HADİS TARİHİ:
Hadisin alimlere göre değişik tarifleri bulunmakla birlikte 'Hz. Peygamberden nakledilen söz, fiil ve takrirler'e hadis denmiştir. Hz. Peygamberden hadisi bizzat alan sahabiler, kendi devirlerinde hadisi genel olarak yazılı hale getirmemişlerdir. Tabii istisnai olaraka kendi hadislerini yazan sahabiler de yok değildir.
Hadislerin yazılı hale gelememesinde hadislerin Kur'an ile karışması endişesi hakimdir.Hz. Peygamberin peygamberlik hayatı, hadis yazımı açısından iki kısımda değerlendirilecek olsa, ilk kısımda Hz. Peygamber, hadislerin yazımı konusunda izin isteyenlere izin vermemiştir. Ayrıca az sayıdaki kendisine izin verilen sahabi, kendi sahifelerini oluşturmuşlardır.
Hadslerin yazımı konusunda karşılaşılan güçlükler arasında; devrin şartları içerisinde yazı malzemesinin kıt oluşu neticesinde yazı malzemesi olarak kullanılan hurma yaprağı, kemikler, vb. araçların üzerine yazı yazmak ve yazılan yazının muhafazası konusunda karşılaşılan problemleri de zikretmek gerekir.
Hz. Peygamberin vefatının ardından İslam toprakları genişlemiş ve Sahabiler çeşitli görevlerle bu islam topraklarında görevlendirilmişlerdir. Bu görevlerden bir tanesi gittikleri yerlerde fetva görevini yerine getirmekti. Şunu unutmamak gerekir ki bu sahabilerin gittikleri yerlerin örf ve ananeleri birbirinden farklıydı. Giden sahabilerin hadise muttali olma seviyesi bir değildi. En önemlisi hadisler tedvin ve tasnif edilmemişti.
Hadislerin yazıya geçirilememiş olması, İslam beldelerinin genişlemesine mukabil sahabilerin fetholunan yerlere dağılmaları vb. durumlara ilaveten bir de Müslümanlar arasında fitne hareketleri meydana gelmeye başladı. Hadis uydurma girişimleri olabildiğince hızlandı.
Tüm olumsuzlukları gören İslam büyükleri-normal şartlarda hafızalarına güvenmelerine rağmen- hadisleri tedvin etme girişimlerine başladı. İlk tedvin işi alttan alta gayr-i resmi başlarken halife Abdülmelik zamanında resmi olaraka İbn-i Şİhab ez-Zühri'nin görevlendirilmesiyle hadiste tedvin işi başlamıştır ki bu, hadisin ilk aşaması olan hıfz dönemi ve ikinci olarak kitabet döneminin tedvin dönemine evrildiğini işaretler ki bu tedvin dönemi hicri birinci asrın sonu ve hicri ikinci asrı kapsar.
İslam dünyasında erken dönemde görülen fitne hareketlerinin ardından gelişen hadis uydurmacılığına karşı cerh ve tadil ilmi doğmuştur. Bu durum, İslam ve onun köklerinin sapasağlam ayakta kalmasını sağlamıştır.
Hadislerin dördüncü ve son aşaması olan tasnif dönemi hicri ikinci yüyzyılın ortasından başlamış ve hicri üçüncü yüzyılda en üst seviyesine ulaşmış ve bu çağda kütüb-ü sitte vücut bulmuştur.
TEFSİR TARİHİ:
Kur'an'ı ilk tefsir eden Hz. Peygamberdir. Şüphesiz onun tefsiri Kur'an'ın tamamını kapsamıyordu. Zira tefsir, anlaşılamayan bir metni anlaşılır kılma çabası idi. Hz. Peygamber zamanında Kur'an genel anlamda sahabe tarafından anlaşılır bir durumdaydı. Bunun dışında Hz. Peygamberin tefsiri olarak söylenebilecek şey; mücmelin tebyini, mübhemin tafsili, mutlakın takyidi ve müşkilin tavzihi idi. Hz. Peygamberin fonksiyonu beyan ve teşrii idi.
Sahabenin Kur'an tefsiriyle ilgili durumları ise şundan ibaretti: Onlar Kur'an'ın inişine bizzat şahit olmuşlardı ve sarsılmaz bir imana sahiplerdi. Arap dilinin üslup ve inceliklerini iyi biliyorlardı. Tüm bu özellikleriyle onlar, müteşabihlere karşı rey ile tefsirden kaçınma naklin bulunmadığı yerde kendi ictihatlarını kullanma, dil tahlilleri nasih-mensuha ve sebeb-i nüzula işaret etme ve Arap şiiriyle istişhat etme şeklinde özetleyebileceğimiz tefsir anlayışına sahiptiler. Sahabelerin yaptığı tefsirde Kur'an'ı baştan aşağı tefsir etme yoktu. Ahkam ayetlerinden hüküm çıkarma yoktu. Tefsir sahabe döneminde tedvin edilmiş değildi. İsrailiyyattan yararlanma söz konusuydu.
Tabiun alimler, tefsirde Kur'an ve aünneti kullanmışlar ve gaybi konularda sahabeden yararlanmışlardır. Ehl-i kitabın görüşlerine müracaat etme ve akli tercihte bulunma da tabiun tefsirinde vardı. Mekke, Medine ve Kûfe medreseleri bu dönemde kurulmuştu. Bu dönemde KUr'an baştan aşağı tefsir edilmişti. Kelime açıklamaları,fıkhi izahlar,şiirle istişhad vb. bu dönemin özelliklerindendi. Tefsir bu dönemde şifahi larak nakledilmeye devam ediliyordu.
Etbaüt-tabiin devrinde tefsir tedvin edilmeye başladı. Tefsir ilk olarak Hadis ilminin kolu olarak tedvin edilmiş ve daha sonra h.150 den itibaren müstakil olarak tedvin edilmeye başlandı. İlk olarak Kur'an Mukatil b. Süleyman tarafında baştan aşağı tefsir edildi.
FIKIH (TEŞRİİ) TARİHİ:
1)HZ. PEYGAMBER DÖENMİ:
Fıkıh tarihi dört bölümde incelenir: Hz. Peygamber devri, Sahabe devri, Tedvin ve müctehitimmalar devri, taklid devri.
Hz. Peygamber devri, teşri kuvvetinin sadece Hz. peygambere ait olduğu devirdir. Bu durum ya Allah'ın ayet göndermesi ile ya da vahiy gelmeyen hususlarda Hz. Peygamberin ictihadı ile gerçekleşiyordu. Genel olarak bu devrede sahabe teşrii içerisinde değildi. Ama bazen peygambere ulaşma şansının olmadığı zamanlarda sahabe kendi icthadına göre hüküm vermek zorunda kalıyordu. Hz. Peygamber Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken Kur'an ve sünnette hüküm bulamadığı zaman nasıl hareket edeceğini sormuş, o da reyimle hüküm veririm deyiince bu peygamberin hoşuna gitmişti. İşte bu durumlar, bu devrede teşrii yetkisinin Hz. Peygamberde olmakla birlikte istisnai durumların var olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber devrinde teşriin genel geçer olarak dört özelliği vardı:Teşriide Tederrüc, azlık, kolaylık ve hafiflik..
2)SAHABE DEVRİ:
Bu devir Hz. Peygamberin vefatıyla başlar. Hicri birinci asrın sonunda sona erer ve 90 yıllık dönemi kapsar. Bu devir teşriide Kur'an,sünnet ve sahabenin etkin olduğu devirdir. Bu devir, hakkında nass bulunmayan meselelerde ictihad kapısının açıldığı devirdir. Sahabenin kendi dönemlerinde karşılaştıkları zorluklar şunlardı:
1)Kur'an ve sünnet ahkamına ait nasların çoğu, murad edilen manaya delalet zanni idi.
2)Sünnet bu devirde tedvin edilmemiş olduğu için üzerinde ittifak edilmiş bir sünnet mecmuası yoktu.
3) Sahabenin yaşadığı çevre birbirinden farklı olduğu için teşriie konu ihtiyaçlar birbirinden farklıydı.
3)TEDVİN VE MÜCTEHİT İMAMLAR DEVRİ:
Bu devir hicri 2. asır ile başlar ve 250 sene devam eder. Bu devir 4. asrın ortalarına kadar uzanır. Teşriin kaynakları; Kur'an,sünnet,icma ve kıyastır. Bu devrin 'Tedvin ve müctehit imamlar devri' olarak isimlendirilmesi tedvin işinin hızlanması sebebiyledir. Bu devirde fıkhın gelişmesine etki eden amiller;
1) İslam devletinin sınırlarının genişlemesi ve değişik milletlerin islama girmesi
2)Bu dönemde kendini ifta işine hasredenler, teşrii yollarının kolaylaştırılmış ve güçlüklerini gidermiş olarak buldular
3)Bu devir müslümanlarınnın bütün işlerini islama göre yapmak isttemeleri
4)Bu devirde kendine has kabiliyyeti olan meşhur kmselerin yetişmesi
49TAKLİD DEVRİ:
Bu devir 4. hicri asrın ortalarından günümüze kadar uzamıştır. Bu devirde ulema Kur'an nasslarından hüküm çıkarma konusunda himmetini geri çekmiştir. Şüphesiz bunda bir takım sebepler rol oynamıştır. Bu sebepler;
1) İslam devletinin sultanları,valileri ve insanları birbirine düşman müteaddit hükümdarlıklara bölünmesi
2)Üçüncü devirde imamların muhtelif gruplara ayrılması netiesinde ayrı ayrı ekoller zuhur etmiş ve her alim içinde bulunduğu gruba zafer kazandırma saikiyle hareket etmiştir.
3)Fetvaların ehil insanlarınn elinde yükselmesine fırsat tanıyacak bir sitemin geliştirilememesi
4)Ulemaya haset ve kin gibi hastalıkların arız olması
SONUÇLAR
1. islam ilimleri ilk önce şifahi yolla nakledilmiş, sonrasında kitabet, tedvin ve tasnif işi gelişmiş ve sistem rayına oturmuştur.
2. İslam dünyası içinde fitnelerin erken dönemde zuhur etmesi neticesinde ilimlerin korunup gelişmesi için cerh ve ta'dil ve isnad takibi vb. sistemler oluşmuştur.
3. H. 2. asırdan itibaren ilimler tedvin edilmeye ve müstakil olarak gelişmeye başlamıştır.
4. İlk olarak tefsir hadis ilminin içinde mütaala edilmiş ve sonrasında tefsir mustakil hale gelmiştir. En sonunda fıkıh bu kategoriye eklenmiştir.
Hali BEKTAŞ
2016-2017 Güz
Dönemi
Doktora-:
15922740
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHLERİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Bilgi, doğruluğu
gerekli ve yeterli delillerle temellendirilmiş şuur muhtevaları demektir.(1)
İslam bütün muhtevasıyla bir bütündür. İslami ilimler de bu bütünü çeşitli
yönleriyle derinlemesine ele alan disiplinlerdir. Bu çerçevede her bilgi
değerlidir. Ancak bütünün sadece bir boyutudur. İsfâhanî bilgiyi "bir şeyi
hakikatiyle idrak etmektir" diye tanımlar.(2) Bir bütünün tamamlayıcısı
olması açısından her bilgi diğer bilgilerle de ilişkilidir ve diğer bilgilere ihtiyaç duyar. Bilgi disiplinlerinin farklı
alanlara ayrışması ve derinleşmesi bilgiye ulaşmada önemlidir. Bilim dallarının
verilerinin birleştirilmesi yoluyla bilgiye konu olan varlık hakkında bütün
olarak ve derinlemesine bilgi elde edilme imkânı ortaya
çıkar. Bilginin bütünlüğü dikkate alınmadan tam bir bilgiye ulaşılamaz.
Bilginin
bütünlüğü, bir konuyu anlamak ve doğru olarak anlamlandırmak için gerekli
dokümanların hepsinin değerlendirilmesi demektir. Bu materyaller hem geçmişte
elde edilmiş olan hem bugün elde edilmiş olanların tamamını ihata eder.
"Şüphesiz
Kuran-ı Kerimin muhatapları, akıl ve fikir sahipleridir. O, insanı yaratılandan
yaratana, eserden müessire ulaştırır. Kendisi üzerinde düşünülmesini
ister.Kendisi üzerinde düşünmeyenleri zemmeder, körü körüne taklidi sevmez.
İnsanın madde ve ruhuna hitap eder.Zorlukları kaldırıp, kolaylıkları murat
eder. Kuran-ı Kerim insanlığa çok ağır yükler yüklemeden, hidayet yollarını
göstermiş, insanlığın hidayet ve saadet rehberi olmuştur."(3) Böylesine
muhtevalı bir kitabı İlahi murada uygun olarak anlayabilmek, elbette ona geniş
bir açıdan bakmayı ve bilginin bütün kanallarını kullanarak onu ele almayı
gerektirir.
İslam'ın
kaynakları olan Kuran ve Sünneti doğru anlayabilmek için de bu kaynaklara
bilginin bütünlüğü çerçevesinde yaklaşmak gerekir.
Tefsir Tarihi ve Usulü,
Hadis Tarihi ve Usulü ve Fıkıh Tarihi ve Usulü;
Kuran ve Sünnetin anlaşılması için geliştirilmiş ilim dallarıdır. Bu
sahalardaki çalışmaların tarihi süreçlerini ve yöntemini ortaya koymaktadır.
Her biri farklı alanlarda derinleşmiştir. Ancak hepsinin amacı İslam'ın yani
onun kaynakları olan Kuran ve Sünnetin daha doğru anlaşılmasını ortaya
koymaktır. Hadis, tefsir ve fıkıh nasıl birbirinden ayrı ele alınamazsa,
bunların tarihi seyirleri de tamamen birbirinden bağımsız olgular olarak
düşünülemez. Bundan dolayı her birinin diğeriyle ilişkisi vardır. Birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Bu ilim
disiplinlerinin ortaya koydukları veriler birleştirildiğinde bütün olarak
İslam'ın bilgisi ortaya konma süreci tarihsel olarak açıklanmış olur. Çünkü
hepsinin doğru olarak açıklamak istediği şey Kuran ve Sünnetin tarihi seyri ve
buna bağlı olarak doğru anlaşılmalarıdır.
Bunun için bilgileri bütüncül bir yaklaşımla ele almak indi kanaatlerden
öte daha doğru bilgiye ulaşmaya imkan sağlar. Bilginin bütünlüğü ya kişinin
konuyu ilgilendiren her alanda yetkinliğiyle ya da kolektif çalışmayla
oluşturulabilir.
Örneğin bir ayetin
anlaşılmasında; nüzul sebebi, nüzul asrında nasıl anlaşıldığı, Hz. Peygamberden
onunla ilgili neyin varit olduğu, sahabe ve tabiin kavilleri, daha sonraki
müfessirlerin bu ayeti nasıl yorumladıkları mutlaka bilinmelidir. Ayrıca, sağlıklı
ve bilimsel değerlendirmelerde bulunabilmek için tefsir tarihi ve usulünü, hükme
medar olan hadislerin anlaşılması ve yorumlanması ve değerlendirilmesi
açısından hadis tarihini ve fıkhi hükmün anlaşılması yönüyle fıkıh tarih ve usulünü
dikkate almadan doğru sonuca varılamaz.
"Belli esas
ve kaideleri önceden tespit etmeden bir bilgiyi düzene koymak mümkün
değildir.."(4) Bu çerçevede şunu
söyleyebiliriz; İslami ilimlerin farklı disiplinleri olan Fıkıh, Hadis ve Tefsir
ilimlerinin hepsinin ortak gayesi; ortaya koydukları prensipler çerçevesinde
İslam'ın ve kaynaklarının daha doğru anlaşılmasıdır. Hedefleri aynı olan bütün
ilimleri bilginin bütünlüğü çerçevesinde düşündüğümüzde birbirinden müstağni
görmek mümkün değildir.
Hülasa, tefsir
alanında çalışma yapacak kişinin konuyu bilginin bütünlüğü çerçevesine bütüncül
olarak ele alması gerekir. Bir konunun dini boyutunu ele alırken bakılacak ilk
kaynaklar Kuran ve Sünnettir. Sünnet
olmadan Kuran'ı, Kuran olmadan sünneti anlamak mümkün değildir. Bunların
sağlıklı anlaşılması için bu ilim dallarının tarihi seyrini ve usul bilgilerini
bilmek gerekir. Dolayısıyla doğru bilgi için bu ilimleri de bütüncül bir tarzda
ele almak gerekir.
DİPNOTLAR :
1-TDV İslam Ansiklopedisi
2- İSFAHANİ, Rağıb, el-
Müfredat, s.674, Terc. Prof. Dr. Abdulkadir GÜNEŞ, Doç. Dr. Mehmet
YOLCU; Yarın Yayınları, İst. 2015
3-CERRAHOĞLU, Prof. Dr. İsmail, Tefsir
Tarihi, s.18
4-DEMİRCİ, Prof. Dr. Muhsin, Tefsir
Usulü, s. 21
KAYNAKÇA;
CERRAHOĞLU,
Prof. Dr. İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, Ankara, 2015
DEMİRCİ,
Prof. Dr. Muhsin, Tefsir Tarihi, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, İst. 2014.
BİLMEN, Ömer
Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatu'l Müfessirin), Bilmen Yaynınevi
SUYUTİ, Tabakatu'l-
Müfessirin, Daru'l- Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut
NÜVEYHİD Adil, Mu'cemu'l-
Müfessirin, Beyrut, 1983
YÜCEL, Prof.
Dr. Ahmet, Hadis Tarihi, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst.
2014.
BAĞCI,
H.Musa, Hadis Tarihi ve Metodolojisi, Ankara Okulu Yayınları, 2009
KARATAŞ,
Prof. Dr. Mustafa, Hadis Rivayet Tarihi, Ensar Yayınları, 2014
ŞABAN Prof.
Dr. Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlmini Esasları, Terc. Prof. Dr. İ.Kafi
DÖNMEZ, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 2011
KARADAVİ, Prof. Dr. Yusuf, İslam Fıkhını Yeniden
Okumak, Terc. Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN, Nida Yayınları, İstanbul, 2012
KARAMAN,
Prof. Dr. Hayreddin, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, Ensar Neşriyat, İst.
2008.
NASR, Seyyid
Hüseyin, İslâm ve ilim, Terc. İlhan KUTLUER, İnsan Yayınları, İst. 1989
KARAMAN,
Prof. Dr. Hayrettin, İslam Hukuku Tarihi, İz Yayıncılık, İst.1999
İSFAHANİ,
Rağıb, el- Müfredat, s.674, Terc. Prof. Dr. Abdulkadir GÜNEŞ, Doç. Dr.
Mehmet YOLCU; Yarın Yayınları, İst. 2015
Nayyef Al-Bayati
Öğrenci NO; 15912768
Tefsir
Birinci Dönem
Hamd, ancak Allah mahsustur. O’na hamd
eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin
kötülüğünden O’na sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse, onu saptıracak
yoktur. Kimi de saptırırsa, onu hidâyete erdirecek yoktur. Allah’tan başka hak
ilah olmadığına şehâdet ederim. O tektir ve ortağı yoktur ve şehâdet ederim ki
Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir.
Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihlerin özerine Hocamız: D.Prof: Ahmet SerinSu çalışmamızı istedi, ondan dolayı bir kaç şeyler yazdım ve Allah'a duaa ederim ki: yazdığım her harıf doğruysa benden bu ameli kabul eder, yanlışsa beni afeder ....
Tefsir Tarihi
Konuda doğru
başlamadan önce bir bakalım tefsir kelimesi anlamı ne?
tefsir kelimesi: fesera
veya sefera kökünden gelen tefilün vezninden mastardır ve her iki kök fiilin
sözlük anlamı; keşfetmek, ortaya çıkarmak, üzerindeki örtüyü açmak, beyan
etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek gibi manalara gelir
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellemin dönemi (Tefsir’in Doğuşu):
Tefsir’in ortaya çıkışı Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile
başlamaktadır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bazen ayeti okuyarak, Ashaba soru sorarak, Sözünü delillendirmek maksadıyla veya Sahabilerin soru sorması üzerine tefsir
ediyordu
.
Allah
Rasülü’nün Tefsir Yönemi:
1.
Mücmelin teybini
2.
Mübhem’in tafsili
3.
Mutlak’ın takyidi
4.
Müşkil’in tavzihi
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin
Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını tefsir etti diye islam âlimleri arasında
ihtilaf olmuştur.
Sahabe dönemi:
Sahabiler Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve
sellemin Kur’an’ın tefsirini aldılar,
ondan sonra Tabiin’e aktardılar.
Sahabilerden Kur’an’ın tefsirini en iyi bilen en
meşhur olan: Abu bekir, Omer, Osman, Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b.
Mes’ud, Ubey b. Kab ve Abdullah b. Omer Allah tüm sahabiler razı olsun .
Sahabe Tefsirinin Özellikleri:
1. Yaptıkları açıklamalar mübhem, garip,müşkil ve mücmel lafızlar ile
sınırlı idi.
2. Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.
3. Aralarında tefsir ihtilafı olsada bubir çeşitliliktir çelişki deyildir.
4. Ahkâm âyetleri ile ilgili âyetlerde ictihade fazla rastlanmaz.
5. Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi nakil yolu ile yapılıyordu.
Tâbiûn dönemi
Bu dönemde
üç önemli
okullar ortaya çıktı: Mekke. Medine ve Irak'ta .
Mekke'deki olan
okul Abdullah b. Abbas'tan faydalandılar. Bu okulda en önemli adlar: Mucahid b.
Cbır . Sayid b. Cubeyir . Ataa b. Rabah ve İkrime .
Medine'deki okul Ubey
b. Kab . Malik b. Enes ve diğer sahabilerden faydalandılar. Bu okulda en önemli
adlar: Abulaliye Rafi b. Mihran .
Irak'takı okul
Abdullah b. Mesud'den faydalandılar. Bu
okulda en önemli adlar: Mesruk ve Katada .
Bu dönem tefsir
yöntemi sahabe dönemi ile aynı olmakla beraber bazı özellikleri ile onlardan
ayrılırlar. Bunlar:
1. Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.
2. Görüşlerin delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.
3. Şiirle istidlal edilmiştir.
4. Bazı konularda Ehli kitaba başvurulmuştur.
5. Ekolleşmeler ve tefsir okulları ortaya çıkmıştır.
6. Bu dönemden sonra Tefsir
müstakil bir ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.
Ondan sonra tefsirler çoğalttı ve mufessirlerin metodları da çoğalttı. Kimi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Sahabiler ve Tabiin'den gelen rivayetlere ilgilendi . Kimi Kur'an'ın belağatıla, Nahvile ilgilendi v.b.
Hadis tarihi
Bu konuda
başlamadan önce bakalım hadis nedir? ve ne anlama gelir? ve ne zaman yazıldı?
Hadîsin lügat ve ıstılah manâsı:
Gerek lügat ve
gerekse ıstılah yönünden hadîs kelimesinin arzettiği manâlar arasında bir hayli
farklılıklar mevcuttur. Lügat yönünden eskinin zıddı yeni manâsına gelen hadîs,
aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber
vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır.
Istılah yönünden
hadîs, umumiyet itibariyle Peygamberimizin sözlerine ıtlak olunmakla beraber,
İslâm uleması arasında yine aynı manâda kullanılan kelimenin medlulünü tarif
bahis konusu olduğu zaman, bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre,
bazı usûl ulemasının tarifinde hadis; Peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerine
ıtlak olunmuştur; bu bakımdan kelime, aynı manâda kullanılan sunnetin
müradifidir. Bazı hadîs uleması ise, hadis lafzını, yalnız Peygamberimizin sözlerine
değil, sahabe ve tâbiûndan nakledilen mevküf ve maktü haberlere de ıtlak
etmişlerdir; buna göre kelimenin ifade ettiği manâ, haber kelimesiyle
kasdolunan manânın müradifidir. Bu manâ içerisinde Peygamberimizin,
peygamberlikten önceki sözleri de mündemiçtir. Bazıları da, hadisi yalnız Peygamberin sözlerine tahsis etmişler,
başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu takdirde hadisle haber
arasında belirli bir farkın mevcudiyeti kolayca anlaşılır. Nitekim
Peygamberimizin hadîsleriyle meşgul olanlara muhaddis denildiği halde,
başkalarından gelen tarih, kısas ve benzeri nakillerle uğraşanlara da ahbâri
denilmiştir.
Diğer bazıları
ise, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu söyliyerek, her bir
hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs demlemeyeceğini beyan
etmişlerdir. Bu görüşe göre, haber daha umumî bir manâ taşımakta ve Hazreti
Peygamberin sözleriyle birlikte sahabe ve tâbi'ûndan yahutta başkalarından
nakledilen sözler de bu manânın şümulüne girmektedir .
Hadîsin tarifiyle
ilgili bu görüşler ne kadar değişik bir mahiyet arzederse etsinler, şurası
muhakkaktır ki, hadis denildiği zaman, daima Peygamberimizden nakledilen bir
söz, yahut bir fiil, yahutta bir takrir akla gelmiştir. Bu bakımdan hadisin,
söz, fiil ve takrirden ibaret olan sünnetin müradifi olması keyfiyeti, bu konuda
kuvvet kazanan başlıca manâ olarak tezahür etmiştir.
Hadîsin yazılma meselesi:
Peşinen şunu
belirtelim ki, hadisler bize, dünya tarihinde bir benzeri daha görülmeyen eşsiz
bir metodla gelmiştir. Hadis Usulü dediğimiz ilme şöyle bir bakıldığında, bu metodun
mükemmelliği bütün açıklığı ile görülür.
Peygamberimizin hadisleri,
onun zamanından itibaren başlıca iki şekilde korunmuştur: Yazarak veya
ezberleyerek. Bir üçüncü şekil daha var ki, hadislerin en güvenli şekilde
geldiğinde hiç şüphe bırakmaz. O da hem yazarak hem de ezberleyerek rivayet
etme usulüdür.
Peygamerimizin
zamanında yazı malzemesi pek azdı. Bugünkü gibi çeşitli kağıtlar yoktu. O
devirde en iyi yazı malzemesi deriydi. Fakat deri kolay bulunan birşey değildi.
Vahiy katibi dediğimiz sahabîler, Kur'an ayetlerini bazan deriye, bazan bir
yaprağa, bazan bir yassı kemik üzerine yazıyorlardı. Bazı sahabîlerin hem
ayetleri hem de hadisleri aynı malzemenin üzerine yazabileceklerini hesap eden
Efendimiz, bu durumda ayetle hadisin birbirine karışabileceğini düşündü ve
hadislerin yazılmasını yasakladı. Zira önemli olan Kur'an-ı Kerim'in
korunmasıydı. Daha önceleri ilahî kitaplar iyi korunmadığı için sonraki
devirlere sağlam bir şekilde gelememişti.
Peygamberimizin
hadislerin yazılmasını yasaklamasının asıl sebebi bu olmalıdır, ve belki de
şöyle bir sebep gelmektedir, o da şudur: İslâmiyetin geldiği sıralarda Araplar
arasında yazı bilenlerin sayısı azdı. Fakat Resûlullah, açtığı okullarda yazı
öğrenimini hızlandırdı. Belki yazıyı yeni öğrenen sahabilerin hadisleri yanlış
yazdıklarını tesbit etti. Kendi sözlerinin yanlış anlaşılmasının doğuracağı
kargaşayı dikkate alarak hadislerin yazılmasını yasakladı. Fakat ashab-ı kiramın içinde hem yazıyı çok iyi bilen hem de son derece
zeki, güvenilir ve dikkatli bazı gençler vardı. Bunlar Peygamberden, hadisleri
yazmak için izin istediler. Resûlullah onları çok iyi tanıdığı, hata
yapmayacaklarını bildiği için, istedikleri izni verdi. Bir süre sadece, özel
izin alanlar hadis yazdı. Yazı yazmayı bilenler, hadis yazma yasağı konmadan
öncede duyduklarını yazmışlardı.
Hadis yazma
yasağının konmasına sebep olan mahzurların bir müddet sonra kalktığını ve
isteyenin hadisleri yazmasına izin verildiğini görüyoruz.
Mesela; Ebû Şah
diye tanınan İran asıllı bir sahabînin, Peygamberimizin bir konuşmasına hayran
kaldığını, bu konuşmayı yazıp kendisine vermesini istirham ettiğini,
Peygamberimizin de, o konuşmayı yazıp Ebû Şah'a vermelerini ashabına
emrettiğini biliyoruz, Buharîde geçiyor, ve büyük muhaddis İbni Hacer el-Askalanî,
bu olayın Mekke Fethinden önce cereyan ettiğini söylemektedir.
En çok hadis yazan genç sahabilerin başında, daha çok oruç tutmak, daha çok namaz kılmak ve Kur'an-ı Kerim'i üç günde bir hatim edebilmek için Peygamber Efendimizle adeta pazarlık eden Abdullah ibni Amr İbni As gelir. Beş binden fazla hadis rivayet ettiğini bildiğimiz Ebû Hureyre hazretleri, Abdullah İbni Amr'ın kendinden daha fazla hadis bildiğini ve bunları rivayet ettiğini haber vermektedir. Onun kendisinden daha fazla hadis bilmesinin sebebini söylerken de, çünkü o yazardı, ben yazmazdım, demektedir. Abdullah'ın es-Sahîfetü's-sadıka diye bilinen kitabında bin tane hadis bulunduğu bilinmektedir. Yukarıda arzettiğim hususlar gibi, bu sahife de, Resûlullah Efendimiz zamanında hadislerin yazıldığım gösteren en sağlam vesikalardan biridir. es-Sahîfetü's-sadıka'daki rivayetlerin tamamı, Ahmed İbni Hanbel'in Müsned'i vasıtasıyla günümüze gelmiştir. Peygamber Efendimizin bu abid ve zahid sahabisi ona şöyle sormuştu: Ya Resülallah! Sizden işittiklerimin hepsini yazayım mı? Resûlullah Efendimiz: "Evet, yaz!" buyurmuştu. Abdullah bir hususu daha öğrenmek istiyordu: Sükunet halinde olduğu gibi, öfkelendiğiniz zaman da yazabilir miyim? diye sordu. Aldığı cevap şöyleydi: "Yaz! Ben hiç bir zaman hakikat dışında birşey söylemem" .
Hadîsin tarihi:
Hadis tarihi son dönemlerde ortaya çıkmış çağdaş bir bilim dalıdır. Klasik hadis kitaplarında hadis tarihine dair bilgiler bulunmakla birlikte son yüzyıla kadar Hadis Tarihine dair müstakil eser yazılmamıştır. Türkçe yazılan ilk Hadis Tarihi kitabı, İstanbul’da 1924 de yayınlanmıştır. Hadis Tarihi isimli bu ilk kitap, o günlerde adı Dârülfünun olan İstanbul Üniversitesi’nin İlahiyat Şubesi hocalarından, İzmirli İsmail Hakkı tarafından ders kitabı olarak okutmak üzere yazılmış ve Talebe Dereği tarafından yayınlanmıştır. Fakat bu kitabın içeriği ismine tam olarak uymaz. Hadis tarihi dışında hadisle ilgili pek çok konuya da yer verir. Tamamen hadis tarihine özgü olarak yazılmış ilk müstakil Türkçe eser Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmışolduğu ve ilk baskısı 1977 de, adıgeçen Fakültenin yayınları arasında neşredilen Hadis Tarihi isimli kitaptır. Bu kitapta Peygamber döneminden klasik hadis kitaplarının yazıldığı hicrî üçüncü yüzyılın sonuna kadar hadis tarihi incelenir. Daha sonraki yıllarda Hadis Tarihi ve Hadis İlimlerini aynı eserde toplayan birkaç kitap ile bir müstakil kitap daha yazılmıştır. Diğer İslam ülkelerinde de hadis tarihine dair kitaplar bin dokuz yüzlerin sonlarında yazılmaya başlanmıştır. İslam tarihinde hadis tarihine dair müstakil kitaplar yazılmazken son dönemlerde bir yandan akademik araştırmaların artması, diğer yandan da makaleler ve müstakil kitaplar yazılmaya başlanmasında değişik etkenler etkili olmuştur.
Fıkıh Tarihi
Fıkhın Anlamı:
Fıkıh kelimesi
sözlükte çeşitli bablara göre; “mutlak olarak anlamak, konuşan kimsenin
dediğini anlamak, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine
kavramak anlamına gelmektedir” yanısıra “fakihin bir karakteri”ni ifade
edebilmek için de kullanılmıştır.
İlk dönemlerde
fıkıh terimi, Kitâb ve Sünnet’in nasslarının delalet ettiği itikat, ahlâk ve
amellerle ilgili hükümleri içermektedir. Hatta ilk dönemde geniş anlamdaki bu
“fıkıh” terimi, “zühd”ü de kapsamaktaydı. Nitekim Hasan-ı Basri fakihi şöyle
tanımlar. “Gerçek fakih dünyaya değer vermeyip ahiretle meşgul olan , derin bir
dini bilgiye sahip olan, ibadetleri düzenli olan, takva sahibi, müslümanların
namuslarında gözü olmayan ve ümmetin selametini isteyen kimsedir.”
Fıkıh ıstilahi
manada ise, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir, başka
bir ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek
tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir. Konusu, helal,
haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve
bunların dayandığı delillerdir.
Fıkhın İlminin
Doğuşu ve gelişmesi:
Fıkıh, Kur’ân’da
yer alan itikadî, ahlakî ve amelî hükümlerden, Peygamberimizin verdiği fetvâ ve
hükümlerden, sahabenin Kur’ân, Sünnet, İcmâ’ ve Re’y’den çıkardıkları hükümler
ve karşılaştıkları olaylarla ilgili verdikleri fetvâlardan doğmuştur.
Sonraları İslâm
devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı
olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla da yüz yüze gelmişlerdir.
Bunun tabiî bir sonucu olarak, müctehidler karşılaştıkları problemleri
çözebilmek için ictihâda baş vurmuşlar, Kur’ân ve Sünnet’in nassları ışığında
yeni hükümler elde etmişlerdir. Böylece, fıkhî hükümlerin alanı daha da
genişlemiştir.
Fıkıh İlminin
Gelişmesine laf gelirken; Fıkıh’ı altı kısma ayırmak mümkündür:
Hz. Peygamber
Dönemi (Fıkhın Doğuşu(.
Sahabe dönemi.
Tabiun Dönemi.
Tebeü’t-Tâbiîn
Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi(.
Taklid ve
Duraklama dönemi.
Kanunlaştırma Dönemi.
1. Peygamberimizin
Dönemi (Fıkhın Doğuşu(:
Fıkıh, Rasûlullâh
zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve
Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd
yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2. Sahabe dönemi:
Bu devreye Hulefa-i
Raşidin devri de denir.Peygamberimizin vefatı ile başlar hicri 40 senesine
kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş,
farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce
karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
3. Tabiun Dönemi:
Bu devir, hicri 40
yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam ülkesinin
sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde
kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Bu devirde hem
yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan
Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a
girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi
çıkmıştır.
Hadis uydurma
faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için
kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep
olmuştur.
Bu iki problemin
ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye
farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip
sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde
tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık
tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da
yeteri kadar işlenmemiştir.
4. Tebeü’t-Tâbiîn
Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi(:
Bu devir hicri 132
yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir
“Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife,
İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b.
Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
5. Taklid ve
Duraklama dönemi:
Bu devir hicri
dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri
1286 yılına kadar devam eder, daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar
ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek
dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem
alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine
bağlandı.
6. Kanunlaştırma Dönemi:
Mecellenin tedvini
ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak
şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam
ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi
günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya
başlamıştır.
c- Bazı İslam
ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku
ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
kaynakça
1. Hadis Tarihi ile Alakalı Çalışmalar-Prof. Dr. Selahattin POLAT.
2. Hadis Tarihi - Talat KOÇYİĞİT.
3. Mebahis fi Ulumi'l-Kur'an - Menna el-Kattan.
4. Tarih-ul fıkıh el-islami – Ömer el Aşker.
5. Sünnt tedvin etmeden önce-Muhammed el hatib.
I. TEFSÎR TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ
Kur'ân-ı Kerîm, ümmî olan Hz. Peygamber'e Arap dili ve üslûbu ile nazil olmuştur. Kur'ân'ın nazil olduğu devirdeki Araplar, ileri bir kültür seviyesinde değillerdi. Yazmayı bilen çok az sayıda insan vardı fakat sözlü sanatlar ve şiir ileri durumda idi. Bilhassa konuşmalarında ve şiirlerinde hakikat ve mecaz, tasrih ve kinaye gibi edebî sanatlar kullanılmakta idi. İlk muhatapları, Kurân’ı kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları Hz. Peygamber (s.a.s)'e sormuşlardı. Kur'ân, kendisi üzerinde düşünmeyi istemiş, kapalı olan bir âyet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğle mükellef kılmıştır. Kısacası, Kur'ân kendisinin anlaşılmasını, açıklanmasını, tefsîr edilmesini, uygulanmasını istemiştir. Bu bakımdan İslâm'da tefsîr hareketi, bizzat İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur. Onun için Hz. Peygamber devrinde tefsîrin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed (s.a.s)’in kendisi olmuştur.
Hz. Peygamber'den sonra tefsîr sahasında en büyük rolü Sahâbe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzule vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk olmuştur. İslâm'a davette, Hz. Peygamber'in ilk muhatapları olmalarından dolayı O'ndan her zaman, imanlarını kuvvetlendirecek feyzi almışlar, gerek Kur’ân'ın, gerekse Hz. Peygamber'in emirlerine derhal itaat ederek Hz. Peygamber'den Kur’ân'ın manasını ve tatbikatını öğrenmişlerdi. Ayrıca öğrendikleri sûreyi ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuş, iyice bellemeden başka sûreye geçmemişlerdir. Sahâbe, Kur’ân âyetlerini tefsîr ederken Kur’ân'a ve Hz. Peygamber'den işittikleri ve gördükleri bir şey olup olmadığına bakmışlardır. Bunlar olmadığı vakit âyetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvurmuşlar, fakat çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzullerini anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır.
Gerek Hz. Peygamber, gerekse dört Halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmıştı. Dolayısıyla fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek, oraları yönetmek amacıyla Sahâbe dağılmış ve oralarda ilmî hareketlere başlamışlardı. Hocaları Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan mektepler (medreseler) oluşmuş ve Sahâbe öğrencilerine Kur’ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamber'den öğrendikleri tefsîri öğretiyorlardı.
Sahâbe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadîs ilminin bir kolu olarak süregelmiştir. Fakat sonraki asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlayınca hicrî ikinci asırdan itibaren hadîs ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ve Sahâbe dönemi “tefsîrin birinci merhalesi”; hadîsin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiîler dönemi “tefsîrin ikinci merhalesi” Etbau't-Tâbiîn dönemi ise müstakil bir ilim hüviyeti kazanması hasebiyle “tefsîrin üçüncü merhalesi” olarak değerlendirilmiştir.
Bazı usul ulemalarının “Hz. Peygamber’in söz fiil ve takrirleri” olarak tarif edilmiş olan hadîsler, Hz. Peygamber’den işitilir işitilmez Sahâbe tarafından ezberlenip muhafaza edilmiş, fakat Sahâbe’nin yazı bilgisinin çok az olmasından dolayı bir kitap halinde toplanıp yazılmamıştır. Bununla beraber, Peygamber efendimiz zamanında hadîs yazmaya teşebbüs eden bazı sahabiler de olmuştur. Kaynaklara göre Hz. Muhammed hayattayken başlayan hadîs kitâbeti, kitâbetin yasaklanma ve ruhsata bağlanma dönemi olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Kitâbetin yasaklanmasına ilişkin en meşhur hadîs, Ebu Said el-Hudrî tarafından şöyle rivâyet edilmiştir: “Benden (bir şey) yazmayınız. Kim benden Kur’ân’dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden rivâyet ediniz, bir beis yoktur. Kim benim üzerime kasten yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın” Hz. Peygamber’in hadîslerin yazılmasını hoş karşılamadığına dair bir başka rivâyet de Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. Kitâbetin yasaklanma sebepleri ise İbn Kuteybe’nin de dediği gibi Arap yazısının tam manasıyla gelişmiş olmaması ve en mühimi Hadîs sahifeleriyle Kur’ân sahifelerinin karıştırılma tehlikesi.
Bir zaman sonra Hz. Peygamber yasağı kaldırmıştır. Fakat yasağı kaldırma sebepleri ile alakalı farklı sebepler zikredilmiştir. Söz konusu bu sebeplerden yalnızca iki tanesi şu şekildedir: Buhâri tarafından nakledilen bir habere göre, Mekke fethi sırasında öldürülen bir Huzalıya karşılık Huzalıların birini öldürmesiyle, Peygamber efendimiz bir hutbe irad etmiş ve Ebu Şah adında bir Yemenli de bu hutbenin kendisi için yazılmasını Rasûlullah’tan talep etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Ebu Şah için hutbeyi yazınız buyurmuştur”. Ebu Hureyre’den gelen diğer bir rivayete göre ise bir şahıs Hz. Peygamber’e hafızasından şikâyet etmiş ve Peygamber efendimiz de ona “elinden yardım iste” yani “yaz” demiştir. Yasağın kalması ile beraber hadîslerle alakalı ilk yazılı nüshalar ortaya çıkmıştır.
Tedvîn, muhtelif Sahâbilerin yazmış oldukları eserleri bir araya getirmeleri veya Sahâbilerin rivayet emiş oldukları hadîsleri bira araya getirmeleri yani toplamaları manasına gelmektedir. Hadîs tedvîninin başlangıcı, tam olarak belirlenemese de yaklaşık birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarına tekabül etmektedir. İbn Şihâb ez-Zuhri (50-124) ise “hadîsleri ilk tedvîn eden kimse” olarak kabul edilmektedir. Kendisinin hadîsleri toplama ve yazma hususunda büyük gayretler sarfettiğini gösteren çeşitli haberler bulunmaktadır. Nitekim Salih İbn Keysan onun hakkında şöyle demektedir: “Ben ve ez-Zuhrî, talebu’l-ilm için bir araya geldik ve süneni yazalım dedik. Hz. Peygamber’den gelenleri yazdık. Sonra ez-Zuhrî, Sahâbeden gelenleri de yazalım, onlar da sünnettir dedi. Ben, değildir dedim. O yazdı, ben yazmadım, o muvaffak oldu, ben kaybettim.” Ez-Zuhrî’nin tedvîn faaliyetine, Emevi halifesi Ömer İbn Abdi’l-Aziz (99-101) resmî bir hüviyet kazandırmış bulunmaktadır. İslam ülkesinin genişlemesi ile muhtelif şehirlerde farklı itikadî mezheplerin ortaya çıktığı, Müslümanların fırkalara ayrıldığı ve hadîste vaz (uydurma) hareketinin başladığı görülmektedir. Bu sebeple hadîsçiler cerh ve ta’dil faaliyetini başlatarak, eşi rastlanmaz bir tehlike olan hadîs uydurmacılığını önlemek adına, râvileri sıkı bir tenkit süzgecinden geçirmeye, güvenilir olanları olmayanlardan ayırmaya ve her birinin rivayet ettiği hadîsleri sıhhat-zafiyet yönünden derecelendirmeye yönelmektedir.
Tasnîf, hadîsleri konularına göre sınıflandırmak demektir. Hadîs tarihinde tasnîf tedvîn döneminden sonra gelmektedir. Birinci hicri asrın sonu ile ikinci hicri asrın başına tekabül eden hadîslerin tasnîf dönemi, kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamıştır. Hadîsler gelişi güzel sıralanmak yerine konularına göre tertip edilmiştir. Kimisi konularına göre, kimisi de Sahâbî râvilerinin ismine göre tasnîf edilmiştir. Konularına göre tasnîf edilen eserlere “Musannaf”, râvi ismlerine göre tasnîf edilen eserlere ise “Müsned” adı verilmiştir. Daha sonra siyer-meğazi kitapları, sünen kitapları, câmi’ler, musannaflar, belirli bir konuya göre tasnîf edilmiş kitaplar yazılmıştır.
İslâm Hukuk tarihine göre fıkhın geçirdiği evreleri şu şekilde ayırmamız mümkündür:
- Hz. Peygamber devri: Fıkhın doğuşu,
- Sahâbe devri ( Hulefâ-î Râşidin ve Emevîler devri): Fıkhın gelişme çağı,
- Abbâsîler devri: Fıkhın olgunluk çağı,
- Selçuklular devri: Fıkhın duraklama çağı,
- Moğol istilâsından mecelle’ye kadar: Fıkhın gerileme çağı,
- Mecelle’den zamanımıza kadar: Uyanış çağı.
Hz. Peygamber’in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayalı teşr’i faaliyet bu devirde tamamlanmış ve sonraki devirlere temel teşkil etmiş bulunmaktadır. Bu dönem, Mekke ve Medîne devri olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mekke döneminde fıkıh hükümleri hem az, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmekte ve daha çok inanç, ahlâk gibi konuları içermektedir. Allah-u Teâla’nın Yesrib’e doğru göçe izin vermesinin ardından başlayan Medîne dönemi, İslam devletinin kurulduğu ve fıkhî hüküm bildiren âyetlerin daha çok Medîne’de nazil olmasından dolayı İslâm fıkhının şekillendiği dönem olarak bilinmektedir. Bu devir fıkhının özellikleri, tedric, kolaylık ve nesih’den oluşmaktadır. Fıkıh usûlunun kaynakları Kurân-ı Kerîm, Sünnet, İcmâ, Kıyas, İstidlâl ve Hz Peygamber ile Ashâbının İctihadından oluşmaktadır.
Az öncede belirttiğimiz gibi Mekke’de fürû daha çok itikadî ve ibadet konularını ele almaktadır. Namaz, beş vakit namaz, gusül abdesti-necasetten tahâret ve Cuma namazı gibi. Medîne döneminde ise birinci yıl hutbe, ezân, nikâh, cihad belediye nizamı; ikinci yıl oruç, bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekât, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler ile taksimi; üçüncü yıl miras hükümleri, boşanma; dördüncü yıl seferi olma, recm cezası, teyemmümle ilgili hükümler, iftira cezası, örtünme ile evlere izin alarak girme hükümleri, hac umre; beşinci yıl yağmur duası-namazı, îlâ; altıncı yıl anlaşma kaideleri, alkol ile kumarın yasaklanması, zıhâr, vakıf; yedinci yıl bazı yiyeceklerin yasaklanması, zirâî ortaklık; sekizinci yıl kısâs, alkollü içki satışı ile mut’a nikâhının yasaklanması, kabir ziyaretine izin verilmesi; dokuzuncu yıl çıplak tavafın yasaklanması, mulâ’ane; onuncu yıl insan haklarının ilânı, vasiyet-neseb-borç-nafaka hükümler ve faizin yasaklanması gibi konular işlenmektedir.
Peygamber efendimizin vefatından sonra Hulefâ-i Râşidin döneminde Sahâbe, ferdî, siyasî, ictimaî herhangi bir meseleyi halletmek için ilk önce Kur’ân-ı Kerîm’e, daha sonra sünnete ve akabinde bu iki kaynakta açık olarak bir hükme ulaşılmadığı takdirde re’y icithadına başvurmaları gerektiğini bilmekteydi. Rasûlullah’ın vefatından önce varılan hüküm ilk fırsatta Rasûlullah’ arzedildiği için sünnet mahiyetini kazanmaktaydı. Vefatından sonra ise ictihad ile varılan hükümlerde ittifak edildiği kadar, hatta daha çok ihtilaf da ediliyordu. Sahâbenin ihtilaf etmesine sebep olan başlıca konular ise şunlardır:
- Fetihler ve çeşitli vazifeler sebebiyle Medîne’den uzakta bulunan Sahâbeninkendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri,
- Hadîsi sağlam bir kaynaktan elde etmemiş olmak,
- Farklı anlamaları,
- Yanılma veya unutulmaları,
- Birbirlerine aykırı görünen nas ve hükümleri çeşitli şekillerde telif etmeleri,
Yapılan araştırmalara göre İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıh sahasında da tedvînin, yani fıkhın yazıya geçirilmesinin Sahâbe devrine, hatta kısmen Rasûlullah devrine kadar uzandığı ortaya çıkmıştır. Risâlelerin telîfi Sahâbe devrinin sonlarına doğru Emevîler devrinde gelişmiştir. Fıkhın olgunluk çağı olarak nitelendirilen Abbâsîler döneminde fetva ve kazâda müctehidler kendi ictihadlarına dayanmıştır. Bu devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş veya mevcut terimlerin mefhumları tespit edilmiştir. Farz, vâcip, sünnet, mendûb, müstehap, haram, mekruh, şart, illet, rükün gibi birçok terim kullanılmaya başlamıştır. Ayrıca bu devirde birçok sayıda fıkıh bilgini mezhep imamlarının yetişmiştir. Selçuklular devrine gelince, siyasî bir takım sebeplerden dolayı fıkhın duraklama çağı olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde ilmî münakaşa ve münazaralar yaygın hale gelmiştir. Hatta bazı mezhep sâlikleri başka mezhebe mensup bir imama uyarak namaz kılmanın sahih olamayacağına ve aynı şekilde farklı mezheplere mensup bir kadın ile erkeğin nikâhının sıhhatinde şüphe bulunduğuna hükmetmişlerdir. Abbâsî ve Selçuklu hâkimiyetini yıkan Moğollar, bir müddet Cengiz yasasına göre idareyi sürdürmüşler ve şahsî-dinî işlerinde halkı serbest bırakmışlardır. Mecelle’ye kadar süren bu dönemde, fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren kitaplar, Müctehid imamlarının (Şâfiî, Mâlik..) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû Yûsuf..) kitapları okunmamış, hizmetler zayıflamış ve kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.
Felsefî olarak bütünlük teriminin “Bir nesnenin tüm temel özelliklerini, yanlarını ve ilişkilerini kucaklayan, bu nesnenin hususî (özgü), benzersiz karakterini belirleyen, ona organize bir yapı kazandıran ve bu unsurların bir araya gelmesiyle varlık kazanan şey (tastamamlık, nesnenin kendi iç kesinliği)” olduğunu bilmekteyiz. Tefsîr, hadîs ve İslâm hukuku tarihine kısaca değindikten sonra görüyoruz ki hepsi birbiriyle bağlantılı olan ilim dallarıdır. Bir bilgi bütünlüğü oluşturan bu ilim dalları arasındaki bağı kısaca açıklamaya çalışağız.
I. TEFSİR – HADİS / SÜNNET İLİŞKİSİ
Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsîrinden sonra, beşer olarak Kur'ân tefsîrinde en salih olan kişi şüphesiz Hz. Peygamber'dir. O halde Kur'ân'ın en mühim tefsîr kaynağı peygamberin sünneti olacaktır. Nitekim Sahâbe bir âyeti anlamadığı vakit Rasûlullah efendimiz âyeti açıklamıştır. Ayrıca vahiy kaynaklı olan Kur’ân’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’in Kur’ân dışında da vahiy aldığı bilinmektedir. Sünnet, Kur'ân'ı iki şekilde beyân eder. Birincisi, kitaptaki mücmeli beyân eder. Meselâ, namaz vakitleri, zekât miktarı, hacc menasikinin beyânı gibi hususlar bu kapsama girer. İkincisi ise, Kitapta bulunmayan bir hüküm üzerine ziyadeliktir. Zira Kur'ân, Hz. Peygamber'e itaatin, ancak Allah'a itaat olduğunu ve onun heva ve hevesine göre konuşmayacağını ve “Peygamber size ne getirdi ise onu alınız, sizi neden nehyetti ise, ondan çekininiz” buyurmaktadır. Üstelik esbab-ı nüzul’un, âyetlerin tefsîr edilmesi hususunda büyük önem taşıdığı âlimler tarafından teyid ve te’kid edilmiştir. Çünkü genellikle âyetler bir olay üzerine veya sorulan bir soru üzerine nazil olmuştur. Yani nüzûl sebepleri vardır. Âyette verilmek istenen mesajın anlaşılması için bu nüzul sebeplerinin bilinmesi gerekir. Bunlar ise Peygamber ve Sâhabe kavli ile bize ulaşmaktadır. Dolayısıyla âyeti tefsîr için hadîse ihtiyaç vardır ve bu kaçınılmazdır. Her ne kadar günümüzde hadîsleri reddetmeye yönelik eğilimler çoğalsa da şu bir gerçek ki hadîsler gibi Kur’ân da bize Sahâbe’nin sayesinde ulaşmıştır. Elbette Kur’ân Allah tarafından korunmuştur fakat Sahâbe’den gelen rivâyetleri reddetmek insanı Kur’ân’ın bir kısım âyetlerinde şüphe duymaya itmektedir. Dolayısıyla asıl olan hadîslere karşı temkinli davranıp araştırmaktır.
Sonuç olarak tefsîr ile sünnetin iç içe olduğunu, yani tefsîrin içinde hadîs olduğu gibi hadîsin içinde de tefsîrin bulunduğunu söyleyebiliriz.
II. HADİS / SÜNNET - FIKIH İLİŞKİSİ
Kur'ân’daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izah ve açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri sünnet İslâm şeriatının ikinci kaynağı olmuştur. Sahâbe daha ilk günlerden itibaren Hz. Peygamberin sözlerini dikkatle tâkib ederek onları hafızalarında tutmaya ve toplamaya önem vermişlerdir. Vefatından sonra da ders halkaları kurarak Kur'ân'ı ve onun sünnetini öğrenme ve öğretmekle meşgul olmuşlardır. Sünnet olmadan Kur’an’ı doğru anlayıp, ahkâmını hayatımızda tatbik etmemiz mümkün değildir. Kur'ân, ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât", "zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve mefhumlar kazandırılmıştır. Bunların nasıl uygulanılacağı hususunda Kur’ân’da bilgi olmadığından Rasûlullah efendimizin sünnetine ihtiyaç vardır. Nitekim Hz. Peygamber de namaz ile haccın kendisinin yaptığı gibi yapılmasını buyuruyor. Ayrıca Recm gibi Kur’ân’da geçmeyip Peygamber efendimiz tarafından uygulandığı, yani sünnetinde var olduğu için İslâm hukukunda yer olan hükümler de mevcuttur. Sonuç olarak sünnet fıkhın tamamını kapsama da bir kısmını içerdiğini, fıkıhın ise öncelikle Kur’ân’ı daha sonra sünneti kaynak edindiğini bilmekteyiz Yani sünnetin içinde fıkıh, fıkhın içinde de hadîsin olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’ân’da fıkhî konular içeren âyetlerin bulunması, onları açıklarken yani tefsir ederken İslâm hukuk tarihi bilgisine ihtiyaç vardır. Kur'an da bulunan ahkâmla ilgili ayetler, bütün İslam hukukunu, şeriatını beyan etmekte yeterli değildir. Eğer ahkâm ilgili meseleleri bu ayetlerle anlasak bile büyük bir kısmını açıklayacak, tefsîr edecek bir ilime ihtiyaç vardır. Ayrıca ahkâm ayetlerini, herkes öyle kolay bir şekilde anlayamaz.
SONUÇ
Sonuç olarak, Kur’ân-ı Kerim’i daha iyi anlayıp yaşayabilmek için Kur’ân’ın anlaşılmasında önem arz eden tüm ilim dalları hakkında bilgi sahibi olmak ve onların bir bütün olduğunu görmek gerekmektedir. Bunun için ise Kur’ân’ın indiği ortam, nüzul sebepleri, tefsîr, İslâm tarihi, hadîs, fıkıh, Arapça, edebiyat gibi ilimler hakkında bilgi sahibi olmak gerekmektedir. Ashâb döneminde başlayıp daha sonraki devirlerde genişleyen ve bunları açıklayabilmek için İslâm tarihi, hadîs ve fıkıh bilgisine ihtiyaç duyulan tefsîr hareketlerinin ortaya çıkış nedenleri şunlardır:
- Kur'ânın bizzat kendisinin tefsîr edilmesini istemesi;
- Kur'ân, ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât", "zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve mefhumlar kazandırılması;
- Kur'ân'da manaları kolayca anlaşılabilecek nitelikte âyetler olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç gösteren müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetlerin açıklanması;
- Kur'ân’ın, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler koymasından dolayı bu hükümlerin ortaya çıkarılması;
- Kur'ân'da mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatların iyi bilenler tarafından izah edilmesi
- Kur'ân'da ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetlerin açıklanması.
Tefsîr, hadîs ve fıkıh tarihini ele aldığımız bu çalışmamızda görüyoruz ki bu üç ilim dalıda birbiriyle bağlı, iç içe bir bilgi bütünlüğü oluşturmaktadır ve Kur’ân’ın daha iyi anlaşılması için bu bilgi bütünlüğünü anlamak gerekmektedir.
Vahit DEMİRAL Öğrenci No:16922716
2016-2017 Eğitim-Öğretim Yılı Güz Dönemi Tefsir Doktora Öğrencisi
Esbab-ı Nüzul I Dersi Ödevi
Ders Danışmanı: Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
KARŞILAŞTIRMALI TEMEL İSLAM BİLİMLERİ TARİHİ
Hiçbir ilim, tek başına belli bir yol alamaz. Bir ilim dalının yol kat etmesi için diğer ilim dallarıyla ilişki içinde olması zaruridir. Kendi alanımızdan örnek verecek olursak tefsirin tek başına bir ilim dalı olarak düşünülemeyeceği ortadadır. Nitekim Kur’ân kelimelerinin anlamını ortaya koymayı gaye edinen tefsir, başta Arap diline muhtaçtır. Bununla beraber en büyük müfessir olan Hz. Peygamber’in sünneti yani hadis ilmi bilinmeden, ahkâm ayetlerinden nasıl hüküm istinbat edileceği anlaşılmadan yani fıkıh ilmine vakıf olunmadan ve genel olarak Kur’ân ilimlerinden bihaber bir şekilde yapılacak tefsirin eksik bazen de hatalı olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla Allah’ın kelamını anlamak ve onun üzerinde yorum yapmak isteyen kimsenin (müfessir) bilginin bütünlüğü prensibini gözeterek hareket etmesi, Kur’ân’la ilişki içinde olan diğer ilim dallarına da vakıf olması gerekir.
Kur’ân’dan neşet eden ilimler tarihine bakıldığı zaman bu ilimlerin ne kadar iç içe olduğu hatta bazılarının varlığının diğerlerinin varlığına bağlı olduğu görülür. Yine kendi alanımızdan örnek verecek olursak tefsirin ilk başta hadis ilmi içerisinde yeşerdiği daha sonraları başlı başına bir ilim dalı olarak ortaya çıktığı görülür. Aşağıda vereceğimiz karşılaştırmalı Temel İslam Bilimleri tarihine bakıldığında bilgi bütünlüğünün önemi daha iyi anlaşılacak ve bu ilim dallarının birbirleriyle olan ilişkisi daha iyi görülecektir.
Hz. Peygamber Devrinde Temel İslam Bilimleri
Bu dönemde bilginin bütünlüğü söz konusuydu. Ahdi risalet zamanında Yüce Allah, vahye mazhar olan Peygamberinden Kur’ân’ı bizzat açıklamasını istemiştir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen seçkin zât Hz. Peygamber'dir. OO, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. O, Kur'ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih ederek ve edebî incelikleri muhtevi âyetlerin maksadını bildirerek Kur’ân’ı açıklamıştır.
Bu dönemde Kur’ân zihinlerde ve kişiye özel kitaplarda ya da deri parçası vb. şeylerde yazılmakta idi. Hadis de sistemli olarak yazılmamıştır. Rasûlullâh’ın yazma ve yazmama ile ilgili hadisleri farklı yorumlanmıştır. Anlaşılan o ki yasak, Kur’ân meşguliyetinden alıkoymaması içindir. Hadisler sahabe döneminde hatırlatıcı notlar şeklinde yazılmıştır.
Hz. Peygamber devri vahiy dönemi olduğu için hükümler ona hem lafız ve mana (Kur’ân) yoluyla hem de sadece mana (hadis) yoluyla inmiştir. Yani şer’î hükümlerin kaynağı sadece vahiydir. Bu asırda ictihad vardır lakin bu ictihad vahiyden müstakil/bağımsız değildir. Bu asırda hiçbir ilim dalında ihtilaf yoktur. Zira asıl kaynak Kur’ân ve Sünnettir ve Rasûlullâh hayattadır.
Sahâbe Devrinde Temel İslam Bilimleri
Hz. Peygamber'den sonra ilimler sahasında en büyük rolü sahabe almıştır. Çünkü sahabe, sarsılmaz îmânları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzule vakıf olmaları sebebiyle Kur'ân'ı en iyi anlayan topluluk kabul edilmiştir. Yalnız hepsinin Kur'ân'ı anlamada eşit seviyede olmadıkları da gözlenmiştir. Sahabenin bilgi ve kültür yapısıyla Arap dil ve edebiyatına vâkıf olma hususundaki anlayış dereceleri, ayrıca Hz. Peygamber'in yanında devamlı bulunma veya bulunamama durumları böyle bir anlayış farklılığını zorunlu kılmıştır. Bunun için de en bilgili ve en kültürlü olanlar ilimle meşgul olabilmişlerdir.
Sahabe, Kur'ân âyetlerini tefsir ederken Kur'ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamberden işittikleri ve gördükleri bir şey olup olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nas mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlardı. Bunların dışındaki tefsirine ihtiyaç duydukları ayetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Bu arada diğer ilahî kitaplara ve Ehl-i Kitab'a da müracaat etmişlerdir. Ancak İsrâiliyât denilen bu bilgileri almada Kur'ân ve Hadis’i birer tashih kaynağı görerek, onlara muhalif olan bilgileri bir tarafa bırakmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur'ân'ın bütünü, bugünkü manada tefsir olunmamıştır. Onlar, vahiy ve nüzul döneminde yaşadıkları için, Kur'ân'dan sadece kendilerine muğlâk olanları tefsir etme ihtiyacı duymuşlardır.
Sahabiler hata etmekten korktukları için az sayıda hadis rivâyet etmişler, hadisi alma-vermede (tesebbüt) dikkatli, ihtiyatlı davranmışlardır. Bu bağlamda hadis rivayeti için Hz. Ebu Bekr şahit, Hz. Ömer delil istemiş, Hz. Ali ise yemin istemiştir. Bununla beraber hadisleri dinin kaidelerine ve Kur’ân’a arz ederek eleştirel yaklaşmışlardır.
Hulefa-i Raşidin zamanında fıkhın kaynakları ( مصادر الفقه ) dört taneydi: Kitab, sünnet, icma ve şûra. Bu dönemde fıkhi hükümlerin illetleri tespiti için çalışılmış ve nassın zahirine görünüşte muhalif hükümler verilmiştir (o olayda nassın verdiği hükmün illeti olmadığı için). Hz. Ömer’in müellefey-i kulûba zekât vermemesi, kıtlık yılında hırsızın elini kesmemesi, üç talak meselesi vb. meseleler. Asılda Hz. Ömer nassın hükmünü uygulamamış değil bilakis nass hükmünü verirken dikkate aldığı illet vuku bulmadı için farklı bir hüküm vermiştir.
Müsteşriklerin ısrarlı inkârlarına rağmen, yapılan araştırmalar, özellikle Prof. Dr. Fuad Sezgin’in araştırmaları Temel İslam Bilimleri alanındaki tedvin faaliyetlerinin sahabe döneminde ortaya çıkmaya başladığını göstermektedir. Hadis ilmi tedvin açısından diğer ilim dallarından önce olmakla birlikte tasnif açısından fıkıh öndedir.
Tâbiûn Devrinde Temel İslam Bilimleri
İslâm dininin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzide bilginleri, tedris halkalarını kuruyor ve etrafına toplanmış olan tâbiûndan öğrencilerine Kur'ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamberden öğrendiklerini öğretiyorlardı. Bu tedris neticesinde genel olarak "Mevâli" adıyla anılan ve Arap olmayan kişiler sahabeden ilim almışlar ve tefsir başta olmak üzere Kur’ân ilimleri alanında temayüz etmişlerdir. Tabiîler içinde tefsir ve fıkıhta öne çıkan Nâfi', İkrime, Atâ, Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi şahıslar, tefsirde meşhur sahâbilerin mevâlisi olarak anılmaktadırlar. İşte bu ve benzeri kimseler, eski din ve kültürlerinin de belli ölçüde tesiri altında kalarak, İslamiyet’i Araplardan farklı bir biçimde anlamışlar, bu anlayış farklılıkları da Temel İslam Bilimleri’nin doğmasına ve başlı başına birer ilim dalı haline gelmesine neden olmuştur.
Sahabe Tefsiri, kendilerine manası kapalı gelen ayetlerle sınırlı kalmışken, tabiîler döneminde Kur'ân'ın bütünü tefsir edilmeye başlanmıştır. Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken, istinbat ve istidlal yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle, âyetlerde geçen bazı kelime ve tabirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir. Tabiîler arasındaki anlayış farklılığının çokluğuna bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu ihtilaflar neticesinde mezhebî ihtilafların tohumları da bu dönemde atılmış olmaktadır.
Hz. Osman ve Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra, etrafına insan kazanmak için Hz. Peygamberin demediğini diyenler ve bidatçiler türedi. Sahabe, hadisi korumak için şu tedbirleri aldı:
Bu dönemdeki fıkhi ihtilafların sebepleri:
Bu dönemde bütün dini ilimlerle ilgili eserler meydana getirilmiştir. İbn Cüreyc Mekke’de, İmam Malik Medine’de, İmam Evzai Şam’da, Hammad b. Seleme Basra’da, Ma’mer Yemen’de, Süfyan Sevri Kûfe’de tedvin ve tasnif faaliyetinde bulundular. Yine İbn İshak megaziyi, Ebu Hanife fıkhı bu dönemde tedvin etti. Böylece ilimler tedvin edildi ve bu ilimlerle ilgili eserler çoğaldı. Arapça, usûl ve tarihle ilgili kitaplar telif edildi.
Hilafet meselesi Hz. Osman ve Hz. Hüseyin’in şehîd edilmesi, Cemel vakası ve Sıffin savaşı gibi olaylar iman-amel ilişkisinin ve irade hürriyetinin sınırlarının tartışılmasına, bunlar da akaid/kelam ilminin ve birçok mezhebin doğmasına neden olmuştur. Bunlara fetihler sebebiyle farklı inanç ve kültürdeki kimselerle olan ilişkiler ve felsefenin yayılmaya başlaması gibi dış tesirler de eklenince akaid konusunda farklı görüş ve ekollerin doğması kolaylaşmış, akaid ve mezheplerle ilgili müstakil telifler günyüzüne çıkmıştır. Yine bu dönemdezühd eğiliminin artmasıyla tasavvufi hareketlenmeler olmuş, bununla ilgili eserler telif edilmiş ve tasavvuf da başlı başına bir ilim haline dönüşmüştür.
Sonuç
Müslümanlar her devirde Kur’ân-ı Kerim’e dünya ve ahiret saadetlerini sağlayan bir esas, bir anayasa gözüyle bakmışlar, nuzülünün başlangıcından itibaren muhtevasını iyi anlamak için çeşitli yönlerden onu araştırmışlardır. Başlangıçtan beri Arap Dili, Kelam, Hadis, Tefsir ve İslam Hukuku ile ilgili özgün eserler meydana getirilmiş, Temel İslam Bilimleri böylece ortaya çıkmıştır.
Önceki dönemlerde telif edilen eserlere bakıldığında müelliflerin bilginin bütünlüğü prensibine bağlı bir şekilde bu işi yaptıkları görülür. Ancak modern çağla birlikte ihtisaslaşmanın baş göstermesi ve eğitimin buna göre yapılması, bu prensibe olan bağlılığın azalmasına hatta son zamanlarda kaybolmasına neden olmuştur. Aynı damardan beslenen Temel İslam Bilimleri’ni keskin çizgilerle ayırarak ve bu alandaki diğer bilim dallarından bihaber olarak ortaya konan çalışmalar ne yazık ki yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla bu alanda çalışma yapacak olanların bilginin bütünlüğü prensibine sadık kalması ve eserlerine bu sadakati yansıtması beklenen ve özlenen bir tablodur.
Kaynakça
Abdulvahhab el-Hallaf İlmu Usûli’l-Fıkh
Ahmet Saim Kılavuz Akaid md. DİA
Davut Aydüz Tefsir Tarihi, Çeşitleri ve Konulu Tefsir
Hayrani Altıntaş Tasavvuf Tarihi
Hayrettin Karaman İslam Hukuk Tarihi
İsmail Cerrahoğlu Tefsir Tarihi
Mahmud Tahhan Teysiru Mustalahi’l-Hadis
Muhsin Demirci Tefsir Tarihi
Muhsin Demirci Tefsir Usûlü
Mürüvvet Cetin/ 16927714/ Doktora
Bütünlük kavramı parçaların “bir olan hali” olarak tanımlanır ve tam, kâmil anlamlarına gelir. Yani bütünlük çeşitliliğin birde toplayan sitemdir. Sitem kelimesi Yunancadan (systema) gelir ve bir araya getirilmiş, birbirine bağlanmış yapı demektir. Bütüncül bakış açısı ağırlıklı olarak parçaların birbirleri ile olan etkileşimi üzerinde durur.
Temel İslam Bilimlerinin ortak alanları nelerdir? (Tefsir tarihi, Hadis tarihi ve fıkıh tarihinin)
-Zamansal olarak ayni tarih dilimini işlerler.
-Mekânsal olarak: Arap yarımadasını yani Mekke ve Medine’yi araştırılar.
-Konu olarak: Farklı cihetlerden olsa dahi İslamiyet dinini ele alırlar.
-Kaynak olarak: Kuran ve Hz. Muhammed ve Sahabilerin uygulamaları esas teşkil etmektedir.
-Metod olarak: Kuran, Sünnet, icma, kıyas ve bunların haricinde Sarf, Nahiv, Tarih vs. gibi ilimlerden faydalanırlar.
-Amaç olarak: Müslümanlara farklı konularda anlaşılmayan muhtevaları açıklamaktır
Yukarıdaki ortak alanların tespiti üzerine bu alanlardaki iletişimin kaçınılmaz olduğunu görüyoruz.
Bu ilişkiyi örneklendirmek gerekirse:
Fıkıhta boşanma konusunu isleyebilmek için bir fıkıhçının ilk başvuracağı kaynaklar Kuran ve Hadis olacaktır. Bu konu ile ilgili ayetler var mıdır? Peygamberimiz bu konuyla ilgili bir şeyler söylemişmidir. Sahabenin uygulamaları nasıldı? Tefsir külliyatında bu konu ile ilgili neler bulunabilinir gibi sorular kaçınılmazdır.
Alanların bir bütünlük teşkil edip iççice geçtiklerini fark edebilmek alan problemlerinin çözümünde anahtar vazifesi görecektir. Zira bir ilim dalında bulunamayan bilgi diğer bilim dalında bulunabilmektedir.
-
Muhammed Şerif KAHRAMAN
Doktora - 16922720
Temel
İslam Bilimlerinin her biri Kur'ân âyetlerinin ve ehâdîs-i Rasûl'ün (s.a.v)
doğru bir şekilde anlaşılmasının üzerinde durur. İslam tarihinin ilk
dönemlerinde ilmin tamamı rivayet niteliğinde olup bütün rivayetler ilim
kavramıyla ifade edilmekteydi. Bu durum tefsir başta olmak üzere rivayete
dayalı diğer ilimlerin rivayetle özdeşleşen hadis ilminin içerisinde ortaya
çıktığı düşüncesine yol açsa da böyle değildir. Mevcut rivayetler
konularına göre ayrıştırıldıktan sonra İslamî ilimler müstakil bölümler şeklinde
tezahür etmiştir.
İbn
Haldun "başlangıçta şeriat bilgisi sadece nakilden ibaretti"
demektedir. Bu da Hz. Peygamber ve sahabe döneminde Kur'ân ve hadis-i şerifler
etrafında oluşan birikimin İslamî ilimlerin özünü teşkil ettiğine işaret
etmektedir. Ki bu birikim tedvin dönemine dek rivayet vasıtasıyla korunup
aktarılagelmiştir.
Kur'ân'ın
nüzulüne şahit olan sahabe için tefsir; Kur'ân'ı anlama çabaları sürecinde
ortaya çıkmıştır. Yine hadis; yaşayan Kur'ân vasfını hâiz Hz. Peygamber'in
Kur'ân'ı tebyîninin ürünüdür. Fıkıh ise, bu ikisinin hülasası ve pratiğe
yansıyan yüzüdür.
İlimlerin
tasnifinde müstakil başlıklar halinde ele alınan İslamî ilimlerin aslında
birbirinden bağımsız olduğu düşünülemez. Bu ilimler arasında özde ve gayede
bütünlük esastır. Özdeki bütünlük, bu ilimlerin İslam'ın ilk
dönemlerinden tevarüs edilen rivayete dayalı ilmin çekirdeğini
oluşturmalarıdır. Gayedeki bütünlük ise, bu ilimlerin sahih din anlayışında
birbirinden ayrı değerlendirilemeyecek ölçüde önem arz etmeleri olup Kur'ân ve
Sünnet temelinde din hakikatini anlama ve yaşamayı amaçlamalarıdır.
Sonuç olarak tek cümle ile ifade
edilecek olursa, Kur’ân’ı muradullaha uygun olarak anlama çabasının ürünü olan
İslamî ilimler arasında kopmaz bir ilişki vardır.
Kaynak: Tefsir Tarihi Yazımı Sempozyumu - Ed.
Mustafa Karagöz
Vahyin izinde ve kontrolünde olan insanlar için, Hz. Peygamber örnek insandır. Bu yüzden; bu şahsiyetin fiilleri ve sözleri Kur'an'dan(vahiyden) bağımsız olamaz. Hz. Aişe'nin ‘'onun ahlakı Kur'an idi'' sözü ve ‘'O, yaşayan bir Kur'an idi'' hadisi de bunu göstermektedir. Buna göre; her hadis ve sünnet, Kur'ani bir asla döner ve Ku'rani bir aslı olmayan hiçbir hadis ve sünnet, Hz. Muhammed'e isnat edilemez. Hz. Peygamberin de vahye muhalif davranması düşünülemez. Hadis ve sünnet ve Kur'anın bir açılımı olup, bir bütündür.
Kur'an-hadis ilişkisi denildiğinde, özellikle Fıkıhta, hadislerin Kur'an ile ilişkisi ve hadis- sünnetin hüküm vermede ciddi bir kaynak teşkil ettiği açıktır. Hadis ve sünnet; Kur'anın mücmelini, mutlakını, ammını tahsis görevi görür. Sünnet ve hadis de, hüküm vermede müstakildir. Çünkü; hadis ve sünnet, Kur'anda hüküm verme görevi görür. Aynı zamanda, Kur'anın açıklanması noktasında hadis ve sünnet de önemli birer kaynak işlevi görürler. Bunu rivayet tefsirlerinin büyük oranda sahabe ve tabiun rivayetleriyle dolu olmasında görebiliriz. Hadisler, en az Kur'an'da verilen konuların alanı kadar bir alan bulup onu doldurmak görevini kendinde görür.
Ama, hadis ilmi bu misyonda olmasına rağmen günümüze kadar kapsamlı bir tefsir oluşturamamıştır. Yaşayan dinin devamını besleyen bir kaynak olmuştur ama Kur'an'ı anlamak ve yaşanan dini gelenekle bağlantısını sürdürmek büyük ölçüde Fıkıh ilmine kalmıştır. Bilindiği üzere tarihte iki hadis ekolü ortaya çıkmıştır. Bunlar ‘'Ehl-i Rey'' ve ‘'Ehl-i Hadis'' ekolleridir. Aralarındaki farklılık ise; dinin temel kaynakları olan Kur'an ve hadise yaklaşımlarıdır. Ehl-i hadis için temel olan; rivayetlerdir, Ehl-i rey için temel olan ise; Kur'an ve hadis/sünnet yanında diğer delillerdir(içtihat, akıl, mesalih, örf..vs.).
Fıkıh kelimesi Kur'an-ı Kerim'de yirmi yerde geçer. Mastar ya da isim olarak değil de, muzari fiil olarak kullanılır. Buradan da, çok açık olmasa da, ‘'fıkıh'' kelimesindeki anlama ve kavramanın, sürekli yenilenen bir anlama olduğu anlaşılabilir. ‘'Fıkıh'' mutlak anlamıyla kullanıldığında ‘'din'' anlamına da gelir. Üstte de belirttiğimiz gibi, burada ‘'dinin'' sürekli yenilenen ve son bulmayacak bir olgu olduğuna ulaşabiliriz. Zaten fıkhın ana özelliği de budur. O, her daim, yerine ve zamanına göre sürekli oluşan ve yenilenen bir bilgidir.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda; ‘'fıkıh'' kelimesinin ‘'genel olarak anlama'' veya ‘' sözü anlama'' manasında kullanıldığını görürüz. Bu ‘'söz'' ise ‘'Allah'ın kelamı'' ve ‘' peygamberlerin getirdikleri mesajlardır.'' ‘'Fıkıh'' en geniş anlamıyla ‘'hayatı kavrama biçimidir'' ve Allah'ın kelamını kavramaktan ibarettir. İnsani bilginin objektif olamayacağını hesaba katarsak, Kur'an'ı anlamadaki bütün çabaların fıkhi olmayacağını anlayabiliriz. Fakat, fıkıh Kelamullah üzerinde sürekli bir bilgilenme ve yorumdur. Bu sürekli bir bilgilenme ve yapılan yorumlamada; ayetlerin maksatlarını ve vurguladığı hususları bilmek, fıkhi hükümlerin tespiti açısından önemlidir.
Sonuç olarak; İslam dini, İslam düşüncesi ve İslam medeniyeti bütün kaynağını Kur'an'dan almıştır ve Müslümanların da bilgi kaynağı olmaya devam etmektedir. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin de tek amacı; Kur'an-ı Kerim ayetlerini daha iyi anlamak olmuştur. Günümüzde de Kur'an-ı Kerimi anlamak için başvurulan yollar genellikle klasik metotlarla olmakta ve sayılı kişiler tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden; Kur'an-ı Kerim ayetlerinin her açıdan ve değişik yönlerinin ele alındığı, bir bütünlük içinde bütün tefsir metotlarının kullanılacağı modern bir tefsire ihtiyacımız vardır.
Öğrenci No: 16912730
Merve Yahşi / Yüksek Lisans
Kur'an vahiy geleneğinin bir parçasıdır. Kur'an insan ve Allah arasındaki iletişim aracı ve ‘'İlahi Hakikatte'' zirvedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki; Kur'an hakikati temsil ettiğinden ötürü tek ölçüdür. Bu inananlar için böyle olduğu kadar Hz. Peygamber için de böyledir. Hz. Peygamber ise kendisine vahiy geldiğinde; cahiliye toplumunda yetişmiş , güzel ahlakıyla ön planda olan bir karakterdir. Kur'an vahyiyle beraber, Hz. Peygamber zihinsel ve dünya görüşü açısından vahyin çizdiği ölçüde ilerlemiştir. Zaten, Hz. Peygamberin vahiy gelmeden önceki yaşayışını göz önünde bulundurduğumuzda onun üzerindeki vahyin ağırlığı ve etkisini görebiliriz.
Vahyin izinde ve kontrolünde olan insanlar için, Hz. Peygamber örnek insandır. Bu yüzden; bu şahsiyetin fiilleri ve sözleri Kur'an'dan(vahiyden) bağımsız olamaz. Hz. Aişe'nin ‘'onun ahlakı Kur'an idi'' sözü ve ‘'O, yaşayan bir Kur'an idi'' hadisi de bunu göstermektedir. Buna göre; her hadis ve sünnet, Kur'ani bir asla döner ve Ku'rani bir aslı olmayan hiçbir hadis ve sünnet, Hz. Muhammed'e isnat edilemez. Hz. Peygamberin de vahye muhalif davranması düşünülemez. Hadis ve sünnet ve Kur'anın bir açılımı olup, bir bütündür.
Kur'an-hadis ilişkisi denildiğinde, özellikle Fıkıhta, hadislerin Kur'an ile ilişkisi ve hadis- sünnetin hüküm vermede ciddi bir kaynak teşkil ettiği açıktır. Hadis ve sünnet; Kur'anın mücmelini, mutlakını, ammını tahsis görevi görür. Sünnet ve hadis de, hüküm vermede müstakildir. Çünkü; hadis ve sünnet, Kur'anda hüküm verme görevi görür. Aynı zamanda, Kur'anın açıklanması noktasında hadis ve sünnet de önemli birer kaynak işlevi görürler. Bunu rivayet tefsirlerinin büyük oranda sahabe ve tabiun rivayetleriyle dolu olmasında görebiliriz. Hadisler, en az Kur'an'da verilen konuların alanı kadar bir alan bulup onu doldurmak görevini kendinde görür.
Ama, hadis ilmi bu misyonda olmasına rağmen günümüze kadar kapsamlı bir tefsir oluşturamamıştır. Yaşayan dinin devamını besleyen bir kaynak olmuştur ama Kur'an'ı anlamak ve yaşanan dini gelenekle bağlantısını sürdürmek büyük ölçüde Fıkıh ilmine kalmıştır. Bilindiği üzere tarihte iki hadis ekolü ortaya çıkmıştır. Bunlar ‘'Ehl-i Rey'' ve ‘'Ehl-i Hadis'' ekolleridir. Aralarındaki farklılık ise; dinin temel kaynakları olan Kur'an ve hadise yaklaşımlarıdır. Ehl-i hadis için temel olan; rivayetlerdir, Ehl-i rey için temel olan ise; Kur'an ve hadis/sünnet yanında diğer delillerdir(içtihat, akıl, mesalih, örf..vs.).
Fıkıh kelimesi Kur'an-ı Kerim'de yirmi yerde geçer. Mastar ya da isim olarak değil de, muzari fiil olarak kullanılır. Buradan da, çok açık olmasa da, ‘'fıkıh'' kelimesindeki anlama ve kavramanın, sürekli yenilenen bir anlama olduğu anlaşılabilir. ‘'Fıkıh'' mutlak anlamıyla kullanıldığında ‘'din'' anlamına da gelir. Üstte de belirttiğimiz gibi, burada ‘'dinin'' sürekli yenilenen ve son bulmayacak bir olgu olduğuna ulaşabiliriz. Zaten fıkhın ana özelliği de budur. O, her daim, yerine ve zamanına göre sürekli oluşan ve yenilenen bir bilgidir.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda; ‘'fıkıh'' kelimesinin ‘'genel olarak anlama'' veya ‘' sözü anlama'' manasında kullanıldığını görürüz. Bu ‘'söz'' ise ‘'Allah'ın kelamı'' ve ‘' peygamberlerin getirdikleri mesajlardır.'' ‘'Fıkıh'' en geniş anlamıyla ‘'hayatı kavrama biçimidir'' ve Allah'ın kelamını kavramaktan ibarettir. İnsani bilginin objektif olamayacağını hesaba katarsak, Kur'an'ı anlamadaki bütün çabaların fıkhi olmayacağını anlayabiliriz. Fakat, fıkıh Kelamullah üzerinde sürekli bir bilgilenme ve yorumdur. Bu sürekli bir bilgilenme ve yapılan yorumlamada; ayetlerin maksatlarını ve vurguladığı hususları bilmek, fıkhi hükümlerin tespiti açısından önemlidir.
İLMİN BÜTÜNLÜĞÜ AÇISINDAN TEFSİR, HADİS VE İSLAM
HUKUK (FIKIH) TARİHLERİ ÜZERİNE
Miladi 610 yılında
Hz. Muhammet(as) ile inzal edilmeye başlayan ilahi mesajlar 632 yılında tedrici
seyrini tamamlamış ve takriben 23 yıllık zaman dilimi içinde merkezi Medine
olan İslam medeniyetinin temelleri atılmıştı. Bu tarihi seyir içinde tedrici
olarak inen vahiy toplumun gerek özel gerek genel içtimaı hayatını göz önünde
bulundurmuş putperest bir kavim olan Mekke müşriklerine temeli tevhit olan
İslam’ın hayat veren mesajlarını insanlığa en güzel şekilde anlatmıştır. Hz. Peygamberin takriben 23 yıllık tebliğ
süreci, 13 yılı Mekke’de 10 yılı Medine’de olmak üzere tarihi seyrini devam
ettirmiştir. Muhteva olarak incelendiğinde Mekki ayetlerin genellikle tevhit
başta olmak üzere ahiret, cennet, cehennem, mümin, müşrik, insan ve sosyal
adalet konularını içerdiği görülmektedir. Hz Peygamber tebliğ göreviyle
birlikte tebyin görevinin de gereği olarak vahyin müşkil olan kısımlarını ilk
muhataplara açıklıyordu. Mekke’de başlayan İslam’ın oluşum süreci Medine’de
tekâmülünü tamamlamış ve insanlık âlemi için son çağrı olan yeni tevhit dini
varlık sahasında yerini almıştı. Medeni ayetlerin muhtevası zikredilecek olursa
ilahi mesajlar daha ziyade içtimai ve iktisadi hayat ile ibadet ve muamelat ile
ilgili olmuştur. 632 yılında Hz Peygamberin vefatıyla birlikte din tekâmül
olmuş ilahi hitap nihayete ermiş ve Arap yarım adasında başlayan yeni tevhit
mücadelesi insanlığın dünyevi ve uhrevi buhranlarına çözüm edasıyla hazır
konuma gelmişti.
Mezkûr tarihler açısından
döneme bakıldığında İslam’ın ana kaynağı Kur’an-ı Kerim’in ayetleri Hz Peygamber’in
vahiy kâtipleri tarafından yazılarak kayıt altına alınmış ve gerekli görüldüğünde
müşkil olan kısımlar Kur’an’daki diğer ayetlerle ya da Hz Peygamber tarafından
tefsir edilmiştir. Hz Peygamberin Kur’an’ın tefsirini yapmış mıdır yapmışsa
bunun niceliğiyle ilgili ulema arasında ihtilaf vardır. Bu konuda Gazali (v.505)
Hz. Peygamber’in Kur’an’ın bir kısmını tefsir ettiğini savunurken İbn Teymiyye (v.728)
ise tamamını tefsir ettiğini iddia etmiştir. Hz Peygamber’in ayet okuyarak,
ashaba soru sorarak, sözünü delillendirmek maksadıyla veya sahabilerin soruları
üzerine Kur’an’ı tefsir ettiği bir hakikattir.
Hz Peygamberin vefatından sonra gerek İslam ülkesinin sınırlarının
genişlemesi, gerek yeni Müslüman olup İslam topraklarına dâhil olan ve yeni
kültürlerle gelen problemler olmuştur. Bunun yanında savaşlar münasebetiyle
vefat eden hafız sahabiler Kur’an-ı Kerim’in yok olup gitmesi endişesini
getirdi ve ilk faaliyet olarak ilk Raşit halife Hz Ebu Bekir tarafından
oluşturulan Zeyd b. Sabit başkanlığındaki bir komisyonla dağınık olan Kur’an nüshaları
bir araya getirildi. Ardından üçüncü Raşit halife Hz Osman döneminde çoğaltılıp
Kur’an muallimleriyle belli İslam beldelerine gönderildi yemen mısır ırak gibi.
Bu dönemde sahabiler Kur’an’ı ayet ayet baştan sona tefsir etmiş değillerdir.
Çünkü onlar, Kur’an’ın tümünü tefsir etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden
müfessir sahabenin yaptıkları açıklamalar garip, müphem, müşkil ve mücmel
lafızlarla sınırlı idi. Yöntem olarak ayeti ayetle, Hz Peygamberin sünneti ve
nüzul sebepleri ile açıklama yapılıyordu. Tefsir henüz bu dönemde tedvin
edilmiş değildi. Kur’an’a yönelik beyanlar hala şifahi yolla naklediliyordu.
Dönemin bazı müfessir sahabilerini anmak icap ederse bunların meşhurlarından
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ubey b. Ka’b ve Hz Ali bunlar arasında
zikredilebilir.
Yeni Müslüman olan kimselerin önceki kültür, medeniyet, örf ve
adetlerini İslam toplumuna aktarmaları sonucunda sosyal, kültürel ve dini
anlamda bir karışma ortaya çıkmıştı. Bu da İslam toplumun da Hz Peygamber ve
sahabe döneminde gündemde olmayan bir takım konuların konuşulmasına sebep olmuş
ve bunlara İslami çözümlerin bulunmasını gerekli kılmıştır. Doğal olarak bu
durum tabiun dönemi tefsirini bir açılıma tabi tutmuş, böylece söz konusu kuşak
sahabeden sonra tefsir tarihinde önemli bir yer işgal etmiştir. Bu dönem
müfessirleri dirayet ve rivayet yöntemlerini kullanarak Kur’an’ı tefsir
etmişlerdir. Aynı zamanda sahabenin ulema kısmının ilmi faaliyetleri sonucu
belli medreseler oluşmuş ve ilim genel olarak oralarda toplanmaya başlamıştı. Bunlar
Abdullah İbn Abbas (v. 68) öncülüğünde Mekke medresesi, Ubey b. Ka’b (v. 30)
öncülüğünde Medine medresesi, Abdullah b. Mesud öncülüğünde Küfe medresesi
tarihi seyrinde yerini almıştır. Yine dönem itibarıyla Zeyd b. Eslem, Mücahid
b. Cebr gibi mevali müfessirlerde yerlerini almaya başlamışlardır. İlk defa
hadis ilminin bir kolu halinde tedvin edilen tefsir, çok kısa bir süre sonra
bazı zaruri sebeplerden ötürü müstakil bir ilim haline getirildi ve Mukatil b.
Süleyman’ın tefsiri (et-Tefsiru’i Kebir) gibi ilk müstakil tefsir
çalışmaları başladı. Bu dönemde yapılan tefsirlerin ortak özellikleri filoloji
yani dilbilimsel olmalarıdır.
Tedvin döneminden sonra artık günümüze kadar mevdi’i (konumlu)
bunun içinde rivayet ve dirayet tefsiri olarak ve bunların altında mezhebi
tefsirler, işari tefsirler, fıkhi tefsirler, ilmi tefsirler, içtimai tefsirler
ve son olarak da modernist tefsirler yazılmıştır ve yazılmaktadır. Birde daha
çok çağımızda yaygın olan günün koşullarına daha uygun muvdu’i tefsirler ve
teviller yapılmaktadır.
Hz Peygamber Kur’an’ı vahiy kâtiplerine yazdırmasına rağmen, kendisine
ait bilgilerin şifahi naklini teşvik etmiş, yazılmasını ise yasaklamıştır.
Nitekim Ebu Said el-Hudri’nin nakline göre Rasulullah ‘benden Kur’an’dan başka
hiçbir şey yazmayınız. Şayet Kur’an’dan başka bir şey yazan onu imha etsin.
Ancak benden rivayet edebilirsiniz, bunda hiçbir sakınca yoktur. Bir de herkim
bile bile bana isnat ederek yalan uydurursa cehennemdeki yerini hazırlasın.’[1] Ama
bunun yanında Hz. Peygamber’in kendisine ait bilgileri yazmak isteyen Hz Ali,
Amr b. Hazm bazı sahibelere izin vermesi söz konusu yasağın başlangıçta ve
belli bir amaçla yapıldığını göstermektedir. Zira bu amacın Kur’an
sahifeleriyle karışma olasılığına dair alınan bir önlem olduğu kuvvetle
muhtemeldir.
Dönemin hadis faaliyetlerine göz atıldığında ise karşımıza çıkan
tablo sahabe hadis rivayetinde ihtiyatlı davranıyor, az hadis rivayet etmekten
yana oluyor, hatalı rivayetler düzeltiliyor, bazen hadisler müzakere ediliyor.
Sa’d b. Ubade, Muaz b. Cebel, Enes b. Malik gibi bazıları ise hatırda tutmak
hatırlamak amacıyla yazıyorlardı.
Hicri birinci asır şifahi rivayetlerin ve hadise dair sistemin
olmadığı bir devredir. Uydurma hadislerin ortaya çıkması üzerine isnad
uygulaması ve cerh-ta’dil faaliyetine başlanmıştır. Hicri ikinci asırda yazılı
rivayete geçilmiş diğer yandan da yazıdan kaynaklanan problemleri çözmek üzere
hadis eğitim ve öğretim metotları ile rivayet lafızları geliştirilmiştir. Yine
ikinci asırda ehl-i hadis, ehl-i rey, mutezile, şia, ehl-i zühd ve tasavvuf
gibi ekollerin hadisle ilgili faklı yaklaşımları da belirginleşmiştir.
Tedvin edilen hadisler hicri üçüncü asra gelindiğinde ‘Kütüb-İ
Sitte, Sünen-i Erbaa veya Kütüb-i Erbaa’ diye isimlendirilen
temel hadis kitapları yazılmıştır. Artık usul kitapları kaleme alınmaya
başlanmıştır. Temel hadis kitapları etrafında ve diğer meşhur olmayan hadis
kitapları etrafında müstakbel zavaid, etraf, şerh, tahric çalışmaları
yapılmıştır. Daha detaylı olarak bugünde klasik kaynaklar üzerinden çalışmalar
sürdürülmektedir. Hayri Kırbaşoğlu’nun ifadesiyle ‘dünyada İslam hadis
literatürü gibi bir ikinci zengin literatür yoktur.’
Hukuki alana gelince Hz Peygamber
devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşri faaliyeti bu
devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Mekke
devrinde Allah Resulünün tebliği daha çok inanç ve ahlak sahasına yönelmiştir.
Bu dönemde fıkhi hükümler hem azdır hem de umumi bir karakter arz etmektedir.
Medine devrinde ise bir taraftan ibadetler, cihad, miras ile alakalı, diğer
taraftan da anayasa, ceza, muhakeme usulü, muamelat ve devletlerarası
münasebetlerle ilgili kaideler, esaslar vazedildi.
Sahabe devri fıkıh için fıkhın gelişme çağıdır. Ebu Bekir ve Ömer,
ihtilafı azaltmak birliği sağlamak ve Şari’in maksadına isabet ihtimalini
artırmak için bilhassa amme hukuku sahasında istişareye başvuruyor ve böylece
şura içtihadı yaptırıyorlardı. Bu içtihatlar sonunda varılan ihtilafsız
hükümler (icma) ferdi hükümlerden daha kuvvetli telakki ediliyor ve buna
muhalefet edilmiyordu. Rasulullah zamanında konan, sonraki devirlerde ‘istihsan,
istıslah, örfü-adet, kıyas…’ adı verilen esas ve metodlar bu devirde ‘rey’ ismi
altında tatbik edilmiştir. Bu dönemde yaşayan tüm sahabe müçtehid değildi
bunlar içinden özellikle Rasul-ü Ekrem’in rahle-i tedrisinden geçmiş İbn Abbas,
İbn Mesud, Zeyd b. Sabit ve Raşit halifeler gibi sahabiler kaynakların bize
bildirdiği kadarıyla içtihatta bulunmuştur. Nitekim İmam Gazali’nin şu
açıklaması bunu destekler niteliktedir ‘Raşit halifelerin müçtehit oldukları
açıkça bellidir, çünkü müftü ve müçtehit olmayan bir kişi devlet başkanlığına
ehil olamaz.’[2]
Aynı zamanda sahabe müçtehitleri fıkhi meselelerin bir kısmında ihtilaf etmiş
olmakla beraber halk grup grup bunlardan birine bağlanıp diğerini terk etmediği
içinde bu devirde dini/sosyal kurumlar olarak mezhepler doğmamıştır. Yapılan
araştırmalar ve özellikle Prof. Dr. Fuat Sezgin’in araştırmaları diğer İslam
ilimlerinde olduğu fıkıh sahasında da tedvinin sahabe devrine, hatta nüve
olarak Rasulullah devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugünkü
manada risalelerin telifi sahabe devrinin sonlarında başlamış ve Emeviler
devrinde gelişmiştir.
Hicri birinci asrın sonları ikinci asrın başlarında
oluşmaya başlayan medreseler aynı zamanda fıkhi çalışmaları da sürdürmekteydi
bunlardan dikkati çeken hicazlıların imamı Said b. El-Müseyyeb (v. 94) Iraklıların
ki ise İbrahim b. Yezid b. Qays en-Nehai (96) dir. Konularına göre ilk
sistematik fıkıh kitapları Emeviler döneminde yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu
devreden sonra artık fıkhı mezhepler oluşmaya başlamış hatta üçüncü asırda
mezhepler çoğalınca mezhep taassupları bazı çatışmalara kadar gitmiştir. İlk
zamanlar fıkha göre yönetilen siyası yapı Emeviler de Ömer b. Abdulaziz hariç
siyasete göre oluşan fıkıh halini almıştır maalesef. Kısmen bu gidişat
Abbasiler’de onarılmaya çalışılsa da tarihi seyrini çoğu kez böyle devam
ettirmiştir.
Abbasilerde duraklama devrine giren fıkıhta artık taklit başlamış
içtihat durmuş tabi bunun nedenleri arasında füru ilmiyle yetinme, artık
içtihadın hoş karşılanmaması, âlimler arası irtibatsızlık vb. sebepler
zikredilebilir. Artık İslam’ın fıkhi kanadı mezhepler üzerinden gelmiş her ne
kadar İslam hukuku alanında değerli ilim insanları yetişse de hala günümüzde
taklitten kurtulmak için bocalama sürecini emin adımlarla devam ettirmekteyiz.
Sonuç olarak mezkûr
ve malum İslam ilimlerinin tarihi seyrine baktığımızda her ne kadar tarih
içinde varlık sahasına müstakil birer ilim olarak çıksalar dahi kök itibarıyla
aynı tohumdan filizlenmekte ve aynı hakikati farklı disiplinler olarak haykırmaktadırlar
ve aynı bütünün parçalarını oluşturmaktadırlar.
KAYNAKÇA
Demirci, Muhsin, Tefsir Tarihi, İfav Yayınevi, İstanbul,
2012.
Karaman, Hayreddin, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık,
İstanbul, 2012.
Yücel, Ahmet, Hadis Tarihi, İfav Yayınevi, İstanbul, 2016.
[1] Ahmed b.
Hanbel, 3, 12, 21, 39, 56; Darimi, ‘Mukaddime’, 42; Müslim, ‘Zühd’, 72.
[2] Gazzali,
Menhül, Dimaşk, 1980 s.469-470. Konu ile ilgili başka nakiller için bak.
Süyüti, er-Reddu ala men ahlede…, İskenderiye,1984, s. 187-190.
Doktora: 15922717
Kur’an, M.S. 7. yüzyılın
ilk yarısında, merkezi-batı Arabistan’ın Mekke ve Medine şehirlerinde
vahyedildi. Aşağı-yukarı aynı tarihlerde, Columba (İrlandalı misyonerler)
misyonerleri İskoçya ve Kuzey İngiltere’ye, Canterburyli Augustin’in
misyonerleri ise Kent’in (Güneybatı İngiltere’de Dover Körfezi’ne sınırı olan
bir şehir) kuzey ve batısına doğru Hıristiyanlık inancını yaymaktaydılar.
Fransa’da, Meroving
kıralları büyük ölçüde göstermelik bir hükümranlık sürmekteydi.
Batı Roma
İmparatorluğu barbarlara teslim olmuş, başkenti Kostantinapol olan Doğu Roma
(Bizans) İmparatorluğu ise onların hışmından kurtulmuştu. Justinial yönetiminde
(528-565) Doğu Roma İmparatorluğu yerleşik bir güç ve medeniyet haline
gelmişti; ancak O’nun ölümünü izleyen yarım yüzyıl içinde, İmparatorluk, kısmen
diğer barbarların saldırıları, kısmen de iç sorunlar ve yetersiz yöneticiler
yüzünden kargaşaya sürüklenmişti.
Kureyş, aşağıda
sayacağımız şu peygamberleri, toplumlarını ve onlardan geriye kalan izleri
bilmekteydi: Yemen tarafında Ahkaf bölgesindeki Ad kavmi ve Peygamberi Hud, Şam
yolu üzerindeki Hicr bölgesinde Semud kavmi ve peygamberi Salih, Şam tarafında
Mean bölgesinde Medyen halkı ve peygamberi Şuayp, Ölü Deniz kıyısında Sodom kenti
halkı ve peygamberleri Lut’u. (Soy bilimcilere göre Lut, peygamberlerin atası
olan İbrahim peygamberin kardeşinin oğludur.
Soy bilimcileri Arapları üç boya ayırırlar: 1- Baide Arapları: Ad,
Semud, Amalika
kavimleri, Tasm, Cüdeys vb. Nuh (as) sonra, Arabistan Yarımadasında
yerleşen, geçmiş peygamberlerin zamanlarında kendileri ve nesilleri ortadan
kalkmış Arablardır. Ad, Semud ve Amalika kavimleri bunlardandır
2- Aribe Araplar: Yemende yaşayan ve Kahtan b. Ya’reb soyundan gelen Kahtaniler. İsmail (as) Kahtanoğulları
neslinden olan Cürhümlülerden kız alıp, bütün evladı, ana tarafından Kahtan
neslinden olduğu için, bazı tarihçiler bütün Araplar Kahtan neslindendir
demişlerdir. Aslında Arab-ı Baide denilen birinci kısım Araplardan başka bütün
Arap kabileleri iki kısım olup, birinci kısım Kahtan’ın, ikinci kısım ise
İsmail (as) neslindendir. Kahtan’ın neslinden Seba, Himyer, Evs ve Hazreç kabileleri
gelmiştir. 3- Musta’rap/ Araplaşmış Araplar: Çevre bölgelerden gelip
Arap yarımadasına yerleşmiş olan Adnaniler. Hz. İsmail bunlara nisbet edilir.)
Araplar tarihte; Hicaz, Yemen, Mısır, Kuzey
Afrika, Irak, Suriye ve Filistin bölgelerinde yaşamış, birçok devletler ve
medeniyetler kurmuşlardır. Kendilerine, Allah Teala tarafından birçok peygamber
gönderilmiştir.
Yarımadanın kuzey ve
güney bölgeleri, Muhammedî davet ile aynı dönemlerde yaşayan şiddetli
Bizans-İran savaşının doğrudan uzantısı olan dini/Siyasi çatışmaların yaşandığı
bir alan idi. Yarımadanın kuzeybatısı (Suriye ve çevresi) Mısır’a kadar
Bizans’ın kontrolünde iken, kuzeydoğusunda bulunan Irak bölgesi İran
kontrolünde idi. Güneyde yer alan Yemen ise kah bir tarafın kah diğer tarafın
müttefiki oluyor ve kontrolüne geçiyordu.
İslam’ın ilk beşiği, o
dönemin ileri derecede müreffeh bir ticari merkezi olan Mekke idi; ikinci yurdu
ise, yine bir miktar ticaretin de olduğu, zengin bir vaha olan Medine idi.
Keza, hem Mekke hem de Medine, çevredeki göçebelerle yakın ilişki
içerisindeydiler.
Kur’an’ın öncelikle
ticaretle uğraşan insanlara hitap ettiği gerçeği, diline ve düşüncelerine
yansımıştır. Yapılan bir çalışmada bunların sadece tasviri benzetmeler
olmadığı, aksine doktrinin temel noktalarını ifade etmek amacıyla
kullanıldıkları sonucuna varılmıştır. Bu tür Kur’anî ifadeler arasında şunlar
sayılabilir: insanların amelleri bir kitaba yazılır; Kıyamet günü bir
hesaplaşmadan ibarettir, herkes hesabını alır; terazi kurulur (para ve mal
mübadelesinde olduğu gibi) ve kişinin amelleri tartılır; her nefis işlediği
amellerle sorumlu tutulur; kişinin amelleri onaylanırsa o kişi ödülünü veya
ücretini alır; peygamberin davasını desteklemek Allah’a ödünç para vermektir.
Arap Yarımadası’nın
kuzey bölgeleri, teslis inancının resmiyet kazanmasının ardından, kovulup
yasaklanan heterodoks dinî gruplar için sığınak haline gelmiş ve söz konusu
gruplar bölgede işgalci konumundaki Bizans aleyhine zamanı geldiğinde
çalışmıştır.
Arap Yarımadası,
merkezi bir devlet tarafından yönetilmemesi ve güney-kuzey, doğu-batı
yönlerinden tüm yarımadayı kesen uluslararası ticaret yollarının varlığı
sayesinde oldukça geniş iletişim ve propaganda imkanları sunmakdı. Buna bir de
çevresinde sadece mal alış-verişi değil, aynı zamanda “fikir, haber ve duygu
alış verişi”nin de yapıldığı geniş panayırlar kurulan ve Arap kabilelerinin
akınına uğrayan önemli dinî merkezlerin (ki Mekke de bulunan Kabe bunlardan
sadece birisiydi) varlığını da eklersek “Cahiliye Dönemi’nde” Arap
Yarımadası’nın hiç de dünyadan kopuk olmadığı, aksine o dönemin “iki kutuplu
dünyasında her iki kutbun akımlarının buluşma noktası olduğu söylenebilir.
Cabiri’ye göre, birbirini
tamamlayan iki olgu vardır. Bunlar: Bazı Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının
yeni bir peygamberin gelmesi ile ilgili müjde ve haberleri ve “Gerçek din”i,
İbrahim’in dinini aramak üzere yapılan yolculuk.
Selman-ı Farisî
hikayesi bize, İslam öncesi dönemlerde, “hakiki din” arayışlarını somutlaştıran
ve yeni bir peygamberin gelişini muştulayan kilise ve piskoposluk arasında, tüm
Arap Yarımadası genelinde teşkilatlanmaya benzer bir durumun varlığını gösterir.
M.S. 600 yıllarında,
Arabistan’daki dini durum karmaşıktı. Vahalardaki Yahudiler ile Yemen’deki
hatırı sayılır miktardaki Yahudilerin varlığı, bir kısım Yahudi düşüncelerinin
yavaş yavaş yayılmasına neden oldu. Farklılıkları daha fazla olmakla birlikte
epeyce bir Hıristiyan etkisi de mevcuttu. Ticaret, Mekkelilerin Hıristiyan olan
Bizans ve Habeşistan imparatorlukları ile temasa geçmesini sağlamıştı.
Hıristiyanlık Yemen’de, özellikle ülkenin Habeşistan denetiminde olduğu dönemde
yayılmıştı. Göçebe kabilelerin bazıları da Hıristiyan olmuştu. Mekke de Varaka
b.Nevfel gibi münferit kişilerin Hıristiyan olduğunu biliyoruz. Diğer taraftan
daha fazla Arabın Hıristiyan olmamasının nedeni, Hıristiyanlığın kısmen siyasal
anlamlarının olması gerçeğinden kaynaklanmaktadır.
Kabile hümanizmi ve
eski putperestliğin dışında, bazı Araplar arasında, alt düzeydeki ilahlara
ilaveten, üstün bir ilah veya ‘baş ilah’ın kabul edildiği bir inanç biçiminin
de mevcut olduğu görülmektedir. Bu anlayış, müşrükleri, ‘ Allah’ı yaratıcı ve
rızık verici olarak kabul eden ve felaket anında Allah’a dua eden kişiler’
şeklinde tasvir eden ayetlerden çıkartılabilmektedir.
Cabiri’ye göre, İslam’ın
ortaya çıktığı kültürel atmosfere egemen olan “Hz. Muhammed’in önceden
müjdelenmiş olması” meselesi, bugüne kadar hep yapılageldiği gibi, “İncil’de
böyle bir ifade yok” denerek reddedilemez. Zira, bu meseleler sırf, adı “Ahmed”
ya da “Muhammed” olan “ümmî” peygamberin önceki kitaplarda müjdelenmesinden
ibaret olmayıp, Bizans İmparatorluğunun en üst yetkililerinin gözetiminde
kilise tarafından şekillendirilen “teslis” inancına karşı koyan tek tanrıcı bir
dini akımın varlığı ile de ilgilidir.
Cabiri’ye göre,
“ümmiler, kutsal kitap sahibi olmayan Araplardır” görüşünü savunan el-Ferrâ (ö.
207- Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad)’nın tespiti daha doğrudur. Tefsir, kelam ve dil alimlerinin çoğuna göre
“ümmîler” kelimesi ile kastedilenler, semavî/ ilahî bir kutsal kitaba sahip
olmayan toplumlardır. Yani ümmiler, Ehl-i Kitab’ın, daha açıkçası Tevrat’a sahip
olan Yahudiler ve İncil’e sahip olan Hıristiyanların karşı kutbunda yer
alırlar.
Birçok araştırmacıya
göre Yahudiler, putperestleri ve kendileri dışındaki tüm milletleri “ümem” diye
adlandırırlar. Bu durumda Ümmi kelimesi “ümem”e nispet olmakta, yani “ümem”e
mensup kimseler (Yahudi olmayan kimseler) anlamına gelmektedir. Tıpkı Romalıların
kendileri dışındaki milletlere vahşi insanlar anlamında “barbar” demeleri veya
Arapların Arap olmayanlara; konuşma bilmeyen, dili anlaşılmaz, derdini
anlatamaz anlamında “acem” demeleri gibi Yahudiler de kendileri dışındakilere,
“kendilerine Allah’tan kitap indirilmemiş kimseler” anlamında “ümem”
demişlerdir.
Buna göre “ümmi”
kelimesinin geçtiği ayetler bağlamları dikkate alındığında, sözü edilen
“ümmiler”in Araplar, hatta tam olarak söylemek gerekirse “Mekke’de yaşayan Arap
kabileleri” olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Kur’an’da “el-Kur’an”
kelimesinin Araplarla ilişkili olarak, buna karşılık “el-Kitap” (Tevrat
anlamında) kelimesini ise İsrailoğulları ile ilişkili olarak kullanıldığı
ayetler bu anlamı desteklemektedir.
Ayetlerden anlaşılan
Hz. Peygamber’in “ümmi peygamber” olması, ille de onun okuma yazma bilmeyen bir
kişi olduğu anlamına gelmediği gibi, Kur’an’ın Arapları “ümmiler” olarak
nitelemesi, zorunlu olarak onların okuma yazma bilmedikleri anlamına
gelmez.
Cabiri’ye göre, Hz.
Peygamber’in okuma bilmesi onun nebi ve resul olmasına zarar verecek bir durum
değildir. Zira peygamberliğin şartları arasında okuma-yazma bilmemek diye bir
şey yoktur. Peygamberlik, dini içerikli veya başka türden kitapların okunmasına
değil bizzat vahye dayanır.
Tefsircilerin büyük
bir kısmı Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmemesini Kur’an’ın, okuma yazma bilen
muhataplarına yönelttiği meydan okumaya rağmen benzerini oluşturamadıkları bir
mucize oluşunun delili olarak değerlendirmişler ve bu şekilde Hz. Peygamber’in
“ümmiliği” ile Kur’an’ın icazı arasında ilişki kurmuşlardır. Bu sebeple de
çocukluğundan vefatına kadar Hz. Peygamber’in herhangi bir şekilde okuduğunu ya
da yazdığını kabul etmekte zorlanmışlardır.
Kureyş, Hz. Muhammed’i
Kur’an’ı yazmakla değil, Ehli Kitaptan bazı köle ve hizmetçilerden yardım almak
ve onlardan bir şeyler öğrenmekle suçluyordu. Bu kimseler yabancı oldukları
dolayısıyla Arapçayı ancak köle ve efendi ilişkisi içerisinde sürdürdükleri ve
günlük hayatlarına yetecek kadar bildikleri için Hz. Peygamber’e üst düzey
belagat niteliğine sahip Arapça bir söz ortaya koyma konusunda herhangi bir
yardımda bulunmuş olduklarını söylemek olanaksızdır. Kureyş ile girişilen bu
tartışmada Kur’an’ın, Kaynağının yüceliği ve dilinin Arapça oluşuna
yoğunlaştığını kaydetmek gerekiyor.
Gizli davet üç yıl sürmüş ve bu dönemde Hz. Peygamber
insanları gizlice İslam’a davet etmiştir. Açık davet aşamasında bazı gençler ve
zayıflar İslam’a girmişlerdir. Sonra zamanla bunların sayıları çoğalmıştır. Kureyşli
inkarcılar ilk aşamada Hz. Peygamber’in söylediklerini yadırgamamakta, sadece
alay etmekle yetinmektedirler. Kureyş putlarına saldırın başlaması, ahitet
inancı ve onların küfür üzere ölmüş olan atalarının helak olduklarının
vurgulanması, Hz. Peygamber’in Kabe’de
Kureyş’in ileri gelenlerinin duyacağı şekilde Necm suresini okumasıyla açık
davet başlamıştır. Mevcut sıralamada Necm suresi 23. Sırada olup en meşhur
görüşe göre İslam’ın beşinci yılında inmiştir.
Cabiri’ye göre, açık davetin, tefsircilerin çoğu tarafından “önce
yakın akrabalarını uyar” (Şuara 26/214) ve “sana emredileni açıkça söyle”
(Hicr 15/94) ayetleri ile irtibatlandırılması pek doğru değildir, çünkü bu
ayetlerin yer aldığı her iki surede (şuara suresi ve hicr suresi) hem hacimleri
hem üslupları ve hem de konuları itibariyle ileriki dönemlere aittir. Bu
surelerin müşriklerle tartışma ve putlara saldırı ifadelerini içeren birçok
sureden sonra gelmiş olmaları dikkate alındığında, söz konusu ayetlerin açık
davetle irtibatlandırılması hem yukarıda ki rivayetlere hem de olayın mantığına
ters düşmektedir, çünkü müşriklerle tartışmaya girilmiş olması zaten “açık
davet” aşamasına girilmiş olmasını gerektirmektedir. Zira zaten bu ayetlerin
indiği dönemde açık davet yapılmaktadır. Fakat bu surelerde Hz. Peygamber’den
İslam davetini farklı bir boyuta taşıması istenmektedir: Bu ayetlerden önce
İslam daveti- gerek gizli gerek açık dönemde- ferdi karakterlidir, yani tek tek
fertler İslam’a çağrılmaktadır. Oysa; bu
ayetlerde Hz. Peygamber’den İslam’ı civardaki Arap kabilelerine sunması ve daha
ilerde (Medineli gruplarla görüştüğünde) bizzat gerçekleşeceği üzere kendisine
biat edip çağrısını kabul edecek taraftar grupları araması istemektedir. Söz
konusu iki ayeti bu esas temelinde, yani;
ilk ayetin Hz. Peygamber’e kendi kabilesi içerisinde, ikinci ayetin ise
civardaki Arap kabileleri içerisinde müttefikler aramasına yönelik emir
içerdiği şeklinde anlayacak olursak, o zaman bu ayetlerin geçtiği Şuara ve Hicr
surelerinin peygamberliğin başlamasının 9/10. Senelerinde indiğini söyleyen
rivayetleri kabul etmek /anlamlandırmak mümkün olacaktır, çünkü bu yıllar
(peygamberliğin başlamasının 9/10. Yılları) Hz. Peygamber ve kabilesine Kureyş
tarafından uygulanan ve üç yıl süren ambargonun sona erdiği yıllardır.
Açık davetin başlaması ise tarihçi ve tefsircilerin
belirttiği gibi peygamberliğin üçüncü ve dördüncü yıllarında Abdullah b.
Mesud’un Kabe’de Kureyş’in ileri gelenlerinin dinlediği bir esnada onlara
meydan okurcasına “Rahman” suresini okuması ve bunun üzerine ciddi bir şekilde
eziyete maruz kalması olayı ile başlamıştır. Diğer taraftan kaynaklar bizzat
Hz. Peygamber tarafından Kabe’de alenen okunan ilk surenin “Necm” suresi
olduğunu ve bu olayın da beşinci sene vuku bulduğunu zikrederler. O halde açık
davet Şuara ve Hicr surelerinin, yani “önce yakın akrabalarını uyar” ve
“sana emredileni açıkça söyle” ayetlerinin inişlerinden daha önce
başlamış bulunmaktadır.
Bu aşamada davet elbette tam olarak gizli değildi. “davetin
gizliliğinden maksat”, onun henüz çarşı-pazarda ve kamusal alanda açıkça ortaya
konan bir niteliğe kavuşmadığı, sadece birebir ilişkiler yoluyla insanlara
aktarılma aşamasında olduğudur.
Kur’an kelimesi
hakkında aktarılan rivayetlerden birisi de şudur: “Ona Kur’an adı verilmesinin
sebebi kişinin onu ezberlemesi ve sonra da ezberlediği şeyi ağzından söyleyerek
açığa vurmasıdır. Zira Araplar (ma karaet en-nâketu Selâkıta) yani “deve hiç
hamile kalmadı ve doğurmadı” derler. (Karae kelimesini devenin önce hamile
kalıp sonra doğurması anlamında kullanırlar.) Aynı bu kullanımdaki gibi,
Kur’an’da okuyucu tarafından önce alınır ve sonra okunarak ağızdan çıkar.
Allah, Kitabın bütününü Kur’an diye isimlendirmiştir.
Arap dilinde “okumak” sadece “kitaptan okumak” anlamıyla sınırlı olmayıp,
ezberden okumayı da kapsar. Bu sebeple Kur’an hafızlarına “kurrâ” denmiştir.
Cabiri’nin tespitine
göre, İslam davetinin açıkça ilan edilmesinden önceki dönemlerde inmiş olan
surelerde “Kur’an” kelimesi geçmemektedir. Bu kelimenin sıklıkla kullanılışı,
Kureyşlilerin Hz. Peygamber’i inkar edip sihirbazlık vb. şeylerle suçlamalarına
cevap verilen surelerde söz konusudur. Bunlar gizli davetin bitip açık davetin
başlamasından, özellikle de Hz. Peygamber’in onların putları aleyhinde
konuşmaya başladığı dönemden -yani yaklaşık olarak peygamberliğin beşinci
yılından-sonra gelişen olaylardır.
Cabiri net bir tarih
vermeksizin “Kur’an” lafzının ilk kez, iniş sıralamasında 27. Sırada yer alan
Burûc suresinde geçtiğini söyler. Bundan önceki dönemde Muhammedî vahye ilk kez
isim verilmesi ise 7. Sırada inen Tekvîr suresinde olmuştur. Bu surede ilk kez
Kur’an, Hz. Peygamber’e “mecnun”, vahye de “şeytan sözü” diyen müşriklere ret
sadedinde kendisini “değerli bir elçinin sözü”(Tekvîr 81/19) ve “alemler
için öğüt” (zikr) (Tekvîr 81/27) olarak nitelemektedir.
Ayrıca Hz. Muhammed
arkadaşlarına ve toplumuna Kur’an’ı konuşma üslubu içerisinde aktardığı için
ona “hadîs” denildiği söylenmiştir. Hadîs lafzı Kur’an’da daha çok eski
toplumların hikayelerinin ve cennet- cehennem haberlerinin anlatıldığı kısım
için kullanılır. Bir de bildiğimiz üzere hadis-i nebevi vardır.
Cabiri, zikrin daha
“hususi” iken Kur’an’ın daha “umumi” olduğunu tespit etmiştir. “Zikr”,
Muhammedî vahyin bir bölümüdür. Kur’an ise, Cebrail’in insanlara ulaştırması
için peygambere okuduğu bütün vahiy bölümlerinin toplamıdır.
Diğer taraftan bu
“okunan” vahyin korunması sadece tekrar tekrar okuyup bireysel ve toplumsal
hafızaya iyice kaydedilmek suretiyle değil, aynı zamanda imkanlar ölçüsünde
elde edilen malzemelere yazılmak suretiyle de gerçekleşiyordu. Bu şekilde vahiy
kısa süre içerisinde, sürekli artmakta olan “yazılı” sayfalar haline gelmiş ve
artık onu bu yönü ile ifade edecek bir isim gerekli olmuştu. Bu nedenle ona
(Allah tarafından) “Kitap” ismi verilmiştir.
Cabiri’nin kanaatine
göre, Kur’an’a “Kitap” isminin verilmesi, bazı hedeflere yönelik bir eylemdir.
Bu isimlendirme hem Arapları kitabı olmayan “ümmi” toplum konumundan “kitap
sahibi/Ehli Kitap” konumuna geçirmekte, hem de Yahudi ve Hıristiyanların “Ehli
Kitap” adını kendilerine mahsus sayan tekelci anlayışlarına dur demektedir.
Yani bu hem Kureyşle hem de Ehli Kitap ile olan ilişkilerin yeniden ele
alınmasını gerektiren bir eylemdir.
Müsteşrikler özellikle
19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kur’an’ın iniş sırasına göre tertibini
yapma konusuna önem vermektedirler. Bu konudaki amaçları, Muhammedî vahyin
gelişimi hakkında “nesnel” bir düşünce yapısı oluşturmak ve Hz. Peygamber’in
yaşamındaki manevi yönü tanımaktır. Müslüman alimlerin yapmış oldukları nuzül
tertibi listesini içerdiği ihtilaflar nedeniyle beğenmemektedirler. Konu ile
ilgilenen en meşhur müsteşrik, Alman Nöldeke (1836-1930)’dir. Kendisinden
öncekilerin yaptıkları çalışmalardan yararlanmış ve 1860 yılında yazdığı
Kur’an’la ilgili çalışmasında; Kur’an’ın iniş sırasına göre tertibi konusunda
“nesnel ölçütler” önermiştir. Bu önerisini, vahyin başlangıcından Hz.
Peygamber’in vefatına kadar Kur’an söyleminin gelişiminin temel hususiyeti olan
şu iki noktaya dayandırmaktadır:
-Kur’an’da yer alan,
tarihsel olaylara ilişkin işaretler: Ona göre Mekki sureler bu konuda, sadece
Mekke dönemini üç bölüme ayırmamızı sağlayacak kadar ipucu vermektedir, fakat
Medenî sureler içerisinde, inişlerinden önce gerçekleşmiş olan olaylara işaret
eden birçok ayet bulunmaktadır.
-Kur’an metninin
kendine has özellikleri: Özellikle Mekki ve Medeni sureler arasında söz konusu
olan üslup ve konu farklılıkları.
Nöldeke ve Blachere’ın
Kur’an sıralaması: Mekke dönemini üç aşamada Medine dönemini ise tek aşamada
değerlendirmektedir.
Mekke dönemi 1. Aşama:
Bu aşamada toplam 48 sure yer alır ve bu sureler dört gruptur. 1-8 arası
surelerir. Onlara göre bu surelerin ayırıcı vasıfları bir tür uzlet hali
yansıtmaları ve temizlik, doğruluk ve sabrı öğütlemeleridir. Bunlar ayrıca kısa
sureler olup Peygamber’in şahsını ilgilendiren mesajlar içerirler. İkinci
grupta ise 9-31 arası sureler yer alır. Bu surelerin ayırıcı vasfı ise
içeriklerinin zenginliği ve konularının çeşitliliğidir. Bu surelerde özel
olarak dirilme ve hesap konularına önem verilmiş, İslam inancının temeli olan
tevhit ilkesi ise henüz gündeme gelmemiştir. Üçüncü grupta 32-43 arası sureler
yer alır. Bu gruptaki surelerin konuları bir önceki grup ile aynı olmakla
beraber iki yeni konu daha eklenmiştir. Birincisi putlara saldırı, ikincisi ise
önceki ümmetler içerisinde peygamberleri yalanlayanların dünyada (ahiretten
önce) gördükleri azabın hatırlatılması. Dördüncü grupta ise 44-48 arası sureler
bulunur. Bu sureler kısa fakat zengin içerikli ve üstün bir belagat üslubuna
sahiptir.
Mekke dönemi 2. Aşama:
Bu aşamada 49-70 arasında yer alan 22 sure bulunur. Bu dönemde Kureyş,
Peygamber’in çağrısının kendi dini ve ekonomik menfaatlerine zarar vereceğini
düşündüğü için- Peygamber’e karşı- tavrını sertleştirmiştir. Bu aşamada inen
sureler şu konuları işler: Putlara saldırı, tevhit ilkesinde ısrar, kıyametin
yakınlığı tehdidi. Ayrıca bu aşamada inen surelerde uslüp sertliği bir nebze
yumuşamıştır.
Mekke dönemi 3. Aşama:
71-92 arasındaki 22 sureyi içerir. Bu dönemde peygamber davet alanını
genişletmeye çalışır ve bu kapsamda Taif yolculuğu, Arap kabileleri ile
görüşmeler ve cinlerle bir önceki aşamada inmiş olan surelerdeki konular-
tevhit ve ahiret konuları- yinelenir.
Medine dönemi: 93-116
arasındaki 24 sureyi kapsar. Bu dönemde artık Peygamber’in rolü manevi bir
lider olmaktan Ensar ve Muhacir gruplarının lideri olma durumuna intikal
etmiştir. Bu aşamada inmiş olan sureler birtakım tarihsel bilgiler içerirler
ki, bizim Medine İslam toplumunun hem iç toplumsal yaşamı ve hem de dış
ilişkileri hakkındaki bilgilerimiz işte bu surelerde verilen tarihsel bilgiler
üzerine tesis edilmiştir.
Hz. Muhammed’e
vahyedilen ayetlerin bir süre, belki de birkaç yıl, sadece Hz. Muhammed ve
Müslümanların hafızalarında muhafaza edilmiş olması muhtemeldir. Böyle bir şey
sözlü kültürün hakim olduğu bir toplumda normal bir uygulamadır. Zira, İslam
Öncesi Arap şiirleri de aynı şekilde muhafaza edilmekteydi. Ömer İbn Hattab’ın
Müslüman olmasını nakleden rivayetlere bakıldığında, bazı vahiylerin Mekke
döneminin ortalarında yazıya geçirilmiş olduğu görülür.
Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra vahiy
katiplerinin olduğu doğrulanmaktadır. Vahyin yazılmasında görevli olanlar
arasında; Osman, Ubey İbn Ka’b, Zeyd İbn Sabit ve Abdullah İbn Ebi Serh
bulunmaktadır. Bunlardan sonuncusu daha sonra dinden çıkmıştır.
Bazı Şii kaynaklarında yer alan ayetlerin çıkarıldığına dair
ifadeler çelişki içermektedir. Zira çıkarılmış olduğu söylenen ayetler tamamen
Medine döneminde inmiş olan ayetlerden oluşmaktadır. Mekke’de inen herhangi bir
parçanın çıkarıldığından hiç söz edilmemektedir. Oysa Müslümanların Medine’ye
hicretten önce içerisinde yaşadıkları sıkıntılı şartlar ve Kur’an’ın Mekke’de
inmiş olan bölümlerinin Medine’ye taşınması işinin ne kadar zor koşullarda
gerçekleştiği göz önüne alınırsa, herhangi bir ayet ya da surenin
kaybolma/düşme ihtimalinin Mekke dönemi sureleri için daha yüksek olduğu
ortadadır.
M. Hamidullah, “mühim
olan kelime değil manâ idi” diyerek Kur’ân’ın Hz. Peygamber döneminde anlam
merkezli okunduğunu kabul etmektedir. Bizzat Hz. Peygamber’in açık iznine
dayanan anlam merkezli kıraatin, Kur’ân okuma ve öğrenmeyi kolaylaştırıp
yaygınlaştırma amacına hizmet ettiği âşikardır. Yedi harfle ilgili rivayetlerin
vürûd tarihinin Medine dönemine rastlaması, söz konusu amacın mahiyetini daha
da âşikar kılmaktadır. Bu noktadan hareketle denilebilir ki, Müslümanların
oldukça dar bir çevrede yaşadıkları Mekke döneminde Kur’ân’ı farklı lehçelere
göre okuma ihtiyacı ortaya çıkmamış; fakat hicretten sonra İslâm’ın Medine
dışına yayılmasıyla, farklı kabilelere mensup olan ve farklı lehçelerle konuşan
Müslümanların Kur’ân’ı tek lehçeye göre okumada zorluk çekmeleri üzerine her
kabilenin kendi lehçesine göre Kur’ân okumasına izin verilmiştir.
Erken dönemlerden itibaren, bazı Müslümanlar ellerinden
geldiği kadar Kur’an’ı yazmaya başlamışlardır. Başlangıçta bu yazılı
koleksiyonların, mutlaka tüm Müslümanların ilgisini çekmesi gerekmiyordu. Sözlü
geleneğin hakimiyetine alışkın insanlar yazıya karşı şüpheyle bakma eğiliminde
idiler ve bir kısım Müslüman alimler “Kur’an’ın toplanması” ibaresinin sadece
“Kur’an’ın tamamını ezberlemek” anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Kur’an’ın Hz. Ebu
Bekir dönemindeki cem’i sadece adına suhuf denilen malzemelerin, yani; üzerine
Kur’an yazılı olan kumaş, ipek, deri parçalarının bir araya toplanmasından
ibaret idi. Hz. Osman döneminde ise bu malzemeler bir araya getirilerek
yazılmış ve Mushaf oluşturulmuştur. İbn Aşur, Hz. Ebu Bekir döneminde bir
Mushaf oluşturulmadığını, her surenin belli bir sahife adı altında bir araya
toplandığını ve bu yüzden bu malzemelere sayfalar anlamında suhuf denildiğini
söylemektedir.
Cabiri, Hz. Osman’ın
hilafeti sırasında toplanan Kur’an’ın, Hz. Muhammed tarafından alınan ve tebliğ
edilen vahiylerin doğru kaydı olduğunu, günümüz aliminin, her şeyden önce
bizzat Kur’an’dan ve Kur’an’ın içeriği ile Hz. Peygamber’in hayatı hakkında
güvenilir olarak bildiği şeyleri karşılaştırmak suretiyle bir cevap bulacağı
kanaatine sahiptir.
Watt, Kur’an’ın
korunmuşluğuna dair şunları söylemiştir: “Hz. Osman’ın revizyonu, daha önce
mevcut olan yazılı belgelere dayanıyordu. Çeşitli belgeler üzerine yazılı
belgeler yığını Hafsa’nın elinde idi. Eğer bunların Zeyd tarafından yapılan
resmi bir koleksiyon (toplama) olduğu varsayımına karşı çıkıyorsak, onların
neler olduğuna ilişkin başka bir açıklama bulmak zorundayız. Bunların muteber
kabul edildiği ve Hz. Osman Kur’an’ının meydana getirilmesinde kullanıldığı
açıktır. Başka Kur’an koleksiyonları da mevcut idi. Bunları ya da bazı
bölümlerini ezbere bilen dikkate değer sayıda kişi olmalı idi. Eğer ekleme,
çıkarma ya da değiştirme suretiyle büyük değişiklikler yapılmış olsa idi,
kesinlikle ihtilaf çıkardı, oysa buna ilişkin pek bir iz yoktur. Osman dindar
Müslümanları darıltmış ve sonunda sevilmeyen bir kişi olmuştu. Buna rağmen kendisine
yöneltilen suçlamalar arasında genel olarak, Kur’an’ı noksanlaştırması ve
değiştirmesi yer almamıştır ve bu asla ana mesele yapılmamıştır. Şiilerin,
daima, Ali ve Hz. Peygamber’in ailesi ile ilgili pek çok şeyin çıkartılması
suretiyle Kur’an’ın budandığı görüşünü taşıdıkları doğrudur. Bununla birlikte
bu suçlama, özellikle Osman’a yöneltilmiş değildir. O halde, genel olarak, Osman revizyonunun
dürüstçe yürütüldüğü ve bu işle görevli kişilerce, olabildiğince Hz.
Muhammed’in tebliğ ettiğine yakın olarak yeniden üretildiği sonucuna
varılabilir.”
Gene Watt’a göre;
Kur’an’ın belirli yerlerindeki birbiriyle açıkça ilgisiz ayetlerin
birleştirilmesi, editörlerin Kur’an’a ait olduğuna inanmak için gerekçelerinin
olduğu her şeyi muhakkak surette koruduklarını göstermektedir. Bununla
birlikte, önem arzeden her hangi bir şeyin kaybolduğunu düşünmek için de hiçbir
neden yoktur. Birbirinden farklı hatta birbiriyle çelişen vahiylerin korunmuş
olması gerçeği, tali olanlar hariç, Hz. Muhammed’e vahyedilenlerin tamamına
sahip olduğumuzun en güçlü delilidir.
Kur’an’ın bazı
özellikleri oryantalistlerin revizyon ve değişiklik iddialarında bulunmalarında
kaynak olarak kullanılmıştır. Bunlar: Gizli kafiyeler, pasajın metnine uymayan kafiye-ibareler,
ani kafiye değişiklikleri, bitişik ayetlerde aynı kafiye kelimesinin ya da
kafiye-ibaresinin tekrar edilmesi, alakasız bir konunun, homojen olan bir
pasaja sokulması, aynı konunun komşu ayetlerde farklı şekilde, genellikle
kelime ve ibarelerin tekrarı yoluyla ele alınması, gramer yapısında tefsirde
zorluklar çıkaracak kopukluklar olması, ayetlerin uzunluğunda ani değişikler
olması, zamirin değişmesi, zahiren birbirine aykırı ifadelerin yan yana
getirilmesi, son dönem ibarelerin ilk dönem ayetlerine sokulması suretiyle
farklı tarihlere ait pasajların yan yana getirilmesi bunlardan bazılarıdır.
Cabiri’nin kanaatine
göre, bugün elimizde mevcut olan Kur’an, Hz. Osman döneminde toplatıldığından
beri hiçbir eksiltme ya da artırmaya maruz kalmıştır. Hz. Osman dönemindeki
toplama işinden önce ise ayetler sahabelerin hafızalarında ve yazılı malzemeler
üzerinde bulunmaktaydı. Bu durumda her hangi bir sahabenin elinde yahut
ezberinde bulunan Kur’an bölümünün diğer bir sahabeninkinden miktar ve sıralama
bakımından farklılık arz etmesi ise kaçınılmaz idi. Hz. Osman döneminde ya da
daha öncesinde Kur’an’ın toplanması işi yapılırken bazı yanlışlıkların yapılmış
olması da mümkündür. Zira bu işi yapan insanlar hatadan korunmuş ve masum
insanlar değillerdir. Nitekim bazı yanlışlıkların sonradan telafi edildiği
şeklinde bilgiler kaynaklarda yer almaktadır.
Cabirir’ye göre,
Kur’an’ın oluş ve oluşturulması hakkında soru sormak onun “aslı hakkında soru
sormak” tan farksızdır. Çünkü Kur’an’ın aslı vahiydir. Vahiy ise inceleme ve
araştırma alanında değil, iman ve teslimiyet alanında yer alır. Her ne kadar
belirli bir kültürde ortaya çıkmış olan bu tür soruların, onları ortaya
çıkaracak hiçbir gerekçenin var olmadığı bir başka kültürde gündeme getirilmesi
bir tür düşünce zenginliği oluşturabilecek olsa da, gerçekte bu durum ilk
kültürün ikincisi üzerinde bir tür hegemonya kurma girişimini de içerir.
Soruları soran etkindir. Durum tıpkı çocuğun sorguya çekilmesi gibidir.
Hz. Peygamber kendisine
vahyedilenleri yazmak üzere vahiy katipleri edinmişse de Kur’an’ın korunması
konusunda birinci dereceden dayanak olan şey “vahiy katipleri” değil, vahyi
ezberleyen ve onu ezberden okuyan “Kur’an hafızları”dır.
“Kur’anî gerçeklik”
özü itibariyle ruhi bir tecrübe ve bu tecrübenin risalet/ mesaj hali ise de o
dilsel, kültürel ve toplumsal aidiyeti itibariyle Arabî bir gerçekliktir.
Dolayısıyla “Kur’anî gerçeklik” in ne Hz. Muhammed tarafından vahiy yoluyla –alınışı
(nübüvvet) ne de insanlara bir mesaj olarak ulaştırılışı (risalet) aşamasında
Arap dili çerçevesinden çıkmasını beklemememiz gerekir.
Ulemanın çoğunluğu,
Kur’an’ı incelemek isteyen kişinin Arapçayı Araplar kadar iyi bilmesini ve
Kur’an’a yönelik anlayış ve yorumlarının Arap ufkunu, yani Arapların toplumsal,
kültürel, psikolojik vb. dünyalarını oluşturan çerçeveyi aşmamasını şart
koşmuşlardır. Zira onlara göre Kur’an, öncelikle Arapların anlamaları için,
onlara hitaben gelmiştir. Bu yüzden de Arapça, yani Arapların toplumsal ve
kültürel dünyaları/ufukları çerçevesinde olması gerekir. Arap ufkunu sadece
dini tecrübe düzeyinde değil aynı zamanda anlama ve akletme düzeyinde de
düşünmek gerekir.
Arap diline ilişkin
verilere göre, başlangıçta, kahin, şair ve mecnun arasında çok az fark vardı.
Etimolojik olarak şair şuur sahibi, bilen, olayları sıradan insanların
bakabildiklerinin ötesinde bir bakışa sahip olan kişidir, ancak M.S. 600
yıllarına doğru, bu anlayış büyük ölçüde ortadan kaybolmuş ve şair, halk nazarında,
büyük bir kabule mazhar olmakla birlikte, daha çok bugünkü şekliyle anlaşılmaya
başlanmıştı. Kahin ve şair her ikisi de görülmeyenin bilgisine cinlerden
birisinin yardımıyla ulaştıklarından dolayı, mecnun (cinlerce etkilenen veya
onlardan ilham alan) olarak tanımlanabilirlerdi, ancak bu kelime de yedinci
yüzyılda, ‘deli’ şeklindeki modern anlamına kavuşmuştur.
Mu’tezilî alimlerin
tümüne göre Kur’an, Allah tarafından Hz. Peygamber’e vahyedilen mu’ciz bir
kelamdır. Ancak bu, mahluk-muhdes, mef’ûl ve mec’ûl bir kelamdır. Mu’tezile, bu
sıfatlarla muttasıf olan Kur’an’ın zât-ı ilâhiyyeden ayrı bir varlık olduğu ve
sırf kulların faydası için, Allah’ın yaratmasıyla sonradan vücut bulduğu
görüşünde birleşmiştir.
Mu’tezile’ye göre, Kur’an’da manası anlaşılmayacak türden
hiçbir ifade yoktur. Çünkü, Allah onu biz insanlara okuyup anlamamız,
anladıklarımızı fiilen yaşamamız için apaçık bir Arapça kitap-hitap olarak
göndermiştir. Bu nedenle, Allah’ın kullara yönelik hitabındaki maksat ve
muradın anlaşılmaz olduğu söylenemez. Fakat şu da bir gerçek ki, Kur’an’ın
zahiri manasıyla açık ve anlaşılabilir bir hitap olması, bilgili bilgisiz
herkesin onu çok rahat bir şekilde izah etmesine imkan vermez. Kâdî
Abdülcebbâr’a göre (ö.415/1025) Kur’an’ı anlamak ve anlamlandırmak büyük ölçüde
ilahi hitapla muhatap arasındaki dilsel ve tarihsel mesafenin ihdas ettiği bir
ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı gidermenin tek yolu ise tefsirdir.
Mezhep içerisinde Kur’an’ın asliyeti konusunda bazı farklı
görüşler bulunmakla birlikte müfessirlerin büyük çoğunluğu mevcut mushafı ve
tertibini esas almış, Hz. Ali’ye ve gāib imama nisbet ettikleri mushaflar
konusunda ısrarcı olmamıştır.
Ehl-i Kur’an, İslâm
dünyasının çok yönlü buhranlarla çalkalandığı 19. yüzyılda İngilizlerin işgali
altında bulunan Hint alt kıtasında ortaya çıkmış bir ekoldür. Bu ekol her ne
kadar Abdullah Çekrâlevî (ö.1914) tarafından kurumlaştırılmışsa da düşünsel
temelleri daha önceden Seyyid Ahmed Han (ö.1898) tarafından atılmıştır.
Ekolün önde gelen
temsilcileri: Seyyid Ahmed Han (ö.1898), Abdullah Çekrâlevî (ö.1914), Gulâm
Ahmed Perviz ( ö.1985), Ahmedüddîn Amritsârî (ö. 1936), Hâfız Eslem Cerâcpûrî
(ö. 1955) ve İnâyetullah Han Meşrıkî (ö1963).
Ehl-i Kur’an ekolünün tüm görüşleri temelde “Bize Kur’an
yeter” iddiasına dayanmaktadır. Bu iddia dolayımında (vasıta) Kur’an, dini ve
dünyevi konularla ilgili her şeyin bilgisini ihtiva eden bir ansiklopedi,
pratik hayatın tüm alanlarını düzenleme ve her dönemde insanların bütün
ihtiyaçlarını karşılama potansiyeline sahip bir metin olarak algılanmıştır.
Çekrâlevî, “Kur’an
mücmel, hadis kaynakları mufassaldır” iddiasını Kur’an’ın beyanına ters düştüğü
gerekçesiyle hiçbir doğruluk değeri taşımadığını belirtir. Ona göre Kur’an’da
mutlakın takyidi, âmmın tahsisi gibi bahislere mesnet teşkil edecek ifadelerin
bulunması söz konusu değildir.
Aleviliğin temel
yazılı kaynaklarına göre (Buyruk kaynakları) Kur’an Allah tarafından Cebrail
vasıtasıyla Hz. Muhammed’e vahyedilmiş bir kelamdır. Bu şekilde inanılması
gereken Kur’an, Hüsniyye’ye göre (kaynakları) kadim değil hâdis bir kelamdır.
Bunun aksi savunulduğu takdirde Allah’la birlikte başka kadim varlıkların
mevcudiyetini (teaddüd-i kudema) kabul etmek, dolayısıyla şirke düşmek mukadder
olur.
Öztürk, buradaki
kutsallığın oldukça belirsiz bir kutsallık olduğunu söyler. Bu bağlamda
analojik bir yaklaşımla denebilir ki, Kur’an’ın Aleviler nezdindeki kutsallığı,
Sünnilerin Tevrat, Zebur ve İncil’e ilişkin kutsallık telakkileriyle hemen
hemen aynıdır. Zira, Sünnilik, adı geçen kitaplara, özünde Allah katından
gönderilmiş birer vahiy olduğu için kutsallık atfeder ama bu kitapların tahrif
edildiği inancından dolayı onların dünyasıyla empatik ve sahici bir ilişki
kurmaktan da mümkün mertebe istinkaf eder. Kur’an alevi gelenekte ritüelistik
bir kutsallığa sahiptir. Buradaki kutsallık, Kur’an’ın muayyen zaman ve
mekanlarda okunması şeklinde tezahür eder.
Geleneksel Alevilikte
Kur’an, Allah kelamı olarak kabul edilmekle birlikte, bu kelamın metinsel
mevsukiyetinde çok ciddi problemler olduğuna inanılır. Çünkü, Hz. Peygamber’in
vefatının hemen ardından Kur’an’a kalem ya da el karışmış ve böylece tahrife uğramıştır.
Kur’an’a tahrif etme cürmünün sahibi ise Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve
Beni Ümeyye’dir.
Aleviliğin Kur’an’a
referans çerçevesi üç ana başlık altında mütalaa edilebilir. İlki, Kur’an’ı
Tevrat, Zebur ve İncil gibi kutsal bir metin olarak görmek ve muayyen zaman ve
mekanlarda teberrüken okumak. İkincisi, Kur’an’daki normatif buyrukların
bağlayıcı olmadığını ispatlamak maksadıyla batıni te’vile başvurmak. Üçüncüsü
ise İmamiyye ve İsmailiyye Şiası literatüründe de sıkça rastlandığı gibi, belli
bir takım ayetler üzerinden Ehl-i Beyt’i tebcil, ilk üç halifeyi tahkir ve
tezyif etmektir.
İslam tarihindeki her
mezhep ve fırka gibi Aleviler de kendilerine özgü görüş, düşünce, temel değer
ve kavramları evvelemirde Kur’an’a başvurarak meşrulaştırmanın gayreti içinde
olmuşlardır.
Kıssalar bir taraftan Muhammedî davetin önemli bir yönünü,
yani önceki peygamberlerin toplumları ile yaşadıkları tecrübelerle olan
ilişkilere yakından bakma imkanı verecek geniş bir perspektif sunarken diğer
taraftan Kur’an’ın bir söylem biçimi durumundadır. Kur’an, hasımlarına yönelik
bu edebi diyalektik söylem ile onların söz konusu tecrübelerden dersler
çıkarmalarını ister. Bu nedenle kıssalar “Kur’an’ın oluş süreci”nin temel
dinamiklerinden birini teşkil etmektedir.
Kur’an Kıssalarını “Peygamber Kıssaları” olarak
değerlendirmek öteden beri adet olagelmiştir. Kur’an aslında bu kıssaları salt
hikaye maksadıyla anlatmamakta, onları davetin hedefleri için kullanmaktadır.
Onların anlatımı Muhammedi davetin bir aşamasına uygun düşecek şekilde
gerçekleşmektedir. Kur’an kıssaları darb-ı mesel türünün birer örneğidirler.
Darb-ı mesel bizzat kendisi için değil, fakat bir ibretin ortaya konması ve
mesel ile kanıtlanmak istenen iddianın doğruluğunun delillendirilmesi için
anlatılır. Söz konusu olan ister darb-ı mesel olsun ister kıssa olsun bu tür
durumlarda anlatılan şeyin “doğruluğu” onun tarihsel gerçekliğe uyup
uymamasında aranmaz. Aksine burada doğruluğun kaynağı, kıssayı yahut darb-ı
meseli dinleyen kitlenin bilinci ve ufkudur. Eğer bir örnek bizi etkiliyorsa o
bizin için doğru demektir.
Kur’an kıssaların bizzat ortaya attığı gerçeklik, o
kıssalardan çıkarılması gereken derslerdir.
Kur’an, Arapların “ufku” içerisinde yer alan “tarihsel”
olaylardan söz eder. O dönem Araplarının tamamı “ümmi” olmayıp içlerinde gerek
Mekke ve Yesrib’de gerekse yarımadanın kuzey, doğu ve batı bölgelerinde
yaşamakta olan Yahudi ve Araplar da vardı. Bunlar içerisinde “ensab/soy kütüğü”
uzmanları bulunduğu gibi “hikaye” anlatma konusunda uzman kimselerde
bulunmaktadır. Bu hikayeler arasında Nuh ve Tufan kıssası ve İsrailoğullarına
gönderilmiş peygamberlerin kıssaları da yer almaktadır, yani bütün bunlar o
dönem Araplarının kültür ve düşünsel ufukları içerisinde yer almaktadır.
Üstelik bu ufuk içerisinde Tevrat’ta yer almayan “Ad, Semud ve diğer
topluluklarla ilgili kıssalarda bulunmaktadır.
Cabiri’nin tespitine göre, Kur’an’da anlatılan İsrailoğulları peygamberlerine ilişkin
kıssaların içerdiği “tarihsel olayların” büyük çoğunluğu Tevrat ve İncil’deki
anlatım ile örtüşmektedir. “Tarihsel gerçeklik” bu alanda kendi başına ayrı bir
gerçeklik değil, fakat “kutsal tarihin” yani ilahi kitapların anlattıkları
tarihin bir parçasıdır.
Kur’an, özellikle tevhit inancı, tenzih meselesi ve Hz.
Muhammed’in müjdelenmesi gibi konularda Tevrat ve İncil’in tahrif edilmiş
olduklarını söylemekte, fakat bunlar dışındaki konularda onları
doğrulamaktadır. Bu iki kitap ile Kur’an arasında olayları/ kıssaları anlatış
farklılıkları ise –en makul açıklama ile- Muhammedi davetin özelliklerinden
kaynaklanmaktadır, çünkü Kur’an bir taraftan ilk etapta Arapları muhatap alan
ve anlamaları için onların dilleri ile ve onların ufukları içerisinde hitap
eden Arapça bir davettir, diğer taraftan içerisinde her konunun İsrailoğulları
etrafında dönüp dolaştığı Tevrat ve Mesih’in yaşamına ilişkin gözlem, hatıra ve
yorumları içeren İncil gibi belli bir topluma has değil, fakat bütün insanlığa
yönelik evrensel bir çağrıdır.
Kurtubi şunları söylemiştir: Ad ve Semud Araplar tarafından
bilinirdi, çünkü bu toplumlar Arap ülkelerinde yaşamışlardı. Semud kavminin
“Hicr” adlı şehirleri günümüzde hala mevcuttur. Araplar Firavun’un akıbetini
komşuları olan Ehli Kitap insanlardan dinlerlerdi. Bu konuda Araplar arasında
dolaşan bilgiler oldukça fazla idi. Zaten Firavun’un yaşadığı ülke Arap
ülkesinin bitişiğindedir.
Lut, Medyen ve Ashabu’l-Eyke kıssaları Mekke-Şam arasında;
Sebe, Bahçe sahipleri ve Tübba kıssaları güneyde Yemen bölgesinde ve Yunus
kıssası ise doğuda Musul bölgesinde cereyan etmiştir. Yine Firavun kıssası ve
Süleyman-Belkıs hikayeleri de bu bölgelerde ve civar bölgelerde yaygın olarak
bilinmekteydi. Ancak Araf suresinde ilk olarak Kur’an kıssalarının bir “tür
değişimi”ne şahit oluyoruz. Bu surede Arap ülkesi kavimleri ve peygamberlerinin
yanı sıra ilk olarak Ehl-i Kitab peygamberlerinin de kıssalarını içine alan
daha geniş çerçeveli bir kıssa program ve stratejisi ile karşı karşıyayız.
[ Kur’an’da anlatılıp da Tevrat’da kıssaları yer almayan
peygamberler şunlardır: Şuayb, Zülkif, İdris, Hud, Salih, Lokman, İsmail, Bu
peygamberlerin kıssaları ve bunların yanı sıra Tufan ve Firavun kıssaları
Kur’an’a özel kıssalardır. Firavun kıssası hariç bunların hepsi Arap
yarımadasında Mekke-Şam arasında (günümüzde Ürdün, Filistin ve Suriye) kalan
topraklarda cereyan etmiştir. Hem Kur’an’da hem de Tevrat ve İncil’de anlatılan
peygamberler ise şunlardır: Nuh, İbrahim, Yakup, Yusuf, Musa, Yunus, Eyyub,
Davud, Süleyman, İşaya, Yahya (Ma’medan ya da Yuhanna) ve İsa Mesih.]
Tefsirin çeşitli tanımlarını bir araya getirerek şöyle tarif
etmek mümkündür: “Sarf, nahiv ve belâgat gibi dil bilimlerinden; esbâb-ı nüzûl,
nâsih-mensuh, muhkem-müteşâbih gibi Kur’an ilimlerinden; hadis ve tarih gibi
rivayet ilimlerinden; mantık ve fıkıh usulü gibi yöntem bilimlerinden
yararlanılarak Kur’an’ın mânalarının açıklanmasını ve ondan hüküm çıkarılmasını
öğreten ilim”. Yapılan bu tanım bile ilimlerin bütünlüğünü göstermeye kafidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu için tefsir dışında “te’vil, tebyin,
beyan, tâlim, tafsil, tasrif, i‘rab, şerh, tavzih” gibi kelimeler de
kullanılmaktadır. Kur’an’ın yorumlanması anlamında tefsir kelimesi ilk
dönemlerden itibaren kaynaklarda yer almaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de “açıklama”
mânasında Furkān sûresinde (25/33) geçen “tefsir” hadis kaynaklarında birçok
rivayette yer alır. Sahâbe de tefsir kelimesini Kur’an’ın ve Tevrat’ın yorumu
için kullanmıştır. İmam Mâtürîdî ve Taberî’nin eserlerinde görüldüğü üzere III.
(IX.) yüzyılda yazılan bazı tefsirler için isim olarak te’vil kelimesi tercih
edilmiştir.
Kur’an’ı doğru anlamak
ve tefsir etmek için en önemli şart, onun Allah kelâmı olduğunu ve kendisine
özgü bir yapısının bulunduğunu kabul etmektir. Kur’an’a beşer kelâmı gibi
yaklaşma onu anlamanın ve doğru tefsir etmenin önündeki en önemli engeldir.
Allah Kur’an’ı, vasıfları yine bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de ortaya konan müttakiler
için hidayet rehberi olarak göndermiştir.
Tefsir, teknik ve
terim olarak kısaca, beşer takatinin imkan ve sınırları içinde ilahi kelamı
izah ya da murâd-ı ilahiyi keşfetme çabası olarak tanımlanabilir. Peki bu
icmali tanım çerçevesinde tefsirin, yaygın ve yerleşik anlamıyla ilmî bir
disiplin olduğu söylenebilir mi? Mustafa Öztürk bu soruyu sormuş ve vereceği
cevabın olumsuz olduğunu belirtmiştir; çünkü tefsirin konusu, her ne kadar
sınırlı sayıda nasla (Kur’an metni) mukayyed olsa da, klasik literatürdeki bazı
eserler ( örneğin Fahreddîn er-Râzî’nin ö. 606/1209 Mefâtîhu’l-Ğayb’ı) tefsiri
malum ve mahdut bir ilmi disiplin olarak değil, Müslümanların muhtelif bilim ve
kültürlere ilişkin müktesebatın teşhir edildiği bir alan olarak değerlendirmeye
itmektedir. Mesela Zerkeşî (ö. 794/1392) tefsiri şöyle tanımlamaktadır: “Tefsir,
Hz. Peygamber’e inzal edilen ilâhi kitabı [hitabı] lügat, sarf, nahiv, beyan,
usûl-i fıkh ve kıraat ilimlerinden istifade etmek suretiyle anlamayı,
manâlarını açıklamayı, hüküm ve hikmetini ortaya koymayı (istihraç) mümkün
kılan, yanısıra esbâb-ı nüzul ve nâsih-mensuh bilgisini gerektiren bir ilimdir.”
Bu tanıma göre müfessir, ilim namına ne var ne yok hepsini bilmek zorundadır.
Bununla birlikte İmam
Mâturidî’ye (ö. 333/944) ait tefsir-te’vil ayırımından hareketle tefsirin
alanını bir ölçüde tahdit etmek mümkündür. Şöyle ki, Mâturidî’nin ayırımına
göre tefsir sahabeye, te’vil fukahaya aittir.
Buna göre tefsir rivayet, te’vil dirayet merkezli bir faaliyet olup ilki
daha ziyade açıklama, ikincisi ise anlama ve yorumlama çabasını ifade eder.
Yine bu ayırıma göre tefsirde öznenin hemen hiçbir dahli (rey ve içtihat)
yoktur; çünkü tefsiri sadece rivayet ve nakilden, diğer bir deyişle, ilk
Müslüman nesillerin Kur’ân-ı nasıl anlayıp yorumladıklarına ilişkin birer
tarihsel belge mesabesindeki rivayetlerin aktarımından ibaret olup aslında hadis ilminin kapsamına dahildir.
Bugün Kur’ân’ı
anlamak, eğer salt iman ve amel sorunundan ibaret ise hiçbir usûl ve yönteme
gerek yoktur. Yok eğer Kur’ân’ı anlamadan maksat, aynı zamanda zihinsel ve
entelektüel çaba gerektiren bir faaliyet ise usûl elbette en öncelikli
ihtiyaçtır. Öztürk’e göre bu tür bir anlamanın usulü, lafız-manâ ilişkisi
üzerine değil, metin-tarih ilişkisi üzerine kurulmalıdır. Bu çerçevede Kur’ân
kendi tarihsel özgünlüğü içinde Hz. Peygamber’in siretine paralel bir şekilde
okunmalı ve ilahi iradenin bizden ne istediği, bu okumadan elde edilecek
veriler ışığında ortaya konulmalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm dili iyi kullanan, lafızların delâletini ve
sözün söyleniş biçiminden neyin kastedildiğini iyi bilen bir kavme indirilmiştir.
Ancak Kur’an’ın ilk muhataplarının her âyeti anlayıp kavradığını iddia etmek
mümkün değildir. İbn Haldûn’un ileri sürdüğü, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemdeki
Araplar’ın tamamının Kur’an’ı anlayıp bildiği yönündeki görüş Ahmed Emîn
tarafından eleştirilmiştir.
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında
bir ihtilâf yoktur. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne
aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde
gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara
bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya
çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını
tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı
bir noktasını açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir
etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı,
âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı
verilmesi bu tefsir şekillerindendir. Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla
Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan,
umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır.
Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı
nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın
giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin
aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır. Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken
çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları
görülmektedir. Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen
müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak
Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir.
Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap şiirinden ve
nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların halli için Arap tarihinden
faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze çarpan en
önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin (İsrâiliyat) kullanılmaya
başlanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin
yorumu için yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in
Ehl-i kitap’tan gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması Kur’an
ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe
döneminde ilk örnekleri görülen bu rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde
telif edilen tefsirlerde önemli bir yer işgal etmiştir.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli
genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin
anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile
oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak
kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların
nakledilmesi etkili olmuştur. Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren
yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde
bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de
tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî
(filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik
kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Önceleri Resûl-i
Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve
büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle
karşılaşmaya başlamıştır. Bu nedenle dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân,
garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve
nezâir gibi çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir
tefsiri gibi kabul görürken öte yandan Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için
kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen kaynaklar olarak
görülmüştür. Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil
tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam
etmiştir.
Vahyin nazil olduğu
sırada Kur’an-ı anlamak, haddi zatında Hz. Peygamber’in Allah kelâmı olarak
ilan ettiği bildiriyi, peşinen iman etmiş olmak koşuluyla dinleyip mahza amel
etmekten ibaretti.
Zamanın ilerlemesiyle Hz.
Peygamber ve ona refakat edenler gitti, ortada “Mushaf” diye isimlendirilen bir
yazılı metin kaldı. Öncekiler gitti, sonrakiler geldi; dil değişti, dünya
değişti, tabiatıyla anlama ve anlamanın anlamı da değişti. İşte bu değişim
sürecinde Allah artık Hz. Peygamber’in dilinden değil, yazılı dil üzerinden
konuşur oldu. Tarihsel süreçte ilahi hitabın yazılı kayda geçmesi, diğer bir
deyişle, sözün teknolojileşmesi, ister istemez sonraki Müslüman nesiller ile
Kur’an arasında bir yabancılaşma yarattı. Çünkü o artık bizden bağımsız bir
şekilde orada duran, somut varlığı bulunan bir nesneye dönüşmüştü.
Bu durum karşısında
sonraki nesil Müslümanların yapacakları ilk iş, Allah’ın ne söylediğini/manâ
tespit etmeye çalışmak oldu. Bunun tespiti de dil konusunda çok iyi bir
teknisyen olmayı gerektiriyordu. Bu maksatla, önce dilin elementer kuralları belirlendi;
sonra bu kurallar çerçevesinde hicri 2. asırdan itibaren telif edilmeye
başlanan Ğarîbu’l-Kur’ân, Ma’ânî’l-Kur’ân ve İ’râbu’l-Kur’ân türünden filolojik
tefsir kitaplarında Allah’ın ne dediği mümkün mertebe tayin ve tesbit edildi.
Allah’ın özellikle normatif hükümler içeren beyanlarında ne demek istediğini
tespite yönelik ilkeleri belirleme görevi ise usûlcülere tevdi edildi.
Mu’tezile’ye göre,
Kur’an’ı doğru anlamak demek, ayetleri tevhid, adl, va’d-vaîd, el-menzile
beyne’l-menzileteyn ve emr bi’l-ma’rûf nehy ani’l-münkerden oluşan beş temel
prensibin, hatta sadece tevhid ve adalet ilkesinin ışığında yorumlamak
demektir.
Mu’tezile’nin haberi
sıfatlar içeren ayetlerin yorumunda en sık başvurduğu linguistik enstrüman
mecazdır. Ancak burada te’vile eşdeğer bir anlam ifade eden mecaz, kelimeleri
keyfi bir şekilde zahiri manasından farklı bir manaya hamletmek ya da tamamen
sübjektif yorumlar üretme aracı değildir. Bilakis mecaz, Mu’tezile’nin Kur’an’ı
anlama ve yorumlama sisteminde lüzumu halinde başvurulan ve son derece
ihtiyatlı kullanılan bir te’vil aracıdır.
İhvân, dinin ve kutsal
kitapların zahir ve batın olmak üzere iki ayrı yönünün bulunduğunu savunmakta
ve bu çift yönlülüğün Kur’an için de söz konusu olduğunu kabul etmektedir. Bu
kabulden hareketle ilahi hitaptaki lafızların ve zahiri anlamların avâma hitap
ettiğini, batıni yani öz ve içrek anlamların ise hikmet ve hakikat erbabına
(havâs) mahsus olduğunu ileri sürmektedir.
İhvân-ı Safâ, genelde
tüm ilahi kitaplara özelde de Kur’an’ı anlamada tenzil-te’vil ayırımı yapmış,
bu ayırımda zahirle özdeşleştirilen “tenzil” avâma, batını temsil eden “te’vil”
de havâssa tahsis etmiştir. İnsanların büyük çoğunluğu avâm düzeyinde olduğu ve
peygamberlerin getirdiği mesajlar da bilgili bilgisiz herkesi kapsadığı için
vahiylerin nüzulünde sıradan insanların algı ve kavrayış düzeyleri esas alınmış
ve bu durum zorunlu olarak Kur’an ayetlerinde aklın verilerine ters düşen bir
takım ifadelere yer verilmesine yol açmıştır.
Mesela, Kur’an’da cennet ve cehennem tamamen sembolik bir dille
anlatılmış ve bu konuyla ilgili tasvirlerdeki motifler dünyevî nesnelerden
seçilmiştir. Zira, ilk muhatapların kültürel ve entelektüel birikim seviyeleri
bunu gerektiriyordu. Buna karşılık Hz. İsâ’nın, anlayış ve kavrayış yetileri
peygamberlerin ve filozofların kitaplarını okumakla gelişmiş seçkin bir topluma
hitap etmesi nedeniyle İncillerde ahiret hayatının mutluluğu tamamen gayr-i
cismânî şekilde betimlenmiştir.
İhvân, Kur’an
ifadelerinin alegorik-sembolik-metaforik biçimde yorumlanmasını sahih anlamanın
vazgeçilmez koşulu olarak görmekte; ne var ki, bu ifadelerin gerçek anlamlarını
keşfetmekte müfessir olarak bilinen kimseleri salahiyetsiz kabul ederken bu
ilimde gerçek manada derinlik kesbetmiş bilgeler (hukema) ve felsefecileri ehil
saymaktadır. Buna karşın, Kur’an’ın gerçek batıni anlamlarını bilen en yetkin
şahsiyetler, Ehl-i Beyt mensuplarıdır.
İhvân- Safâ, Kur’an
kıssalarında peygamberlere atfedilen mucizelere de yine sembolik şekilde
yorumlamıştır. Mesela, Hz. İsâ’nın körü ve alacayı iyileştirmesini, manevi ve
ruhani bir tedavi olduğunu ileri sürmüşler; bizatihi sembolik anlatımlar olan
meselleri de düşünce sistemlerindeki birtakım felsefi nazariyelere uygun
düşecek şekilde te’vil etmişlerdir.
Şîa’nın Ehl-i sünnet’ten farklı şekilde tefsirde üzerinde en
çok durduğu konular imâmet, velâyet, Ehl-i beyt’in fazileti, imamların
mâsumiyeti, müt‘a nikâhı, abdest, ayrıca namazın cem‘i meseleleridir. En geniş
Şiî fırkası İmâmiyye olup bunların tefsirlerinde yer yer bâtınî te’villere
meyledildiği görülmektedir.
İmâmiyye tefsirinde Ca‘fer es-Sâdık’tan gelen rivayetlerin
ayrı bir yeri vardır. İlk dönem İmâmiyye müfessirleri arasında Muhammed
el-Bâkır’ın, Zeyd b. Ali’nin, Câbir el-Cu‘fî’nin, Ca‘fer es-Sâdık’ın, Ali b.
Muhammed el-Askerî’nin ismi geçer; ancak bunların eserleri günümüze
ulaşmamıştır. Ebû Ca‘fer et-Tûsî’nin “Tefsîrü’t-tibyân”ı, Ebû Ali
et-Tabersî’nin “Mecmau’l-beyân fî tefsîri’l-Ķurân”ı, Feyz-i Kâşânî’nin “Tefsîrü’ś-śâfî”si
ve Muhammed Hüseyin et-Tabâtabâî’nin “el-Mîzân fî tefsîri’l-Ķurân”ı bu ekolün
en önemli eserlerindendir. Özellikle Humeynî sonrası dönemde İran’da
tefsirlerde ciddi bir artış olmuş ve hacimli eserler telif edilmiştir.
Alevilere göre Kur’an,
zahir ve batın diye kategorize edilen iki ayrı anlam düzeyine sahiptir. Zahir,
Kur’an’ın literal anlamına tekabül eder ve bu anlam Müslümanların pratik dini
yaşantılarında şeriat, yani şer’i-ameli buyruklara riayet şeklinde somutlaşır.
Batıni mana ise Kur’an’ın gerçekleştirmek istediği yüce manevi hedefleri içeren
ve keşfi için sırrî-irfânî bilgi gerektiren gerçek mana boyutunu ifade eder.
Ayrıca, zahir-batın mana şeklindeki bu üst ayırım, tenzil-te’vil ve
hakikat-şeriat gibi diğer ayırımlara da kaynaklık eder ve bütün bu ayırımlar
çerçevesinde zahir, tenzil ve şeriat, işe yaramayan bir kabuk; batın, te’vil ve
hakikat ise öz ve cevher yerine geçer.
Te’vil bilgisi imamlardan tevarüs edilir ve bu irfani bilgi sayesinde
Kur’an’ın zahiri aşılarak batıni anlam deryasına dalınır.
Ehl-i Kur’an ekolü, klasik tefsir usulüyle ilgili bahisleri
Kur’an’ın anlaşılmasından ziyade anlaşılmamasına hizmet ettiği düşüncesinden
hareketle neredeyse bütünüyle yok sayma yoluna gitmiştir. Bu bağlamda ekolün
düşünce mimarı olan Seyyid Ahmed Han, “Kur’an’ı hadisler, sahabe ve tabiîn
kavilleriyle izah etme yöntemi” şeklinde tanımlanan rivayet tefsirini reddetmiş
ve bu vasıftaki tefsir çalışmalarını tamamen boş uğraşlar olarak
değerlendirmiştir.
Ekolün kurucusu
Çekrâlevî ise esbâb-ı nüzul ve benzeri rivayetlerin, müfessirlerin senetsiz
olarak zikrettikleri bir takım görüşlerden ibaret olduğu ve bunların Kur’an’ın
anlaşılmasına yönelik herhangi bir katkısının bulunmadığı fikrini savunmuştur.
Ehl-i Kur’an ekolünün en başarılı siması
olarak kabul edilen Perviz, Kur’an’ı tefsir konusunda en yetkin şahsın Hz.
Peygamber olduğunu, ancak ona ait tefsirlerin bize ulaşana kadar sıhhatini
kaybettiğini belirtmiştir. Ona göre İslâm’ın ihyası ve ümmetin kurtuluşu için
yapılması gereken şey, hadislerin Kur’an ışığında yeniden gözden
geçirilmesidir. Kur’an’a uymayan hadisler ise, “Bu, Rasulullah’ın sözü olamaz”
diyerek reddetmek suretiyle temizlik ameliyesi yapılmalıdır.
Ehl-i Kur’an neshi de
kabul etmemiştir. Ekolün tüm temsilcileri Kur’an’da kesinlikle neshin vuku
bulmadığı görüşünde hem fikirdir. Yani, Mushaf’ın iki kapağı arasında yer alan
ayetlerin hiçbirinde hiçbir şekilde nesh vuku bulmamıştır. Ahmed Han’a göre
nesh, Kur’an’ı adeta şairlerin not defterine dönüştürür. Ahmed Han’ın neshe karşı
çıkmasının temelinde oryantalistlerin Bakara 2/ 106. ayeti, Muhammed’in
şahsından kaynaklanan tutarsızlığın ilahi müeyyideye olan ihtiyacının bir
göstergesi şeklinde yorumlamaları yatmaktadır. Ona göre Kur’an monolitik bir
gerçekliktir. Gerçekte, nesh dinler arasında geçerlidir.
Meşrıkî, Kur’an’daki
müteşabihlerin anlamlarını ilimde yetkinleşen kimselerin anlayabileceğini
düşünmektedir.
Perviz, Kur’an’daki
lafızların nüzul dönemindeki anlamlarını tespit etmeye, Kur’an’ın bu
anlamlardan hangilerini nerede ve ne şekilde kullandığını belirlemeye özel bir
önem atfetmiştir. Ne var ki o, tespitine çalıştığı orijinal ya da nesnel
anlamların, hadis metinleri, esbâb-ı nüzul vs. tefsir rivayetleri gibi, nüzul
dönemine ışık tutan araçlar olmaksızın ne şekilde belirleneceği meselesini
atlamıştır.
Hâfız Eslem gibi bazı
şahsiyetler, Kur’an’da geçmiş peygamberlere ve erdemli insanlara nisbet edilen
mucizevî olayları kabul etseler de Ahmed Han, Perviz ve Ahmedüddîn’in temsil
ettiği genel eğilim, mucizelerin tümden reddedilmesi ve bunların mecazi olarak
anlaşılması veya sözün bağlamının mucizeye delalet etmeyecek bir anlam
çerçevesine oturtulması gerektiği yönündedir.
Öztürk’ün kanaatine
göre, ‘Ulûmu’l-Kur’ân ıstılahının içeriği, lügat ilminden astronomiye,
kıraatten hendese ve tıbba kadar Kur’an’la doğrudan ve dolaylı olarak ilgisi
kurulan çok geniş bir malumat alanından oluşmaktadır. Bu bağlamda,
‘Ulûmu’l-Kur’ân’ın teknik anlamda dahi usulle hemen hiçbir ilgisi bulunamayan
malumattan ibaret olduğu gerçeğini teslim eden Adnan Zerzûr, Hâlid Abdurrrahmân el- Akk ve Nureddîn Itr gibi bazı
son devir Müslüman araştırmacılar, Kur’an ilimlerinden bağımsız bir tefsir
usulünün imkanından söz etmişlerdir.
Gene Öztürk’e göre;
nâsih-mensûh kapsamında zikri geçen, “metni mensuh hükmü baki ayet” vs.
kategoriler, Kur’ân’ı anlamaya yardımcı olmak şöyle dursun, ilahi kelamın
metinsel mevsukiyetine halel getirecek bir mahiyet arzetmektedir. Kur’an’daki tekrarlar, müşkil ifadeler,
ayetler arasındaki tenâsüb ve insicam türünden konular ise Kur’ân’ı yazılı bir
belge ya da kitap gibi okuma alışkanlığının mukadder sonucu olarak, onun edebî
eşsizliğine, her harfinde ayrı bir i’câz vechi bulunduğuna vurgu yapan ve fakat
nesnel-bilimsel kriterlerden ziyade, dinî hamiyete dayanan basmakalıp
ifadelerle geçiştirilmektedir.
Genellikle “tefsir
usulü” anlamında kullanılan ‘Ulûmü’l-Kurân terimi ise anlama ve yorumlamayla
ilgili bir yöntem bilgisi değil, Kur’ân’la doğrudan veya dolaylı şekilde ilgisi
kurulan çok geniş bir malumat alanına delalet etmektedir.
Tefsir için kaynak olarak sadece Kur’ân-ı Kerîm’in, Resûl-i
Ekrem’in sünnetini, sahâbeyi ve sahâbeden faydalanan nesli esas alan ve “me’sûr
tefsir” diye de adlandırılan yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre müfessir bu yollarla gelen
bilgiyle yetinir ve Kur’an’ı bu kaynaklara dayanarak yorumlar. Abdürrezzâk es-San‘ânî’nin dört cüz halinde
neşredilen Tefsîrü’l-Ķurân, Taberî’nin Câmiu’l-beyân an tevîli âyi’l-Ķurân,
İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî’nin bir kısmı günümüze ulaşan on cildi aşkın
et-Tefsîr, İbn Ebû Hâtim’in Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm, Ebü’l-Leys
es-Semerkandî’nin Tefsîrü’l-Ķurâni’l-Kerîm (Tefsîru Ebi’l-Leyŝ es-Semerķandî),
Ebû İshak es-Sa‘lebî’nin el-Keşf ve’l-beyân an tefsîri’l-Ķurân, Begavî’nin
Meâlimü’t-tenzîl, İbn Atıyye el-Endelüsî’nin el-Muĥarrerü’l-vecîz, İbn
Teymiyye’nin et-Tefsîrü’l-kebîr ve Deķāiķu’t-tefsîr, İbn Kesîr’in
Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm, Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-menŝûr fi’t-tefsîr bi’l-meŝûr ve
İbn Akīle’nin el-Cevherü’l-manžûm fi’t-tefsîr bi’l-merfû min kelâmi
Seyyidi’l-mürselîn ve’l-maĥkûm adlı çalışmaları rivayet tefsirinin önde gelen
örnekleri arasındadır. Şevkânî’nin Fetĥu’l-ķadîr: el-Câmi beyne
fenneyi’r-rivâye ve’d-dirâye min ilmi’t-tefsîr adlı eseri gibi rivayet ve
dirâyet yöntemlerini kendi sınırları içinde kullanan eserler de meydana getirilmiştir.
Re’y tefsiri ve aklî
tefsir de denilen bu yönteme göre müfessir rivayet tefsirinin kaynaklarını ve
yöntemini kullanmakla yetinmez; yer yer bu kaynakların verilerini eleştirir,
rivayetin ortaya koyduğu bilginin yetersiz kalacağı düşüncesiyle ilgili âyeti
veya sûreyi yorumlamaya çalışır. Bu tefsir tarzında müfessir daha aktiftir;
elinde bulunan kaynakları akıl süzgecinden geçirir, bir bakıma ictihad yapar. Dirâyet
tefsirinin kuvvetlenmesinde tefsir rivayetlerindeki zafiyet, İsrâiliyat’ın,
mevzû hadislerin artması ve rivayetlerin sorunları çözmede yetersiz kalması
gibi sebepler de etkili olmuştur.
Dirâyet tefsirlerinin en meşhuru Mu‘tezilî Zemahşerî’nin
el-Keşşâf adıyla bilinen tefsiridir. Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ı,
Kādî Beyzâvî’nin Envârü’t-tenzîl’i ve Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin
Medârikü’t-tenzîl’i bir bakıma el-Keşşâf tefsirinin Mu‘tezilî görüşleri
çıkarılıp genişletilmiş veya özetlenmiş şeklidir. İbnü’n-Nakīb el-Makdisî’nin
100 cilt kadar olduğu bilinen ve mukaddimesi neşredilen et-Taĥrîr
ve’t-taĥbîr’i, Ali b. Muhammed el-Hâzin’in Lübâbü’t-tevîl’i, Ebû Hayyân
el-Endelüsî’nin el-Baĥrü’l-muĥîŧ’i ve en-Nehrü’l-mâd’ı, Ebüssuûd Efendi’nin
İrşâdü’l-aķli’s-selîm’i dirâyet tefsirinin diğer örneklerindendir. Kurtubî’nin
aynı zamanda ahkâm tefsiri olarak da kabul edilen el-Câmi li-aĥkâmi’l-Ķurân
adlı geniş tefsiri dirâyet tefsirinin başarılı örneklerinden sayılır.
Kur’an’ın keşf ve ilham yoluyla
açıklandığı tefsirler için kullanılan bu tabir yerine “remzî tefsir” veya
“tasavvufî tefsir” de denir. Bu tefsir biçiminin tutarlı bir esasa dayanmayan
bâtınî tefsirden ayrılan yönleri vardır. Her ne kadar bu türden tefsir yazanlar
kendilerinin Kur’an’ın iç anlamıyla uğraştıklarını söyleseler de çoğunlukla
zâhirî mânaya karşı çıkmamışlar, açık nasla ortaya konan hükümleri inkâr
etmemişlerdir. Tasavvufta gizli anlamın açığa çıkarılması için yapılan yoruma
serbestlik derecesine göre istinbat, işaret ve itibar denir ve bu metotla
ulaşılan anlamı ifade etmek üzere tefsir veya te’vil kelimeleri yerine hakikat,
latife ve sır gibi terimler kullanılır.
İşârî tefsirin tarihi de eskilere gitmektedir. Zira sahâbîler
olayların hikmet boyutu üzerinde düşünmeyi bir hayat felsefesi gibi
benimsemişlerdir. ( Kur’an’ı rey ile tefsir eden cehennemdeki yerine hazırlanırken
nasıl olurda hislere dayalı tefsir yapmak caiz görülmüştür. Bu yapılan şeye
sahabe acaba tefsir diye mi niteliyordu?)
İşârî tefsirde tedvin dönemi sahâbe sonrasına rastlar.
Hasan-ı Basrî’nin adı işârî tefsirde de öne çıkar. Onun şahsındaki âlimlik ve
zâhidlik tefsir yorumlarına yansımıştır. Bazı işârî yorumlar ondan talebelerine
intikal etmiş, nihayet Sehl et-Tüsterî’nin “Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm” adlı
eseriyle işârî tefsir olarak kayda geçirilmiştir. Muhammed b. Hüseyin
es-Sülemî’nin “Ĥaķāiķu’t-tefsîr”i, Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin “Leŧâifü’l-işârât”ı,
Rûzbihân-ı Baklî’nin “Arâisü’l-beyân”ı, Necmeddîn-i Dâye’nin “Baĥrü’l-ĥaķāiķ
ve’l-meânî”si, Abdürrezzâk el-Kâşânî’nin “Tevîlâtü’l-Ķurân”ı, Hüseyin Vâiz-i
Kâşifî’nin “Mevâhib-i Aliyye”si, Baba Ni‘metullah b. Mahmûd en-Nahcuvânî’nin “el-Fevâtiĥu’l-ilâhiyye
ve’l-mefâtîĥu’l-ġaybiyye”si, İsmâil Hakkı Bursevî’nin “Rûĥu’l-beyân”ı ve
Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî’nin “Rûĥu’l-meânî”si işârî tefsirin klasiklerinden
sayılır. Tasavvufta yeni bir anlayış getiren Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin birçok
eseri işârî tefsir niteliği taşımakla birlikte kendisine nisbetle yayımlanan
Tefsîrü’l-Ķurâni’l-kerîm ve Tefsîru Muĥyiddîn b. Arabî’nin kendisine aidiyeti
şüphelidir; ancak onun da işârî bir tefsiri bulunduğu nakledilmektedir.
İşârî tefsir, genelde Orta Asya Türk dünyasında, Türklerin
uzun süre egemenlik kurduğu İran, Hindistan, Anadolu ve Balkanlar gibi
coğrafyada yaygınlaşmış, bu tefsirler halk üzerinde etkili olmuştur. Özellikle
Osmanlıların yükselme devri sonrasından yıkılışa kadarki dönemde halk daha çok
tasavvufî tefsire rağbet etmiş ve matbaanın kullanılmasıyla birlikte en çok bu
türden tefsirler basılmıştır.
Ağırlıklı olarak ilk
dört asır içerisinde (VII-XI) meydana gelen, daha çok lafızların ve cümlelerin
delâletini, Kur’an’ın üslûbunu, dil inceliklerini, Kur’an metnindeki iç
bütünlüğü dikkate alan bu çalışmaların amacı âyetlerin anlamında ortaya
çıkabilecek kaymaların ve yanlış yorumlamaların önüne geçmektir.
Çok sayıda dirâyet
tefsirinde karma yöntemin kullanıldığı, bir yandan rivayetlere değer verilirken
diğer yandan dil tahlillerinin yapıldığı, kıraat farklılıklarına dikkat
çekildiği ve aklî yorumun geniş biçimde kullanıldığı görülmektedir. Bu konuda
Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ı ilk sırada yer almaktadır. İbnü’n-Nakīb
el-Makdisî’nin et-Taĥrîr ve’t-taĥbîr’inde de karma yöntem başarılı şekilde
uygulanmıştır. Şevkânî’nin Fetĥu’l-ķadîr’inde, Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî’nin
Rûĥu’l-meânî’sinde ve XX. yüzyılda yazılan tefsirlerin büyük bir kısmında karma
yöntem tercih edilmiştir.
Te’vil, İslâm’ın erken
dönemlerinden itibaren genellikle muhkem-müteşâbih konusu ekseninde
tartışılmıştır. Nasları yorumlama faaliyeti anlamındaki “te’vil”in,
Müslümanların on dört asrı aşkın ilmi geleneğinde üç varyasyonu mevcut olup bu
varyasyonlar aslında üç ayrı bilgi sisteminin ürünüdür. Câbirî, “beyan, irfan
ve burhan” diye bunları kategorize etmiştir.
İslâm ilim geleneğinde
beyânî bilgiyi esas alan zümre, dilciler-belâgatçılar başta olmak üzere usûl-i
fıkıhçılar ve kelamcılardan oluşmaktadır. Câbirî’ye göre bu üç sahadaki
ulemanın Mu’tezilî, Eş’arî, Hanbelî, Zâhirî veya Selefî olması, beyan
kategorisi açısından hiçbir problem teşkil etmez. Tanrı, varlık, hadiseler ve dini meselelerle
ilgili gerçek bilginin duyusal veriler, akıl yürütme veya burhânî
kanıtlamalarla değil, keşf ve ilham yoluyla elde edilebileceği düşüncesine
dayanan irfânî bilgi sistemi ise sufiler ve Şia’nın özellikle
Bâtıniyye-İsmâiliyye kanadı tarafından temsil edilmektedir. Akıl ve mantığın
kesin sonuçlarına dayalı düşüncenin esas alındığı burhâni bilgi sistemine
gelince, bunun temsilcileri de mantıkçılar ve filozoflardan oluşmaktadır.
Beyânî te’vil’in ne
tür bir faaliyet olduğuna gelince, Öztürk’e göre bu sorunun cevabı te’vil’in
klasikleşmiş tanımlarında saklıdır. Ebü’l-Bekâ’nın aktardığı tanımlardan birine
göre te’vil, “Allah’ı şahit tutmaksızın ve kesinlik iddiasında bulunmaksızın
(nassın yahut lafzın) muhtemel manalarından birini tercih etmektir.” Bu vb.
tanımlardan te’vilin bir tercih, istihraç ve istinbat işi olduğuna dikkat
çekilmektedir. O halde te’vil bir içtihat yahut ictihâdî bir etkinliktir.
Nitekim, klasik fıkıh usulünde umumun tahsisi, mutlakın mukayyede hamledilmesi
ve müşkil ifadelerin te’vili gibi çabalar da lafzın zahirinden hüküm çıkarma
içtihadı bağlamında değerlendirilmektedir.
Kısaca, beyânî te’vil
bir içtihat biçimidir. Peki içtihadın epistemik değeri nedir? Bilindiği gibi
içtihat, yorum öznesinin (fakih, müfessir, müevvil) ilahi iradeyi keşfetme
çabasıdır. Ancak bu çabayla ulaşılan sonuçlar dogmatik bir içeriğe/niteliğe
sahip olmayıp her zaman eleştiriye, kabul ve redde açıktır.
Şiî geleneğinde te’vil
hikmetle özdeş bir kavramdır. Genel Şiî itikadına göre te’vil Hz. Ali’den Ehli
Beyt mensuplarına kesintisiz ve eksiksiz bir şekilde intikal eden irfânî
bilgiye dayandığı için İmam çoğu zaman “Konuşan Kur’an” (Kur’an-ı Nâtık) diye
nitelendirilmiş; ilahi hitabın kendisi ise bir yorumcuya muhtaç olmasından
dolayı “Susan Kur’an” (Kur’an-ı Sâmit) olarak telakki edilmiştir.
Şia’nın bilgi
kaynakları arasında duyu ve akıl yer almadığına göre genelde din, özel de
te’vil konusunda akla mesağ yoktur. Nitekim İsmâilî teolojide aklın dini
meselelerde hakem kılınması kesinlikle caiz değildir. Şiî gelenekte nassın
bâtınî manasına ulaşma çabasını ifade eden te’vil, kesinlikle akli ve içtihadi
bir etkinlik değildir. Diğer bir deyişle, Şia’nın bâtınî te’vil nazariyesine
göre tefsir, linguistik veriler çerçevesinde lafzın anlamını ortaya koymakla
sınırlı bir faaliyet iken, teorik olarak sadece masum imamların ve onların
yetki verdiği ehliyet sahibi insanların tekelinde olan te’vil faaliyetinde, dil
kurallarına ve nassın zahiri anlamına bağlı kalmak gibi bir zorunluluk yoktur.
Burhânî te’vilin İslâm
düşüncesindeki en meşhur kuramcısı, Meşşâî okulunun son temsilcisi olan
Ebü’l-Velîd İbn Rüşd’dür (ö.595/1198). İbn Rüşd’e göre te’vil, lafzın
delaletini hakikatten mecaza hamletmektir. Ancak te’vilde, Arapların lisani
örflerindeki mecaz kaidelerini, mesela, bir şeyi benzeri veya sebebiyle
isimlendirme gibi ifade ve üslup özelliklerini (mecâz-ı mürseller) ihlal
etmemek gerekir.
İbn Rüşd, te’vilin
sıhhatini Arapların lisani örflerini ihlal etmemek şartına bağlamak ve yine onu
dilsel verilerle muvafık olmak koşuluyla meşruiyet kesbeden bir faaliyet olarak
değerlendirmekle, genelde beyan alimlerinin, özelde ise usulcülerin yanında yer
almış gözükmektedir. Ancak o, te’vile ne zaman başvurulması gerektiği
meselesinde beyan ulemasından biraz farklı düşünmektedir.
İbn Rüşd’ e göre
nasların tümü zahiri manaya hamledilemez ama tümüyle te’vil de edilemez. Yine
ona göre hakikat zıt olamaz, dolayısıyla akılla elde edilen bilgi ile vahiy
yoluyla elde edilen bilgi asla bir birine ters düşmez. Bilakis akılla vahiy
uyum halindedir. Bu uyum, ya doğrudan nassın zahirinden anlaşılan mana ile veya
burhana dayanan te’villerle gerçekleşir. Ancak, her hangi bir konuda şeriatın
verdiği bilgiyle burhanın verdiği bilginin birbirine uygun düşmemesi halinde
problem doğar. Bu problemin tek çözümü, şeriatın verdiği bilginin te’vil
edilmesidir. Fakat burada te’vilin Kur’anî söyleme büsbütün yabancılaşmaması
için dilsel kayıt ve kurallara riayet etmek gerekir.
Öztürk’e göre, İbn
Rüşd, burhan yoluyla elde edilen bilginin şeriatın zahirine ters düşmesi
halinde nassın te’vil edilmesi gerektiğini söylemekle, bir bakıma aklı nakle
mukaddem kılmış olmakta ve bu yaklaşımıyla Mu’tezile’nin, zahiri mana
cihetinden özellikle tevhid ve adalet ilkesine ters düşen ayetleri-ki bu tür
ayetler Mu’tezililerce müteşabih olarak değerlendirilir-te’vil edilmesi
gerektiği tezini hatırlatmaktadır.
İbn Rüşd, nasları
ifade ve üslup açısından ikiye ayırır. Bunlardan ilki, kastedilen mana
zahirinden anlaşılan naslardır. Bu tür
naslar hiç kimse tarafından hiçbir şekilde te’vil edilemez. İkincisi ise zahiri
anlamı, anlatılmak istenen gerçek mana olmayıp onun örneği ve benzeri olan
naslardır.
İbn Rüşd, irfan
ehlinin Kur’an’ın zahir ve batın diye tabir edilen iki ayrı anlam düzeyi olduğu
savını hatırlatan bir yaklaşımla, zahiri nassın muktezasına herkesin uyması
gerektiğini belirtir. Ona göre Kur’an’ın te’vile açık yönüne uymak ise yalnızca
ilim adamları için farzdır. Gerçek ilim ehlinin yalnızca kendileri tarafından
anlaşılabilen içrek (batıni) anlamları halka açıklamaları, küfür riski taşıdığı
için son derece yanlıştır.
Hadisler, Hz. Peygamber’in
sözü olarak üstün bir değer ifade ettiği gibi Kur’an’ı herkesten iyi anlayan ve
âyetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah Resûlünün görüşü
olarak büyük önem taşır.
Birçok âyette Hz.
Peygamber’e itaatin emredilmesi ve özellikle, “Resulün size verdiğini alın,
yasakladığından da sakının”(el-Haşr 59/7) şeklinde kesin bir tâlimatın
bulunması, Kur’an’da açıkça zikredilmeyen hususlarda Resûl-i Ekrem’in ortaya
koyduğu uygulamanın benimsenmesi gerektiğini göstermektedir. Allah ile
Peygamber’in verdiği hükümlere müslümanların aykırı davranma muhayyerliğinin
bulunmadığını (el-Ahzâb 33/36), aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Peygamber’i
hakem tayin edip onun verdiği hükme gönül hoşnutluğu ile boyun eğmedikçe iman
etmiş sayılmayacaklarını (en-Nisâ 4/65), Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı
umanlarla Allah’ı çok zikredenler için Resûlullah’ın güzel bir örnek olduğunu”
(el-Ahzâb 33/21) belirten âyetler, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerinin
müslümanlar için vazgeçilmez olduğunu
göstermektedir.
İmam Şâfiî Kur’an’ı
vahy-i metluv saymış, bunun karşılığında sünnet veya hadislere de vahy-i gayr-i
metluv demiştir. Ancak hadisler lafzın Allah’a ait olmaması, hem lafzı hem mânasıyla
mûciz olmaması, bizzat Hz. Peygamber’in emriyle tamamının yazıya geçirilmemesi
ve ibadet maksadıyla ezberlenip okunmaması bakımından Kur’an’dan ayrılmaktadır.
Bir takım sebepler
nedeniyle başlangıçta Resûl-i Ekrem hadislerin sadece şifahî olarak rivayet
edilmesine izin vermiştir. Hz. Peygamber, Abdullah b. Amr b. Âs gibi okuma yazma bilen
genç ve dikkatli sahâbîlerle hâfızasının zayıflığından şikâyet edenlere
hadisleri yazma konusunda izin vermiş, bir konuşmasının yazılıp kendisine verilmesini
isteyen Yemenli Ebû Şah gibi kimselerin isteklerini de reddetmemiştir. Daha
sonraki yıllarda ise âyetlerin çoğunun nâzil olması, bunların yazımında gerekli
titizliğin gösterilmesi, Kur’an hâfızlarının çoğalması, müslümanların
ekseriyeti tarafından Kur’an üslûbunun kavranması ve artık kendi sözlerinin
Kur’an’la karışması ihtimalinin veya hadisle meşgul olup Kur’an’ı ihmal etme
endişesinin kalmaması üzerine hadisleri yazmak isteyenlere izin vermiştir.
Hadis uydurma
faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte tedvin başlamıştır. I. (VII.) yüzyılın
ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. Hadisi bir
ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından râviler titizlikle takip
edilmiş; yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid‘atla ilgileri bulunup
bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hâfızalarının zayıf olup
olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta‘dîl ilmi doğmuş,
bunun sonucunda râvilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana
gelmiştir.
Halife Ömer b.
Abdülazîz, tedvîn işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere,
Medine halkına, tanınmış âlimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebû Bekir
b. Hazm’e gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından
endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber’in hadislerinin ve sünnetlerinin
araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir.
Ashabın fetvalarını
sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok
sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), ulaşabildiği
hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan
muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülazîz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak
çeşitli bölgelere göndermiştir. Sahâbe tarafından kaleme alınan sahîfeler bir
yana, bir tesbite göre I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.)
yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık
belgeleriyle bilinmektedir.
IV. (X.) yüzyılda da
hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin
kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahî rivayet yavaşlamaya başlamış,
genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen
hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı
âlimler IV. yüzyılın başını mütekaddimîn döneminin sonu, müteahhirîn devrinin
başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir.
Özetle: Hadislerin
tedvîni daha I. (VII.) yüzyılda başlamış, II. (VIII.) yüzyılda hemen hemen
kaydedilmedik hadis malzemesi bırakılmadığı gibi müsnedlerin yanı sıra
konularına göre tasnif edilen muvatta’, câmi‘ ve sünen türü eserler meydana
getirilmiştir.
Genellikle II ve III yüzyıllarda
yapılan hadis tahsili yolculukları IV. yüzyılın sonuna doğru azalmakla beraber
V. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Bu seyahatlerin eski canlılığını
yitirmesinin bir sebebi hadislerin kitaplarda toplanması, diğer bir sebebi de
IV. yüzyıldan itibaren “dârü’s-sünne” adıyla bazı hadis öğretim müesseselerinin
kurulmaya başlamasıdır. V. yüzyılda ilki Bağdat’ta olmak üzere teşekkül eden ve
tanınmış ilim adamlarını bünyesinde toplayan Nizâmiye medreseleri VI. yüzyıldan
itibaren “dârü’l-hadîs” adıyla önce Dımaşk’ta, daha sonra Mısır ve Bağdat’ta,
Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar devrinde ise pek çok İslâm ülkesinde kurulup
yaygınlık kazanmış, böylece hadis tahsilinin belli mekânlarda yapılması
sağlanmıştır.
İmâmiyye Şîası’na göre
hadis, Hz. Peygamber ile onun gibi mâsum kabul ettikleri on iki imamın sözleri,
fiilleri ve takrirleri olup bunlar arasında fark yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem’e
gelen “ruh” onun vefatından sonra imamlara intikal etmiştir. Bu anlayışla ilgili
olarak altıncı imam Ca‘fer es-Sâdık’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Benim
sözüm babamın sözüdür, babamın sözü dedemin sözüdür, dedemin sözü Hüseyin’in
sözüdür, Hüseyin’in sözü Hasan’ın sözüdür, Hasan’ın sözü Emîrü’l-müminînin (Hz.
Ali) sözüdür, onun sözü Resûlullah’ın, Resûlullah’ın sözü de Allah’ın
kelâmıdır”. Netice itibariyle peygamberlerinkine benzer bir makama sahip olan
ve onlar gibi Allah tarafından tayin edilen imamların sözü Allah’ın sözüdür;
çünkü onlar meleklerin ve peygamberlerin bildiği her şeyi bildikleri gibi
öğrenmek istedikleri bilgiyi doğrudan Allah’tan alma imkânına sahiptirler. Ayrıca
Resûl-i Ekrem’in Hz. Ali’ye yazdırdığı yetmiş zirâ uzunluğundaki “Câmi‘a” adlı
sahîfede insanların muhtaç olduğu her şey, kıyamete kadar vuku bulacak her
olay, bütün helâl ve haramlar, hatta cennetliklerin isimleri bile yazılıdır;
çürümesi ve yıpranması mümkün olmayan bu sahîfe Hz. Ali vasıtasıyla imamlara
intikal etmiştir. Hz. Peygamber’e Mi‘rac gecesi verilen, ondan da Hz. Ali’ye ve
imamlara intikal eden “Dîvânü’ş-Şî‘a” adlı bir kitapta da bu tür bilgiler
mevcuttur. Ca‘fer es-Sâdık’ın yanındaki “el-Cifrü’l-ebyaz” adlı eserde Zebûr,
Tevrat, İncil, Hz. İbrâhim’e verilen sahîfeler ve Hz. Fâtıma’nın mushafı
bulunmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’den
sonra en çok itibar edilen şu dört kitap (Kütüb-i Erbaa) Sünnîler’in Kütüb-i
Sitte’sinin önemine sahiptir: 1. Küleynî’nin (ö. 329/940) el-Kâfî’si 2. İbn
Bâbeveyh el-Kummî’nin (ö. 381/991) Men lâ yaĥđuruhü’l-faķīh’i 3. Ebû Ca‘fer et-Tûsî’nin (ö. 460/1067)
Tehźîbü’l- aĥkâm’ı 4. Yine Ebû Ca‘fer et-Tûsî’nin el-İstibśâr’ı ve
Tehźîbü’l-aĥkâm’ın ihtisarından ibaret olan eserde 5.511 ahkâm hadisi
bulunmaktadır.
Bir hadisin sahih
olabilmesi için onu, mâsum olan Hz. Peygamber’e veya imama varıncaya kadar
İmâmiyye’den âdil bir râvinin her tabakada yine kendisi gibi âdil ve İmâmiyye’den
olan râviden alarak muttasıl bir senedle rivayet etmesi gerekir. Bir hadisin
şâz olması sahih olmasına engel değildir.
Genellikle Şiîler
yalancı, hatta mürted, kâfir, fâsık ve münafık saydıkları sahâbîlerin
rivayetlerini ihtiva etmesi sebebiyle Kütüb-i Sitte’nin hadislerine
güvenilemeyeceği görüşündedirler. Mâsum imamlardan Ca‘fer es-Sâdık’ın, ashabın
Hz. Peygamber hakkında doğru söylediğini belirtmesine rağmen Şîa’nın sadece
Selmân-ı Fârisî, Ebû Zer el-Gıfârî, Mikdâd b. Esved ve Ammâr b. Yâsir gibi belirli
sahâbîleri güvenilir kabul edilir.
Şarkiyatçılar, Hz.
Peygamber’in hadisleri yazmayı yasaklaması sebebiyle sahâbîler tarafından pek
az hadisin rivayet edildiğini, hadis külliyatını dolduran rivayetlerin çoğunun
Hz. Muhammed’le ilgisi bulunmadığını, bunların, ortaya çıkan yeni meselelere çözüm
getirmek için II ve III. yüzyıllarda İslâm hukukçuları tarafından uydurulduğunu
ileri sürerler. Ayrıca hadislerin farklı görüşlere mensup kimseler tarafından
ortaya atılması yüzünden birbiriyle çeliştiğini, esasen bir kısmının
Tevrat’tan, İncil’den ve eski hurafelerden derlendiğini iddia ederler. Onların
bu tutumunun ardında yatan temel fikir ise İslâm’ın ilâhî vahye dayanmadığı ön
yargısıdır.
Joseph Schacht,
Sholomo Dow Goitein, S. V. Fitzgerald, H. G. Bousquet gibi bazı şarkiyatçıların
da aralarında bulunduğu ve çoğunu müslüman hukuk tarihçilerinin oluşturduğu bir
gruba göre ise İslâm hukuku doğuşu itibariyle orijinaldir, vahye dayanır,
hiçbir yabancı hukuktan iktibas edilmiş değildir. Tesir sonraki dönemlere ait
olup daha ziyade kamu hukuku alanındadır ve bu da oldukça sınırlıdır.
Mukayeseli olarak
bakıldığında fıkhın (İslâm hukuku) beşerî hukuklara göre birtakım temel farklar
ve özellikler taşıdığı görülür. Birinci olarak fıkıh kaynağı itibariyle ilâhî
olup Kur’ân-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde ifadesini bulan vahye dayanmaktadır.
Gerek Hz. Peygamber’in gerekse diğer âlimlerin ictihadlarına dayanan fıkıh da
ilhamını, ölçüsünü vahiyden almaktadır. Öte yandan diğer hukuklarda hukukî ve
cezaî müeyyidelerin etkisi dünya hayatı ile sınırlı kalırken İslâm hukukunda
müeyyideler ebedî hayata da taşınmaktadır. Ayrıca iyi niyetle kanuna itaatin
dünyevî sonuçlarına ilâve olarak sevabı, itaatsizliğin de uhrevî sorumluluğu ve
günahı vardır ki bu müeyyidenin yanında teşvik olarak önemli bir rol
üstlenmektedir. Dünyevî ve maddî müeyyidenin yanı sıra sevap ve günah telakkisi
vicdanların eğitilmesinde, kanuna itaatin aynı zamanda bir iman ve kulluk
vazifesi olarak algılanmasında etkili olmaktadır. Fıkıhta kanun koyucu
Allah’tır.
Hz. Peygamber devri
fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi
altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla
bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin
hicretten önce Mekke’de geçen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok
inanç, ibadet ve ahlâk konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt
yapı oluşturulmuştur. Medine’de ise İslâm Allah-fert ilişkileri yanında sosyal
hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla,
diğer taraftan anayasa, ceza, muhakeme usulü, muâmelât, devletler arası
münasebetlerle ilgili birtakım hüküm ve kaideler konulmuştur.
Fıkhın bu dönemde üç
temel özelliği vardır: Tedrîcilik, kolaylık ve nesih. Fıkıhla ilgili hükümler
ya Kur’ân-ı Kerîm yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar
üzerinde düşünme, kafa yorma (ictihad: kıyas, istidlal), yahut da bunlardan
birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci
döneminde bu kaynakların ilk ikisi tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm
çıkarma usulleri ise ya kullanılmış veya ileride kullanılabileceği
açıklanmıştır. Âyet ve hadisler ibadetler, aile hayatı, içtimaî hayat, beşerî
münasebetler, fert-toplum ilişkisi, devletler arası ilişkiler gibi ferdî ve içtimaî
hayatın her alanında bazen genel hüküm ve ilkeler, bazen de özel ve ayrıntılı
hükümler koyarak sonraki dönemlere ölçü ve örnek olabilecek yeterli açıklamayı
getirmiş, bu yönüyle İslâm teşriinin çatısı Hz. Peygamber döneminde
tamamlanmıştır. Fıkıh kaynağı olarak sünnet Kur’an’ın açıklanması gereken
âyetlerini açıklamakta, temas etmediği konularda doldurulması gerekli
boşlukları doldurmaktadır.
Fıkıh tarihinin ikinci
dönemi, bir kırılma noktasıyla Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler şeklinde ikiye
ayrılmaktadır. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde fıkhın kaynakları bakımından önemli
olan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahâbe içtihadının Hz. Peygamber’e
arzı ve tasvibinin alınması imkânının ortadan kalkmış bulunmasıdır. Bundan
böyle fıkıh, Kitap ve Sünnet’in sınırlı nasları ile re’y içtihadına
dayanmaktadır. Bu devirde re’yin mânası, Kitap ve Sünnet’in hükmünü
açıklamadığı meseleleri nasların parça parça ve bütün olarak açıklamalarına
dayanıp bunlar üzerinde düşünerek hükme bağlamaktır. Terim olarak adları
konmamakla beraber sonradan istihsan, istislâh, örf, kıyas isimlerini alan
metotlar da re’y çerçevesi içinde kullanılmıştır.
Şarkiyatçıların
ısrarlı inkârlarına ve olumsuz yorumlamalarına rağmen son elli yıl içinde
yapılan araştırmalar, diğer temel İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da
tedvînin Hz. Peygamber devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugün
anlaşıldığı mânada fıkıh risâlelerinin yazımı sahâbe devrinin sonlarında
başlamış ve Emevîler döneminde gelişmiştir. Ancak bu risâlelere ve daha sonraki
dönemlerde yazılacak kitaplara kaynaklık eden fıkıh yazıları daha önceden
başlamıştır. Fuat Sezgin bu gerçeği ortaya koyan bazı önemli örnekler tesbit
etmiştir.
Fıkıh tarihi
bakımından en önemli gruplaşma Irak (Kûfe) ile Hicaz (Medine) fukahası arasında
meydana gelmiştir. Medineliler, kendi bölgelerinde yaşayan âlimlerden bir teyit
bulunmadıkça Kûfe ve Şam kaynaklı rivayetleri kullanmıyor, bunları delil olarak
geçerli saymıyorlardı; gerekçeleri de bu bölgede meydana gelen siyasî olaylar,
kargaşa ve fitnelerin re’y ve rivayetlere olumsuz tesiriydi. Emevîler’in sonu
ile Abbâsîler devrinin başlarında Irak medresesinden ehl-i re’y, Hicaz
medresesinden ehl-i eser (ehl-i hadîs) çıkacaktır.
Hicaz ve Irak grupları
arasındaki ihtilâf daha ziyade muhit ve hoca (bilgi kaynağı) farkına dayanmakla
birlikte bu iki okul arasında bazı usul farkları da bulunmaktadır. Her iki grup
Kitap, Sünnet ve sahâbe icmâını hüküm kaynağı olarak kullanır. Hicazlılar
Medine halkının örfüne Hz. Peygamber’in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer
verirler, muhitleri gereği hadis malzemeleri de daha zengindir. Iraklılar,
Medine örfünü kaynak olarak kabul etmezler, hadis malzemeleri azdır, mevcut
üzerinde daha titiz ayıklama yaparlar ve re’y içtihadına daha fazla yer
verirler.
Hadisler fıkıhtan önce
yazılı kaynaklarda kısmen toplanmış olmakla beraber bunların belli sistemlere
göre tasnif edilmesi fıkhın tedvîninden sonra olmuştur. Konulara göre
sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emevîler döneminde (I. [VII.] yüzyılın
sonunda ve II. [VIII.] yüzyılın başında) yazıldığı anlaşılmaktadır.
Abbâsîler devri fıkhın
olgunluk çağıdır. İctihad kapısı sonuna kadar açık olduğu gibi ictihad
hürriyeti de tam anlamıyla mevcuttur; gücü olanlar ictihad ederek dini anlayıp
yaşamakta, ictihada kudreti olmayanlar ise müctehidlere tâbi olmaktadırlar. Daha
önceki dönemde henüz doğmamış bulunan mezhepler bu devirde ortaya çıkmaya
başlamıştır. Bu dönemde, mezhepler doğmaya başlamış olmakla beraber IV. yüzyıla
kadar müslüman halk dört mezhebe bölünmediği gibi fıkıh mezheplerinin sayısı da
dört değildir.
Abbâsîler’in son
zamanları ile Selçuklular devri fıkhın duraklama dönemidir. III. yüzyıldan
itibaren başlayan mezhep taassubu gittikçe güçlendi ve âdeta düşmanlığa
dönüştü. Abbâsîler devrinin birinci döneminde (846-946) giderek ictihad
hareketi duraklamış, mezhepler doğmuş ve kadılar hükümlerini bu mezheplerden
birine göre -meselâ Irak’ta Hanefî, Suriye ve Mağrib’de Mâlikî, Mısır’da Şâfiî
mezhebine göre vermişlerdir.
Moğol istilâsından
Mecelle’ye kadar süren dönem fıkhın gerileme çağıdır. Abbâsî ve Selçuklu
hâkimiyetine son veren Moğollar, İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’a kadar
(1295-1304) devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, halkı şahsî ve dinî
işlerinde serbest bırakmışlardır. Halk ve fıkıhçılar belli mezheplere sımsıkı
sarılmış, bunları meşrû savunma aracı olarak kullanmışlar, içtihada ve
mezhepler arası iletişime kapılarını kapamışlardır.
Mecelle’den günümüze
kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır.
Cemâleddîn-i Efgānî ve tâbilerinin başlattığı uyanış ve kalkınma hareketinin
programında içtihadın önemli bir yeri vardır. Fıkıhta ictihad ve tercih
hareketi Osmanlı ülkesinde Mecelle’nin tedvînini etkileyememiş, bu kanun Hanefî
mezhebinin fetvaya esas olan hükümlerinden derlenmiştir. Ancak hareket, bazı
darülfünun hocaları ile Sırât-ı Müstakim, Sebîlürreşâd gibi mecmuaların
yazarlarına tesir etmiş, bunlar çeşitli kitap ve makalelerinde içtihadı
savunmuşlardır. Mısır’da Muhammed Abduh’un öğrencilerinden Reşîd Rızâ’nın
çıkardığı el-Menâr dergisinde bir taraftan ictihad hararetle savunulmuş,
taklide şiddetle cephe alınmış, diğer taraftan ictihad ve tercih mahsulü
fetvalar, yorumlar ve çözümler neşredilmiştir. Aynı hareketin izlerini
Hindistan’dan Fas’a, Kazan’dan Yemen’e kadar o günkü İslâm dünyasının çeşitli
ilim müesseselerinde, ulemâsında ve mevzuatında görmek mümkündür.
Yukarıda aktarmış
olduğumuz bilgilere baktığımızda “bilginin bütünlüğünü” açık bir şekilde görmek
mümkündür. Tefsir, hadis, fıkıh olarak ele almış olduğumuz, günümüzde de
ilahiyat fakültelerinde Temel İslam Bilimleri çatısı altında yer alan bu ilim
dalları bir biri ile bağlantılı ve içli dışlıdır. Bu ilim dallarından birinde
ihtisas yapmak isteyen bir kimsenin diğer ilim dalına dair derinlemesine olmasa
da belli bir düzeyde bilgisi olması gerekmektedir. Her şeyi kuşatıcı bir
şekilde bilmek mümkün değildir. Bu sebepledir ki ihtisaslaşma başlamıştır.
Fakat, alanımızla ilgili olan ilim dallarını, kavramlarını vs. bilmemiz
gerekir. Bu sadece tefsir, hadis, fıkıh ile sınırlı değildir. Tefsir ilim
dalının bu ilim dallarıyla ilişkisi olduğu kadar, dil, tarih, kültür, sosyoloji,
psikoloji, coğrafya vb. ilim dallarıyla da çok yakın ilişkisi vardır.
Tarih bir bütün
halinde ilerlemektedir. Bu bütün insanlar tarafından parçalara ayrılmaktadır.
Bu tarihi bütünlük içinde Tanrı insanlara hitap etmekte, peygamberler gelmekte,
peygamberlerle birlikte şeriat ortaya çıkmaktadır.
Nasıl insan tek yönlü
bir varlık değilse insanı temel alan vahiy de tek yönlü değildir. Vahiy
realiteyi dikkate almış, hitap ettiği insanın dilini kullanan beşer bir
peygamber göndermiş, bu insanın psikolojisini, sosyal şartlarını, kültürünü,
alışkanlıklarını, adetlerini, dikkate almış tedricilik ve nesh vaki olmuştur. Kur’an’ı
doğru bir şekilde anlayabilmemiz için perspektifimizi genişletmek, usul ve
yöntemimizi gözden geçirmek zorundayız.
el-Câbirî, M. Â.
(2011). Kur'an'a Giriş. (M. Coşkun, Çev.) Mana Yayınları.
Öztürk, M. (2011). Tefsir
Doktora: 15922717
Kur’an, M.S. 7. yüzyılın
ilk yarısında, merkezi-batı Arabistan’ın Mekke ve Medine şehirlerinde
vahyedildi. Aşağı-yukarı aynı tarihlerde, Columba (İrlandalı misyonerler)
misyonerleri İskoçya ve Kuzey İngiltere’ye, Canterburyli Augustin’in
misyonerleri ise Kent’in (Güneybatı İngiltere’de Dover Körfezi’ne sınırı olan
bir şehir) kuzey ve batısına doğru Hıristiyanlık inancını yaymaktaydılar.
Fransa’da, Meroving
kıralları büyük ölçüde göstermelik bir hükümranlık sürmekteydi.
Batı Roma
İmparatorluğu barbarlara teslim olmuş, başkenti Kostantinapol olan Doğu Roma
(Bizans) İmparatorluğu ise onların hışmından kurtulmuştu. Justinial yönetiminde
(528-565) Doğu Roma İmparatorluğu yerleşik bir güç ve medeniyet haline
gelmişti; ancak O’nun ölümünü izleyen yarım yüzyıl içinde, İmparatorluk, kısmen
diğer barbarların saldırıları, kısmen de iç sorunlar ve yetersiz yöneticiler
yüzünden kargaşaya sürüklenmişti.
Kureyş, aşağıda
sayacağımız şu peygamberleri, toplumlarını ve onlardan geriye kalan izleri
bilmekteydi: Yemen tarafında Ahkaf bölgesindeki Ad kavmi ve Peygamberi Hud, Şam
yolu üzerindeki Hicr bölgesinde Semud kavmi ve peygamberi Salih, Şam tarafında
Mean bölgesinde Medyen halkı ve peygamberi Şuayp, Ölü Deniz kıyısında Sodom kenti
halkı ve peygamberleri Lut’u. (Soy bilimcilere göre Lut, peygamberlerin atası
olan İbrahim peygamberin kardeşinin oğludur.
Soy bilimcileri Arapları üç boya ayırırlar: 1- Baide Arapları: Ad,
Semud, Amalika
kavimleri, Tasm, Cüdeys vb. Nuh (as) sonra, Arabistan Yarımadasında
yerleşen, geçmiş peygamberlerin zamanlarında kendileri ve nesilleri ortadan
kalkmış Arablardır. Ad, Semud ve Amalika kavimleri bunlardandır
2- Aribe Araplar: Yemende yaşayan ve Kahtan b. Ya’reb soyundan gelen Kahtaniler. İsmail (as) Kahtanoğulları
neslinden olan Cürhümlülerden kız alıp, bütün evladı, ana tarafından Kahtan
neslinden olduğu için, bazı tarihçiler bütün Araplar Kahtan neslindendir
demişlerdir. Aslında Arab-ı Baide denilen birinci kısım Araplardan başka bütün
Arap kabileleri iki kısım olup, birinci kısım Kahtan’ın, ikinci kısım ise
İsmail (as) neslindendir. Kahtan’ın neslinden Seba, Himyer, Evs ve Hazreç kabileleri
gelmiştir. 3- Musta’rap/ Araplaşmış Araplar: Çevre bölgelerden gelip
Arap yarımadasına yerleşmiş olan Adnaniler. Hz. İsmail bunlara nisbet edilir.)
Araplar tarihte; Hicaz, Yemen, Mısır, Kuzey
Afrika, Irak, Suriye ve Filistin bölgelerinde yaşamış, birçok devletler ve
medeniyetler kurmuşlardır. Kendilerine, Allah Teala tarafından birçok peygamber
gönderilmiştir.
Yarımadanın kuzey ve
güney bölgeleri, Muhammedî davet ile aynı dönemlerde yaşayan şiddetli
Bizans-İran savaşının doğrudan uzantısı olan dini/Siyasi çatışmaların yaşandığı
bir alan idi. Yarımadanın kuzeybatısı (Suriye ve çevresi) Mısır’a kadar
Bizans’ın kontrolünde iken, kuzeydoğusunda bulunan Irak bölgesi İran
kontrolünde idi. Güneyde yer alan Yemen ise kah bir tarafın kah diğer tarafın
müttefiki oluyor ve kontrolüne geçiyordu.
İslam’ın ilk beşiği, o
dönemin ileri derecede müreffeh bir ticari merkezi olan Mekke idi; ikinci yurdu
ise, yine bir miktar ticaretin de olduğu, zengin bir vaha olan Medine idi.
Keza, hem Mekke hem de Medine, çevredeki göçebelerle yakın ilişki
içerisindeydiler.
Kur’an’ın öncelikle
ticaretle uğraşan insanlara hitap ettiği gerçeği, diline ve düşüncelerine
yansımıştır. Yapılan bir çalışmada bunların sadece tasviri benzetmeler
olmadığı, aksine doktrinin temel noktalarını ifade etmek amacıyla
kullanıldıkları sonucuna varılmıştır. Bu tür Kur’anî ifadeler arasında şunlar
sayılabilir: insanların amelleri bir kitaba yazılır; Kıyamet günü bir
hesaplaşmadan ibarettir, herkes hesabını alır; terazi kurulur (para ve mal
mübadelesinde olduğu gibi) ve kişinin amelleri tartılır; her nefis işlediği
amellerle sorumlu tutulur; kişinin amelleri onaylanırsa o kişi ödülünü veya
ücretini alır; peygamberin davasını desteklemek Allah’a ödünç para vermektir.
Arap Yarımadası’nın
kuzey bölgeleri, teslis inancının resmiyet kazanmasının ardından, kovulup
yasaklanan heterodoks dinî gruplar için sığınak haline gelmiş ve söz konusu
gruplar bölgede işgalci konumundaki Bizans aleyhine zamanı geldiğinde
çalışmıştır.
Arap Yarımadası,
merkezi bir devlet tarafından yönetilmemesi ve güney-kuzey, doğu-batı
yönlerinden tüm yarımadayı kesen uluslararası ticaret yollarının varlığı
sayesinde oldukça geniş iletişim ve propaganda imkanları sunmakdı. Buna bir de
çevresinde sadece mal alış-verişi değil, aynı zamanda “fikir, haber ve duygu
alış verişi”nin de yapıldığı geniş panayırlar kurulan ve Arap kabilelerinin
akınına uğrayan önemli dinî merkezlerin (ki Mekke de bulunan Kabe bunlardan
sadece birisiydi) varlığını da eklersek “Cahiliye Dönemi’nde” Arap
Yarımadası’nın hiç de dünyadan kopuk olmadığı, aksine o dönemin “iki kutuplu
dünyasında her iki kutbun akımlarının buluşma noktası olduğu söylenebilir.
Cabiri’ye göre, birbirini
tamamlayan iki olgu vardır. Bunlar: Bazı Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının
yeni bir peygamberin gelmesi ile ilgili müjde ve haberleri ve “Gerçek din”i,
İbrahim’in dinini aramak üzere yapılan yolculuk.
Selman-ı Farisî
hikayesi bize, İslam öncesi dönemlerde, “hakiki din” arayışlarını somutlaştıran
ve yeni bir peygamberin gelişini muştulayan kilise ve piskoposluk arasında, tüm
Arap Yarımadası genelinde teşkilatlanmaya benzer bir durumun varlığını gösterir.
M.S. 600 yıllarında,
Arabistan’daki dini durum karmaşıktı. Vahalardaki Yahudiler ile Yemen’deki
hatırı sayılır miktardaki Yahudilerin varlığı, bir kısım Yahudi düşüncelerinin
yavaş yavaş yayılmasına neden oldu. Farklılıkları daha fazla olmakla birlikte
epeyce bir Hıristiyan etkisi de mevcuttu. Ticaret, Mekkelilerin Hıristiyan olan
Bizans ve Habeşistan imparatorlukları ile temasa geçmesini sağlamıştı.
Hıristiyanlık Yemen’de, özellikle ülkenin Habeşistan denetiminde olduğu dönemde
yayılmıştı. Göçebe kabilelerin bazıları da Hıristiyan olmuştu. Mekke de Varaka
b.Nevfel gibi münferit kişilerin Hıristiyan olduğunu biliyoruz. Diğer taraftan
daha fazla Arabın Hıristiyan olmamasının nedeni, Hıristiyanlığın kısmen siyasal
anlamlarının olması gerçeğinden kaynaklanmaktadır.
Kabile hümanizmi ve
eski putperestliğin dışında, bazı Araplar arasında, alt düzeydeki ilahlara
ilaveten, üstün bir ilah veya ‘baş ilah’ın kabul edildiği bir inanç biçiminin
de mevcut olduğu görülmektedir. Bu anlayış, müşrükleri, ‘ Allah’ı yaratıcı ve
rızık verici olarak kabul eden ve felaket anında Allah’a dua eden kişiler’
şeklinde tasvir eden ayetlerden çıkartılabilmektedir.
Cabiri’ye göre, İslam’ın
ortaya çıktığı kültürel atmosfere egemen olan “Hz. Muhammed’in önceden
müjdelenmiş olması” meselesi, bugüne kadar hep yapılageldiği gibi, “İncil’de
böyle bir ifade yok” denerek reddedilemez. Zira, bu meseleler sırf, adı “Ahmed”
ya da “Muhammed” olan “ümmî” peygamberin önceki kitaplarda müjdelenmesinden
ibaret olmayıp, Bizans İmparatorluğunun en üst yetkililerinin gözetiminde
kilise tarafından şekillendirilen “teslis” inancına karşı koyan tek tanrıcı bir
dini akımın varlığı ile de ilgilidir.
Cabiri’ye göre,
“ümmiler, kutsal kitap sahibi olmayan Araplardır” görüşünü savunan el-Ferrâ (ö.
207- Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad)’nın tespiti daha doğrudur. Tefsir, kelam ve dil alimlerinin çoğuna göre
“ümmîler” kelimesi ile kastedilenler, semavî/ ilahî bir kutsal kitaba sahip
olmayan toplumlardır. Yani ümmiler, Ehl-i Kitab’ın, daha açıkçası Tevrat’a sahip
olan Yahudiler ve İncil’e sahip olan Hıristiyanların karşı kutbunda yer
alırlar.
Birçok araştırmacıya
göre Yahudiler, putperestleri ve kendileri dışındaki tüm milletleri “ümem” diye
adlandırırlar. Bu durumda Ümmi kelimesi “ümem”e nispet olmakta, yani “ümem”e
mensup kimseler (Yahudi olmayan kimseler) anlamına gelmektedir. Tıpkı Romalıların
kendileri dışındaki milletlere vahşi insanlar anlamında “barbar” demeleri veya
Arapların Arap olmayanlara; konuşma bilmeyen, dili anlaşılmaz, derdini
anlatamaz anlamında “acem” demeleri gibi Yahudiler de kendileri dışındakilere,
“kendilerine Allah’tan kitap indirilmemiş kimseler” anlamında “ümem”
demişlerdir.
Buna göre “ümmi”
kelimesinin geçtiği ayetler bağlamları dikkate alındığında, sözü edilen
“ümmiler”in Araplar, hatta tam olarak söylemek gerekirse “Mekke’de yaşayan Arap
kabileleri” olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Kur’an’da “el-Kur’an”
kelimesinin Araplarla ilişkili olarak, buna karşılık “el-Kitap” (Tevrat
anlamında) kelimesini ise İsrailoğulları ile ilişkili olarak kullanıldığı
ayetler bu anlamı desteklemektedir.
Ayetlerden anlaşılan
Hz. Peygamber’in “ümmi peygamber” olması, ille de onun okuma yazma bilmeyen bir
kişi olduğu anlamına gelmediği gibi, Kur’an’ın Arapları “ümmiler” olarak
nitelemesi, zorunlu olarak onların okuma yazma bilmedikleri anlamına
gelmez.
Cabiri’ye göre, Hz.
Peygamber’in okuma bilmesi onun nebi ve resul olmasına zarar verecek bir durum
değildir. Zira peygamberliğin şartları arasında okuma-yazma bilmemek diye bir
şey yoktur. Peygamberlik, dini içerikli veya başka türden kitapların okunmasına
değil bizzat vahye dayanır.
Tefsircilerin büyük
bir kısmı Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmemesini Kur’an’ın, okuma yazma bilen
muhataplarına yönelttiği meydan okumaya rağmen benzerini oluşturamadıkları bir
mucize oluşunun delili olarak değerlendirmişler ve bu şekilde Hz. Peygamber’in
“ümmiliği” ile Kur’an’ın icazı arasında ilişki kurmuşlardır. Bu sebeple de
çocukluğundan vefatına kadar Hz. Peygamber’in herhangi bir şekilde okuduğunu ya
da yazdığını kabul etmekte zorlanmışlardır.
Kureyş, Hz. Muhammed’i
Kur’an’ı yazmakla değil, Ehli Kitaptan bazı köle ve hizmetçilerden yardım almak
ve onlardan bir şeyler öğrenmekle suçluyordu. Bu kimseler yabancı oldukları
dolayısıyla Arapçayı ancak köle ve efendi ilişkisi içerisinde sürdürdükleri ve
günlük hayatlarına yetecek kadar bildikleri için Hz. Peygamber’e üst düzey
belagat niteliğine sahip Arapça bir söz ortaya koyma konusunda herhangi bir
yardımda bulunmuş olduklarını söylemek olanaksızdır. Kureyş ile girişilen bu
tartışmada Kur’an’ın, Kaynağının yüceliği ve dilinin Arapça oluşuna
yoğunlaştığını kaydetmek gerekiyor.
Gizli davet üç yıl sürmüş ve bu dönemde Hz. Peygamber
insanları gizlice İslam’a davet etmiştir. Açık davet aşamasında bazı gençler ve
zayıflar İslam’a girmişlerdir. Sonra zamanla bunların sayıları çoğalmıştır. Kureyşli
inkarcılar ilk aşamada Hz. Peygamber’in söylediklerini yadırgamamakta, sadece
alay etmekle yetinmektedirler. Kureyş putlarına saldırın başlaması, ahitet
inancı ve onların küfür üzere ölmüş olan atalarının helak olduklarının
vurgulanması, Hz. Peygamber’in Kabe’de
Kureyş’in ileri gelenlerinin duyacağı şekilde Necm suresini okumasıyla açık
davet başlamıştır. Mevcut sıralamada Necm suresi 23. Sırada olup en meşhur
görüşe göre İslam’ın beşinci yılında inmiştir.
Cabiri’ye göre, açık davetin, tefsircilerin çoğu tarafından “önce
yakın akrabalarını uyar” (Şuara 26/214) ve “sana emredileni açıkça söyle”
(Hicr 15/94) ayetleri ile irtibatlandırılması pek doğru değildir, çünkü bu
ayetlerin yer aldığı her iki surede (şuara suresi ve hicr suresi) hem hacimleri
hem üslupları ve hem de konuları itibariyle ileriki dönemlere aittir. Bu
surelerin müşriklerle tartışma ve putlara saldırı ifadelerini içeren birçok
sureden sonra gelmiş olmaları dikkate alındığında, söz konusu ayetlerin açık
davetle irtibatlandırılması hem yukarıda ki rivayetlere hem de olayın mantığına
ters düşmektedir, çünkü müşriklerle tartışmaya girilmiş olması zaten “açık
davet” aşamasına girilmiş olmasını gerektirmektedir. Zira zaten bu ayetlerin
indiği dönemde açık davet yapılmaktadır. Fakat bu surelerde Hz. Peygamber’den
İslam davetini farklı bir boyuta taşıması istenmektedir: Bu ayetlerden önce
İslam daveti- gerek gizli gerek açık dönemde- ferdi karakterlidir, yani tek tek
fertler İslam’a çağrılmaktadır. Oysa; bu
ayetlerde Hz. Peygamber’den İslam’ı civardaki Arap kabilelerine sunması ve daha
ilerde (Medineli gruplarla görüştüğünde) bizzat gerçekleşeceği üzere kendisine
biat edip çağrısını kabul edecek taraftar grupları araması istemektedir. Söz
konusu iki ayeti bu esas temelinde, yani;
ilk ayetin Hz. Peygamber’e kendi kabilesi içerisinde, ikinci ayetin ise
civardaki Arap kabileleri içerisinde müttefikler aramasına yönelik emir
içerdiği şeklinde anlayacak olursak, o zaman bu ayetlerin geçtiği Şuara ve Hicr
surelerinin peygamberliğin başlamasının 9/10. Senelerinde indiğini söyleyen
rivayetleri kabul etmek /anlamlandırmak mümkün olacaktır, çünkü bu yıllar
(peygamberliğin başlamasının 9/10. Yılları) Hz. Peygamber ve kabilesine Kureyş
tarafından uygulanan ve üç yıl süren ambargonun sona erdiği yıllardır.
Açık davetin başlaması ise tarihçi ve tefsircilerin
belirttiği gibi peygamberliğin üçüncü ve dördüncü yıllarında Abdullah b.
Mesud’un Kabe’de Kureyş’in ileri gelenlerinin dinlediği bir esnada onlara
meydan okurcasına “Rahman” suresini okuması ve bunun üzerine ciddi bir şekilde
eziyete maruz kalması olayı ile başlamıştır. Diğer taraftan kaynaklar bizzat
Hz. Peygamber tarafından Kabe’de alenen okunan ilk surenin “Necm” suresi
olduğunu ve bu olayın da beşinci sene vuku bulduğunu zikrederler. O halde açık
davet Şuara ve Hicr surelerinin, yani “önce yakın akrabalarını uyar” ve
“sana emredileni açıkça söyle” ayetlerinin inişlerinden daha önce
başlamış bulunmaktadır.
Bu aşamada davet elbette tam olarak gizli değildi. “davetin
gizliliğinden maksat”, onun henüz çarşı-pazarda ve kamusal alanda açıkça ortaya
konan bir niteliğe kavuşmadığı, sadece birebir ilişkiler yoluyla insanlara
aktarılma aşamasında olduğudur.
Kur’an kelimesi
hakkında aktarılan rivayetlerden birisi de şudur: “Ona Kur’an adı verilmesinin
sebebi kişinin onu ezberlemesi ve sonra da ezberlediği şeyi ağzından söyleyerek
açığa vurmasıdır. Zira Araplar (ma karaet en-nâketu Selâkıta) yani “deve hiç
hamile kalmadı ve doğurmadı” derler. (Karae kelimesini devenin önce hamile
kalıp sonra doğurması anlamında kullanırlar.) Aynı bu kullanımdaki gibi,
Kur’an’da okuyucu tarafından önce alınır ve sonra okunarak ağızdan çıkar.
Allah, Kitabın bütününü Kur’an diye isimlendirmiştir.
Arap dilinde “okumak” sadece “kitaptan okumak” anlamıyla sınırlı olmayıp,
ezberden okumayı da kapsar. Bu sebeple Kur’an hafızlarına “kurrâ” denmiştir.
Cabiri’nin tespitine
göre, İslam davetinin açıkça ilan edilmesinden önceki dönemlerde inmiş olan
surelerde “Kur’an” kelimesi geçmemektedir. Bu kelimenin sıklıkla kullanılışı,
Kureyşlilerin Hz. Peygamber’i inkar edip sihirbazlık vb. şeylerle suçlamalarına
cevap verilen surelerde söz konusudur. Bunlar gizli davetin bitip açık davetin
başlamasından, özellikle de Hz. Peygamber’in onların putları aleyhinde
konuşmaya başladığı dönemden -yani yaklaşık olarak peygamberliğin beşinci
yılından-sonra gelişen olaylardır.
Cabiri net bir tarih
vermeksizin “Kur’an” lafzının ilk kez, iniş sıralamasında 27. Sırada yer alan
Burûc suresinde geçtiğini söyler. Bundan önceki dönemde Muhammedî vahye ilk kez
isim verilmesi ise 7. Sırada inen Tekvîr suresinde olmuştur. Bu surede ilk kez
Kur’an, Hz. Peygamber’e “mecnun”, vahye de “şeytan sözü” diyen müşriklere ret
sadedinde kendisini “değerli bir elçinin sözü”(Tekvîr 81/19) ve “alemler
için öğüt” (zikr) (Tekvîr 81/27) olarak nitelemektedir.
Ayrıca Hz. Muhammed
arkadaşlarına ve toplumuna Kur’an’ı konuşma üslubu içerisinde aktardığı için
ona “hadîs” denildiği söylenmiştir. Hadîs lafzı Kur’an’da daha çok eski
toplumların hikayelerinin ve cennet- cehennem haberlerinin anlatıldığı kısım
için kullanılır. Bir de bildiğimiz üzere hadis-i nebevi vardır.
Cabiri, zikrin daha
“hususi” iken Kur’an’ın daha “umumi” olduğunu tespit etmiştir. “Zikr”,
Muhammedî vahyin bir bölümüdür. Kur’an ise, Cebrail’in insanlara ulaştırması
için peygambere okuduğu bütün vahiy bölümlerinin toplamıdır.
Diğer taraftan bu
“okunan” vahyin korunması sadece tekrar tekrar okuyup bireysel ve toplumsal
hafızaya iyice kaydedilmek suretiyle değil, aynı zamanda imkanlar ölçüsünde
elde edilen malzemelere yazılmak suretiyle de gerçekleşiyordu. Bu şekilde vahiy
kısa süre içerisinde, sürekli artmakta olan “yazılı” sayfalar haline gelmiş ve
artık onu bu yönü ile ifade edecek bir isim gerekli olmuştu. Bu nedenle ona
(Allah tarafından) “Kitap” ismi verilmiştir.
Cabiri’nin kanaatine
göre, Kur’an’a “Kitap” isminin verilmesi, bazı hedeflere yönelik bir eylemdir.
Bu isimlendirme hem Arapları kitabı olmayan “ümmi” toplum konumundan “kitap
sahibi/Ehli Kitap” konumuna geçirmekte, hem de Yahudi ve Hıristiyanların “Ehli
Kitap” adını kendilerine mahsus sayan tekelci anlayışlarına dur demektedir.
Yani bu hem Kureyşle hem de Ehli Kitap ile olan ilişkilerin yeniden ele
alınmasını gerektiren bir eylemdir.
Müsteşrikler özellikle
19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kur’an’ın iniş sırasına göre tertibini
yapma konusuna önem vermektedirler. Bu konudaki amaçları, Muhammedî vahyin
gelişimi hakkında “nesnel” bir düşünce yapısı oluşturmak ve Hz. Peygamber’in
yaşamındaki manevi yönü tanımaktır. Müslüman alimlerin yapmış oldukları nuzül
tertibi listesini içerdiği ihtilaflar nedeniyle beğenmemektedirler. Konu ile
ilgilenen en meşhur müsteşrik, Alman Nöldeke (1836-1930)’dir. Kendisinden
öncekilerin yaptıkları çalışmalardan yararlanmış ve 1860 yılında yazdığı
Kur’an’la ilgili çalışmasında; Kur’an’ın iniş sırasına göre tertibi konusunda
“nesnel ölçütler” önermiştir. Bu önerisini, vahyin başlangıcından Hz.
Peygamber’in vefatına kadar Kur’an söyleminin gelişiminin temel hususiyeti olan
şu iki noktaya dayandırmaktadır:
-Kur’an’da yer alan,
tarihsel olaylara ilişkin işaretler: Ona göre Mekki sureler bu konuda, sadece
Mekke dönemini üç bölüme ayırmamızı sağlayacak kadar ipucu vermektedir, fakat
Medenî sureler içerisinde, inişlerinden önce gerçekleşmiş olan olaylara işaret
eden birçok ayet bulunmaktadır.
-Kur’an metninin
kendine has özellikleri: Özellikle Mekki ve Medeni sureler arasında söz konusu
olan üslup ve konu farklılıkları.
Nöldeke ve Blachere’ın
Kur’an sıralaması: Mekke dönemini üç aşamada Medine dönemini ise tek aşamada
değerlendirmektedir.
Mekke dönemi 1. Aşama:
Bu aşamada toplam 48 sure yer alır ve bu sureler dört gruptur. 1-8 arası
surelerir. Onlara göre bu surelerin ayırıcı vasıfları bir tür uzlet hali
yansıtmaları ve temizlik, doğruluk ve sabrı öğütlemeleridir. Bunlar ayrıca kısa
sureler olup Peygamber’in şahsını ilgilendiren mesajlar içerirler. İkinci
grupta ise 9-31 arası sureler yer alır. Bu surelerin ayırıcı vasfı ise
içeriklerinin zenginliği ve konularının çeşitliliğidir. Bu surelerde özel
olarak dirilme ve hesap konularına önem verilmiş, İslam inancının temeli olan
tevhit ilkesi ise henüz gündeme gelmemiştir. Üçüncü grupta 32-43 arası sureler
yer alır. Bu gruptaki surelerin konuları bir önceki grup ile aynı olmakla
beraber iki yeni konu daha eklenmiştir. Birincisi putlara saldırı, ikincisi ise
önceki ümmetler içerisinde peygamberleri yalanlayanların dünyada (ahiretten
önce) gördükleri azabın hatırlatılması. Dördüncü grupta ise 44-48 arası sureler
bulunur. Bu sureler kısa fakat zengin içerikli ve üstün bir belagat üslubuna
sahiptir.
Mekke dönemi 2. Aşama:
Bu aşamada 49-70 arasında yer alan 22 sure bulunur. Bu dönemde Kureyş,
Peygamber’in çağrısının kendi dini ve ekonomik menfaatlerine zarar vereceğini
düşündüğü için- Peygamber’e karşı- tavrını sertleştirmiştir. Bu aşamada inen
sureler şu konuları işler: Putlara saldırı, tevhit ilkesinde ısrar, kıyametin
yakınlığı tehdidi. Ayrıca bu aşamada inen surelerde uslüp sertliği bir nebze
yumuşamıştır.
Mekke dönemi 3. Aşama:
71-92 arasındaki 22 sureyi içerir. Bu dönemde peygamber davet alanını
genişletmeye çalışır ve bu kapsamda Taif yolculuğu, Arap kabileleri ile
görüşmeler ve cinlerle bir önceki aşamada inmiş olan surelerdeki konular-
tevhit ve ahiret konuları- yinelenir.
Medine dönemi: 93-116
arasındaki 24 sureyi kapsar. Bu dönemde artık Peygamber’in rolü manevi bir
lider olmaktan Ensar ve Muhacir gruplarının lideri olma durumuna intikal
etmiştir. Bu aşamada inmiş olan sureler birtakım tarihsel bilgiler içerirler
ki, bizim Medine İslam toplumunun hem iç toplumsal yaşamı ve hem de dış
ilişkileri hakkındaki bilgilerimiz işte bu surelerde verilen tarihsel bilgiler
üzerine tesis edilmiştir.
Hz. Muhammed’e
vahyedilen ayetlerin bir süre, belki de birkaç yıl, sadece Hz. Muhammed ve
Müslümanların hafızalarında muhafaza edilmiş olması muhtemeldir. Böyle bir şey
sözlü kültürün hakim olduğu bir toplumda normal bir uygulamadır. Zira, İslam
Öncesi Arap şiirleri de aynı şekilde muhafaza edilmekteydi. Ömer İbn Hattab’ın
Müslüman olmasını nakleden rivayetlere bakıldığında, bazı vahiylerin Mekke
döneminin ortalarında yazıya geçirilmiş olduğu görülür.
Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra vahiy
katiplerinin olduğu doğrulanmaktadır. Vahyin yazılmasında görevli olanlar
arasında; Osman, Ubey İbn Ka’b, Zeyd İbn Sabit ve Abdullah İbn Ebi Serh
bulunmaktadır. Bunlardan sonuncusu daha sonra dinden çıkmıştır.
Bazı Şii kaynaklarında yer alan ayetlerin çıkarıldığına dair
ifadeler çelişki içermektedir. Zira çıkarılmış olduğu söylenen ayetler tamamen
Medine döneminde inmiş olan ayetlerden oluşmaktadır. Mekke’de inen herhangi bir
parçanın çıkarıldığından hiç söz edilmemektedir. Oysa Müslümanların Medine’ye
hicretten önce içerisinde yaşadıkları sıkıntılı şartlar ve Kur’an’ın Mekke’de
inmiş olan bölümlerinin Medine’ye taşınması işinin ne kadar zor koşullarda
gerçekleştiği göz önüne alınırsa, herhangi bir ayet ya da surenin
kaybolma/düşme ihtimalinin Mekke dönemi sureleri için daha yüksek olduğu
ortadadır.
M. Hamidullah, “mühim
olan kelime değil manâ idi” diyerek Kur’ân’ın Hz. Peygamber döneminde anlam
merkezli okunduğunu kabul etmektedir. Bizzat Hz. Peygamber’in açık iznine
dayanan anlam merkezli kıraatin, Kur’ân okuma ve öğrenmeyi kolaylaştırıp
yaygınlaştırma amacına hizmet ettiği âşikardır. Yedi harfle ilgili rivayetlerin
vürûd tarihinin Medine dönemine rastlaması, söz konusu amacın mahiyetini daha
da âşikar kılmaktadır. Bu noktadan hareketle denilebilir ki, Müslümanların
oldukça dar bir çevrede yaşadıkları Mekke döneminde Kur’ân’ı farklı lehçelere
göre okuma ihtiyacı ortaya çıkmamış; fakat hicretten sonra İslâm’ın Medine
dışına yayılmasıyla, farklı kabilelere mensup olan ve farklı lehçelerle konuşan
Müslümanların Kur’ân’ı tek lehçeye göre okumada zorluk çekmeleri üzerine her
kabilenin kendi lehçesine göre Kur’ân okumasına izin verilmiştir.
Erken dönemlerden itibaren, bazı Müslümanlar ellerinden
geldiği kadar Kur’an’ı yazmaya başlamışlardır. Başlangıçta bu yazılı
koleksiyonların, mutlaka tüm Müslümanların ilgisini çekmesi gerekmiyordu. Sözlü
geleneğin hakimiyetine alışkın insanlar yazıya karşı şüpheyle bakma eğiliminde
idiler ve bir kısım Müslüman alimler “Kur’an’ın toplanması” ibaresinin sadece
“Kur’an’ın tamamını ezberlemek” anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Kur’an’ın Hz. Ebu
Bekir dönemindeki cem’i sadece adına suhuf denilen malzemelerin, yani; üzerine
Kur’an yazılı olan kumaş, ipek, deri parçalarının bir araya toplanmasından
ibaret idi. Hz. Osman döneminde ise bu malzemeler bir araya getirilerek
yazılmış ve Mushaf oluşturulmuştur. İbn Aşur, Hz. Ebu Bekir döneminde bir
Mushaf oluşturulmadığını, her surenin belli bir sahife adı altında bir araya
toplandığını ve bu yüzden bu malzemelere sayfalar anlamında suhuf denildiğini
söylemektedir.
Cabiri, Hz. Osman’ın
hilafeti sırasında toplanan Kur’an’ın, Hz. Muhammed tarafından alınan ve tebliğ
edilen vahiylerin doğru kaydı olduğunu, günümüz aliminin, her şeyden önce
bizzat Kur’an’dan ve Kur’an’ın içeriği ile Hz. Peygamber’in hayatı hakkında
güvenilir olarak bildiği şeyleri karşılaştırmak suretiyle bir cevap bulacağı
kanaatine sahiptir.
Watt, Kur’an’ın
korunmuşluğuna dair şunları söylemiştir: “Hz. Osman’ın revizyonu, daha önce
mevcut olan yazılı belgelere dayanıyordu. Çeşitli belgeler üzerine yazılı
belgeler yığını Hafsa’nın elinde idi. Eğer bunların Zeyd tarafından yapılan
resmi bir koleksiyon (toplama) olduğu varsayımına karşı çıkıyorsak, onların
neler olduğuna ilişkin başka bir açıklama bulmak zorundayız. Bunların muteber
kabul edildiği ve Hz. Osman Kur’an’ının meydana getirilmesinde kullanıldığı
açıktır. Başka Kur’an koleksiyonları da mevcut idi. Bunları ya da bazı
bölümlerini ezbere bilen dikkate değer sayıda kişi olmalı idi. Eğer ekleme,
çıkarma ya da değiştirme suretiyle büyük değişiklikler yapılmış olsa idi,
kesinlikle ihtilaf çıkardı, oysa buna ilişkin pek bir iz yoktur. Osman dindar
Müslümanları darıltmış ve sonunda sevilmeyen bir kişi olmuştu. Buna rağmen kendisine
yöneltilen suçlamalar arasında genel olarak, Kur’an’ı noksanlaştırması ve
değiştirmesi yer almamıştır ve bu asla ana mesele yapılmamıştır. Şiilerin,
daima, Ali ve Hz. Peygamber’in ailesi ile ilgili pek çok şeyin çıkartılması
suretiyle Kur’an’ın budandığı görüşünü taşıdıkları doğrudur. Bununla birlikte
bu suçlama, özellikle Osman’a yöneltilmiş değildir. O halde, genel olarak, Osman revizyonunun
dürüstçe yürütüldüğü ve bu işle görevli kişilerce, olabildiğince Hz.
Muhammed’in tebliğ ettiğine yakın olarak yeniden üretildiği sonucuna
varılabilir.”
Gene Watt’a göre;
Kur’an’ın belirli yerlerindeki birbiriyle açıkça ilgisiz ayetlerin
birleştirilmesi, editörlerin Kur’an’a ait olduğuna inanmak için gerekçelerinin
olduğu her şeyi muhakkak surette koruduklarını göstermektedir. Bununla
birlikte, önem arzeden her hangi bir şeyin kaybolduğunu düşünmek için de hiçbir
neden yoktur. Birbirinden farklı hatta birbiriyle çelişen vahiylerin korunmuş
olması gerçeği, tali olanlar hariç, Hz. Muhammed’e vahyedilenlerin tamamına
sahip olduğumuzun en güçlü delilidir.
Kur’an’ın bazı
özellikleri oryantalistlerin revizyon ve değişiklik iddialarında bulunmalarında
kaynak olarak kullanılmıştır. Bunlar: Gizli kafiyeler, pasajın metnine uymayan kafiye-ibareler,
ani kafiye değişiklikleri, bitişik ayetlerde aynı kafiye kelimesinin ya da
kafiye-ibaresinin tekrar edilmesi, alakasız bir konunun, homojen olan bir
pasaja sokulması, aynı konunun komşu ayetlerde farklı şekilde, genellikle
kelime ve ibarelerin tekrarı yoluyla ele alınması, gramer yapısında tefsirde
zorluklar çıkaracak kopukluklar olması, ayetlerin uzunluğunda ani değişikler
olması, zamirin değişmesi, zahiren birbirine aykırı ifadelerin yan yana
getirilmesi, son dönem ibarelerin ilk dönem ayetlerine sokulması suretiyle
farklı tarihlere ait pasajların yan yana getirilmesi bunlardan bazılarıdır.
Cabiri’nin kanaatine
göre, bugün elimizde mevcut olan Kur’an, Hz. Osman döneminde toplatıldığından
beri hiçbir eksiltme ya da artırmaya maruz kalmıştır. Hz. Osman dönemindeki
toplama işinden önce ise ayetler sahabelerin hafızalarında ve yazılı malzemeler
üzerinde bulunmaktaydı. Bu durumda her hangi bir sahabenin elinde yahut
ezberinde bulunan Kur’an bölümünün diğer bir sahabeninkinden miktar ve sıralama
bakımından farklılık arz etmesi ise kaçınılmaz idi. Hz. Osman döneminde ya da
daha öncesinde Kur’an’ın toplanması işi yapılırken bazı yanlışlıkların yapılmış
olması da mümkündür. Zira bu işi yapan insanlar hatadan korunmuş ve masum
insanlar değillerdir. Nitekim bazı yanlışlıkların sonradan telafi edildiği
şeklinde bilgiler kaynaklarda yer almaktadır.
Cabirir’ye göre,
Kur’an’ın oluş ve oluşturulması hakkında soru sormak onun “aslı hakkında soru
sormak” tan farksızdır. Çünkü Kur’an’ın aslı vahiydir. Vahiy ise inceleme ve
araştırma alanında değil, iman ve teslimiyet alanında yer alır. Her ne kadar
belirli bir kültürde ortaya çıkmış olan bu tür soruların, onları ortaya
çıkaracak hiçbir gerekçenin var olmadığı bir başka kültürde gündeme getirilmesi
bir tür düşünce zenginliği oluşturabilecek olsa da, gerçekte bu durum ilk
kültürün ikincisi üzerinde bir tür hegemonya kurma girişimini de içerir.
Soruları soran etkindir. Durum tıpkı çocuğun sorguya çekilmesi gibidir.
Hz. Peygamber kendisine
vahyedilenleri yazmak üzere vahiy katipleri edinmişse de Kur’an’ın korunması
konusunda birinci dereceden dayanak olan şey “vahiy katipleri” değil, vahyi
ezberleyen ve onu ezberden okuyan “Kur’an hafızları”dır.
“Kur’anî gerçeklik”
özü itibariyle ruhi bir tecrübe ve bu tecrübenin risalet/ mesaj hali ise de o
dilsel, kültürel ve toplumsal aidiyeti itibariyle Arabî bir gerçekliktir.
Dolayısıyla “Kur’anî gerçeklik” in ne Hz. Muhammed tarafından vahiy yoluyla –alınışı
(nübüvvet) ne de insanlara bir mesaj olarak ulaştırılışı (risalet) aşamasında
Arap dili çerçevesinden çıkmasını beklemememiz gerekir.
Ulemanın çoğunluğu,
Kur’an’ı incelemek isteyen kişinin Arapçayı Araplar kadar iyi bilmesini ve
Kur’an’a yönelik anlayış ve yorumlarının Arap ufkunu, yani Arapların toplumsal,
kültürel, psikolojik vb. dünyalarını oluşturan çerçeveyi aşmamasını şart
koşmuşlardır. Zira onlara göre Kur’an, öncelikle Arapların anlamaları için,
onlara hitaben gelmiştir. Bu yüzden de Arapça, yani Arapların toplumsal ve
kültürel dünyaları/ufukları çerçevesinde olması gerekir. Arap ufkunu sadece
dini tecrübe düzeyinde değil aynı zamanda anlama ve akletme düzeyinde de
düşünmek gerekir.
Arap diline ilişkin
verilere göre, başlangıçta, kahin, şair ve mecnun arasında çok az fark vardı.
Etimolojik olarak şair şuur sahibi, bilen, olayları sıradan insanların
bakabildiklerinin ötesinde bir bakışa sahip olan kişidir, ancak M.S. 600
yıllarına doğru, bu anlayış büyük ölçüde ortadan kaybolmuş ve şair, halk nazarında,
büyük bir kabule mazhar olmakla birlikte, daha çok bugünkü şekliyle anlaşılmaya
başlanmıştı. Kahin ve şair her ikisi de görülmeyenin bilgisine cinlerden
birisinin yardımıyla ulaştıklarından dolayı, mecnun (cinlerce etkilenen veya
onlardan ilham alan) olarak tanımlanabilirlerdi, ancak bu kelime de yedinci
yüzyılda, ‘deli’ şeklindeki modern anlamına kavuşmuştur.
Mu’tezilî alimlerin
tümüne göre Kur’an, Allah tarafından Hz. Peygamber’e vahyedilen mu’ciz bir
kelamdır. Ancak bu, mahluk-muhdes, mef’ûl ve mec’ûl bir kelamdır. Mu’tezile, bu
sıfatlarla muttasıf olan Kur’an’ın zât-ı ilâhiyyeden ayrı bir varlık olduğu ve
sırf kulların faydası için, Allah’ın yaratmasıyla sonradan vücut bulduğu
görüşünde birleşmiştir.
Mu’tezile’ye göre, Kur’an’da manası anlaşılmayacak türden
hiçbir ifade yoktur. Çünkü, Allah onu biz insanlara okuyup anlamamız,
anladıklarımızı fiilen yaşamamız için apaçık bir Arapça kitap-hitap olarak
göndermiştir. Bu nedenle, Allah’ın kullara yönelik hitabındaki maksat ve
muradın anlaşılmaz olduğu söylenemez. Fakat şu da bir gerçek ki, Kur’an’ın
zahiri manasıyla açık ve anlaşılabilir bir hitap olması, bilgili bilgisiz
herkesin onu çok rahat bir şekilde izah etmesine imkan vermez. Kâdî
Abdülcebbâr’a göre (ö.415/1025) Kur’an’ı anlamak ve anlamlandırmak büyük ölçüde
ilahi hitapla muhatap arasındaki dilsel ve tarihsel mesafenin ihdas ettiği bir
ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı gidermenin tek yolu ise tefsirdir.
Mezhep içerisinde Kur’an’ın asliyeti konusunda bazı farklı
görüşler bulunmakla birlikte müfessirlerin büyük çoğunluğu mevcut mushafı ve
tertibini esas almış, Hz. Ali’ye ve gāib imama nisbet ettikleri mushaflar
konusunda ısrarcı olmamıştır.
Ehl-i Kur’an, İslâm
dünyasının çok yönlü buhranlarla çalkalandığı 19. yüzyılda İngilizlerin işgali
altında bulunan Hint alt kıtasında ortaya çıkmış bir ekoldür. Bu ekol her ne
kadar Abdullah Çekrâlevî (ö.1914) tarafından kurumlaştırılmışsa da düşünsel
temelleri daha önceden Seyyid Ahmed Han (ö.1898) tarafından atılmıştır.
Ekolün önde gelen
temsilcileri: Seyyid Ahmed Han (ö.1898), Abdullah Çekrâlevî (ö.1914), Gulâm
Ahmed Perviz ( ö.1985), Ahmedüddîn Amritsârî (ö. 1936), Hâfız Eslem Cerâcpûrî
(ö. 1955) ve İnâyetullah Han Meşrıkî (ö1963).
Ehl-i Kur’an ekolünün tüm görüşleri temelde “Bize Kur’an
yeter” iddiasına dayanmaktadır. Bu iddia dolayımında (vasıta) Kur’an, dini ve
dünyevi konularla ilgili her şeyin bilgisini ihtiva eden bir ansiklopedi,
pratik hayatın tüm alanlarını düzenleme ve her dönemde insanların bütün
ihtiyaçlarını karşılama potansiyeline sahip bir metin olarak algılanmıştır.
Çekrâlevî, “Kur’an
mücmel, hadis kaynakları mufassaldır” iddiasını Kur’an’ın beyanına ters düştüğü
gerekçesiyle hiçbir doğruluk değeri taşımadığını belirtir. Ona göre Kur’an’da
mutlakın takyidi, âmmın tahsisi gibi bahislere mesnet teşkil edecek ifadelerin
bulunması söz konusu değildir.
Aleviliğin temel
yazılı kaynaklarına göre (Buyruk kaynakları) Kur’an Allah tarafından Cebrail
vasıtasıyla Hz. Muhammed’e vahyedilmiş bir kelamdır. Bu şekilde inanılması
gereken Kur’an, Hüsniyye’ye göre (kaynakları) kadim değil hâdis bir kelamdır.
Bunun aksi savunulduğu takdirde Allah’la birlikte başka kadim varlıkların
mevcudiyetini (teaddüd-i kudema) kabul etmek, dolayısıyla şirke düşmek mukadder
olur.
Öztürk, buradaki
kutsallığın oldukça belirsiz bir kutsallık olduğunu söyler. Bu bağlamda
analojik bir yaklaşımla denebilir ki, Kur’an’ın Aleviler nezdindeki kutsallığı,
Sünnilerin Tevrat, Zebur ve İncil’e ilişkin kutsallık telakkileriyle hemen
hemen aynıdır. Zira, Sünnilik, adı geçen kitaplara, özünde Allah katından
gönderilmiş birer vahiy olduğu için kutsallık atfeder ama bu kitapların tahrif
edildiği inancından dolayı onların dünyasıyla empatik ve sahici bir ilişki
kurmaktan da mümkün mertebe istinkaf eder. Kur’an alevi gelenekte ritüelistik
bir kutsallığa sahiptir. Buradaki kutsallık, Kur’an’ın muayyen zaman ve
mekanlarda okunması şeklinde tezahür eder.
Geleneksel Alevilikte
Kur’an, Allah kelamı olarak kabul edilmekle birlikte, bu kelamın metinsel
mevsukiyetinde çok ciddi problemler olduğuna inanılır. Çünkü, Hz. Peygamber’in
vefatının hemen ardından Kur’an’a kalem ya da el karışmış ve böylece tahrife uğramıştır.
Kur’an’a tahrif etme cürmünün sahibi ise Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve
Beni Ümeyye’dir.
Aleviliğin Kur’an’a
referans çerçevesi üç ana başlık altında mütalaa edilebilir. İlki, Kur’an’ı
Tevrat, Zebur ve İncil gibi kutsal bir metin olarak görmek ve muayyen zaman ve
mekanlarda teberrüken okumak. İkincisi, Kur’an’daki normatif buyrukların
bağlayıcı olmadığını ispatlamak maksadıyla batıni te’vile başvurmak. Üçüncüsü
ise İmamiyye ve İsmailiyye Şiası literatüründe de sıkça rastlandığı gibi, belli
bir takım ayetler üzerinden Ehl-i Beyt’i tebcil, ilk üç halifeyi tahkir ve
tezyif etmektir.
İslam tarihindeki her
mezhep ve fırka gibi Aleviler de kendilerine özgü görüş, düşünce, temel değer
ve kavramları evvelemirde Kur’an’a başvurarak meşrulaştırmanın gayreti içinde
olmuşlardır.
Kıssalar bir taraftan Muhammedî davetin önemli bir yönünü,
yani önceki peygamberlerin toplumları ile yaşadıkları tecrübelerle olan
ilişkilere yakından bakma imkanı verecek geniş bir perspektif sunarken diğer
taraftan Kur’an’ın bir söylem biçimi durumundadır. Kur’an, hasımlarına yönelik
bu edebi diyalektik söylem ile onların söz konusu tecrübelerden dersler
çıkarmalarını ister. Bu nedenle kıssalar “Kur’an’ın oluş süreci”nin temel
dinamiklerinden birini teşkil etmektedir.
Kur’an Kıssalarını “Peygamber Kıssaları” olarak
değerlendirmek öteden beri adet olagelmiştir. Kur’an aslında bu kıssaları salt
hikaye maksadıyla anlatmamakta, onları davetin hedefleri için kullanmaktadır.
Onların anlatımı Muhammedi davetin bir aşamasına uygun düşecek şekilde
gerçekleşmektedir. Kur’an kıssaları darb-ı mesel türünün birer örneğidirler.
Darb-ı mesel bizzat kendisi için değil, fakat bir ibretin ortaya konması ve
mesel ile kanıtlanmak istenen iddianın doğruluğunun delillendirilmesi için
anlatılır. Söz konusu olan ister darb-ı mesel olsun ister kıssa olsun bu tür
durumlarda anlatılan şeyin “doğruluğu” onun tarihsel gerçekliğe uyup
uymamasında aranmaz. Aksine burada doğruluğun kaynağı, kıssayı yahut darb-ı
meseli dinleyen kitlenin bilinci ve ufkudur. Eğer bir örnek bizi etkiliyorsa o
bizin için doğru demektir.
Kur’an kıssaların bizzat ortaya attığı gerçeklik, o
kıssalardan çıkarılması gereken derslerdir.
Kur’an, Arapların “ufku” içerisinde yer alan “tarihsel”
olaylardan söz eder. O dönem Araplarının tamamı “ümmi” olmayıp içlerinde gerek
Mekke ve Yesrib’de gerekse yarımadanın kuzey, doğu ve batı bölgelerinde
yaşamakta olan Yahudi ve Araplar da vardı. Bunlar içerisinde “ensab/soy kütüğü”
uzmanları bulunduğu gibi “hikaye” anlatma konusunda uzman kimselerde
bulunmaktadır. Bu hikayeler arasında Nuh ve Tufan kıssası ve İsrailoğullarına
gönderilmiş peygamberlerin kıssaları da yer almaktadır, yani bütün bunlar o
dönem Araplarının kültür ve düşünsel ufukları içerisinde yer almaktadır.
Üstelik bu ufuk içerisinde Tevrat’ta yer almayan “Ad, Semud ve diğer
topluluklarla ilgili kıssalarda bulunmaktadır.
Cabiri’nin tespitine göre, Kur’an’da anlatılan İsrailoğulları peygamberlerine ilişkin
kıssaların içerdiği “tarihsel olayların” büyük çoğunluğu Tevrat ve İncil’deki
anlatım ile örtüşmektedir. “Tarihsel gerçeklik” bu alanda kendi başına ayrı bir
gerçeklik değil, fakat “kutsal tarihin” yani ilahi kitapların anlattıkları
tarihin bir parçasıdır.
Kur’an, özellikle tevhit inancı, tenzih meselesi ve Hz.
Muhammed’in müjdelenmesi gibi konularda Tevrat ve İncil’in tahrif edilmiş
olduklarını söylemekte, fakat bunlar dışındaki konularda onları
doğrulamaktadır. Bu iki kitap ile Kur’an arasında olayları/ kıssaları anlatış
farklılıkları ise –en makul açıklama ile- Muhammedi davetin özelliklerinden
kaynaklanmaktadır, çünkü Kur’an bir taraftan ilk etapta Arapları muhatap alan
ve anlamaları için onların dilleri ile ve onların ufukları içerisinde hitap
eden Arapça bir davettir, diğer taraftan içerisinde her konunun İsrailoğulları
etrafında dönüp dolaştığı Tevrat ve Mesih’in yaşamına ilişkin gözlem, hatıra ve
yorumları içeren İncil gibi belli bir topluma has değil, fakat bütün insanlığa
yönelik evrensel bir çağrıdır.
Kurtubi şunları söylemiştir: Ad ve Semud Araplar tarafından
bilinirdi, çünkü bu toplumlar Arap ülkelerinde yaşamışlardı. Semud kavminin
“Hicr” adlı şehirleri günümüzde hala mevcuttur. Araplar Firavun’un akıbetini
komşuları olan Ehli Kitap insanlardan dinlerlerdi. Bu konuda Araplar arasında
dolaşan bilgiler oldukça fazla idi. Zaten Firavun’un yaşadığı ülke Arap
ülkesinin bitişiğindedir.
Lut, Medyen ve Ashabu’l-Eyke kıssaları Mekke-Şam arasında;
Sebe, Bahçe sahipleri ve Tübba kıssaları güneyde Yemen bölgesinde ve Yunus
kıssası ise doğuda Musul bölgesinde cereyan etmiştir. Yine Firavun kıssası ve
Süleyman-Belkıs hikayeleri de bu bölgelerde ve civar bölgelerde yaygın olarak
bilinmekteydi. Ancak Araf suresinde ilk olarak Kur’an kıssalarının bir “tür
değişimi”ne şahit oluyoruz. Bu surede Arap ülkesi kavimleri ve peygamberlerinin
yanı sıra ilk olarak Ehl-i Kitab peygamberlerinin de kıssalarını içine alan
daha geniş çerçeveli bir kıssa program ve stratejisi ile karşı karşıyayız.
[ Kur’an’da anlatılıp da Tevrat’da kıssaları yer almayan
peygamberler şunlardır: Şuayb, Zülkif, İdris, Hud, Salih, Lokman, İsmail, Bu
peygamberlerin kıssaları ve bunların yanı sıra Tufan ve Firavun kıssaları
Kur’an’a özel kıssalardır. Firavun kıssası hariç bunların hepsi Arap
yarımadasında Mekke-Şam arasında (günümüzde Ürdün, Filistin ve Suriye) kalan
topraklarda cereyan etmiştir. Hem Kur’an’da hem de Tevrat ve İncil’de anlatılan
peygamberler ise şunlardır: Nuh, İbrahim, Yakup, Yusuf, Musa, Yunus, Eyyub,
Davud, Süleyman, İşaya, Yahya (Ma’medan ya da Yuhanna) ve İsa Mesih.]
Tefsirin çeşitli tanımlarını bir araya getirerek şöyle tarif
etmek mümkündür: “Sarf, nahiv ve belâgat gibi dil bilimlerinden; esbâb-ı nüzûl,
nâsih-mensuh, muhkem-müteşâbih gibi Kur’an ilimlerinden; hadis ve tarih gibi
rivayet ilimlerinden; mantık ve fıkıh usulü gibi yöntem bilimlerinden
yararlanılarak Kur’an’ın mânalarının açıklanmasını ve ondan hüküm çıkarılmasını
öğreten ilim”. Yapılan bu tanım bile ilimlerin bütünlüğünü göstermeye kafidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu için tefsir dışında “te’vil, tebyin,
beyan, tâlim, tafsil, tasrif, i‘rab, şerh, tavzih” gibi kelimeler de
kullanılmaktadır. Kur’an’ın yorumlanması anlamında tefsir kelimesi ilk
dönemlerden itibaren kaynaklarda yer almaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de “açıklama”
mânasında Furkān sûresinde (25/33) geçen “tefsir” hadis kaynaklarında birçok
rivayette yer alır. Sahâbe de tefsir kelimesini Kur’an’ın ve Tevrat’ın yorumu
için kullanmıştır. İmam Mâtürîdî ve Taberî’nin eserlerinde görüldüğü üzere III.
(IX.) yüzyılda yazılan bazı tefsirler için isim olarak te’vil kelimesi tercih
edilmiştir.
Kur’an’ı doğru anlamak
ve tefsir etmek için en önemli şart, onun Allah kelâmı olduğunu ve kendisine
özgü bir yapısının bulunduğunu kabul etmektir. Kur’an’a beşer kelâmı gibi
yaklaşma onu anlamanın ve doğru tefsir etmenin önündeki en önemli engeldir.
Allah Kur’an’ı, vasıfları yine bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de ortaya konan müttakiler
için hidayet rehberi olarak göndermiştir.
Tefsir, teknik ve
terim olarak kısaca, beşer takatinin imkan ve sınırları içinde ilahi kelamı
izah ya da murâd-ı ilahiyi keşfetme çabası olarak tanımlanabilir. Peki bu
icmali tanım çerçevesinde tefsirin, yaygın ve yerleşik anlamıyla ilmî bir
disiplin olduğu söylenebilir mi? Mustafa Öztürk bu soruyu sormuş ve vereceği
cevabın olumsuz olduğunu belirtmiştir; çünkü tefsirin konusu, her ne kadar
sınırlı sayıda nasla (Kur’an metni) mukayyed olsa da, klasik literatürdeki bazı
eserler ( örneğin Fahreddîn er-Râzî’nin ö. 606/1209 Mefâtîhu’l-Ğayb’ı) tefsiri
malum ve mahdut bir ilmi disiplin olarak değil, Müslümanların muhtelif bilim ve
kültürlere ilişkin müktesebatın teşhir edildiği bir alan olarak değerlendirmeye
itmektedir. Mesela Zerkeşî (ö. 794/1392) tefsiri şöyle tanımlamaktadır: “Tefsir,
Hz. Peygamber’e inzal edilen ilâhi kitabı [hitabı] lügat, sarf, nahiv, beyan,
usûl-i fıkh ve kıraat ilimlerinden istifade etmek suretiyle anlamayı,
manâlarını açıklamayı, hüküm ve hikmetini ortaya koymayı (istihraç) mümkün
kılan, yanısıra esbâb-ı nüzul ve nâsih-mensuh bilgisini gerektiren bir ilimdir.”
Bu tanıma göre müfessir, ilim namına ne var ne yok hepsini bilmek zorundadır.
Bununla birlikte İmam
Mâturidî’ye (ö. 333/944) ait tefsir-te’vil ayırımından hareketle tefsirin
alanını bir ölçüde tahdit etmek mümkündür. Şöyle ki, Mâturidî’nin ayırımına
göre tefsir sahabeye, te’vil fukahaya aittir.
Buna göre tefsir rivayet, te’vil dirayet merkezli bir faaliyet olup ilki
daha ziyade açıklama, ikincisi ise anlama ve yorumlama çabasını ifade eder.
Yine bu ayırıma göre tefsirde öznenin hemen hiçbir dahli (rey ve içtihat)
yoktur; çünkü tefsiri sadece rivayet ve nakilden, diğer bir deyişle, ilk
Müslüman nesillerin Kur’ân-ı nasıl anlayıp yorumladıklarına ilişkin birer
tarihsel belge mesabesindeki rivayetlerin aktarımından ibaret olup aslında hadis ilminin kapsamına dahildir.
Bugün Kur’ân’ı
anlamak, eğer salt iman ve amel sorunundan ibaret ise hiçbir usûl ve yönteme
gerek yoktur. Yok eğer Kur’ân’ı anlamadan maksat, aynı zamanda zihinsel ve
entelektüel çaba gerektiren bir faaliyet ise usûl elbette en öncelikli
ihtiyaçtır. Öztürk’e göre bu tür bir anlamanın usulü, lafız-manâ ilişkisi
üzerine değil, metin-tarih ilişkisi üzerine kurulmalıdır. Bu çerçevede Kur’ân
kendi tarihsel özgünlüğü içinde Hz. Peygamber’in siretine paralel bir şekilde
okunmalı ve ilahi iradenin bizden ne istediği, bu okumadan elde edilecek
veriler ışığında ortaya konulmalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm dili iyi kullanan, lafızların delâletini ve
sözün söyleniş biçiminden neyin kastedildiğini iyi bilen bir kavme indirilmiştir.
Ancak Kur’an’ın ilk muhataplarının her âyeti anlayıp kavradığını iddia etmek
mümkün değildir. İbn Haldûn’un ileri sürdüğü, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemdeki
Araplar’ın tamamının Kur’an’ı anlayıp bildiği yönündeki görüş Ahmed Emîn
tarafından eleştirilmiştir.
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında
bir ihtilâf yoktur. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne
aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde
gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara
bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya
çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını
tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı
bir noktasını açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir
etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı,
âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı
verilmesi bu tefsir şekillerindendir. Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla
Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan,
umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır.
Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı
nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın
giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin
aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır. Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken
çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları
görülmektedir. Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen
müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak
Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir.
Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap şiirinden ve
nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların halli için Arap tarihinden
faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze çarpan en
önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin (İsrâiliyat) kullanılmaya
başlanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin
yorumu için yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in
Ehl-i kitap’tan gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması Kur’an
ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe
döneminde ilk örnekleri görülen bu rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde
telif edilen tefsirlerde önemli bir yer işgal etmiştir.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli
genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin
anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile
oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak
kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların
nakledilmesi etkili olmuştur. Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren
yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde
bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de
tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî
(filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik
kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Önceleri Resûl-i
Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve
büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle
karşılaşmaya başlamıştır. Bu nedenle dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân,
garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve
nezâir gibi çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir
tefsiri gibi kabul görürken öte yandan Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için
kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen kaynaklar olarak
görülmüştür. Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil
tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam
etmiştir.
Vahyin nazil olduğu
sırada Kur’an-ı anlamak, haddi zatında Hz. Peygamber’in Allah kelâmı olarak
ilan ettiği bildiriyi, peşinen iman etmiş olmak koşuluyla dinleyip mahza amel
etmekten ibaretti.
Zamanın ilerlemesiyle Hz.
Peygamber ve ona refakat edenler gitti, ortada “Mushaf” diye isimlendirilen bir
yazılı metin kaldı. Öncekiler gitti, sonrakiler geldi; dil değişti, dünya
değişti, tabiatıyla anlama ve anlamanın anlamı da değişti. İşte bu değişim
sürecinde Allah artık Hz. Peygamber’in dilinden değil, yazılı dil üzerinden
konuşur oldu. Tarihsel süreçte ilahi hitabın yazılı kayda geçmesi, diğer bir
deyişle, sözün teknolojileşmesi, ister istemez sonraki Müslüman nesiller ile
Kur’an arasında bir yabancılaşma yarattı. Çünkü o artık bizden bağımsız bir
şekilde orada duran, somut varlığı bulunan bir nesneye dönüşmüştü.
Bu durum karşısında
sonraki nesil Müslümanların yapacakları ilk iş, Allah’ın ne söylediğini/manâ
tespit etmeye çalışmak oldu. Bunun tespiti de dil konusunda çok iyi bir
teknisyen olmayı gerektiriyordu. Bu maksatla, önce dilin elementer kuralları belirlendi;
sonra bu kurallar çerçevesinde hicri 2. asırdan itibaren telif edilmeye
başlanan Ğarîbu’l-Kur’ân, Ma’ânî’l-Kur’ân ve İ’râbu’l-Kur’ân türünden filolojik
tefsir kitaplarında Allah’ın ne dediği mümkün mertebe tayin ve tesbit edildi.
Allah’ın özellikle normatif hükümler içeren beyanlarında ne demek istediğini
tespite yönelik ilkeleri belirleme görevi ise usûlcülere tevdi edildi.
Mu’tezile’ye göre,
Kur’an’ı doğru anlamak demek, ayetleri tevhid, adl, va’d-vaîd, el-menzile
beyne’l-menzileteyn ve emr bi’l-ma’rûf nehy ani’l-münkerden oluşan beş temel
prensibin, hatta sadece tevhid ve adalet ilkesinin ışığında yorumlamak
demektir.
Mu’tezile’nin haberi
sıfatlar içeren ayetlerin yorumunda en sık başvurduğu linguistik enstrüman
mecazdır. Ancak burada te’vile eşdeğer bir anlam ifade eden mecaz, kelimeleri
keyfi bir şekilde zahiri manasından farklı bir manaya hamletmek ya da tamamen
sübjektif yorumlar üretme aracı değildir. Bilakis mecaz, Mu’tezile’nin Kur’an’ı
anlama ve yorumlama sisteminde lüzumu halinde başvurulan ve son derece
ihtiyatlı kullanılan bir te’vil aracıdır.
İhvân, dinin ve kutsal
kitapların zahir ve batın olmak üzere iki ayrı yönünün bulunduğunu savunmakta
ve bu çift yönlülüğün Kur’an için de söz konusu olduğunu kabul etmektedir. Bu
kabulden hareketle ilahi hitaptaki lafızların ve zahiri anlamların avâma hitap
ettiğini, batıni yani öz ve içrek anlamların ise hikmet ve hakikat erbabına
(havâs) mahsus olduğunu ileri sürmektedir.
İhvân-ı Safâ, genelde
tüm ilahi kitaplara özelde de Kur’an’ı anlamada tenzil-te’vil ayırımı yapmış,
bu ayırımda zahirle özdeşleştirilen “tenzil” avâma, batını temsil eden “te’vil”
de havâssa tahsis etmiştir. İnsanların büyük çoğunluğu avâm düzeyinde olduğu ve
peygamberlerin getirdiği mesajlar da bilgili bilgisiz herkesi kapsadığı için
vahiylerin nüzulünde sıradan insanların algı ve kavrayış düzeyleri esas alınmış
ve bu durum zorunlu olarak Kur’an ayetlerinde aklın verilerine ters düşen bir
takım ifadelere yer verilmesine yol açmıştır.
Mesela, Kur’an’da cennet ve cehennem tamamen sembolik bir dille
anlatılmış ve bu konuyla ilgili tasvirlerdeki motifler dünyevî nesnelerden
seçilmiştir. Zira, ilk muhatapların kültürel ve entelektüel birikim seviyeleri
bunu gerektiriyordu. Buna karşılık Hz. İsâ’nın, anlayış ve kavrayış yetileri
peygamberlerin ve filozofların kitaplarını okumakla gelişmiş seçkin bir topluma
hitap etmesi nedeniyle İncillerde ahiret hayatının mutluluğu tamamen gayr-i
cismânî şekilde betimlenmiştir.
İhvân, Kur’an
ifadelerinin alegorik-sembolik-metaforik biçimde yorumlanmasını sahih anlamanın
vazgeçilmez koşulu olarak görmekte; ne var ki, bu ifadelerin gerçek anlamlarını
keşfetmekte müfessir olarak bilinen kimseleri salahiyetsiz kabul ederken bu
ilimde gerçek manada derinlik kesbetmiş bilgeler (hukema) ve felsefecileri ehil
saymaktadır. Buna karşın, Kur’an’ın gerçek batıni anlamlarını bilen en yetkin
şahsiyetler, Ehl-i Beyt mensuplarıdır.
İhvân- Safâ, Kur’an
kıssalarında peygamberlere atfedilen mucizelere de yine sembolik şekilde
yorumlamıştır. Mesela, Hz. İsâ’nın körü ve alacayı iyileştirmesini, manevi ve
ruhani bir tedavi olduğunu ileri sürmüşler; bizatihi sembolik anlatımlar olan
meselleri de düşünce sistemlerindeki birtakım felsefi nazariyelere uygun
düşecek şekilde te’vil etmişlerdir.
Şîa’nın Ehl-i sünnet’ten farklı şekilde tefsirde üzerinde en
çok durduğu konular imâmet, velâyet, Ehl-i beyt’in fazileti, imamların
mâsumiyeti, müt‘a nikâhı, abdest, ayrıca namazın cem‘i meseleleridir. En geniş
Şiî fırkası İmâmiyye olup bunların tefsirlerinde yer yer bâtınî te’villere
meyledildiği görülmektedir.
İmâmiyye tefsirinde Ca‘fer es-Sâdık’tan gelen rivayetlerin
ayrı bir yeri vardır. İlk dönem İmâmiyye müfessirleri arasında Muhammed
el-Bâkır’ın, Zeyd b. Ali’nin, Câbir el-Cu‘fî’nin, Ca‘fer es-Sâdık’ın, Ali b.
Muhammed el-Askerî’nin ismi geçer; ancak bunların eserleri günümüze
ulaşmamıştır. Ebû Ca‘fer et-Tûsî’nin “Tefsîrü’t-tibyân”ı, Ebû Ali
et-Tabersî’nin “Mecmau’l-beyân fî tefsîri’l-Ķurân”ı, Feyz-i Kâşânî’nin “Tefsîrü’ś-śâfî”si
ve Muhammed Hüseyin et-Tabâtabâî’nin “el-Mîzân fî tefsîri’l-Ķurân”ı bu ekolün
en önemli eserlerindendir. Özellikle Humeynî sonrası dönemde İran’da
tefsirlerde ciddi bir artış olmuş ve hacimli eserler telif edilmiştir.
Alevilere göre Kur’an,
zahir ve batın diye kategorize edilen iki ayrı anlam düzeyine sahiptir. Zahir,
Kur’an’ın literal anlamına tekabül eder ve bu anlam Müslümanların pratik dini
yaşantılarında şeriat, yani şer’i-ameli buyruklara riayet şeklinde somutlaşır.
Batıni mana ise Kur’an’ın gerçekleştirmek istediği yüce manevi hedefleri içeren
ve keşfi için sırrî-irfânî bilgi gerektiren gerçek mana boyutunu ifade eder.
Ayrıca, zahir-batın mana şeklindeki bu üst ayırım, tenzil-te’vil ve
hakikat-şeriat gibi diğer ayırımlara da kaynaklık eder ve bütün bu ayırımlar
çerçevesinde zahir, tenzil ve şeriat, işe yaramayan bir kabuk; batın, te’vil ve
hakikat ise öz ve cevher yerine geçer.
Te’vil bilgisi imamlardan tevarüs edilir ve bu irfani bilgi sayesinde
Kur’an’ın zahiri aşılarak batıni anlam deryasına dalınır.
Ehl-i Kur’an ekolü, klasik tefsir usulüyle ilgili bahisleri
Kur’an’ın anlaşılmasından ziyade anlaşılmamasına hizmet ettiği düşüncesinden
hareketle neredeyse bütünüyle yok sayma yoluna gitmiştir. Bu bağlamda ekolün
düşünce mimarı olan Seyyid Ahmed Han, “Kur’an’ı hadisler, sahabe ve tabiîn
kavilleriyle izah etme yöntemi” şeklinde tanımlanan rivayet tefsirini reddetmiş
ve bu vasıftaki tefsir çalışmalarını tamamen boş uğraşlar olarak
değerlendirmiştir.
Ekolün kurucusu
Çekrâlevî ise esbâb-ı nüzul ve benzeri rivayetlerin, müfessirlerin senetsiz
olarak zikrettikleri bir takım görüşlerden ibaret olduğu ve bunların Kur’an’ın
anlaşılmasına yönelik herhangi bir katkısının bulunmadığı fikrini savunmuştur.
Ehl-i Kur’an ekolünün en başarılı siması
olarak kabul edilen Perviz, Kur’an’ı tefsir konusunda en yetkin şahsın Hz.
Peygamber olduğunu, ancak ona ait tefsirlerin bize ulaşana kadar sıhhatini
kaybettiğini belirtmiştir. Ona göre İslâm’ın ihyası ve ümmetin kurtuluşu için
yapılması gereken şey, hadislerin Kur’an ışığında yeniden gözden
geçirilmesidir. Kur’an’a uymayan hadisler ise, “Bu, Rasulullah’ın sözü olamaz”
diyerek reddetmek suretiyle temizlik ameliyesi yapılmalıdır.
Ehl-i Kur’an neshi de
kabul etmemiştir. Ekolün tüm temsilcileri Kur’an’da kesinlikle neshin vuku
bulmadığı görüşünde hem fikirdir. Yani, Mushaf’ın iki kapağı arasında yer alan
ayetlerin hiçbirinde hiçbir şekilde nesh vuku bulmamıştır. Ahmed Han’a göre
nesh, Kur’an’ı adeta şairlerin not defterine dönüştürür. Ahmed Han’ın neshe karşı
çıkmasının temelinde oryantalistlerin Bakara 2/ 106. ayeti, Muhammed’in
şahsından kaynaklanan tutarsızlığın ilahi müeyyideye olan ihtiyacının bir
göstergesi şeklinde yorumlamaları yatmaktadır. Ona göre Kur’an monolitik bir
gerçekliktir. Gerçekte, nesh dinler arasında geçerlidir.
Meşrıkî, Kur’an’daki
müteşabihlerin anlamlarını ilimde yetkinleşen kimselerin anlayabileceğini
düşünmektedir.
Perviz, Kur’an’daki
lafızların nüzul dönemindeki anlamlarını tespit etmeye, Kur’an’ın bu
anlamlardan hangilerini nerede ve ne şekilde kullandığını belirlemeye özel bir
önem atfetmiştir. Ne var ki o, tespitine çalıştığı orijinal ya da nesnel
anlamların, hadis metinleri, esbâb-ı nüzul vs. tefsir rivayetleri gibi, nüzul
dönemine ışık tutan araçlar olmaksızın ne şekilde belirleneceği meselesini
atlamıştır.
Hâfız Eslem gibi bazı
şahsiyetler, Kur’an’da geçmiş peygamberlere ve erdemli insanlara nisbet edilen
mucizevî olayları kabul etseler de Ahmed Han, Perviz ve Ahmedüddîn’in temsil
ettiği genel eğilim, mucizelerin tümden reddedilmesi ve bunların mecazi olarak
anlaşılması veya sözün bağlamının mucizeye delalet etmeyecek bir anlam
çerçevesine oturtulması gerektiği yönündedir.
Öztürk’ün kanaatine
göre, ‘Ulûmu’l-Kur’ân ıstılahının içeriği, lügat ilminden astronomiye,
kıraatten hendese ve tıbba kadar Kur’an’la doğrudan ve dolaylı olarak ilgisi
kurulan çok geniş bir malumat alanından oluşmaktadır. Bu bağlamda,
‘Ulûmu’l-Kur’ân’ın teknik anlamda dahi usulle hemen hiçbir ilgisi bulunamayan
malumattan ibaret olduğu gerçeğini teslim eden Adnan Zerzûr, Hâlid Abdurrrahmân el- Akk ve Nureddîn Itr gibi bazı
son devir Müslüman araştırmacılar, Kur’an ilimlerinden bağımsız bir tefsir
usulünün imkanından söz etmişlerdir.
Gene Öztürk’e göre;
nâsih-mensûh kapsamında zikri geçen, “metni mensuh hükmü baki ayet” vs.
kategoriler, Kur’ân’ı anlamaya yardımcı olmak şöyle dursun, ilahi kelamın
metinsel mevsukiyetine halel getirecek bir mahiyet arzetmektedir. Kur’an’daki tekrarlar, müşkil ifadeler,
ayetler arasındaki tenâsüb ve insicam türünden konular ise Kur’ân’ı yazılı bir
belge ya da kitap gibi okuma alışkanlığının mukadder sonucu olarak, onun edebî
eşsizliğine, her harfinde ayrı bir i’câz vechi bulunduğuna vurgu yapan ve fakat
nesnel-bilimsel kriterlerden ziyade, dinî hamiyete dayanan basmakalıp
ifadelerle geçiştirilmektedir.
Genellikle “tefsir
usulü” anlamında kullanılan ‘Ulûmü’l-Kurân terimi ise anlama ve yorumlamayla
ilgili bir yöntem bilgisi değil, Kur’ân’la doğrudan veya dolaylı şekilde ilgisi
kurulan çok geniş bir malumat alanına delalet etmektedir.
Tefsir için kaynak olarak sadece Kur’ân-ı Kerîm’in, Resûl-i
Ekrem’in sünnetini, sahâbeyi ve sahâbeden faydalanan nesli esas alan ve “me’sûr
tefsir” diye de adlandırılan yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre müfessir bu yollarla gelen
bilgiyle yetinir ve Kur’an’ı bu kaynaklara dayanarak yorumlar. Abdürrezzâk es-San‘ânî’nin dört cüz halinde
neşredilen Tefsîrü’l-Ķurân, Taberî’nin Câmiu’l-beyân an tevîli âyi’l-Ķurân,
İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî’nin bir kısmı günümüze ulaşan on cildi aşkın
et-Tefsîr, İbn Ebû Hâtim’in Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm, Ebü’l-Leys
es-Semerkandî’nin Tefsîrü’l-Ķurâni’l-Kerîm (Tefsîru Ebi’l-Leyŝ es-Semerķandî),
Ebû İshak es-Sa‘lebî’nin el-Keşf ve’l-beyân an tefsîri’l-Ķurân, Begavî’nin
Meâlimü’t-tenzîl, İbn Atıyye el-Endelüsî’nin el-Muĥarrerü’l-vecîz, İbn
Teymiyye’nin et-Tefsîrü’l-kebîr ve Deķāiķu’t-tefsîr, İbn Kesîr’in
Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm, Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-menŝûr fi’t-tefsîr bi’l-meŝûr ve
İbn Akīle’nin el-Cevherü’l-manžûm fi’t-tefsîr bi’l-merfû min kelâmi
Seyyidi’l-mürselîn ve’l-maĥkûm adlı çalışmaları rivayet tefsirinin önde gelen
örnekleri arasındadır. Şevkânî’nin Fetĥu’l-ķadîr: el-Câmi beyne
fenneyi’r-rivâye ve’d-dirâye min ilmi’t-tefsîr adlı eseri gibi rivayet ve
dirâyet yöntemlerini kendi sınırları içinde kullanan eserler de meydana getirilmiştir.
Re’y tefsiri ve aklî
tefsir de denilen bu yönteme göre müfessir rivayet tefsirinin kaynaklarını ve
yöntemini kullanmakla yetinmez; yer yer bu kaynakların verilerini eleştirir,
rivayetin ortaya koyduğu bilginin yetersiz kalacağı düşüncesiyle ilgili âyeti
veya sûreyi yorumlamaya çalışır. Bu tefsir tarzında müfessir daha aktiftir;
elinde bulunan kaynakları akıl süzgecinden geçirir, bir bakıma ictihad yapar. Dirâyet
tefsirinin kuvvetlenmesinde tefsir rivayetlerindeki zafiyet, İsrâiliyat’ın,
mevzû hadislerin artması ve rivayetlerin sorunları çözmede yetersiz kalması
gibi sebepler de etkili olmuştur.
Dirâyet tefsirlerinin en meşhuru Mu‘tezilî Zemahşerî’nin
el-Keşşâf adıyla bilinen tefsiridir. Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ı,
Kādî Beyzâvî’nin Envârü’t-tenzîl’i ve Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin
Medârikü’t-tenzîl’i bir bakıma el-Keşşâf tefsirinin Mu‘tezilî görüşleri
çıkarılıp genişletilmiş veya özetlenmiş şeklidir. İbnü’n-Nakīb el-Makdisî’nin
100 cilt kadar olduğu bilinen ve mukaddimesi neşredilen et-Taĥrîr
ve’t-taĥbîr’i, Ali b. Muhammed el-Hâzin’in Lübâbü’t-tevîl’i, Ebû Hayyân
el-Endelüsî’nin el-Baĥrü’l-muĥîŧ’i ve en-Nehrü’l-mâd’ı, Ebüssuûd Efendi’nin
İrşâdü’l-aķli’s-selîm’i dirâyet tefsirinin diğer örneklerindendir. Kurtubî’nin
aynı zamanda ahkâm tefsiri olarak da kabul edilen el-Câmi li-aĥkâmi’l-Ķurân
adlı geniş tefsiri dirâyet tefsirinin başarılı örneklerinden sayılır.
Kur’an’ın keşf ve ilham yoluyla
açıklandığı tefsirler için kullanılan bu tabir yerine “remzî tefsir” veya
“tasavvufî tefsir” de denir. Bu tefsir biçiminin tutarlı bir esasa dayanmayan
bâtınî tefsirden ayrılan yönleri vardır. Her ne kadar bu türden tefsir yazanlar
kendilerinin Kur’an’ın iç anlamıyla uğraştıklarını söyleseler de çoğunlukla
zâhirî mânaya karşı çıkmamışlar, açık nasla ortaya konan hükümleri inkâr
etmemişlerdir. Tasavvufta gizli anlamın açığa çıkarılması için yapılan yoruma
serbestlik derecesine göre istinbat, işaret ve itibar denir ve bu metotla
ulaşılan anlamı ifade etmek üzere tefsir veya te’vil kelimeleri yerine hakikat,
latife ve sır gibi terimler kullanılır.
İşârî tefsirin tarihi de eskilere gitmektedir. Zira sahâbîler
olayların hikmet boyutu üzerinde düşünmeyi bir hayat felsefesi gibi
benimsemişlerdir. ( Kur’an’ı rey ile tefsir eden cehennemdeki yerine hazırlanırken
nasıl olurda hislere dayalı tefsir yapmak caiz görülmüştür. Bu yapılan şeye
sahabe acaba tefsir diye mi niteliyordu?)
İşârî tefsirde tedvin dönemi sahâbe sonrasına rastlar.
Hasan-ı Basrî’nin adı işârî tefsirde de öne çıkar. Onun şahsındaki âlimlik ve
zâhidlik tefsir yorumlarına yansımıştır. Bazı işârî yorumlar ondan talebelerine
intikal etmiş, nihayet Sehl et-Tüsterî’nin “Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm” adlı
eseriyle işârî tefsir olarak kayda geçirilmiştir. Muhammed b. Hüseyin
es-Sülemî’nin “Ĥaķāiķu’t-tefsîr”i, Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin “Leŧâifü’l-işârât”ı,
Rûzbihân-ı Baklî’nin “Arâisü’l-beyân”ı, Necmeddîn-i Dâye’nin “Baĥrü’l-ĥaķāiķ
ve’l-meânî”si, Abdürrezzâk el-Kâşânî’nin “Tevîlâtü’l-Ķurân”ı, Hüseyin Vâiz-i
Kâşifî’nin “Mevâhib-i Aliyye”si, Baba Ni‘metullah b. Mahmûd en-Nahcuvânî’nin “el-Fevâtiĥu’l-ilâhiyye
ve’l-mefâtîĥu’l-ġaybiyye”si, İsmâil Hakkı Bursevî’nin “Rûĥu’l-beyân”ı ve
Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî’nin “Rûĥu’l-meânî”si işârî tefsirin klasiklerinden
sayılır. Tasavvufta yeni bir anlayış getiren Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin birçok
eseri işârî tefsir niteliği taşımakla birlikte kendisine nisbetle yayımlanan
Tefsîrü’l-Ķurâni’l-kerîm ve Tefsîru Muĥyiddîn b. Arabî’nin kendisine aidiyeti
şüphelidir; ancak onun da işârî bir tefsiri bulunduğu nakledilmektedir.
İşârî tefsir, genelde Orta Asya Türk dünyasında, Türklerin
uzun süre egemenlik kurduğu İran, Hindistan, Anadolu ve Balkanlar gibi
coğrafyada yaygınlaşmış, bu tefsirler halk üzerinde etkili olmuştur. Özellikle
Osmanlıların yükselme devri sonrasından yıkılışa kadarki dönemde halk daha çok
tasavvufî tefsire rağbet etmiş ve matbaanın kullanılmasıyla birlikte en çok bu
türden tefsirler basılmıştır.
Ağırlıklı olarak ilk
dört asır içerisinde (VII-XI) meydana gelen, daha çok lafızların ve cümlelerin
delâletini, Kur’an’ın üslûbunu, dil inceliklerini, Kur’an metnindeki iç
bütünlüğü dikkate alan bu çalışmaların amacı âyetlerin anlamında ortaya
çıkabilecek kaymaların ve yanlış yorumlamaların önüne geçmektir.
Çok sayıda dirâyet
tefsirinde karma yöntemin kullanıldığı, bir yandan rivayetlere değer verilirken
diğer yandan dil tahlillerinin yapıldığı, kıraat farklılıklarına dikkat
çekildiği ve aklî yorumun geniş biçimde kullanıldığı görülmektedir. Bu konuda
Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ı ilk sırada yer almaktadır. İbnü’n-Nakīb
el-Makdisî’nin et-Taĥrîr ve’t-taĥbîr’inde de karma yöntem başarılı şekilde
uygulanmıştır. Şevkânî’nin Fetĥu’l-ķadîr’inde, Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî’nin
Rûĥu’l-meânî’sinde ve XX. yüzyılda yazılan tefsirlerin büyük bir kısmında karma
yöntem tercih edilmiştir.
Te’vil, İslâm’ın erken
dönemlerinden itibaren genellikle muhkem-müteşâbih konusu ekseninde
tartışılmıştır. Nasları yorumlama faaliyeti anlamındaki “te’vil”in,
Müslümanların on dört asrı aşkın ilmi geleneğinde üç varyasyonu mevcut olup bu
varyasyonlar aslında üç ayrı bilgi sisteminin ürünüdür. Câbirî, “beyan, irfan
ve burhan” diye bunları kategorize etmiştir.
İslâm ilim geleneğinde
beyânî bilgiyi esas alan zümre, dilciler-belâgatçılar başta olmak üzere usûl-i
fıkıhçılar ve kelamcılardan oluşmaktadır. Câbirî’ye göre bu üç sahadaki
ulemanın Mu’tezilî, Eş’arî, Hanbelî, Zâhirî veya Selefî olması, beyan
kategorisi açısından hiçbir problem teşkil etmez. Tanrı, varlık, hadiseler ve dini meselelerle
ilgili gerçek bilginin duyusal veriler, akıl yürütme veya burhânî
kanıtlamalarla değil, keşf ve ilham yoluyla elde edilebileceği düşüncesine
dayanan irfânî bilgi sistemi ise sufiler ve Şia’nın özellikle
Bâtıniyye-İsmâiliyye kanadı tarafından temsil edilmektedir. Akıl ve mantığın
kesin sonuçlarına dayalı düşüncenin esas alındığı burhâni bilgi sistemine
gelince, bunun temsilcileri de mantıkçılar ve filozoflardan oluşmaktadır.
Beyânî te’vil’in ne
tür bir faaliyet olduğuna gelince, Öztürk’e göre bu sorunun cevabı te’vil’in
klasikleşmiş tanımlarında saklıdır. Ebü’l-Bekâ’nın aktardığı tanımlardan birine
göre te’vil, “Allah’ı şahit tutmaksızın ve kesinlik iddiasında bulunmaksızın
(nassın yahut lafzın) muhtemel manalarından birini tercih etmektir.” Bu vb.
tanımlardan te’vilin bir tercih, istihraç ve istinbat işi olduğuna dikkat
çekilmektedir. O halde te’vil bir içtihat yahut ictihâdî bir etkinliktir.
Nitekim, klasik fıkıh usulünde umumun tahsisi, mutlakın mukayyede hamledilmesi
ve müşkil ifadelerin te’vili gibi çabalar da lafzın zahirinden hüküm çıkarma
içtihadı bağlamında değerlendirilmektedir.
Kısaca, beyânî te’vil
bir içtihat biçimidir. Peki içtihadın epistemik değeri nedir? Bilindiği gibi
içtihat, yorum öznesinin (fakih, müfessir, müevvil) ilahi iradeyi keşfetme
çabasıdır. Ancak bu çabayla ulaşılan sonuçlar dogmatik bir içeriğe/niteliğe
sahip olmayıp her zaman eleştiriye, kabul ve redde açıktır.
Şiî geleneğinde te’vil
hikmetle özdeş bir kavramdır. Genel Şiî itikadına göre te’vil Hz. Ali’den Ehli
Beyt mensuplarına kesintisiz ve eksiksiz bir şekilde intikal eden irfânî
bilgiye dayandığı için İmam çoğu zaman “Konuşan Kur’an” (Kur’an-ı Nâtık) diye
nitelendirilmiş; ilahi hitabın kendisi ise bir yorumcuya muhtaç olmasından
dolayı “Susan Kur’an” (Kur’an-ı Sâmit) olarak telakki edilmiştir.
Şia’nın bilgi
kaynakları arasında duyu ve akıl yer almadığına göre genelde din, özel de
te’vil konusunda akla mesağ yoktur. Nitekim İsmâilî teolojide aklın dini
meselelerde hakem kılınması kesinlikle caiz değildir. Şiî gelenekte nassın
bâtınî manasına ulaşma çabasını ifade eden te’vil, kesinlikle akli ve içtihadi
bir etkinlik değildir. Diğer bir deyişle, Şia’nın bâtınî te’vil nazariyesine
göre tefsir, linguistik veriler çerçevesinde lafzın anlamını ortaya koymakla
sınırlı bir faaliyet iken, teorik olarak sadece masum imamların ve onların
yetki verdiği ehliyet sahibi insanların tekelinde olan te’vil faaliyetinde, dil
kurallarına ve nassın zahiri anlamına bağlı kalmak gibi bir zorunluluk yoktur.
Burhânî te’vilin İslâm
düşüncesindeki en meşhur kuramcısı, Meşşâî okulunun son temsilcisi olan
Ebü’l-Velîd İbn Rüşd’dür (ö.595/1198). İbn Rüşd’e göre te’vil, lafzın
delaletini hakikatten mecaza hamletmektir. Ancak te’vilde, Arapların lisani
örflerindeki mecaz kaidelerini, mesela, bir şeyi benzeri veya sebebiyle
isimlendirme gibi ifade ve üslup özelliklerini (mecâz-ı mürseller) ihlal
etmemek gerekir.
İbn Rüşd, te’vilin
sıhhatini Arapların lisani örflerini ihlal etmemek şartına bağlamak ve yine onu
dilsel verilerle muvafık olmak koşuluyla meşruiyet kesbeden bir faaliyet olarak
değerlendirmekle, genelde beyan alimlerinin, özelde ise usulcülerin yanında yer
almış gözükmektedir. Ancak o, te’vile ne zaman başvurulması gerektiği
meselesinde beyan ulemasından biraz farklı düşünmektedir.
İbn Rüşd’ e göre
nasların tümü zahiri manaya hamledilemez ama tümüyle te’vil de edilemez. Yine
ona göre hakikat zıt olamaz, dolayısıyla akılla elde edilen bilgi ile vahiy
yoluyla elde edilen bilgi asla bir birine ters düşmez. Bilakis akılla vahiy
uyum halindedir. Bu uyum, ya doğrudan nassın zahirinden anlaşılan mana ile veya
burhana dayanan te’villerle gerçekleşir. Ancak, her hangi bir konuda şeriatın
verdiği bilgiyle burhanın verdiği bilginin birbirine uygun düşmemesi halinde
problem doğar. Bu problemin tek çözümü, şeriatın verdiği bilginin te’vil
edilmesidir. Fakat burada te’vilin Kur’anî söyleme büsbütün yabancılaşmaması
için dilsel kayıt ve kurallara riayet etmek gerekir.
Öztürk’e göre, İbn
Rüşd, burhan yoluyla elde edilen bilginin şeriatın zahirine ters düşmesi
halinde nassın te’vil edilmesi gerektiğini söylemekle, bir bakıma aklı nakle
mukaddem kılmış olmakta ve bu yaklaşımıyla Mu’tezile’nin, zahiri mana
cihetinden özellikle tevhid ve adalet ilkesine ters düşen ayetleri-ki bu tür
ayetler Mu’tezililerce müteşabih olarak değerlendirilir-te’vil edilmesi
gerektiği tezini hatırlatmaktadır.
İbn Rüşd, nasları
ifade ve üslup açısından ikiye ayırır. Bunlardan ilki, kastedilen mana
zahirinden anlaşılan naslardır. Bu tür
naslar hiç kimse tarafından hiçbir şekilde te’vil edilemez. İkincisi ise zahiri
anlamı, anlatılmak istenen gerçek mana olmayıp onun örneği ve benzeri olan
naslardır.
İbn Rüşd, irfan
ehlinin Kur’an’ın zahir ve batın diye tabir edilen iki ayrı anlam düzeyi olduğu
savını hatırlatan bir yaklaşımla, zahiri nassın muktezasına herkesin uyması
gerektiğini belirtir. Ona göre Kur’an’ın te’vile açık yönüne uymak ise yalnızca
ilim adamları için farzdır. Gerçek ilim ehlinin yalnızca kendileri tarafından
anlaşılabilen içrek (batıni) anlamları halka açıklamaları, küfür riski taşıdığı
için son derece yanlıştır.
Hadisler, Hz. Peygamber’in
sözü olarak üstün bir değer ifade ettiği gibi Kur’an’ı herkesten iyi anlayan ve
âyetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah Resûlünün görüşü
olarak büyük önem taşır.
Birçok âyette Hz.
Peygamber’e itaatin emredilmesi ve özellikle, “Resulün size verdiğini alın,
yasakladığından da sakının”(el-Haşr 59/7) şeklinde kesin bir tâlimatın
bulunması, Kur’an’da açıkça zikredilmeyen hususlarda Resûl-i Ekrem’in ortaya
koyduğu uygulamanın benimsenmesi gerektiğini göstermektedir. Allah ile
Peygamber’in verdiği hükümlere müslümanların aykırı davranma muhayyerliğinin
bulunmadığını (el-Ahzâb 33/36), aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Peygamber’i
hakem tayin edip onun verdiği hükme gönül hoşnutluğu ile boyun eğmedikçe iman
etmiş sayılmayacaklarını (en-Nisâ 4/65), Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı
umanlarla Allah’ı çok zikredenler için Resûlullah’ın güzel bir örnek olduğunu”
(el-Ahzâb 33/21) belirten âyetler, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerinin
müslümanlar için vazgeçilmez olduğunu
göstermektedir.
İmam Şâfiî Kur’an’ı
vahy-i metluv saymış, bunun karşılığında sünnet veya hadislere de vahy-i gayr-i
metluv demiştir. Ancak hadisler lafzın Allah’a ait olmaması, hem lafzı hem mânasıyla
mûciz olmaması, bizzat Hz. Peygamber’in emriyle tamamının yazıya geçirilmemesi
ve ibadet maksadıyla ezberlenip okunmaması bakımından Kur’an’dan ayrılmaktadır.
Bir takım sebepler
nedeniyle başlangıçta Resûl-i Ekrem hadislerin sadece şifahî olarak rivayet
edilmesine izin vermiştir. Hz. Peygamber, Abdullah b. Amr b. Âs gibi okuma yazma bilen
genç ve dikkatli sahâbîlerle hâfızasının zayıflığından şikâyet edenlere
hadisleri yazma konusunda izin vermiş, bir konuşmasının yazılıp kendisine verilmesini
isteyen Yemenli Ebû Şah gibi kimselerin isteklerini de reddetmemiştir. Daha
sonraki yıllarda ise âyetlerin çoğunun nâzil olması, bunların yazımında gerekli
titizliğin gösterilmesi, Kur’an hâfızlarının çoğalması, müslümanların
ekseriyeti tarafından Kur’an üslûbunun kavranması ve artık kendi sözlerinin
Kur’an’la karışması ihtimalinin veya hadisle meşgul olup Kur’an’ı ihmal etme
endişesinin kalmaması üzerine hadisleri yazmak isteyenlere izin vermiştir.
Hadis uydurma
faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte tedvin başlamıştır. I. (VII.) yüzyılın
ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. Hadisi bir
ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından râviler titizlikle takip
edilmiş; yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid‘atla ilgileri bulunup
bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hâfızalarının zayıf olup
olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta‘dîl ilmi doğmuş,
bunun sonucunda râvilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana
gelmiştir.
Halife Ömer b.
Abdülazîz, tedvîn işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere,
Medine halkına, tanınmış âlimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebû Bekir
b. Hazm’e gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından
endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber’in hadislerinin ve sünnetlerinin
araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir.
Ashabın fetvalarını
sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok
sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), ulaşabildiği
hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan
muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülazîz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak
çeşitli bölgelere göndermiştir. Sahâbe tarafından kaleme alınan sahîfeler bir
yana, bir tesbite göre I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.)
yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık
belgeleriyle bilinmektedir.
IV. (X.) yüzyılda da
hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin
kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahî rivayet yavaşlamaya başlamış,
genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen
hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı
âlimler IV. yüzyılın başını mütekaddimîn döneminin sonu, müteahhirîn devrinin
başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir.
Özetle: Hadislerin
tedvîni daha I. (VII.) yüzyılda başlamış, II. (VIII.) yüzyılda hemen hemen
kaydedilmedik hadis malzemesi bırakılmadığı gibi müsnedlerin yanı sıra
konularına göre tasnif edilen muvatta’, câmi‘ ve sünen türü eserler meydana
getirilmiştir.
Genellikle II ve III yüzyıllarda
yapılan hadis tahsili yolculukları IV. yüzyılın sonuna doğru azalmakla beraber
V. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Bu seyahatlerin eski canlılığını
yitirmesinin bir sebebi hadislerin kitaplarda toplanması, diğer bir sebebi de
IV. yüzyıldan itibaren “dârü’s-sünne” adıyla bazı hadis öğretim müesseselerinin
kurulmaya başlamasıdır. V. yüzyılda ilki Bağdat’ta olmak üzere teşekkül eden ve
tanınmış ilim adamlarını bünyesinde toplayan Nizâmiye medreseleri VI. yüzyıldan
itibaren “dârü’l-hadîs” adıyla önce Dımaşk’ta, daha sonra Mısır ve Bağdat’ta,
Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar devrinde ise pek çok İslâm ülkesinde kurulup
yaygınlık kazanmış, böylece hadis tahsilinin belli mekânlarda yapılması
sağlanmıştır.
İmâmiyye Şîası’na göre
hadis, Hz. Peygamber ile onun gibi mâsum kabul ettikleri on iki imamın sözleri,
fiilleri ve takrirleri olup bunlar arasında fark yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem’e
gelen “ruh” onun vefatından sonra imamlara intikal etmiştir. Bu anlayışla ilgili
olarak altıncı imam Ca‘fer es-Sâdık’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Benim
sözüm babamın sözüdür, babamın sözü dedemin sözüdür, dedemin sözü Hüseyin’in
sözüdür, Hüseyin’in sözü Hasan’ın sözüdür, Hasan’ın sözü Emîrü’l-müminînin (Hz.
Ali) sözüdür, onun sözü Resûlullah’ın, Resûlullah’ın sözü de Allah’ın
kelâmıdır”. Netice itibariyle peygamberlerinkine benzer bir makama sahip olan
ve onlar gibi Allah tarafından tayin edilen imamların sözü Allah’ın sözüdür;
çünkü onlar meleklerin ve peygamberlerin bildiği her şeyi bildikleri gibi
öğrenmek istedikleri bilgiyi doğrudan Allah’tan alma imkânına sahiptirler. Ayrıca
Resûl-i Ekrem’in Hz. Ali’ye yazdırdığı yetmiş zirâ uzunluğundaki “Câmi‘a” adlı
sahîfede insanların muhtaç olduğu her şey, kıyamete kadar vuku bulacak her
olay, bütün helâl ve haramlar, hatta cennetliklerin isimleri bile yazılıdır;
çürümesi ve yıpranması mümkün olmayan bu sahîfe Hz. Ali vasıtasıyla imamlara
intikal etmiştir. Hz. Peygamber’e Mi‘rac gecesi verilen, ondan da Hz. Ali’ye ve
imamlara intikal eden “Dîvânü’ş-Şî‘a” adlı bir kitapta da bu tür bilgiler
mevcuttur. Ca‘fer es-Sâdık’ın yanındaki “el-Cifrü’l-ebyaz” adlı eserde Zebûr,
Tevrat, İncil, Hz. İbrâhim’e verilen sahîfeler ve Hz. Fâtıma’nın mushafı
bulunmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’den
sonra en çok itibar edilen şu dört kitap (Kütüb-i Erbaa) Sünnîler’in Kütüb-i
Sitte’sinin önemine sahiptir: 1. Küleynî’nin (ö. 329/940) el-Kâfî’si 2. İbn
Bâbeveyh el-Kummî’nin (ö. 381/991) Men lâ yaĥđuruhü’l-faķīh’i 3. Ebû Ca‘fer et-Tûsî’nin (ö. 460/1067)
Tehźîbü’l- aĥkâm’ı 4. Yine Ebû Ca‘fer et-Tûsî’nin el-İstibśâr’ı ve
Tehźîbü’l-aĥkâm’ın ihtisarından ibaret olan eserde 5.511 ahkâm hadisi
bulunmaktadır.
Bir hadisin sahih
olabilmesi için onu, mâsum olan Hz. Peygamber’e veya imama varıncaya kadar
İmâmiyye’den âdil bir râvinin her tabakada yine kendisi gibi âdil ve İmâmiyye’den
olan râviden alarak muttasıl bir senedle rivayet etmesi gerekir. Bir hadisin
şâz olması sahih olmasına engel değildir.
Genellikle Şiîler
yalancı, hatta mürted, kâfir, fâsık ve münafık saydıkları sahâbîlerin
rivayetlerini ihtiva etmesi sebebiyle Kütüb-i Sitte’nin hadislerine
güvenilemeyeceği görüşündedirler. Mâsum imamlardan Ca‘fer es-Sâdık’ın, ashabın
Hz. Peygamber hakkında doğru söylediğini belirtmesine rağmen Şîa’nın sadece
Selmân-ı Fârisî, Ebû Zer el-Gıfârî, Mikdâd b. Esved ve Ammâr b. Yâsir gibi belirli
sahâbîleri güvenilir kabul edilir.
Şarkiyatçılar, Hz.
Peygamber’in hadisleri yazmayı yasaklaması sebebiyle sahâbîler tarafından pek
az hadisin rivayet edildiğini, hadis külliyatını dolduran rivayetlerin çoğunun
Hz. Muhammed’le ilgisi bulunmadığını, bunların, ortaya çıkan yeni meselelere çözüm
getirmek için II ve III. yüzyıllarda İslâm hukukçuları tarafından uydurulduğunu
ileri sürerler. Ayrıca hadislerin farklı görüşlere mensup kimseler tarafından
ortaya atılması yüzünden birbiriyle çeliştiğini, esasen bir kısmının
Tevrat’tan, İncil’den ve eski hurafelerden derlendiğini iddia ederler. Onların
bu tutumunun ardında yatan temel fikir ise İslâm’ın ilâhî vahye dayanmadığı ön
yargısıdır.
Joseph Schacht,
Sholomo Dow Goitein, S. V. Fitzgerald, H. G. Bousquet gibi bazı şarkiyatçıların
da aralarında bulunduğu ve çoğunu müslüman hukuk tarihçilerinin oluşturduğu bir
gruba göre ise İslâm hukuku doğuşu itibariyle orijinaldir, vahye dayanır,
hiçbir yabancı hukuktan iktibas edilmiş değildir. Tesir sonraki dönemlere ait
olup daha ziyade kamu hukuku alanındadır ve bu da oldukça sınırlıdır.
Mukayeseli olarak
bakıldığında fıkhın (İslâm hukuku) beşerî hukuklara göre birtakım temel farklar
ve özellikler taşıdığı görülür. Birinci olarak fıkıh kaynağı itibariyle ilâhî
olup Kur’ân-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde ifadesini bulan vahye dayanmaktadır.
Gerek Hz. Peygamber’in gerekse diğer âlimlerin ictihadlarına dayanan fıkıh da
ilhamını, ölçüsünü vahiyden almaktadır. Öte yandan diğer hukuklarda hukukî ve
cezaî müeyyidelerin etkisi dünya hayatı ile sınırlı kalırken İslâm hukukunda
müeyyideler ebedî hayata da taşınmaktadır. Ayrıca iyi niyetle kanuna itaatin
dünyevî sonuçlarına ilâve olarak sevabı, itaatsizliğin de uhrevî sorumluluğu ve
günahı vardır ki bu müeyyidenin yanında teşvik olarak önemli bir rol
üstlenmektedir. Dünyevî ve maddî müeyyidenin yanı sıra sevap ve günah telakkisi
vicdanların eğitilmesinde, kanuna itaatin aynı zamanda bir iman ve kulluk
vazifesi olarak algılanmasında etkili olmaktadır. Fıkıhta kanun koyucu
Allah’tır.
Hz. Peygamber devri
fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi
altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla
bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin
hicretten önce Mekke’de geçen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok
inanç, ibadet ve ahlâk konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt
yapı oluşturulmuştur. Medine’de ise İslâm Allah-fert ilişkileri yanında sosyal
hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla,
diğer taraftan anayasa, ceza, muhakeme usulü, muâmelât, devletler arası
münasebetlerle ilgili birtakım hüküm ve kaideler konulmuştur.
Fıkhın bu dönemde üç
temel özelliği vardır: Tedrîcilik, kolaylık ve nesih. Fıkıhla ilgili hükümler
ya Kur’ân-ı Kerîm yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar
üzerinde düşünme, kafa yorma (ictihad: kıyas, istidlal), yahut da bunlardan
birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci
döneminde bu kaynakların ilk ikisi tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm
çıkarma usulleri ise ya kullanılmış veya ileride kullanılabileceği
açıklanmıştır. Âyet ve hadisler ibadetler, aile hayatı, içtimaî hayat, beşerî
münasebetler, fert-toplum ilişkisi, devletler arası ilişkiler gibi ferdî ve içtimaî
hayatın her alanında bazen genel hüküm ve ilkeler, bazen de özel ve ayrıntılı
hükümler koyarak sonraki dönemlere ölçü ve örnek olabilecek yeterli açıklamayı
getirmiş, bu yönüyle İslâm teşriinin çatısı Hz. Peygamber döneminde
tamamlanmıştır. Fıkıh kaynağı olarak sünnet Kur’an’ın açıklanması gereken
âyetlerini açıklamakta, temas etmediği konularda doldurulması gerekli
boşlukları doldurmaktadır.
Fıkıh tarihinin ikinci
dönemi, bir kırılma noktasıyla Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler şeklinde ikiye
ayrılmaktadır. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde fıkhın kaynakları bakımından önemli
olan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahâbe içtihadının Hz. Peygamber’e
arzı ve tasvibinin alınması imkânının ortadan kalkmış bulunmasıdır. Bundan
böyle fıkıh, Kitap ve Sünnet’in sınırlı nasları ile re’y içtihadına
dayanmaktadır. Bu devirde re’yin mânası, Kitap ve Sünnet’in hükmünü
açıklamadığı meseleleri nasların parça parça ve bütün olarak açıklamalarına
dayanıp bunlar üzerinde düşünerek hükme bağlamaktır. Terim olarak adları
konmamakla beraber sonradan istihsan, istislâh, örf, kıyas isimlerini alan
metotlar da re’y çerçevesi içinde kullanılmıştır.
Şarkiyatçıların
ısrarlı inkârlarına ve olumsuz yorumlamalarına rağmen son elli yıl içinde
yapılan araştırmalar, diğer temel İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da
tedvînin Hz. Peygamber devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugün
anlaşıldığı mânada fıkıh risâlelerinin yazımı sahâbe devrinin sonlarında
başlamış ve Emevîler döneminde gelişmiştir. Ancak bu risâlelere ve daha sonraki
dönemlerde yazılacak kitaplara kaynaklık eden fıkıh yazıları daha önceden
başlamıştır. Fuat Sezgin bu gerçeği ortaya koyan bazı önemli örnekler tesbit
etmiştir.
Fıkıh tarihi
bakımından en önemli gruplaşma Irak (Kûfe) ile Hicaz (Medine) fukahası arasında
meydana gelmiştir. Medineliler, kendi bölgelerinde yaşayan âlimlerden bir teyit
bulunmadıkça Kûfe ve Şam kaynaklı rivayetleri kullanmıyor, bunları delil olarak
geçerli saymıyorlardı; gerekçeleri de bu bölgede meydana gelen siyasî olaylar,
kargaşa ve fitnelerin re’y ve rivayetlere olumsuz tesiriydi. Emevîler’in sonu
ile Abbâsîler devrinin başlarında Irak medresesinden ehl-i re’y, Hicaz
medresesinden ehl-i eser (ehl-i hadîs) çıkacaktır.
Hicaz ve Irak grupları
arasındaki ihtilâf daha ziyade muhit ve hoca (bilgi kaynağı) farkına dayanmakla
birlikte bu iki okul arasında bazı usul farkları da bulunmaktadır. Her iki grup
Kitap, Sünnet ve sahâbe icmâını hüküm kaynağı olarak kullanır. Hicazlılar
Medine halkının örfüne Hz. Peygamber’in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer
verirler, muhitleri gereği hadis malzemeleri de daha zengindir. Iraklılar,
Medine örfünü kaynak olarak kabul etmezler, hadis malzemeleri azdır, mevcut
üzerinde daha titiz ayıklama yaparlar ve re’y içtihadına daha fazla yer
verirler.
Hadisler fıkıhtan önce
yazılı kaynaklarda kısmen toplanmış olmakla beraber bunların belli sistemlere
göre tasnif edilmesi fıkhın tedvîninden sonra olmuştur. Konulara göre
sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emevîler döneminde (I. [VII.] yüzyılın
sonunda ve II. [VIII.] yüzyılın başında) yazıldığı anlaşılmaktadır.
Abbâsîler devri fıkhın
olgunluk çağıdır. İctihad kapısı sonuna kadar açık olduğu gibi ictihad
hürriyeti de tam anlamıyla mevcuttur; gücü olanlar ictihad ederek dini anlayıp
yaşamakta, ictihada kudreti olmayanlar ise müctehidlere tâbi olmaktadırlar. Daha
önceki dönemde henüz doğmamış bulunan mezhepler bu devirde ortaya çıkmaya
başlamıştır. Bu dönemde, mezhepler doğmaya başlamış olmakla beraber IV. yüzyıla
kadar müslüman halk dört mezhebe bölünmediği gibi fıkıh mezheplerinin sayısı da
dört değildir.
Abbâsîler’in son
zamanları ile Selçuklular devri fıkhın duraklama dönemidir. III. yüzyıldan
itibaren başlayan mezhep taassubu gittikçe güçlendi ve âdeta düşmanlığa
dönüştü. Abbâsîler devrinin birinci döneminde (846-946) giderek ictihad
hareketi duraklamış, mezhepler doğmuş ve kadılar hükümlerini bu mezheplerden
birine göre -meselâ Irak’ta Hanefî, Suriye ve Mağrib’de Mâlikî, Mısır’da Şâfiî
mezhebine göre vermişlerdir.
Moğol istilâsından
Mecelle’ye kadar süren dönem fıkhın gerileme çağıdır. Abbâsî ve Selçuklu
hâkimiyetine son veren Moğollar, İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’a kadar
(1295-1304) devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, halkı şahsî ve dinî
işlerinde serbest bırakmışlardır. Halk ve fıkıhçılar belli mezheplere sımsıkı
sarılmış, bunları meşrû savunma aracı olarak kullanmışlar, içtihada ve
mezhepler arası iletişime kapılarını kapamışlardır.
Mecelle’den günümüze
kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır.
Cemâleddîn-i Efgānî ve tâbilerinin başlattığı uyanış ve kalkınma hareketinin
programında içtihadın önemli bir yeri vardır. Fıkıhta ictihad ve tercih
hareketi Osmanlı ülkesinde Mecelle’nin tedvînini etkileyememiş, bu kanun Hanefî
mezhebinin fetvaya esas olan hükümlerinden derlenmiştir. Ancak hareket, bazı
darülfünun hocaları ile Sırât-ı Müstakim, Sebîlürreşâd gibi mecmuaların
yazarlarına tesir etmiş, bunlar çeşitli kitap ve makalelerinde içtihadı
savunmuşlardır. Mısır’da Muhammed Abduh’un öğrencilerinden Reşîd Rızâ’nın
çıkardığı el-Menâr dergisinde bir taraftan ictihad hararetle savunulmuş,
taklide şiddetle cephe alınmış, diğer taraftan ictihad ve tercih mahsulü
fetvalar, yorumlar ve çözümler neşredilmiştir. Aynı hareketin izlerini
Hindistan’dan Fas’a, Kazan’dan Yemen’e kadar o günkü İslâm dünyasının çeşitli
ilim müesseselerinde, ulemâsında ve mevzuatında görmek mümkündür.
Yukarıda aktarmış
olduğumuz bilgilere baktığımızda “bilginin bütünlüğünü” açık bir şekilde görmek
mümkündür. Tefsir, hadis, fıkıh olarak ele almış olduğumuz, günümüzde de
ilahiyat fakültelerinde Temel İslam Bilimleri çatısı altında yer alan bu ilim
dalları bir biri ile bağlantılı ve içli dışlıdır. Bu ilim dallarından birinde
ihtisas yapmak isteyen bir kimsenin diğer ilim dalına dair derinlemesine olmasa
da belli bir düzeyde bilgisi olması gerekmektedir. Her şeyi kuşatıcı bir
şekilde bilmek mümkün değildir. Bu sebepledir ki ihtisaslaşma başlamıştır.
Fakat, alanımızla ilgili olan ilim dallarını, kavramlarını vs. bilmemiz
gerekir. Bu sadece tefsir, hadis, fıkıh ile sınırlı değildir. Tefsir ilim
dalının bu ilim dallarıyla ilişkisi olduğu kadar, dil, tarih, kültür, sosyoloji,
psikoloji, coğrafya vb. ilim dallarıyla da çok yakın ilişkisi vardır.
Tarih bir bütün
halinde ilerlemektedir. Bu bütün insanlar tarafından parçalara ayrılmaktadır.
Bu tarihi bütünlük içinde Tanrı insanlara hitap etmekte, peygamberler gelmekte,
peygamberlerle birlikte şeriat ortaya çıkmaktadır.
Nasıl insan tek yönlü
bir varlık değilse insanı temel alan vahiy de tek yönlü değildir. Vahiy
realiteyi dikkate almış, hitap ettiği insanın dilini kullanan beşer bir
peygamber göndermiş, bu insanın psikolojisini, sosyal şartlarını, kültürünü,
alışkanlıklarını, adetlerini, dikkate almış tedricilik ve nesh vaki olmuştur. Kur’an’ı
doğru bir şekilde anlayabilmemiz için perspektifimizi genişletmek, usul ve
yöntemimizi gözden geçirmek zorundayız.
el-Câbirî, M. Â.
(2011). Kur'an'a Giriş. (M. Coşkun, Çev.) Mana Yayınları.
Öztürk, M. (2011). Tefsir Tarihi
Araştırmaları . Ankara : Ankara Okulu.
Watt, W. (2013). Kur'an'a Giriş.
(S. Kalkan, Çev.) Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Abdülhamid Birışık, DİA "Tefsir" maddesi
M. Yaşar Kandemir, DİA “Hadis” maddesi
Hayreddin Karaman, DİA “Fıkıh” maddesi
Tarihi
Araştırmaları . Ankara : Ankara Okulu.
Watt, W. (2013). Kur'an'a Giriş.
(S. Kalkan, Çev.) Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Abdülhamid Birışık, DİA "Tefsir" maddesi
M. Yaşar Kandemir, DİA “Hadis” maddesi
Hayreddin Karaman, DİA “Fıkıh” maddesi
Kur’an vahiy geleneğinin bir parçasıdır. Kur’an insan ve Allah arasındaki iletişim aracı ve ‘’İlahi Hakikatte’’ zirvedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki; Kur’an hakikati temsil ettiğinden ötürü tek ölçüdür. Bu inananlar için böyle olduğu kadar Hz. Peygamber için de böyledir. Hz. Peygamber ise kendisine vahiy geldiğinde; cahiliye toplumunda yetişmiş , güzel ahlakıyla ön planda olan bir karakterdir. Kur’an vahyiyle beraber, Hz. Peygamber zihinsel ve dünya görüşü açısından vahyin çizdiği ölçüde ilerlemiştir. Zaten, Hz. Peygamberin vahiy gelmeden önceki yaşayışını göz önünde bulundurduğumuzda onun üzerindeki vahyin ağırlığı ve etkisini görebiliriz.
Vahyin izinde ve kontrolünde olan insanlar için, Hz. Peygamber örnek insandır. Bu yüzden; bu şahsiyetin fiilleri ve sözleri Kur’an’dan(vahiyden) bağımsız olamaz. Hz. Aişe’nin ‘’onun ahlakı Kur’an idi’’ sözü ve ‘’O, yaşayan bir Kur’an idi’’ hadisi de bunu göstermektedir. Buna göre; her hadis ve sünnet, Kur’ani bir asla döner ve Ku’rani bir aslı olmayan hiçbir hadis ve sünnet, Hz. Muhammed’e isnat edilemez. Hz. Peygamberin de vahye muhalif davranması düşünülemez. Hadis ve sünnet ve Kur’anın bir açılımı olup, bir bütündür.
Kur’an-hadis ilişkisi denildiğinde, özellikle Fıkıhta, hadislerin Kur’an ile ilişkisi ve hadis- sünnetin hüküm vermede ciddi bir kaynak teşkil ettiği açıktır. Hadis ve sünnet; Kur’anın mücmelini, mutlakını, ammını tahsis görevi görür. Sünnet ve hadis de, hüküm vermede müstakildir. Çünkü; hadis ve sünnet, Kur’anda hüküm verme görevi görür. Aynı zamanda, Kur’anın açıklanması noktasında hadis ve sünnet de önemli birer kaynak işlevi görürler. Bunu rivayet tefsirlerinin büyük oranda sahabe ve tabiun rivayetleriyle dolu olmasında görebiliriz. Hadisler, en az Kur’an’da verilen konuların alanı kadar bir alan bulup onu doldurmak görevini kendinde görür.
Ama, hadis ilmi bu misyonda olmasına rağmen günümüze kadar kapsamlı bir tefsir oluşturamamıştır. Yaşayan dinin devamını besleyen bir kaynak olmuştur ama Kur’an’ı anlamak ve yaşanan dini gelenekle bağlantısını sürdürmek büyük ölçüde Fıkıh ilmine kalmıştır. Bilindiği üzere tarihte iki hadis ekolü ortaya çıkmıştır. Bunlar ‘’Ehl-i Rey’’ ve ‘’Ehl-i Hadis’’ ekolleridir. Aralarındaki farklılık ise; dinin temel kaynakları olan Kur’an ve hadise yaklaşımlarıdır. Ehl-i hadis için temel olan; rivayetlerdir, Ehl-i rey için temel olan ise; Kur’an ve hadis/sünnet yanında diğer delillerdir(içtihat, akıl, mesalih, örf..vs.).
Bunun sonucu olarak; Fıkıh camiası, hem Kur’an hem de hadis metinlerinin anlamına ve anlaşılmasına önem vermiştir. Fakihlerin, metin ağırlıklı bir yöntem; hadisçilerin ise isnat ağırlıklı bir yöntem izlemeleri, Kur’an-hadis ilişkisini anlama kilit görevi görmüştür. Her ne kadar, bugünkü hadis literatürümüzde Kur’an ile çelişen rivayetler varsa da, bunların her alanda olduğu bir gerçektir. Yapılması gereken şey ise; mevcut malzemenin yeniden kritik edilmesi ve ‘’Kur’ana uygunluğun’’ baş kriter olarak alınmasıdır.
Fıkıh kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yirmi yerde geçer. Mastar ya da isim olarak değil de, muzari fiil olarak kullanılır. Buradan da, çok açık olmasa da, ‘’fıkıh’’ kelimesindeki anlama ve kavramanın, sürekli yenilenen bir anlama olduğu anlaşılabilir. ‘’Fıkıh’’ mutlak anlamıyla kullanıldığında ‘’din’’ anlamına da gelir. Üstte de belirttiğimiz gibi, burada ‘’dinin’’ sürekli yenilenen ve son bulmayacak bir olgu olduğuna ulaşabiliriz. Zaten fıkhın ana özelliği de budur. O, her daim, yerine ve zamanına göre sürekli oluşan ve yenilenen bir bilgidir.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda; ‘’fıkıh’’ kelimesinin ‘’genel olarak anlama’’ veya ‘’ sözü anlama’’ manasında kullanıldığını görürüz. Bu ‘’söz’’ ise ‘’Allah’ın kelamı’’ ve ‘’ peygamberlerin getirdikleri mesajlardır.’’ ‘’Fıkıh’’ en geniş anlamıyla ‘’hayatı kavrama biçimidir’’ ve Allah’ın kelamını kavramaktan ibarettir. İnsani bilginin objektif olamayacağını hesaba katarsak, Kur’an’ı anlamadaki bütün çabaların fıkhi olmayacağını anlayabiliriz. Fakat, fıkıh Kelamullah üzerinde sürekli bir bilgilenme ve yorumdur. Bu sürekli bir bilgilenme ve yapılan yorumlamada; ayetlerin maksatlarını ve vurguladığı hususları bilmek, fıkhi hükümlerin tespiti açısından önemlidir.
Sonuç olarak; İslam dini, İslam düşüncesi ve İslam medeniyeti bütün kaynağını Kur’an’dan almıştır ve Müslümanların da bilgi kaynağı olmaya devam etmektedir. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin de tek amacı; Kur’an-ı Kerim ayetlerini daha iyi anlamak olmuştur. Günümüzde de Kur’an-ı Kerimi anlamak için başvurulan yollar genellikle klasik metotlarla olmakta ve sayılı kişiler tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden; Kur’an-ı Kerim ayetlerinin her açıdan ve değişik yönlerinin ele alındığı, bir bütünlük içinde bütün tefsir metotlarının kullanılacağı modern bir tefsire ihtiyacımız vardır.
KAYNAKÇALAR
Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu
Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit
İslam Hukuk Tarihi, Hayreddin Karaman
YÜKSEK LİSANS
ÖĞRENCİ NO: 16912730
Merve Yahşi
YÜKSEK LİSANS
ÖĞRENCİ NO:16912730
MERVE YAHŞİ
Kur’an vahiy geleneğinin bir parçasıdır. Kur’an insan ve Allah arasındaki iletişim aracı ve ‘’İlahi Hakikatte’’ zirvedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki; Kur’an hakikati temsil ettiğinden ötürü tek ölçüdür. Bu inananlar için böyle olduğu kadar Hz. Peygamber için de böyledir. Hz. Peygamber ise kendisine vahiy geldiğinde; cahiliye toplumunda yetişmiş , güzel ahlakıyla ön planda olan bir karakterdir. Kur’an vahyiyle beraber, Hz. Peygamber zihinsel ve dünya görüşü açısından vahyin çizdiği ölçüde ilerlemiştir. Zaten, Hz. Peygamberin vahiy gelmeden önceki yaşayışını göz önünde bulundurduğumuzda onun üzerindeki vahyin ağırlığı ve etkisini görebiliriz.
Vahyin izinde ve kontrolünde olan insanlar için, Hz. Peygamber örnek insandır. Bu yüzden; bu şahsiyetin fiilleri ve sözleri Kur’an’dan(vahiyden) bağımsız olamaz. Hz. Aişe’nin ‘’onun ahlakı Kur’an idi’’ sözü ve ‘’O, yaşayan bir Kur’an idi’’ hadisi de bunu göstermektedir. Buna göre; her hadis ve sünnet, Kur’ani bir asla döner ve Ku’rani bir aslı olmayan hiçbir hadis ve sünnet, Hz. Muhammed’e isnat edilemez. Hz. Peygamberin de vahye muhalif davranması düşünülemez. Hadis ve sünnet ve Kur’anın bir açılımı olup, bir bütündür.
Kur’an-hadis ilişkisi denildiğinde, özellikle Fıkıhta, hadislerin Kur’an ile ilişkisi ve hadis- sünnetin hüküm vermede ciddi bir kaynak teşkil ettiği açıktır. Hadis ve sünnet; Kur’anın mücmelini, mutlakını, ammını tahsis görevi görür. Sünnet ve hadis de, hüküm vermede müstakildir. Çünkü; hadis ve sünnet, Kur’anda hüküm verme görevi görür. Aynı zamanda, Kur’anın açıklanması noktasında hadis ve sünnet de önemli birer kaynak işlevi görürler. Bunu rivayet tefsirlerinin büyük oranda sahabe ve tabiun rivayetleriyle dolu olmasında görebiliriz. Hadisler, en az Kur’an’da verilen konuların alanı kadar bir alan bulup onu doldurmak görevini kendinde görür.
Ama, hadis ilmi bu misyonda olmasına rağmen günümüze kadar kapsamlı bir tefsir oluşturamamıştır. Yaşayan dinin devamını besleyen bir kaynak olmuştur ama Kur’an’ı anlamak ve yaşanan dini gelenekle bağlantısını sürdürmek büyük ölçüde Fıkıh ilmine kalmıştır. Bilindiği üzere tarihte iki hadis ekolü ortaya çıkmıştır. Bunlar ‘’Ehl-i Rey’’ ve ‘’Ehl-i Hadis’’ ekolleridir. Aralarındaki farklılık ise; dinin temel kaynakları olan Kur’an ve hadise yaklaşımlarıdır. Ehl-i hadis için temel olan; rivayetlerdir, Ehl-i rey için temel olan ise; Kur’an ve hadis/sünnet yanında diğer delillerdir(içtihat, akıl, mesalih, örf..vs.).
Bunun sonucu olarak; Fıkıh camiası, hem Kur’an hem de hadis metinlerinin anlamına ve anlaşılmasına önem vermiştir. Fakihlerin, metin ağırlıklı bir yöntem; hadisçilerin ise isnat ağırlıklı bir yöntem izlemeleri, Kur’an-hadis ilişkisini anlama kilit görevi görmüştür. Her ne kadar, bugünkü hadis literatürümüzde Kur’an ile çelişen rivayetler varsa da, bunların her alanda olduğu bir gerçektir. Yapılması gereken şey ise; mevcut malzemenin yeniden kritik edilmesi ve ‘’Kur’ana uygunluğun’’ baş kriter olarak alınmasıdır.
Fıkıh kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yirmi yerde geçer. Mastar ya da isim olarak değil de, muzari fiil olarak kullanılır. Buradan da, çok açık olmasa da, ‘’fıkıh’’ kelimesindeki anlama ve kavramanın, sürekli yenilenen bir anlama olduğu anlaşılabilir. ‘’Fıkıh’’ mutlak anlamıyla kullanıldığında ‘’din’’ anlamına da gelir. Üstte de belirttiğimiz gibi, burada ‘’dinin’’ sürekli yenilenen ve son bulmayacak bir olgu olduğuna ulaşabiliriz. Zaten fıkhın ana özelliği de budur. O, her daim, yerine ve zamanına göre sürekli oluşan ve yenilenen bir bilgidir.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda; ‘’fıkıh’’ kelimesinin ‘’genel olarak anlama’’ veya ‘’ sözü anlama’’ manasında kullanıldığını görürüz. Bu ‘’söz’’ ise ‘’Allah’ın kelamı’’ ve ‘’ peygamberlerin getirdikleri mesajlardır.’’ ‘’Fıkıh’’ en geniş anlamıyla ‘’hayatı kavrama biçimidir’’ ve Allah’ın kelamını kavramaktan ibarettir. İnsani bilginin objektif olamayacağını hesaba katarsak, Kur’an’ı anlamadaki bütün çabaların fıkhi olmayacağını anlayabiliriz. Fakat, fıkıh Kelamullah üzerinde sürekli bir bilgilenme ve yorumdur. Bu sürekli bir bilgilenme ve yapılan yorumlamada; ayetlerin maksatlarını ve vurguladığı hususları bilmek, fıkhi hükümlerin tespiti açısından önemlidir.
Sonuç olarak; İslam dini, İslam düşüncesi ve İslam medeniyeti bütün kaynağını Kur’an’dan almıştır ve Müslümanların da bilgi kaynağı olmaya devam etmektedir. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin de tek amacı; Kur’an-ı Kerim ayetlerini daha iyi anlamak olmuştur. Günümüzde de Kur’an-ı Kerimi anlamak için başvurulan yollar genellikle klasik metotlarla olmakta ve sayılı kişiler tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden; Kur’an-ı Kerim ayetlerinin her açıdan ve değişik yönlerinin ele alındığı, bir bütünlük içinde bütün tefsir metotlarının kullanılacağı modern bir tefsire ihtiyacımız vardır.
KAYNAKÇALAR
Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu
Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit
İslam Hukuk Tarihi, Hayreddin Karaman
YÜKSEK LİSANS
ÖĞRENCİ NO:16912730
MERVE YAHŞİ
Kur’an vahiy geleneğinin bir parçasıdır. Kur’an insan ve Allah arasındaki iletişim aracı ve ‘’İlahi Hakikatte’’ zirvedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki; Kur’an hakikati temsil ettiğinden ötürü tek ölçüdür. Bu inananlar için böyle olduğu kadar Hz. Peygamber için de böyledir. Hz. Peygamber ise kendisine vahiy geldiğinde; cahiliye toplumunda yetişmiş , güzel ahlakıyla ön planda olan bir karakterdir. Kur’an vahyiyle beraber, Hz. Peygamber zihinsel ve dünya görüşü açısından vahyin çizdiği ölçüde ilerlemiştir. Zaten, Hz. Peygamberin vahiy gelmeden önceki yaşayışını göz önünde bulundurduğumuzda onun üzerindeki vahyin ağırlığı ve etkisini görebiliriz.
Vahyin izinde ve kontrolünde olan insanlar için, Hz. Peygamber örnek insandır. Bu yüzden; bu şahsiyetin fiilleri ve sözleri Kur’an’dan(vahiyden) bağımsız olamaz. Hz. Aişe’nin ‘’onun ahlakı Kur’an idi’’ sözü ve ‘’O, yaşayan bir Kur’an idi’’ hadisi de bunu göstermektedir. Buna göre; her hadis ve sünnet, Kur’ani bir asla döner ve Ku’rani bir aslı olmayan hiçbir hadis ve sünnet, Hz. Muhammed’e isnat edilemez. Hz. Peygamberin de vahye muhalif davranması düşünülemez. Hadis ve sünnet ve Kur’anın bir açılımı olup, bir bütündür.
Kur’an-hadis ilişkisi denildiğinde, özellikle Fıkıhta, hadislerin Kur’an ile ilişkisi ve hadis- sünnetin hüküm vermede ciddi bir kaynak teşkil ettiği açıktır. Hadis ve sünnet; Kur’anın mücmelini, mutlakını, ammını tahsis görevi görür. Sünnet ve hadis de, hüküm vermede müstakildir. Çünkü; hadis ve sünnet, Kur’anda hüküm verme görevi görür. Aynı zamanda, Kur’anın açıklanması noktasında hadis ve sünnet de önemli birer kaynak işlevi görürler. Bunu rivayet tefsirlerinin büyük oranda sahabe ve tabiun rivayetleriyle dolu olmasında görebiliriz. Hadisler, en az Kur’an’da verilen konuların alanı kadar bir alan bulup onu doldurmak görevini kendinde görür.
Ama, hadis ilmi bu misyonda olmasına rağmen günümüze kadar kapsamlı bir tefsir oluşturamamıştır. Yaşayan dinin devamını besleyen bir kaynak olmuştur ama Kur’an’ı anlamak ve yaşanan dini gelenekle bağlantısını sürdürmek büyük ölçüde Fıkıh ilmine kalmıştır. Bilindiği üzere tarihte iki hadis ekolü ortaya çıkmıştır. Bunlar ‘’Ehl-i Rey’’ ve ‘’Ehl-i Hadis’’ ekolleridir. Aralarındaki farklılık ise; dinin temel kaynakları olan Kur’an ve hadise yaklaşımlarıdır. Ehl-i hadis için temel olan; rivayetlerdir, Ehl-i rey için temel olan ise; Kur’an ve hadis/sünnet yanında diğer delillerdir(içtihat, akıl, mesalih, örf..vs.).
Bunun sonucu olarak; Fıkıh camiası, hem Kur’an hem de hadis metinlerinin anlamına ve anlaşılmasına önem vermiştir. Fakihlerin, metin ağırlıklı bir yöntem; hadisçilerin ise isnat ağırlıklı bir yöntem izlemeleri, Kur’an-hadis ilişkisini anlama kilit görevi görmüştür. Her ne kadar, bugünkü hadis literatürümüzde Kur’an ile çelişen rivayetler varsa da, bunların her alanda olduğu bir gerçektir. Yapılması gereken şey ise; mevcut malzemenin yeniden kritik edilmesi ve ‘’Kur’ana uygunluğun’’ baş kriter olarak alınmasıdır.
Fıkıh kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yirmi yerde geçer. Mastar ya da isim olarak değil de, muzari fiil olarak kullanılır. Buradan da, çok açık olmasa da, ‘’fıkıh’’ kelimesindeki anlama ve kavramanın, sürekli yenilenen bir anlama olduğu anlaşılabilir. ‘’Fıkıh’’ mutlak anlamıyla kullanıldığında ‘’din’’ anlamına da gelir. Üstte de belirttiğimiz gibi, burada ‘’dinin’’ sürekli yenilenen ve son bulmayacak bir olgu olduğuna ulaşabiliriz. Zaten fıkhın ana özelliği de budur. O, her daim, yerine ve zamanına göre sürekli oluşan ve yenilenen bir bilgidir.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda; ‘’fıkıh’’ kelimesinin ‘’genel olarak anlama’’ veya ‘’ sözü anlama’’ manasında kullanıldığını görürüz. Bu ‘’söz’’ ise ‘’Allah’ın kelamı’’ ve ‘’ peygamberlerin getirdikleri mesajlardır.’’ ‘’Fıkıh’’ en geniş anlamıyla ‘’hayatı kavrama biçimidir’’ ve Allah’ın kelamını kavramaktan ibarettir. İnsani bilginin objektif olamayacağını hesaba katarsak, Kur’an’ı anlamadaki bütün çabaların fıkhi olmayacağını anlayabiliriz. Fakat, fıkıh Kelamullah üzerinde sürekli bir bilgilenme ve yorumdur. Bu sürekli bir bilgilenme ve yapılan yorumlamada; ayetlerin maksatlarını ve vurguladığı hususları bilmek, fıkhi hükümlerin tespiti açısından önemlidir.
Sonuç olarak; İslam dini, İslam düşüncesi ve İslam medeniyeti bütün kaynağını Kur’an’dan almıştır ve Müslümanların da bilgi kaynağı olmaya devam etmektedir. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin de tek amacı; Kur’an-ı Kerim ayetlerini daha iyi anlamak olmuştur. Günümüzde de Kur’an-ı Kerimi anlamak için başvurulan yollar genellikle klasik metotlarla olmakta ve sayılı kişiler tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden; Kur’an-ı Kerim ayetlerinin her açıdan ve değişik yönlerinin ele alındığı, bir bütünlük içinde bütün tefsir metotlarının kullanılacağı modern bir tefsire ihtiyacımız vardır.
KAYNAKÇALAR
Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu
Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit
İslam Hukuku Tarihi, Hayreddin Karaman
YÜKSEK LİSANS
ÖĞRENCİ NO:16912730
MERVE YAHŞİ
Kur’an vahiy geleneğinin bir parçasıdır.
Kur’an insan ve Allah arasındaki iletişim aracı ve ‘’İlahi Hakikatte’’
zirvedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki; Kur’an hakikati temsil ettiğinden
ötürü tek ölçüdür. Bu inananlar için böyle olduğu kadar Hz. Peygamber için de
böyledir. Hz. Peygamber ise kendisine vahiy geldiğinde; cahiliye toplumunda
yetişmiş , güzel ahlakıyla ön planda olan bir karakterdir. Kur’an vahyiyle
beraber, Hz. Peygamber zihinsel ve dünya görüşü açısından vahyin çizdiği ölçüde
ilerlemiştir. Zaten, Hz. Peygamberin vahiy gelmeden önceki yaşayışını göz önünde bulundurduğumuzda onun
üzerindeki vahyin ağırlığı ve etkisini görebiliriz.
Vahyin
izinde ve kontrolünde olan insanlar için, Hz. Peygamber örnek insandır. Bu
yüzden; bu şahsiyetin fiilleri ve
sözleri Kur’an’dan(vahiyden) bağımsız olamaz. Hz. Aişe’nin ‘’onun ahlakı Kur’an
idi’’ sözü ve ‘’O, yaşayan bir Kur’an idi’’ hadisi de bunu göstermektedir. Buna
göre; her hadis ve sünnet, Kur’ani bir asla döner ve Ku’rani bir aslı olmayan
hiçbir hadis ve sünnet, Hz. Muhammed’e isnat edilemez. Hz. Peygamberin de vahye
muhalif davranması düşünülemez. Hadis ve sünnet ve Kur’anın bir açılımı olup, bir bütündür.
Kur’an-hadis ilişkisi denildiğinde,
özellikle Fıkıhta, hadislerin Kur’an ile ilişkisi ve hadis- sünnetin hüküm
vermede ciddi bir kaynak teşkil ettiği açıktır. Hadis ve sünnet; Kur’anın mücmelini, mutlakını, ammını tahsis görevi
görür. Sünnet ve hadis de, hüküm vermede müstakildir. Çünkü; hadis ve sünnet,
Kur’anda hüküm verme görevi görür. Aynı zamanda, Kur’anın açıklanması
noktasında hadis ve sünnet de önemli birer kaynak işlevi görürler. Bunu rivayet
tefsirlerinin büyük oranda sahabe ve tabiun rivayetleriyle dolu olmasında
görebiliriz. Hadisler, en az Kur’an’da verilen konuların alanı kadar bir alan
bulup onu doldurmak görevini kendinde görür.
Ama, hadis ilmi bu misyonda olmasına rağmen
günümüze kadar kapsamlı bir tefsir oluşturamamıştır. Yaşayan dinin devamını
besleyen bir kaynak olmuştur ama Kur’an’ı anlamak ve yaşanan dini gelenekle
bağlantısını sürdürmek büyük ölçüde Fıkıh ilmine kalmıştır. Bilindiği üzere tarihte iki hadis ekolü
ortaya çıkmıştır. Bunlar ‘’Ehl-i Rey’’ ve ‘’Ehl-i Hadis’’ ekolleridir.
Aralarındaki farklılık ise; dinin temel kaynakları olan Kur’an ve hadise
yaklaşımlarıdır. Ehl-i hadis için temel olan; rivayetlerdir, Ehl-i rey için
temel olan ise; Kur’an ve hadis/sünnet yanında diğer delillerdir(içtihat, akıl,
mesalih, örf..vs.).
Bunun sonucu olarak; Fıkıh camiası, hem Kur’an
hem de hadis metinlerinin anlamına ve anlaşılmasına önem vermiştir. Fakihlerin,
metin ağırlıklı bir yöntem; hadisçilerin ise isnat ağırlıklı bir yöntem
izlemeleri, Kur’an-hadis ilişkisini anlama kilit görevi görmüştür. Her ne
kadar, bugünkü hadis literatürümüzde Kur’an ile çelişen rivayetler varsa da,
bunların her alanda olduğu bir gerçektir. Yapılması gereken şey ise; mevcut
malzemenin yeniden kritik edilmesi ve ‘’Kur’ana uygunluğun’’ baş kriter olarak
alınmasıdır.
Fıkıh kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yirmi yerde
geçer. Mastar ya da isim olarak değil de, muzari fiil olarak kullanılır.
Buradan da, çok açık olmasa da, ‘’fıkıh’’ kelimesindeki anlama ve kavramanın,
sürekli yenilenen bir anlama olduğu anlaşılabilir. ‘’Fıkıh’’ mutlak anlamıyla
kullanıldığında ‘’din’’ anlamına da gelir. Üstte de belirttiğimiz gibi, burada
‘’dinin’’ sürekli yenilenen ve son bulmayacak bir olgu olduğuna ulaşabiliriz.
Zaten fıkhın ana özelliği de budur. O, her daim, yerine ve zamanına göre
sürekli oluşan ve yenilenen bir bilgidir.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda; ‘’fıkıh’’
kelimesinin ‘’genel olarak anlama’’ veya ‘’ sözü anlama’’ manasında kullanıldığını
görürüz. Bu ‘’söz’’ ise ‘’Allah’ın kelamı’’ ve ‘’ peygamberlerin getirdikleri
mesajlardır.’’ ‘’Fıkıh’’ en geniş anlamıyla ‘’hayatı kavrama biçimidir’’ ve
Allah’ın kelamını kavramaktan ibarettir. İnsani bilginin objektif olamayacağını
hesaba katarsak, Kur’an’ı anlamadaki bütün çabaların fıkhi olmayacağını
anlayabiliriz. Fakat, fıkıh Kelamullah üzerinde sürekli bir bilgilenme ve
yorumdur. Bu sürekli bir bilgilenme ve
yapılan yorumlamada; ayetlerin maksatlarını ve vurguladığı hususları bilmek,
fıkhi hükümlerin tespiti açısından önemlidir.
Sonuç olarak; İslam dini, İslam düşüncesi ve İslam medeniyeti bütün kaynağını Kur’an’dan almıştır ve Müslümanların da bilgi kaynağı olmaya devam etmektedir. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin de tek amacı; Kur’an-ı Kerim ayetlerini daha iyi anlamak olmuştur. Günümüzde de Kur’an-ı Kerimi anlamak için başvurulan yollar genellikle klasik metotlarla olmakta ve sayılı kişiler tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden; Kur’an-ı Kerim ayetlerinin her açıdan ve değişik yönlerinin ele alındığı, bir bütünlük içinde bütün tefsir metotlarının kullanılacağı modern bir tefsire ihtiyacımız vardır.
KAYNAKÇALAR
Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu
Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit
İslam Hukuk Tarihi, Hayreddin Karaman
YÜKSEK LİSANS
ÖĞRENCİ NO:16912730
MERVE YAHŞİ
Kur’an vahiy geleneğinin bir parçasıdır.
Kur’an insan ve Allah arasındaki iletişim aracı ve ‘’İlahi Hakikatte’’
zirvedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki; Kur’an hakikati temsil ettiğinden
ötürü tek ölçüdür. Bu inananlar için böyle olduğu kadar Hz. Peygamber için de
böyledir. Hz. Peygamber ise kendisine vahiy geldiğinde; cahiliye toplumunda
yetişmiş , güzel ahlakıyla ön planda olan bir karakterdir. Kur’an vahyiyle
beraber, Hz. Peygamber zihinsel ve dünya görüşü açısından vahyin çizdiği ölçüde
ilerlemiştir. Zaten, Hz. Peygamberin vahiy gelmeden önceki yaşayışını göz önünde bulundurduğumuzda onun
üzerindeki vahyin ağırlığı ve etkisini görebiliriz.
Vahyin
izinde ve kontrolünde olan insanlar için, Hz. Peygamber örnek insandır. Bu
yüzden; bu şahsiyetin fiilleri ve
sözleri Kur’an’dan(vahiyden) bağımsız olamaz. Hz. Aişe’nin ‘’onun ahlakı Kur’an
idi’’ sözü ve ‘’O, yaşayan bir Kur’an idi’’ hadisi de bunu göstermektedir. Buna
göre; her hadis ve sünnet, Kur’ani bir asla döner ve Ku’rani bir aslı olmayan
hiçbir hadis ve sünnet, Hz. Muhammed’e isnat edilemez. Hz. Peygamberin de vahye
muhalif davranması düşünülemez. Hadis ve sünnet ve Kur’anın bir açılımı olup, bir bütündür.
Kur’an-hadis ilişkisi denildiğinde,
özellikle Fıkıhta, hadislerin Kur’an ile ilişkisi ve hadis- sünnetin hüküm
vermede ciddi bir kaynak teşkil ettiği açıktır. Hadis ve sünnet; Kur’anın mücmelini, mutlakını, ammını tahsis görevi
görür. Sünnet ve hadis de, hüküm vermede müstakildir. Çünkü; hadis ve sünnet,
Kur’anda hüküm verme görevi görür. Aynı zamanda, Kur’anın açıklanması
noktasında hadis ve sünnet de önemli birer kaynak işlevi görürler. Bunu rivayet
tefsirlerinin büyük oranda sahabe ve tabiun rivayetleriyle dolu olmasında
görebiliriz. Hadisler, en az Kur’an’da verilen konuların alanı kadar bir alan
bulup onu doldurmak görevini kendinde görür.
Ama, hadis ilmi bu misyonda olmasına rağmen
günümüze kadar kapsamlı bir tefsir oluşturamamıştır. Yaşayan dinin devamını
besleyen bir kaynak olmuştur ama Kur’an’ı anlamak ve yaşanan dini gelenekle
bağlantısını sürdürmek büyük ölçüde Fıkıh ilmine kalmıştır. Bilindiği üzere tarihte iki hadis ekolü
ortaya çıkmıştır. Bunlar ‘’Ehl-i Rey’’ ve ‘’Ehl-i Hadis’’ ekolleridir.
Aralarındaki farklılık ise; dinin temel kaynakları olan Kur’an ve hadise
yaklaşımlarıdır. Ehl-i hadis için temel olan; rivayetlerdir, Ehl-i rey için
temel olan ise; Kur’an ve hadis/sünnet yanında diğer delillerdir(içtihat, akıl,
mesalih, örf..vs.).
Bunun sonucu olarak; Fıkıh camiası, hem Kur’an
hem de hadis metinlerinin anlamına ve anlaşılmasına önem vermiştir. Fakihlerin,
metin ağırlıklı bir yöntem; hadisçilerin ise isnat ağırlıklı bir yöntem
izlemeleri, Kur’an-hadis ilişkisini anlama kilit görevi görmüştür. Her ne
kadar, bugünkü hadis literatürümüzde Kur’an ile çelişen rivayetler varsa da,
bunların her alanda olduğu bir gerçektir. Yapılması gereken şey ise; mevcut
malzemenin yeniden kritik edilmesi ve ‘’Kur’ana uygunluğun’’ baş kriter olarak
alınmasıdır.
Fıkıh kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yirmi yerde
geçer. Mastar ya da isim olarak değil de, muzari fiil olarak kullanılır.
Buradan da, çok açık olmasa da, ‘’fıkıh’’ kelimesindeki anlama ve kavramanın,
sürekli yenilenen bir anlama olduğu anlaşılabilir. ‘’Fıkıh’’ mutlak anlamıyla
kullanıldığında ‘’din’’ anlamına da gelir. Üstte de belirttiğimiz gibi, burada
‘’dinin’’ sürekli yenilenen ve son bulmayacak bir olgu olduğuna ulaşabiliriz.
Zaten fıkhın ana özelliği de budur. O, her daim, yerine ve zamanına göre
sürekli oluşan ve yenilenen bir bilgidir.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda; ‘’fıkıh’’
kelimesinin ‘’genel olarak anlama’’ veya ‘’ sözü anlama’’ manasında kullanıldığını
görürüz. Bu ‘’söz’’ ise ‘’Allah’ın kelamı’’ ve ‘’ peygamberlerin getirdikleri
mesajlardır.’’ ‘’Fıkıh’’ en geniş anlamıyla ‘’hayatı kavrama biçimidir’’ ve
Allah’ın kelamını kavramaktan ibarettir. İnsani bilginin objektif olamayacağını
hesaba katarsak, Kur’an’ı anlamadaki bütün çabaların fıkhi olmayacağını
anlayabiliriz. Fakat, fıkıh Kelamullah üzerinde sürekli bir bilgilenme ve
yorumdur. Bu sürekli bir bilgilenme ve
yapılan yorumlamada; ayetlerin maksatlarını ve vurguladığı hususları bilmek,
fıkhi hükümlerin tespiti açısından önemlidir.
Sonuç olarak; İslam dini, İslam düşüncesi ve
İslam medeniyeti bütün kaynağını Kur’an’dan almıştır ve Müslümanların da bilgi
kaynağı olmaya devam etmektedir. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin de tek
amacı; Kur’an-ı Kerim ayetlerini daha iyi anlamak olmuştur. Günümüzde de
Kur’an-ı Kerimi anlamak için başvurulan yollar genellikle klasik metotlarla
olmakta ve sayılı kişiler tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden; Kur’an-ı Kerim
ayetlerinin her açıdan ve değişik yönlerinin ele alındığı, bir bütünlük içinde
bütün tefsir metotlarının kullanılacağı modern bir tefsire ihtiyacımız vardır.
KAYNAKÇALAR
İslam Tarihi, İsmail
Cerrahoğlu
Hadis Tarihi, Talat
Koçyiğit
İslam Hukuku Tarihi,
Hayreddin Karaman
YÜKSEK LİSANS
ÖĞRENCİ NO:16912730
MERVE YAHŞİ
Kur’an vahiy geleneğinin bir parçasıdır. Kur’an insan ve Allah
arasındaki iletişim aracı ve ‘’İlahi Hakikatte’’ zirvedir. Buradan hareketle
diyebiliriz ki; Kur’an hakikati temsil ettiğinden ötürü tek ölçüdür. Bu
inananlar için böyle olduğu kadar Hz. Peygamber için de böyledir. Hz. Peygamber
ise kendisine vahiy geldiğinde; cahiliye toplumunda yetişmiş , güzel ahlakıyla
ön planda olan bir karakterdir. Kur’an vahyiyle beraber, Hz. Peygamber zihinsel
ve dünya görüşü açısından vahyin çizdiği ölçüde ilerlemiştir. Zaten, Hz.
Peygamberin vahiy gelmeden önceki yaşayışını göz önünde bulundurduğumuzda onun
üzerindeki vahyin ağırlığı ve etkisini görebiliriz.
Vahyin izinde ve kontrolünde olan
insanlar için, Hz. Peygamber örnek insandır. Bu yüzden; bu şahsiyetin fiilleri ve sözleri Kur’an’dan(vahiyden)
bağımsız olamaz. Hz. Aişe’nin ‘’onun ahlakı Kur’an idi’’ sözü ve ‘’O, yaşayan
bir Kur’an idi’’ hadisi de bunu göstermektedir. Buna göre; her hadis ve sünnet,
Kur’ani bir asla döner ve Ku’rani bir aslı olmayan hiçbir hadis ve sünnet, Hz.
Muhammed’e isnat edilemez. Hz. Peygamberin de vahye muhalif davranması
düşünülemez. Hadis ve sünnet ve Kur’anın
bir açılımı olup, bir bütündür.
Kur’an-hadis ilişkisi denildiğinde, özellikle Fıkıhta, hadislerin Kur’an
ile ilişkisi ve hadis- sünnetin hüküm vermede ciddi bir kaynak teşkil ettiği
açıktır. Hadis ve sünnet; Kur’anın
mücmelini, mutlakını, ammını tahsis görevi görür. Sünnet ve hadis de,
hüküm vermede müstakildir. Çünkü; hadis ve sünnet, Kur’anda hüküm verme görevi
görür. Aynı zamanda, Kur’anın açıklanması noktasında hadis ve sünnet de önemli
birer kaynak işlevi görürler. Bunu rivayet tefsirlerinin büyük oranda sahabe ve
tabiun rivayetleriyle dolu olmasında görebiliriz. Hadisler, en az Kur’an’da
verilen konuların alanı kadar bir alan bulup onu doldurmak görevini kendinde
görür.
Ama, hadis ilmi bu
misyonda olmasına rağmen günümüze kadar kapsamlı bir tefsir oluşturamamıştır.
Yaşayan dinin devamını besleyen bir kaynak olmuştur ama Kur’an’ı anlamak ve
yaşanan dini gelenekle bağlantısını sürdürmek büyük ölçüde Fıkıh ilmine
kalmıştır. Bilindiği üzere tarihte iki
hadis ekolü ortaya çıkmıştır. Bunlar ‘’Ehl-i Rey’’ ve ‘’Ehl-i Hadis’’
ekolleridir. Aralarındaki farklılık ise; dinin temel kaynakları olan Kur’an ve
hadise yaklaşımlarıdır. Ehl-i hadis için temel olan; rivayetlerdir, Ehl-i rey
için temel olan ise; Kur’an ve hadis/sünnet yanında diğer delillerdir(içtihat,
akıl, mesalih, örf..vs.).
Bunun sonucu olarak; Fıkıh camiası, hem Kur’an
hem de hadis metinlerinin anlamına ve anlaşılmasına önem vermiştir. Fakihlerin,
metin ağırlıklı bir yöntem; hadisçilerin ise isnat ağırlıklı bir yöntem
izlemeleri, Kur’an-hadis ilişkisini anlama kilit görevi görmüştür. Her ne
kadar, bugünkü hadis literatürümüzde Kur’an ile çelişen rivayetler varsa da,
bunların her alanda olduğu bir gerçektir. Yapılması gereken şey ise; mevcut
malzemenin yeniden kritik edilmesi ve ‘’Kur’ana uygunluğun’’ baş kriter olarak
alınmasıdır.
Fıkıh kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yirmi yerde geçer. Mastar ya da isim
olarak değil de, muzari fiil olarak kullanılır. Buradan da, çok açık olmasa da,
‘’fıkıh’’ kelimesindeki anlama ve kavramanın, sürekli yenilenen bir anlama
olduğu anlaşılabilir. ‘’Fıkıh’’ mutlak anlamıyla kullanıldığında ‘’din’’
anlamına da gelir. Üstte de belirttiğimiz gibi, burada ‘’dinin’’ sürekli
yenilenen ve son bulmayacak bir olgu olduğuna ulaşabiliriz. Zaten fıkhın ana
özelliği de budur. O, her daim, yerine ve zamanına göre sürekli oluşan ve
yenilenen bir bilgidir.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda; ‘’fıkıh’’ kelimesinin ‘’genel olarak
anlama’’ veya ‘’ sözü anlama’’ manasında kullanıldığını görürüz. Bu ‘’söz’’ ise
‘’Allah’ın kelamı’’ ve ‘’ peygamberlerin getirdikleri mesajlardır.’’ ‘’Fıkıh’’
en geniş anlamıyla ‘’hayatı kavrama biçimidir’’ ve Allah’ın kelamını
kavramaktan ibarettir. İnsani bilginin objektif olamayacağını hesaba katarsak,
Kur’an’ı anlamadaki bütün çabaların fıkhi olmayacağını anlayabiliriz. Fakat,
fıkıh Kelamullah üzerinde sürekli bir bilgilenme ve yorumdur. Bu sürekli bir bilgilenme ve yapılan
yorumlamada; ayetlerin maksatlarını ve vurguladığı hususları bilmek, fıkhi
hükümlerin tespiti açısından önemlidir.
Sonuç olarak; İslam dini, İslam düşüncesi ve İslam medeniyeti bütün
kaynağını Kur’an’dan almıştır ve Müslümanların da bilgi kaynağı olmaya devam
etmektedir. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin de tek amacı; Kur’an-ı Kerim
ayetlerini daha iyi anlamak olmuştur. Günümüzde de Kur’an-ı Kerimi anlamak için
başvurulan yollar genellikle klasik metotlarla olmakta ve sayılı kişiler
tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden; Kur’an-ı Kerim ayetlerinin her açıdan ve
değişik yönlerinin ele alındığı, bir bütünlük içinde bütün tefsir metotlarının
kullanılacağı modern bir tefsire ihtiyacımız vardır.
KAYNAKÇALAR
İslam Tarihi, İsmail Cerrahoğlu
Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit ;
İslam Hukuku Tarihi, Hayreddin
Karaman
Zhandos Aitbayev
20016 – 2017 Güz dönemi
Doktora-: 16922627
Tefsir tarihi hadis tarihi ve
fıkıh tarihi ilimlerinin ilişkisi
Tefsir,
hadis ve fıkıh ayrı ilimler olarak Hz. Peygamberin vefatından iki asır sonra
meydana gelmişleridir.
Hz.
Peygamber zamanında bu ilimlerin kaynağı Hz. Peygamberin kendisi idi. Bu
ilimler bir bütün olarak hadis ilminin içerisinde yer almıştı. Hadis ilmi
gelişmeye başladıktan sonra tefsir ve fıkıh kendi başlarına egemen ilimler
olarak ayrılmışlardır.
İlk
dönemlerde Hz. Peygamber hadisin kurana karışmasını engellemek için hadisin
yazılmasını menetmişti. Biraz zaman sonra bazı sahabelere izin verdiğini ve
hadiste meşhur olan bazı sahabelerin hadis sahifelerini görüyoruz.
Ebu
Hureyre’nin:“Şimdiki gibi benim hadis rivayet ettiğimi Ömer görseydi kafamı
uçururdu” ifadesinden Hz. Ömer’in halifelik döneminde hadis rivayetini yasaklamış
ve sonraki dönemlerde kuranın mushaf haline getirilince bu yasağın kaldırıldığını
görüyoruz.
Sahabeler
kuranı tefsir ederken bir bütün olarak ayetlere mana vermeye çalışmış. Tabiun
ve sonraki dönemlerdeki alimler ayetteki her bir kelimeyi tefsir etmişlerdir.
Sonuç olarak:
İslami
temel bilimleri birbirinden ayrıt etmeksizin bir bütün olarak sıfatlandrırız.
Her bir kitap kuranı anlatmak için yazılır.
Tefsir
ilmi kuranın iniş sebebi ve tarihini, vahiy ve vakaa münasebetini anlatan ilim
dalıdır. Hadis ise kuranı açıklayan ilim dalıdır. Fıkıh, kuranın insan
hayatında yaşanmasını ve ondan çıkacak hükümleri anlatır.
Kaynakça:
HADİS TARİHİ
(Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT)
1. BÖLÜM
HZ. PEYGAMBER VE
ASHABI DEVRİNDE HADİS
A. Hadisin menşei önemi ve tekamülü:
Lügat yönünden eskinin zıddı 'yeni'
manasına gelen hadis, aynı zamanda haber anlamına da gelir.Istılah yönünden
hadis, umumiyet itibariyle, Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunur. Hadis Hz.
Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen sünnetin hiç bir
tereddüde mahal bırakmayacak kadar kusursuz tam bir karşılığıdır.
İslam teşriinde sünnetin, Kur'an'dan
sonra ilk kaynak teşkil ettiği,bu konuya eğilmiş olan herkesçe bilinen bir
husustur.Hz. Peygamber hayatta kaldığı müddetçe hadis,sahabe arasında
dolaşmış,müzakere ve münakaşa edilmiştir.Hz. Peygamber bazı hadislerinde
sahabeyi hadis rivayetine teşvik etmiştir. Bu teşvik gelecek nesillerin İslam'ı
kusursuz anlamaları gayesine matuftur. Sahabe bu teşviklerin de etkisiyle hadis
rivayetlerine çok önem vermiştir.
B. Hadislerin yazılması
1) Hadis kitabetinin yasaklanması :
Hadis yazmayı yasaklayan en meşhur
hadis,Ebu Said el-Hudri tarafından rivayet edilen şu hadistir: ''Benden hiç bir
şey yazmayınız. Kim benden Kuran'dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin.
Benden rivayet ediniz bir beis yoktur. Kim benim üzerime kasden yalan söylerse
cehennemdeki yerine hazırlansın.
2) Yasak kararının sebepleri:
a) Yazı : İbn-i Kuteybe'ye göre yasak iyi yazı
bilmeyenlere mahsustur.
b) Kuran'la karışma tehlikesi : Yasağın en önemli sebebi, hadis
sahifeleriyle Kuran sahifelerinin karışması tehlikesidir.
3) Yasağın kaldırılması :
Hz. Peygamberin, hadislerin yazılmasıyla
ilgili müsadesi hakkında çeşitli haberler vardır.Ebu Hureyre'den gelen bir
habere göre, ismi açıklanmayan bir şahıs,Hz. Peygambere hafızasından şikayet
etmiş, Hz. Peygamber de ona ''elinden yardım iste'' yani yaz demiştir.
Bu dönemde Hz. Ali, Abdullah b. Amr b.
As, Cabir b. Abdillah gibi bazı sahabelerin hadis sahifeleri vardı. Özellikle
İbnu'l As'ın 'sadıka' isimli sahifesi meşhurdur.
4) Sahabe devrinde hadislerin yayılması :
Fetihlerle birlikte İslam ülkelerinin
genişlemesi sonucu, fethedilen yerlerde inşa edilen ve birer medrese hüviyetini
alan mescidler,alim sahabilerin önderliğinde,bazı ilim merkezlerinin teşekkül
etmesine sebep olmuştur. Bu merkezler ilim sahasında önderlik etmiş, Kuran
hadis ilimlerinin gelişip yayılmasında en mühim amil olmuşlardır.
Bu dönemde başta Medine olmak
üzere,Mekke,Kufe, Şam,Basra ve Mısır çok önemli birer ilim merkezi
konumundaydılar.
5) Hadislerin yayılması ve er- rıhle fi-talebil-hadis :
Fetihlerin çoğalması ,sahabenin bir
çoklarının Mekke ve Medine'den ayrılıp çeşitli ülkelere dağılmalarına ve
oralarda yerleşmelerine sebep olmuştur.Bu sahabilerin her birisinin kendisine
has ilmi bir şahsiyeti vardı.Değişik hadislerin değişik yayılması, teşrii
görevin ifasında farklı neticeler doğurmuştur.Şöyle ki her
sahabi sahip olduğu malumata ve bulunduğu mekanın maslahatına göre
içtihat ediyor ve bu durumda farklı hükümler ortaya çıkıyordu. Hal böyle olunca
bir sahabi bilmediği bir hadisi öğrenmek veya bildiğinden emin olmak için başka
bir ülkede yaşayan başka bir sahabinin yanına gidebiliyordu. Bu tür seyahatler
tabiun döneminde daha da arttırmış, hadislerin daha geniş ülkelere sağlamış ve
de bir hadis metninin değişik rivayet şekillerinin ortaya çıkmasına da vesile
olmuştur.
C. Hadiste vaz' hareketleri:
1) Mevzu hadisin tarifi:
Başta İslam düşmanları olmak
üzere,mensup oldukları hizip ve fırkaları, mezheplerini, kabilelerini,
hükümdarlarını methetmek,halkın dine rağbetini arttırmak gibi maksatlarla,din
düşmanlarının,cahil ve yalancıların uydurdukları ve bir takım isnadlar
ekleyerek hadismiş gibi Hz. Peygambere iftira ile isnad ettikleri sözlerdir.
2) Hadis vaz'ının başlangıcı:
Müslümanlar arsında vuku bulan siyasi
ihtilaflar ve bu ihtilafları neticesinde ortaya çıkan şia ve havaric fırkaları
hadis vazının başlamasında başlıca rol oynamışlardır. Her fırka, siyasi
görüşlerinin doğruluğuna halkı inandırabilmek için,dini nasslara başvuruyor,
nass bulamayınca da hadis uydurma yoluna başvuruyorlardı.İbn-i Teymiye'nin
ifadesine göre hadis vazında en ileri gidenler şii'lerdir.
Hadisin teşrii üzerinde münakaşalar :
a) Haber çeşitleri:
Haberlerin bize gelişi itibariyle
doğrulukları hakkında kesin kanaata varılanlarla,doğru oulp olmadıkları bazı
karineler yardımı ile tespit olunanlar,usul kitaplarında iki grupta mütalaa
edilmiş, birincisine ''mütevatir'',ikincisine de ''ahad'' denilmiştir. Hakkında
haber verilen söz veya fiili bizzat işitip gören ve sonra da onu işitme
veya görme imkanını bulamayan kimselere haber verenlerin, sayı
bakımından çok olması halinde bu haber mütevatir olur. Mütevatir olmayan ikinci
grup haberlere de ahad denilmiştir.
b) Hadislerin değeri üzerinde münakaşalar:
İmamet ve hilafet meselesinin
müslümanlar arasında sebep olduğu ihtilaflar erken dönemden itibaren silahlı
çatışmaya dönüşmüştür. Bu çatışma ise kendi görüşlerinde haklı olduklarını
iddia eden ve bu iddialarını dini nasslarla ispat etmeye çalışan birbirine
düşman fırkaların doğmasına yol açmıştır. Bu durum hadis vazında başlıca rol
oynamıştır.
HADİSLERİN TEDVİN
VE TASNİFİ
1) Tedvin ne demektir?
Tedvin, lügatta cemetmek, toplamak
manasına gelir. Tedvin, muhtelif sahabiler tarafından yazılmış olan sahifeleri
bir arada toplayarak bir kitap meydana getirmek anlamına gelebileceği gibi,
yine muhtelif sahabilerin rivayet etmiş oldukları hadisleri yazıp bir kitapta
toplamak anlamına da gelir.
2) Hadis tedvininin başlangıcı:
Hz. Peygamber ve ashabı
devrinde bazı sahabilerin hadis yazdıkları ve bir takım sahifeler
oluşturdukları bilinmektedir. Ancak sistemli bir toplama faaliyeti sahabe
devrinden sonra yani hicri birinci asrın sonları ile ikinci asrın başlarında,
imam ez-Zühri ile başlamıştır.
3) Hadislerin tasnifi:
Gerek sahabenin, gerekse ez-Zühri'nin
yaptığı çalışmalar basit bir sıra ile yazılmıştı. Bu çalışmaların içinde
aranılan bir hadisi veya bilgiyi bulmak çok güç oluyordu. İşte bu güçlük kısa
bir süre sonra muhaddisler tarafından fark edilmiş ve kitapların daha kolay bir
şekilde kullanılmalarını sağlamak için hadislerin konularına göre tasnif ve tertip
olunması cihetine gidilmiştir. Yapılan bu çalışmalar sonucu içeriklerine göre
adlandırılan, ''musannef'', ''cami'', ''sünen'', ''siyer ve meğazi''
türü bir çok eser ortaya çıkmıştır.
TASNİFİN ALTIN
ÇAĞI : KÜTÜB-İ SİTTE DEVRİ
1) Tasnife hız veren amiller :
a) Kelam ilminin doğuşu :
Hicri birinci asırda ortaya
çıkan,Mürcie, Cebriyye, Kaderiyye ve Mutezile gibi akaid mezheplerinin ortaya
çıkmasına sebep olan cidal ve münakaşalar aynı zamanda, ''kelam'' adı verilen
yeni bir ilmin de doğmasına zemin oluşturmuştur. Akaidle ilgili sistemli
münakaşalar ilk defa Mutezile taraftarlarınca başlatılmıştır.
b) Hadisçilerin itham edilmeleri :
Mutezile mensupları, başta sahabe olmak
üzere hadisle meşgul olan muhaddisleri hiç bir kayda tabi olmadan itham
etmişler, prensiplerine ve akıllarına aykırı düşen hadisleri, ya tamamen ya da
kısmen reddetmişlerdir.
c) Halku'l-Kur'an inancı mihnet :
Bu inanç, Allah'ın sıfatları ve bilhassa
kelam sıfatının nefyi neticesinde ortaya çıkmış bir görüştür.Mutezile
mezhebinin zuhurundan sonra sıfatlar meselesi münakaşa edilmeye başlanmış,
halku'l-Kuran meselesi de bu tartışmaların bir parçasını teşkil etmiştir.
Özellikle halife Memun, Mutasım ve vasık zamanlarında Kuran'ın mahluk olduğunu
reddeden ehli-sünnet mensupları büyük işkenceler ve zulme maruz kalmışlardır.
2) Hadis eserleri ve müellifleri :
Hicri üçüncü asırda telif faaliyetleri
çok hızlanmış ve oluşturulan eserlerle,bu asır hdis tarihinin en parlak devri
olmuştur.hadis ilminin çeşitli konularında ve bilhassa usule dair kitaplar
telif edilmeye başlanmıştır. Buhari, Müslim, Nesai, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i
Mace gibi imamlar, cami ve sünenlerini bu asırda tasnif ederek ''kütüb-i
sitte'' adıyla bilinen ve Kuran'dan sonra İslam'ınen önemli kaynağı sayılan
altı sahih kitap meydana gelmiştir. Bu dönemde telif edilen önemli eserlerden
birisi de Ahmet b. Hanbel'in ''müsned'' adlı çalışmasıdır. Bunların dışında
''musannef'' adı verilen bir çok eser ve
sünen çalışmaları da bu dönemde telif
edilmiştir.
İSLAM
TEŞRİ TARİHİ (Abdulvahap HALLAF)
1- HZ.PEYGAMBER DÖNEMİ
Teşri esaslarını ortaya
koyduğundan dolayı bu dönem çok önemlidir.Mekke ve Medine dönemi diye ikiye
ayrılır.Mekke döneminde genellikle yaratılış,akaid ve geçmiş ümmetlerden
bahsedilirken,Medine döneminde ise savaş, barış, evlenme, boşanma, veraset,
borç, ceza gibi daha çok muamelata dair hükümler konmuştur.Bu dönemde teşrii
kuvvet yalnız Hz. Peygamberde bulunuyordu. Bu dönemde teşriin kaynakları vahiy
ve Hz. Peygamberin ictihadından ibarettir.Hz. Peygamber kendisine gelen
sorulara vahiy yoluyla, vahiy gelmeyince de kendi ictihadıyla çözüm
sunuyordu.İctihat ederken hata ettiği de oluyor fakat vahiyle düzeltiliyordu.
Bedir esirlerine yapılacak muamele hususunda yaptığı ictihat örnek olarak
gösterilebilir.Sahabe bu dönemde nadir de olsa Hz. Peygamberin teşvikiyle zaman
zaman ictihat etmiştir.Fakat bu ictihatların teşri hükmünü alması için Hz.
Peygamberin onayı şarttır.
Hz. Peygamber Devrinde
Teşri Prensipleri:
a) Tederrüc: Ahkam, insanların maslahatına, ihtiyaç
ve durumlarına göre aşama aşama vazedilmiştir.
b) Kanun vazındaki azlık:Kuran ve
sünnette, teşri gerektiren soruların sorulması yasaklanmıştır.Bu durum hüküm
sayısını azaltmıştır.Hakkında hüküm konmayan şey mubah sayılmıştır.
c) Kolaylık ve hafiflik:Kuranın birçok ayetinde Allahın insanlar
için zorluk değil kolaylık dilediğinden ve insanın yükünü hafifletmek
istediğinden bahsedilir.Hz. Peygamber de iki şey arasında kaldığında günah
olmadıkça daima kolay olanı tercih etmiştir.
D )Teşriin halkın maslahatı ile bir
yürümesi: Bazı
hükümler önce konmuş sonra maslahat gereği kaldırılmıştır.
2- SAHABE DEVRİ
Bu dönem Hz. Peygamberin vefatı ile
başlayıp hicri birinci asrın sonlarına kadar devam etmiştir.Resulullahın
vefatından sonra yeni ihtiyaç ve hadiseler vuku bulmaya başlıyor ancak
haklarında verilmiş hüküm bulunmuyordu.Bu durumu gören sahabenin ileri
gelenleri teşriin yani yeni kanunlar koymanın üzerlerine vacip olduğunu görüp
derhal harekete geçmişlerdir.Bu sahabeler Hz. Peygamber zamanında
ayetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerine şahit olmuş dolayısıyla içtihat
için yeterli donanıma sahip olmuşlardı. Bu dönemde fetva veren sahabilerin
şehirlere dağılımı şu şekilde idi:
MEDİNE: Hz. Ebubekir, Hz.Ömer,
Hz.Osman ,Ubey b.Kab ,Hz.Aişe, Abdullah b. Ömer vb.
MEKKE: Abdullah b.Abbas
KUFE :Hz.Ali, Abdullah b.Mesud
BASRA: Enes b. Malik, Ebu Musa el-Eşari
MISIR :Abdullah b. Amr b. AS
Bu isimler fetva
veren sahabenin meşhurları olup, fetva veren sahabenin sayısı 130
civarında olduğu yazar tarafından dile getirilmiştir.
-Sahabe devrinde teşriin kaynakları:
1)Kuran 2)Sünnet 3)Kıyas 4)İçtihat
Sahabe zamanında hadisler henüz tedvin
edilmiş değildi.Hz. Ömer tedvin ettirmeyi düşünmüşse de Kuran'la karışır
endişesiyle bu düşüncesinden vazgeçmiştir.Sahabe içtihat ederken çeşitli
nedenlerle ihtilaf etmiş, ancak hiç bir sahabi diğer sahabe veya müslümanları
kendi görüşüne uymayı ilzam etmemiştir.
-Sahabenin içtihatındaki ihtilaf sebepleri :
1) Kuran sünnet ahkamına dair nassların
çoğu manaya delalet bakımından kati değil zanni idi. Bu durum ihtilafa
sebebiyet verebiliyordu.
2) Sünnet bu devirde henüz tedvin
edilmemiş olduğundan belirli bir sünnet üzerinde ittifak sağlanamamıştı.Buna
binaen Hicaz'daki bir müftinin bildiği bir sünneti Şam'daki bir müfti
bilmeyebiliyor bu da farklı fetvaların verilmesine sebep olabiliyordu.
3 )Özellikle fetihlerden sonra ashabın
yaşadıkları çevreler farklı olduğundan maslahat ve ihtiyaçlar da farklı
olabiliyor bu da farklı içtihatlara sebep oluyordu.
4) Siyasi otoritelerin kadı ve müftiler
üzerindeki etkisi de farklı içtihatların doğmasına sebep olabiliyordu.Bu durum
ayrıca ehli-sünnet,şia, havaric gibi dini fırkaların doğmasına da zemin
hazırlamıştır.
Yazar, bu bölümün
sonlarında sahabenin ileri gelenleri hakkında özet mahiyetinde
bilgiler vermiştir.
3-TEDVİN VE
MÜCTEHİD İMAMLAR DEVRİ
Bu dönem hicri ikinci asırla başlayıp
dördüncü asrın ortalarına kadar devam devam etmiştir.Bu dönemde sünnet, sahabe,
tabiin ve tebeut-tabiinin fetvaları, Kuran tefsirleri ve müctehid imamlar fıkhı
tedvin edilmiştir.Dolayısıyla bu dönem teşri tarihinin ''altın devri''
sayılmıştır.Bu dönemde farazi meseleler de ele alınmış ve bunlara yönelik çözümler
sunulmuştur.Başta dört mezhep imamı olmak üzere bir çok müctehid ve alim bu
dönemde yetişmiştir.
-Bu dönemde teşriin kaynakları :
1)
KURAN 2)SÜNNET 3)İCMA 4)KIYAS
Bu dönemde halife Ömer b. Abdulaziz
hadislerin araştırılarak yazılması emrini vermiş ve bu işle Muhammed
b. Şihab ez-Zühri görevlendirilmiştir.Bu dönemde İmam Malik b.Enes halife
Mansur'un talebiyle ''muvatta'' adlı meşhur eserini yazmıştır.
Sahabe zamanında nadir olarak yaşanan
içtihat farklılıkları bu dönemde daha fazla yaşanmaya başlamıştır.Bu
içtihat farklılıklarının yaşandığı konular ve sebeplerini şöyle
sıralayabiliriz :
1) Bazı teşri konularının takdiri ile
ilgili ihtilaflar
2) İmamların teşri temayüldeki
ihtilafları. Bu durum onların ''ehli-hadis'' ve ''ehli rey'' olarak
bölünmelerine yol açmıştır.Bu ihtilafın en önemli sebebi olarak, hicaz
bölgesinin hadis ve sahabe fetvaları açısından çok zengin, Irak bölgesinin ise
bu kaynaklara kısmen sahip olması gösterilebilir. Hicazlılar kaynak sıkıntısı
yaşamazken, yeteri kadar kaynağa sahip olmayan Irak ekolüne mensup müctehidler
ise bir çok içtihatlarında akıllarına dayanıyorlardı.
3) Müçtehit imamların lügatla ilgili
bazı asli prensipler üzerindeki ihtilaflar
Bu dönemde başta sünnetle ilgili tedvin
edilen eserler olmak üzere,fıkıh ahkamı ve usulüne dair bir çok eser telif
edilmiştir.
4-TAKLİD DÖNEMİ
Bu dönemde ulema artık Kuran
ve sünnete gitmeyerek taklide razı olmak suretiyle akıllarını bu daireye
hapsetmişlerdir. Bu suretle teşri, eski imamların ulaştıkları seviyede kalmış ve
yeniliklere de ayak uydurulamamıştır.
-İçtihat hareketinin duraklama sebepleri :
1) İslam devletlerinde yaşanan
karışıklık ve fitneler döneminde ilim ve fende genel bir gerileme başlamış,
bunun en büyük tesiri de teşri hareketinde görülmüştür.
2) Müctehid imamlar devrinde, imamların
farklı gruplara ayrılması sonucu, farklı usul ve yollar(medreseler) zuhur
etmiş, her medrese veya grubun talebeleri tüm gayretlerini kendi mezheplerini
yüceltmek için kullanmışlardır.
3)Ehil olmayan insanların teşri ve
içtihat faaliyetlerinde bulunması sonucunda, birbirine zıt fetvalar ortaya
çıkmıştır
Bu durumun vehametini gören zamanın
uleması, dördüncü asrın sonlarında içtihat kapısının kapanmasına, kadı ve
müftilerin geçmiş imamların hükümleriyle kayıtlı kalmalarına hükmetmiş ve bu
hastalık ancak bu cümud(dondurma) ile önlenebilmiştir.
4) Bu devirde ulemaya haset ve enaniyet
gibi hastalıklar musallat olmuş, bazıları verdikleri fetvalarla çeşitli
menfaatleri hedeflerken, diğer ulemayı da aşağı mertebelere indirmişlerdir.
İçtihat eden bir alime, diğer ulema tarafından aşırı tenkitler ve hilelerde
bulunulması sonucu, müctehidler içtihat etmeye çekinir olmuş ve müctehid değil
''mukallid'' olmayı çare olarak görmüşlerdir
-Son asırda girişilen teşrii hareketler
Osmanlı hükümeti onüçüncü asrın
sonlarına doğru ulemayı toplayıp onlardan muamelata dair bir kanun çalışması
yapmalarını talep etmiş, bu çalışmayı yaparken de dört mezhebin dışına
çıkılabileceğini belirtmiştir. Yapılan çalışmalar sonucu 1286 yılında ''mecelle-i
ahkam-ı adliyye'' adlı bir kanun hazırlanmış ve 1292 yılında yürürlüğe
girmiştir. İşte bu kanun dört mezhebin taklidine karşı açılan ilk kapıdır.
Mısır'da şeri mahkemeler hanefi mezhebi
üzere hüküm verdiklerinden zamanla şikayetler çok artmış ve 1920 yılında 25
maddelik yeni bir kanun hazırlanmış ancak bu çalışmada dört mezhebin dışına
çıkılmamıştır
1929 yılında yine Mısır'da yeni bir
çalışma daha yapılmış bu çalışmada dört mezhebin dışına çıkılmış fakat İslam
mezhepleri dışına çıkılmamıştır.
Son olarak yine Mısır'da 1936 yılında
ulemadan, herhangi bir mezhebe bağlı kalmadan, maslahat ve içtimai gelişmeye
uygun olarak vakıf,miras gibi meselelerle ilgili yeni bir kanun hazırlanması
istenmiş ve komisyon bu çalışmasını tamamlamış ve o kanun bugün
halen devletin kanunları arasında yerini korumaktadır.
TEFSİR TARİHİ ( Prof. Dr. İsmail
Cerrahoğlu )
1- Kur'ân-ı Kerîm Nasıl Bir Kitaptır?
23 yıla yakın peygamberlik müddeti içinde, Hz.
Peygamber'e Cebrail vasıtasıyla İlâhî vahiy mahsulü olarak gelen Kur'ân-ı
Kerîm, çok kısa bir zamanda tevhid akidesini yayarak, insanlığı dalmış olduğu
bataklıktan kurtarmaya çalışmış ve ona iki âlemin saadet yollarını
göstermiştir. Çok kısa bir zamanda başarılmış ve meyvelerini vermiş olan böyle
bir inkılaba tarihte rastlanamaz. Böyle bir inkılâbın muharrik unsuru olan
Kur'ân-ı Kerîm, Müslümanlar arasında mukaddes bir kitap olmanın dışında, sadece
Arap Edebiyatı'nın bir şaheseri olmakla kalmamış, aynı zamanda Hz. Peygamberin
nübüvvet ve risaletini teyid eden en büyük mucize olmuştur. Üslûbu, insanlara
tesiri, tarihî meselleri, hakikatleri beyanı, te'lifi, ihtiva ettiği ilimler
ve maarif, ıslâh siyâseti, gaybî haberleri ve daha akla gelebilecek çeşitli
yönleriyle bir eşsizlik kazanmıştı. Kur'ân'ın bu eşsizliği kendine hâsdır ve
diğer münzel kitaplarla farklılıklar gösterir
2- Tefsir Ve Te'vil Kelimelerinin Anlam
Tefsir kelimesi ıstılah olarak “Müşkil
olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir” şeklinde tarif edilir. Fakat bu
kapalılık kelâmın sahibinden bir beyâna muhtaç olur. Onun için hakiki tefsir
Allah ve Resûlü'nün beyânı ile yapılandır. Kısacası, hakiki tefsir rivayete
muhtaç bulunan yani tevkîfi olandır. Te'vil kelimesi kökünden tefil
ölçüsünde yapılan bir masdardır. Kelimenin aslı geri dönmek (rücu) manasınadı.
İstılah olarak “Zahiri mutabık olan mânâyı iki ihtimalden birine hamletmektir”.
A-
HAZRETİ PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR
Kur'ân'ı, ilk muhatapları kendi
kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu
hususta en salahiyetli zât olan Hz. Peygamber'e sormuşlardı. İlk devirde, derin
akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görmemiş, sağlam imanları onları bu
gibi tekellüften kurtarmıştı.Hz. Peygamberi, Kur'ân tefsirine sevkeden en mühim
âmil, şüphesiz İslâmiyetin kendi emridir. Kur'ân, kendisi üzerinde düşünmeyi
istemiş, kapalı olan bir âyet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve
peygamberini tebliğ ve tebyinle mükellef kılmıştır. Kısacası, Kur'ân kendinin anlaşılmasını,
açıklanmasını, tefsir edilmesini, uygulanmasını istemiştir. Bu bakımdan
İslâm'da tefsir hareketi, bizzat İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur. Onun
için Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz.
Muhammed’in kendisi olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm’in en sağlam tefsir
kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm,
Arap dili ve edebiyatının en ince sanatlarını ihtiva eden ve bu dilin ve
edebiyatının gelişmesinde en mühim âmil olan İlâhî bir kitaptır. Onu tetkik
eden kimse aynı konuda çok ufak değişikliklerle tekrarların olduğunu görür. Ondaki
âyetler, birbirleriyle karşılaştırılıra, bir kısmının mücmel, bir kısmının
mübeyyen, bazısının mutlak, bazısının mukayyet, bazı kıssaların bir yerde kısa
ve özlü olarak anlatılmasına mukabil, diğer bir sûrede geniş bir şekilde
anlatıldığı görülür. İslâm âlimleri müphem ve mücmel olan âyetlerin izahı
hususunda en iyi ve en sağlam yolun yine Kur'ân olduğunda ittifak
halindedirler.
Kur'ân-ı Kerîm’in gaye ve maksadını,
Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zât,
kendisine kitap gelen Hz. Muhammeddir. O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır.
O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu,
tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en
mühim esaslarından biridir. Bunlarsız peygamber olunamaz. Bu bakımdan Kur'ân'da
Hz. Muhammed'e ve diğer peygamberlere âit tebliğ ve tebyin emirleri çokça
geçmektedir.
a- Kur'ân'ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri Ve Sünnetin
Kur'ân'ı Beyân Yönleri
b-
Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, beşer
olarak Kur'ân tefsirinde salâhiyet sahibi olan kişi şüphesiz Hz. Peygamber'dir.
O halde Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağı peygamberin sünneti olacaktır.
Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu
ve diğer hususlarını izah eder. Mekhûl (ö. 113/731) den rivayet edildiğine göre
“Kur'ân'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur'ân'a olan ihtiyacından daha
fazladır.
Kur'ân'daki hükümlerin ekserisi küllî
olduğundan, o küllî hükümleri izah ve açıklamak için daima sünnete ihtiyaç
duyulmuştur. Başlangıçtan beri sünnet islâm şeriatinin ikinci kaynağı
olmuştur. Sahabe daha ilk günlerden itibaren Hz. Peygamberin sözlerini dikkatle
tâkib ederek onları hafızalarında tutmaya ve toplamaya önem vermişlerdir.
Vefatından sonra da sahabe ders halkaları teşkil ederek Kur'ân'ı ve onun
sünnetini öğrenme ve öğretmekle meşgul olmuşlardır.
1- Bu Devirdeki Tefsir Kaynakları
2-
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için
tefsirin dört kaynağı vardı:
a- Kur'ân-ı Kerîm.
b- Hz. Peygamber.
c- İctihad ve re'y.
d- Diğer İlâhî
kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.
Bazen Kur'ân'da bir mesele, bir yerde mücmel olarak
ifade ve beyân edilirken, aynı mesele başka bir yerde daha açık olarak
anlatılmaktadır. Yine Kur'ân'da âyetler arasında mutlak ve mukayyetler, umum ve
husus ifade edenler olduğu gibi, usûl ıstılahınca isimlendirilen daha pek çok
çeşit ayet vardır. Bundan dolayı, Kur'ân'da bir mesele inceleneceği zaman o
mesele ile ilgili bütün âyetler üzerinde durulmalıdır. Buradan da Kur'ân'ın
Kur'ân ile tefsir edildiği neticesine varıyoruz. Eğer bir meselenin halli bu
şekilde mümkün oluyorsa, artık başka bir kaynağa müracaat etmeye lüzum yoktur.
Kıyâme Sûresi’nin 17-19. âyetlerindeki “Doğrusu
o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutmak bize düşer. Biz onu
(Cebrâile) okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu sana açıklamak
bize düşer” ifadesinden, Hz. Peygamber’in Kur'ân'ın manasını mücmel ve
mufassal olarak bildiğini söyleyebiliriz. Hz. Peygamber sağ iken, Kur'ân'dan
manası kapalı olan âyetlerin tefsiri hususunda sahabe arasında bir ihtilafın
olması mümkün değildi. Kıraatında ihtilafa düştükleri ve manaları anlaşılmayan
âyetlerin açıklanmasını Allah Elçisinden sorarlardı. Hz. Peygaberden aldıkları
cevaplarla mutmain olur, aralarında bir ihtilaf bahis konusu olmazdı.
Sahabe, bir mesele ile karşılaşıp müşkil durumda
kaldıkları zaman, o meselenin
hallini Kur'ân'a başvurarak veya bu konuda Hz. Peygamber'den bir haberin
bulunup bulunmadığını araştırarak yaparlardı. Eğer her iki kaynakta bir şey
bulamazlarsa ictihâd ve re'ylerine müracaat ederlerdi.
d- Diğer İlâhî Kitaplar Ve Ehl-i Kitab'a Müracaat
Bu kaynak belki sahabe devrinde fazla bir önem
taşımasa da, sahabe devrinin sonu ve tabiiler devrinde tefsir hareketinde
bilhassa olumsuz yönü ile etkili olacaktır. İslâm cemiyet olarak gelişmekte,
ülke olarak da genişlemekte idi. İslâm'ın bünyesine din, dil ve kültür bakımından
çeşitli kimseler katılmakta idi. Te'sir ve müteessir olma kaidesi her yerde
insanlar için geçerlidir. Sahabenin bazısı, Kur'ân'ın mufassal olarak
bahsetmediği kıssaların mahiyet ve teferruatını, İslâm'a girmiş bulunan Ehl-i
Kitab'a sormayı âdet edinmişlerdi. Bunlardan alınan bilgiler genellikle, İslâm
inancı ile karşılaştırılmak suretiyle ince bir süzgeçten geçirilir, Kur'ân ve sünnete uygun
olanlar kabul edilirdi.
2- Sahabenin Tefsir İlmindeki Yeri
Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü
sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem zevatı tefsir
sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları;
ikincisi ise, hâdise ve sebebleri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında
münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası, nüzûl sebeblerine vâkıf olmaları idi.
Sağlam imanlarından dolayı, aklî delillere ve aklî düşünceye ihtiyaçları yoktu.
Hz. Peygamber vefat edince feyz kaynakları kesilmiş, onlar Kur'ân'la karşı
karşıya kalmışlardı. Onlar, Kur'ân'ı anlamakta insanların en muktediri
sayılır. Çünkü Kur'ân Arap dili ile ve onların belagat üslûblarıyla nazil
olmuştu. Onlar, O'nun maksat ve hedefini idrak edebiliyor, O'nu umumî olarak
anlayabiliyorlardı. Bununla beraber aralarında anlayış ve idrak farkları olması
tabiî idi. Sahabenin topladığı bilgi malzemesi ve âdetlere vukufları bakımından
anlayışları başka başka olabilirdi. Bunlar daha ziyade, ilmî derecelerindeki
farklılık ve aklî mevhibelerinden ileri gelmekte idi. İlmî bakımdan aralarında
büyük farklılıklar olduğu gibi, fazilet bakımından da müsâvî değillerdi. Bazısı
bazısından daha cesur, bazısı daha kerîm, bazısı ise daha âlimdi.
4- Sahabenin Tefsirdeki Metodu
Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz.
Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla
âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır.
Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler
anlaşılmaktadır. Yukarıda verdiğimiz örneklerde, genel olarak sahabenin, ya dil
veya dini olarak tefsir yaptıkları görülmektedir. Âyetteki dinî bir müşkili
halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî
hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir
yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu.
Bazen bu dinî izah tarzları hususî bir anlayış ifade ederken, insanların
psikolojik durumları da nazarı dikkate alınıyordu. Bazen sahabe izah etmiş
olduğu hususu beyân ederken, bizzat o hali yaşıyarak tatbik ediyordu. Bazen de,
sahabenin yanında, talebesinin cevap vermesi şeklinde açıklanıyordu ki bu
saygısızlık gibi görünürse de, aslında böyle bir şey bahis konusu değildir.
Zira Hz. Peygamber’in huzurunda, sahabenin ona olan saygısından dolayı ve vahiy
sahibi olan peygamberi dinlemek için konuşmamalarından, sahabenin huzurunda
tabiilerin de konuşmamaları gerektiği neticesini çıkarmak doğru değildir.
5- Tefsir İlminde Şöhret Kazanan Sahabiler
Sahabenin tefsirindeki metodunu ve hususiyetlerini
kısaca belirttikten sonra, İslâmi ilimlerin her sahasında olduğu gibi, bilhassa
tefsir ilminde şöhret kazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz: Ali b. Ebi Talib
(ö. 40/661), Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652), Ubeyy b. Ka'b (ö. 19/ 640),
Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688), Ebû Musa el-Eş'ari (ö. 44/ 664), Zeyd b.
Sabit (ö. 45/665) ve Abdullah b. ez-Zübeyr (ö. 73/692). Bunlardan başka, Hz.
Aişe (ö. 59/678), Ebu Hureyre (ö. 57/677), Cabir b. Abdillah (ö. 74/693), Abdullah
b. Ömer (ö. 73/692), Abdullah b. Amr b. el-As (ö. 63/683) Enes b. Malik (ö.
91/710) gibi zatlardan da, tefsir haberleri nakledilmişse de, ilk başta
zikrettiğimiz müfessir sahabilere nisbetle, nakilleri nisbeten az sayılır.
Bunlar arasında en fazla tefsir rivayet edenler şunlardır: Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud, Aii b. Ebi Talib ve Ubeyy b. Ka'b.
1- Tabiîlerin Tefsirdeki Yeri Ve Metodları
Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin
sınırları Arap yarımadasını aşmış, bünyesine yeni ülkelerle beraber, ayrı
kültür ve dine mensub cemiyetleri de katmaya başlamıştır. Müslümanlar ilk defa
Medine'de basit site devletinin temellerini atınca, bu devleti devam ettirecek
kanun hükümlerine muhtaç oldular. Kur'ân-ı Kerîm onların kanunlarının menşei ve
anayasaları idi. Bu basit devlete tabi olan ilk Müslümanların ihtiaçları da
basitti. Ülkeler fethedildikçe o ülkelerin medeniyetleri ile karşı karşıya
gelen Araplar, onlarla bir arada yaşamaya başlamışlardır. Bu bakımdan onlar,
bedevi hayatın sınırları içinde kalmaktan kurtulmuş, ihtiyaçlarında da
değişiklikler hasıl olmuştu. Gerek İslamiyete yeni girenleri ve gerekse
Müslüman olmayanları bir idare altında toplamak ve onları iyi idare etmek icab
ediyordu. İşte bu hususlar için Kur'ân-ı Kerîm ilk merci oluyor, yeni nizamlar
ihdas etmek için fakihler ve müfessirler Kur'ân'a sarılıyorlardı. İslam devleti
çok genişlediğinden, dinin menşei olan Hicaz'dan diğer ülkelere, bazı
imkansızlıklardan dolayı, dini haberier pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol
oynamağa başlıyordu. Bu şahsi görüş sahiplen aynı ırk, aynı kültür, aynı dil,
aynı din ve aynı örf ve adeti ihtiva eden bir cemiyet içinde yetişmediklerinden
görüşlerinin neticesi de değişik oluyordu.
Bir taraftan Arap olmayan Müslüman unsurların
İslamiyeti öğrenme arzusu, diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların, bu
milletleri idare etme sanatıyla, yani idarecilikle iştigal edip, diğer
sahalarda çalışmayı hakir görmeleri sebebiyle, ilim ve bilhassa tefsir
sahasında önem kazanan şahsiyetlerin Arap olmadıklarını görüyoruz. Bunun en
mühim sebebi, İbn Haldun'un da dediği gibi “Bilgiler bir sanaat şeklini aldığı
için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye
yanaşmadılar
İslâm'a ilk defa sahabe devrinde girmeye başlayan
İsrâiliyât, tabiîler ve daha sonraki nesiller döneminde, Ehl-i Kitaptan çok
sayıda kimsenin Müslüman olmasıyla, geniş boyutlara ulaşmıştır. İsrâiliyât
“İsrâiliyye” kelimesinin çoğuludur. Hz. Peygamberin vefatından sonra,
sahabe devrinden itibaren, isrâiliyât denilen menkulât, ekseriya Kur'ân-ı
Kerîm'de, kısa ve kapalı olarak zikredilen kıssalar etrafında meydana gelen
boşlukları doldurmak için, diğer mukaddes kitap mensuplarına müracaat edilerek,
onların bu hususta kitaplarında bulunan tamamlayıcı malumatın aktarılışından
kaynaklanıyordu. Başlangıçta Araplar yazı ve ilimde ileri bir durumda
olmadıklarından, bu haberlerin iyi veya kötüsünü ayırt etmeksizin aldılar, İbn
Haldun bu hususta: “Bunların eserlerinde doğru ve reddedilenlerin ayırt
edilmeden toplanmış olmasının sebebi şudur: Araplar, İlâhi kitapları olmayan
bir kavimdir. Onlar göçebeliğe dalmış, okuma ve yazma da bilmiyorlardı.
Kâinatın sebebi, hilkatin başlangıcı ve vücûdun sırları gibi herkesin bilmek
istediği şeyleri öğrenmek istedikleri zaman, kitap ehli olan Yahudi ve
Hıristiyanlara başvuruyorlardı. İslâmî eserlerde, İsrâili rivayetler ekseriya,
Abdullah b. Selâm, Ka'bu'l-Ahbâr, Vehb b. Münebbih ve Abdülmelik b. Cüreyc gibi
şahıslar etrafında dönmektedir. İnsanların bu şahıslar hakkındaki görüş ve
fikirleri değişik olmuştur. Bir kısmı, onları yalancılıkla itham ederken,
bazıları da onları sağlam görmüşlerdir.
3- Tefsir Medreseleri Ve Müfessir Tabiîler
İslâm yayılmakta, genişlemesi devam etmekte, şehirler
çoğalmakta ve gelişmekte, sahabe de ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi.
Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabiîlere devredilmişti Bu arada, fitneler
zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, fetvalar çoğalmış
meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aramaya başlanmıştı. Bu
arada tefsir, hadis ve fıkha ait bilgiler de toplanmaya başlanmıştı. Genellikle
bu devirde tefsirle uğraşan kişilerin, hadis ve fıkıh sahasında da şöhret
sahibi olduklarını görüyoruz. Bu devrin müfessirleri, Kur'ân'ı anlamak için
yine Kur'ân'a, sonra sahabenin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadislere ve
daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış oldjkları tefsirlere itimad
etmişlerdir. Tabiîler tefsirde buraya kadar takip ettikleri esaslarda, sahabe
devri ile aynı usûlü paylaşmışlardır. Çeşitli şehirlere ve beldelere giden
sahabe, Hz. Peygamber'den hıfzettiklerini de yanında götürmüşlerdir. Onlar
gittikleri yerlerde öğretmenlik yapmışlar ve etraflarına pek çok meraklı kişi
toplanmıştır. Tabiiler dediğimiz bu yeni talebe grubu onlardan ilim almış ve
kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir.
Mekke Medresesi: Bu
medresenin kurucusu ve başkanı, tefsir ümindeki kabiliyet ve bilgisi müsellem
olan Abdullah b. Abbas'tır. Talebeleri tabiilerdir. Onlara Allah'ın kitabını
tefsir eder, mânâ yönünden müşkil olan kısımları açıklardı. Ondan
işittiklerini talebeleri, daha sonrakilere nakletmişlerdir. Said b. Cübeyr (ö.
95/714), Mücâhid (ö. 103/721), İkrime (ö. 105/ 723), Ata b. Ebî Rabah (ö.
114/732) ve Tâvûs b. Keysan (ö. 106/724) gibi daha pek çok kişi onun tefsirdeki
talebeleri arasında yer almaktadır.
Medine Medresesi: Bu devirde sahabe her ne kadar çeşitli şehirlere
ve bölgelere dağılmış ise de, pek çok sahabe Medine'de kalmış, oradaki gençlere
Allah'ın kitabını ve Resulünün sünnetini öğretmişlerdir. Medine'de de bir
tefsir medresesi teşekkül etmiş, pek çok tabiî orada talebelik yapmıştır. Bu
medresenin başında Ubeyy b. Ka'b'ın bulunduğunu söyleyebiliriz. En meşhur talebeleri,
Ebû'l-Âliye er-Riyâhi (ö. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurezî (ö.118/736), ve
Zeyd b. Eşlem (ö. 136/753) dir. Onların bir kısmı doğrudan doğruya, bir kısmı
da bir vasıta ile Ubeyy b. Ka'b'dan tefsir aldılar.
Irak Medresesi: Bu
bölgeye pek çok sahabi gelmiş ve Iraklılar onlardan İslâmî ilimleri ve tefsiri
almışsa da, bu medresenin ilk üstadlık payesi Abdullah b. Mes'ud'a verilmiştir.
Onun tefsir ve tefsir rivayetleriyle meşgul olan bir kişi oluşu, buna sebep
olmuştur. Hz. Ömer devrinde, Ammar b. Yâsir Kûfe'ye vali olarak
gönderildiğinde, onunla birlikte Abdulah b. Mes'ud da muallim ve vezir olarak
gönderilmişti. Küfeliler, kendilerine gelen diğer sahabeden daha fazla, İbn
Mes'ud'dan dini bilgileri almış ve onun etrafında toplanmışlardı. Bu
medresenin tefsir ilminde şöhret kazanan şahsiyetlerinden bir kaçını
zikredelim: Alkame b. Kays (ö. 62/682), Mesrûk b. el-Ecda' (ö. 63/683),
el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Mürre el-Hemadânî (ö. 90/ 709), Âmir eş-Şa'bî
(ö.103/721) el-Hasen el-Basrî (ö 110/728), Katâde b. Diâme (ö. 117/735),
İbrahim Neha'î (ö 95/714) gibi daha pek çok ünlü alim İbn Mes'ud'dan ilim
almışlardır.
D. TABİÎLER DEVRİNDEN SONRAKİ TEFSİR HAREKETLER
Kur'ân-ı Kerîm tefsiri ilmi, İslâm'ın
zuhuru ile başlamış, bizzat Kur'ân, kendisinin tefsir edilmesini istemiştir.
Rivayetle başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar böylece devam
etmiştir. Şüphesiz tefsir ilmi rivayetle başlamış, hadisçiler, Hz.
Peygamber ve sahabeden naklettikleri tefsire âit hadisleri, toplamış oldukları
mecmualarının içinde müstakil bablar halinde göstermeye başlamış ve çok kısa
bir müddet içerisinde de, tefsirde müstakil te'lifler yapılmaya başlanmıştır.
İslâm devleti fütuhattan sonra, çeşitli
ırklara mensup, muhtelif dil ve medeniyetlere sahip cemiyetler arasında geniş
bir devlet şeklini alınca, Arap dili yavaş yavaş bozulmaya başlamış, bunun üzerine
dil kaidelerinin kayıt ve zaptına, lafızların toplanmasına lüzum görülmüş ve
Arap olmayanlar buna daha çok muhtaç olmuşlardır. Çünkü Araplar yaratılıştan
sahip oldukları meleke sayesinde, kaideler öğrenmekten ve kelime ezberlemekten
müstağni idiler. Bu sebepten dolayı, Arap dili ilimleriyle daha ziyade Arap
olmayanlar meşgul olmaya başlamış, edebiyat ve dil âlimlerinin çoğunluğunu
bunlar teşkil etmişlerdir. Müslümanların her türlü ihtiyaç karşısında muhatap
olarak gördükleri Kur'ân-ı Kerîm’i, kolay okuyup anlayabilmek için onun yazısı,
nokta ve harekeleri bahis konusu edilmiş, hattâ onu tefsir etmek ve onu iyi
anlayabilmek için Arap edebiyatına müracât edilmeye başlanmıştır.
1- El-Ferrâ Ve Meâni'l-Kur'ân'ı
Ebû Zekeriyya Yahya b. Ziyâd b. Abdillah b. Mansûr
el-Kûfi el-Ferrâ (144-207/761-822) Kûfeliler arasında nahiv, lügat, edebiyat ve
diğer ilimlerde en âlim olanı idi. Ailesinin İran'ın Deylem bölgesinden olduğu
anlaşılmaktadır. Kendisi İslâm'ın en mühim kültür merkezlerinden biri olan
Kûfe'de, Ebû Ca'fer et-Mansûr zamanında 144/761 yılında doğdu ve tahsilini
orada tamamladı. Kays b. er-Rebi, Mendel b. Ali, Ebû Bekir b. Ayyaş, el-Kisâî,
Süfyân b. Uyeyne gibi zevattan ilim aldı. Sibeveyh’in kitabını en önemli kaynak
ittihaz etti. Hıfzı çok kuvvetli idi. Hocalarından aldıklarının hiç birini
hıfzına güvendiği için yazmadı. Bu hıfz kuvveti hayatı boyunca devam etti.
Kitaplarını bir nüshaya bakmaksızın imla ederdi. Kisâi'den sonra Kûfe’nin ilim
önderi addedildi. 207/822 senesinde Mekke'den dönerken yolda vefat emiştir
2- Ebû Ubeyde Ve Mecâzu'l-Kur'ân'ı
Ebû Ubeyde Ma’ıner b. el-Müsenna et-Teymî
(110-210/728-825), Basra nahivcilerinin en meşhûrlarındandır. Zamanında İslâmî
ilimlerin yani tefsir, hadis, fıkıh ve ahbara dâir ilimlerin esasları ortaya konulmuştu.
Kendisi uzun bir ömür yaşadığından, bütün bu kültür nevilerine iştirak
etmiştir. Uzun müddet Basra'da kalmış, orada yetişmiştir, iğneleyici bir dile
sahip olduğundan, muasırları tarafından kendisine iyi bir nazarla
bakılmamıştır. Bu bakımdan kaynaklar cenazesinde hiç kimsenin bulunmadığını
zikrederler.
3- İbn Kuteybe ve Te'vilu Muşkili'l-Kur'ân'ı
Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe ed-Dîneverî
(213-276/828-889) Küfe ve Basra ekollerini birleştirmede rol oynayan Bağdat
nahiv ekolünün ilk mümessillerinden biridir. İranlı bir aileden
gelmektedir. İbn Kuteybe'ye göre te'vilcilerin hataları ekseriyetle
mecazda idi. Buna göre yolların ayrıldığını ve ihtilafların hasıl olduğunu
söylemektedir.
Yedi harf ve kıraat ihtilaflarını bahis
konusu etmiş ve onları yedi vecihte toplamıştır
İslâm'da tefsir hareketine hız veren
âmillerden biri ve belki de en mühimi, İslâm'ın birinci asrından itibaren gerek
dinî ve gerekse siyasî bir anlayışla zuhur etmeye başlayan fırkalar olmuştur.
Herşeyden evvel Müslüman olduklarını unutmayan bu fırkalar, yaptıkları işlerin
doğruluğunu ispat için Kur'ân'a başvuruyorlardı. Gittikleri yolun doğruluğunu
göstermek için âyetleri, kendi görüşlerini teyid edecek şekilde te'vil
ediyorlardı.
1- Mu'tezile Ve Kur'ân Tefsirindeki Yeri
Bu fırka, Hişâm b. Abdilmelik zamanında yaşamış olan
Vâsıl b. Atâ (80-131) nın mezhebidir. Emevîler devrinde neşet etmiş, fakat
Abbasiler döneminde İslâm fikriyatını meşgûl eden bir fırka olmuştur. İbn
Teymiye’nin de dediği gibi, bunlar, cidal ve kelâm yönünden insanların en
muazzamıdır. Yani onlar akılcıdırlar. Zaman geçip kültürler kaynaşıp fikir
ihtilafları zuhur edince, akılcılık cereyanı genişlemeye başlamış ve onlar
selef yolunun birçok esaslarını tanımamışlardır. Akıl onlar için herşeydir.
Bir kimse onunla, Allah'ı, dinin lüzumunu, helâl ve haramı bilmeğe mecburdur.
Bunlara göre nakil, ancak akılla mutabakat ettiği zaman delil olabilir. Eğer
nakille akıl arasında mutabakat olmazsa, nakil te'vil edilmelidir.
Mu'tezilîler, dâima bu yolda hareket ederek tefsirler meydana getirmişledir.
Mu'tezile “usûlü hamse” dedikleri beş esasta birleşir. Bunlar “et-Tevhîd,
el-Adl, el-Va'd ve'l-Va'îd, el-Menzile beyne'l-Menzileteyn, eî-Emru bil-Ma'rûf
ve'n-Nehyu ani'l-Münker” dir.
b- Bazı Mûtezilî Müfessirler Ve Tefsîrleri
ba- Abdulcebbâr b. Ahmed’in “Tenzîhu'l-Kur'ân
Ani'l-Matâ’in Ve Müte-şâbihu'l-Kur'ân”ı
İslâm fikir hayatında çok mühim yeri olan Mûtezile’nin
ileri gelen şahsiyetlerinden ve imamlarından biri olan Ebu'l-Hasan Abdulcebbâr
b. Ahmed el-Hemedânî, el-Esedâbâdî eş-Şâfi'î, Hemadân şehri yakınlarındaki
Esedâbad'da doğmuştur. Doğum tarihi hakkında bilgimiz yoktur. Ancak kaynaklar
onun uzun müddet yaşadığını, 90 yaşını aştıktan sonra 414/1025 senesi
Zi'lka'desinde vefat ettiğini kaydederler.
Zemahşerî, şüphesiz asrının imamı, edep ve nahiv
ilimlerinde üstad olan faziletli
bir nahivci idi. Tefsirde, nahivde, dilde, edebde ve diğer ilimlerde müthiş bir
zekaya mâlikti. Böyle bir zâtın etrafında pek çok talebe toplanmıştır.
Zemahşeri, onlara bildiği ilimleri öğrettiği gibi, mensubu bulunduğu Mu'tezile
akide sistemini de öğretmekten ve onları kendi mezhebine davet etmekten geri
kalmamıştır.
2-
Şia Ve Kur'ân Tefsirindeki Yeri
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, İmametin Hz. Ali'ye
âit olduğuna ve hilâfete en lâyık onun olduğuna inanan fırkaya Şia denir. Bu
fırka İslâm'ın İlk mezheplerindendir. Bu mezhep siyâsî bir görüşle ortaya
çıkmıştır. Bu görüşe göre Ali diğerlerine nazaran hilâfete daha lâyıktı. Sahabe
arasında da bu görüşü benimseyenler vardı. Ammâr b. Yâsir, Câbir b. Abdillah,
Selmân-ı Fârisi (ö. 32/625), Ebû Zerr el-Gıffarî (ö. 32/652), el-Mikdâd b.
Esved (ö. 33/653) gibi sahabe, Ali'yi hilâfete daha lâyık görüyorlardı
3- Hâriciler ve Kur'ân Tefsirindeki Yeri
Hâricilik de Şiîlik gibi Hz. Ali zamanında bir mezheb
hüviyeti ile ortaya çıkmış siyasî fırkalardan biridir[1619].
Başlangıçta Hz. Ali'ye yardımcı olan bu insanlar, Tahkîm meselesinde, hakem
tâyin etmesi hususunda âdeta Ali'yi icbar ediyor ve Abdullah b. Abbas'ı hakem
tâyin etmek isteyen Ali'yi fikrinden vazgeçirip, Ebû Mûsâ el-Eş'ari'yi
seçmesini zorluyor ve arkasından da En'âm Sûresinin 57. “Hüküm ancak
Allah'ındır...” âyetine dayanarak, Hz. Ali’nin işlemiş olduğu günahdan
tevbe etmesini istiyorlardı. Hz. Ali’nin, Ebû Musa'yı hakem tâyin etmekle
küfre girdiğine kail olmuşlardır. Kendileri de aynı şeyieri kabul ettikleri
için küfre saplanmış, fakat tövbe ederek dalâletten kurtulmuşlardır
Tasavvuf sahasında pek çok tefsir te'lif
edilmiştir. Bunların ilki, Ebû Muhammed Sehl b. Abdillah et-Tüsterî (ö. 283/986)nin
“Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim'dir. Bu sahada meşhur olan diğer tasavvûfi
tefsirlerden, Ebû Abdirrahmân Muhammed b. Musa es-Sülemî (ö. 412/1021)nin
“Hakâiku't-Tefsir”inin, Muhammed el-Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) “Latâifu'l-İşârât
bi Tefsiri'l-Kur'ân” ini, Ebû Muhammed Ruzbehân'ın “Arâisu'i-Beyân fi
Hakâiki'l-Kur'ân”ın, Necmuddin Dâye’nin “Te'vilâtu'n-Necmiyye” sini,
Ni’metullah Nahcivânî’nin “el-Fevâtihu'l-İlâhiyye ve'l-Mefatihu'l-Gaybiyye”
sini, İsmail Hakkı Bursavî’nin “Ruhul-Beyân”ını sayabiliriz.
Tasavvuf, nazarî ve amelî olmak üzere
ikiye ayrılır. Her iki kısmın görüşlerine uygun olarak iki çeşit sûfî tefsir
meydana gelmiştir.
1. Nazarî
Sûfî Tefsir
2. İşârî
Süfî Tefsir.
Nazarî Sûfî müfessirler, Kur'ân'ı,
tetkiklerine ve felsefi görüşlerine dayandırıp onu arzu ettikleri şekilde
mânâlandırmışlardır. Kur'ân'ın gayesi, insanları irşâd olduğundan, onlar
Kur'ân'dan kendi anlayışlarına uyacak mânâları çıkarmakta zorluk çekmişlerdir.
İşârî tefsirlerin makbul olabilmesi
için, verilen bâtınî mânânın sıhhat şartlarının bulunması gereklidir. Bâtın
mânânın da sahih olması için şu dört şarttan hâlî olmaması gerekir:
1- Bâtın
mânânın Kur'ân lâfzının zahir mânâsına aykırı olmaması,
2- Başka
bir yerde bu mânânın doğruluğunu teyid eden şer'î bir şahidin bulunmaması,
3- Verilen
bu mânâya, şer'i veya aklî bir muarızın bulunmaması,
4- Verilen
bâtın mânânın tek mânâ olduğu ileri sürülmemesi.
Ebû Muhammed Sehl b. Abdillah et-Tüsterî, Huzistân
eyâletinin Ehvâz şehrinin, Tüster kasabasında 200/815 veya 201/816 senelerinde
doğmuştur. Kendisi ileri gelen ariflerden biri idi. Bu mesleği seçmesinde
dayısı olan Muhammed b. Savvâr'ın rolü mühim olmuştur. Allah korkusu hususunda
benzeri olmayan bir kişi idi. Bugün Mısır'da 1326/1908 de ve 1329 da
basıldığı söylenen ve elimizde bulunan Tüsterî’nin tefsirinden her ne kadar İbn
Hallikân bahsediyorsa da, bu eserin başkaları tarafından meydana getirilmiş ve
toplama mahiyetinde bir eser olduğu da söylenmektedir.
İslâm'da felsefe hareketi Abbasîler
devrinde terceme faaliyeti ile başlamıştır. Abbasîler bu iş için, Yahudi,
Hıristiyan, İranlı, Hindli ve Sâbiîlerden olan kişileri kullandılar. Bunlar,
geçmiş araştırmalarına bağlı olarak, Yunan, Hind, Yahudi, Iran ve diğer felsefî
görüşleri, Arap diline neklettiler. Bu eserler, Araplar arasında yayıldı. Şüphe
yok ki Araplar daha önce böyle birşey görmemişlerdi. Bu yeni görüşlerle,
dinleri, düşünüş tarzları ve yaşantıları ile olan farklılığı müşahede etmeye
başladılar.
Gelişen insan akliyatını ve aklın dindeki rolünü göz
önünde bulunduran Ebû Bekr el-Bâkillâni (ö. 403 /1012), İmâmu'l-Haremeyn (ö.
478/1085), İmam el-Gazâli (ö. 505 /1111) ve daha sonra Fahruddîn er-Râzî (ö.
606/1209) gibi şahsiyetler, din ile hikmeti birleştirmeye gayret etmiş,
kısacası felsefeyi, hikmeti, dine hizmet edecek duruma getirmişlerdir. Onlar,
Kur'ân'daki hikmetleri açık bir şekilde ortaya koymak suretiyle, insanları
dinin veya Kur'ân'ın menbaına doğru sevketmişlerdir. Onlara göre Kur'ânî
hikmet, diğer hikmetlerin, felsefelerin ve kelâmî yolların en sağlamıdır.
Fıkhî tefsir, Kur'ân-ı Kerîm’in amel
yani ibâdât ve muamelât yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili bulunan
âyetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir koludur.
Bu nevi tefsirin gayesi, İslâm'ın ilk temel kaynağı olan Kur'ân'ın ihtiva
ettiği amelî hükümleri, kaide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları açıklamak ve
onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve âhiret saadetini
temin etmektir.
1- Mukâtil b. Süleyman'ın Tefsiru'l-Hamsi Mie
Âyeti Mine'l-Kur'ân, Adlı Eseri
İsminden de anlaşılacağı üzere, emir, nehiy, haram,
helâl hususundaki beş yüz âyeti ele alarak onların tefsir ve izahını,
Kur'ân'daki sıraya göre değil de, aynı konuya âit olanları bir araya getirip,
ayrı ayrı bablar altında incelemiştir
2- İmâm eş-Şâfi’i’nin Ahkâmu'l-Kur'ân'ı
Bu eser, yukarıda da söylediğimiz gibi Şâfii’nin
bizzat kaleme aldığı bir eser değildir. el-Beyhâkî’nin çeşitli isnadlarla
Şâfii’den gelen ahkâm âyetleri hakkındaki görüşleri toplayan bir eserdir.
F-
RİVAYET VE DİRAYET YÖNÜNDEN TEFSİRLER
Bu tefsir çeşidine “me'sûr” veya “menkûl” tefsir adı
da verilir. Bu nevi tefsir, Kur'ân'ın Kur'ân ile Kur'ân'ın, Hz. Peygamber’in
sünnetiyle tefsirini veya sahabenin âyetler hakında Allah'ın muradını beyân
etmeye matuf nakillerini ihtiva eder. Sahabe ve tabiîlerden gelen tefsir
rivayetleri, Taberî'de ve Taberî'den önceki rivayet tefsirinde bol miktarda
kullanılmaktadır.
Burada şöhret kazanmış rivayet
tefsirlerinden bir kaçını zikretmekle iktifa edeceğiz:
Muhammmed b. Cerir et-Taberî’nin (ö.
310/922), Câmiu'l-Beyân an Te 'vil-i Âyil-Kur'ân' ı,
Ebû'l-Leys es-Semerkandî’nin (ö.
375/985), Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim'i.
Ebû Ishâk es-Sa'lebî’nin (ö. 427/ 1036),
el-Keşf ve'l-Beyân an Tefsiri'l-Kur'ân'ı.
Ebû Muhammed el-Huseyn
el-Bagavî’nin (ö. 516/1122), Meâlimu't-Tenzin.
İbn Atiyye el-Endelûsrnin (ö. 542/1147),
el-Muharreru'l-Veciz fi Tefsiri'l-Kitabi'l-Aziz'i.
İbn Kesîr’in (ö. 774/1373),
Tefsiru'l-Kur'ânil-Azim'i
Abdurrahmân es-Saâlibî’nin (ö.
876/1471), el-Cevâhiru'l-Hisân’ı.
Celaluddîn es-Suyûtî’nin (ö. 911/1505), ed-Durru'l-Mensûr'u.
Bu tefsir nevine “Re'y” veya “Aklî” tefsir de denilir.
Dirayet tefsiri, sadece rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din,
mezhep ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Burada
bahsettiğimiz “Re'y” den maksat ictihad'tır. Bu tefsir nev'i bir zarurete, bir
maslahata mebni olarak zuhur etmiştir. Re'y tefsirinin câiz oîmamasi hususunda
başlangıçta münakaşalar yapılmış, bazıları buna cevaz vermez İken, bazıları da
uygun görmüşlerdir
En
meşhur dirayet tefsirlerinden bazıları şunlardır:
Fahruddin er-Râzî (ö. 606/1209),
Mefâtihu'I-Gayb.
el-Beydâvî (ö. 685 veya 691/1286
veya 1292), Envâru't-Tenzîl ve Esâru't-Te'vil.
en-Nesefî (ö. 710/1310),
Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vil.
el-Hâzîn (ö. 741/1340), Lübâbut-Te'vil
fi
Meâni't-Tenzîl.
Ebû Hayyân (ö. 745/1344),
el-Bahru'l-Muhît
Celâluddin
el-Mahalli (ö. 864/1460) ve
Celaluddin es-Suyûtî (ö. 911/1505), Tefsiru Celaleyn.
el-Hatîb eş-Şirbinî (ö. 977/1569)
es-Sirâcu'l-Munir.
Ebu's-Su'ûd (ö.
982/1574) İrşâdu'l-Akli's-Selîm ilâ Mezâye'l-Kitabi'l-Kerîm.
el-Âlûsî (ö. 1270/1854), Ruhu'l-Meânî fi
Tefsiri'l-Kur'âni'l-Kerîm.
H- GÜNÜMÜZDEKİ TEFSİR HAREKETLERİ
Müslümanlar her devirde
Kur'ân-ı Kerim'e, dünya ve ahiret saadetlerini sağlayan
bir esas, bir anayasa gözü ile bakmışlar, nüzulünün başlangıcından itibaren,
muhtevasını iyi anlamak için çeşitli yönlerden onu araştırmışlar ve onu tefsir
etmişlerdir. Başlangıçtan zamanımıza kadar, lügat, belagat, edeb, nahiv, fıkıh,
mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden tefsirler meydana
getirilmiş, bu çeşitli
yönlerdeki tefsirlerde çeşitli usûl meseleleri ortaya
konmuştur.
Asrımızdaki tefsir hareketleri, genel
olarak dirayet veya aklî tefsir ekolü içerisinde mütalaa edilebilir. Fakat
aralarında gösterdikleri farklılıklar sebebiyle onları dört grupta
inceleyebiliriz.
1- İlhâdi
Tefsirler
2- Mezhebî
Tefsirler.
3- İlmî
Tefsirler.
4- İçtîmâi-Edebi
Tefsirler.
Hiç şüphe yoktur ki Kur'ân-ı Kerim hedef olarak
birinci derecede, İnsan hayatında, cemiyette ve kainatta cereyan eden sabit
esaslara dikkat çekmiş ve insanı doğru bir inanca, faydalı işlere ve iyi ahlaka
yöneltmeye çalışmıştır. İnsana, hayat ve kainat hakkındaki hâdiselere uygun
kıymet hükümleri kazandırmak ve insanoğlunu iki âlemin saadetine ulaştırmak
onun esas gayesi olmuştur. Kur'ân'ın geçmişin karanlıklarında kaybolmuş bazı
hâdiseleri, geleceğin bilinmezliğinde gizli kalan bazı keşifleri bildirmek, kısacası
insanları harikulade dediğimiz, tabiat kanunları dışındaki hususlarla
uğraştırmak, insanın akıl ve dikkatini asıl olan gayeden arizi olan hallere
çevirmek çibi bir işlevi yoktur ve bu onun metoduna da uygun değildir. Ancak,
o, kendisinin bir beşer sözü olmadığını, Yüce Allah katından geldiğini
göstermek için veya insanlar için ibret olabilecek bazen açık, bazen de işaret
ve remizlerle, geçmiş ve geleceğin mucizevi olaylarından haber verebilir. Fakat
bunlar, Kur'ân'ın asıl gayesini teşkil etmez.
Kur'ân'ın âyetleri birbirlerini tasdik ve te'yid edici
mahiyette olduklarından, o, okundukça ve üzerinde akıl yoruldukça, meselefere
çareler bulunacaktır. Ondaki, geleceğe ait haberler, maksada hizmet edecek bir
kapalılık (müphemlik veya mücmellik) içerisinde sunulmuş, onların keşfedilip
ortaya çıkarılması, insanın tekâmülüne, derin kavrayış ve keskin nazarlara
bırakılmıştır.
İşte harici tesirlere lüzum kalmadan, İslâm'ın kendi
bünyesi içerisinden doğan ve dış tesirlerle renklenip şekillenen Kur'an-ı
Kerimin tefsiri ilmî, bütün teferruatı ile zamanlarındaki ilmî ve kültürel
faaliyetleri aksettiren bir ayna vazifesi görmüştür. Bu bakımdan tefsirler,
sadece yazarların durumunu değil, ondan daha fazla olarak, yazarın yaşadığı
cemiyetin çeşitli durumlarını da aksettirirler. Bunun içindir ki tefsirlere
sadece mukaddes kitabın bir izahı, açıklaması olarak bakılmamalı, onun aynı
zamanda bir topluluğun sosyal, kültürel ve ilim târihi için en mühim
kaynaklardan biri oîduğu gözlerden uzak tutulmamalıdır. Türlü sebeplerle insanların
ve cemiyetlerin ihtiyaçlarının artması, Kur'ân'ı yeni ihtiyaçlara cevap verecek
şekilde tefsir etmeye sevketmektedir. Bu sebeptendir ki tefsir ilmî hakkında
herşey söylenip bitmiş değil,, belki onun hakkında şimdiye kadar söylenenler
-Kur'ân'ın, Hz. Peygamber’in ve sahabenin Kur'ân hakkındaki söyledikleri
istisna edilecek olursa- ileride söylenecek olanlar yanında bir hiç olarak
kalacaktır.
MIZANUR RAHMAN 16922722
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÜZERİNDE TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHLERİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Tefsir tarihi :
Peygamberimiz, vahyin ilk muhatabıdır. Kur’an’ın
ilk muhatapları olan sahabiler onun ruhuna vakıf oldukları hâlde, ayetleri iyice
anlamak ve doğru amel etmek konusunda zaman zaman Hz. Peygamber’in tefsirine
ihtiyaç duymuşlardır. Peygamberimiz de lüzum gördükçe ayetleri tefsir etmiştir.
Yaptığı açıklamalarla Kur’an’ın anlaşılmasını ve yaşanmasını sağlamış, amelî
konulardaki davranışlarıyla da ayetlerin uygulanışını göstermiştir. Yani sadece
sözle değil, aynı zamanda davranışlarıyla da fiilî bir tefsir yapmıştır.
Örneğin Kur’an-ı Kerim’de namaz ve hac sadece emredilmiş; nasıl
yapılacaklarına dair detayları Peygamberimiz tarafından açıklanmıştır.
Sahabe Dönemi:
Kur’an, Peygamberimize sahabenin yaşadığı
ortamda ve onların konuştukları dilde nazil
oluyordu. Bu nedenle sahabenin büyük çoğunluğu hangi ayetin nerede, nasıl, ne
hakkında ve hangi sebeple nazil olduğunu biliyordu. Hatta ayetlerin
indirilmesine neden olan olayların içinde yaşıyorlardı. Kur’an’ın ilk
muhatapları olarak Kur’an’ın okunması, ezberlenmesi, yazılması, açıklanması,
anlaşılması ve uygulanmasında Peygamberimiz ‘in yürüttüğü tüm faaliyetlere
bizzat katılmışlardı. Anlayamadıkları bir ayeti doğrudan Peygamberimize sorup
dinliyorlar. Böylece ayetlerde kastedilen anlamları bilginin asıl kaynağından
öğreniyorlardı. Onlar da ayetlerin indirilme sebebini ve Peygamberimiz’in
onlara öğrettiği her türlü bilgiyi sonraki nesillere naklederek tefsir ilminin
temelini atmışlardır. Sahabe içerisinde aralarında Ali b. Ebi Talip, Abdullah
b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Ubey b. Kâ’b, Ömer b. Hattab ve Hz. Aişe’nin de
bulunduğu kişiler Kur’an tefsiri konusunda ön plana çıkmışlardır.“Tercümanü’l-Kur’an” adıyla da anılan Abdullah b. Abbas tefsirle ilgili rivayetleri oldukça
fazla olan sahabilerden biridir.
Tabiin Dönemi:
Peygamberimiz’le bizzat karşılaşmamış ve
ayetlerin indirilişine tanıklık etmemiş olduklarından tabiin dönemi
müfessirleri, ayetleri yorumlarken daha fazla açıklama yapma gereği
duymuşlardır. Sahabe döneminde sınırlı sayıdaki ayetlerin tefsiri yapılmışken
tabiîn döneminde Kur’an tamamen tefsir edilmeye başlanmıştır. Sahabe Dönemi’nde
sözlü olarak devam eden tefsir hareketi, Tabiin Dönemi’nde de bazen sahifelere
yazılmış olmakla birlikte, çoğunlukla sözlü olarak devam etmiştir. Tabiin müfessirleri
ayetlerin yorumunda naklin yanında rey ve içtihadı da kullanılmaya başlamıştır.
Bu da farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Farklı kültürlerle
karşılaşmalar sonunda farklı görüşlere zemin teşkil eden tefsir anlayışları yaygınlaşmıştır.
Arap olmayanlar (mevâlî), tefsir hareketinde daha fazla rol almaya başlamıştır.
Mekke ve Kûfe gibi tefsir okulları oluşmaya başlamıştır. İbn Abbas’ın
öğrencileri Said b. Cübeyr, Mücahid ve İkrime gibi tabiînin önde gelen
müfessirleri nakle(hadise) dayalı rivayet yöntemini esas alan “Mekke ekolü”nü, Ubey b. Ka’b’ın
öğrencileri, Zeyd. b. Eslem ve Muhammed b. Ka’b el Kurazî gibi tabiîler ise “Medine ekolü”nü oluşturdular. İbn
Mesud’un öğrencileri İbrahim en Nehaî, Muhammed b. Sirin ve Hasan el-Basrî gibi
tabiinin önde gelen müfessirleri ise nakil yanında reye dayalı dirayet
yöntemini kullanan “Kûfe
ekolü”nü oluşturdular.
Tefsirin Tedvin Dönemi
Tefsirin tedvini denilince Kur’an tefsiriyle
ilgili rivayetlerin düzenli bir şekilde kitaplarda toplanması anlaşılır. Tefsir
faaliyeti çeşitli aşamalardan geçmiştir. Sözlü Rivayet Dönemi: Peygamberimiz ve
sahabenin dönemindedir. Sözlü kültürün daha yaygın olduğu Peygamberimiz
Dönemi’nde Kur’an’la karışması ihtimali nedeniyle Kur’an dışında genellikle
başka bir şey yazılmamıştır.
Tefsirin Kitabeti Dönemi: Peygamberimiz
Dönemi’nde yazılmış az sayıdaki hadis sahifeleri ve muhaddislerce ezberlenen
hadisler çeşitli mecmualarda toplanılmaya başlandı. Bu hadis mecmualarının bazı
bölümleri ayetlerin tefsirleriyle ilgili olduğundan hadis kitaplarında
“kitabu’t-tefsir” olarak adlandırıldı. Böylece tefsir rivayetleri, hadis
kitapları içerisinde de olsa bağımsız bölümler oluşturmaya başladı. Yine bu
dönemde Kur’an’daki kelimeler, başka dillerden Kur’an’a giren kelimeler, eş
sesli ve eş anlamlı kelimeler üzerine araştırmalar yoğunlaştı. Bunların bir
kısmı da yazıldı. Bu döneme tefsirin kitabeti adı verilmiştir.
Tedvin Dönemi: Tabiin dönemde tefsir
rivayetleri, hadis kitaplarının birer bölümü olmaktan çıktı. Kur’an’ı baştan
sona tefsir eden bağımsız tefsir çalışmaları kitaplarda toplanmaya başlandı.
Kur’an-ı Kerim’i baştan sona tefsir eden ilk yazılı kitap, Mukâtil b. Süleyman
(öl. 150/767)’ın “Kitabu’t-Tefsiri’l- Kebir”idir. Mukâtil’in tefsirinde
kelimelerin farklı anlamları, ilk dönem kıraat farklılıkları verilmiş, sebeb-i
nüzul, tarihî haberler ve şahıs isimleri çokça nakledilmiştir..
Hadis tarihi : Hazrate peygamberden
hadisi bizzat alan sahabiler, kendi devirlerinde hadisi genel olarak yazılı
hale getirmemişlerdir. Tabii istisnai olaraka kendi hadislerini yazan sahabiler
de yok değildir. Daha sonraki yıllarda Hadis Tarihi ve Hadis İlimlerini
aynı eserde toplayan birkaç kitap ile bir müstakil kitap daha yazılmıştır.
Diğer İslam ülkelerinde de hadis tarihine dair kitaplar bin dokuz yüzlerin
sonlarında yazılmaya başlanmıştır.hadis ilmi Üçüncü Hicri asrın sonunda bütün
konuları ile teşekkül etmiştir. Her ne kadar bu konuları içine alan kitapların
telifi bir müddet daha gecikmiş olsa bile usul ve kaidelerin tabir ve
tariflerin birinci asrın sonundan itibaren hadis imamları arasında kullanılması
ikinci asırda ise hiç bir kayda tabi olunmaksızın münakaşa edilmesi bu ilmin
bir hayli erken bir devirde teşekkül ettiğini gösterir. Zaten en mükemmel hadis
mecmualarının bu eserde altın çağ olarak tasvif ettiğimiz üçüncu asırda tasnıf
edilmesi de bunun bir başka delilini teşkil eder . Hazreti peygamber vefat
ettikten sonra arap yarımadasından İslam toprakları genişlemiş ve Sahabiler
çeşitli görevlerle bu islam topraklarında görevlendirilmişlerdir. Bu
sahabilerin gittikleri yerlerin birbirinden farklıydı. İslam ülkesinin
genişlemesi ile muhtelif şehirlerde farklı itikadî mezheplerin ortaya çıktığı,
Müslümanların fırkalara ayrıldığı ve hadîste vaz (uydurma) hareketinin başladı.
Bu sebeple hadîsçiler cerh ve ta’dil faaliyetini başlatarak, eşi rastlanmaz bir
tehlike olan hadîs uydurmacılığını önlemek adına, râvileri sıkı bir tenkit
süzgecinden geçirmeye, güvenilir olanları olmayanlardan ayırmaya ve her birinin
rivayet ettiği hadîsleri sıhhat-zafiyet yönünden derecelendirmeye
yönelmektedir.
Tedvîn, çeşitli Sahâbilerin yazdığı eserleri bir araya getirmeleri
veya Sahâbilerin rivayetleri bira araya getirmeleri yani toplamaları manasına
gelmektedir. Hadîs tedvîninin başlangıcı, tam olarak belirlenemese de yaklaşık
birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarına kabül etmektedir. İbn Şihâb
ez-Zuhri (50-124) ise “hadîsleri ilk tedvîn eden kimse” olarak kabul
edilmektedir. Kendisinin hadîsleri toplama ve yazma hususunda büyük gayretler
sarfettiğini gösteren çeşitli haberler bulunmaktadır.
Fikih tarihi
Islam hukukunun teşekkül tarihinde en önemli devir Asr-I Nevebı de
denilen vahy devirdir. Çünkü bu devir islam hukukunun asıl kaynakları olan
kuran-I kerimin nazil olduğu ve hazreti peygamberin sünnetini izah ederek bir
takım emir ve nehyler getirdiği bir devirdir.
Teşri usulleri
Bu devirde teşri usulleri şöyledi: bir hadise vuku bulur bunun
hükümü Hz.peygamberden sorulurdu. Böyle bir soruya muhatab olan Hz.peygamber
önce vahy beklerdi. Bu meselenin hükmü kendisine açıkça veya mana olarak
vahyedilince o da bunun eshabına bildirdi. Eğer bu bekleme neticesinde bir
hüküm gelmezse bu takdirde Hz. Peygamber ictihad ederdi. Bir hata varsa vahy
yoluyla bildirilirdi. çünkü islam inancina göre peygamberler masumdur onlardan
yanlışlık sadır olması peygamberliğin mahiyetine aykırıdır.
Hz. Peygamberin hanımları keskin zekaları derin firasetleri ile Hz.
Peygamberin ibadetleri ve en içindeki hareketlerini haver vermenin yanında
bilhassa aile ve miras hukukunun teşekkülünde çok mühim bir rol oynamışlardır.
Sahabenin hukukı mesaisi
Takriben bir asır kadar devam eden sahabe-I kiram devri iki safhaya
ayrılır: Hülefa-ya raşidin ve sonraki emeviler devri. Sahabe-I kiramın çoğu
islamiyetin hükümleri yaymak için yeryüzünde dağılmışlar başka memleketlere
yerleşmişlerdir.
Tabiin ve tebe-I tabiin devri : tabiin devri fakihlerinden her
birinin müstakil mezhebi yani hukuk ekolü vardi. Bu fakihlerin hukukı
görüşlerinin bir kısmı başka mezhaplarin kitapalrında zaman zaman zikredilir.
Taklid devri Abbası imparatorluğnun parlak günlerinden başlar ve xııı-xıx asır başlarına
kadar sürer.
Taknin devri umumiyetle zamanın en güçlü islam devleti sayılan
osmanlı devletinde tanzimat fermanının ilan ilan edildiği 1839 yılından başlar
ve xıx ve xx. Asırları ifade eder . bu
devirde de taklid devrinin hususiyetleri aynen devam etmekle beraber islam
hukukuna dair hükümlerin eski devirlere nazaran daha yaygin bir biçimde
kanunlaştırıldığı görülür.
Islam hukukunun bugünün ve geleceği: xx.Asrın ortalarına gelindiğinde islam hukuku artık dünyanın hemen
hiçbir yerine bütünüyle uygulanır olmaktan çıkmıştır. Bu da islam hukukunun
noksanlığı veya zamanın ihtiyaçlarına cevap vermemesinden ziyade tamamen
cemiyetlerin sosyal tercih ve hayat görüşünün değişmesinden kaynaklanmaktaydı.
KAYNAKÇALAR
Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu
Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit
İslam Hukuk Tarihi, Hayreddin Karaman
الحمد
الله رب العالمين والصلاة والسلامٌ على عباده الذين اصطفى وعلى نبينا محمد وآله وصحبه
وسلم تسليمًا كثيرًا، أما بعد..
أولاً
:علم التفسير
أهمية
علم التفسير
* علم
التفسير هو علم يدرس كتاب الله، ويقوم على قاعدة إفهام الناس عما في مكنونه من الكنوز
والخيرات.
* وهو
علم يتوصل به العبد إلى المراد من الخطاب
* وكذلك
هو علم يعين العبد على تدبر كتاب الله
قال
الإمام الطبري، " رحمه الله" :
( إني
لأعجب ممن قرأ القرآن ولم يعلم تأويله كيف يتلتذ بقراءته )
* وهو
أيضاً " علم التفسير " علم يستقى منه منهج الحياة: فيترجم ما يتلوه بعبادته
وأخلاقه وفي كل حياته..
تعريف
علم التفسير لغة واصطلاحاً :
- تعريف
علم التفسير في اللغة:
هو الإيضاح
والبيان والكشف.
- وتعريف
معناه في الاصطلاح:
هو علم
يُفهم به كتاب الله عز وجل. وذلك ببيان معانيه، واستخراج أحكامه وحِكَمه.
نشأة
علم التفسير:
أ- في
عهد النبي-صلى الله عليه وسلم:
ظهر
علم التفسير مع نزول القرآن الكريم؛ وإن لم يكن بالكثرة الموجودة الآن؛ لأن الصحابة
شهدوا التنزيل وعاصروا الحوادث.
ومن
تصفح كتب السنة وجد أبوابًا للتفسير فيه؛ ككتاب التفسير من صحيح البخاري.
فكانت
الآيات تنزل على النبي- صلى الله عليه وسلم- فتشكل على الصحابة فيكشف عن ما أشكل عليهم،
أو يبينها لهم ابتداءً.
من ذلك
لما نزل قوله تعالى:{ الذين ءامنوا ولم يلبسوا إيمانهم بظلمٍ أولئك لهم الأمن وهم ومهتدون
} شقت على الصحابة فقالوا: وأينا لم يظلم نفسه يارسول الله؟ فقال: ليس ذلك؛ ألم تسمعوا
إلى قول الرجل الصالح:{ إن الشرك لظلمٌ عظيم} ).
ب- التفسير
في عهد الصحابة والتابعين:
- اعتنى
الصحابة رضي الله عنهم بالقرآن الكريم وأولوه جلّ عنايتهم واهتمامهم. ونظراً لقوة فهمهم،
وسعة إدراكهم ومعرفتهم بأوضاع اللغة وأسرارها، وأحوال الناس وعاداتهم، جعلهم يستوعبون
ما في القرآن من معاني وأحكام، ولذلك ما احتاجوا إلى طلب تفسيرها والسؤال عنها.
- إلا
أن الصحابة أنفسهم متفاوتون في فهم القرآن، تبعاً لتفاوتهم في المواهب والاطلاع على
لغتهم وأدبها ولهجاتها، ومعرفة أسباب النزول وغير ذلك.
- وأكثر
الصحابة اشتغالاً بالتفسير وممارسة له أربعة وهم: عبد الله بن عباس، وعبد الله بن مسعود،
وعلي بن أبي طالب، وأبي بن كعب رضي الله عنهم.
- كما
اعتنى التابعون بالتفسير ونقلوا روايات الصحابة وزادوا فيها ما استنبطوه بأنفسهم، ومازال
التفسير يتضخم في عهدهم حتى اجتمع منه الشيء الكثير.
ثانياً:
علم الحديث:
علم
الحديث أحد العلوم التي تفردت بها الأمة الإسلامية. وهو دراسة شاملة للحديث النبوي
من حيث السند والمتن، ويشمل أنواعا متعددة من أنواع علم الحديث مثل: علم مصطلح الحديث
ويسمى علم أصول الحديث ويدرس موضوع إسناد الحديث وروايته، ومتن الأحاديث، والآثار المروية.
ومن أنواع علم الحديث دراسة أحكام الحديث الفقهية، وشرح الحديث، وفهم مدارك السنة النبوية،
ومعرفة الناسخ والمنسوخ وغير ذلك، كما أن علم الحديث ليس مقصورا على النقل والرواية
بل يشمل فهم كل ما جاء به الرسول من عند الله، فمعرفة أحكام الشرع الإسلامي تأتي من
خلال فهم الحديث النبوي.
علم
الحديث نوعان هما: علم الرواية وعلم الدراية، وقد نشأ علم الرواية زمن النبي لأن الصحابة
كانوا يسألونه ويبلغون ما يسمعون، ولم تكن معرفة علم الحديث دراية ذات إشكالية في زمن
النبي، لأن الصحابة كانوا يسألونه عن أي حديث يشكون في نسبته إليه، وقد بدأت المشكلة
بعد وفاته صلى الله عليه وسلم .
المرحلة
الأولى: عصر الصحابة
بحث
الصحابة في القرآن والسنة عن القواعد التي يعرف بها الحديث الصحيح من غيره،
فوجدوا توجيهات تدل على ذلك منها:
- الأمر
باتباع السنة، وطاعة الرسول وهذا لا يتم إلا بحفظ السنة النبوية.
- التحذير
من الكذب في الحديث النبوي قال طلب التثبت من الأخبار قبل قبولها، واشتراط التقوى فيمن
تقبل روايته.
- التحذير
من نقل ما لا يعرف الراوي صحته.
ولذلك
بدأ الصحابة يبنون على هذه الأسس علم الحديث، وكلما تعرضت السنة لخطر جديد وضعوا القواعد
التي تكفل بقاءها نقية صافية.
ولقد
كان الخطر يتمثل في احتمال الخطأ في الرواية، أما الكذب فلم يثبت أن أحداً من الرواة
كذب على الرسول، ولقد عالج العلماء احتمال وقوع الخطأ في هذه المرحلة من خلال استخدام
أساليب وطرق عديدة، من أهمها:
- اقتصار
الراوي على رواية الأحاديث التي يطمئن إلى حفظها وضبطها، وعدم روايته لما يشك في حفظه
من الأحاديث، فكل راوٍ معرض للنسيان. وهذا الأسلوب يعالج الخطأ والنسيان بشكل وقائي،
أي قبل أن يقع، وقد قلل من وقوع الخطأ في الرواية إلى حد كبير.
- عرض
رواية الراوي على القرآن، والثابت من السنة، فإن وجدوه يعارض شيئاً من القرآن
أو الحديث، عرفوا أن الراوي قد أخطأ في الرواية. قال الإمام فخر الدين الرازي في
تفسيره (التفسير الكبير): "من الأحاديث المشهورة قوله عليه الصلاة والسلام:
"إذا روي لكم عني حديث فاعرضوه على كتاب الله فان وافقه فاقبلوه وإلا فردوه"
فهذا الخبر يقتضي أن لا يقبل خبر الواحد إلا عند موافقة الكتاب".
- التثبت
بشاهد أو يمين: فإن شهد مع الراوي شاهد آخر، أو طلبوا من الراوي اليمين فأقسم، تبين
أنه متأكد من صحة ما روى، فيقبل حديثه.
المرحلة
الثانية: عصر ما بعد الصحابة
في هذه
المرحلة ظهر الكذب في الحديث، فاستحدث العلماء أساليب جديدة لحفظ الحديث
منها:
- السؤال
عن أسماء رواة الحديث للتأكد من مدى صدقهم ودقتهم، فنشأ علم الجرح والتعديل، وعلم
الرجال .
- الرِّحلة
إلى الراوي الذي سمع الحديث من النبي للتأكد من صحة الحديث.
- المقارنة
بين رواية الراوي ورواية غيره للحديث، لاكتشاف الكذب أو الخطأ.
واستمرت هذه الأساليب وتوسعت على مرور الزمن إلى
أن جُمعت وكتبت، كما ستعرف في تدوين علوم الحديث.
علم شرح الحديث:
هو
العلم المتعلق بشرح الأحاديث النبوية وبيان معانيها ومقاصدها وما يتعلق بها من الأحكام،
مع بيان أقوال العلماء في ذلك.
موضوعه
ومسائله:
موضوع
هذا العلم هو حديث الرسول من جهة القواعد الكلية والمسائل المتعلقة ببيان معاني الحديث،
والمراد منه، ومسائله تحرير هدف الحديث ومقصده، ومعناه على جهة الإجمال، وسلامته من
المعارض والناسخ، وتفسير الألفاظ، وبيان معانيها و المراد منها. ويقصد بذلك الألفاظ
الواقعة في الحديث النبوي.
فشرح
الحديث يعنى بثلاثة جوانب وهي التالية:
- ما
يتعلق بالإسناد ، من حيث التخريج وبيان درجة الحديث ، والتعريف بالرواة، وضبط ما يحتاج
إلى ضبط من أسماء الرواة، مع بيان المهمل والمبهم في الإسناد، على وجه الاختصار، وبدون
تعمق وإمعان؛ لأن لكل جانب من هذه الجوانب المتعلقة بالإسناد على ما يختص به.
- ما
يتعلق ببيان معاني ألفاظ الحديث – تحتاج إلى بيان – وذلك بالرجوع إلى كتب الغريب واللغة.
- بيان
المراد بالحديث، وهذا هو فقه الحديث، الذي تختلف فيه منازع أنظار أهل العلم واستنباطهم.
ثالثاً:
علم أصول الفقه
هو: "علم يبحث في أدلة الفقه الإجمالية
وكيفية الاستفادة منها، وحال المستفيد (المجتهد)"، فهو: علم يبين لنا كيف نستنبط
الحكم من دليله، كاستنباطه من صراحة نص الآية القرآنية، أو الحديث النبوي، أو من مفهومهما،
أو من القياس عليهما، أو بغير ذلك، وعلم أصول الفقه يبحث في الأدلة بصفتها
الاجمالية، وخصائص كل نوع منها وكيفية ارتباط أنواعها ببعض، والقواعد والشروط التي
تبين للفقيه المسلك الذي يجب عليه أن يلتزمه في استخراج الأحكام من أدلتها.
تعريف
أصول الفقه :
لفظ أصول
الفقه مؤلف من لفظين مفردين هما: (أصول) و(الفقه)
والفقه
بمعنى: معرفة الأحكام الشرعية التي طريقها الاجتهاد، والأحكام الشرعية فرض،
ومندوب ومكروه وحرام ومباح وصحيح وباطل. والأصل في اللغة: ما يبنى عليه غيره، حسياً
كان البناء أو معنوياً، وفي الاصطلاح بمعنى: الدليل وقد يكون لمعانٍ أخرى
منها: (الرجحان) أو (القاعدة) أو (الصورة المقيس عليها)، المقصود هو الأول.
أصول
الفقه:
لفظ
أصول الفقه له معنيان عند علماء أصول الفقه هما:
أصول
الفقه بالمعنى الإضافي، أي: كلمة أصول مضافة إلى كلمة الفقه هو: الأدلة الموصلة
إلى العلم.
بالمعنى
اللقبي، أي: ما يلقب ب"أصول الفقه" هو: العلم المسمى: علم أصول الفقه، وأصول
الفقه بمعنى العلم هو الذي يبحث في: الأدلة التي يبنى عليها الفقه، وما يتوصل
بها إلى الأدلة على سبيل الإجمال.
فهو
يبحث في:
- الأدلة
الموصلة إلى العلم .
- ما
يتوصل به إلى الأدلة.
- الاستدلال
وصفات المجتهد.
الأدلة
الموصلة إلى العلم. هي: القواعد الكلية التي أخذت من الكتاب والسنة والإجماع؛ لأنها
هي العمدة في الاستدلال، وهي: "طرق الفقه".
ما يتوصل
به إلى الأدلة على سبيل الإجمال. هو: الكلام على هذه الأدلة ووجهها وترتيبها والاستنباط
والترجيح والتعارض وكيفيات الاستدلال وشروطه وصفات المجتهد.
الأدلة
الإجمالية
الأدلة
الإجمالية مثل قولهم الأمر للوجوب والنهي للتحريم والصحة
تقتضي النفوذ فيخرج بذلك الأدلة التفصيلية فلا تذكر في أصول الفقه إلا على سبيل التمثيل
على القاعدة.
كيفية
الاستفادة منها:
أي:
معرفة كيف تستفيد الأحكام من أدلتها بدراسة أحكام الألفاظ ودلالاتها من عموم وخصوص
وإطلاق وتقييد وناسخ ومنسوخ وغير ذلك فإنه بإدراكه يستفيد من أدلة الفقه أحكامها.
حال
المستفيد:
معرفة
حال المستفيد وهو المجتهد وسميّ مستفيداً لأنه يستفيد (يستنبط) بنفسه الأحكام من أدلتها لبلوغه
مرتبة الاجتهاد فمعرفة المجتهد وشروط الاجتهاد وحكمه ونحو ذلك يبحث في أصول
الفقه
أدلة الفقه أو أدلة الأحكام:
أدلة
الفقه أو أصول الفقه (بالمعنى الإضافي) عند علماء أصول الفقه، هي: موضوع
علم الأصول، قد يسميها البعض أدلة الأحكام أو الأدلة الشرعية، بمعنى: الأدلة
الموصلة للفقه والدليل عند علماء الأصول، في اللغة هو: (المرشد)، وفي الاصطلاح
هو: ما يمكن التوصل بصحيح النظر فيه إلى العلم بمطلوب خبري، أو ما يتخذ حجةً على
أن المبحوث عنه حكم شرعي.
الأدلة
الشرعية:
الأدلة
الشرعية هي: يتوصل بها المجتهد إلى الأحكام الشرعية، وكونها شرعية بمعنى: أن تؤخذ
من الشرع، والشرع هو: (ما شرعه الله على لسان نبيه من الأحكام) فالله تعالى هو
المشرع للأحكام، ورسوله محمد صلى الله عليه وسلم مبلغ لما جاء من عند الله بالوحي،
ومبين له، وكتاب الله، وسنة رسوله هما: الوحيان، والأصلان، لكل الأدلة الأخرى، التي
تعتمد عليهما، ولا تكون دليلا شرعيا إلا إذا استندت عليهما.
الأدلة
المتفق عليها:
الأدلة
الشرعية المتفق عليها عند جمهور الفقهاء أربعة هي:
- الكتاب وهو:
القرآن الكريم.
- السنة وهي:
الحديث النبوي، بمعنى: أقوال النبي صلى الله عليه وسلم، وأفعال وتقريراته وصفاته.
- الإجماع
- القياس
الحكم
الشرعي :
هو
(خطاب الشرع المتعلق بالمكلف، اقتضاء أو تخييرا أو وضعا). والشرع: "ما شرعه الله
على لسان نبيه من أحكام" فالحكم الشرعي هو: "ما اقتضى الشرع فعله أو
تركه أو التخيير بين الفعل والترك، وما وضعه الشرع متعلقا بحكم شرعي".
أقسام
الحكم الشرعي:
الحكم
الشرعي إما أن يكون من قبيل الاقتضاء، أو التخيير، أو الوضع، فهو ثلاثة أقسام، لكن
يدخل التخيير ضمن الاقتضاء فيكون له قسمان هما: (الاقتضاء والوضع)، فالاقتضاء هو:
الحكم التكليفي، والوضع هو: الحكم الوضعي.
الأحكام
التكليفية:
الحكم
التكليفي باعتبار دخول التخيير ضمن الاقتضاء، هو: ما اقتضى الشرع فعله، أو
تركه، أو التخيير بين الفعل والترك ويسمى (تكليفيا)؛ لتعلقه بالمكلف، وتمييزا
له عما هو من قبيل الوضع.
وللحكم
التكليفي، خمسة أقسام أساسية، وتدخل فيها باقي الأقسام الفرعية، وتؤخذ هذه الأحكام
الخمسة، من تعريف الحكم التكليفي، في كونه يقتضي إما؛ الفعل أو الترك أو التخيير.
الأحكام
الخمسة:
- ما
اقتضى الشرع فعله.
- الفرض على
وجه الإلزام.
- المندوب
ما اقتضى الشرع تركه.
- الحرام
المكروه التخيير.
- المباح.
وتدخل
ضمن هذه الأحكام، أحكام أخرى، مثل؛ دخول (خلاف الأولى) ضمن المكروه.
الحكم
الشرعي الوضعي هو: الحكم الشرعي غير التكليفي. وهو: «ما استفيد بواسطة
نصب الشارع علما معرفا لحكمه» ويشمل: السبب والمانع، والشرط، والعزيمة والرخصة، والصحة
والبطلان، والقضاء، والأداء، والإعادة.
وخلاصه
القول في هذا البحث: إن أصول العلوم الثلاثة تنهل من منهل واحد ألا وهو كتاب الله وسنه
نبيه عليه الصلاة والسلام وتعتمد على فهم أحكام هذه المصادر وأعلى مصادر هذه الأصول
الثلاثة هو علم أصول التفسير الذي يعتمد ببنيانه على آيات القرآن الكريم ويبحث في أسباب
نزول تلك الآيات ويسلط الضوء على تطبيق أحكام كتاب الله في المجتمع الإسلامي ابتداءً
من عصر الصحابة وامتداداً بين العصور والأجيال .
وعند
تعمقنا في علم أصول التفسير نجد أنه يعتمد في تفسير أسباب النزول على علم أصول الحديث
الذي يقص علينا حياة النبي صلى الله عليه وسلم وصحابته الكرام الذين نزل فيهم القران
الكريم وأُسقطت عليهم أحكام الأمر والنهي في نصوص آياته .
وإذا
دخلنا في تفاصيل أصول عم التفسير نجد أنه يحوي بين طياته الجزء الأكبر من علم أصول
الفقه لما يحويه من أحكام شرعية نص عليها صريح القرآن الكريم وآياته.
وعند
استعراضنا لعلم أصول الحديث نجد أنه يتكامل مع علم التفسير بما يذكر من آيات القرآن وكيف أن النبي صلى الله عليه
وسلم فسرها وطبق أحكامها فعلاً ومضموناً وكيف أن السنه النبوية الشريفة كانت مكملةً
في التشريع لما نزل به وحي السماء.
ولا يفوتنا أن نذكر الصلة الوثيقة بين علم أصول الحديث
وعلم أصول الفقه لما نجد من أفعال وأقوال للنبي صلى الله عليه وسلم تصنف كأساس لعلم
أصول الفقه وتكون جوهره لما فيها من أحكام جوهرية.
أما
إذا أردنا أن نربط بين علم أصول الفقه والأصلين السابقين نجد أن علم أصول الفقه هو
الوعاء الذي يصب فيه المعينان السابقان لتتشكل وحدةً متكاملةً تبرز فيها عظمة التشريع
الإسلامي وتجعل منه أساسا متجدداً على مر العصور.
وكم
أعجبني ذلك التشبيه لأحد الصالحين حين وصف علم التفسير بأنه روح الشرع والحديث الشريف
جسده والفقه لباسه الجميل الذي به يكمل هذا الصرح العظيم
انتهى
وبالله الحمد