Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


1- http://www.hasanonat.net/

2-  http://www.sonmezkutlu.net/

3-  http://www.isam.org.tr/

4-  http://kuran.diyanet.gov.tr/

5-  http://www.sabanaliduzgun.com/


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR USULÜ

 

İslam dini mükemmel bir mantık ve düzene sahiptir. Ancak insanlar arasında yolunda gitmeyen şeyler varsa bu büyük ihtimalle insanlarla din arasında bir bağlantı kopukluğu olmasından kaynaklanmaktadır. Bu kopukluğun olmaması için tefsir usul ilmine ihtiyaç vardır.

 

Tefsir usul ilminin ne zaman başladığını söylemek ya da kesin bir tarih vermek çok güçtür. Ancak biz Kur’an’ın inmeye başladığı dönemden itibaren usul kavramlarından bazılarına rastlamaktayız. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim inmeye başladığında bu ilmin de temelleri atılmaya başlanmıştır gibi bir varsayımda bulunabiliriz. Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerim çok açık bir kitap değildir. Bu kapalılıktan kastımız içerisinde gittikçe derinleşen anlamları barındırması ve tahayyül edilemeyen bir zenginliği içermesidir. Tabiri caizse bu hazineyi çıkarmak da tefsir usulü ilminin görevidir. İlmin mahiyeti de uğraştığı, üzerinde durduğu alanla ölçülür. Cerrahoğlu hocamızın örneğiyle kuyumcunun işi tabbakınkinden daha kıymetlidir çünkü onun işi altın ve gümüş iledir. Tabi bu tefsir usul ilmi tek başına yeterlidir demek değildir aksine bütün ilimlerden yararlanmaktadır. Bu ilmin yöntemi ise ayetleri Esbab-u Nüzül, Nasih Mensuh, Muhkem Müteşabih, Garibu’l Kur’an, I’cazu’l Kur’an, Aksamu’l Kur’an, Kısasu’l Kur’an, Müşkilu’l Kur’an, Mücmel ve Mübeyyen, Vücuh Nezair, Müphematu’l Kur’an gibi pek çok ilimle siyak sibak, literatür, semantik ve semiyotik çerçevesinde açıklamaktır.

 

HADİS USULÜ

Hadis genellikle Hz. Peygamberle ilgili her türlü bilgi anlamında kullanılmaktadır. Usul ise ‘asl’ kelimesinin çoğulu olup asıllar, kaideler, prensipler, kurallar ve yöntemler manalarına gelmektedir. Hadis usulü alimler tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Burada birkaç hadis usul tanımına değineceğiz.  Bir tanıma göre; kabul ve ret yönünden ravi ile rivayet edilen hadislerin durumlarını inceleyen ilimdir. Diğer bir tanım; rivayetin hakikati, çeşitleri, hükümleri, ravilerin halleri, şartları ve rivayetin sınıflarını bildiren ilimdir. Başka bir tanıma göre ise; hadis usulü, ravilerinin adalet ve zabt yönlerinden durumları, isnadlarının muttasıl veya munkatı olması bakımından hadislerin hazreti peygambere nasıl nispet edildiklerinden bahseden ilimdir. Genel olarak hadis usulü şöyle tanımlanabilir; hadisleri sonraki nesillere aslına uygun olarak nakledebilmek ve sahihi ile zayıfı birbirinden ayırmak için ihtiyaç duyulan kurallar ve bunlar ile ilgili ıstılahlardan bahseden ilimdir. Yani hadis usulünün konusu hem hadislerin nakli hem de hazreti peygambere aidiyetinin tespiti hususunda gerekli kuralları belirlemektir. Hadis usulüne tarih içinde farklı isimlendirmeler yapılmıştır. ‘Ulumu-l hadis’ bunlardan biridir. Hadis usulüne ‘dirayetu-l hadiste’ denmiştir. Hadis usulüne verilen diğer bir isim ise, rivayetleri ele aldığından dolayı ‘ilmu-r’rivaye’ olmuştur.

 

FIKIH USULÜ

Usul kelimesi, asl kelimesinin çoğuludur. Sözlükte, bir şeyin aslı, o şeyin temeli, doğduğu ya da kendisi üzerine bir şeyin dayandığı, bina edildiği şey demektir. Fıkhın sözlük anlamı; bir şeyi iyice, derinlemesine anlayıp, idrak etmektir. Fıkıh, terim olarak, tafsili delillerden yararlanılarak elde edilen ameli-şeri hükümleri bilmek, şeklinde tanımlanmaktadır. Bu açıklamalardan sonra Usulü’l-Fıkh’ın terim anlamı şudur: Tafsili delillerden elde edilen ameli-şeri hükümlerin, üzerine bina edildiği şeye Fıkıh Usulü adı verilmektedir. Yani Fıkıh Usulü Şeri-amelî hükümleri, kur’an, hadis, sahabe kavli, icma ve benzeri deliller yardımıyla ortaya çıkarabilmekte kullanılır.

 

KAYNAKÇA

İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 1983

Ahmet Yücel, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 2012

Ed: İbrahim Çalışkan, İslam Hukuku I, Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yayınları, Ankara, 2012


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHLERİ ÖZETİ

 

       KUR’AN-I KERİM NASIL BİR KİTAPTIR?

       Bakara Suresi’nin 2. ayetinde buyurulduğu gibi Kur’an-ı Kerim, doğru yolun ta kendisidir. Ve Kur’an-ı Kerim, Müslümanlar arasında mukaddes bir kitap olmanın dışında, sadece Arap Edebiyatı’nın bir şaheseri olmakla kalmamış, aynı zamanda Hz. Peygamber’in nübüvvet ve risaletini teyit eden en büyük mucize olmuştur.

       Kur’an, üslubu, insanlara tesiri, tarihi meseleleri, hakikatleri beyanı, telifi, ihtiva ettiği ilimler ve maarif, ıslah siyaseti, gaybi haberleri ve daha akla gelebilecek çeşitli yönleriyle bir eşsizlik kazanmıştı.

       Kur’an’ın insanlığı aciz bırakan yönü, ona benzer veya ona yakın bir eserin meydana getirilememesinde aranmalıdır. Hz. Peygamber tek ve ümmi idi, inanmayanlar ise binlerce idiler. Acaba niçin onlar, onun aynını yapmaya teşebbüs etmeyip, kalemle mücadele etmediler de, kılıçla mukabelede bulundular?  

 

       KUR’AN’IN ANLAŞILMASINDA SÜNNETİN ROLÜ

       Hz. Peygamber, mutlak olarak Kur’an’ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur’an onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Ve Hz. Peygamber, Kur’an’ı yalnız sözleriyle değil, amel ve hareketleriyle de açıklamıştır.

       Sünnet, Kur’an’ı iki şekilde beyan eder. Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Namaz vakitleri, zekat miktarı, hac menasikinin beyanı gibi hususlar bu kapsama girer. İkincisi ise, Kitapta bulunmayan bir hüküm üzerine ziyadeliktir. Kur’an’daki hükümlerin ekserisi külli olduğundan, o külli hükümleri izah ve açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur.

       Hz. Peygamber’in tefsirinde, sonraki tefsirlerde aranacak olan teferruat yoktur. Onda, şeriat ve ahkamda, Allah’ın muradını beyan, ahlakı teşvik vardır. O, Kur’an’ın açıklanması gereken muhtelif ayetlerini veya sahabenin anlayamadıkları kısımları beyan etmiştir.

 

       HADİS VE SÜNNET NEDİR?

       Hadis, Hz. Peygamber’in sözlerine, sünnet de söz, fiil ve takrir olarak Hz. Peygamber’den sadır olan her şeye denir. Bununla birlikte bazı ulema, hadisi sadece Hz. Peygamber’in kavline hasretmemiştir. Hadis ve sünnet, müradif olarak da kullanılmıştır.

       Hz. Peygamber’in, dinin çeşitli meselelerine taalluk eden ictihadları, çok defa ilahi ilhamın bir neticesidir. Her ne kadar kaynağı ilahi ilham olmayan bazı söz ve içtihatlar da mevcut idiyse de, Hz. Peygamber’in bunlardaki isabeti vahiy yoluyla teyit edilmiş, -bir beşer olması hasebiyle- hataya düştüğü noktalar olmuş ise yine vahiyle tashih edilmiştir. Bu itibarla, ilham-ı ilahiden sadır olmayan ictihad-ı nebevi hükmü ile ilham-ı ilahiden sadır olan ictihad-ı nebevi hükmü arasında tefrik yapmaya mahal yoktur.

 

       FIKIH NEDİR?

       İbadeti, hukuku, ahlakı, iktisadi ve içtimai ilişkileri içine alan, çeşitli milletlerden oluşan İslam ümmetini birbirine bağlayan müessesedir. Bir manada ümmetin hayatıdır. Fıkıhsız ümmet hayatını devam ettiremez. Fıkıh, vahiy ve içtihada dayanır.

 

       HZ. PEYGAMBER VE SAHABE DEVRİNDE FIKIH

       İnananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümleri koyan, şeriat vazeden Allah’tır. Ve Allah’ın hükmü bize ya Kitab’ı, ya Peygamber’i, ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyas, istidlal), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icma) yoluyla intikal etmektedir.

       Kur’an-ı Kerim’deki fıkhi ayetler hakkında 150, 500, 864 ve 1000 kadar sayılar verilmiştir. Kur’an’da “senden soruyorlar” ifadesi 15 defa zikredilmiş ve 8’i fıkıhla alakalıdır. 2 defa da “senden fetva istiyorlar” sözü geçmiştir.

       Sünnetin büyük bir kısmının da manası Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri Resulullah’a aittir. Sünnetin bir kısmının ise hem manası hem de sözleri Resulullah’a aittir ve Allah’ın kontrolü altındadır.

       Sahabe, ictihadın kapısını açmış ve buna teşvik etmiş, ictihad ve rey yoluyla vardıkları hükümleri kesin telakki etmemiştir. Daha sonraki devirlerde husule gelecek ihtilaflara nispetle gayet az olan sahabe ihtilafı, tefsirden ziyade hükümlerde idi.

 

       SAHABE’NİN TEFSİR METODU

       Sahabe Kur’an ayetinin izahını ya Hz. Peygamber’den işitmek suretiyle veya içtihatlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla ayetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Ayetteki dini bir müşkülü halletmek için bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dini hükümleri remz yoluyla izah etmişlerdir. Bunlarla birlikte Sahabe’nin kültür bakımından farklı olmaları, Kur’an’ın kendine has bazı özellikleri ihtiva etmesi, Arap dilinin konuşma dili olarak zenginliği, fakat yazı dili olarak nokta ve harekeden mahrum oluşu gibi sebeplerle, bir ayetin tefsiri hususunda bazı ihtilafın vuku bulduğu bir gerçektir.

 

       TEFSİR, HADİS VE FIKIH İLİMLERİNİN OLUŞUMU

       Hz. Peygamber hem Kur’an’ı tebliğ ediyor hem de söz, fiil ve takrirleriyle tebyin ediyordu. Bu Kur’an’ın yaşayan örnekliğiydi. Sahabiler de Kur’an’ı hem yazıya hem hafızalarına alıyorlardı. Resulullah’ın sözlerini ise sadece hafızalarına alıyorlardı. Peygamberimizin vefatına yakın izin vermesi üzerine hadisleri de az olmakla birlikte bazı sahabiler yazmıştır. Sahabilerin Hz. Peygamber hayattayken onun anlayışının dışına çıkmaları düşünülemezdi. Ancak Hz. Peygamber’in vefatından sonra kesin cevap alacakları Resul hayatta olmadığı için kendi reylerine göre de hareket etmişlerdir.

       Sahabenin reyine göre hareket edip ihtilaf etmesine çok güzel bir örnek: Hz. Peygamber, Hendek Savaşı’nın sonunda “Hiçbiriniz, Benu Kurayza’ya varmadan ikindiyi kılmasın.” buyurdu. Hedefe varmadan sahabe ikiye ayrıldı, bir grup “Bundan maksat bir an önce oraya yetişin demektir.” diyerek ikindiyi yolda kıldılar. Diğer grup ise hadisin lafzına bakarak yola devam ettiler. Hz. Peygamber duruma muttali olunca her iki tarafın da ictihadını hoş karşılamış, hiçbirini kınamamıştır. Buradan benim çıkarımım nassların ictihad farkına müsait oluşu ve dolayısıyla içtihada Allah ve Resulü’nün izin vermesidir. İctihad, hakkında açık nass bulunmayan konuda, temiz bir niyet ve tamamen hakikati bulma amacı ile yapılırsa sonuç ne olursa olsun kınanmaz.

       Hz. Peygamber ve sahabeden gelen tefsir, Kur’an’ın bütün ayetlerini ihtiva etmiyordu. Onlar, kendilerinin veya muhatapların anlayışına zor gelen hususları almışlardı. İnsanlar, Hz. Peygamber ve sahabe devrinden uzaklaştıkça, zorluklar daha da çoğalmıştır. Bu müşkilleri halletmek için, tabiin devrinde, tefsirde meşgul olacak kişilere daha fazla ihtiyaç duyulmuştur. Müşkiller çoğaldıkça, tefsirler de müşkillerin artması nispetinde gelişmişti. Çeşitli şehir ve beldelere giden sahabe, Hz. Peygamber’den hıfzettiklerini de yanında götürmüşlerdir. Tabiiler de onlardan ilim almışlar ve kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir. Bu andan itibaren çeşitli şehirlerde ilim medreselerinin teşekkül ettiğini görüyoruz ki bunların öğretmenleri sahabe, talebeleri de tabiin olacaktır.

       İlk devirde tefsir hadisin bir cüz’ü idi. Bu devirde hadis ilmi bütün mearife şamildi. Bazı hadisler Kur’an ayetlerinin tefsirini, bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu. Ancak bu durum, tefsirin doğuşu ile alakalıdır. Yoksa tefsire hadisin bir şubesi olarak bakamayız. İlk devirde ayetlerin tefsiri basit ve tefsir edilen ayetler de mahduttu. İnsan tefekkürü geliştikçe ve hadiseler çoğaldıkça, bu hadiselerin tefsir tarafından ihtiva edilmesine çalışıldığından ayetlerin tefsiri genişlemişti. Nakli tefsirin yanında akli tefsir de gelişmeye başlamış, bununla beraber müellifler kitaplarında menkul rivayetlerin kalmasını istemişlerdir. Zira onlar, menkule müracaat etme ihtiyacından müstağni olamıyorlardı. Bu devirde ve bu devirden sonra me’sur tefsirler telif edildi. Bu tefsirler genel olarak bütün senetleri vermekteydi. Tefsirde bir grup, isnadları ihtisar etmeye, sözü söyleyenlere nispet etmemeye başladılar.

       Hz. Peygamber ve sahabe devrinde bazı sahabiler, hadis yazmış ve bir takım sahifeler vücuda getirmişlerdir. Ancak sistemli bir toplama faaliyeti, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında başlamıştır. Hadis uydurma hareketi de aslen Yahudi olan Abdullah İbn-i Sebe ile başlatılabilir. Hz. Osman zamanında Müslüman olan ve Müslümanları sapıklaştırmaya çalışan İbn-i Sebe, Hicaz, Basra, Şam’da emellerini gerçekleştiremeyip Muaviye tarafından Şam’dan çıkarılınca Mısır’a gitmiş ve orada Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’in vasisi olduğu fikrini yaymaya başlamıştır. Ve bu konuda hadis uydurma faaliyetleri artarak devam etmiştir. Daha sonra pek çok fırka kendi görüşünü kanıtlamak için hadis uydurmaya ihtiyaç duymuştur. Buna göre hadis vaz’ının Şia’yla başlatılması mümkündür. İsnadın tatbikinin de 110’da vefat eden İbn-i Sirin’in isnadın fitne zuhurundan sonra başladığı sözü dikkate alınırsa Sıffin Savaşı akabinde bir birini tekfir eden iki büyük fırkanın zuhuru ve hilafet gayesiyle hadis vazının başlatılması fitneleri ile başladığı söylenebilir.

       Fıkhın yazıya geçirilmesine gelince sahabe devrine hatta nüve olarak Resulullah devrine kadar uzanır. Bugünkü manada risalelerin telifi sahabe devrinin sonlarında başlayıp Emevi devrinde gelişse de bunlara kaynaklık eden fıkıh yazıları daha önce gerçekleşmiştir.

 

       TEFSİR İLMİ

       Tefsirde şöhret kazanan sahabiler: Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Mesud, Ubey b. Kab, Abdullah b. Abbas, Ebu Musa el-Eşari, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Zübeyr. Bunlardan daha az tefsir nakilleri olanlar: Hz. Aişe, Ebu Hureyre, Cabir b. Abdillah, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr b. el-As ve Enes b. Malik. Sahabe ve tabiin devrindeki medreseler 3’tür: Mekke, Medine ve Irak Medresesi.

       Mekke Medresesi: Kurucusu Abdullah b. Abbas, talebeleri tabiindir. Said b. Cübeyr, Mücahid, İkrime, Ata b. Ebi Rabah…

Medine Medresesi: Başında Ubey b. Kab vardır. Talebeleri: Ebu’l-Aliye er-Riyahi, Muhammed b. Kab el-Kurezi, Zeyd b. Eslem…

Irak Medresesi: İlk üstadlık payesi Abdullah b. Mesud’a verilmiştir. Bu medresenin tefsir ilminde şöhret kazanan şahsiyetlerleri: Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda, el-Esved b. Yezid, Mürre el-Hemadani, Amir, eş-Şabi, el-Hasen el-Basri, Katade b. Diame, İbrahim en-Nehai.

       Kur’an’ı bir bütün olarak baştan sona kadar tefsir eden, şu anda elimizde bulunan delillere göre bu işi yapan Mukatil b. Süleyman (150)’dır. 2. asırdan itibaren hadis ilminden müstakil olarak tefsirler meydana gelmiştir. Ali b. Ebi Talha, Mukatil, Süfyan es-Sevri (161), Yahya b. Sellam (200), Abdurrezzak b. Hemmam (126) tabiin devrinden sonraki tefsir yazan alimlerdir. Daha sonra dilsel tefsirler (Ferra, Ebu Ubeyde, İbn-i Kuteybe gibi...), ayetleri davalarını savunacak şekilde yorumlayan fırka tefsirleri (Mutezile, Şia, Hariciler), tasavvufi tefsirler (Tüsteri, Sülemi gibi...), felsefi tefsirler, fıkhi tefsirler, rivayet ve dirayet tefsirleri yazılmıştır.

       Rivayet tefsirleri Kuran’ı Kuran’la, sünnetle veya sahabe nakilleriyle tefsir eder. Ulemanın bazısı tabiinden gelen sözleri almış, bazısı almamıştır. Taberi (310), Ebu’l-Leys es-Semerkandi (375), Salebi (427), İbn-i Kesir (774)ve Suyuti (911) tefsirleri, rivayet tefsirlerine örnektir.

       Dirayet tefsirleri sadece rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din, mezhep ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. En meşhur dirayet tefsirlerinden bazıları şunlardır: Fahruddin er-Razi (606), Beydavi (685 veya 691), Nesefi (710), el-Hazin (741), Ebu Hayyan (745), Celaleyn, Ebu’s-Suud (982), Alusi (1270) tefsirleri.

       Günümüzdeki tefsir hareketleri ise İslam’a, ilme aykırı fikirleri yayan “ilhadi tefsir”, yeni çıkan mezheplere göre ayetleri yorumlayan “mezhebi tefsirler” (İsmaililer, Babiler ve Bahailer, Ahmediler ve Kadıyaniler), Kur’an ibarelerindeki ilmi ıstılahları açıklamaya, onlardan çeşitli ilimleri ve felsefi görüşleri çıkarmaya çalışan “ilmi tefsir” ve durgunluk ve kuruluktan kurtulmayı amaçlayan, bunun için Kur’an’daki gizemli noktaları açıklamaya çalışan, nassların oluş, içtimaiyat ve tekamül kanunlarıyla olan münasebetleri inceleyen içtimai-edebi tefsirdir.

 

       HADİS İLMİ

       Hadis kitabeti, evvela Hz. Peygamber’in Kur’an’la karışabilmesi ihtimaliyle yasaklanmıştır. Ancak bu tehlikenin geçmesiyle bizzat Hz. Peygamber’in izin vermesi akabinde yazma faaliyeti başlamıştı. Her ne kadar bu izinden sonra sahabe ve hatta tabiinden hadis yazmaya hoş bakmayanlar olsa da böyle farklı farklı görüşlerin olmasının sebebi yine hadislerin en iyi şekilde muhafazasına matuf idi.

       İlk yazılı hadisler Hz. Peygamber’in diplomatik mektupları ve sadakat hadisleridir (Amr b. Hazm, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’den rivayet edilen). Hadis sahifeleri de şunlardır: Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, Abdullah b. Amir b. As, Cabir b. Abdillah, Hz. Ali, Semure b.  Cundeb, Ebu Hureyre, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Sad b. Ubade’nin sahifeleri). En çok rivayet eden hadis ravileri: Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer, Enes b. Malik, Hz. Aişe, Cabir b. Abdullah b. Abbas, Cabir b. Abdillah…

       Tabakat müelliflerinin, isimlerini ve tercemelerini tespit edip verebildikleri sahabi sayısı 10 bini geçmez. Ve sahabilerin hepsinin hadis rivayet ettiklerini düşünmek de mümkün değildir. Farklı rakamlar verilmekle birlikte 1300 sahabiden hadis rivayet edildiği ve bunların 1000 kadarının en fazla 2 hadis rivayet ettiği söylenmiştir. 300 kişinin 7’si binden fazla, 4’ü 500’den fazla, 27 kişi de 100’ün üzerinde hadis rivayet ettiği düşünülürse 38 sahabinin yüzden fazla hadis ezberleyerek kendilerini gerçekten bu işe verdikleri sonucuna varılabilir.

       1. asrın sonlarına doğru önce tedvin daha sonra tasnif faaliyeti başlamıştı ve 2. asır boyunca hadis eserleri telifi devam etti. Bu eserler: siyer ve megazi, cami, sunen, musannaf ve belirli konulu eserlerdi. 3. asırda ise bu faaliyet daha süratlenmiş ve vücuda getirilen eserlerle bu asır, hadis tarihinin en parlak devri olmuştur. Buhari, Muslim, en-Nesai, Ebu Davud, et-Tirmizi ve İbn-i Mace gibi imamlar cami ve sunenlerini bu asırda tasnif ederek Kütüb-i Sitte adıyla maruf olan altı sahih kitaba vücut vermişlerdir.

 

       FIKIH İLMİ

       Fıkhın yazıya geçirilmesinin Resulullah ve sahabe devrine kadar uzandığını söylemiştik. Örnekleri: Hişam, babası Urve b. Zübeyr’in çok sayıda fıkıh yazmalarına sahip olduğunu ve bunların yandığını haber verir. Resulullah hayattayken bir kısım sahabeye yazılı talimat vermiştir. Hatta Ömer b. Abdülaziz, halife olduktan sonra bunları buldurtmuştur. Enes b. Malik, Hz. Ebubekir’den, vergi ve zekat ile ilgili mektup almıştır. Bu 3 örnekten başka özetimize almadığımız örnekler de vardır.

       Sahabe fukahası: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mesud, Zeyd b. Sabit, Muaz b. Cebel, Ubey b. Kab, Ebu Musa el-Eşari, Ebu’d-Derda, Ubade b. es-Samit, Ammar b. Yasir, Huzafe b. el-Yeman, Ebu Zerr el-Ğıfari, Selman el-Farisi, Ebu Ubeyde, Ebu Said el-Hudri, Ummu Seleme, Aişe bt. Ebubekir, Abdullah b. Abbas.

      Bu dönemde yeni fıkhi meseleler ve hükümleri çok değildir. Çünkü sahabe fukahası, yalnızca olan, gerçekleşen hadise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hadiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna gitmemişler, bunu boşa vakit kaybı saymışlardır. Tabiin devrine gelince Tefsir konusunda medreseleri ve medreselere bağlı talebeleri yazmıştık. Tabiin, tebe-i tabiin ve Abbasi devrinde fıkıh gelişmiştir. Rey fakihleri, sadece meydana gelmiş hadiselerle iktifa etmemiş, farazi mesail üzerinde içtihad etmişlerdir. Bu dönemlerde fıkıh tedvin edilmiş, inkişaf etmiş ve büyük mezhep müçtehidleri yetişmiştir. Günümüzde yaşayan 4 mezheb müçtehidi (Ebu Hanife-150, Malik-179, Şafii-204, Ahmed b. Hanbel-241)  ve mensubu kalmamış birçok müçtehid (Hasen Basri-110, Evzai 157, Sevri, Taberi, el-Leys b. Sad-175, Ebu Süleyman Davud b. Ali-270 gibi...)  yaşamıştır.

 

       GENEL DEĞERLENDİRME

       Hz. Peygamber döneminde Kur’an-ı Kerim’in müfessiri, mübelliği olan Peygamberimiz Kur’an-ı Kerim’i gerektiği kadar açıklamıştır. Hem mücmeli beyan etmiştir hem de hükme ziyade ile beyan etmiştir. Sahabenin de Kur’an-ı Kerim’i, onun tebliğ ettiği şeklin dışında anlaması düşünülemezdi. Ancak Hz. Peygamber’in vefatından sonra ihtilaflar başlamıştır. Bunda insanlarının tecrübelerinin, anlayışlarının, bilgi seviyelerinin farklı oluşunun payı vardır. Hatta Hz. Peygamber hayatta fakat sahabenin aralarında değilken bile sahabenin ihtilaf ettiği, Hz. Peygamber’in de farklı ictihad yapan sahabilerin hiçbirini kınamadığı olayını nakletmiştim. Bu olaydan bazı ayet ve hadislerin farklı anlamaya müsait oluşunu çıkarıyorum. Aynı zamanda Hz. Peygamber’in farklı düşünmeyi kınamaması ve iki tarafın ictihadını da hoş karşılamasından da dinin aslında değil füru meselelerindeki ihtilafa Allah ve Resulü tarafından izin verildiğini anlıyorum.

       Sahabe döneminde görüşlerin sağlamasının sorulacağı Peygamber hayatta olmadığı için ihtilaflar olmuştur. Ancak bu ihtilaflar sonraki dönemlerde yaşanacak ihtilaflardan çok daha azdı. İlk muhataplar oldukları için ve yaşayan sünnetini gördükleri için de Kur’an’ı çoğu zaman doğru şekilde anlıyorlardı. Hz. Peygamber’in ayet, konu hakkında açıklamalarını birbirlerine ve kendilerinden sonrakilere anlatıyorlardı. Kendi içtihatlarını da gerektiği zaman, yaşanmış olaylar için yapıyorlardı. Yine sahabe içinde çok hadis nakleden, hem tefsir hem de fıkıhta öne çıkan ortak isimler gördüğümüz gibi farklı isimler görüyoruz. Aynı isimlerin hem tefsirde hem fıkıhta olmasının sebebi o dönemde tefsirin ve fıkhın bizim dönemimizdeki ilim alanı olarak ayrımı olmamasıdır. Mesela Kur’an’daki bir ahkam ayetini farklı yorumlayan sahabiler hem fıkıh hem tefsir yapmış oluyorlardı. Tefsirle, ahkamla uğraşan sahabinin pek hadis rivayeti yapmaması gibi görev dağılımları da normaldir. Her sahabi aynı görevle meşgul olacak diye bir şart yoktur. Sıffin sonrası fitne olayları zuhur edince hilafeti meşrulaştırmak için hadis vaz’ı başlayınca, sahihi mevzudan ayırabilmek için isnad da başlamıştır. Bunlar, gerektiğinde çözüm üretildiğini gösterir.

       Tabiin ve tebe-i tabiin dönemlerinde hem yeni meselelerin çıkması, hem de ilmin gelişmesiyle ortada olmayan meselelere de fıkıh üretme artmıştır. Aynı zamanda Kur’an’ın elimize ulaşan baştan sona tefsirleri tabiin döneminden sonra yazılmaya başlanmıştır. Günümüze kadar gelen-gelmeyen mezheplerin imamları o dönemlerde yaşamıştır. Daha sonraki alimler de üzerine koyarak ilmi devam ettirmiştir.

       Zaman ilerledikçe farklı tefsir metodları geliştirilmiştir. Kimi ulema, rivayetlere daha çok önem verirken, kimileri de rivayetlerle birlikte reyi de ön plana çıkarmıştır. Bütün bu farklı anlayışlar metotlar, zenginlik olarak görülmelidir. Hangi fikri, yöntemi savunursak savunalım karşı tarafın fikirlerine saygı duymamız gerektiğini, onların da Kur’an-ı Kerim’i doğru anlama amacı taşıdığını unutmamamız gerekir.

       Bütün bu tarihi akıştan sahabenin, tabiinin İslam’a hizmet çabasını görüyoruz. Çıkan sorunlara doğru çözüm bulmak için çabalamaları, gerekli yenilikler yapmaları, bize örnek olmalıdır.

 

       KAYNAKLAR

-İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi,

-Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi,

-Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Tarih/Usul Mütâlaası Ödevi - Ayşenur Elif Ünal  

HADİS TARİHİ

 

            Bazı usul ulemasının tarifine göre hadis, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine denilerek sünnet kelimesinin mürâdifi olmuştur. Bazı hadis uleması ise hadis lafzını yalnızca Hz. Peygamber’in sözlerine değil; sahabe ve tâbiûndan gelen mevkuf ve maktû’ haberlere de ıtlak etmişler; buna göre kelime haber kavramının müradifi olmuştur. Bu mana Hz. Peygamber’in peygamber olmadan önceki sözlerini de içine almaktadır. Bazıları da hadisi yalnızca Hz. Peygamber’in sözlerine tahsis etmişler, başkasından gelen sözlere haber demişlerdir. Diğer bazıları ise haber ile hadis arasında umum-husus-mutlak ilişkisi olduğunu; her hadisin haber olup, her çeşit habere hadis denilmediğini ifade etmişlerdir. Hadis tarifiyle ilgili görüşler her ne kadar değişik mahiyet arz etse de hadis denilince Hz. Peygamber’den nakledilen söz, fiil ve takrirler akla gelmiştir. Ayrıca hadisin, sünnetin müradifi olarak kazanmış olduğu bu mananın tarihi, Hz. Peygamber’in hayatta bulunduğu döneme kadar gitmektedir.

 

            İslam teşriinde Sünnet, Kitaptan (Kur’ân-ı Kerim) sonraki ilk kaynağı teşkil etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilen ve tatbiki istenen bazı ayetler, mücmel ğayr-ı mufassal; yahut zekat verilmesini emreden ayetler gibi mutlak ğayr-ı mukayyed olarak nazil olmuştur. Bu ayetler birçok açıklamaya ihtiyaç duymaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’deki şu ayet, Hz. Peygamber’e tebliğ görevinin yanında tebyin görevinin de verildiğini göstermektedir: “İnsanlara kendilerine indirileni beyan edesin diye sana “Zikr”i indirdik.” (Nahl, 44.) Sünnet Kur’ân’ı iki şekilde beyan eder: birincisi mücmeli beyan, ikincisi ise Kitap’ta bulunmayan bir hüküm üzerine ziyadeliktir. Kur’ân’daki hükümlerin ekserisi külli olduğundan onları izah için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur.

           

            Hicri ikinci asrın ilk yarısında ortaya çıkarak gelişen ve yine üçüncü asrın ilk yarısında güçten düşen Mutezile müdafaa etmeye çalıştığı prensipler yönünden hadisçilerle ters düşmüştür. Hadisçilerin dini konularda sahip oldukları inanç, mutezileden farklı olarak, Kur'ân ve hadiste buldukları nassların ifade ettikleri manadır; çünkü nassın sıhhati onlar için sabit olduktan sonra, o nass mutlak surette inanç hasıl eder. Bu bakımdan hadisçiler için yapılması gereken ilk iş, her biri bir amel veya bir inancı gerektiren hadis metinlerinin rivayeti ve daha kolay istifade edilmesi için kitaplarda bir araya getirilmesidir.

 

Birinci asrın sonlarına doğru önce tedvin daha sonra tasnif faaliyetinin başlaması üzerine telif edilen ve ikinci asır boyunca telifi devam eden hadis eserleri; siyer ve meğazi, sünen, cami`, musannef ve belirli konulara tahsis edilen eserlerdir. Üçüncü asırda ise bu faaliyet daha çok süratlenmiş ve yazılan eserlerle bu asır, hadis tarihinin en parlak devri olmuştur. Bu dönem sonrasında bilhassa usule müteallık kitaplar kaleme alınmaya başlanmıştır. Buhârî, Müslim, Nesâî, Ebû Dâvud, Tirmizi ve İbn Mâce gibi imamlar el-câmi’ ve sünenlerini bu asırda telif ederek Kütüb-i Sitte adıyla maruf, 6 sahih hadis kitabını vücuda getirmişlerdir.

 

TEFSİR TARİHİ

 

Cebrâil vasıtasıyla, Hz. Peygamber’e vahiy yoluyla indirilmiş, Mushaflarda yazılmış, tevatürle nakledilmiş, tilavetiyle taabbüd olunan, kendine has özellikleri ihtiva eden Allah kelamıdır.

 

Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin bir kısmı herkesin anlayabileceği bir şekilde (muhkem); bir kısmı ise birçok manaya ihtimalli olup, bu manalardan birini tercih edebilmek için harici delile ihtiyaç duyulan (müteşabih) ayetlerden oluşmaktadır. Usul uleması müteşâbihâtı, hakikatini bilmeye imkan olmayan ve muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen ayetler olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. İlk devirde müteşabih ayetlerin ihtiva ettikleri lafızların lügavi manaları biliniyor ise de, manaların Allah’a isnadı mümkün olmadığından, bunların neye delalet ettiklerinin tayinini selef  uleması Allah’a tefviz ve havale etmişlerdir. Ancak; insan zekası      müteşabihler üzerine de düşünmeye başlamış, özellikle İslam’ın sâfiyetini bozmak isteyenlerin bu ayetlere gelişigüzel mana verişlerini frenlemek ve aynı zamanda kötü neticelerinden Müslümanları korumak için müteşâbih ayetleri İslam’ın ruhuna uygun olarak tevil etmek mecburiyeti hasıl olmuştur. Kur’ân’ın işaret ettiği hoş karşılanmayan tevil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkartmak maksadı ile yapmak istedikleri tevildir. Akla, muhakemeye, dinin esaslarına uygun olarak yapılan tevil makbul ve lazımdır.

 

 

Sahabe döneminde, Kur’an tamamen sıra ile tefsir edilmemiş, bu dönemde tefsir tedvin faaliyeti görülmemiştir. Hz. Ömer tarafından Kufe’de görevlendirilmiş olan Abdullah ibn Mes’ud Irak tefsir, hadis, kıraat ve fıkıh medreselerinin temelini atmıştır. İbn Mes’ud tefsirde re’ye önem vermiş, kendi Mushaf nüshasında da tefsir kabilinden bazı ilaveler yer almıştır. Ebû Hanife’nin fıkhi meselelerinin çoğu, uzun müddet Kûfe kadılığı yapan İbn Mes’ud’un görüşlerine dayanmaktadır. İslam’da tefsir hareketinin Hz. Peygamber’den sonra en meşhur şahsiyeti ise Abdullah ibn Abbas’tır. İbn Abbas, Kur’an tefsirine ait haberleri ya Hz. Peygamber’den, ya sahabeden işitmek veya kendi içtihadıyla tefsir etmek veyahut da yabancı kültürlerden aldığı malzeme ile re’y izharında bulunmak suretiyle nakletmiştir. İbn Abbas’tan bize ulaşan pek çok tarik vardır. Ancak maalesef bunların hepsi sahih değildir.

 

Tabiûn döneminde ilim Araplar ekseriyetle, idarecilikle iştigal edip ilme meyletmediği için mevaliler tarafından yapılmaktaydı. Mesela; İbn Ömer’im mevlası Nâfî, İbn Abbas’ın mevlası İkrime alim idiler. Abâdile vefat ettikten sonra fıkıh, bütün beldelerde mevalide idi. Mekke ehlinin fakihi Atâ’ b. Ebî Rabah, Yemen ehlinin Tâvûs, Basra ehlinin Hasan-ı Basrî, Kûfe ehlinin İbrâhim en-Nehâî, Şam ehlinin Mekhûl idi ki, bunların hepsi mevalidendi. Yalnızca Medine ehlinin fakihi olan Saîd b. Müseyyeb Kureyş’tendi. Mevaliler İslamiyet’i eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak Araplardan farklı yorumlamışlardır. Anlayış farklılıklarının tefsir hareketinde meydana getirdiği çeşitli görüşlerin belki de en önemlisi ise İsrâiliyyat dediğimiz harekettir.

 

İSLAM TEŞRÎÎ TARİHİ

Tesri, şeriat vaz' ı manasına gelir. Bu manaya göre, şeriat vaz'ının ancak Peygamber’in hayatında mümkün olabileceği anlaşılır; çünkü dinle ilgili teşrii kuvvet yalnız onun elindedir. Bu bakımdan şeriatin bütün kâide ve esasları onun hayatında konulmuştur. Nitekim Kur'an-ı Kerim, "bugün size dininizi ikmal ettim; nimetimi tamamladım ve sizin için İslam'ı din olarak seçtim" mealindeki ayetiyle, dinin şeriat olarak Hazreti Peygamberin hayatında tamamlandığını haber vermiştir; yani Hazreti Peygamber, bu şeriatin mirasını ikmal ettikten sonra hayattan ayrılmıştır. Buna göre, sahabe, tabiûn ve müctehid imamların içtihatlarıyla sâbit olan ahkâm, hakikatte teşri'den sayılmamak icap eder. Bunlar ancak, külli kaidelerin basit bir şekilde genişletilmesi ve yeni zuhur eden cüz'i hâdiselere tatbik edilmesinden ibarettir. Bu da, mevcut nasslardan hüküm istinbatı ve hakkında nass bulunmayan meselelerde kıyas ile mümkündür. Bu bakımdan sahabe, tabiûn ve daha sonraki imamların içtihatlarını da içine alacak bütün hukuki faaliyetler, Fıkıh Târihi içinde incelenir. Fıkıh târihi, teşri târihi tabirine nispetle daha geniş bir manâ taşır.

 

Nassların kapsadığı hükümler, genel itibariyle üç kısma ayrılır. Birincisi itikadi ahkâm olup, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe imana taalluk eder. İkincisi ahlâkla ilgili ahkâm olup, insanın muttasıf olması gerekli faziletlerle, yine insanın sıyrılmış olması gereken reziletlere taallûk eder. Ahkâmın üçüncü kısmı ise, ibadât, muamelât, cinâyât, husumât, uküd ve tasarrufata, yani mükelleflerin amellerine müteallık ahkâmdır.

 

Her ne kadar sahabe hicrî 1. asırda hadisler Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs’ın es-Sâdıka’sı dışında tedvin edilmemiş olsa da bir şahitle teyit ettirmek gibi birtakım güvenlik tedbirleri almışlardır. Sünnetin tedvin edilmemiş olması iki neticeyi doğurmuştur. Birisi alimlerin hadis ravilerini ve güven derecelerini araştırmak için çok gayret sarf etmeleridir. Bunun sonucunda hadisler, vürudu kat’î ve vürudu zannî (sahih, hasen, zayıf) olmak üzere ravileri itibariyle iki kısma ayrılmıştır. Sünnetin tedvin edilmemiş olmasının ortaya çıkardığı diğer netice ise, Müslümanların, Kur'ân üzerinde birleştikleri gibi, Sünneti ihtiva eden belirli bir mecmua üzerinde ittifak etmemiş olmalarıdır. Teşriin üçüncü kaynağına, yani bazı müfti sahabilerin içtihatlarına gelince, bu devirde, bunlardan da hiç bir şey tedvin edilmiş değildir. Sahabe Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hilafeti gibi, ilk dönemlerde hakkında nass bulunmayan meselelerdeki teşrii yetkilerini sahabe ileri gelenlerinden oluşan bir cemiyete bırakmıştı. Onlardan sadır olan hüküm bu cemaatin hükmü sayılıyordu. Nitekim “sahabenin bu konuda icmâ’ı vardır” denilen ahkâmın çoğu sahabe devrinin bu döneminde vaz’ olunmuştur. Ancak fetihlerle birlikte hakkında nass bulunmayan bir meselede Medine’de bulunan halifenin Kufe'de, Basra'da, Şam, Mısır ve diğer beldelerdeki sahabe ileri gelenlerini toplaması ve onların hadise ile ilgili fikirlerini alması kolay değildi. Bu nedenle fetvalar yöreden yöreye farklılık göstermiştir.

 

Medine’de Ali b. Ebi Tâlip, Ömer ibnu’l-Hattâb, Saîd ibnu’l-Museyeb ve fukahâ-i seb’anın teşrii birikimi, talebeleri olan İbn Şihâb ez-Zührî’ye, ondan da Malik b. Enes’e intikal etmiştir. Mekke’deki fıkıh birikimi, Abdullah b. Abbas’tan talebeleri İkrime ve Mücahid üzerinden Süfyan b. Uyeyne ve Müslim b. Hâlid’e, onlardan da İmam Şafii’ye aktarılmıştır. Kûfe’deki Abdullah b. Mes’ud’dan gelen teşrii birikim, Ebu Hanife’ye ulaşmıştır. Mısır’da Abdullah ibn Amr ibni’l-Âs’ın birikimi de Şâfi’î’ye ulaşmıştır. Hicri ikinci asırda başlayıp,  dördünci asrın sonlarına kadar ilerleyen bu devir, tedvin ve müçtehit imamlar devridir.

 

Daha sonra siyasi, akli, hukuki ve ictimai bir takım etkenler içtihat ve kanun yapma hareketini durdurmuş, ulemada fikir hürriyeti ruhunu öldürmüştür. Ulemanın önceki müctehit imamların hükümlerine tâbi olmakla iktifa etmeleri nedeniyle bu devir taklit dönemi olarak adlandırılmıştır. 13. Hicri asrın sonlarına doğru Osmanlı Hükümeti, bazı ileri gelen ulemasını toplayarak, onları, kaynağı İslam Fıkhı olmak üzere medeni muamelatla ilgili kanun vaz'ıyle görevlendirmiş, alınan hükümlerin, asrın ruhuna uygun olması halinde, bunların, maruf mezhepler dışından da alınmasında mahzur görmemiştir. Bu heyet, hicrî 1286 senesinde Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye adı verilen kanunu hazırlamış, hicrî 1292 senesinde çıkarılan bir emirle bu kanuna göre amel edilmesi istenmiştir. Bu kanunda bey’ ile ilgili bazı hükümler İbn Şubrume mezhebinden alınmıştır. Bu, dört mezhebin taklidine karşı açılan ilk kapı olmuştur.

 

DEĞERLENDİRME

İslami ilimlerin tedvin ve tasnifine hız veren amilleri incelediğimizde, mutezile ve benzeri mezheplerin zuhurunu, kelam ilminin doğuşunu, kelamcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi, hadis vaz’ını, siyasi ayrılıkların mezheplerin oluşmasına etkisini de müşahede etmekteyiz. Dolayısıyla hem ilk kaynak olan Kur’ân-ı Kerîm’i konu alan tefsir ilminin, hem tedviniyle diğer İslamî ilimlerin gelişmesine zemin hazırlayan hadis ilminin, fıkıh ve kelam ilminin gelişim aşamalarının, birbiriyle ne kadar alakalı olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum,  İslamî ilimlerin teşekkül tarihini birlikte okumanın bilginin bütünlüğü açısından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. 


0 Yorum - Yorum Yaz


Hadis usulü

Terim olarak Sünne Hz. Peygamber’in hayatında izlediği yol, hareket tarzları ve yaşama halleridir. Sünne Allah Resulünün dünya görüşünü yansıtıyor. Yani sünne, Allahın kitabının Hz. Peygamber tarafından yapılan şerhidir.

Hadisler de bu şerhin yazılı vesikasıdır. İslam alimleri Hz. Peygamberin bu  sünnesini üç kısımda tasnif etmişler. Kavli sünnet, Fiili sünnet, Takriri Sünnet.

         Vahyin başlaması ile İslamın iki esasından biri olan sünne,  Peygamber’in  en yakın dostları olan sahabe tarafından tam bir dikkat ve incelikle korunmuş, bazen ezber, bazen de yazı yolu ile Tabiuna aktarılmıştır. Bu nesil, sahabe ile görüşerek hadis topladıkları ve bir sıra kısımda  taksim ettikleri, bu hadisleri müzakere ederek hem öz aralarında hem de sonraki nesle ulaştırmak suretiyle hadislerin kaybolmamasını sağladıkları için hadis tarihinde mühim değere sahiptirler. Tabiun, sahabeden sonra, hayatlarını ilim ve medeniyet yoluna vakf etmiş ikinci nesildir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi İslami ilimlerin çoğunun onların döneminde ortaya çıkıp sistemleşmeye başlaması, onların ilme verdikleri değerin ve bununla ilgili çok çalışdıklarının sübutudur.

         Bazı ayetlerin sahih veya kamil şekilde anlaşılması için rivayetlere müracaat etmek bir zarurettir. Kur’anın bazı yerlerde beyanı genel ve oldukça kısaltılmış şekildedir. Aynı şekilde bazı yerlerde ayetlerin sebeb’i-nüzulü rivayetlerde beyan edilmiştir ve sebeb’i-nüzulü anlamada en güvenilir kaynak da rivayetlerdir. Rivayetlerin senedini incelemenin ve onları (mütevatir, zayıf, Mürsel vb. gibi) bölümlere ayırmanın, böylece muteber olup olmadığını teşhis etmenin ancak Hadis usulü ile mümkün olduğu görülmektedir.

Tefsir Usulü

Usul bir şeyin kökü, temeli anlamına gelen “asl” kelimesinin çoğuludur. Bir şeyin üzerinde dayandığı şeye onun aslı denir. Her ilmin üzerine oturtulduğu kanunlara usul denilmektedir. Tefsir usulünden maksat Kuran ayetlerinin manalarının izah olunması için tabi tutulan kurallardır. Tefsir usulü ile ilgili ilk kavramlar Hz. Peygamber döneminde ortaya çıkmıştır.

         Tefsir usulüne ihtiyaç duyulmasının sebeplerinden birisi beşer ilminin zafiyetidir. Kuranı anlamak çeşitli malumata sahip olmayı gerektirmekte ve bunların her birinden yoksun olmak Kuran ayet ve ibarelerinden Allahın maksadını anlamayı zorluğa sokar. Bu da tefsir usulünü ve tefsiri kaçınılmaz kılar. Bilgiden yoksun olmak bazen kelimelerin manasıyla bazen de Kuran İlimleri ile de ilgilidir.

Bizimle Peygamber dönemi arasındaki uzun zaman mesafesi bazı kelimelerde ibhama yol açmıştır. Sahabe asrında Kuranın nüzul zamanına yakın olunması nedeniyle pek çok bakımdan tefsire ihtiyaç azdı ve Kurandakı manaları ilk bakışta anlamak tefsire olan ihtiyacı azaltıyordu, bunun beraberinde tefsir tarihi döneminde bazı sahabilerin Kurandakı bir kısım kelimelerin anlamına vakıf olmadıkları da bilinmektedir. Sahabe döneminde tefsirde önde gelenlere Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ubeyy b. Kab ve diğerlerini misal göstermek mümkündür. Bunların isminin zikr edilme sebebi hem tefsirde kendilerine has ekolün kurucusu hem de tefsirle ilgili rivayet sayısıdır.Tabiinden bir grup, Kuranın manalarını anlama ve onu tefsir etmeye niyetlenmiş, sahabi müfessirlerden yararlanarak ve kendi ilmi çabaları , tefekkürleriyle Kurandaki manaların bir bölümünü açıklamış ve Kuran-ı Kerimin müfessirlerinden sayılmıştır. Bunların bir kesiminin Kuranı tefsir sahasında telifi de vardır. Ama eserlerinin çoğu ortadan kalkmış veya elimize ulaşmamıştır. Tefsir kitaplarında onların tefsire ilişkin çok sayıda rivayet ve görüşü nakledilmiştir. Onlara ait tefsir rivayetleri ve görüşler tefsirin kaynaklarından biridir ve Kuran ayetlerinin tefsirinde onlardan yararlanılabilir. Tefsirde ün bulmuş müfessir tabiunlar bunlardır: Mücahid b. Cebr Mekki, Said b. Cübeyr, Said b. Müseyyeb, İkrime, Katade b. Diame, Ata, Hasan Basri, Zeyd b. Eslem Adevi, Muhammed b. Kab Kurazi ve b.

Fıkıh Usulü

         Bu ilim, fıkıh ilmine girişte lazım olan ön bilgileri ihtiva eden bir ilimdir. Şeri hükümleri elde etmek yolundakullanılan kaidelerden söz ediyor.

         Usul-ü fıkıh, usül alimlerinin bölümlendirmesine göre dört bölümdeki konulardan oluşmaktadır: Lafızlar, akl-i mukaddimeler, hüccet bahisleri ve usul-u ameliye.

         Elbette usul meseleleri ve bahislerinin tümünün tefsirde kullanım alanı yoktur. Fakat ona ait temel bahislerin önemli bir bölümü olan başta vaz ve bölümleri, delalet türleri, hakikat ve mecaz alametleri, lafzi ve manevi müşterek konusu, lafzın birden fazla manada kullanılması, Kuranın batınları ve ona ait lafızlarla ilgili:emir, nehiy, umum-husus, mutlak-mukayyet, mücmel-mübeyyen gibi bahisler, haberi-vahidin ve dilbilimcinin sözünün delil olması, icma, tercihler gibi hüccet mevzusunun genel konularından tefsirde faydalanılır. Bunların, ayetlerin manası ve Yüce Allahın maksadının doğru şekilde anlaşılmasında çok etkin rolü vardır.

Müfessirler Kuranda hükümlerle ilgili ayetlerin sayısını 150, 500, 864 ve hatta 1000-e kadar çıkarmışlar. Kuran bu hükümlerin beyanında çok genel ve özetle söz etmiştir. Bununla birlikte fakihler fıkıh ilminde bu ayetleri ele almış ve onlara istidlal etmişler. Dolayısıyla fıkıh ilmini bilmek ve ayetlere ne şekilde istidlal edildiğine aşina olmak, bu gruptaki ayetlerin doğru şekilde anlaşılmasına zemin oluşturduğundan bir zerurettir.  

         Aynı şekilde dört fıkhi delile istinaden kesinlik kazanmış şeri hükümlerden istifade etmek suretiyle bunu, kesin fıkhi hükümlerle zahiri manası çelişen ayetlerde bir karine olarak kullanmak ve böylece Allahın maksadını anlamak mümkündür.

         Kaynakça

1.     Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü (şekil ve örneklerle), Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı, İstanbul, 2016

2.     Prof. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı, İstanbul, 2011

3.     Prof. Dr. Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İstanbul, 2011

         


0 Yorum - Yorum Yaz

Abdulrahim şerif    20.12.2017

الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على سيدنا محمد وعلى آله وصحبه وسلم أما بعد:

اعتاد أهل العلم قبل الحديث والخوض في أحد العلوم أن يبينوا ويعرّفوا معنى كلماته الأساسية وبما أن العلوم

الثلاثة (أصول التفسير وأصول الفقه وأصول الحديث) التي سنتكلم عنها تبدأ بالكلمة نفسها وهي

 (أصول) فسأعرف كلمة أصول 

أصول: جمع أصل والأصل في اللغة العربية يعني الأساس والأصل أيضاً هو ما يبنى عليه غير.

فأصول التفسير هو المنهاج الذي يحد ويبين الطريق  الذي يلتزمه المفسر في تفسير الآيات الكريمة.

وكذلك عرّف المحدثون علم أصول الحديث بأنه مجموعة القواعد التي يعرف بها حال الراوي والمروي من

حيث القبول والرد.

وكذلك أصول الفقه فهو كل ما يتعلق بالمنهاج الذي يُرسم للفقيه ليتقيد به في استنباط الأحكام الشرعية

مما سبق يتبين لنا أن موضوع هذه العلوم الثلاثة هوالقواعد التي تبين للعالم الآلية والمنهاج الذي يجب أن 

يسير وفقه  حيث إن هذه القواعد تمكنه من البحث في العلم الذي أراده سواءً المفسر أم المحدث أم الفقيه وإذا

ما خرج العالم عن هذه القواعد المرسومة أصبح بحثه محلّ نظر إذا لم نقل مردود فالقواعد هذه ليست قواعد

ارتجالية ليس لها أصل على أرض الواقع وإنما هي حالة طبيعة لما يجب على الباحث في هذه العلوم أن

يسير عليها فجميع العلماء الذين بحثوا وكتبوا في هذه العلوم ساروا عليها .

فالقواعد التي  يوجب  معرفتها علم  أصول التفسير 

-         النزول: يجب أن يعلم المفسر  المكي من المدني وأسباب النزول وأول ما نزل وآخر ما نزل.

-          السند: حالة سند الرواية أو القراءة إما متواترة أو آحاد أو شاذة معرفة الرواة والحفاظ.

-         الأداء: ويقصد به قراءة القرآن فيجب معرفة أماكن الوقف والابتداء والإمالة والمد والتجويد

-         الألفاظ: فعلى عالم التفسير أن يكون ملماً بلغة القرآن الكريم فيجب أن يعلم الغريب والمعرب و المجاز والمشترك والمترادف والاستعارة و التشبيه.

-          المعاني المتعلقة بالأحكام كالناسخ والمنسوخ  والعام والخاص والمطلق والمقيد.

ويتقاطع علم أصول التفسير مع علم أصول الفقه في هذه النقطة المعاني المتعلقة بالأحكام ويتقاطع مع علم

أصول الحديث في السند  حيث إن علم أصول الحديث يبحث  حال الراوي والمروي  من حيث القبول والرد

ويبين الحديث المعل من السليم والضعيف من الصحيح والموقوف من المرفوع والمقبول من المردود

 كما تناولوا طرق تحمل الأداء ومباحث الجرح والتعديل وشروط الجارح والمعدل ومراتب الجرح والتعديل 

ومعرفة الرواة و أوطانهم وتمييز الثقات من الضعفاء وغير ذلك .

وجعلوا كل مسألة من هذه المسائل أو كل بحث نوعاً من علوم الحديث لهذا كانت علوم الحديث كثيرة جداً

وأوصل بعض العلماء أنواع علوم مصطلح الحديث إلى مئة نوع وذكر  ابن الصلاح من أنواع علوم

الحديث خمسة  وستين نوعاً .

هذا ويطلق علماء الحديث اسم مصطلح الحديث أو علوم الحديث أو أصول الحديث على مسمى واحد وهو

علم  الحديث درايةً

أما أصول الفقه فموضوعه معرفة الأدلة الشرعية ومراتبها وأحوالها ومصادر علم أصول الفقه

 - نصوص القرآن الكريم وقبل الأخذ من القرآن الكريم على عالم أصول الفقه أن يكون عالماً بأصول التفسير   

- صحيح السنة وكذلك يجب أن يكون على دراية في أصول الحديث قبل أخذه من الأحاديث 

وهنا يجب الانتباه إلى أهمية الاطلاع على لغة القرآن والسنة وأن يكون الأصولي عالماً بها.

- الإجماع     - آثار الصحابة    - القياس 

ومن ثم يأتي الاستحسان والعرف المعتبر والمصالح المرسلة وسد الذرائع والاستصحاب وشرع ما قبلنا 

فعالم أصول الفقه إذا ما أراد أن يبحث في قضية فقهية أو أراد أن يأصل مسألة فقهية ومعنى تأصيل المسألة

الفقهية يعني إرجاعا إلى مصادرها الرئيسة من الشريعة الإسلامية و إدراجها تحت أحد منها فينظر إلى

المسألة هل لها دليل من كتاب الله وسنة رسول الله و إلا ينتقل إلى الإجماع وآثار الصحابة ومن ثَمَّ إلى

القياس والاستحسان وبعدها إلى باقي المصادر الشريعة الإسلامية .

وإذا أردنا أن تحدث عن الناحية التاريخية لهذه العلوم الثلاثة فإن الصحابة عملوا بها فعلى سبيل المثال يذكر

علماء أصول الفقه عن اجتهادات الصحابة لأمر رسول الله صلى الله عليه وسلم والرسول بين ظهرانهم فاجتهدوا في تفسير

 النصوص وفقاً لقواعد اصول الفقه كقوله صلى الله عليه وسلم لا يصلين العصر أحدكم إلا في بني قريظة فبعض الصحابة

فوّت صلاة العصر واستمر بالمسير الى بني قريظة والبعض صلى العصر وهو في طريقه إلى بني قريظة

والرسول صلى الله عليه وسلم لم يخطّئ هذا  ولم يخطّئ ذاك.

أما أصول الحديث فقد اتبع الصحابة والتابعين قواعد علمية في قبول الأخبار من غير أن ينصوا على كثير

من تلك القواعد ثم جاء أهل العلم من بعدهم فاستنبطوا تلك القواعد من مناهجهم في قبول الأخبار ومعرفة

الرواة الذين يعتد بروايتهم أولا يعتد بها كما استنبطوا شروط الرواية وطرقها وقواعد الجرح والتعديل وكل

ما يلحق بذلك فقد لازم نشوء علم أصول الحديث نقل الحديث وروايته وهذا أمر طبيعي فما دام هنالك نقل

للحديث لابد من وجود منهاج وطريق لذلك النقل ثم ما لبثت علوم الحديث أن تكاملت وأصبحت علماً مستقلاً

له شأنه بين العلوم الإسلامية .

أما أصول التفسير فترجع نشأته إلى نشأة التفسير وقواعده وهو اللحظات الأولى لنزول القرآن الكريم فقد كان جميع الصحابة يرجعون إلى النبي صلى الله عليه وسلم في تفسير ما غمض  وتوضيح ما صعب عليهم فهمه وإدراكه

فيبين لهم معاني القرآن الكريم كما يبين ألفاظه.

وفي عهد الصحابة رضي الله عنهم وهم العرب الين نزل القرآن بلغتهم ولديهم  سنة رسول الله صلى الله عليه وسلم

المبينة  عن الله تعالى ما أراد وكان من سليقتهم العربية ومعرفتهم لأسباب النزول وطبيعة الحال التي نزل

 فيها الوحي وإدراكهم لأسرار القرآن الكريم بما عرفوا من النبي صلى الله عليه وسلم  ومن لغتهم ما أغناهم عن وضع قواعد

 لتفسير  القرآن الكريم. إنما كانت الأصول والقواعد  والضوابط توضع لتكون موازين ضبط للفهم والإدراك

 منعاً للانحراف والصحابة لم يحتاجوا لهذا.

وفي أواخر عهد بني أمية كانت الخطوات الأولى للتدوين والتصنيف حيث دونت السنة النبوية وهي تضم

بين جنباتها تفسير القرآن الكريم ومناهج تفسيره ثم سرعان ما اتجه العلماء لفصل العلوم عن بعضها فأصبح

للتفسير مصنفاته وعلماؤه.

ويمكننا أنّ نشير إلى ما فعله الإمام الشافعي رحمه الله تعالى في إخراجه كتاب الرسالة التي تعتبر أول

 إخراج علمي في علم أصول الفقه وقواعد التفسير حيث تحدث فيها عن الكتاب والسنة وعن مراتب البيان

كما تحدث فيها عن الناسخ والمنسوخ والعموم والخصوص والمجمل والمفصل والأمر والنهي وهذه كلها

علوم مشتركة بين أصول الفقه وأصول التفسير .

 

المصادر:

1-    أصول التفسير خالد العك

2-    أصول الحديث محمد عجاج الخطيب

3-    أصول الفقه محمد أبو زهرة

4-    رسالة في أصول التفسير للسيوطي


0 Yorum - Yorum Yaz

usul mütalaa    22.12.2017

Fatih BUBA

16912744

 

Bu yazımızda Tefsir, Hadis ve Fıkıh usulü kitaplarının mukayeseli okumasında ortaya çıkanları tespite çalışıyoruz. Tefsir Usulü olarak İFAV yayınlarında çıkan Muhsin Demirci’nin, Hadis Usulü olarak İFAV yayınlarında çıkan Ahmet Yücel’in, Fıkıh usulünde TDV yayınlarında çıkan Zekiyyüddin Şa’ban’ın ilgili eserlerini esas alarak bu çalışmamızı gerçekleştirdik. Tarihlerini mukayeseli okuduğumuz yazımızda ilk asırlarda çalışmalarda enterdisipliner bir yöntem olduğunu görmüştük. Dolayısıyla burada yapacağımız tespitlerin ve sonuçların sayılan çağdaş usullerden yola çıkarak yapıldığı unutulmamalı. Burada usul kitaplarımızı diyeceğimiz yerlerde yukarıda zikrettiğimiz üç kitabı kastetmiş olacağız. Yoksa ilk dönemlerdeki çalışmalar ele alınsaydı şüphesiz sonuç başka olurdu. Nitekim ilk dönemdeki çeşitlilik herkesin hayranlığına sebep olacak bir orijinallik taşır.  İlk bölümde ortak kavramlar üzerinde duracağız, ikinci bölümde ise müstakil kullanımlardan bahsedeceğiz.

I)                    Ortak kavramlar.

 

A)     A) Kaynaklar ve Tarih.

Ele aldığımız usullerin hepsinde ilk dönemlere atıflar ve ilk kaynaklara işaret bulunmaktadır. Mesela Şa’ban’ın fıkıh usulünde hanefiyye ve mütekellim metotları zikredildikten sonra, metotlara uygun olarak yazılan ilk eserlerden bahsedilmiştir. Burada Şafii ve eserinden bahsediliyor. Bu bahis Ahmet Yücel’in usulünde de yer alacaktır. Kendisi de ilk üç asırda yazılan eserlerden bahseder.  Tefsir usulü kitabımızda ise asli ve tali kaynaklar şeklinde bir tasnife rastlamaktayız. Bütün bunlar şunları göstermektedir, her disiplinde ki temel referanslar zikrediliyor ve bazı müellifler eserleriyle farklı disiplinlerde yer alabiliyorlar.

B)     B) Yakın anlamlar.

Bazı kavramların farklı disiplinlerde aynı veya farklı anlamlarda kullanıldığını gözlemlemekteyiz. Gerçi, bazı kavramların aynı disiplin altında farklı yorumlandıkları da vakidir. Mesela sıhhat/sahih kavramlarının fıkıh veya hadiste kullanımlarına göre anlamları itibariyle nüanslı olacaklardır. Başka bir gerçekte bazı kavramlardaki yöntemsel benzerliktir. Mesela Tefsirde nasıl sebeb-i nüzul varsa, Hadiste sebeb-i  vurud vardır.  Şüphesiz örnekleri çoğaltmak mümkündür, biz bu örneklerin bir kısmını yazımızın akışında vermeyi düşünüyoruz.

C)     C)  Nasih- Mensuh örneğinde yaklaşımlar.

Esas aldığımız kitaplarda Nasih-Mensuhun farklı bakış açılarıyla işlendiklerini görüyoruz. Fıkıh usulü kitabında nasih-mensuh  bilmenin önemi vurgulanıyor ama yokluğu sorgulanmıyor yani var kabul ediliyor. Ardından neyin neyi nesh ettiği tartışılıyor ve tahsisten bahsediliyor.  Hadis usulündeki kullanımına gelince o muhtelifü’l-hadisteki çelişkileri çözmek için bir malzemedir.Tefsir usulünde ise neshi kabul eden ve edilmeyenlerin delilleri sunulmaktadır. Buna ayetlerle örnekler de verilmektedir. Yine tahsis ve şartları tartışılmaktadır. Bu da meselenin Kur’an araştırmaları açısından daha önemli bir konu olduğunu gösterir niteliktedir. Burada şunu da fark ediyoruz, çağdaş usullerin bir eksiği meseleyi bütünlüğü içerisinde alamamaktır.

 

II)                  Müstakil kullanımlar

A)     A) Esbab-ı Nüzul

Fıkıh ve Hadis usullerinde Esbab-ı nüzul’e verilen yer gerçekten çok az. Halbuki bu disiplin sonuna kadar Hadis usulündeki mekanızmaları kullanır ve tefsirde tartışılan bir konudur. Bunu burada açıklamamızın bir sebebi de bağlamın diğer disiplinlerde bazen göz ardı edildiği gerçeğini vurgulamaktır.

B)     B) Hükümler

Tefsir ve Hadis usulü kitaplarımızda hükümler bahsinin olmaması dikkatimizi çekmiştir. Vacip, mendup, ibaha gibi kavramların fıkıhla ilgili olduğu bir gerçek olmakla birlikte kısaca yer verilmesinde bir zarar olmazdı.

C)     C) Vahiy

Vahyin ne olup olmadığı, nasıl bir fenomendir meselesinin tefsir usulünden başka bir usulde bu meseleye rastlayamadık. Halbuki neyin vahiy olup olmadığı konusu incelemek bize gelen haberlerin mahiyetleri hakkında konuşmak için ek bir malzeme olabilir.

D)    D)  Cerh ve ta’dil

Cerh ve ta’dil konusu sadece hadis usulünde ele alınıyor, halbuki bütün disiplinleri ilgilendiren bir meseledir. Bu sıhhat meselesi göz önünde bulundurulması gereken en mühim meselelerdendir.

 

Sonuç :Çağdaş usul kitapları onlardan önceki usul kitaplarının bir derlenmiş versiyonu  olmanın ötesine geçip iç içe olan konuları birbirinden ayrı bir şekilde ele almamalıdırlar. Nitekim klasik dönemindeki bütünlük perspektifinin ele aldığımız çağdaş çalışmalarda ancak kısmen yer aldığını görüyoruz.
0 Yorum - Yorum Yaz

mirac cem yardımedici    25.12.2017

 Usul-u Fıkıh

Fıkhın kaynaklarını ve bunlardan hüküm çıkarma yöntemlerini inceleyen bilim dalı. Sözlükte “kök, esas, kaide” anlamındaki asl kelimesinin çoğulu usûlün fıkh kelimesine izâfe edilmesiyle oluşturulan ve temel İslâmî ilimlerden biri olan usûlü’l-fıkh “icmâlî delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek” şeklinde tanımlanır.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir yandan vahyin kesilmesi dolayısıyla yeni şer‘î-amelî meselelerle ilgili ictihadların vahyin denetiminden geçme imkânının kalmaması, diğer yandan müslümanların yeni kültür ve medeniyet çevreleriyle bir arada yaşamak durumunda kalmaları sebebiyle dinî-hukukî alanla ilgili amelî meselelerde nitelik ve nicelik yönünden büyük artış ve çeşitlilik meydana gelmesi ictihad faaliyetinin yeni bir ivme kazanmasını kaçınılmaz kılmıştır.

Tâbiîn döneminde durum değişmiş, entelektüel odak noktaları belirginleşmeye başlamıştı. Dinî meselelerle ilgili kaynak ve yöntem bilgisi konusunda sahâbe devrinde oluşmaya başlayan farklı anlayış ve eğilimleri belirtmek için “ehl-i Hicâz” ve “ehl-i Irâk” şeklindeki coğrafî adlandırma yanında “ehl-i eser” ve “ehl-i re’y” şeklinde soyut bir anlatıma yönelme ekolleşme sürecinin hızlandığının açık bir göstergesiydi.

Başlangıçtan itibaren fıkhî meseleleri çözüme bağlarken dayanılacak iki ana kaynağın Kur’ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamber’in sünneti olduğu hususunda görüş ayrılığı bulunmamakla beraber bu çerçevede ortaya konan çabalar bakımından sünnet malzemesinin sıhhati meselesi özel bir önem taşıyordu. Zira Kur’an’ın Resûl-i Ekrem’in sağlığında yazıya geçirilmesi, Hz. Ebû Bekir döneminde bir heyet tarafından mushaf şekline getirilmesi ve Hz. Osman devrinde yine bir heyet tarafından Resûlullah’tan işitilen okunuş biçimlerine (kıraat) imkân verecek, böyle olmayanları ayıklayacak mushaf çoğaltma çalışmasının gerçekleştirilmesi ve bütün bölgelerde İslâm ümmetinin üzerinde birleştiği mushafların esas alınmasıyla bu kaynakla ilgili ciddi ihtilâflar yaşanması önlenmişti. Sünnetin tesbiti ve tedvîni ise geniş zamana yayıldığından Hz. Peygamber’e nisbet edilen söz ve uygulamalara ilişkin rivayetlerin sağlamlığı konusu fıkhî hükümlerin kaynakları açısından önemli bir sorun teşkil ediyordu. Medine’de yaşayan sahâbe âlimleri, Resûl-i Ekrem’e atfen yapılan rivayetlerin tereddüt uyandırması halinde bunların kabulü konusunda belirli kriterlere göre ayıklama yapmakla beraber hadis uydurma hareketinin de etkisiyle, Resûlullah’ın yaşadığı Hicaz bölgesinin uzağında kalan Irak bölgesindeki âlimlerin hadis rivayetlerine karşı daha temkinli davranması bu konuda özel bir tavrın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Başından beri İslâm muhitinde Kur’an ve Sünnet bağlayıcı kaynak kabul edilse de fıkıh ilminin teşekkül döneminde müctehidlerin bu kaynakları anlama çabası yanında ikinci kaynağın sıhhatiyle ilgili sorgulamalara da yoğunlaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu arada kaynak sınırlaması çerçevesinde sahâbî kavil ve tatbikatının da özel bir önem taşıdığını belirtmek gerekir.


İctihadda belirli fıkhî telakkilerin ve metotların benimsendiğinin açıklanması bir yandan akademik düzeyde safların belirginleşmesine yol açarken diğer yandan geniş kitlelerin dinî ve hukukî hayatını düzenli ve istikrarlı biçimde sürdürebilmesinin teminatını oluşturuyordu. Böylece sözü edilen entelektüel odak noktaları etrafında meydana gelen kümeleşmeler, mensubiyet duygu ve düşüncesinin de etkisiyle belirli bir fakihe nisbetle anılmaya başlandı. Bu da fıkıh mezheplerinin teşekkülü demekti.


Usûl-i Fıkıh Yazımında Temel Eğilimler. Bazı kaynaklarda, II. (VIII.) yüzyılda bilhassa Hanefî mezhebi imamlarınca fıkıh usulü kitaplarının veya bazı usul meselelerine dair risâlelerin kaleme alındığına dair ifadeler yer alsa da günümüze ulaşan ilk fıkıh usulü eseri Şâfiî’nin er-Risâle’sidir. Bu eserin önemli bir bölümü sünnetin ve bilhassa haber-i vâhidin dinî bilgi kaynağı olduğunun ispatına ayrılmış, bunun yanında beyan, icmâ, kıyas, istihsan gibi usul bahisleri ele alınmıştır.

) Fukaha Metodu. Fıkıh usulünü bir mezhebe sıkı biçimde bağlı ve fürû hükümleriyle doğrudan irtibatlı şekilde ele alan, kuralları belirlemede tümevarıma ağırlık veren fukaha metodu en çok Hanefîler’le özdeşleştirilir. Kerhî’ye ait er-Risâle fi’l-uśûl, Hanefî âlimlerinden günümüze ulaşan usule dair ilk çalışma olarak zikredilse de eser bazı genel kaideler içeren bir risâleden ibarettir. Hanefî usulünün ilk kapsamlı örneği Cessâs’ın el-Fuśûl fi’l-uśûl (Uśûlü’l-fıķh) adlı eseridir ve fukaha metodunun kurucu metinlerinden biri kabul edilir. 

) Mütekellimîn Metodu. Usul konularıyla kelâm ilke ve mezhepleri arasında ilgi kurma özelliğiyle öne çıktığı için bu isimle anılan ve tümdengelime ağırlık veren mütekellimîn metoduna göre fıkıh usulü eserlerinin kaleme alınmasındaki en önemli etkenlerden biri, bunların yazıldığı dönemde İslâm ilim çevrelerinin hâkim çoğunluğunu oluşturan ehl-i hadîs ile Eş‘arîler tarafından Mu‘tezile’nin sapkın bir ekol sayılarak dışlanması, Sünnî ilkelerin büyük ölçüde tesbit edilmesi ve buna bağlı olarak birçoğu kelâm ilkeleriyle yakından alâkalı olan fıkıh usulü ilkelerinin gözden geçirilmesine gerek duyulmasıdır. Bu dönemde Hanefîler’ce -Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin vefatından iki yüzyıl sonra- Mâtürîdîliğin inşa edilmesi de bu gerekliliğin bir sonucudur. Esasen fıkıh usulü eserlerinin fıkıh veya kelâm mezheplerine bağlı olarak yazılması birbirini dışlayan değil genellikle beraber bulunan iki olgudur.

Müteahhirîn Dönemi Yazım Metodu. VI. (XII.) ve özellikle VII. (XIII.) asırdan itibaren usul kitaplarının fıkıh ve kelâm mezhepleriyle ilgisi belli ölçüde devam etmekle birlikte kelâm ilminin felsefîleşmesine paralel şekilde, giderek felsefî ve mantıkî kavram ve düşünce unsurları usul eserlerinde ağırlık kazanmaya başlamış, İslâm düşüncesinde teorik alanlar için ortak bir ilim dili olarak geliştirilen felsefe-mantık dili fıkıh usulü kitaplarının da yazım dili haline gelmiştir.

Ca‘feriyye’nin fıkıh usulü alanında diğer mezheplerden farklı yaklaşımlarının en önemlisi mâsum imam anlayışına bağlı olarak delil tasavvurunda kendini gösterir. Ca‘ferî usulünün tarih boyunca Mu‘tezilî ve Sünnî usulünde geliştirilen kavram ve düşüncelerle etkileşim içinde bulunduğu, bunun yanı sıra deliller ve fıkhî hükümlerin elde ediliş metotları hususunda kendine mahsus farklılıkları ilgili eserlerde yansıttığı söylenebilir.


XX. yüzyılın başlarından itibaren bazı yönleriyle klasik tarzdan farklılaşan modern bir fıkıh usulü yazımının başladığı görülür. Muhammed el-Hudarî’nin Uśûlü’l-fıķh adlı kitabının öncülük ettiği bu tarzdaki eserlerin genel özellikleri klasik metinlerdeki bol terimli yoğun üslûbu basitleştirmek, delillere ve metotlara dair farklı usul ekollerinin anlayış ve kabullerini kaynaştırıp birleştirmek, geniş tartışmalara fazla dalmadan usul ilminin temel meselelerini genel bir çerçeve içinde sunmaktır.

İctihad bahislerinin usûl-i fıkıh içerisinde müstakil bir yere sahip bulunduğunu kabul edenler yanında bunun tamamlayıcı, ikincil öneme sahip bir bahis olduğunu söyleyenler de vardır. Muahhar dönemde bu ikinci eğilimin hâkim duruma geldiği söylenebilir. Bu eğilimi benimseyen âlimlerin bir kısmı konuyu kıyas bahsinin bir tamamlayıcısı şeklinde ele almış, bir kısmı da eserlerinin hâtime bölümlerinde yer vermiştir. Taklid bahsiyle ilgili olarak da taklidin ictihadın mukabili olduğu için mi, yoksa müctehidin delillerden hüküm çıkarması gibi mukallit de müctehidin sözünden hüküm elde ettiği için mi bu ilim içerisinde yer aldığı tartışma konusudur ve âlimlerin genel kanaatine göre birincisi daha doğrudur.


İlimler Arasındaki Yeri. Fıkıh usulü birçok ilmin sonuçlarından yararlandığı için İslâm âlimleri tarafından değişik açılardan yapılan ilimlerle ilgili bazı tasniflerinin kesişim alanlarında yer alır ve bu yönü onu diğer birçok ilimden farklı kılan özellikler arasında sayılır. Meselâ bu tasniflerin en meşhuru olan, ilimlerin kaynağını ve elde ediliş yollarını esas alan aklî-naklî ayırımı içindeki durumu böyledir. Gazzâlî’nin ifade ettiği, sonraki birçok usulcü tarafından benimsenen yaklaşıma göre diğer İslâmî ilimlerin genellikle tek taraflı olmasına mukabil fıkıh usulü hem aklî hem naklî ilkeleri bünyesinde toplamış, naklî yönü de bulunan aklî bir ilimdir. Yine ilimlerden beklenen amaçları esas alan nazarî-amelî ilim ayırımı açısından bakıldığında fıkıh usulünün amelî netice vermesi beklenen nazarî bir ilim olduğu görülür. İlimlerin -bizzat gaye olup olmama esasına dayanan- âlî-âlî (عالي - آلي) şeklindeki taksimine göre bazı âlimler fıkıh usulünü fıkhî sonuçlar veren bir alet ilmi, bazıları ise şer‘î ilimlerin en ileri noktası şeklinde değerlendirmiş; bir alet ilmi olarak görenler onun daha çok fıkhî hükümler elde etme amacını vurgulamış, böylece metodolojik açıdan fıkha temel teşkil etmesine rağmen amaç yönünden tâbi bir ilim konumunda bulunduğunu düşünmüşlerdir. Özellikle İslâm dininin geniş coğrafyalara yayıldığı ve müslümanların diğer medeniyetlerin birikimiyle karşılaştığı zamanlarda daha da önem kazanan, İslâm muhitinin kendi ürünü olup olmama esasına dayanan şer‘î-felsefî (yabancı) ilimler ayırımı bakımından fıkıh usulünün şer‘î ilimlerin en önemlileri arasında yer aldığı kabul edilir. Ancak zamanla felsefî kavram, metot ve yaklaşımlardan yoğun biçimde etkilenip yapı açısından bir dönüşüm geçirdiği dikkate alınarak felsefî / felsefîleşmiş bir şer‘î ilim olduğu da söylenebilir.


Usûl-i Fıkha Yöneltilen Eleştiriler. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’daki gelişmeler karşısında İslâm dünyasının zayıf duruma düşmesinin sebepleri üzerine yoğunlaşan müslüman aydınların bir kısmı genellikle İslâmî ilimler tasavvuruna, özellikle de klasik fıkıh ve usul anlayışına eleştiriler yöneltmiş, asırlar boyunca müslüman âlimlerin lafızlarla ve kelâmî ayrıntılarla uğraşıp şeriatla insan hayatı arasındaki sıkı ilişkiyi ve şeriatın maksatlarını ihmal ettiklerini söylemiştir. Aynı yüzyılın sonlarından itibaren bütün unsurlarıyla birlikte modernleşmenin müslüman ülkeler üzerindeki siyasal, ekonomik ve entelektüel etkisine paralel olarak İslâm düşüncesi, İslâmî ilimler ve bu arada fıkıh usulü hakkında farklı ve yeni düşünceler, eleştiriler ortaya konmuştur. İslâmî ilimlerin ve bilhassa fıkhın yeniden yapılandırılması ve modernleştirilmesi (tecdid, inşâ ve ihyâ) projesinde teorik açıdan ana işlev fıkıh usulüne verilmiş, bu ilimlerin metodolojik temeli olan fıkıh usulünün bazı unsurlarının yenilenmesi veya değiştirilmesi durumunda yeni ve çağdaş bir fıkıh üretmenin mümkün hale geleceği varsayımına dayanan yeni fıkıh usulü söylemleri sıkça dile getirilmiş, bu açıdan ictihadın işlevsel duruma getirilmesi özel önem taşıdığından mezhepleri ve mezhep bağlılığını bir yana bırakıp mezhepler arası geçişleri ve telfiki esas alan bir yaklaşım güç kazanmıştır.

 Usul-u Tefsir

Tefsir usûlü'ne ilişkin ilk eserler, ilk önce tefsirlerin mukaddimeleri şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşerek ulaşabildiğimiz kadarıyla H. III. asırda kaleme alınmış olmalıdır. Aynı zamanda meşhur bir mutasavvıf olan Hâris el-Muhâsibî (ö.243/857)'nin "el-Akl ve Fehmu'l Kur'ân" adlı eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma olarak takdim edilmektedir. Daha sonraları Ali İbn İbrahim el-Hûfi (ö.430/1038) tarafından kaleme alınan "el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına bu sahadaki ilk eserdir diyenler de vardır.

. Kur’an’ı doğru anlamak ve tefsir etmek için en önemli şart, onun Allah kelâmı olduğunu ve kendisine özgü bir yapısının bulunduğunu kabul etmektir. Kur’an’a beşer kelâmı gibi yaklaşma onu anlamanın ve doğru tefsir etmenin önündeki en önemli engeldir. Allah Kur’an’ı, vasıfları yine bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de ortaya konan müttakiler için hidayet rehberi olarak göndermiştir (meselâ bk. el-Bakara 2/2-4; Âl-i İmrân 3/138; el-Mâide 5/15-16; en-Nahl 16/102; Fussılet 41/44). Takvâ ise insanın kalbinde Allah, melek, kitap, peygamber, kader ve âhiret inancı ile kökleşir. Bunlara ve diğer hususlara inanmayan kişinin Kur’an tefsirindeki nasibi sınırlıdır. Nitekim bir âyette, “Allah’ın âyetlerine iman etmeyenleri Allah hidayete erdirmez; onlar için acıklı bir azap vardır” buyurulurken (en-Nahl 16/104) bir başka âyette kâfirin Kur’an karşısındaki durumu sağırlık ve körlük olarak tasvir edilir: “Eğer biz Kur’an’ı Arapça dışında bir dille gönderseydik derlerdi ki: ‘Keşke onun âyetleri -Araplar’ın anlayacağı şekilde- ayrıntılı biçimde açıklansaydı! Dil yabancı, muhatap Arap! Böyle şey olur mu?’ De ki: Kur’an iman edenler için hidayet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin kulaklarında ağırlıklar vardır. Kur’an onlar için bir körlüktür (onlara kapalı gelir) (Fussılet 41/44). Süfyân b. Uyeyne, “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştırırım. O kibirlenenler her türlü mûcizeyi görseler bile yine onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler o yolu tutmazlar; fakat sapıklık yolunu görseler o yola girerler. Öyle! Çünkü onlar âyetlerimizi yalan saymayı âdet haline getirmiş ve onlardan gafil olagelmiştir” meâlindeki âyette (el-A‘râf 7/146) yer alan, “Âyetlerimden uzaklaştırırım” ifadesini, “Onlardan Kur’an’ı anlama yeteneğini çeker alırım” şeklinde yorumlamıştır. Dolayısıyla Allah’a ve Kur’an’a inanmayan kimseler ya da müslüman olmasına rağmen İslâm dışı bir hayat yaşayanlar Kur’an’ın derinliğine inemez, Kur’an’ın sırlarını keşfedemezler (Zerkeşî, I, 97-99; Süyûtî, II, 1212-1213). Kur’an’ı tefsir etme niyeti taşıyan kişi için öngörülen ibadet hayatı çağdaş müfessirlerden Emîn Ahsen Islâhî tarafından “Allah’a teslimiyet” başlığı altında ele alınmış ve inancı hayatına yansımayan kimselerin Kur’an’ı tefsir edemeyeceği bildirilmiştir (Mebâdî, s. 19-21).

Allah’ın insanla konuşması, ona bilgiler ulaştırması, isteklerini bildirmesi ancak vahiy yoluyla ve diğer bazı yollarla olduğuna göre (eş-Şûrâ 42/51) O’nun muradını bunlar dışında bir yöntemle anlamak mümkün değildir. Şu halde Kur’an’ın, mahiyeti itibariyle insanın nüfuz edebileceği bir nitelikte olması gerekir. Cenâb-ı Hak insanla ilişkisini insanın şartlarına göre oluşturmuştur. Bu da iki yolla ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri meleklerdir. Allah özellikle Cebrâil vasıtasıyla insanla münasebet kurmuş, bir yandan vahyini insanlara ulaştırmış (en-Nahl 16/102-103), öte yandan bunu nasıl anlayıp uygulayacakları konusunda onlara rehberlik yapmıştır. Rivayete göre Cebrâil, Kur’an vahyi dışındaki maksatlar için de Resûl-i Ekrem’e geliyor ve ona Kur’an dışında bilgiler ulaştırıyordu. Ayrıca Resûlullah kendisine Kur’an’la birlikte onun bir mislinin daha verildiğini söylemiştir (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5). İkinci tebliğ vasıtası özel olarak seçilen insanlardır. Allah, diğer insanlara göre üstün niteliklere sahip elçileriyle ve genelde vahiy meleği vasıtasıyla, bazan da doğrudan bilgiler aktarmış ve onlara isteklerini bildirmiştir. Kur’an’ın anlaşılmasını murat eden Cenâb-ı Hak onu anlaşılır kılmış, bazı âyetleri diğerleriyle açıklamış, insanların anlamakta zorluk çekecekleri hususları Cebrâil ve Peygamber vasıtasıyla izah etmiştir. Nitekim Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre Cebrâil, Resûlullah’a

Kur’an’ın tefsirini de öğretmekteydi (Taberî, I, 79, 83; İbn Kesîr, I, 18). Kur’an tefsirinde bu yapıyı benimsemeyen bir yaklaşım daha başından hükümsüzdür. Zira vahyin ulaştırılmasında kendisine güvenilen kişiye onun yorumunda ve uygulamasında da güvenilmesi aklın gereğidir

 
İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği (Müsned, I, 214, 269, 314; Buhârî, “Ǿİlim”, 17, “Vuđûǿ”, 10; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 138) İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır


Tefsir Çeşitleri. Birçok ilim dalında olduğu gibi tefsirde de metodik ve tematik çeşitlenmelerin ve farklılaşmanın gerçekleştiği görülmektedir. Bu farklılaşma Resûl-i Ekrem zamanında olmakla birlikte esas itibariyle II. (VIII.) yüzyılın sonlarında dikkat çekmeye başlamıştır. Tedvin dönemine kadar ortaya çıkan bazı eserler bulunduğu gibi tedvin döneminden sonra farklı başlıklar altında değerlendirilebilecek çeşitlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Tefsirler, Kur’an âyetlerini yorumlamadaki yönteme ve yaklaşım biçimine göre taksime tâbi tutabileceği gibi işledikleri konulara göre de bölümlenebilir. Bunların bir kısmı birden fazla başlık altına girebilir. Meselâ bir tefsire bir yandan mezhebî (meselâ Şiî) denirken öte yandan dirâyet tefsiri demek mümkündür. Sosyal tefsir kategorisi içinde yer alan bir tefsirin hem dirâyet hem rivayet yöntemlerini birlikte kullanması da mümkündür. Esasen konuya eleştirel biçimde bakıldığında tefsiri bölümlemenin teorik anlamda bazı sakıncaları olduğu görülür. Zira Kur’an bir gaye için gelmiştir, asıl gayesine göre anlaşılmalı ve o yolda tefsir edilmeye çalışılmalıdır. Aksi takdirde tercih edilecek tefsir yöntemlerinin Kur’an’ın bu yönünü gölgede bırakması, onun amacı dışında bir sonuca ulaşılması söz konusu olabilir. Kur’an tefsirindeki en önemli prensip Kur’an’a ön yargısız yaklaşılması ve onun götürdüğü istikametin takip edilmesidir

Usûl olmadan vusûl olmaz...  

      Bir işi, bir fiili îfa ederken, belli bir takım bilgi birikimleri ve geçmiş zamanın yaşanmışlık bileşkesi, bizlere önce bir harita çizer ve çizilmiş bu haritada gideceğimiz yerleri, ve hedefleri işaretler. En kısa   en rahat yolu veya en temiz dinlenme yerlerini bu sayede buluruz. Keskin virajlarıbozuk yolları bize gösterirbiz de tedbirimizi alırız ve böyleliklevaracağımız yere ulaşırız.

    Tıpkı bunun gibi ilim sahasında da usul ilimleri, bizi istediğimiz verilere ulaştırır. Belli bir ilmi alanda daha önceki tecrübeler ve ulaşılan ön veriler, birikim sağlamaya yardımcıolur ve yapılması gerekenler ve asla yapılmayacaklar nelerdir bizim için açıklığa kavuşur.

     Konuyu daraltırsak, tefsir için usul adına lâzım olanlar bu ilmin ve özetle Kuran'ın anlaşılmasında sahih olanı yanlış olandan ayıran aletlerdirBu şekilde olmayan her adım, bizi Kuran'ı anlamaya değil, aksine yanlış anlaşılarak onun anlamında gidilen yolda vahim hatalar yapılmasına sebebiyet verebilir.

    Başta dil bilgisi olmadan, Kuran ilimleri olmadan, rivayet bilgileri, dilin imkânları, gelenek içerisinde gelişen anlaşılma  faaliyetleri göz önünde bulundurmadan yapılacak her türlü yorum, doğru sonuçlara ulaştırma ihtimali olsa da, karanlıkta elmas toplamaya benzer. Elmas ararken cam parçalarıyla elimizi de yaralayabiliriz. 

   Yararlanılan kaynaklar:

DIA’nin usûl-u fıkh ve tefsir maddeleri.


0 Yorum - Yorum Yaz


Esra Nur - Bütünleşik Doktora - 14952702

 

HADİS TARİHİ VE USULÜ


Kadim'in zıddı cedid (yeni) manasına gelen hadis, aynı zamanda haber manasına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. "Bu söze inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin" meâlindeki Kur'an âyetinde gördü ğümüz "hadis" kelimesi, söz veya haber manas ında kullanılmış ve bununla Kur'anı Kerim kasdedilmiştir. Bir başka ayette ise, bu kelimenin müştakkı olan bir fiil, "haber ver", "tebliğ et" manasında kullanılmıştır: "Rabbinin nimetlerini de tahdis et (haber ver)"
    İnsana uyanıkken veya uykuda duyurulmak yahut vahyedilmek suretiyle iletilen her söze, ayrıca anlatılan kıssaya (“hadîsü Mûsâ” [Tâhâ 20/9; en-Nâziât 79/15], “hadîsü’l-cünûd” [el-Burûc 85/17]) ve yapılan konuşmaya da hadis denmektedir.
   Hadis kelimesi İslâmiyet’le birlikte farklı bir anlam kazanmış,Peygamberimiz’in (s.a.v.) sözlerine “el-ehâdîsü’l-kavliyye”, fiillerine “el-ehâdîsü’l-fi‘liyye” ve tasvip ettiği şeylere de (takrir) “el-ehâdîsü’t-takrîriyye” denilmiştir.
      Bazı âlimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahâbe ve tâbiînin şahsî beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber’e ait olan hadislere merfû, sahâbeye ait olanlara mevkuf, tâbiîne ait olanlara da maktû adını vermişlerdir. Sonraları merfû, mevkuf ve maktû terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi kullanılmaya başlanınca bir kısım âlimler sadece merfû rivayetlere, bazıları da merfû ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir.

HADİS: kelimesi Arapça tahdis mastarının ismi olup ‘’haber verme’’ ,’’anlatılan,haber verilen husus ‘’, ‘’haber’’ ve ‘’söz’’ demektir.Çoğulu ehadis şeklindedir. Hadis ilminde Hz. Peygamber (s.a.v.),’den gelen haber / haberler anlamına gelir.
Sünnet kavramı Hz Peygamber'in(s.a.v.) davranışlarınını= hadis ise onun davranışlarının, sözlerinin ve onaylarının , tanıkları tarafından haber verilmesini ifade eder.
Hadis tarihi;
Tespit safhası,
Tedvin safhası,
Tasnif safhası,
Tehzib safhası olmak üzere dört dönemdir.


   Müstakil Hadis Tarihi çalışmalarının yakın dönemlerde başlamış olması, ileride de görüleceği üzere, hadislerin geçirdiği evre ve dönemler konusunda farklı yaklaşımların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
   Başka bir yaklaşıma göre Hadis tarihi boyunca görülen gelişmeleri şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:
Doğrudan anlatım ve uygulama dönemi (Hz. Muhammed dönemi)
Şifahi Rivâyet Dönemi (Hıfz Dönemi) (Sahabe dönemi)
Kitabet (Takyîd) Dönemi (Hz. Muhammed ve sahabe dönemi)
Tedvîn Dönemi (Tabiin dönemi)
Tasnîf Dönemi (Tebei’t-tabiin dönemi)
Şerh Dönemi (Tebei’t-tabiin dönemi sonrası)
Taklit ve Doktrin Dönemi (Güçlü şerhlerin oluşması sonrası dönem)
Yeni Arayışlar Dönemi (Devam ediyor)

     Bu ayırıma göre yaklaşık ilk dört asırlık dönem "mütekaddimûn", sonraki dönem ise "müteahhirûn" olarak isimlendirilmektedir. Söz konusu iki dönemin ayırıcı özelliği ise gerek hadîslerin gerekse hadîs ilmiyle ilgili bilgilerin nakledil­mesinde isnadın kullanılıp kullanılmamasıdır. Buna göre isnadlı bilgilerin bulun­duğu ilk dönem "mütekaddimûn", hadîs ve hadîs ilmiyle ilgili bilgilerin isnadsız olarak nakledildiği dönem "müteahhirûn" olarak kabul edilmektedir.
   "Hıfz/ezber", "kitabet/yazıya geçirme", "tedvîn/hadîsleri yazılı olarak toplama" ve "tasnif/ hadîsleri konularına göre ayırma" veya "tesbît", "tedvîn", tasnîf" ve "tehzîb" şeklindeki ayırımlar ise sadece ilk dönemi ve hadîslerin yazılı rivayetinin tarihsel sürecini ifade etmektedir.
   Söz konusu ayrımlar hadîs tarihinin gelişiminde kişi ve nesillerin katkılarını, rivayet esnasında kullanılan yöntemi ortaya koymakla birlikte siyasî, sosyal ve kültürel şartların etki ve katkısını görmezden gelmektedir. Özellikle İslâm düşünce tarihinde hadîslerin Hz. Peygamber'e aidiyetini tespitten ve yorumlanmasından kaynaklanan sebeplerle oluşan ekollerin hadîs anlayışları ile ilişkileri dikkate alınmamaktadır. Dolayısıyla hadîs tarihi dönemlere ayrılırken gelişimindeki kişi, nesil, siyasî, sosyal ve kültürel şartlar ile ekollerin hadîs anlayışlarını da ortaya koyan bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmaktadır.


TESPİT DÖNEMİ:  Tesbit sabitleme kaydetme bağlama sağlama alma anlamlarına gelir. Bu dönemde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması , böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerine kaydedilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. Yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir.
Hadis öğrenimi ve öğretimi:
Hz. Peygamber(s.a.v.) hadislerin kaynağıdır. Onların öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayreti de Hz. Peygamber (s.a.v.), e aittir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), elçilerinden bazılarıyla İslam’a davet mektupları göndermişti. Bir kısmı günümüze ulaşan bu mektuplar ilk yazılı hadis belgeleridir.




HADİS ÖĞRENİMİNİN GÜVENİLİRLİĞİ:
HADİS RİVAYETİNİ AZALTMA: Enes b. Malik şöyle demiştir:’’ Hata yapmaktan endişe etmeseydim , size Hz. Peygamber (s.a.v.) den duymuş olduğum bazı şeyleri rivayet ederdim.’’
Hz. Ömer de hata yapılır endişesiyle hadis rivayetini azaltmayı emrederdi.
HADİS RİVAYET EDENDEN ŞAHİT İSTEME: Bazı sahabiler hadis rivayet eden kimseden, o hadisi Hz. Peygamber (s.a.v.),(sav)’den işitmiş olan başka birini şahid getirmelerini isterlerdi. Buna şu iki hadiseyi örnek verebiliriz.
HADİS RİVAYET EDENE YEMİN ETTİRME
HADİSİ KUR’AN VE ÖNCEDEN BİLDİKLERİ HADİSLERLE KARŞILAŞTIRMA
HADİSİ İLK DUYAN KİMSEDEN ALMAYA ÇALIŞMA: er-Rıhle fl talebi’l hadis , hadis öğrenimi için yapılan yolculuk demektir.
HADİSİN RAVİLERİNİ İNCELEME: Sahabe neslinin sonlarına doğru ortaya çıkmıştır.



TEDVİN: Hadislerin yazılı hale getirilmesi. Ancak tespit döneminde(hicri 1. asır sonuna kadar) de bir takım yazıya geçirme faaliyetleri olmuştur.
HZ. MUHAMMED (SAV) HAYATTAYKEN YAZILAN HADİSLER:
1-Medine sözleşmesi.
2-Nüfus sayım tutanağı.
3-İmtiyaz belgeleri
.4-Yahudilerle yapılan yazışmalar.
5-Dine çağrı mektupları.
6-Görevlilere verilen Talimatnameler.
7-Hz. Peygamber (s.a.v.), in Mekkenin fethinde okuyup da Yemenli Ebu şah ın isteği üzerine yazılıp bu sahabiye verilen hutbe.
8- Abdullah b. Amr b. El-As ın yazdıkları.
9-Enes b. Malik in yazdıkları.
10- Hafızasının zayıflığından şikayet eden sahabinin yazdıkları.
11-Ebu Raf inin yazdıkları.




 SAHABE DÖNEMİNDE YAZILAN HADİSLER
1-Hz. Ebu Bekir'in beşyüz kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği nakledilmektedir.
2-Hz. Ömer' in de hadisleri yazma teşebbüsleri olmuştu.Ancak o bir ay süreyle yaptığı istişare ve istiharelerden sonra, önceki ümmetlerin .Hz. ALLAH (c.c.). ‘ın Kitabı yanında başka kitaplar edinerek sapıttıklarını söyleyerek süneni yazmaktan vazgeçmişti.
3-Hz. Ali'nin içinde bazı hadislerin yazılı olduğu bir sahifesi vardı ve bunu kılıcına takılı olarak yanında taşırdı.
 4-Ebu Hüreyre nin de hadis sahifeleri vardı.
5- Abdullah b. Abbas eline yazı malzemeleri alarak sahabeyi kapı kapı dolaşmış ve onlardan duyduğu hadisleri yazmıştı.
6-Semüre bin Cündeb'in de içinde pek çok ilim bulunan bir sahifesi vardı.
7-Cabir b. Abdullah , Mescid-i Nebi de ders halkası olan ve hadiste yetkili bir alim sayılan bir sahabi idi.Onun da hacla ilgili bir kitabının olduğu bilinir.
8-Abdullah b. Ömer in de hadis sahifelerinin olduğu ve evinden dışarı çıkmadan önce onlara göz attığı nakledilmektedir.



     TEDVİN DÖNEMİ: Tedvin, lugatta cemetmek, toplamak manasına gelir. Yazılı sahifeleri bir araya getirerek iki kapak aras ında bir kitap yapmak, bu manâda tedvinin tam karşılığıdır.
   Birinci hicri asrın sonu ile ikinci hicri asrın başı , hadis tedvininin başlangıcı olarak kabul edilmekle beraber, asıl hadis eserlerinin ortaya çıkışı , ikinci asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar.
    Bu dönem daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar içinde toplandığı dönemdir ve hicri 1. Asrın sonlarından 2. Asrın 1. Veya 2. Çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır.
     Böyle bir faaliyeti devlet eliyle ilk olarak başlatan kimse Halife Ömer b Abdülazizdir.
    Bu mühim faaliyete dönemin birçok alimi katılmıştı. Ancak onların içinde en büyük gayreti İbn Şihab ez-Zühri göstermişti. Öyle ki ‘’ilmi(yani hadisi) ilk tedvin eden kimse İbn Şihab’dır’’.
   TASNİF: Sınıflandırma anlamına gelmektedir. Tedvin tasnifin temelidir. Bu konuda önemli bir diğer kavram ise mihne olup, ulema üzerindeki resmi baskıyı ifade eder.
   Tasnifin amaçları arasında, toplanan hadislerin kaybolmasını engellemek, onları sınıflandırmak ve sünnetin etkisini güçlendirmek vardır. Tasnif konulara veya ravilere göre yapılmıştır. Tasnif dönemini de Kütübü Sitte öncesi ve  Kütübü Sitte sonrası olarak ikiye ayırmak mümkündür.
HADİS USULÜNÜN ÖNEMLİ KONU BAŞLIKLARI
Hadis râvilerinin cerh ve ta`dili bahsi, usû1 kitaplar ında geniş bi ryer işgal eder. Bilindi ği gibi cerh, bir yaranın deşilip içindekilerin açığa çıkarılması gibi, bir râvinin, hadis rivayetini tehlikeye düşürebilecek her türlü ayıplarımn tesbit edilip ortaya konulmas ıdır; bu bakımdan, ta`dile nisbetle daha güçtür ve din  yönünden a ğır bir mes'âliyeti mucibtir. Ta`dil ise, bundan evvelki "râvilerde aranan ş artlar" bahsinde gördüğümüz çerçeve içerisinde cereyan eder ve bu şartları hâiz olan kimselerde cerh alâmeti görülmez.

Hadis rivayetinde bazı muteferri hükümler.
Hadis rivayetinin sahih olabilmesi için baz ı şartlar ileri sürülmüşse de, bu şartlar üzerinde tam bir ittifak had olmam ıştır. Hadisçilerden bazıları, rivayette büyük bir şiddet gösterirken, di ğer bazıları, işin daha kolay tarafına meyletmişlerdir. Mesela Malik İbn Enes, Ebû Hanife ve Ebû Bekr es-Saydalâni e ş-Safi`i, hafızadan rivayet edilmeyen hadislerin, dinde huccet olarak kullandamayea ğım ileri sürmek suretiyle şiddet taraftarlar ı  arasında yer almışlardır."° Bazıları ise, ellerinde bulunan kitaptan rivayet etmi ş olmaları bir tarafa, bu kitab ın,
asıl nüsha ile mukabele edilip edilmedi ğine bile ehemmiyet vermemi şlerdir.
Tabiatiyle böyle kimseler, hadis tenkitçileri taraf ından mecrüh addedilmişlerdir. Maamafih, şiddet göstermekte ifrata, i şin kolay tarafına meyletmekte tefrite varanlar bir tarafa b ırakılacak olursa, ekser hadisçilerin orta yolu muhafaza ettikleri anla şılır.
İsnadın Değeri
Haberin kaynağına kadar, nakıller yolu ile ula şma metodu, İslamiyetin zuhurundan sonra tatbik edilmi ş olması bakımından sadece müslümanlara has bir metodtur ve islâmiyetten önce böyle bir tatbikat görülmemektedir. İbn Hazm'in dediği gibi "siqa (güvenilir) kimselerin, yine siqa (güvenilir) kimselerden, Hazreti Peygambere kadar, muttas ıl bir şekilde haber nakletmeleri, Allah' ın müslümanlara bahşettiği bir
nimettir. Sair milletlerde bu yoktur.
Hazreti Peygamberin en hayırlı ümmeti olmak şerefini ta şıyan sahabe, heyecan dolu bir imanla bu gibi hâdiseleri, ellerinden geldi ği kadar önleme ğe çalışıyordu. Fakat fetihlerin ço ğalması, İslam ülkesinin genişlemesi, İslam topluluğu içerisine sahabenin sâhip oldu ğu heyecan ve imandan uzak fürs, rum, berber' ve daha bir çok kar ışık unsurların girmesi, yeni kurulmuş olan düzeni sarsma ğa kâfi geldi. Her karışık unsur, kendi çıkarı için hadis uydurmaktan çekinmedi. Halk ise, bu hadislerin sahihini sakiminden ayırt edecek durumda de ğildi. İşte bu durum, hadisçileri harekete geçirdi; sahih hadislerin, uydurma hadisler aras ında kaybolmasını önlemek için her hadis râvisinden güvenilir birer sened istemeğe başladılar. Sened'siz hadislere iltifat etmediler; fakat, senediyle birlikte nakledilen her hadisi de ayrı bir kontrole tabi tuttular. Son sahabilerin
ya şadığı devirlerde ba şlayan bu hareketler, islamiyetin ikinci kaynağını te şkil eden hadislerin, bize, do ğru ve güvenilir bir şekilde intikalini sağladı.
Hadislerin Taksimi
Hadisler, metin ve isnâd bakımından, ya makbul yahutta merdûd addedilirler. Kabul vasfını hâiz olan bir hadis, ya bu vasfın en üstün derecesinde bulunur, yahutta bu derecenin alt ındadır. Keza red vasfını hâiz olan hadislerde de buna benzer dereceler görülür. Her ne kadar, bu çeşit hadislerin taksimine lüzum hissedilmeyebilirse de, bunlar arasında, bazan, makbul derecesine yükselenlerin oldu ğu da görülmüştür.
Esasen bu çeşit hadisler, usıll kitaplarında ayrı ayrı taksime tâbi tutulmuş ve hepsi hakkında geniş malumat verilmiştir.
Hadislerin genel görünüşü hakkında bu kısa mütalaadan anlaşılıyor ki, makbâl olan hadis sahih, merdâd olan hadis ise zay ıft ır. Bununla beraber, sahihle zayıf arasında, zayıfın üstünde olan, fakat sakihin üst derecesine yükselemeyen baz ı hadisler daha vard ır ki bunlara da hasen ismi verilmiştir.
Daha evvel zikretmi ş olduğumuz salah ve hasen stfatlarından hiç birisini veya bazısını ihtiva etmeyen hadislere zay ıf denilmi ştir. Bu sıfatları toplu olarak burada bir daha zikretmek icab ederse, bunlar ı başlıca
altı grupta toplamak mümkün olur:
1) Sahih hadislerde şart koşulan sıfatlardan ravinin adaleti,
2) Ravinin zabtı,
3) Senedin ittisali,
4) Hadisin şâz olmaması,
5) Hadisin gizli bir illetle malül olmaması,
6) Hasen hadislerde şart ko şulan mütabe`at meselesi, yâni hadisin başka yönlerden de rivayet edilmi ş olması .
Mevzû hadislerin, uzaktan veya yak ından, Hazreti Peygamberle hiç bir ilgisi olmadığı için, bunlar, hadislerin taksimiyle ilgili bölümlerde yer almamıştır. Her ne kadar hadisçiler aras ında, bu çe şit sözlere de "hadis denilmişse de, bu ıtlak, sadece onların metin ve isnâd yönünden ( şeklen) hadise benzemeleri sebebiyledir. Yoksa mevzû hadisler, hadislerin taksimine giren zayıf hadislerle dahi kabili k ıyas değildir. Çünkü zayıf hadisi, bu mertebeye dü şüren başlıca âmil, onun, sıhhat ş artlarını hâiz olmamasındandır, ve bu şartların, uzak da olsa, her hangi bir sebeple tahakkuk etmesi ve bu takdirde zay ıf hadisin sahih olması ihtimali vardır. Fakat mevzû hadisler için böyle bir ihtimal bahis konusu de ğildir.
Nasih ve Mensuh
Ulemamn ıstılâhında nesh, şer`i bir hükmün tatbik sahasında son bulduğunu beyandan ibarettir. Bu beyan, tabiatıyle Şârr yönündendir. Mükelleflere nazaran nesh, aslında şer`i olan hükmün refi ve yerine diğer bir hükmün konulmasıdır. Bu açıklamaya göre, zaman bakımından önce gelen ve bilâhara kald ırılan hüküm menstıh, onun yerine konulan yeni hüküm ise nâsih ismini alır. Hadis ve Fıkıh uleması, umumiyetle, İslam şerratında neshin vuku bulduğunu kabul etmişlerdir. Ancak bu ittifak, neshi tamamen reddeden baz ı itikadi mezhebler bir yana , Kur'ân âyetinin, Hazreti Peygamberin Sunnetini veya Sunnetin Kur'ân âyetini neshedip edemiyeceği konusunda ortaya çıkan bazı görüş ayrılıldanyle tam te şekkül etmemiştir. Buna 'göre, neshi kabul eden İslâm uleması, Kitabın Sunnetle, Sunnetin de Kitapla neshedilip edilemiyece ği konuları üzerinde
münakaşaya girişmişlerdir.
Nâsih ve mensûh hadisin bilinmesini mümkün kılan diğer bir yol, iki mütezad hadisten birinin tarih itibariyle mukaddem, di ğerinin muahhar olarak vürûd etti ğinin sahabece bilinmesidir. Bu takdirde mukaddem olan hadis, mensûh, diğeri ise nâsih olur.
Nesh olayı, hazan da icma tarikıyle sübut bulur. Her ne kadar icma neshetmez ve nesh de olunmazsa da nâsihe delâlet eder. Bu konuda zikredilen misal, Hazreti Peygamberin, üç defa içki içen ve üçünde de üzerine had tatbik edilen bir kimsenin dördüncü defa içmesi halinde öldürülmesini emretmesidir; bu hüküm icma ile tatbik edilmemi ştir. Maamafih, Hazreti Peygamberin de ayn ı hükmü tatbik etmediğine
dair. gelen haberler, ilk hükmün, yine Sunnetle mensuh oldu ğuna delilet ederler.

Muhtelif'ul Hadis
İki hadisin zahiri olarak birbirine z ıt manalarda vürududur. Her âlimin; hattâ her müslümnın bilmesi zaruri görülen bu konu, Hazreti Peygamberin hadislerinde varolduğu zannedilen tenakuzun izalesini
mümkün kılar. Hadis uleması, müşkilu'l-hadis veya ihtilafu'l-hadis denilen bu konu ile meşgul olmuşlar ve birbirine z ıt görülen hadisler arasını birleştirerek müşkilin izalesinde ba şarı sağlamışlardır.
İki mutezad hadisten biri:
1. Râvilerin hallerine bakılarak tercih edilir.
a . Tercih edilen hadisin râvileri, di ğerinin râvilerine nisbetle daha çok olur. Fazla râviler tarafından rivayet edilen hadiste, râvileri az olan hadise nisbetle hata ve yalan ihtimali daha azdır.
b . Tercih edilen hadisin isnâd ı ali olur. . Tercih edilen hadisin râvileri, di ğerine nisbetle daha fakih olurlar. es-Suyüti, bu kısım içerisinde 40 vecih zikretmiştir.
2. Hadisin tahammülüne bak ılarak tercih yapılır:
a . Tahammülün vaktidir ki, bulti ğ çağından önce veya bu çağa yakın bir zamanda i şitilen hadise nisbetle olgunluk ça ğında işitilen hadis daha itimada şayandır.
b . Hadislerden birinin arz, di ğerinin kitabet, veya birinin münavele, di ğerinin vicade yolu ile al ınması .
3. Hadisin rivayet keyfiyyetine bak ılarak tercih yap ılır:
a . Hadislerden birisinin lafzan, di ğerinin manen rivayet edilmesi.
b . Hadislerden birisinde sebebi vürildun zikredilmesi, di ğerinde zikredilmemesi.
4. Vürûd vaktine bakılarak tercih yap ılır:
a . Hadislerden birinin Medeni, di ğerinin Mekki olması (Medeni hadisler, Mekki hadislere tercih edilir)
b . Birisinin hafifletici, diğerinin şiddetli unsurları ihtiva etmesi (müslümanların câhili âdetlerden s ıyrılması için Hazreti Peygamber ilk devirlerde çok daha şiddetli davranıyordu; sonraları tahfife meyletmi ştir. Tahfif, hadisin tercih sebeplerinden biri say ılır).
5. Haber lafzına bakılarak tercih yap ılır:
a . Hâssın âmma tercihi gibi.
6. Hükme bakılarak tercih yapılır:
a . Tahrime delâlet eden hadisin ibaha ve vücilba delâlet eden hadise tercihi gibi.
7. Hârici durumuna göre tercih yap ılır:
a . Kur'ânı Kerimin zâhirine, ba şka bir sünnete, kıyasa, cemaatin veya halifelerin emellerine muvafakat eden hadisin di ğerine tercihi, gibi.

Illet
Zâhiren salah bir hadiste bulunan ve ancak hadis ilmine, hadislerin metin ve isnâdlarına tam manânyle vakıf olan imamlar tarafından bilinebilen, hadisin sıhhatını zay ıflatabilecek gizli sebeplere illet denilmistir .
Hadis ilminin en mühim ve en güç bölümlerinden birini te şkil eden ıllet meselesi, her hadisçinin, kolayca nüfuz edebilece ği bir konu değildir. Cerh ve ta`dilin tamamiyle dışında kalan ve bir çok güvenilir râvilerin hadislerinde tesadüf edilen illetin  yegâne delili, bu ilme vakıf imamların birbirinden habersiz olarak o ıllet üzerinde ittifaklar ıdır; bunun haricinde ıllet için belirli bir delil ileri sürmek imkânı yoktur




------------------------------------------------------

TEFSİR TARİHİ VE USULÜ

Kur'anı Kerim nazil olurken, ayetlerin bir kısmı herkesin anlayabileceği bir şekilde (muhkem), birkısmı da anlayamayacağı şekilde (müteşabih) idi. Hz. Peygamber zamanında bu müteşâbih ayetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde durulmazdı .
Müteşabih ayetler, müslümanları daha çok öğrenmeye ve başka bilgilerede sahip olmaya sevketmi ştir. Yine bu ayetler sayesinde dinin tebliğine ve tesisine mâni olmak için sorulan suallere susturucu cevaplar verilmiş ve ilk günde meydana gelecek fesadlar ın önüne sed çekmiştir. Müteşâbih ayetlerin te'vil edilmesi, caiz görülmezse de, Kur'anı Kerim'de işaret buyrulduğu veçhile, caiz görülmeyen te'vil gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesad çıkarmak maksadiyle yapmak istedikleri te'villerdir.
Kur'ân bir din kitab ı olması hasebiyle onda dini ıstılahlar mevcuttur. Kur'anda kullanılan bu dini ıstılahlar, lugât bakımından onlarca belki bilinebilirdi. Fakat bunlar ın ıstılah manasının açıklanmaya ihtiyacı vardı . Mesela selât denilince dua, zekât denilince bereket, hac denilince kasd manalarına geldi ğini bilirlerdi. Ama bunların islamiyette ifade ettiği manalar hususunda malumatları yoktu. Yine onda bir lafız bir çok manalara geldiği gibi bir çok lafı zların bir manaya geldiği de oluyordu.
Zâhiren zıt gibi görünen ayetler (müşkil) arasındaki ihtilaf da Kur'âmıa tefsire ne kadar muhtaç oldu ğunu gösterir.




Kur'anı kerimdeki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitab gelen mümtaz şahısdır ki, o da Hazreti Muhammeddir. O, Kur'an' Kerim tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak Kur'an ı insanların en iyi bilenidir. Yine bu bakımdan o mübelliğdir ve tebyinle de mükelleftir. Bu husus ayetlerde sarih olarak belirtilmiştir. Bu sarahatledir ki kendinin tefsir edilmesini yine evvela kendisi istemi ştir. 0 halde ilk tefsir hareketi islamın kendi bünyesinden doğmadır.
(Sana öğüt verici Kur'anı gönderdik ki, insanlara ne indirildi ğini beyan edesin, onlarda dü şünsünler)". İbn Teymiyye bu âyete istinad ederek, Hazreti Peygamberin, eshab ına Kur'anın manalarını bildirmesi ve açıklaması vacib olur diyor".
Yüce Allah namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış; ancak bunların nasıl yapılacağını, şartlarını, miktarlarını, mânilerini açıklama işini sünnete bırakmıştır. Ayrıca avlanma, hayvanları boğazlama, nikâh, talak vb. birtakım hususlar aynı şekilde sünnetle açıklanmıştır. İşte sünnet, Kur’ân’ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür:




Mücmelin Tebyini
Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Allah Resûlü’nün açıkladığı nasların başında ahkâm, gayb, yaratılış, kader, kıyâmet vb. konuları içeren âyetler gelmektedir.
Mübhemin Tafsili
Mübhem kavramı, insan, melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime ve nitelemenin Kur’ân’da açık değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi müphem lafızlar anlam bakımından bir belirsizliği ve anlaşılmazlığı ifade etmektedir. Böyle olunca mübhem olan hususların açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir zaruret söz konusudur. Bu zaruretin ortadan kaldırılmasında da belirleyici olan aklî yaklaşımlar değil rivâyetlerdir. Bu sebepledir ki İslâm âlimleri mübhem lafızların açıklığa kavuşturulması noktasında sahâbe kavillerini bağlayıcı görmüşlerdir.




Mutlakın Takyidi
 Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur’ân, Allah Resûlü’ünün sünnetiyle takyîd edilmiştir.
Müşkilin Tavzihi
Sözlükte “karışık olan” anlamına gelen müşkil kavram olarak da, Kur”an’ın bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir.                                             Eğer o (Kur’ân) Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı” (Nisâ (4), 82) âyetin Kur’ân’da birbiriyle çelişen âyetlerin bulunmasını imkânsız kılmaktadır.                                                                                                                                   “İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür” (Meryem (19), ve “Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır” (Hac (22), 14) ayetleri ilk bakışta bir çelişki gibi görünmektedir. İşte Hz. Peygamber, “(Âyette geçen) vürûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiç kimse kalmayacaktır. Ancak cehennem müminlere, Hz. İbrahim’e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryad edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz üstü çökmüş olarak cehenneme atacaktır” hadisiyle, bu müşkili yani âyetler arasındaki çelişki zannını ortadan kaldırmış olmaktadır.




Nebevî Tefsîrin Fonksiyonu
İslâm bilginlerine göre Hz. Peygamber’in tefsîri iki fonksiyon icra etmektedir. Bunlardan birine beyân denilir ki o, Allah Resûlü’nün Kur’ânî nassları gerektiği şekilde açıklaması anlamına gelir. Diğeri de teşrî’ fonksiyonudur. Bununla da Peygamberimiz gerektiği durum ve şartlara göre hüküm koymaktadır. Beyân fonksiyonu Peygamberimizin, Kur’ân’daki genel manalı âyetleri sınırlandırması müphem, mücmel ve müşkil âyetleri açıklamasından ibarettir.
Hz. Peygamber’in teşri’ yani hüküm koyma fonksiyonuna gelince, bu da, Allah’ın Hz. Peygamber’e vermiş olduğu yetkinin bir neticesidir. Esasen mutlak anlamda şâri (yasa koyucu) Allah’tır. Ancak Allah’ın verdiği bu yetkiye dayanarak Hz. Peygamber de Kur’ân’ın boş bıraktığı alanlarda hüküm koyabilir. Buna göre Allah mutlak, Hz. Peygamber de mecâzi anlamda şâri demektir.
İslâm bilginleri sünnetin değerinden söz ederken kaynak itibariyle onunla Kur’ân arasında bir fark gözetmemişlerdir. Yani onlara göre her iki metin de vahiy olması sebebiyle aynı kaynaktandır. O halde sözünü ettiğimiz bu iki metin arasında değer bakımından herhangi bir fark mevcut değildir. Bu sebepledir ki sünnetin Kur’ân karşısındaki fonksiyonunu ifade ederken de belirttiğimiz gibi, Kur’ân’ın boş bıraktığı alanlarda Allah Resûlü hüküm koymuştur.



Sahabenin Tefsirdeki Konumu
Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber (s.a)’den ne duymuşlarsa; sebebi nüzulden neye şahit olmuşlarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmişse onu söylemişlerdir.
Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri
1- Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemiş yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir edilmiştir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklaşıldıkça artmıştır. Buna paralel olarak tefsir de artmış sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmiştir.
 2- Sahabe arasında Kur’an’ın anlaşılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıştır.
3- Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir şekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı.
4- Lügavi anlamı en kısa şekilde anlıyorlardı.  Daha fazla bir ekleme yapacakları zaman, ayetin nüzul sebebine dair bildikleri bir şey varsa, onu ekliyorlardı.
5- Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.
6- Tefsire dair hiçbir şeyin tedvin edilmemiş olması.
7- Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.



Tabiîn Tefsirinin Özellikleri
1- Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmiştir. Sebebine gelince; Đslam’a çok sayıda Ehl-i Kitabın girmiş olması ve bunların kafalarının şeri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması gösterilebilir. İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin bu konuda gevşek davranmış ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı araştırma ve tenkit yapmaksızın almışlardır.
2- Tefsir rivayet nakil özelliğini, karakterini korumuştur. Ama Hz Peygamber (s.a) döneminde olduğu gibi şümullü bir şekilde olamayıp bölgesel olmuştur.
3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.
4- Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere göre yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.


Tefsir Konusunda Selef Arasındaki İhtilafın Sebepleri
1- Her müfessirin müsemma aynı olmakla birlikte demek istediğini, farklı bir ifadeyle dile getirmesi
2- Örnekleme Tefsir Tarzından Doğan İhtilaflar
3- Ayette Geçen Lafzın Müşterek Olması Sebebiyle Doğan İhtilaf
4- Ayetlerin Yakın Anlamlı Kelimelerle Tefsir Edilmesinden Doğan İhtilaflar
5- Kıraat Farklılığından Doğan İhtilaflar
Tâbiîn Müfessirlerinin Tefsîr Kaynakları
1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri.
2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri.
3. Şiirle istişhad etmek.
4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri.
5. Sahâbî sözleri (görüş ve içtihatları).
6. Kendi içtihatları (görüşleri).


TEDVİN DÖNEMİ: Tedvin, lugatta cemetmek, toplamak manasına gelir. Yazılı sahifeleri bir araya getirerek iki kapak aras ında bir kitap yapmak, bu manâda tedvinin tam karşılığıdır.
Birinci hicri asrın sonu ile ikinci hicri asrın başı , hadis tedvininin başlangıcı olarak kabul edilmekle beraber, asıl hadis eserlerinin ortaya çıkışı , ikinci asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar.
Tefsîrin Hadisle Birlikte Tedvini
Kaynakların verdiği bilgiye göre tefsîr, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya başlandı. Yezîd b. Hârûn b. es-Sülemî, Şu’be b. el-Haccâc ve Süfyân es-Sevrî gibi bazı muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmak maksadıyla çeşitli İslâm beldelerini dolaşarak, Hz. Peygamber’e isnâd edilen sahih rivâyetleri bir araya getirmeye çalışırken, bu arada Resûlullah ve sahâbeden nakledilen tefsîrle ilgili nakilleri de topladılar. Tabii ki bu zatların maksatları, öncelikle hadisleri yazmaktı. Ancak topladıkları hadisleri yazıya geçirirken, özellikle Allah Resûlü’nün Kur’ân’a dair açıklamaları ve esbâb-ı nüzûl gibi  tefsîre dair rivâyetleri de söz konusu kitaplara kaydettiler. Böylece hadis ilminin yazımı aşamasında, tefsîrle alakalı rivâyetler de derlenmiş oldu.




Tefsîrin Müstakil Olarak Tedvini
Biraz önce de belirtildiği gibi ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazıya geçirilen tefsîr rivâyetleri, kısa bir süre sonra müstakil bir ilim haline geldi. Esasen bu, bir zaruretin sonucuydu. Çünkü tâbiûn döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla gelen tefsîr rivâyetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve birtakım hâdiselerin meydana gelmesi neticesi dirâyet (re’y) tefsîri de ortaya çıkmaya başlamıştı.
Rivâyet tefsîri, Hz. Peygamber ve ashâbtan nakledilen rivâyetlerin hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda muhafaza altına alınmıştı. Şayet dirâyet tefsîri için de aynı şey yapılırsa, bu malzeme de korunmuş olacaktı. İşte muhtemelen sözünü ettiğimiz anlayıştan hareket eden ilk dönem müfessirleri, bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin edilen malzemeyi vakit geçirmeden kendi alanına taşımak; diğer taraftan da daha sonra bir açılım göstererek devam edecek olan tefsîrin temellerini atmak maksadıyla müstakil eser yazma hareketini başlattılar.

ESBÂBU’N-NÜZÛL
Kur’an âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler. Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir.
Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı
Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’. Örnek için bkn. S.232-234
Esbâbu’n-nüzûl Rivâyetleri İçin Kullanılan Tâbirler
Rivâyetler bazı hususî tâbirlerin kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. İfadeler:
    Âyetin nüzûl sebebi şudur.
    Bunun üzerine Allah şu âyeti indiridi.
    Bu hâdise üzerine şu âyet nâzil oldu.
Esbâbu’n-nüzûlle İlgili Rivâyetlerin Sıhhati

Tefsir âlimleri, nüzûl sebebpleriyle ilgili rivâyetlerin sıhhatini tesbitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:
    Hadis ilminin, sahih hadisler için öne sürdüğü şartların bu rivâyetlerde de mevcut olmalı.
    Anlatılan olayların, Hz. Peygamber döneminde meydana geldiği tespit edilmiş olacak.
    Anlatılan husularla ilgili âyet/sûrelerin muhtevaları arasında bir münasebet bulunacak.
    Eğer haber mürsel ise, başka bir mürselle takviye edilecek ve hadis rivâyet etmekle meşhur olan tâbiûn müfessirlerinin birinden nakledilmelidir.
Rivâyetlerin Çeşitliliği
Çeşitlilikten maksat, bir âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak birden çok rivâyetin nakledilmesidir. Eğer rivayette geçen sebep aynı, şahıs ve zaman bakımından farklılık söz konusuyla bir problem yok demektir. Ancak bu farklılıklarla birlikte bir de sebep de farklı ise ozaman sırayla takip edilmesi gereken bazı yollar vardır:
    Önce rivâyetlerin sıhhat dereceleri araştırılarak sahih olanı alınacak.
    Her ikisi de sahih ise, aralarında bir tercih sebebi aranacak. Mesela bir rivâyetin müşahede (:bizzat görme) dayanması yahut Buhârî sahihinde yer alması tercih sebebleri olabilir.
    Bu da mümkün değilse olayların zaman bakımından birbirine yakın olup olmadığına bakılır. Eğer zaman bakımından yakınlık var ise rivâyetler arası cem ve te’lif edilir.
Esbâbu’n-nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Sonuçlar
    Olumlu sonuçlar:
        Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı olur.
        Âyetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.
        Müphem âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırır.
        Âyet/sûreler arasında münâsebet kurmaya yardımcı olur.
        Hasr veya tahsis (:anlamların darlığı?) şüphesini ortadan kaldırır.
    Olumuz sonuçlar:
        Âyetleri nüzûlüne sebep olan olay ve tarihî şartlarla sınırlı görmek.
        Yorum zenginliğine engel olmak.
        Müfessirleri gereğinden fazla meşgul ederek onların mesailerini verimsizleştirmek.
        Ortaya çıkan birtakım yeni problemlerin Kur’an’ın genel perspektifi içinde değerlendirilmesini önlemek.

NÂSİH-MENSÛH
İslâm’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir perspektiften ele alınması gereğini düşünüyoruz.
Neshin Tanımı
Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.
Kur’an’da Neshin Varlığı Tartışması
Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni (ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.
    Neshi Kabul Edenlerin Delilleri:
        Kur’an da yer alan üç ayrı âyet, neshin varlığından söz etmektedir: “Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye Kâdirdir.” (Bakara; 106). Ayrıca Nahl;101 ve R’ad;39.
        Neshin Kur’an’dan bulunduğuna konusunda icmâ mevcuttur.
        Sahabeden yaılan nakiller de Kur’an’da neshin var olduğunu göstermektedir.
        İki âyet arasında çözülemeyen bir çelişki söz konusu ise akıl neshe müracaatı zaruri görmektedir. Yani nesh aklen de mümkündür.
    Neshi Kabul Etmeyenlerin Delilleri:
        Neshin varlığına dair açık bir şekilde delâlet eden bir âyet yoktur. Yukarda bahsedilen âyetler, Kur’an’ın, kendinden önceki kitapları yürürlükten kaldırdığını ifade eder.
        Neshin söz konusu olduğunu açık bir şekilde ortaya koyacak üzerinde ittifak edilmiş herhangi bir hadis de mevcut değildir.
        Mensûh olduğu ileri sürülen âyetlerin sayıları konusunda da ittifak edilmemiş.
        Çoğu zaman mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olduğuna dair kesin bir delil yoktur.
        Nesih, akâidle ilgili olmayıp, tefsir ilminde bir sistem niteliğindedir. Reddi küfrü gerektirmez.
Esasen Kur’an’da neshin bulunmadığını ileri süren âlimler, bu hususu tahsîs kavramıyla açılmaktadırlar. Onlara göre Kur’an’da yer alan herhangi bir hüküm hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmamış; ancak bazı durumlarda bir nassın daha sonra gelen bir nasla anlam alanı darltılmıştır.
Nesih ile Tahsisin Farkları
    Nesih hükmün bütün cüzlerini ilga eder, tahsis hükmün sadece bir kısmını kaldırır.
    Nesih sadece emir ve nehiylerde mümkün olur, tahsis haberlerde de yapılabilir.
    Nesihte mensûhun nâsihten önce nâzil olması gerekirken tahsiste bu şart yoktur.
    Nesih yalnız kitap ve sünnette, tahsis bu iki aslın dışında da söz konusudur.
Neshin Şartları
    Nâsıh ve mensûh âyetler arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.
    Nasların şer’î hüküm taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.
    Mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olmuş olması
    Neshe konu olan hükmün, iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).
    Hüküm açısından nâsıh nassın mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.
Neshin Tespiti
Peygamber Efendimiz önceden koymuş olduğu bir yasağı sonradan kaldırarak sünnetteki neshe işaret etmiştir ancak Kur’an’da neshin varlığına dair herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Neshin tespiti konusunda o yüzden sahâbenin bilgisine başvurmak gerekmektedir. Çünkü onların verdiği bilgiler, sonrakiler için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır. Belirleyici diğer bir hususta icmâ’dır.
Neshin Kısımları
    Metni Mensûh Hükmü Bâki Naslar: Nesih savuncuları bu kısma örnek olarak ‘recim âyeti’ diye nitelendirilen “evli erkek ve evli kadın zina yaptıkları zaman Allah’tan bir cezâ olarak muhakkak onları recmedin. Allah mutlâk gâlip ve hikmet sahibidir” anlamındaki metni zikretmektedirler. Bu anlayışa göre söz konusu metin daha önce âyet olarak indirilmiş, ancak Yüce Allah belli bir zaman sonra onun hükmünü yürülükte bırakıp, lafızlarını iptal etmiştir.
    Metni Bâki Hükmü Mensûh Naslar:Neshin varlığını savunanlar, mensûh âyetler üzerinde ittifak etmiş değillerdir ancak hepsi için geçerli olan lafızlarının okunmasına karşılık hükümleriyle amel edilmemesidir. Bu konuda örnek olarak içki âyetlerini verebiliriz. Mâide;90’nın, Nahl;67, Bakara;219 ve Nisâ;43 âyetlerini neshettiği ifade edilmektedir.
    Hem Hükmü Hem Tilâveti Mensûh Naslar:Bu hususta ileri sürülen nas şöyledir: Buhârî’nin rivâyetine göre Hz. Âişe söz konusu naklinde şöyle demiştir: ‘bilinen on defa emzirme haramlık hükmü doğurur’ âyeti, Kur’an’ın içinde yer almakaydır. Ancak daha sonra bu, ‘beş bilinen emme’ ile neshedildi. Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği zaman onlar Kur’an âyetleri arasında okunmaktaydı. (Müslim;İmam Mâlik;Tirmizî,Dârimî, Ebû Dâvûd) Nesih taraftarlarına göre ilk önce on emzirmenin evlilikte haramlık hükmü doğurduğunu ifade eden âyet nâzil olmuştu, ancak bu daha sonra beş emzirmeyi hüküm olarak ortaya koyan âyetle neshedildi. Ardından da beş emzirmeyi ifade eden âyet tilâvet yönüyle Mushaf’tan çıkarıldı. İlk âyet hem hükmen hem de tilâveten yürürlükten kaldırılırken, ikinci âyet yalnızca lafız yönüyle nesh edilip hükmü ibkâ edilmiş oldu.




------------------------------------------------

FIKIH TARİHİ VE USULÜ

HAZRET-İ PEYGAMBER DEVRİ
Hazret-i Peygamber’in vahye muhatab olduğu 23 senenin ilk 13 senesi Mekke’de geçmiştir ve bu devrede gelen âyetlerin hemen tamamı, daha ziyade inanç esasları ile kısâs ve ahbâra (kıssa ve haberlere, yani geçmişte cereyan eden ve gelecekte cereyan edecek hâdiselere) dairdir. Bu devrede inen âyetlerin pek azı ahkâm ile alâkalıdır ve bunların da büyük çoğunluğu ibâdete ait ve bir kısmı da umumî (küllî) hükümlerdi. Mekke devri, Hazret-i Peygamber’in yeni bir dinin esaslarını anlattığı ve çevresindeki insanların azının kendisine inanıp çoğunun reddettiği, hatta çok şiddetle karşı çıktığı bir devredir.
Medine devrinde ise, Hz. Peygamber bir taraftan ibâdetlerle ilgili hükümlerin vaz’ edilmesi sürerken, diğer bir taraftan da İslâm fıkhının sosyal yönü ağır basan aile, miras, savaş, alış-veriş, ceza, muhakeme hukukuna dar hükümler konulmuştur. Hazret-i Peygamber aynı zamanda bir devlet reisi, başhâkim ve ordu kumandanı olmak itibariyle, devlet idare etmiş, savaşmış, elçi göndermiş, yabancı elçileri kabul etmiş, sulh anlaşması yapmış, dâvâ dinlemiş ve hüküm vermiştir. İşte bu sahalardaki söz ve fiillerinin hepsi, İslâm esas teşkilat, idare, kazâ, harb ve milletlerarası hukukunun hükümlerine esas teşkil etmiştir.




Teşrii Usulü
Bu devirde teşri’ usûlleri şöyleydi: Birincisi, bir hâdise vuku’ bulur, bunun hükmü Hazret-i Peygamber’den sorulurdu. Böyle bir soruya muhatab olan Hazret-i Peygamber önce vahy beklerdi. Bu meselenin hükmü kendisine açıkça veya mânâ olarak vahyedilince, O da bunu Eshâbına bildirirdi.
Vahyin açıkça bildirilenine âyet, mânâ olarak bildirilenine ise sünnet denir. Nitekim Kur’an-ı kerîmde: “Senden soruyorlar! De ki:...” veya “Senden fetvâ istiyorlar! Onlara de ki:...” şeklinde başlayan ve bir meselenin hükmünü bildiren pek çok âyet bulunmaktadır. Sözgelişi Hazret-i Peygamber’den savaş ganimetlerinin durumu sorulmuş, bunun üzerine, “Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber’e attir...” meâlindeki âyet (Enfâl: 1) gelmiştir.
Yine bir sual üzerine “Senden fetvâ isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin (kelâle) mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor...” diye başlayan âyet (Nisâ: 176) nâzil olmuştur. Eğer bu bekleme neticesinde bir hüküm gelmezse bu takdirde Hazret-i Peygamber ictihad ederdi.




Vahy devrinin bir hususiyeti, bizzat Hazret-i Peygamber’in vahy gelmeyen hususlarda ictihadda bulunması ve eshâbına da bu yolda izin vermesidir. Hazret-i Peygamber hukukî ihtilaflar söz konusu olduğunda hâkim sıfatıyla hükümler verirdi. Zamanla bu gibi işler çoğalınca eshâbından hâkimler tayin etmiştir. Bunlar kendi ictihadlarıyla hüküm vermişler, Hazret-i Peygamber de bunu tasvib etmiştir.
Nitekim Muaz bin Cebel, Yemen’e hâkim olarak gönderilirken Hazret-i Peygamber’e, karşılaşacağı meselelerde Kur’an-ı Kerîme bakacağını, burada çözüm bulamazsa, sünnet-i nebevîye müracaat edeceğini; yine bir çözüm bulamazsa kıyas yapacağını arzetmiş ve bu sözü Hazret-i Peygamber tarafından tasvib görmüştü.
Bazen de Hazret-i Peygamber’in ictihadıyla verdiği hüküm, vahy ile tashih edilmiştir. Bu da peygamberlerin ictihadlarının vahyin kontrolünde olduğunu; bu sebeple peygamberlerden hatâ sâdır olamayacağını göstermektedir.
Önde gelen sahabiler, Hazret-i Peygamber zamanında ictihad ederek fetvâ ve hüküm vermişlerdir. Hazret-i Peygamber de bunların hükümlerini reddetmemiştir. Çünkü bunların hepsi bizzat kendi öğrettiklerine dayanmaktaydı. Bununla beraber bu hükümleri gerektiğinde murâkabe salâhiyetini elinde tutmuştur.



Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüz otuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir.
Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.



Sahabe Dönemi
Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan  sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.



Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.




Tabiun Dönemi
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.





Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve Irak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.

Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.



Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
ı- İlmi Münazaraların Yapılması


Fıkıh ilminin bir dalı füru’ (Furuu’l-fıkıh: Tatbik i hukuk),  diğer dalı ise usul (Usulu’l-fıkıh: Nazari hukuk)’dur. Fıkıh denince, genellikle bu ilmin füru’ dalı kastedilir.
Müctehidin tafsili şer’i delillerden şer’i ameli hükümleri çıkarması, mutlaka kendisine yol gösterecek belli başlı kurallara ve prensiplere uymasını gerektirir.
Bu  gerçeği  gözönüne  alan İslam  bilginleri, İslam  hukukuna  candan  hizmet  aşkıyla,  müctehidlerin  hüküm istinbatında  takip  ettikleri  metodları  açıklamak  üzere  özel  bir  çalışma  yapmışlardır.  Bu  çalışma  ile  güdülen başlıca iki gaye şunlardır:
1)İctihad şartlarını   taşıyanlar,   öncekilerin   yaptığı   gibi   ictihad   edip   karşılaşılan   fıkhi   olaylara   hüküm bağlayabilecekler,
2)İctihad şartlarını taşımayanlar ise, müctehidlerin hükümlere varırken dayandıkları delilleri ve o delillerden bu hükümlere  nasıl  ulaştıklarını  öğrenerek,  onlardan  nakledilen  hükümleri  gönül  huzuru  içinde  kabullenmiş olacaklardı.
İşte bu düşüncelerden hareketle, onlar, hakkında ister özel nass bulunsun ister bulunmasın, delillerin ihtiva ettiği hükümleri  kavrayabilmek  için  uygulanan  ve  delillerden  hüküm  çıkarılmasında  yardımcı  olan  genel  kuralları ortaya koydular.
İslam  bilginleri,  bu  arada  delillerden  hüküm  çıkaracak  kişi  yani  “müctehid”  ile  ilgili  kurallardan  söz  ettiler, ictihadı,  ictihadın şartlarını  ve  hükümlerini,  taklidi  ve  taklidin  hükümlerini  açıkladılar.  Bütün  bu  kurallara  ve sözü edilen hususlarla ilgili incelemelere topluca “Usulu’l-fıkıh” adını verdiler.
Fıkıh kelimesi lugatta bir şeyi bilmek, anlamak  manasına  gelir. Kur’an’da fıkıh kelimesi  mutlak ilim için değil, ince  anlayış,  keskin  idrak  ve  konuşanın  gayesini  anlamak  manalarında  kullanılmıştır.

Şu  halde  fıkıh  bir şeyin künhüne vakıf olarak ve deliliyle birlikte bilmek anlamına gelmektedir. Hanefiler  Fıkıh’ı  ıstılahta  “Kişinin  amel  yönünden  lehine  ve  aleyhine  olan şer’i  hükümleri  bir  meleke  halinde bilmesidir” şeklinde, Şafiiler ise, “Şer’i-ameli hükümleri yani ibadet, muamelat ve ukubat’a ait hükümleri, tafsili delillerinden  çıkararak  bilmektir” şeklinde  tarif  etmişlerdir.
  Bu  iki  tarifin  lafızları  farklı  olmakla  birlikte, aynı manayı ifade etmektedirler. Çünkü Hanefiler bilmek (marifet) tabirinden “delilinden çıkararak bilme, meleke ve iktidarı” manasını kastetmişlerdir.
Fıkh’ın şu şekilde  de  tarifi  yapılmıştır:  “Fıkıh,  ibadet,  ukubat  ve  muamelata  ait şer’i  hükümlerin  hey’et-i umumiyesidir.”
Şer’i  hükümleri,  delillerinden  çıkararak  bilen  alime  fakih  denir  ki,  müctehid  demektir. İctihad  ve  istinbat melekesine  malik  olmayan  bir  kişiye,  ne  kadar  çok  fıkhi  meseleyi  öğrenmiş  ve  ezberlemiş  olsa  da  fakih (hukukçu) denmez. Bu kişilere alim denir. Alim başka fakih başkadır. Aralarında fark vardır. Her fakih alimdir, fakat her alim fakih değildir. Ancak bu kişilere mecazi olarak fakih denir.
Usul: Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab ve delil manalarında kullanılır.
Fıkıh Usulü: 
Müctehidin şer’i  ameli  hükümleri  tafsili  delillerinden  çıkarabilmesine  yarayan  kurallar  bütününe  fıkıh  usulü denir. Fıkıh  ilminin  diğer  dalı  olan  usulu’l-fıkıh,  bir  isim  tamlaması  (izafet  terkibi)dir.

  Bu  ilme,  bazan  tamlamanın başına  ilim  sözü  eklenerek  ilmu  usulu’l-fıkh  denildiği  gibi,  bazen  de  fıkıh  lafzı  çıkarılarak  sadece  ilmu’l-usul denir.

  Bugün  fıkıh  usulü  tabirinin  karşılığı  olarak İslam  Hukuk  Felsefesi, İslam  Hukuk  Metodolojisi, İslam Hukuk Usulü, İslam Teşri’ Usulü, İslam Hukuku Nazariyatı gibi terimlerin kullanıldığını görmekteyiz.
 Bu tamlamada  usul  kelimesinin delil anlamında kullanıldığını  kabul etmek daha  uygun düşmektedir. Zira  fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş, bina edilmiştir.
Buna göre Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.

Ancak  Fıkıh  usulü  bir  ilim  dalı  olarak  ıstılahta  terkib  manasından  daha  farklı  ve  daha  geniş  konuları  ihtiva etmektedir.   Çünkü   fıkıh   usulü   ilminde   fıkhi   delillerden   bahsedildiği   gibi, şer’i   hükümlerden,   istinbat kaidelerinden ve benzeri konularından da bahsedilir.
Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:
1)  “Şer’i  hükümlerin,  tafsili  delillerden  çıkarılmasını (istinbatını)  mümkün  kılan  kaideleri  ve  icmali  delilleri öğ
reten bir ilimdir. Veya,
2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”

Ahkam:
Hükümler üçe ayrılır:
1- Akli hükümler: Akıl yoluyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Bir ikinin yarısıdır” “İki kere iki dört eder.” “İki zıt bir arada bulunamaz.” hükümleri böyledir.
2- Hissi hükümler: Duyu organları vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Ateş yakıcıdır.” veya “Güneş doğmuştur veya batmıştır.” hükümlerinde olduğu gibi.
3- Şer’i hükümler:Şer’i kaynaklar vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Namaz farzdır.”, “Allah’a şirk koşmak en büyük günahtır.”, “Yalan söylemek, riba haramdır.” hükümlerinde olduğu gibi. İşte usul kuralları, şer’i delillerden elde edilecek olan bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, akli ve hissi hükümleri bertaraf etmek üzere tarifteki ”hükümler” kelimesi “şer’i” kaydı ile sınırlandırılmıştır.
 
“Ahkam”,  istinbatın  neticesi  ve  semeresidir  ki  bunlar  ubudiyyetini şeriata  göre  yapan  mükelleflerin  fillerine taalluk eden hükümlerdir. Şeriat bunları ya, mesela namazın farziyeti gibi “icab”, veya faizin, zinanın ve içkinin haram  kılınmasında  olduğu  gibi  “tahrim”  veya  normal  hallerdeki  yeme  içme,  alış-veriş  ve  kirada  olduğu  gibi “tahyir  ve  ibaha”  veya  borcu  yazma,  alış-verişi şahitler  huzurunda  yapmada  olduğu  gibi  “nedb”  veya  güneşin doğuşu  ve  batışı  sırasında  namaz  kılma,  sünnetleri  ve  adab-ı şer’iyyeyi  terketmede  olduğu  gibi  “kerahat”  diye vasıflandırır.  Bunlara  “ameli  hükümler”  denir.  Bunlar,  Allah’a,  O’nun  birliğine,  meleklerine,  kitaplarına, peygamberlerine  ve  ahiret  gününe  iman  etme  gibi  itikadi  hükümlerin;  doğruluğun  vacib  olması,  yalanın  haram olması  gibi  ahlaki  hükümlerin  mukabilindeki  hükümlerdir  ve  “ameli  hükümler”  sözüyle  bunlar  tarifin  dışında bırakılmıştır.
Fıkıh Usulünün Gayesi: Fıkıh  usûlü  ilminin  güttüğü  gaye,  kural  ve  nazariyelerini  tafsîlî  delillere  tatbik  etmek  suretiyle şer'î  hükümlere ulaşmaktır.  Başka  bir  ifade  ile, şer'î  amelî  hükümleri  tafsîlî  delillerinden  çıkarabilmeyi  temindir.  Bu  ilmin kaideleri  sayesinde şer'î  nasslar  anlaşılır.  Kapalı  olan  lafızların  manaları  bilinir.  Aralarında  çelişki  olan  lafızlar arasını  bulma  ve  bunlardan  birisini  tercih  imkanı  elde  edilir.
Şayet  kişi  ictihad  ehliyetine  sahipse,  yeni problemlerin  dînî  hükmünü  ortaya  çıkarmak  için  kıyas,  istihsan,  istıshab,  örf  vb.  kaideleri  kullanarak  ictihatta bulunur.
İctihâd  ehliyetini  haiz  değilse  eski  müctehidlerin  çıkardıkları  hükümlerden  tahricler  yaparak  yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Buna da gücü yetmezse, müctehidlerin hüküm ve delillerini tam olarak kavrar.
Müctehidin  bu  ictihada  varırken  hangi  delile  dayandığını  ve  bu  delilden  nasıl  yararlandığını  bilir.  Böylece onların  kendi  kafalarından  değil,  belirli  delillerden  istifade  ederek  hüküm  çıkardıklarını  anlar  ve  o  hükümleri daha  bir  gönül  hoşluğu  ile  kabullenir.  Kendi  mensubu  olduğu  mezhep  imamının  görüşü  ile  diğer  imamların görüşleri  arasında  mukayese  imkânı  bulur.  Hatta  bunların  delillerini  de  öğrenmiş  olacağı  için  bunlar  arasında tercih imkânına sahip olur. Çünkü, farklı görüşleri mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tesbit ancak bu görüşlerin  dayandıkları  delilleri  ve  bu  delillerden  nasıl  hüküm  çıkarıldığını  bilmekle  mümkün  olur.  Bunları bilmenin yolu da usûlül-fıkıh kaidelerini bilmektir.

Fıkıh  Usulü  ilminin  asıl  gayesi,  müctehidin şer’i  ameli  hükümleri  tafsili  delillerinden  çıkarabilmesi  için  ona  bu ilmin  kaidelerini  tatbik  etme  imkanını  hazırlamaktır.  Kim  ictihat  ehliyetine  tam  sahip  olursa  usul  kaideleri yardımıyla şer’i nasları –açık olsun, kapalı olsun- anlayabilir ve delalet ettiği hükümleri ortaya koyabilir; kıyas, istihsan, ıstıslah, istishab ve diğer delilleri, ortaya çıkan yeni meselelerin hükümlerini bulmakta kullanabilir.

İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.
 
Usul  ilmi  için  daha  önce  verilen  tariften  anlaşılmaktadır  ki,  bu  ilimden  maksat, şer-i  ameli  hükümleri  tafsili delillerinden çıkarabilmeyi sağlamaktır.
Şu  halde,  bu  ilmi  öğrenen  kimsede  ictihad  ehliyeti  gerçekleşmişse,  yani  bu  kimseye  Kur’an’ı  ve  Sünnet’i, bunlardan  birinde  mevcut  çözüme  kıyas  yapabilme şekillerini, İslam  teşriinin  genel  gayelerini  bilmek  gibi ictihad şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer’i nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan  durumlarda  ya  nasslardaki  çözümlere  kıyas  ile  veya  olaya  maslahatın  gerektirdiği  uygun  çözümü bağlamak suretiyle şer’i hükmü tesbit edebilir.
 
Bu  ilmin  gayesi, şer’i  hükümlerin, şer’i  delillerden  nasıl  ve  ne şekilde  çıkarılacağını  öğretmektir.  Burada  ifade edelim  ki, şer’i  hükümlerin  hakikatlerine  bütün şartlarıyla  vakıf  olmak,  ancak  bu  ilim  sayesinde  mümkün olabilir.  Fıkıh  usulü  ilminin  koyduğu  kaideleri  bilmeyen  bir  kimse,  tefsir,  hadis  ilimlerini  bilse  bile, şer’i hükümlerin  hakikatlerine  nüfuz  edemez.  Aynı şekilde  Kur’an  ve  Sünnet’in  ihtiva  ettiği  hükümleri  hakkıyla anlamak  için  dil  ilimlerini  bilmek  de  kafi  değildir.Fıkıh  usulü  ilminde  de  ihtisas  yapmak  gerekir.  Müctehidler ictihadlarında,  fakihler  hüküm  istihracında  bu  ilmin  kaide  ve  esaslarından  son  derece  faydalanırlar.  Bu  ilmin esaslarını bilmeyenler, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarırken hata edebilirler. 
Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu ilmin esaslarını öğrenen bir fakih hüküm istinbatında isabetli neticelere varabilir.

Fıkıh Usulünün Faydaları: 
Fıkıh  usulü  ilmi,  Kur’an  ve  Sünnet’ten  hüküm  çıkarmayı  amaçlayan  bir  ilimdir.  Bu  ilmin  tahsilinden  elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1-  Kişi  bu  ilimde  mütehassıs  olunca,  Kur’an  ve  sünnetin  aşağı  yukarı  bütün  lafızlarını,  Arap  dili  kaidelerini öğrenir.
2-  Müctehidlerin  hüküm  çıkarma  (istinbat  ve  ictihad) yöntemlerini,  kendi  görüş  ve  arzularına  göre  hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve  hüküm  istinbatı  sırasında  belirli  kural  ve  prensiplere  uyduklarını,  dine  hizmet  ettiklerini  anlar  ve  bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir. 
3-  Fıkhi  hükümlerin  delillerini,  kaynaklarını  ve  çıkış şekillerini  öğrenir.  Hangi  hükümlerin  Kitap  ve  Sünnete, hangilerinin  müctehidlerin  ictihadına  dayalı  olarak  çıktığını  tesbit  eder.  Müctehid  imamlardan  hakkında  görüşnakledilmemiş    bulunan  meselelerde,  onların  kurallarına  göre  tahric  yapıp  hükme  varabilir.  Bir  başka  deyişle, kendisine  uyulan  müctehid,  o  olayla  karşılaşsa  idi  nasıl  hüküm  verirdi  diye  düşünerek  sözkonusu  meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalışır.     
4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.
5-  Hukuki,   kanuni  bilgiler   öğrenir,   muhakeme   yeteneğini  geliştirir,  hukuk   melekesi  teşekkül  eder,  hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih eder. Zira değişik görüşler  arasında  iyi  bir  mukayese,  ancak  fakihlerin  çeşitli şer’i  hükümlerin  tesbiti  sırasında  dayandıkları delilleri  çok  iyi  bilmek,  bu  delilleri  ölçüp  tartmak  ve  aralarında  en  kuvvetlisini  seçmekle  mümkün  olur.  Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.
Fıkıh usulünde 3 ayrı metoddan bahsetmek mümkündür:
Mütekellimîn Metodu:  Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur.
Mümessilleri, kuralları  koyarken, bu kuralın  mezhep imamdan nakledilen ferî  meseleye  uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir.
 Zekiyyüddin Şaban'ın deyişiyle bu gruptaki usûl,  fürûu-fıkhın  hizmetçisi  değil,  onlara  hakim  bir  usûldür.  Bu  yüzden,  bu  metodla  yazan  usûlcülerin eserlerinde,  örneklerin  dışında  pek  fürûa  ait  hükümlere  rastlanmaz. Şafiî  ve  Mâlikî  usulcülerinin  ekserisi  bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.

Hanefî Metodu:  Bu  metodu  takip  eden  âlimler,  Hanefi  mezhebi  mensubu  oldukları  için,  bu  metoda  Hanefî  metodu  denilmiştir. Bu  metod  mensupları,  kendileri  araştırma  neticesi  genel  kaideler  koyma  yerine,  mezhep imamlarının  ortaya koyduğu  fer'î  meselelerden  genel  kurallar  çıkarma  yoluna gitmişlerdir.  Bunlar,  mezhep  imamının  ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının  hükümlerinin  çıktığı  amelî  kaideler  vardır.  Bu  yüzden,  bu  gruba  mensup  bilginlerin kitaplarında  fürûa  ait  meselelere  sık  sık  raslanır.  Bu  gruptakilerin,  böyle  bir  metod  benimsemelerinin  sebebi, imamlarının  kendilerine  derli  toplu  kaideler  bırakmamış  olmasıdır. İmam Şafiî  ise  böyle  değildir.  O  bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir. Bu  metoda mensup alimler tarafından  da telif edilmiş birçok eser vardır.
Mecz Metodu: Bir  de  bu  iki  metodu  meczederek  yeni  bir  metod  geliştiren  ve  bu  metodâ  göre  eserler  vücuda  getiren  âlimler vardır.  Bu  gruptakiler  bir  taraftan,  usûl  kaidelerinin  sağlam  temellere  dayandığını  isbat  ederken,  diğer  taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.
----------------------------------------------------------------------

Bilginin Bütünlüğü Çerçevesinde Değerlendirme

Görüldüğü gibi temel İslam ilimlerinin tarihi benzer bir çerçeve içerisinde ilerlemektedir. Çünkü vahye ilişkin bilginin kuşaktan kuşağa bir bütünlük içerisinde aktarıldığı ve bilgi birikim sürecinde benzer etkilerin söz konusu olduğunu söylemek mümkündür.
Ayrıca, İslam ilimlerinin ayrı branşlar olarak ayrılması sonraki dönemlere tekabül ettiğinden dolayı(her ne kadar ayrışmanın nüvelerini önceki dönemlerde görüyor olsak da) ilk dönem İslam alimlerinin, İslam ilimlerinin bütünü hakkında ciddi bilgi sahibi olduğunu söylemek de mümkündür.
Bu durum, aslında vahyin niteliği ile de ilgilidir. Nitekim İbn Hazm bu meseleye dair şöyle demektedir: “Bizim, Allah tarafından Resûlüne gelen vahyi iki kısma ayırmamız doğru olur:
Birincisi, nazmı, tertibi itibariyle mûciz olup, ibadetlerde tilâvet olunan vahiydir ki bu Kur’ân’dır. İkincisi de rivâyet edilip nakledilen ve nazmı itibariyle mûciz olmayan vahiydir ki bu da Allah Resûlü’nden bize ulaşan hadislerden ibarettir… Allah, birinci tür vahye yani Kur’ân’a uymamızı emrettiği gibi, ikinci tür vahye uymamızı da emretmiştir. Bu yüzden vahyin bu iki türü arasında herhangi bir fark söz konusu değildir”


Nasıl ki, Kur'anı Kerim'i anlamak için hadislerden faydalanmak bir zorunluluk ise, aynı şekilde bazı hadislerin anlamını veya rivayetlerin doğruluğunu değerlendirmek açısından Kur'an'ı anlamaya ve dolayısıyla tefsire ihtiyaç vardır.
Yukarıda, bu iki alanın örtüşmüş olduğu konular ve tarihi gelişim seyri hakkında açıklamalarda da belirttiğim gibi, bir çok konuda rivayetlerin tek bir ilim alanına indirgenemeyecek kadar çok boyutlu olabileceği göz önünde tutulmalıdır. Bir hadis rivayeti aynı anda hem bir ayeti açıklarken, hem de fıkhi bir hükmü ortaya koyabilir.
Benzer bir şekilde, bir tefsir rivayetinin de başka hadislerin anlamlandırılmasında veya fıkhi hükümlerin çıkarılmasında önemli bir konumu olabilir. Vahyin niteliğinin de bu rivayet kültürünün oluşması açısından önemli olduğunu belirtmek gerekir. Vahiy bir bütün olarak ele alındığı takdirde, İslami ilimler arasındaki bu yakınlığın kaynağı da daha iyi anlaşılabilir.
Bu çerçevede, rivayet kültürümüz de daha iyi yorumlanabilir.
Ayrıca, temel İslam bilimlerinin inceleme alanları ve kullandıkları yöntemler farklı olmakla birlikte, her biri kendi alanında bilimsel faaliyetini sürdürebilmesi için diğer bilimlerin tespitlerine dayanmak, onlardan yararlanmak zorundadır.



Kelam, Tüm İslam bilimleri bakımından bir meşruiyet kaynağı konumundadır. Çünkü Kelam inceleme alanı itibariyle diğerleri gibi belli bir konu üzerine kendi sınırlamaz. O, tüm var olanı konu edinir. Bu nedenle klasik dönemde “külli ilim” olarak nitelendirilmiştir.
Bir fakih, bir mesele ile ilgili hükme, ancak fıkıh usülünde belirlenmiş olan delil ve yöntemleri kullanarak ulaşır.Fıkıh usülü de, delil ve yöntemlerin şer’i geçerliliğini tespit bakımından kelama bağlıdır. Kuran’ı Kerim, şer’i ameli hükümlerin elde edilmesinde başvurulması gereken ilk kaynaktır. Bu durum, fıkhın tefsirle ilişkisini açıklamaktadır. Fıkıh, Kuran’ın anlaşılması hususunda tefsirin verilerinden yararlanır.Fıkıh, ancak hadis bilimince Hz Peygamber’e ait olduğu belirlenmiş sözleri, fiilleri ve takrirleri bir hüküm kaynağı olarak kabul edebilir.
Görüldüğü üzere, İslami ilimler arasındaki fark yöntemsel ve konusal bakımdan ortaya çıkmış, ancak bilgi kaynağının ortaklığı ve ilim alanlarının birbirinden yararlanması zorunluluğu bakımından İslami bilgi, bir bütün olma özelliğini korumuştur.

İslami bilginin bütünlüğü onun, hayatın bütün alanlarına yansıyan ve onlar için kapsayıcı olan bir yaşam biçimi getirmesinden kaynaklanmakta ve onun önemli bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilginin oluşum sürecindeki bütünlük, nasih mensuh gibi bir çok ilimde ortak olan konuları da karşımıza çıkarmaktadır. Ayrıca, alim kimliğinin bu ilimlere bütüncül bir yaklaşım sonucunda ortaya çıkmış olması bu ilim alanlarının birbirine ne kadar yakın olduğunu göstermektedir.

KAYNAKÇA
Koçyiğit, T. (2012). Hadis tarihi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Koçyiğit, T. (1998). Hadîs Usûlü, TDV Yay.
Yücel, A. (2010). Hadis: tarihi ve usûlü. İstanbul: M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Cerrahoğlu, I. (2014). Tefsir tarihi. Ankara: Fecr Yayınevi.
Cerrahoğlu, İ. (2008). Tefsir usûlü. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Demirci, M. (2001). Tefsir usûlü ve tarihi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Baş, E.(2002) Tefsir İlimlerinin Doğuşu ve Tarihi Gelişimi. Kur’an ve Tefsir Araştırmaları III. İstanbul: Ensar Yayınları.
Dönmez, I. K. (2015). Fıkıh ve fıkıh tarihi incelemeleri. İstanbul: İSAM.
Keskioğlu, O. (2003). Fıkıh tarihi ve İslam hukuku. Ankara: Diyanet işleri başkanlığı Yayınları.
Atar, F. (2013). Fıkıh usûlü. MÜ Fakültesi Vakfı Yayınları.


















 


0 Yorum - Yorum Yaz


Esbeb-i Nüzül Anlaması

a. Esbebun Nuzul'un anlamını

Asimetrik olarak, esbebun nuzul "esbeb" sözcüğünden gelir "sababa" nın çoğul nedeni, nuzul anlamı aşağı. Buraya esbebun nuzul denilen şey Kuran'ın ayetidir. Böylece, esbebun nuzul neden olan bir olaydır Kur'an ayetlerinin doğrudan ya da dolaylı olarak gerilemesi doğrudan. Başka bir deyişle, tüm olgular düzleştirilir bir şeyin ortaya çıkışı esbeb al nuzul olarak adlandırılabilir, ancak kullanımı sırasında, esbeb al nuzul'un özel ifadesi. Altta yatan nedeni ifade etmek için kullanılır Kur'ân'ın gerilemesi ve özellikle de başbuğ vâkıf hadislerin sebepleri için kullanılır. Para birimi ile formüle edilen terminolojide anlama akademisyenler esbebun nuzul hakkında şunları söylüyorlar:

1. El-Zarqani'ye göre:

"Esbeb al nuzul özel bir şey ya da bir şey. Kur'ân âyetlerinin gerilemesi ile olan ilişkisinin yanı sıra olay anında yasal bir hakim görevi gören olur "1

2. El-Şabuni:

"Esbeb al nuzul bir olay veya olay bir veya daha fazla asil ayetin inmesine neden olan bu gibi olay ve olaylarla bağlantılı olarak, Ya Peygamber'e bir soru şeklinde veya. Dini olaylarla ilgili olaylar. "2

3. Subhi Salih:

Esbebu el-nuzul neden olan bir şeydir Kuran'ın bir veya birkaç ayetinin çöküşü bazen yanıt olarak bir olayı ima eder veya yasaların bir açıklaması olarak ne zaman oldu "3

4. El-Katathan nerede:

Esbeb el nuzul, Kuran'ın inmesine sebep olan Olay olduğunda, Hz "4 esbeb al nüzul Kuran'ın ayeti düşüşe bilgi sağlamak için kullanılan ve perintahperintahnya anlamak için bağlamı verdi edilebilir tarihsel malzemedir keapada tek olay veya soru şeklinde olsun. Elbette, bu tarihsel materyal sadece Kur'an'ın bulunduğu tarihteki olayları kapsar ('tanzil'de ashr). Kuran ayetlerinin hepsi meşakkatli olup olmadığı sorusu akademisyenler arasında bir tartışma konusu olmuştur. aşağı öncesinde kesildi Kuran tüm bir olay veya bu nedenle pertanyaan.5 sebebini değil açıklamak için: İkinci başlangıçlar düştü (ibtida '): Birinci: Al-Ja'bari ikiye bölündü Kuran'ın düşüş hakkında tartışmak bir neden veya olay Bazı bilim adamları, Kuran'ın tüm ayetlerinde an-nuzul bulunmadığını iddia etmektedir. Bu nedenle, '(ğayr ibtida, diğerleri ise bir olayla motive indirdi) orada arkalarında durmak için kimse ile diturunkah Kur'ân (ibtida)' in bir ayettir.

b. Esbebun Nuzul'un Biçimleri

Açıklanan tanımdan yola çıkarak, esbeb al nuzul bir ayet adakalnya şekli anlayış olaylar ve bazen sorular şeklinde bir ayet veya ilgili âyetlerini açıklamak için bazı ayetler aşağıdadır olaylarla veya sorulara cevaplar vererek Özellikle. Ayette olaylar şeklinde düşüş için üç tane çeşit, 7 yani:

1. Bir çekişme olayı

Bunun anlamı şudur: "Ey iman edenler, sizi takip ederseniz Kitap verenlerden bazıları kaçınılmazdır. seni bir kafir yapacaklar imandan sonra "(S. Alimran: 100) Anlatılmış bir hesapta, Auz kabilesi ve Hazarjlar oturuyorlar, dediler cehalet döneminde düşmanlığı hakkında, böylece öfkesini ortaya çıkardı, böylece her biri tutu Silahı. Başka bir anlatımda, Halktan önce Shash bin Qais adında Yahudiler Auz ve Hazraj mutlu sohbet ediyorlar, Yahudiler onların yakınlarını görmekten nefret ediyorlar. Onun kökeni düşmandır. Bir genç adama şunları söyledi: onlarla sohbet etti ve üzerine hikaye uyandırdı.

Bu'ats savaşı sırasında Cahiliye'nin yaşı. Auz'a başlayın ve Khazraj, usta kulüpteydi ve kendi cesaretini övdü. Aus ve Kazablanka'dan Aus bin Qaizi'yi al bin Şeyh'in Karısı, sözlü taciz, ikinci öfkeyi kışkırttı taraflar oyuna atladı. Bu kadar Rasulullah geldiğini gördü ve tavsiyelerde bulundu. ve onları uzlaştırmak. Onlar itaatkar ve itaatkar Peygamber Efendisinin Avukatı olayın nedeni yukarıdaki Ali İmran harflerinden aşağı doğru ayetler.

2. Olay ölümcül bir hataydı

Bunun anlamı şudur: "Ey iman edenler! Dua etmeyin, sarhoşken sen öyleyse ne dediğinizi anlayın "(Q.S. Nisa: 43)

Bir tarihte Abdurrahman'ın Bin Auf, Ali ve arkadaşlarını davet etmeye davet edildi, sonra servis khamar (şarap, içecekler sert) beyinlerini rahatsız etti. Zaman geldiğinde dua ediyor, Ali'ye rahip olmasını söyleyen insanlar ve o zaman yanlış ayeti okumuş , hiçbir kelime söyleyemiyorum.

3. Olay idealler ve arzular şeklinde

Örneğin, Umar İbn Habil'in uygunluğu (Muwafaqat) Kuran ayetleri hükümleri ile. orada tarihte Ömer'in umutlarından bazılarını dile getirdi Peygamberimiz Sonra içeriği uygun olan ayetler aşağıya iner Umar'ın umuduyla. Örneğin, İmam Buhari ve Ömer'in Anas r.a'dan rivayet ettiği yeni bir rivayet: "Ben Tanrı ile üç şekilde katılıyorum: Ben söylüyorum Elçi, Ya Makam İbrahim'i yaparsak namazın yeri, sonra ayet: Bir soru formunda olan inen ayette gelince üç çeşit halinde gruplandırılabilir.

Sonuç;

Yukarıdaki açıklamalara göre, birkaç puan. Bunların arasında:

Herhangi bir arka plan fenomeni bir şey esbeb al nuzul olarak adlandırılabilir, ancak kullanımı, esbeb al nuzul'un özel ifadesi Altta yatan nedeni belirtmek için kullanılır Kuran'ın çöküşünün yanı sıra esbeb el wurud özellikle nedenler için kullanılır hadisin ortaya çıkışı.

Ayette olaylar şeklinde düşüş için üç tane türler, yani: Olaylar argümanlar şeklinde, Olaylar ölümcül bir hata. Olay bir özlem ve arzu. Derin ayetin çıkışları gelince soru formu üç gruba ayrılabilir tür, bir şeyle ilgili sorular geçmiş. Ile ilgili sorular geçmişte olan bir şey. Olmak istenen döneme ilişkin sorular gel.

Esbebun Nuzul cümlecik modeli belirtilmiştir açık bir deyimle. Esbebun nuzul değil lafaz "sabab" ile gösterilen ancak giderek giden "fa sababiha" telaffuzunu getir maruz kaldıktan hemen sonra yönlendirilen paragraph bir olay veya olay. Esbebun Nuzul anılır kesinlikle bağlamdan. Bu durumda Allah Resulü insanlara sordu, sonra kendisine vahiy buldular ona yöneltilen soruları cevaplamak için yeni alınan ayette. Esbebun nuzul değil çünkü açıkça, hayır ayrıca fa sababbiha getirerek değil de soru üzerine bir cevap.

 

Kaynakları;

Muhammad Abdul El-‘Azhim El-Zarqani,   Manahil  El-Erfan  fi Ulumul Kuran, Beirut.

Muhammad Ali Al-Shabuni, Et-Tibyan fi Ulum Kuran, Maktabah  el-Ghazali, Damaskus, 1390.

Subhi  Shalih,  Mebehis fi Ulum El-Kuran,  Dar El-Qalem li El-Maleyyin, Beirut, 1988.

Jalaluddin  Al Suyuti,  El-Itqan fi  Ulum  El-Kuran,  (Beirut:  Dar  al Fikr,tth

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi