Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

Elif USANMAZ 14070228    14.03.2017

Elif USANMAZ 14070228

‘’Kuran Nedir?’’ Kitabını okumamızı hocamız bizden istedi. Bunu okumamda ki amaç fıtratımı ve hayatımı anlamlandırmam için inen bu ilahi vahyin ne olduğunu anlamak ve onun ne olduğunu öğrenmek.  

 ‘’Kuran’ın Bütünlüğü Üzerine’’ kitabını okumamızda ki amaç ise ; Kuran’ı tefsir ederken kuran’ı tek tek ayetler çerçevesinde değil de bütünlüğünü göz önünde alarak tefsir edilmelidir. Aksi halde Kuran’da çelişkiler olduğu ortaya çıkar. Fakat Kuran çelişkilerden uzak bir kitaptır. Kuran açık ve anlaşılır bir kitaptır.

Derste müfessirleri ve yapmış oldukları tefsirleri karşılaştırmalı bir şekilde inceledik. İsra Suresinin belli ayetlerini tefsir ettik ve Ana baba hakkı üzerinde durduk. 


0 Yorum - Yorum Yaz


Merve Nur TEKECİ 14070213

Güz dönemi derslerinde Kuran nedir? Ve Kuran’ın Anlam Bütünlüğü kitaplarını okuduk. Bu kitaplar ışığında insanın anlam arayışı içinde olduğunu ve bu anlam arayışında bize yol gösterici olanın Kuran’ı Kerim olduğunu kavradık. Temel kavramlar ve sorular üzerinde durduk(Kuran nedir? Sorumluluk nedir? Tefsir nedir?) bu ve benzeri sorulara cevap aradık Müfessirler ve yazmış oldukları tefsirleri karşılaştırmalı bir şekilde inceledik. Ve müfessirlerin de kendi dönemlerinde bir anlam arayışı içerisinde olduklarını, insanı ve hayatı anlamlandırmak üzerine düşüncelere yöneldiklerini tefsirlerindeki yansımalarda görmekteyiz. Bu sebeple ki Kuran’ın insan hayatını anlamlandıran yegane gerçek olduğu ortaya çıkmaktadır.


0 Yorum - Yorum Yaz


Tefsir usulünün teşekkülü

Bugünkü anlamda tefsir usülü Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında yoktu. Vefatından sonra bir meşru otoriteye, yani Kuran-ı Kerîm’e ihtiyaç duyuldu. Bu konuda vahyin dilini bilen ve ilk muhatabı olan sahabeye başvuruluyordu. Ibn Abbas, Ibn Mesud, Ubey b. Ka’b (radiyallahuanhum) farklı şehirlerde tefsir dersleri vermiş ve buralardan ekoller oluşmuştu. İlk olarak usûle dair bilgiler burada çıkmaya başladı. Hicri 1. Yüzyılın ortalarından itibaren bu bilgiler şifahen kayıtlara geçmeye başladı. İkinci yarısında yazıya geçirilmeye başlandı. Kitapların telif edilmesi  ise 2. Yüzyılın başından itibaren başladı. Yazıya ve kitaba geçmesi tefsir usulünün önce müstakil alan olması, sonra ise bir bilim haline geldiğini ifade eder.

Hadis Usûlü
Birinci asrın ortalarında ortaya çıkan siyasî ihtilaflar ve ikinci asırdan sonra farklı kültürlerle temasa geçilmesiyle itikâdî konulara kadar bir sarsıntı yaşanmıştı. Karşı safta bulunmayı tercih eden gruplar fikirlerine bir mesned bulmak ve meşrulaştırmak için Kur’an’ı ve Hadisleri isti’mal etmekte idiler. Bazı hadisler reddediliyor, bazen uyduruk hadisler ihtilak ediliyordu. Bu hareketlere karşı Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnetini korumak adında muhaddisûn harekete geçti. Önlem olarak cerh ve ta’dil başlattılar ve isnad ilmini geliştirdirler.
Hadislerin tedvini ikinci asrın başından itibaren başlamıştır. Bu aşamada muhaddislerin benimsediği usul ve kaideler henüz kitaplaşmamıştı. Onlar bu ilmin birbirinden ayrı muhtelif nevilerine muttali idiler ve değişik görüşlere sahip idiler.
Hadis rivayet, rivayetin şartları, çeşitleri, ravilerin şart ve ahvali, merviyyatın sınıflarını bahsede Usûlu’l-hadîs (Mustalahu’l-Hadis) ilk defa 4. Asırda tedvîn edilmiştir. Hadis ıstılahlarından bahseden ilk musannıf Ebu Muhammed er-Râmahurmuzî (ö. 360) olarak bilinir. En önemli geliştiricileri ise Ibn Abdillah el-Isfahânî (ö. 430), el-Hatib el-Bağdadî (ö. 463), Ibni’s-Salâh (ö. 643), en-Nevevî (ö. 676) olarak bilinir.

Fıkıh Usûlü
lk dönemde İslam’ın genel hükümleri Kur’an ve Peygamber tarafından belirlendi. Yani nüzûl döneminde sorular (yes’elûneke) veya ihtilaflar doğrudan kendisine arz ediliyor, vahyedilen Kur’an’la veya Peygamber’in hüküm koymasıyla sabit oluyordu. Hükümleri öğrenen sahabesine aynı zamanda istinbat metodunu öğretiyordu. Nitekim Muaz’a (r.a.) Kuran, Sünnet ve ictihad metodunu vermişti.

 

Vahyin sona ermesi ve Peygamber’in (a.s) vefatı ile yargı artık en ehil olan kişilere geçmişti. Teşrî tarihi sürecini ve Peygamber’in sünnetini müşahede eden Sahabe istinbat etmek için Kur’an’a, Sünnete, ictihada başvuruyorlardı. Sonraki dönemde ise fütuhat ve İslam coğrafyasının genişlemesi ile önceden mevcut olmayan yeni durumlarla karşılaşıldı. Arap dili zayıflamaya başladı. Yeni bir olay gördükleri zaman, benzeri bir olayı Kur’an/Sünnetten bulup onun hükmünü diğerine hüküm çıkarırlardı. Kıyas edecek bir hüküm bulamayınca İslam’ın gözettiği maslahatı göz önünde bulundurarak hüküm verirlerdi. Eğitimden geçen Tabi’un nesli de böyle devam ettirdi. Ancak şartların gerektirmesiyle önü açılan ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî hükük vermeye karşı tedbir alınması gerekliydi. Müctehid imamlar bu ilmi açıktan açığa bir metodolojiye göre yapmaya başladılar. Fıkıh ilminin kurallarını ilk kez müstakil bir eser halinde telif eden Muhammed b. İdris eş-Şafii’dir (h. 204). Fıkhın tedvin dönemi ise böylece başlamıştır. Bu bağlamda Şafii metoduna ‘mütekellimîn’ , Hanefilerin metoduna ise ‘hanefiyye’ denilmiştir.

 

Zekiyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları

İsmail Çalışkan http://www.tefsir.gen.tr/img/KTA01-ismail-caliskan.pdf

Hadis usulu – Talat Koçyiğit

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


AYŞENUR ÖZER

16912743

YÜKSEK LİSANS BAHAR DÖNEMİ 2017

 

TEFSİR TARİHİ

  Kur’an’ın yorumlanması anlamında tefsir kelimesi ilk dönemlerden itibaren kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de “açıklama” mânasında Furkān sûresinde (25/33) geçen tefsir hadis kaynaklarında birçok rivayette yer alır. Sahâbe de tefsir kelimesini Kur’an’ın ve Tevrat’ın yorumu için kullanmıştır. Hz. Ömer ribâ âyetinden söz ederken Resûl-i Ekrem’in bu âyeti tefsir etmeden vefat ettiğini bildirir .İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre Resûlullah iman konularını yanına gelen bir topluluğa tefsir etmekteydi . Tefsir kelimesi, tâbiîn döneminden başlayarak Kur’an’ın yorumu için telif edilen kitaplar için de kullanılmıştır. İmam Mâtürîdî ve Taberî’nin eserlerinde görüldüğü üzere III. (IX.) yüzyılda yazılan bazı tefsirler için isim olarak te’vil kelimesi tercih edilmiştir.

 
Tarihsel Gelişimi ve İlim Haline Gelmesi:Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazan da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir. Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır . Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır. Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları görülmektedir.Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir .Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap şiirinden ve nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların çözümü için Arap tarihinden faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze çarpan en önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin (İsrâiliyat) kullanılmaya başlanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin yorumu için yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in Ehl-i kitap’tan gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması Kur’an ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen bu rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde telif edilen tefsirlerde önemli bir yer işgal etmiştir. İlk tam Kur’an tefsirini kaleme alan Mukātil b. Süleyman’ın eseri ikinci ve üçüncü nesildeki bu değişimi açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan İslâm toplumunda İsrâiliyat’ın sakıncalı görülmeyen kısmını kabullenme eğilimi tefsirin genişlemesini sağlayan önemli unsurlardan biri olmuştur.
   İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği  İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân ve Atâ b. Ebi Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek olanlar da vardır. Tefsirde bir diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi âlimler mevcuttur. İlk müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür. Onun takipçileri arasında Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaî gibi şahsiyetler vardır .

 Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur. Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukātil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr: Tefsîru Muķātil b. Süleymân) ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları ve halka açık tefsir dersleri, gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları, gerekse kendilerine çokça başvurulan I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıl tefsir âlimlerinin değerlendirmeleri bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve nakledilmiştir; hatta bunlar tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır.
   İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık halde bulunan tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için önemli bir hizmet görmüştür. Taberî’den sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ını özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın pek çok yerinde yayılması ile İranlılar’ın, Türkler’in, Türkistanlılar’ın, Kafkas kavimlerinin, Hintli müslümanların, Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in yazdığı çok sayıda tefsir meydana getirilmiştir.

Tefsir Çeşitleri: Birçok ilim dalında olduğu gibi tefsirde de metodik ve tematik çeşitlenmelerin ve farklılaşmanın gerçekleştiği görülmektedir. Bu farklılaşma Resûl-i Ekrem zamanında olmakla birlikte esas itibariyle II. (VIII.) yüzyılın sonlarında dikkat çekmeye başlamıştır. Tedvin dönemine kadar ortaya çıkan bazı eserler bulunduğu gibi tedvin döneminden sonra farklı başlıklar altında değerlendirilebilecek çeşitlerin ortaya çıktığı görülmektedir.
Kaynakları ve Yöntemleri Bakımından Tefsirler: Âyetlerin tefsiri esnasında başvurulan kaynaklara göre yapılan bir taksimde ağırlıklı olarak rivayet bilgilerini kullanan yaklaşımla aklî muhakemeye dayanan şahsî değerlendirmeleri ve re’y ile tefsiri önceleyen yaklaşım belirleyicidir. Bu iki yaklaşım göz ardı edilmemekle birlikte bunların yanında sezgiyi de işin içine katan ve Kur’an’ı tefsir ederken bazı işaretleri önemseyen bir yaklaşım biçimi de vardır. Ayrıca geniş ölçüde dil tahlillerine yer veren ve filolojik bir amaç güden tefsirler mevcuttur. Müfessirlerden bu dört yöntemi karma biçimde kullananlar da vardır.

1. Rivayet Tefsiri. Tefsir için kaynak olarak sadece Kur’ân-ı Kerîm’in, Resûl-i Ekrem’in sünnetini, sahâbeyi ve sahâbeden faydalanan nesli esas alan ve “me’sûr tefsir” diye de adlandırılan rivayet tefsiri yaklaşımına göre müfessir bu yollarla gelen bilgiyle yetinir ve Kur’an’ı bu kaynaklara dayanarak yorumlar.
2. Dirâyet Tefsiri: Re’y tefsiri ve aklî tefsir de denilen bu yönteme göre müfessir rivayet tefsirinin kaynaklarını ve yöntemini kullanmakla yetinmez; yer yer bu kaynakların verilerini eleştirir, rivayetin ortaya koyduğu bilginin yetersiz kalacağı düşüncesiyle ilgili âyeti veya sûreyi yorumlamaya çalışır. Bu tefsir tarzında müfessir daha aktiftir; elinde bulunan kaynakları akıl süzgecinden geçirir, bir bakıma ictihad yapar.

3. İşârî Tefsir.:Kur’an’ın keşf ve ilham yoluyla açıklandığı tefsirler için kullanılan bu tabir yerine “remzî tefsir” veya “tasavvufî tefsir” de denir.

4. Lügavî/Filolojik Tefsir: Ağırlıklı olarak ilk dört asır içerisinde (VII-XI) meydana gelen, daha çok lafızların ve cümlelerin delâletini, Kur’an’ın üslûbunu, dil inceliklerini, Kur’an metnindeki iç bütünlüğü dikkate alan bu çalışmaların amacı âyetlerin anlamında ortaya çıkabilecek kaymaların ve yanlış yorumlamaların önüne geçmektir.
5. Karma Yöntem: Çok sayıda dirâyet tefsirinde karma yöntemin kullanıldığı, bir yandan rivayetlere değer verilirken diğer yandan dil tahlillerinin yapıldığı, kıraat farklılıklarına dikkat çekildiği ve aklî yorumun geniş biçimde kullanıldığı görülmektedir. Bu konuda Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ı ilk sırada yer almaktadır. İbnü’n-Nakīb el-Makdisî’nin et-Taĥrîr ve’t-taĥbîr’inde de karma yöntem başarılı şekilde uygulanmıştır.

Yaklaşımları Bakımından Tefsirler: Tefsirler bu yönden de kısımlara ayrılmaktadır. Bunların içerisinde hem sadece rivayet ya da dirâyeti hem karma yöntemi hem diğer yöntemleri birlikte kullanan tefsirler bulunmaktadır. Fıkhî tefsirler içerisinde değişik eğilimleri temsil eden eserler de vardır.

1. Mezhebî Tefsir. Daha çok Ehl-i sünnet dışındaki mezhep ve fırkalara mensup âlimler tarafından yazılan tefsirlerdir. Bütün alt kollarıyla birlikte Şîa’nın, Hâricîler’in, Bâtıniyye’nin ve son birkaç asırda Kādiyânîlik, Bahâîlik ve Ehl-i Kur’ân (Kur’âniyyûn) gibi hareket mensuplarının telif ettiği tefsirler bu kategori içerisinde yer almaktadır.
2. İlmî Tefsir:İlmî tefsirin kaynakları çok eskilere gider. Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle Mekkî sûrelerde çok miktarda kevnî hakikate işaret edilmiş; yer, gök, dağlar, denizler, insan, kuş, böcek, evcil ve yabani hayvanlarla ilgili bilgiler verilmiştir. Bu husus sahâbeden başlayarak insanların dikkatini çekmiş, ancak özellikle ilk dönemlerde bu âyetlerdeki bilgilerin mahiyeti hakkında fikir yürütme yerine hikmeti üzerinde durulmuştur. Bu durum II. (VIII.) yüzyılın başından itibaren değişmeye başlamış, âlimler kevnî hakikatlerden bahseden âyetler üzerine fikir yorma sürecine girmiştir. Zamanla astronomi, coğrafya, hendese, fizik, kimya, matematik, botanik, biyoloji, tıp, eczacılık ve ziraat gibi bilim dallarında önemli ilerlemeler kaydedilmiş ve Kur’an’da yer alan bilgiler inceleme konusu yapılmıştır.
3. İçtimaî Tefsir: Bu türe ait eserler dirâyet, rivayet ve işaret gibi yöntemlerden yararlanılmakla birlikte merkeze daha çok muhatap kitlenin sosyal, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarının ve güncel hayatın alınması sebebiyle bu adla anılmaktadır. İçtimaî tefsirlerin tarihi çok eskilere gitmez. Her ne kadar Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ında bu yöne doğru bir eğilim görülse de bu tefsir çeşidinin XIX. yüzyılın sonlarında doğduğunu söylemek mümkündür. Cemâleddîn-i Efgānî ve Muhammed Abduh çizgisi bu konuda belirleyici olmuştur. Bu alanda yazılan en meşhur tefsirler Seyyid Kutub’un Fî Žılâli’l-Ķur’ân’ı ile Mevdûdî’nin Tefhîmü’l-Ķur’ân’ıdır. Saîd Havvâ’nın el-Esâs fi’t-tefsîr’i ve İzzet Derveze’nin nüzûl sıralamasını esas aldığı et-Tefsîrü’l-ĥadîŝ’i ile Şerkāvî ve Vehbe ez-Zühaylî gibi Mısır ve Suriyeli çağdaş birçok müfessirin eserleri bu kategori içerisinde değerlendirilebilir .

 Konu Merkezli Tefsirler: Kur’an’da yer alan çeşitli konuları merkeze alıp telif edilen ihtisas tefsirleri de vardır.
1. Ahkâm Tefsiri: Konulu tefsir yönteminin kullanıldığı en eski tefsir türü ahkâm âyetleri tefsirleridir. Bunların kaynağı sözlü rivayetler, tedvin döneminde telif edilen kitaplar ve hadis mecmualarıdır.

2. Konulu Tefsir: Esas olarak ilk asırdan itibaren mevcut olan, fakat yöntemi bakımından son bir asır içerisinde canlanan konulu tefsir bir konu etrafında toplanan âyetlerin birlikte yorumundan ibarettir.

 

HADİS TARİHİ

“Eski” anlamındaki kadîmin zıddı olan hadîs kelimesi (çoğulu ehâdîs) tahdîs masdarından isim olup “haber” mânasına gelir. İnsana uyanıkken veya uykuda duyurulmak yahut vahyedilmek suretiyle iletilen her söze, ayrıca anlatılan kıssaya “hadîsü Mûsâ” “hadîsü’l-cünûd” ve yapılan konuşmaya da hadis denmektedir. Çeşitli âyetlerde Kur’ân-ı Kerîm’den “hâze’l-hadîs” (el-Kehf 18/6; en-Necm 53/59; el-Vâkıa 56/81), “ahsenü’l-hadîs” (ez-Zümer 39/23) diye bahsedilmektedir. Hz. Peygamber de Kur’an’ı ifade etmek üzere “ahsenü’l-hadîs, hayrü’l-hadîs, asdaku’l-hadîs” tabirlerini kullanmıştır. Hadis kelimesi İslâmiyet’le birlikte farklı bir anlam kazanmış, âdeta onunla kadîm olan Kur’ân-ı Kerîm’in mukabili kastedilerek Resûl-i Ekrem’in sözlerine “el-ehâdîsü’l-kavliyye”, fiillerine “el-ehâdîsü’l-fi‘liyye” ve tasvip ettiği şeylere de (takrir) “el-ehâdîsü’t-takrîriyye” denilmiştir.
   Bazı âlimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahâbe ve tâbiînin şahsî beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber’e ait olan hadislere merfû, sahâbeye ait olanlara mevkuf, tâbiîne ait olanlara da maktû adını vermişlerdir. Sonraları merfû, mevkuf ve maktû terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi kullanılmaya başlanınca bir kısım âlimler sadece merfû rivayetlere, bazıları da merfû ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir.
  Hadisler, ihtilâfa düştükleri konularda insanları aydınlatan, böylece onlar için hidayet ve rahmet kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine indirildiği bir peygamberin sözü olarak üstün bir değer ifade ettiği gibi Kur’an’ı herkesten iyi anlayan ve âyetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah resûlünün görüşü olarak da büyük önem taşır.

   Hadislerin Tespiti: Eskiden beri şiir, hitabet, savaş kıssaları (eyyâmü’l-Arab) ve nesep bilgilerinden oluşan kültürlerini şifahî yolla nakletme geleneğine sahip olan Araplar’ın ezberleme yetenekleri çok gelişmişti. Müslüman olanlar, İslâmiyet’in ilk devirlerinde Hz. Peygamber’in emirleri doğrultusunda hareket ederek Kur’ân-ı Kerîm’i yazmakla meşgul olmuştu. Öte yandan kendi sözlerinin ilâhî kitapla karışması ihtimalini veya hadisleri yazmakla uğraşırken Kur’an’ın ihmal edilebileceğini göz önünde bulunduran Resûl-i Ekrem hadislerin sadece şifahî olarak rivayet edilmesine izin vermiştir. Esasen sahâbîler, Allah ile devamlı surette irtibatta bulunduğunu bildikleri Peygamber’e samimiyetle inanıp bağlandıkları için onun her buyruğunu ve hareketini büyük bir dikkatle takip ederek hâfızalarına nakşediyorlardı. Sade ve tabii yaşayışları sebebiyle zihinleri berrak olan bu insanların içinde, işittikleri uzun bir şiiri veya hitabeyi hemen ezberleyebilecek kadar güçlü hâfızaya sahip bulunanlar vardı.. Resûlullah’ın meclislerine nöbetleşe katılan ve emirlerini dinleyip bellemeye gayret eden sahâbîler de duyup öğrendikleri hadisleri kendi aralarında müzakere ediyorlardı. Ashabın son derece önem verdiği bu müzakere geleneği daha sonra da devam ettirilmiştir.
Hz. Peygamber’in hadisleri yazmak isteyen herkese izin vermediği bilinmekle birlikte onun hadisleri yazmayı kesinlikle yasakladığını söylemek de mümkün değildir.
Resûl-i Ekrem’den bu konuda izin alan sahâbîler duyup öğrendikleri hadisleri hem ezberlediler hem de yazdılar. “Sahîfe” adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahâbîler arasında, 1000 civarında hadis ihtiva eden es-Sahîfetü’s-sâdıķa’nın sahibi Abdullah b. Amr b. Âs başta olmak üzere Sa‘d b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Ali b. Ebû Tâlib, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semüre b. Cündeb, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah, Abdullah b. Ebû Evfâ ve Enes b. Mâlik bulunmaktadır. Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebû Hüreyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih’e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan Śaĥîfetü Hemmâm b. Münebbih (es-Sahîfetü’s-Sahîha) ilk defa Muhammed Hamîdullah tarafından yayımlanmıştır.

Hadislerin Rivayeti: Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi bazı idarecilerin çok hadis rivayet edilmesine karşı tavır almalarına bakarak onların hadislere veya hadis râvilerine güvenmedikleri sonucunu çıkarmak doğru değildir. Hulefâ-yi Râşidîn’in çözümünü Kur’an’da bulamadığı birçok meselede hadise başvurduğu, hatta ortaya çıkan problemlere çözüm getirecek hadislerin mevcut olup olmadığını tesbit etmek için sahâbîlerle istişare ettiği bilinmektedir .İlk halifelerin hadis rivayetindeki titizliği, hâfızaya dayanan rivayete ağırlık vermek suretiyle rivayetin içerdiği konular üzerinde yeterince düşünmeyi ihmal etme gibi bir endişeden kaynaklanmış olabilir.
Bazı sahâbîler, çok hadis rivayet etmenin hadis metinlerinde fazlalık veya eksiklik türünden hatalara sebebiyet verebileceği ve böylece Hz. Peygamber’e yanlış sözler isnad edileceği endişesini taşımışlardır. Esasen her duyduğunu rivayet etmesinin insanı yalancı durumuna sokabileceğini belirten hadis de onları bu konuda ihtiyatlı davranmaya ve az hadis rivayet etmeye sevketmiştir. Nitekim ilk dört halife ile Zübeyr b. Avvâm, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Zeyd b. Erkam, Abdullah b. Ömer gibi sahâbîler bu konuda son derece ihtiyatlı davranmış ve hadisleri lafzen rivayet etmeye itina göstermişlerdir. Hadis rivayetinde ihtiyatlı olmakla beraber bilgisini başkalarından esirgeyenleri kınayan âyet ve hadislerin tesiriyle  Hz. Âişe, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hüreyre gibi sahâbîler bu konuda daha rahat davranmış ve hadislerin mâna ile rivayet edilmesine karşı çıkmamışlardır.
Hadis rivayetiyle meşgul olan tâbiîler sahâbîlerden çok daha fazladır. Bunlar arasında, bir hadis için günlerce yolculuk yapmayı göze alan Saîd b. Müseyyeb, duydukları rivayetleri hemen kaydetmeleriyle tanınan Saîd b. Cübeyr ve İbn Şihâb ez-Zührî gibi birçok muhaddis zikredilebilir.
Hadislerin Tedvîni ve Tasnifi: Hadislerin tedvînini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman’ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gāliyye gibi siyasî fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi itikadî mezheplerin ortaya çıkması gelir. Muhafazakâr çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkâr etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevk etmiştir. Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz râvilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bid‘atçıların rivayetlerinden kaçınmaya sevk etmiş ve I. (VIII.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir.
Hadislerin tedvîni tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde “musannef” adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk râvileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak “müsned” denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir. İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hazırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvîn ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkân bulunmadığını ortaya koymaktadır. III. (IX.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili çalışmalar da yapılmış olup Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm’ın kırk yılda meydana getirdiği Ġarîbü’l-ĥadîŝ adlı eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmelidir. Daha sonra da bu türde pek çok kitap yazılmıştır. IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahî rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır.

 FIKIH TARİHİ

          Fıkıh kelimesi Arapça’da “derinlemesine anlamak,kavramak,tam bilgi sahibi olmak” manalarına gelmektedir. İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde yedi bölümde ele alındığını görmekteyiz. Bunlar:

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)

Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanından itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar hoca, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.

Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.

Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu çoğalmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.Bütün müçtehitlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müçtehitlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.

Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.

İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih içtihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.

Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.

KAYNAKLAR

1)Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu

2)İslam Ansiklopedisi

3)Hadis Tarihi, Prof. Dr. Ahmet Yücel

4)İslam Fıkıh Ansiklopedisi, Prof. Dr. Vehbe Zuhayli

5)Ana Hatlarıyla İslam Hukuku, Prof. Dr. Hayreddin Karaman

 


0 Yorum - Yorum Yaz

tarih mütalaa    31.03.2017

Fatih BUBA

16912744

Bu ödevimizde tefsir tarihi, hadis tarihi ve fıkıh tarihinin ilk dönemleriyle ilgili kısa özetler verildikten sonra bir değerlendirme yapılacaktır.

1) TEFSİR-HADİS-FIKIH İLİMLERİNİN KISA TARİHLERİ

A)TEFSİR TARİHİ
I) Tefsirin doğuşu ve sözlü nakil dönemi
- Hazreti Peygamber kendisine vahyedileni okuyordu ve manası anlaşılmayan hususları açıklayıp tebliğ ediyordu. Ameli hükümleri amelle gösteriyordu. Bu manada o ashabının müracaat kaynağı idi.
- O tefsiri şu vesilelerle yapıyordu:
a) ayet okuyarak tefsir ediyordu
b) ashaba soru sorarak tefsir ediyordu
c) sözünü delillendirmek maksadıyla tefsir ediyordu
d) sahabilerin soruları üzerine tefsir ediyordu
- tefsiri ise şu sebeplerle yapıyordu:
a) mücmelin tebyini
b) müphemin tafsili
c) mutlakın takyidi
d) müşkilin tavzihi
- Hazreti peygamberin vefatından sonra sahabenin vahiy ile ilişkisi kesilmiş oldu. Sahabenin tefsir konusunda büyük bir yeri vardır. Arapçayı ve kültürlerini iyi bilmeleri onlar için bir avantajdı. Bunun yanı sıra şahit oldukları şeylerde vardı.
- Sahabelerin kendi aralarında farklı yöntemler uyguladıklarını görebiliriz: reyle hareket etmekten çekinen ve korkan rivayet taraftarları, diğer taraftan rey taraftarları ki bunun en bariz örneği müellefe-i kulub meselesiyle Hazreti Ömerdir. Bu sahabilerin insanlık gereği farklı yaklaşım sahibi olduklarına kanıttır. Bu dönemde henüz müstakil bir tefsir yoktur. Ahkam ayetleri istinbat amacıyla tahlile tabi tutulmuş değiller. Aktarım hala şifahidir. Tefsir ayeti ayetle, sünnetle ve esbab-ı nuzul ile yapılmaktadır.
- Tabiinler sahabelerin dizi ucunda yetişmişlerdir. Tefsire yeni bir soluk ve anlayış getiren mevali müfessirlerde sahabilerin oluşturduğu tefsir medreselerinde yetişmişlerdir. Bu meşhur medreseler şunlardır: Mekke medresesi, Medine medresesi, Kufe medresesi. Her biri bir sahabeye dayanmaktadır.
- Tabiin dönemi tefsirlerin nitelikleri şu şekilde özetlenebilir: şifahi bir nakil vardır, ehli kitap bilgilerine müracaatın çoğalması, istişhad, kuranın bütünü tefsir edilmeye başlıyor, genel fıkhi izahlar.

II) Tefsirin tedvini
- Tefsir ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak zikredilmişti. Hadisçiler rivayet toplarken hadisle ilgili tefsir metinlerini de toplamışlardı.
- Tefsirin bu bağlamda disipline dönüşmesi ve İslam toprakların genişlemesiyle Kur'anın tümünü ele alan müstakil tefsirler yazılmaya başladı. Bunu ilk yapanın Mükatil b.Süleyman olduğu söylenmiştir. Meanil-kuran ve mecazul-kuranda ilk zikredilen tefsirlerdendirler.
- Tedvin dönemi tefsirlerin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
a) Filolojik tefsirlerdir
b) İstişhadda bulunulmuştur
c) Ayetlerde nüzul sebepleri, nesih ve kıraat gibi meseleler ele alınmakla birlikte, her yönüyle izah konusu edilmemiştir.
d) 4.üncü asırdan itibaren daha hacimli rivayet ve dirayet tefsirleri yazılacaktır.

 

B) HADİS TARİHİ
Hadis tarihi rivayet dönemiyle başlar, dinin doğru anlaşılması için sonraki nesillere uygun nakledilmesi gerekiyordu. Nesilden nesile aktarılmıştır. Bu yaklaşık dört asır sürmüştür ve buna rivayet dönemi denilmiştir.
I) Hicri birinci ve ikinci asırlar
Bu dönemde şartlar ve ihtiyaçlara göre kişilerce kurallar koyulmuştur. Burada farklı yaklaşımlar vardır. Bu dönem 3e ayrılabilir: 1. Peygamber dönemi 2. Sahabe dönemi 3. Tabiin ve tebe-i tabiin dönemi
1. Peygamber dönemi
- Peygamber sahabeleri kendinden öğrendiklerini çevrelerindekilere nakletmeye teşvik ediyor.
- Her sahabe aynı imkana sahip değildi.
- Bu aktarımın kuralları ayet ve hadislerde mevcudiyetini bulur.( Hucurat 6, İsra 36 gibi)
- Ümmi bir toplum olması hasebiyle imkanların darlığı Kur'an yazımına hilafen şifahi aktarımını gerektiriyordu.
- Vesikalar hariç hadislerin yazılması yasak.
- Kuran yazımıyla karıştırma endişesi mevcut, endişe geçince izin verilmiştir.

2. Sahabe dönemi
- Sahabe peygamberi Müslüman olarak görüp, onun döneminde Müslüman olarak yaşayıp bu imanla ölen kimsedir. Onlar peygamberin söylediklerine dikkatli ve istekliydiler.
- Peygamberin yanında bulunmayanlar işin aslını öğrenmeye bakıyorlardı.
- Bu dönemde sistematik henüz olmasa da belli bir yöntem sözkonusu.
- Bu yöntem şu örnekleri verebiliriz:
a. Sahabeler hadis rivayetinde ihtiyatlı davranıyorlar, doğruyu araştırıyorlar. Mesela Hz.Ömer şahit istiyor, Hz.Ali yemin ettiriyor.
b. Az rivayette bulunuluyor.
c. Rivayet esnasında hataları düzeltiyorlar. Bu tavır annemiz Hz. Aişe de çok belirgindir.
d. Hadisleri müzakere ediyorlar. Bu müzakerenin amacı akılda tutmaktır.
e. Bir kısmı hadisleri hatırlamak için onları yazıyor. Yasak olmasına rağmen müsaade isteyenlere izin verilmiştir.
A'zamiye göre 52 kadar sahabi yazmıştır. Rivayetin geneli şifahi olsa da bu durum vardır ve buna kitabül-hadis denilir.
3. Tabiin ve tebe-i tabiin dönemi
- Tabiin sahabenin dizi ucunda yetiştiği için onun yöntemini benimsemiştir.
- Yeni alışkanlıkları arasında hadis yolculukları sayılabilir.
- Yeni siyasi sosyal şartlar yeni kuralların belirlenmesini gerektirmiştir. Büyük Fitne dönemindeki olayların buna sebep olduğu söylenebilir. Bu dönemde itikadi tartışmalar başlamış ve kelam ekollerinin temeli atılmıştır.
- Genişleyen topraklar ve karşılaşılan yeni kültürlerde göz ardı edilmeyecek meselelerdendir.
- Saltanat sahiplerinin değişmesi ve tercüme faaliyetlerinde hadis ilminin oluşumuna etki yapan faktörlerdendir.
- Bu dönemde çıkan farklı siyasi gruplar bazı hadislerin uydurulmasına sebep olmuştur. Bu da güvenin azalmasına sebep olmuştur.
- Birinci asrın ikinci bölümündeyiz, uydurmaları gören alimler ravilerin isimlerini istemeye başlamışlar. İsnad faaliyetleri bu şekilde çoğalmaya başlamıştır. Onu yaygınlaştıran İbn Şihab ezZuhridir. İkinci asrın başında bu kullanım hakkında ittifak vardır.
- Bunun üzerine cerh ve tadil faaliyetlerinin başladığını gözlemlemekteyiz. Çünkü ravilerin ehliyeti araştırılması bir gereklilik olmuştur. Bu faaliyet gıybet değil dinin korunması yolunda vebale girmemenin bir yoludur.
- Bu zamana kadar yazılan hadisler hatırlanmak için yazılıyordu ve belgeler elden ele dolaşıyordu. Birinci asrın son çeyreğinden itibaren yazılı rivayete geçiş yavaşça yayılmaya başlıyor. Alimlerle ilmin kaybolmasından endişe eden Ömer b. Abdülaziz hadislerin toplanması yönünde talimat veriyor. İkinci asırda yazılı rivayet dönemi başlamıştır. Belgelerin herkesin eline geçmesi ise bir problemdir.
- Arap yazısının gelişmemiş olması metinde tahriflere sebep oluyor. Buna göre bir takım tedbirler alınıyor. Muhaddisler bu sayfalarda hatalar olduğunu belirtiyor ve sema-kıraat gibi öğrenim metotları geliştiriyorlar. İkinci asrın başında başlayan tedvin yaygınlaşmaya devam etmiştir.
- Bu esnada ekoller ve yaklaşımlar şekil alıyorlar. Cemel ve Siffin sonrası siyasi gruplar meşruiyetleri için hadis uydurduklarını söylemiştik. Bu mezhepler dışında farklı düşünce ekollerininde geliştiğini görüyoruz. Bu okullar hadisle ilgili farklı metot ve yaklaşımlar sunmuşlardır:
a. Ehli hadis doğru İslamın rivayetlerden ve onların zahirinden elde edilebileceğeni düşünen bir ekoldür. Reye karşı çıkarlar.
b. Ehli Rey küfe merkezli fıkıh taraftarlarını ifade eder. Yaşayan sünnet açısından daha az malzemeye sahiptirler yerleri itibariyle. Burada rey hadisleri inkar anlamına gelmez. Karşılaşılmayan meselelerde kıyasa gidebilen bir akımdır. En önemli temsilcisi, Ebu Hanifedir.
c. Mu'tezile
d. Şia
e. Ehli zühd ve tasavvuf
Bu asırda hadis usulleri ve yöntemleri belirlenmesine rağmen henüz yazıya geçirilmemiştir.
II) Hicri üçüncü asır
En yoğun fikri tartışmaların olduğu bir dönemdir: haberi vahidin bilgi değeri, insanın fiilleri, kader, ruyetullah, Allahın sıfatları, halkul-Kur'an gibi.
Bütün bu tartışmalar Mihne olayı gibi aşırı baskı dönemlerine sebep olmuştur. Bu baskı dönemlerinde Ehli Hadisin eleştiri edebiyatının gelişmesine sebep olmuştur. Cerh tadil eserleri bundan etkilenmiştir ve alimler arasındaki ilişkiler konusunda belirleyici olmuştur.
Bu eleştiri , cevaplar ve söylemlerin ıspatı denemeleri hadiste anlayışın inşasına katkı sağlamışlardır. Bu ise usulün gelişmesi açısından müstakil risalelerin yazılmasını sonuç vermekle yanı sıra kütüb-i sitteyi içeren temel hadis kaynaklarının yazılmasına vesile olmuştur. İlk müstakil hadis usullerinin yazılması için dördüncü asrı beklemek gerekecek.

 

C) FIKIH TARİHİ

- Fıkıh menşei itibariyle hayatın her alanını içine alan bir ilimdir. Ebu Hanifenin tanımıyla o leh ve aleyhte olan herşeyin bilinmesidir. Onun kapsamı ibadetlerle sınırlandırılamaz. Nitekim göreceğimiz gibi toplumla ilgili çoğu mesele fıkıhta ele alınmıştır. Yine uluslar arası ilişkiler ve devletle ilgili meseleler bu disiplinde ele alınmıştır

- Peygamber İslamla toplumundaki yanlış uygulamaları düzeltmiş veya iptal etmiştir. Mekke yıllarında iman ve zihniyet inşası daha çok ön planda olsa da, Medine yıllarında ibadet ve sosyal hayata ilişkin meseleler daha çok vaki olmuştur. Medineye gelir gelmez Peygamber şehir devletin anayasasını hazırlatmış ve oradaki toplumlarla ilişkisini belirlemiştir. Bunun yanı sıra Medine de ki Müslümanlar ve Yahudi zümreleri onun hakemliğine müracaat etmişlerdir. Peygamber yürüyen bir Kur'an olarak toplumun rehberi olmuştur. Fıkıh disiplinini delillendirmek için Peygamberin Muaza söylediği sözler gösterilir. Ona gideceği toplumda Kuran, sünnet ve rey ile hükmetmesini söylemiştir. Bu da kanunların bir kısmının bireye kaldığını göstermektedir.


- Hülefa-i Raşidin döneminde, Raşit halifelerin bir kısım içtihadda bulundukları gözlemlenmektedir. Bunların arasında Kur'anın cemi, müellefe-i kulub örneği, kadı atamaları ve çeşitli vergileri gösterilebilir. Devlet işleri farklı görevliler tarafından icra edilirken, fıkıhın sırf bu görevlilerin ilgi alanları olduğunu söyleyemeyiz. İlahi vahyin kesilmesi bu ihtisası gerektirmiştir

- Bu dönemlerde fetihlerle İslam topraklarının genişlediğini görüyoruz. İbn Mesudun İrak'a gitmesi ondan sonra gelecek büyük fukahaya zemin hazırlamıştır. Bu manada diğer ilimlerde olduğu gibi farklı yaklaşım ve metotların öne çıktığını görebiliyoruz.


- Bu farklı ekoller mezheplerin temelini teşkil ederler ve zamanla mezhebe dönüşmüşlerdir. Kurucu ataları farklı bölgelerde temayüz etmişlerdir:
a) Ebu Hanife ve şuraya dayanan hukuk akademisi
b) Medinede İmam Malik
c) Suriyede Evzai

- Usulde hanefiyye ve mütekellim metodları ebu Hanife ve Şafiinin İslam hukuku anlayışlarından ortaya çıkar. Şafiinin ilk usulü ortaya koyan olduğu denilmiştir. O hem hadiste hem fıkıhta geliştirmişti kendini.

- Tedvin dönemi tefsir ve hadis disiplinleriyle paralel olarak başlamıştır.


- Hukuk ilminin gelişmesi ve hadisin derlenmesi birbirinden habersiz ve birbirine şüpheyle bakar bir durumda gelişmiştir. Aralarındaki hücumlar birbirleri hakkında bilgi edinmeye ve bu yolla bir anlayış oluşturmayı sağlamıştır.
- Fıkhın farklı yerlerde olması milletlerarası bir oluşum ve girişim olduğunu gösterir.

 


2) DEĞERLENDİRME
Tarihi ve mekânsal şartların önemi çok büyüktür. Bu mütalaamızda kronolojik bir yol izleyeceğiz. Peygamberimiz zamanında onun müracaat kaynağı ve model olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. Allahın elçisi olması ona saygıyı gerektiriyor ve o zaten toplumun birlik olması için gereğini yapmaya bakıyor. Yukarıda zikredilen ilimler onun yaşantısında bir bütün olarak var.
Peygamberimiz hakka yürüdükten sonra sahabelerin vahiy ile ilişkisi kesilmiş olmasına rağmen onlar öğrendiklerini olduğu gibi yaşamaya ve aktarmaya çalışıyorlar. Bu dönemde bazı sahabiler medrese kuruyorlar ve orada bildiklerini söylemeye çalışıyorlar. Fetihler ilerledikçe farklı mekanlar İslam ile irtibat içinde oluyorlar. Abdullah ibn Mesud mesela tarih kitaplarımızda tek yönlü bir şahıs olarak geçmiyor. Onun Kufede tefsir dersleri verdiği kadar fıkıhla da ilgili olduğunu kolaylıkla görebiliriz. İbn Abbas tefsir vermekle birlikte çokça hadis rivayetinde bulunduğu malumdur. Bu sahabeler Peygamber örneğine önem veriyorlar ama insanlık tabiatı gereği farklı metotlar uyguladıklarını da görüyoruz. Mesela bazıları rivayetin zahirine sıkı bir şekilde bağlı kalırken diğer bir kısmı rivayetlerden çözüm yoluna gidiyor.
Tabiinler sahabelerin dizi ucunda yetişen bir nesildir. Onlar sahabeden ders alıyorlar ve çoğu zaman yöntemlerini de benimsediklerini söyleyebiliriz. Bununla birlikte tarihin ilerlemesiyle onların da katkılarda bulunduklarını görüyoruz. Bu dönemde şifahi nakil hala ön planda. Her ne kadar yazılı belgeler bulunsa da çok gelişmiş olduğunu iddia edemem.Mesela tefsirde yeni tahlil yöntemlerini görebiliriz. Bu dönemde aynı şekilde farklı şahsiyetlerin diğer ilimlerle irtibatlı olduğunu görüyoruz. Örnek olarak Zühriyi gösterebiliriz. Kendisi hadis kitaplarında geçmektedir ama Mukatilin tefsirinde ondan yararlandığı onun tefsirden anlayan biri olduğunu gösterir. Yine Mukatilin kullandığı hadislerde isnad vermesi onun hadisten bihaber olmadığını gösterir. Bu dönem tedvinin başladığı dönemdir. Bunu her ilme tatbik edebiliriz ve bu manada paralel bir ilerleme olduğunu söyleyebiliriz. Bu zamanda yapılan kitap çalışmaları bir kısmı genel olarak bir ders faaliyeti neticesinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Buna Kufe ekolüne nispet edilen yazılı belgeler bir örnektir. Hadiste ise iki durum mevcuttur. Bir taraftan tedvinle ilgili talimat varken, diğer taraftan halka dersleri verenlerin ders notları vardır.
Tebe-i tabiin döneminde bu tedvin faaliyetinin gittikçe sistemleştiğini görüyoruz. Bu dönem ayrıca farklı ekollerin yavaş yavaş mezhepleşmeye doğru gittiği bir dönemdir. Bu dönemde hadis ve fıkıh usulleri açısından önemli dönemlerdir. Bu zamana dek bir yöntem sözkonusu olsa da bu dönem onların daha belirginleşmesine vesile olacaktır. Bu dönem ayrıca bazı ayrılıkların daha da belirginleştiği bir zamandır.
Sonuç olarak farklı dönemler farklı eğilimler gösterebilir. Bu gördüğümüz dönemlerde ilimlerin gelişmesi birbirinden bağımsız bir şekilde yapılmıyor. Bu ilimler birbirlerini besliyorlar. Özellike tabiin dönemine kadar bu ilimler iç içedir. Örnek olarak Muvatta hem fıkıh hem hadis içeren bir kitaptır. Zaman geçtikçe hadis tefsire malzeme sunuyor, tefsirde fıkıh ve kelamı takviye ediyor. Tarihin ve insan tabiatının bir cilvesi olarak farklı yöntemler zamanla gelen tartışmalarla birbirinden uzaklaşma durumunda kalacaklardır.

 

SONUÇ
Daha iyi bir anlayış ve perspektif için İslami ilimlerin (hatta diğer disiplinlerde) bütünlük üçerisinde ele alınmaları lazımdır. Geçmişimizin tecrübeleri ideali yakalama noktasında bizlere yardımcı olacak unsurlar taşımaktadır. Mesele ibret alabilmektir.


Kaynakça:
Tefsir tarihi, Muhsin Demirci, İfav
Hadis tarihi, Ahmet Yücel, İfav
İslam hukuk İlminin esasları, Zekiyyüddin Şa'ban, TDV yayınları
İslam'a giriş, Muhammed Hamidullah, Beyan yayınları

 


0 Yorum - Yorum Yaz



 TEFSİR USULU;
Tefsir kelimesi sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü bir şeyi açmak demektir. Usûl ise: temel, esas, dayanak ayrıca kâide ve delil anlamlarına gelmektedir. Tefsir ile usul bir ara gelirse Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermek demektir.Tefsir’in ortaya çıkışı Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile başlamaktadır. Tefsir yazıya geçirilmeden önce ashab ve tabiun döneminde sözlü nakil yoluyla aktarılıyormuş. Etbau’t tabiin dönemine gelindiğinde ise tefsir rivayetleri artık yavaş yavaş bir araya toplanarak yazılmaya başlanmıştı. Tefsire dair birikim tedvin edilmesine edilmişti belki ama bu, 150 yıllık bir gecikmeyi de beraberinde getirmişti. Zira ilk iki nesil boyunca şifahen nakledilen tefsîr rivâyetleri, ancak etbau’t-tâbiin döneminde yani hicri ikinci asrın ikinci yarısında tedvin edilebilmişti.

HADİS USULU;                                                                                          Hadis: arapça sözlükte yeni demektir, ama Hadis ilminde, Hz. Peygamber’den gelen haberler anlamına gelmektedir. Hadis Usulü;  ravilerinin adalet ve zabt yönlerinden durumları, senetlerinin muttasıl veya munkatı olması bakımından Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e nasıl nisbet edildiklerinden bahseden ilimdir. Hadis Usulü ilmi, hadislerin rivayeti ile ravilerin hallerinin tetkikinden doğmuştur. Dindeki yeri itibariyle hadislerin rivayet edilmesi zorunlu hale gelince nakillerin gelişi güzel yapılmasını önleyici tedbirler almak da zurunlu hale gelmiştir.

Fıkıh usulü;                                                                                             Fıkıh usulü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usulü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münakaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Usulü'l-Fıkıh; sözlükte, usul ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir terkiptir. Usulun anlamını az önce bildiğimize göre fıkıh anlamına geçeceğiz, fıkıh, din ıstılahında; Tafsili delillerden çıkarılmış olan şer'i-ameli hükümleri bilmektir. Müctehler şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denilmiştir.

  

  Kaynakça;

1.       Muhsin Demirci, Tefsir Usulü, İstanbul, Çamlıca Yayınları, 2016 .

2.       http://www.kolayaof.com/ornek_ozet/%C4%B0LH1007.pdf

3.       http://hadis.ihya.org/hadis-sozlugu/hadis-usulu.html

  https://d1.islamhouse.com/data/tr/ih_books/tk_osol_fekh.pdf
0 Yorum - Yorum Yaz


   Güz dönemi Tefsir dersini sizden almadım. Ama gönderilen ödevleri okudum ve ona göre bir değerlendirme yapacağım.

   Önemli müfessirlerden bahsedilmiş. Bu müfessirlerin tefsirlerinden, hocalarından, öğrencilerinden bahsedilmiş.

   Kur'an Nedir? ve Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine adlı kitaplar okutulmuş. Kur'an'ın insan hayatındaki ve anlam arayışındaki yeri belirlenmiş.

   Dersle ilgili gerekli materyaller kullanılarak daha iyi anlaşılması çalışılmıştır.

 

    MERYEM TALAS   13070172   C ŞUBESİ


0 Yorum - Yorum Yaz


ahmet altınsoy/ özel öğrenci


Tarih/Usul Mütalaası Ödevi

Tefsir Tarihi

Tefsir kelime olarak "kapalı, gizli, flu olan şeyleri açık hale getirme, berraklaştırma, ortaya çıkarma" anlamına gelmektedir. Terim anlamı ise "Kur'an'ı Kerim'de geçen mücmel ifadeleri; dil, belagat, sarf, nahiv ve tarihsel bağlamı da dikkate alarak Hz. Muhammed'in söz, fiil ve takrirleri ile beraber anlama çabasına" verilen isimdir. Tefsir kelimesi sahabe döneminde Tevrat ve Kur'an'ın anlaşılması anlamında da kullanılmıştır. Erken dönemde tefsir kelimesinin yerine tev'il, beyan, tebyin, talim, tasnif gibi ibareler kullanılmıştır.
Hz. Peygamber döneminde tefsir çok sınırlı düzeyde gerçekleşmiştir. Vahyin inzal sürecine Hz. Muhammed ve ashabı canlı bir biçimde şahit oldukları için ciddi bir tefsire ihtiyaç duymamışlardır. Bununla beraber efendimizin bazı kelimeleri ayetleri tefsir ettiği, sorulara istinaden çeşitli açıklamalar yaptığı klasik eserlerimizde mevcuttur. Sahabe döneminde de benzer durumla karşılaşılmakla beraber önceki döneme nazaran daha ciddi bir tefsir faaliyeti vardır. Ashab ayetleri açıklamak için bazen israiliyyat bazen Arap şiiri bazen de Arap tarihinden yararlandıkları erken dönem tefsir kaynaklarında müşahede edilmektedir.
Bu dönemin diğer bir özelliği tefsir okullarının ortaya çıkmasıdır. Mekke tefsir ekolu ilk dönem tefsir ekolleri arasında en önemlisidir. Başını ibn Abbas'ın çektiği içinde Mücahid b. Cebr, İkrime el-Berberi, Ata b. Ebu Rebah'ın bulunduğu bu ekip tefsir rivayetlerinin bize ulaşması bakımından çok önemlidir. Diğer önemli bir okul Medine okuludur. Sahabeden Ubey bin Ka'b'a isnat edilen bu okulun temsilcileri arasında Ebul Aliyye er-Riyahi, Muhammed bin Ka'b el-Kurazi, Abdullah bin Vehb, Abdurrahman bin Abdullah gibi kişiler sayılmaktadır. Yöntem olarak Mekke okuluna benzeyen diğer bir okulda ırak okuldur. Abdullah bin Mesut'un ve arkadaşlarının kurduğu bu okul geniş bir rivayet hazinesini içermektedir. Bu bakımdan Mekke okulu kadar önemlidir. Bu okulun mensupları arasında Hasan'ı Basri, Alkame bin Kays, İbrahim en-Nehaİ sayılabilir.

Tefsir faaliyetlerinin profesyonel anlamda başladığı dönem tabiin dönemidir. Hz. Peygamber'in döneminden uzaklaşılması, Arap olmayanların İslam'a girmesi, İslam'ın Arap yarımadasından çıkması ve farklı kültürler ile karşılaşması Kur'an'ı Kerim'in anlaşılmasında ihtilaflar ve güçlükler doğurmuştur. Bütün bu sebepler tefsir ilminin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Tabiin müfessirleri tefsirde; kelime tahlillerine, esbabun nüzule, Arap şiirine, nesrine, deyim ve atasözlerine, israiliyyata büyük önem vermiş ve tefsirlerinde yaygın bir biçimde kullanmışlardır. Bu dönemde İslam'ın farkı coğrafyalarda farklı kültürde ve milletler ile karşılaşması yeni problemleri berinde getirmiştir. Bu hadiselere şahid olan müfessirler Kur'an'ı Kerim'i klasik metottan daha başka bir biçim de anlama eğilimine gitmişlerdir. Lugavi tefsir geleneği bu dönemde ortaya çıkmış ve hızlı bir biçimde yazılmıştır. İ'arbul Kur'an, Mecazül Kur'an, Vücuh ve nezair gibi ilimler bu metodolojini ürünüdür. Kur'an'ı Kerim'i başından sonuna kadar tefsir eden ve günümüze kadar ulaşan ilk tefsir Mukatil Bin Süleyman (Ö.150) tarafından bu dönemde kaleme alınmıştır. Yine İbn Cerir et-Taberi (Ö. 310)'nin Cami'ul Beyan'ı rivayet tefsirinde yazılmış önemli eserler arasındadır.
Hicri II. asrın son çeyreği ile beraber tefsir usulü, metodolojisi oluşmaya başlamıştır. Erken dönem tefsir kaynaklarına bakıldığında tefsir usulü konuları arasında şu başlıklar göze çarpmaktadır.
Kaynak ve yaklaşımları konuları bakımından üçlü bir tasnif söz konusudur.
1)Kaynakları bakımından tefsirler:
a)Rivayet Tefsiri: Kur'an'ı Kerim'i tefsir ederken sadece peygamber, sahabe ve tabiinden gelen rivayetleri dikkate alan tefsir yöntemidir.
b)Dirayet Tefsiri: rey, akli, tefsir de denilen bu yöntem sadece rivayetleri dikkate almaz. Bunun yanında akli verileri dikkate alarak kendisine gelen hadis, olay, rivayetleri eleştirir ve bunun sonucunda yorumlamalara gider.
c)İşari Tefsir: Kur'an'ı keşf ve ilham ile tefsir eden metodolojidir. Remzi yahut tasavvufi tefsir de denir.
d)Lügavi (filolojik) Tefsir: daha çok hicri II. asırdan sonra ortaya çıkan, kur'an lafızlarını ve ayetlerini; dil, beleğat, sarf, nahiv gibi konular ışığında, Kur'an'ın bütünlüğünü de dikkate alarak yapılan tefsire denir.
e)Karma Tefsir: Bütün bu yöntemleri bir arada bulundurularak yapılan tefsirdir. En güzel örneği Fahreddin er-Razi (606)'nin Mefatihul Gayb adlı eseridir.

2)Yaklaşım Bakımından Tefsirler:
a)Mezhebi Tefsir: Daha çok Ehl-i sünnet dışındaki mezhep ve fırkalara mensup âlimler tarafından yazılan tefsirlerdir. Bütün alt kollarıyla birlikte Şîa'nın, Hâricîler'in, Bâtıniyye'nin ve son birkaç asırda Kadiyanilik, Bahaîlik ve Ehl-i Kur'an (Kur'aniyyun) gibi hareket mensuplarının telif ettiği tefsirler bu kategori içerisinde yer almaktadır. 

b)İlmî Tefsir: İlmî tefsirin kaynakları çok eskilere gider. Kur'an'ı Kerîm'de özellikle Mekkî surelerde çok miktarda kevnî hakikate işaret edilmiş; yer, gök, dağlar, denizler, insan, kuş, böcek, evcil ve yabani hayvanlarla ilgili bilgiler verilmiştir. Bu husus sahabeden başlayarak insanların dikkatini çekmiş, ancak özellikle ilk dönemlerde bu ayetlerdeki bilgilerin mahiyeti hakkında fikir yürütme yerine hikmeti üzerinde durulmuştur. Bu durum II. (VIII.) yüzyılın başından itibaren değişmeye başlamış, âlimler kevnî hakikatlerden bahseden ayetler üzerine fikir yorma sürecine girmiştir. Zamanla astronomi, coğrafya, hendese, fizik, kimya, matematik, botanik, biyoloji, tıp, eczacılık ve ziraat gibi bilim dallarında önemli ilerlemeler kaydedilmiş ve Kur'an'da yer alan bilgiler inceleme konusu yapılmıştır. 

c)İçtimaî Tefsir: Bu türe ait eserler dirayet, rivayet ve işaret gibi yöntemlerden yararlanılmakla birlikte merkeze daha çok muhatap kitlenin sosyal, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarının ve güncel hayatın alınması sebebiyle bu adla anılmaktadır. İçtimaî tefsirlerin tarihi çok eskilere gitmez. Her ne kadar Fahreddin er-Râzî'nin Mefâtihu'l-ġayb'ında bu yöne doğru bir eğilim görülse de bu tefsir çeşidinin XIX. yüzyılın sonlarında doğduğunu söylemek mümkündür. Cemâleddîn-i Efgānî ve Muhammed Abduh çizgisi bu konuda belirleyici olmuştur. Bu alanda yazılan en meşhur tefsirler Seyyid Kutub'un Fî Zılâli'l-Ķur'ân'ı ile Mevdûdî'nin Tefhîmü'l-Ķur'ân'ıdır. Saîd Havvâ'nın el-Esâs fi't-tefsîr'i ve İzzet Derveze'nin nüzûl sıralamasını esas aldığı et-Tefsîrü'l-ĥadîŝ'i ile Şerkāvî ve Vehbe ez-Zühaylî gibi Mısır ve Suriyeli çağdaş birçok müfessirin eserleri bu kategori içerisinde değerlendirilebilir.
3) Konu Merkezli Tefsirler: 
a) Ahkâm Tefsiri: Konulu tefsir yönteminin kullanıldığı en eski tefsir türü ahkâm ayetleri tefsirleridir. Bunların kaynağı sözlü rivayetler, tedvin döneminde telif edilen kitaplar ve hadis mecmualarıdır. 
b) Konulu Tefsir: Esas olarak ilk asırdan itibaren mevcut olan, fakat yöntemi bakımından son bir asır içerisinde canlanan konulu tefsir bir konu etrafında toplanan ayetlerin birlikte yorumundan ibarettir.

HADİS TARİHİ
"Eski" anlamındaki kadîmin zıddı olan hadîs kelimesi (çoğulu ehâdîs) tahdîs masdarından isim olup "haber" mânasına gelir. İnsana uyanıkken veya uykuda duyurulmak yahut vahyedilmek suretiyle iletilen her söze, ayrıca anlatılan kıssaya "hadîsü Mûsâ" "hadîsü'l-cünûd" ve yapılan konuşmaya da hadis denmektedir. Çeşitli âyetlerde Kur'ân-ı Kerîm'den "hâze'l-hadîs" (el-Kehf 18/6; en-Necm 53/59; el-Vâkıa 56/81), "ahsenü'l-hadîs" (ez-Zümer 39/23) diye bahsedilmektedir. Hz. Peygamber de Kur'an'ı ifade etmek üzere "ahsenü'l-hadîs, hayrü'l-hadîs, asdaku'l-hadîs" tabirlerini kullanmıştır. Hadis kelimesi İslâmiyet'le birlikte farklı bir anlam kazanmış, âdeta onunla kadîm olan Kur'ân-ı Kerîm'in mukabili kastedilerek Resûl-i Ekrem'in sözlerine "el-ehâdîsü'l-kavliyye", fiillerine "el-ehâdîsü'l-fi‘liyye" ve tasvip ettiği şeylere de (takrir) "el-ehâdîsü't-takrîriyye" denilmiştir.
   Bazı âlimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahâbe ve tâbiînin şahsî beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber'e ait olan hadislere merfû, sahâbeye ait olanlara mevkuf, tâbiîne ait olanlara da maktû adını vermişlerdir. Sonraları merfû, mevkuf ve maktû terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi kullanılmaya başlanınca bir kısım âlimler sadece merfû rivayetlere, bazıları da merfû ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir. 

  Hadisler, ihtilâfa düştükleri konularda insanları aydınlatan, böylece onlar için hidayet ve rahmet kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîm'in kendisine indirildiği bir peygamberin sözü olarak üstün bir değer ifade ettiği gibi Kur'an'ı herkesten iyi anlayan ve âyetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah resûlünün görüşü olarak da büyük önem taşır. 

   Hadislerin Tespiti: Eskiden beri şiir, hitabet, savaş kıssaları (eyyâmü'l-Arab) ve nesep bilgilerinden oluşan kültürlerini şifahî yolla nakletme geleneğine sahip olan Araplar'ın ezberleme yetenekleri çok gelişmişti. Müslüman olanlar, İslâmiyet'in ilk devirlerinde Hz. Peygamber'in emirleri doğrultusunda hareket ederek Kur'ân-ı Kerîm'i yazmakla meşgul olmuştu. Öte yandan kendi sözlerinin ilâhî kitapla karışması ihtimalini veya hadisleri yazmakla uğraşırken Kur'an'ın ihmal edilebileceğini göz önünde bulunduran Resûl-i Ekrem hadislerin sadece şifahî olarak rivayet edilmesine izin vermiştir. Esasen sahâbîler, Allah ile devamlı surette irtibatta bulunduğunu bildikleri Peygamber'e samimiyetle inanıp bağlandıkları için onun her buyruğunu ve hareketini büyük bir dikkatle takip ederek hâfızalarına nakşediyorlardı. Sade ve tabii yaşayışları sebebiyle zihinleri berrak olan bu insanların içinde, işittikleri uzun bir şiiri veya hitabeyi hemen ezberleyebilecek kadar güçlü hâfızaya sahip bulunanlar vardı. Resûlullah'ın meclislerine nöbetleşe katılan ve emirlerini dinleyip bellemeye gayret eden sahâbîler de duyup öğrendikleri hadisleri kendi aralarında müzakere ediyorlardı. Ashabın son derece önem verdiği bu müzakere geleneği daha sonra da devam ettirilmiştir. 
Hz. Peygamber'in hadisleri yazmak isteyen herkese izin vermediği bilinmekle birlikte onun hadisleri yazmayı kesinlikle yasakladığını söylemek de mümkün değildir. 
Resûl-i Ekrem'den bu konuda izin alan sahâbîler duyup öğrendikleri hadisleri hem ezberlediler hem de yazdılar. "Sahîfe" adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahâbîler arasında, 1000 civarında hadis ihtiva eden es-Sahîfetü's-sâdıķa'nın sahibi Abdullah b. Amr b. Âs başta olmak üzere Sa‘d b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Ali b. Ebû Tâlib, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semüre b. Cündeb, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah, Abdullah b. Ebû Evfâ ve Enes b. Mâlik bulunmaktadır. Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebû Hüreyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih'e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan Śaĥîfetü Hemmâm b. Münebbih (es-Sahîfetü's-Sahîha) ilk defa Muhammed Hamîdullah tarafından yayımlanmıştır.
Hadislerin Rivayeti: Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi bazı idarecilerin çok hadis rivayet edilmesine karşı tavır almalarına bakarak onların hadislere veya hadis râvilerine güvenmedikleri sonucunu çıkarmak doğru değildir. Hulefâ-yi Râşidîn'in çözümünü Kur'an'da bulamadığı birçok meselede hadise başvurduğu, hatta ortaya çıkan problemlere çözüm getirecek hadislerin mevcut olup olmadığını tesbit etmek için sahâbîlerle istişare ettiği bilinmektedir .İlk halifelerin hadis rivayetindeki titizliği, hâfızaya dayanan rivayete ağırlık vermek suretiyle rivayetin içerdiği konular üzerinde yeterince düşünmeyi ihmal etme gibi bir endişeden kaynaklanmış olabilir. 
Bazı sahâbîler, çok hadis rivayet etmenin hadis metinlerinde fazlalık veya eksiklik türünden hatalara sebebiyet verebileceği ve böylece Hz. Peygamber'e yanlış sözler isnad edileceği endişesini taşımışlardır. Esasen her duyduğunu rivayet etmesinin insanı yalancı durumuna sokabileceğini belirten hadis de onları bu konuda ihtiyatlı davranmaya ve az hadis rivayet etmeye sevketmiştir. Nitekim ilk dört halife ile Zübeyr b. Avvâm, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Zeyd b. Erkam, Abdullah b. Ömer gibi sahâbîler bu konuda son derece ihtiyatlı davranmış ve hadisleri lafzen rivayet etmeye itina göstermişlerdir. Hadis rivayetinde ihtiyatlı olmakla beraber bilgisini başkalarından esirgeyenleri kınayan âyet ve hadislerin tesiriyle  Hz. Âişe, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hüreyre gibi sahâbîler bu konuda daha rahat davranmış ve hadislerin mâna ile rivayet edilmesine karşı çıkmamışlardır.
Hadis rivayetiyle meşgul olan tâbiîler sahâbîlerden çok daha fazladır. Bunlar arasında, bir hadis için günlerce yolculuk yapmayı göze alan Saîd b. Müseyyeb, duydukları rivayetleri hemen kaydetmeleriyle tanınan Saîd b. Cübeyr ve İbn Şihâb ez-Zührî gibi birçok muhaddis zikredilebilir. 
Hadislerin Tedvîni ve Tasnifi: Hadislerin tedvînini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gāliyye gibi siyasî fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi itikadî mezheplerin ortaya çıkması gelir. Muhafazakâr çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkâr etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevk etmiştir. Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz râvilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bid‘atçıların rivayetlerinden kaçınmaya sevk etmiş ve I. (VIII.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. 
Hadislerin tedvîni tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef" adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk râvileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir. İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hazırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvîn ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkân bulunmadığını ortaya koymaktadır. III. (IX.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili çalışmalar da yapılmış olup Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm'ın kırk yılda meydana getirdiği Ġarîbü'l-ĥadîŝ adlı eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmelidir. Daha sonra da bu türde pek çok kitap yazılmıştır. IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahî rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır.
 FIKIH TARİHİ
          Fıkıh kelimesi Arapça'da "derinlemesine anlamak,kavramak,tam bilgi sahibi olmak" manalarına gelmektedir. İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde yedi bölümde ele alındığını görmekteyiz. Bunlar:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)
Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur'ân ve Sünnet'tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)
Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur'ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)'ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb'a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)
Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)'in zamanından itibaren bazı sahâbiler Hicaz'da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.
4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)
Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar hoca, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.
Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir. 
Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz. 
5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)
Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu çoğalmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.
6) Moğol İstilasından Mecelle'ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.
7) Mecelle'den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.Bütün müçtehitlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.Bu metot, Mecelle'nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti'nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle'nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi'nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi'nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müçtehitlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:
Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.
İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih içtihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli'ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.
Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.
KAYNAKLAR
1) İslam Ansiklopedisi
2) İsmail Cerrahoğlu/Tefsir Usulu
3) Hayrettin Karaman/Ana Hatlarıyla İslam Hukuku

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


                                                                                  Ayşe Nur ÇINAR                                                                                                       15912785

 

 

TEFSİR USULÜ

 

İslam dini mükemmel bir mantık ve düzene sahiptir. Ancak insanlar arasında yolunda gitmeyen şeyler varsa bu büyük ihtimalle insanlarla din arasında bir bağlantı kopukluğu olmasından kaynaklanmaktadır. Bu kopukluğun olmaması için tefsir usul ilmine ihtiyaç vardır.

 

Tefsir usul ilminin ne zaman başladığını söylemek ya da kesin bir tarih vermek çok güçtür. Ancak biz Kur’an’ın inmeye başladığı dönemden itibaren usul kavramlarından bazılarına rastlamaktayız. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim inmeye başladığında bu ilmin de temelleri atılmaya başlanmıştır gibi bir varsayımda bulunabiliriz. Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerim çok açık bir kitap değildir. Bu kapalılıktan kastımız içerisinde gittikçe derinleşen anlamları barındırması ve tahayyül edilemeyen bir zenginliği içermesidir. Tabiri caizse bu hazineyi çıkarmak da tefsir usulü ilminin görevidir. İlmin mahiyeti de uğraştığı, üzerinde durduğu alanla ölçülür. Cerrahoğlu hocamızın örneğiyle kuyumcunun işi tabbakınkinden daha kıymetlidir çünkü onun işi altın ve gümüş iledir. Tabi bu tefsir usul ilmi tek başına yeterlidir demek değildir aksine bütün ilimlerden yararlanmaktadır. Bu ilmin yöntemi ise ayetleri Esbab-u Nüzül, Nasih Mensuh, Muhkem Müteşabih, Garibu’l Kur’an, I’cazu’l Kur’an, Aksamu’l Kur’an, Kısasu’l Kur’an, Müşkilu’l Kur’an, Mücmel ve Mübeyyen, Vücuh Nezair, Müphematu’l Kur’an gibi pek çok ilimle siyak sibak, literatür, semantik ve semiyotik çerçevesinde açıklamaktır.

 

HADİS USULÜ

Hadis genellikle Hz. Peygamberle ilgili her türlü bilgi anlamında kullanılmaktadır. Usul ise ‘asl’ kelimesinin çoğulu olup asıllar, kaideler, prensipler, kurallar ve yöntemler manalarına gelmektedir. Hadis usulü alimler tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Burada birkaç hadis usul tanımına değineceğiz.  Bir tanıma göre; kabul ve ret yönünden ravi ile rivayet edilen hadislerin durumlarını inceleyen ilimdir. Diğer bir tanım; rivayetin hakikati, çeşitleri, hükümleri, ravilerin halleri, şartları ve rivayetin sınıflarını bildiren ilimdir. Başka bir tanıma göre ise; hadis usulü, ravilerinin adalet ve zabt yönlerinden durumları, isnadlarının muttasıl veya munkatı olması bakımından hadislerin hazreti peygambere nasıl nispet edildiklerinden bahseden ilimdir. Genel olarak hadis usulü şöyle tanımlanabilir; hadisleri sonraki nesillere aslına uygun olarak nakledebilmek ve sahihi ile zayıfı birbirinden ayırmak için ihtiyaç duyulan kurallar ve bunlar ile ilgili ıstılahlardan bahseden ilimdir. Yani hadis usulünün konusu hem hadislerin nakli hem de hazreti peygambere aidiyetinin tespiti hususunda gerekli kuralları belirlemektir. Hadis usulüne tarih içinde farklı isimlendirmeler yapılmıştır. ‘Ulumu-l hadis’ bunlardan biridir. Hadis usulüne ‘dirayetu-l hadiste’ denmiştir. Hadis usulüne verilen diğer bir isim ise, rivayetleri ele aldığından dolayı ‘ilmu-r’rivaye’ olmuştur.

 

FIKIH USULÜ

Usul kelimesi, asl kelimesinin çoğuludur. Sözlükte, bir şeyin aslı, o şeyin temeli, doğduğu ya da kendisi üzerine bir şeyin dayandığı, bina edildiği şey demektir. Fıkhın sözlük anlamı; bir şeyi iyice, derinlemesine anlayıp, idrak etmektir. Fıkıh, terim olarak, tafsili delillerden yararlanılarak elde edilen ameli-şeri hükümleri bilmek, şeklinde tanımlanmaktadır. Bu açıklamalardan sonra Usulü’l-Fıkh’ın terim anlamı şudur: Tafsili delillerden elde edilen ameli-şeri hükümlerin, üzerine bina edildiği şeye Fıkıh Usulü adı verilmektedir. Yani Fıkıh Usulü Şeri-amelî hükümleri, kur’an, hadis, sahabe kavli, icma ve benzeri deliller yardımıyla ortaya çıkarabilmekte kullanılır.

 

KAYNAKÇA

İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 1983

Ahmet Yücel, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 2012

Ed: İbrahim Çalışkan, İslam Hukuku I, Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yayınları, Ankara, 2012


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi