibi yönlerden esbab-ı nüzul kapsamına dâhildir.
Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında ve hayata doğrudan etki etmesi için, ayetlerin iniş sebebi, illet, hikmet gibi şeylerin iyi bilinmesi ve birbirinden iyi tefrik edilmiş olması gerekir.
Esbab-ı Nüzulün faydaları şunlardır:
1.     Bu ilim sayesinde Kur’an-ı Kerim’de emredilen şeylerin hikmeti anlaşılabilir.
2.     Şüphe ve yanlışlıklar izale edilmiş olur.
3.     Hasr tevehhümü (bir şeye özgü kılmak düşüncesi) ortadan kalkar.
4.     Nüzul sebebi, ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.
5.     Bu bilgi vahyin tespit, anlayış ve hıfzında kolaylık sağlar.
Sebeb-i nüzul hakkındaki haberler merfu olarak peygambere veya sahabeye ulaşmazsa kabul edilmezler.
Tefsirlerde sebeb-i nüzul şu ifadelerle kullanılır; ( سبب نزول الآية كذا) (فنزلت... ) (فأنزل الله...  )
 Nesih ve Mensuh
Nesh kelimesi lügatte, izale etmek, gidermek, yok etmek, değiştirmek, tebdil, tahvil ve nakletmek manalarına gelir. Istılahta ise, Bir nassın hükmünü daha sonra gelen bir nass ile kaldırmaktır. Tahsisten farklıdır. Çünkü tahsis umumi olan bir şeyin bazı fertlerini hükümden muaf tutmak iken, nesh hükmün tamamını kaldırmaktır.
Kur’an-ı Kerim’de neshin var olup olmaması hususunda iki görüş vardır. İslam âlimlerinin çoğunluğu neshin Kur’an’da mevcut olduğunu kabul etmiştir. Nesh, hükümlerde cereyan eder. Akaitte nesh olmaz. Kur’an’nın Kur’an’ı nesh etmesinin yanında Kur’an-ı Kerim’i mütevatir sünnetin nesh etmesi de İslam âlimleri yanında kabul görmüştür.
Çeşitli Eserlerde Neshin Üç Çeşidine Rastlanır:
1.     Hükmü mensuh metni baki kalan ayetler (Kıblenin tahvili)
2.     Metni mensuh hükmü baki kalan ayetler (Recm ayeti)
3.     Hem metni hem de hükmü mensuh ayetler (Adem oğlunun iki vadi malı olsa üçüncüyü istemesindeki hırsı)
Muhkem ve Müteşabih
Kur’an’da ahkama dayalı namaz, oruç, zekat, helal, haram gibi konular muhkem sahasına girerler. Bunun dışında da anlamda çeşitlilik arzeden ve bazen içinden çıkılması zor bir alan vardır ki bu alan da müteşabihler alanıdır. Muhkem kitabın ana muhtevasını oluşturur. Müteşabihler de, neredeyse insanın acziyetini, bilemeyeceği şeyler de olabileceğini göstermek için konulmuş, ya da insanın kusurluluğu, Allah’ın ise mükemmelliğinden kaynaklanan anlam zorluklarıdır.
Ekser ulema müteşabih ayetlerin tevilini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği görüşünü savunurlar. Akaid imamı İmam Eş’ari ise bu görüşün tersine sahiptir.
Genel olarak usul uleması müteşabihatı iki kısma ayırmışlardır:
1.     Muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen
2.     Hakikatini bilmeye imkân bulunmayan ayetlerdir.
Müteşabihlik şu üç durumda karşımıza çıkar:
a. Müteşabihlik bazen sadece lafızda olur. Abese suresi 31. ayetindeki (أباً) lafzı buna örnektir ve birinci maddeye dâhildir. Yani muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilir.
b. Müteşabihlik sadece manada olur. Allah’ın sıfatları, kıyamet ahvali, cennet nimetleri, cehennem azabı gibi hususlar bunun örneğidir.
c. Müteşabihlik hem lafız hem de manada olur. Bakara suresinin 189. ayeti  “….İyilik ve taat evlere arkalarından gelmeniz değildir.” bunun örneğidir. Arapların cahiliyedeki adetlerini bilmeyen kimseler Kur’an’ın bu nassını anlayamazlar.
Kur’an muhkem ve müteşabih ayetlerden teşekkül ettiğine göre, bir kısmını diğerine tercih ve te’vil etmekte, lugat, sarf nahiv, maâni, beyan, usulü fıkıh gibi birçok ilimlerin öğrenilmesine ihtiyaç duyulur.
El-Hurufu’l-Mukatta’a (Bazı Sure Başlangıç Harfleri)
Bazı surelerin başında bazen basit, bazen de bir kaç harfin birleşmesinden meydana gelmiş rumuzlar bulunmaktadır. Bu kesikli harflere el-Hurufu’l-Mukatta’a denir. Bütün âlimler bu kesikli harflerin müteşabihattan olduğunda ittifak halindedirler. Bu harfler Kur’an-ı Kerim’in 29 suresinde bulunur. Bu surelerin 27 si Mekkî, 2 si Medenîdir. Harflerin toplam adedi 14 dür. Bir kelime gibi yazıldıkları halde ayrı ayrı okunurlar. Zemahşeri onların ayet olup olmaması meselesinin kıyasî olmayıp tevkifî olduğunu söylemiştir.
Bu harfler hakkında başlangıçtan bu tarafa iki görüş vardır:
1. Bu harfler Kur’an’ın esrarındandır. Bu sebeple bunların manalarına erişilemez. Üzerinde durmamak gerekir.

Bu harflerle ilgili peygamberimizden de bir açıklama yoktur. Yalnız Kur’an’ın her harfine bir sevap verileceğini belirten hadiste “Ben الم  bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, lam bir harftir, mim bir harftir” buyurmuştur.
2. Mütekellimler birinci görüşe muhaliftirler. Allah’ın kitabında, mahlûku için mefhumu olmayan şeyleri irad etmesini uygun görmeyip ayet, hadis ve aklî delilleri ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü savunanlar çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır. Bunlardan bir kaçı şöyledir;
Bu harfler surelerin isimleridir. Mütekelliminin ekserisin görüşü budur.
Bu harflerin her biri Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından birine delalet eder. Bu konuda İbni Abbas’tan da bazı rivayetler vardır.
Bu harflerin bazısı Allah’ın isimlerine, bazısı da Allah’tan başka isimlere delalet eder.
Bu harfler Kur’an’ın isimleridir.
Bu harflerle Allah yemin etmektedir.
Bu harfler münferid harflerdir. Bu harflerin gayesi müşriklerin dikkatini çekmek içindir. Bu görüş ekseri ulema tarafından kabul edilmiştir.
Harflerin gizlilik elbisesinden faydalanılarak gurupların kendi hoşlarına gidebilecek anlamlar da verilmiştir. Mesela sofilerden bir gurup “elif lam mim’in elifi şeriata, lamı tarikata, mim de fena fillaha riayete  işarettir.” demişlerdir.
Müsteşrikler de “Bunlar mukaddes metne dikkatsizlikle sokulmuş basit tasarruflardır.” demişlerdir.
Ortaya atılan bu görüşler bazı yönlerden akla uygun geliyorsa da hemen hepsinin tenkide açık bir kapı bıraktıkları gözden kaçmamaktadır. İnsan düşüncesine gem vurmak mümkün değildir. Fakat ortaya çıkan görüşle ihtiyatla yaklaşmak gerekir.
Huruf-u Mukatta’a harfleri dışında, tefsir usulü alimleri, surelerin başlangıçlarını da tasnif etmişlerdir. Böylece Kur’an-ı Kerim’e kapsamlı bir bakış açısı oluşturmuşlardır.
Garibu’l-Kur’an
Garib kelimesi, yabancı ve acib manasınadır. Istılahta ise Kur’an ve hadislerin yabancı kelimelerini, hadis ilminde peygamberin ashabından biri tarafından rivayet edilmiş olan münferit hadisleri ifade için kullanılır.
Kelamda garibin iki yönü olduğu zikredilir:
a.      Kelimenin mana itibariyle kapalı ve idrakten uzak oluşu.
b.     Arap kabilelerindeki şaz olan kelimelerin bir beldeye uzak oluşu.

Allah’ın kelamında Kureyş lehçesi ekseriyeti teşkil etmekle beraber, diğer lehçelerden de birçok kelimenin bulunmuş olması Garibu’l-Kur’an meselesini ortaya çıkarmıştır.
İkinci asrın sonlarından itibaren filologlar, Kur’an’ın garib kelimelerinin, kıyas dışı kalan nahvi meselelerin cevaplandırılmasına, kendilerini vermişlerdir.
Bidayette sahabe bile, manasına nüfuz edemedikleri bazı kelimelerin mevcudiyetini zikretmişlerdir. Hz. Ömer Abese suresindeki (أبّا) kelimesinin manasını bilmediğini söylemektedir. Abdullah b. Abbas da فاطرالسموات )) kelimesinin manasını iki bedeviden öğrendiğini söylemiştir.
Üslûbu’l-Kur’an
Kur’an-ı Kerim’in kendine has bir üslûbu vardır. Onun üslubu insanların telif ettiği diğer eserlere benzemediği gibi, geçmiş kitaplara da benzemez. Kur’an bu üstünlüğünü tahaddi (meydan okuma) ayetleriyle delillendirir. Kur’an’ın bu üslubu Arap ediplerini hayrete düşürdüğü gibi ilim ilerledikçe çağdaş bilgin ve üstadları da etkilemeye devam etmektedir.
O sadece Kur’an’dır. Ne şiir, ne nesir ne de başka bir şeydir. O Allah kelamıdır. Onda edebi üsluplar öyle yerli yerince kullanılmıştır ki muhatap bu kelamın Allah kelamı olduğunu itiraftan başka bir yol bulamaz.
Tertibinden, tilavetine; davetinden, bahislerine kadar, meselleriyle, hitabıyla, ikna sistemiyle o mükemmel bir eserdir.
İ’caz-ı Kur’an
Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamberin en mühim ebedi bir mucizesidir. O bu özelliğiyle, insanların bir benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları bir kitaptır. Kur’an aciz bırakıcı vasfını öyle bir kullanmıştır ki, Kur’an’ın bir benzerini oluşturamayacaklarını bildiği insanlara, “hiç değilse bir sure meydana getirin. Bunun için de güvendiğiniz herkesi yanınıza toplayın” çağrısında bulunmuştur. Buna karşın ne o gün ne de bugün muhatapların böyle bir şey oluşturmaları mümkün değildir.
Bu anlattıklarımız bir takım insanların Kur’an’ın benzerini oluşturma gayretinden uzak durdukları evhamını oluşturmamalıdır. Hz. Peygamberden bu güne bu uğraş hep sürmüştür. Ama bu gayretler Kur’an üzerinde tereddütler oluşturmak ve cahilleri kandırmaktan öte bir fonksiyon icra edememektedir. Müseylemetü’l-Kezzab (Yalancı peygamber) Kur’an’a nazire oluşturmuş ve o gün peygamberi inkâr edip kendisine uyanlardan Talha en-Nemerî adında birisi onun ve yazdıklarının hakkında şöyle söylemiştir: “Şehadet ederim ki, sen muhakkak yalancısın, Muhammed ise sadıktır. Fakat Rebia kabilesinin yalancısı bana Mudar’ın doğrusundan daha sevimlidir.” Ünlü Arap Muallaka şairlerinde Lebid, Bakara ve Âl-i İmran sureleri nazil olduktan sonra “Artık bundan sonra bana şiir yazmak düşmez” dedirten de Kur’an’ın üslubudur.
Kur’an-ı Kerim’in i’cazını şu başlıklar halinde sıralayabiliriz:
1.     Kur’an’ın telif yönünden i’cazı
2.     Kur’an’ın ihtiva ettiği ilimler yönünden i’cazı
3.     beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılaması yönünden i’cazı
4.     Tabia ilimleri yönünden i’cazı
5.     Gayb haberleri yönünden i’cazı



GENEL DEĞERLENDİRME

Genel olarak bu üç kitap arasında ortak özellikler olduğu gibi, her kitabın kendine has bazı hususi ve farklı yönleri bulunmaktadır.
Ortak özellikler:
Üç kitap, temel İslami ilimlerin tarihçesi ile dönemleri ve gelişiminin biyografisini sunmaktadır.
Bu kitaplar, İslam âlimlerinin çalışmaları ile ilim ve kaynaklara olan meraklarını ortaya koymaktadır.
Üç Kitap da her bir İslami ilmin kendine ait özellikleri ve yeterliliğine dair net bir resim vermektedir.
Farklı Özellikleri:
Yeni Tarih Kitabı; hadislerin yazılması, hadis ilminin gelişimi, yeni maslahat ilmi, cerh ve ta’dil ilmi gibi konular üzerinde yoğunlaşmış ancak; “İslam teşri tarihi ve devreleri” gibi ayrıntılar üzerinde durmamıştır.
“İslam Teşri Tarihi” kitabı, İslam teşri tarihini sadece dört devreye ayırmıştır. Bu İslam teşri tarihini daraltmak anlamına gelmektedir.  Eğer beşinci bir devre olarak ayrı bir bölüme yer verseydi ki bu “fıkhi durgunluk” dönemidir. Aynı şekilde altıncı bir devir olarak “fıkhın toplanması ve yeni tedvin dönemi” şeklinde ayrı bir döneme yer verse idi daha güzel olacağı düşünülmektedir.
“Tefsir Tarihi” kitabına gelince; bu kitap da geçmiş tefsir çeşitleri, hükümleri ve gelişimine odaklandığı yerde, fıkhın gelişimi ve ana hükümlerine değinmediği görülmektedir.

 


0 Yorum - Yorum Yaz

mirac cem yardımedici    21.05.2018

Hadis Eserlerinde Tefsir Rivayetleri II

Tarih-Usul Mütalaası Ödevi

                                                                                                           Mirac Cem Yardımedici

                                                                                                           Tefsir Bölümü YL özel öğrenci

           

            Bu ödevde inceleme ve değerlendirme konusu olan üç kitap bulunmaktadır. Birincisi Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu’nun Tefsir Usulü kitabıdır. İkinci kitab hadis alanı ile ilgili “Hadis Tarihi”dir ve yazarı Prof. Dr. Talat Koçyiğit’dir. Son kitap da Abdulvehhab Hallaf’ın İslam Teşrii Tarihi kitabıdır. Kitabın dili Arapça olup tercüme yine Talat Koçyiğit’e aittir.

            Öncelikle Tefsir Usulü isimli kitaptan başlarsak; kitap bir giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Aslında giriş bölümü de dâhil olmak üzere tüm bölümler ayrı ayrı kitap yazılabilecek konulardır. Tefsir Usulü kitabı daha çok ilahiyat öğrencilerine yönelik olduğu göz önüne alınırsa, yazarın da sarahaten beyan ettiği gibi, temel tanımlamaları yaparak, ilgili okuyucuya alana dair bilgileri aktarmaktadır.

            Giriş bölümünde, İslam öncesi Arap Dünyası ve dini durumları hakkında detaylı bilgiler verilmektedir. Coğrafya’nın Arap Kültürü’ne etkileri ve yaşanan iktisadi ve ictimai zorlukların başta inanç olmak üzere, tüm beşeri durumları tesiri altına aldığı gözlemlenmektedir. Buna ek olarak Arap Yazısı’nın gelişimi hakkında da gereken ölçüde malumat okura iletilmektedir. Böylelikle kitabın temel konusu olan Kuran-ı Kerim’in nüzul ortamına dair bir giriş ve ön bilgi sahibi olmaktayız.

            Birinci bölüm ise Kur’an Tarihi’dir. Yani Kur’an’ın tarifi ve kelime anlamı, diğer isimleri, Kur’an’ın mesajının varoluş şekli olan “Vahiy” hakkında bilgiler verilmektedir. Ayrıca yine Kur’an bölümleri olan “Sure”’nin tertibi ve “Mekki”- “Medeni” sureleri bilmenin pratik faydaları bu birinci bölümün konusuna dâhildir. Ayetler de aynı şekilde (tertip vs.) burada incelemeye alınmıştır. Konuya dair tartışmalar da aktarılmıştır.

            İkinci bölüm Ulum-ul-Kur’an hakkındadır. Kuran’ın tefsirine temel olan ilimlerdir. Ayetlerin nüzul sebebleri, Nesh mevzu, muhkem ayetler müteşabih ayetler, el-Huruf’l-mukattaa, Garib-ul-Kur’an, Uslub’l-Kur’an, Hakikat-mecaz gibi Kuran üzerinde inceleme ve tartışma konusu olmuş ve bu tartışmaların halline de faydası olmuş ilimler incelenmektedir. Belki de Tefsir Usulü denince, ne olduğuna dair en güzel cevapları verenler, söz konusu ilimlerdir.

            Üçüncü ve son bölüm ise Tefsir İlmi’nin Tarihi’dir. Neden tefsir ilmine ihtiyaç hissedilmiştir, tefsir ve tevil kelimelerinin anlamı, Kur’an tefsirinde ihtilaf sebebleri gibi tefsir tarihi diyebileceğimiz alanın oluşma vetireleri göz önüne konulmuştur. Daha sonra Hz Peygamber’den başlayarak, sahabe ve tabiun ve etba-ut’tabiin’in tefsirdeki yeri incelenmiştir. Son olarak da günümüze kadar gelen tefsir faaliyetlerinin kısa dökümü yapılmıştır. Istılahta olan “mezhebi- ilhadi-ilmi ve içtimai tefsir türlerinin açıklamasıyla kitap sona ermektedir.

            İncelemeye aldığımız ikinci kitap Hadis Tarihi’dir. Kitap aslında ilk üç asrın Hadis Tarihi’dir. Bir başka ifade ile günümüze kadar gelen bu ilmin müktesebatına şekil vermiş ilk zaman diliminin bize anlatılmasıdır. Hadis rivayeti olarak elimize gelen tüm veri (mevzu olanları da dâhil) işte bu üç asrın mahsulüdür. Her ilimde olduğu gibi öncelik olarak “kelime”nin lügat ve ıstılah manaları anlatılmıştır. Hadis yazımına ait tarihi bilgiler derlenmiştir. Yazımın yasaklanması ve sebebleri incelenmiştir. İlk yazılı hadislerin hangileri olduğu ve Sahabe (r.a.) ait hadis sahifeleri teker teker aktarılmıştır. Daha sonra Hadis’in ilk kaynağı olarak Sahabe’nin anlatıldığı bölüm gelir. Ayrıca ilk asırda gelişen Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam, Mısır ilim merkezleri ve ekolleri anlatılmaktadır. Hadis ilminin içerisinde çok önemli bir yere sahip olan bir tavır, yani “Rıhle” ye değinilmektedir.  Bu ilk asrın aynı zamanda “Hadis Va’zı” için de başlangıç asrı olduğunu gözlemlemekteyiz.

            Kitapta ikinci bölüm yani ikinci asır, işte bu ilmin gerekli olduğunun anlaşıldığı zaman dilimidir. Bu asırda ilhad hareketleri olmuş, fırkalar ve mezhepler belirmiş, itikadi ihtilaflar artmıştır. Buna paralel bir şekilde Hadis Va’zı da çoğalmaya başlamıştır. Bu va’z faaliyeti, kimi zaman siyasi ihtilaf sebebiyle, bazen mezhebi kaygılar neticesince, bazen de İslam düşmanlığı nedeniyle olmuştur. Veyahut da hüsn-i niyet ile tergiyb ve terhiyb için, kıssa anlatımını destekleyici olması için, Hadisler va’z edilmiştir.

            Tüm bu ihtilaf ve faaliyetler “Cerh ve Tadil” ilminin doğuşuna sebebiyet vermiştir. Ve bu zaman diliminde Hadislerin tedvini ve tasnifi de başlamıştır. İlk Hadis eserleri ortaya çıkmıştır.

            Kitabın üçüncü bölümü Kütüb-ü Sitte Devri’dir. Bir başka tanımlamayla “Hadis Tasnifinin Altın Çağı”dır. Bu devrede Kelam İlmi doğmuş ve gelişmiş, diğer taraftan hadis ilmi ve âlimleri eleştirilmeye başlanmıştır. Mutezile’nin başının çektiği “Halk-ul-Kur’an” meselesi baş göstermiş ve “Mihne” hadisesi yaşanmıştır.

            Son bölümde meydana gelmiş eserler ve eser türleri hakkında bilgi verilmiştir. Söz gelimi siyer ve megaziler, müsnedler, sunenler, musannefler gibi…

            Üçüncü kitaba gelirsek, Abdulvehhab Hallaf’ın İslam Hukuku’na dair eseri Teşrii Tarihi’dir. Kitap bir giriş bölümü ve beş farklı kısımdan müteşekkildir. Bir özet mahiyetindedir. Mukaddime’de “Dini ve kanuni ıstılah yönünden teşrii, mükelleflerin amelleriyle ilerde karşılaşabilecekleri hadiselere müteallik hükümleri bildiren kanunların vazından ibarettir.” denilmektedir.

            Yazar bahse konu teşrii tarihini dört bölümde incelemektedir, bunlar; 1-Peygamber devri, 2- Sahabe devri, 3-Tedvin ve müctehid imamlar devri, 4-Taklid devridir.

            Peygamber devri kısadır ancak nass ve usul ortaya koyduğu için İslam Hukuku’nda en büyük role sahiptir. Peygamber devrini de ikiye ayırarak Mekke ve Medine devirleri olarak incelemekte ve ahkâmın genellikle Medine’de teşekkül ettiğini söylemektedir. Bu devirde teşrii kuvvet Hz. Peygamber’in (as) elindedir. Peygamber’in teşrii kaynakları ise Kur’an-ı Kerim ve kendi ictihadlarıdır. Devrin teşrii yöntemi Hükümlerin ve esasların vaz edilmesidir.

            Sahabe devrinde teşrii kuvveti “İleri Gelen Ashab”ın elindedir. Hakkında nass bulunmayan hadiseler için istinbat kapısı artık açılmıştır. Bu devrin teşrii kaynakları Kuran, Sünnet ve Sahabe’nin içtihadlarıdır.    Sahabe döneminde teşrii yol, kaynaklara göre düzenlenmiştir. Yani nassın anlaşılması ve kasd edilen mananın bilinmesi şeklindeydi.

            Tedvin döneminde, teşrii faaliyetleri artmış, olgunlaşmış ve altın devir olmuştur. Devrin teşrii kuvveti müctehidlerin elindedir. Teşrii kaynakları Kitab, Sünnet, İcma ve kıyasla ictihaddır.

            Taklid devri, ulemanın Kur’an ve Sünnet nasslarından hüküm çıkarmayarak önceki alimlerin ictihadlarıyla iktifa ettikleri dönemdir.

            Son bölümde ise yakın zamanlarda girişilen teşri faaliyetlere değinilmiştir. Osmanlı son dönemindeki Mecelle gibi veya 1920’lerdeki mısırdaki telfiki çalışmalar gibi…

            Tüm bu kısa bilgiler neticesinde bir değerlendirmede bulunursak, aslında üç eserin de ortak noktası; İslam olmuş insanın hayata dair anlamlandırması, yaşamı ve varoluşu üzerine inşa edilmiş tarz, tutum ve metodlar olmasıdır. İslam olmuş insan diyoruz; çünkü söze Allah Kelamı’nın anlaşılmasıyla başlıyor, anlamlandırmada Kuran ve Resul ön planda, yaşamı ölçerken, değerlendirirken durduğu yer belli. Varoluş diyoruz çünkü sadece pratik bir hedef için bu bilgi ve usulleri kullanmıyor. Dünya ötesini ve kendisini yaratanı da göz önünde bulunduruyor. Nereden geldiğini ve nereye gideceğini hesaba katarak büyük ve geniş bir bakış açısından değerlendiriyor.

           


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Ayhan Tayfur Gürbüzer  Doktora öğrenci no: 17922732 

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE USUL İLİMLERİ VE TEFSİR USULÜ

Usul kelimesi asl kelimesinin cemi formudur. “Asl” kelimesi sözlükte kök anlamına gelir. Bu kelimenin bir diğer anlamı da “temel” kelimesi ile karşılanabilir. İlmi bir ıstılah olarak “usul” kelimesi kendisine izafe edilen ilim dalının temel esaslarını teşkil etmesi yönüyle bu anlama uygun düşer. “Usul” kelimesi genellikle fıkıh, hadis ve tefsir ilimleri için söz konusu edilir. Yani bir ilim dalı veyahut alt disiplin olarak Fıkıh Usulü, Hadis Usulü ve Tefsir Usulü terkipleriyle muhatap oluruz. Bu günkü ilahiyat alanının bölümlendirilmesinde bu üç saha bir anabilim dalı olarak “Temel İslam Bilimleri” bölümünün altında yer almaktadır. Temel İslam Bilimleri bölümünün altında yer alan diğer iki saha da Kelam ve Tasavvuf Anabilim dalları olmakla birlikte bu iki saha için “usul” ilimleri söz konusu edilmez. Bunun nedenine dair imal-i fikirde bulunacak olursak öncelikle şunu söyleyebiliriz. Tasavvuf, özü itibariyle zühd hayatından, ibadetlerde ihsana ulaşma hedefinden neşet eden ve nefis terbiyesi ve manevi haller gibi tecrübi yönü baskın bir mahiyet arz ettiğinden; bu alanın klasik ilmi yöntemle incelenmesi veya akademik çalışma tarzına konu edilişi diğerlerinden biraz farklıdır. Bu sebeple belirli bir yöntemle ve aksiyomatik kaidelerle, farklı sahıslar tarafından doğrulanabilir sonuçlar tespit etme anlamında bir usulden bahsetmek tasavvuf için fazla mümkün değildir. Kelam’a gelecek olursak; o da özünde Akaid denilen ve İslam İnancının temel kodlarını kompoze cümlelerle din mensuplarına öğretmeyi amaçlayan bir ilmin tarihi gelişiminde dönüşmüş halidir. Akaid ilminin kendine has müstakil bir usule ihtiyacı olmaması bu açıdan normaldir. Zaten Akaid ve daha sonra Kelam ilmi kendisi, “Usulu’d-din” diye adlandırılırdı. Bu açıdan tüm dini ilimlerin usulü olarak telakki edildiği bir pozisyonda bulunuyordu. Kelam ise Akaid dediğimiz daha primitif ve kurallar manzumesinden oluşan bilgi disiplininin tarihi süreçte mantık ve felsefenin etkisiyle konularının gelişmesi üzerine sistemleşmiştir. Bu sebeple sabit sonuçlar vermesi değil, her çağda ve farklı ortamda kendi döneminin İslam İnancına yönelik meydan okumalarına cevap üretecek dinamik bir saha olması hasebiyle “Usulu’d-din” olma vasfını sürdürerek ayrıca bir usul disiplinine ihtiyaç duymayacaktır. Mantığın temel ilkeleri ve düşünme ve beyan etmenin çağlara göre değişen yöntemleri bu ilmin tabii usulü olmaktadır.

            Bu girişten sonra Tefsir Usulü’nün diğer iki usul ilmi olarak yerleşmiş Hadis ve Fıkıh Usulü ile mukayeseli bir incelenmesine geçebiliriz.

FIKIH USULÜ

            Fıkıh usulü şöyle tarif edilir : “Şer’i ameli hükümleri, tafsili delillerden çıkarmaya kendileri sayesinde ulaşılan birtakım kaideleri bildiren ilimdir.” Klasik kaynaklarımızın aktardığı bu tariften hareket edecek olursak, tarifte yer alan kelimelerin her birinin bu ilmin bir sınırına tekabül ettiğini fark ederiz. Bu tarifle hükümler “amelî” kaydıyla ve hüküm kaynakları “deliller” kaydıyla, fıkıh usulünün üretmesi beklenen sonuçlar da “kaideler” kaydıyla sınırlanmış olmaktadır. Bu yüzden Fıkıh Usulü ilminin bize anlattığı ilk mesele “deliller” konusudur. Deliller hiyerarşisinin başında da “Kitap” gelir. Kitap’tan kasıt Kur’an’dır. Bu sebeple bu ilmin bizim esas konumuz olan Tefsir ile çakışması burada başlamaktadır. Deliller hiyerarşisinde ilk sırada yer alan Kur’an’ın, neredeyse tüm usul kitaplarında “kitap” olarak zikredilmesini dikkate şayan buluyoruz. Bunun sebebini fıkıh usulü ilminin soyutlayıcı yapısında aramalıyız. Zira Kur’an denilince akla içerisinde sadece maddeler halinde emirler ve yasaklar sıralayan bir ferman-kanunname değil edebi yönüyle, nazmıyla, tertibiyle, insana dair her şeye temas eden içeriğiyle müstakil bir olgu anlaşılır. Fıkhın meselesi ise “amelî” hükümlerin dayanaklarını belirlemektir. Bu yüzden de fıkıh usulü Kur’an’ı her şeyiyle karşılayan muayyen ismiyle değil, amelî hükümlere kaynaklık edişine daha uygun görünen “kitap” ismiyle isimlendirmeyi tercih etmiştir. Tabi bu isimlendirmenin kaynağı da yine Kur’an’ın kendisidir. “el-Kitab” lafzı Kur’an’da en çok Kur’an’ın kendisi kastedilerek kullanılmıştır. Fıkıh usulünün diğer meseleleri de mükellefe ve hükümlerin iç yapısına dair meselelerden oluşur. Fıkıh Usulü ilmi için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bu ilim ortaya koyduğu kaidelerle furu’ fıkıh sahasında yer alan birikim sağlama imkânı veren bir yapıdadır. Bu sebeple “Usul” adlandırılmasının en fazla üzerine oturduğu saha olduğunu düşünüyorum. Fıkıh Usulü’nün bir diğer vasfı da sistemleşmesi ve müstakil eserlerde yazılı olarak ele alınması itibariyle Hadis ve tefsir usulünden daha eski bir ilimdir. Bilinen en eski Fıkıh Usulü kitabı olarak İmam Şafii’nin (ö.204) er-Risale adlı eseri kaydedilir.

            HADİS USULÜ

            Hadis ilmi Hz. Peygamber’in söz, eylem, takrir ve şamailine dair aktarılan haberleri konu edinir. Bu nedenle “sünnet” kavramıyla birlikte anılır. Sünnet ile Hadis’in arasındaki en temel fark şudur. Sünnet Hz. Muhammed’in odağında Kur’an olan hayat tecrübesinin bizzat kendisi iken, Hadis bu tecrübeye dair bilgilerin aradaki nesillerle bize ulaştırıldığı ifadelerdir. Bu sebeple bilgiyi taşıyan her bireyin ve jenerasyonun durumu da önem kazanmaktadır. Hadis ilminin temel konusu olan sünnet yukarıda belirttiğimiz fıkıh usulünün deliller hiyerarşisinde ikinci sırada yer almaktaydı. Fakat tıpkı Kur’an’ın fıkıh delilleri açısından soyutlanıp “kitap” olarak adlandırılmasındaki soyutlamada olduğu gibi burada da Fıkıh Usulü amelî hükümlere kaynaklık edecek sünnet bilgisine rağbet eder. Hadis ilmi ise Hz. Peygamber’in asrından geleceğe taşınabilecek her şeyle ilgilenmektedir. Temel mesele bilginin taşınması olduğundan Hadis Usulü ilminde temel konular râvi – rivayet bağlamında şekillenir. İslam’ın ilk asırlarında ilimler sistemleşerek birbirinden ayrılmadan önce miras alınan veya üretilen her bilgi rivayet yoluyla taşındığı için Hadis Usulü sadece sünnetin naklini değil dolaylı yollarla hem fıkhın, hem tefsirin intikalinde de ehemmiyet taşımaktadır. Yine kendi temel meselemiz Tefsir ilmi çerçevesinden olaya bakacak olursak erken dönemde rivayet tefsirlerinin telif edilmesi bize o rivayetlerin isnadlarını ve o isnadların hadis usulündeki karşılığını hatırlatmaktadır. Hadis usulü ilmi ravilerin hallerine, rivayetlerin sıhhatine dair tatbiki kaideler ortaya koyması itibariyle tıpkı Fıkıh Usulü gibi sonuçları tekrar edebilen bir ilim dalı olmaya müsaittir. Fakat rivayet güvenliğine dair ihitiyaç nesil olarak Hz. Peygamber’den uzaklaşıldıkça arttığı için bu ilmin sistemleşmesi Fıkıh Usulü’ne nazaran daha geç b,r döneme rastlar. Hadis Usulü için müstakil olarak yazılan ilk eser Râmehürmüzî’nin (ö.360) “el-Muhaddisu’l-Fasıl beyne’r-Ravî ve’l-Vâî” adlı kitabıdır. İlk fıkıh usulü eseriyle arasında neredeyse 2 asırlık bir zaman dilimi söz konusudur. Hadis Usulü ilmi bize Hz. Peygamber’den aktarılan bilginin tarihi yolculuğunda başına neler geldiğini görme imkanı sunar. Bu nedenle Kur’an’ı kendi bağlamında ve tarihselliğinde anlama çabası için hadis usulü’nün dolaylı bir yardımına ihtiyaç duyarız.

TEFSİR USULÜ

Tefsir Usulü’nü en sona bırakmamızın öncelikli sebebi bu çalışmamızda maksadımızın Tefsir Usulü’nün diğer usul ilimleri ile mukayeseli bir değerlendirmesini yapmaktı. Öte yandan bu üç disiplin arasında “usul” tanımlamasına en uzak olan saha tefsirdir denilebilir. Zira tefsir usulü sonuçları doğrulanabilir kaideler koymaktan ziyade, Tefsir İlminin kendisine gaye edindiği “Kur’an’ın anlaşılması ve meşru yorum sınırlarının belirlenmesi” için gereken donanımları izah eden, nispeten daha tanımlayıcı bir sahadır. Bu nedenle “Tefsir Usulü” yerine “Kur’an İlimleri” adlandırması da daha yaygındır denilebilir. Tefsir Usulü’nün biline en eski kaynağı olarak Haris el-Muhasibi’nin (ö.243) “el-Aklu ve Fehmu’l Kur’an” adlı eseri zikredilir. Bundan sonra hemen ikinci sırada Ebubekir ibnu’l Arabi’nin (ö.543) “Kanunu’t-Te’vil” adlı eseri gelir. Bu alanın en meşhur iki eseri olan Zerkeşi’nin (ö. 795) “el-Burhan fi Ulumi’l Kur’an, ve Süyuti’nin (ö.911) “el-İtkan fi Ulumi’l Kur’an”’ın adlarından da anlaşılacağı üzere “Ulumu’l-Kur’an” adlandırması zamanla öne çıkmıştır. Dediğimiz gibi Fıkıh ve Hadis Usulü’ne kıyasla Tefsir Usulü’nün normatif tarafı biraz zayıftır. Bu sebeple Tefsir Usulü tefsire yardımcı alt ilim dallarının tasnifi üzerine kuruludur. Bu açıdan Kur’an ilimleri genelde iki başlık altında toplanmıştır. Birincisi Kur’an’ın lüğavî ve edebi yönüne tealluk eden; İcazu’l Kur’an, Uslubu’l Kur’an, Mukem ve Müteşabih, Müşkilu’l Kur’an, Vücûh ve Nezâir gibi ilimlerdir. İkincisi ise, Kur’an’ın nazil olduğu şartlara tealuuk eden; Esbab-ı Nüzul, Nasih-Mensuh, Mekki-Medeni gibi ilimlerdir. Bunların dışında tahsiniyyattan sayılabilecek Kur’an ilimleri de vardır.

Tefsir Usulü’nün normatif yönünün olmayışına dair yukarıda söylediklerimizden onu lüzumsuz ve işlevsiz görme sonucu çıkmamalıdır. Zira Tefsir Usulü aslında bir tür anlambilim faaliyetidir. Bu noktada Halis Albayrak hocamızın tefsir Usulü kitabının önsözünde yer alan şu ifadelerini paylaşmak yerinde olacaktır.

 “Kur’an’ın yorumunu ve tefsirini sadece Tefsir, Ulumu’l Kur’an ve Tefsir Usulü çalışmalarında veya İslami İlimler diye tabir edilen diğer ilmi faaliyetler çerçevesinde aramak doğru olmaz. Onun yorumu bütün bir Müslüman dünyanın kültür ve medeniyetinin dokularında aranmalıdır.

Tarihte Kur’an İlimleri ve Tefsir Usulü çalışmaları Kur’an’ı çeşitli yönleriyle tanıtmayı amaçlayan, Kur’an’ı doğru anlayabilmenin yollarını gösteren faaliyetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Tefsir Usulü çalışmaları, saf ve katıksız bir Kur’an’ı yorumlama metodolojisi gibi telakki edilmemelidir. İslam geleneğinde Kur’an’ı anlamanın metodolojisiyle Kelamcılar ve Usulcüler, kendi ihtiyaçları istikametinde sistemli bir şekilde uğraşmışlardır. Bu konuda zengin bir literatür de oluşmuştur.

Günümüzde Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması ile ilgili metodoloji arayışları, daha geniş bir çerçevede sürdürülmektedir. Zaten İslam Dünyası’nda Kur’an’ı anlamada tek bir yöntemi empoze etmek hem mümkün değildir, hem de doğru değildir. Nitekim İslam geleneğinde Usul-ü Fıkıh, Usul-ü Tefsir gibi kavramlar mütevazi kavramlardır ve tek bir metodolojiyi dikte ettirme niyeti taşımazlar. Çünkü usul kelimesi asl kelimesinin çoğuludur. Bu da zihinlerde anlama ve yorumlama konusunda çoğulcu bir yapıyı çağrıştırmaktadır.”

Bazı cümlelerinin altını çizerek alıntıladığımız yukarıdaki ifadelerde Tefsir Usulü’nün tarihte ve günümüzdeki işlevine dair bir yaklaşımı görmekteyiz. Bu yaklaşımın pratik karşılığını kitabın üçüncü bölümünde görüyoruz.

Son olarak Tefsir İlmine genel olarak Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü disiplinlerinin etkisi ve katkısı üzerine şu hususları bir daha vurgulamak gereği hissediyoruz. Hadis Usulü ilmin asrı saadetten günümüze kendi dönemsel özelliklerinin de katkılarıyla birlikte intikalini şağlayan süreçleri aydınlatmak suretiyle, fıkıh usulü ise Kur’an’ın hayata bakan yönlerini kendi şartlarımız içerisinde yeniden üretme yollarını göstermesi itibariyle Tefsir İlmi ile halen dinamik bir ilişki içerisindedir. Fakat Tefsir Usulü ilmi bu dinamik etkileşimin faydalarını azami düzeyde elde etmekle kalmayıp, bugünün dünyasında anlambilim ve yorumbilim (semantik ve hermenötik) gibi disiplinlerin ürettiği birikimden tarih felsefesinden yararlanmanın imkanlarını da zorlamaktadır. Klasik usul ilimlerimizin kavramlarını, düşünce dünyamızı kendi kültürümüzle biçimlendirmesinin avantajlarını yok saymadan bu açılımları sürdürmek kaçınılmaz bir ödevimizdir.    

KAYNAKLAR

Hayreddin Karaman; Fıkıh Usulü, İrfan Yayınevi, İstanbul 1967.

İsmail Lütfi Çakan; Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 32. Baskı, İstanbul 2013,

Şah Veliyyullah ed-Dihlevi; el-Fevzu’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir (terc. Mehmet Sofuoğlu), Çağrı Yayınları, İstanbul 1980.

Harun Öğmüş; Muhadarat fi Ulumi’l-Kur’an ve Tarihi’t-Tefsir, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2013.

Halis Albayrak, Tefsir Usulü, Şule Yayınları, İstanbul 2014.  


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi