FIKIH USULÜ
Tanım: Müctehidin
şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar
bütünüdür.
Konusu: şer’i deliller
ve şer’i hükümlerdir.
Amacı: Kurallarının,
şer’i hükümlere ulaşmak için uygulanmasıdır.
METODU:
Usul Çalışmaları Ve Mahiyet
Deliller |
Hükümler |
Delaletler |
|||
Kaynak (Sabit)/(Asli)/(Naklî) |
Metot (Değişken)/(Aklî) |
Teklifî |
Vaz’î |
Mefhum |
Mantuk |
1. Kur’an 2. Sünnet 3. İcma’ 4. Sahabe Kavli 5. Şer’u Men Kablene 6. Örf |
1. Kıyas 2. İstihsan 3. Mesalihi Mürsele 4. Sedd-i Zerai 5. İstishab 6. İstikra’ (Tümevarım) |
1. Farz 2. Vacip 3. Sünnet 4. Mübah 5. Mekruh 6. Haram |
1. Sebep 2. Şart 3. Mani’ 4. Sıhhat 5. İfsat 6. Butlan 7. Azimet 8. Ruhsat |
1. Mefhum-u Muvafakat 2. Mefhum-u Muhalefet |
|
LAFIZLARI VE MANALARI BAKIMINDA
NASLAR (Hanefi) |
|||
Vaz’ Olunduğu Mana Bakımından Lafız |
Kullanıldığı Mananın Asıl Olup
Olmaması Bakımından Lafız |
Mananın Açıklığı Bakımından Lafız |
Mana Kapalılığı Bakımından Lafız |
1. Hâs a. Mutlak b. Mukayyed c. Emir d. Nehiy 2. Âmm 3. Müevvel 4. Müşterek
|
1. Hakikât a. Lügavî b. Şer’i c. Örfi 2. Mecâz a. Alaka: İstiare- Mecaz-ı Mürsel b. Karine: Hissi, Hâli, Şer’i 3. Sarih 4. Kinâye |
1. Zahir 2. Nas 3. Müfesser 4. Muhkem
|
1. Hafi 2. Müşkil 3. Mücmel 4. Müteşabih
|
HADİS USULÜ
Tanım: Rasulullah (S.A.V)
ile ilgili rivayetleri sened ve metin yönüyle inceleyen, hadisleri değişik
biçimleriyle değerlendiren ve bu değerlendirmenin usul ve kaidelerini
belirleyen ilim dalıdır.
Konusu: Kabul ve red açısından
senet ve metindir.
Amacı: Hz. Peygamber’e
nispet edilen şeylerin nakledilmesinde hatadan kaçınmaktır.
Faydası: Sünnetin
korunmasıdır.
METODU:
Rivayetü’l Hadis İlmi |
Dirayetü’l Hadis İlmi |
||
Ale’l-Ebvab (Konularına Göre
Düzenlenmiş Olanlar) |
Ale’r-Rical (Ravilerine Göre
Düzenlenmiş Olanlar) |
Ravi’nin Durumu |
Merv’inin Durumu |
1. Muvatta’lar 2. Sünenler 3. Musannefler 4. Câmi’ler
|
1. Mu’cemler: Hoca isimlerine göre. 2. Müsnedler: Sahabe İsimlerine göre.
|
1. Cerh 2. Ta’dil 3. Tahammül 4. Eda v.s. |
1. Senedin Muttasıl/Munkatı’ Olması 2. Hadislerin illetinin bilinmesi v.s. |
HADİS ÇEŞİTLERİ |
|||
Kaynağı Açısından |
Senedi Açısından |
Tariklerinin Azlığı/Çokluğu
Açısından |
Kabul ve Red Açısından |
1. Kudsî 2. Merfu’ 3. Mevkuf 4. Maktu’
|
1. Âli İsnad 2. Nâzil İsnad 3. Müselsel
|
1. Âhâd a. Aziz b. Garib c. Meşhur 2. Mütevatir
|
1. Makbûl: a. Sahih: Lizatihi/Liğayrihi b. Hasen: Lizatihi/Liğayrihi 2. Merdud: a. İlleti sebebiyle: Muallel b. Şazz olması sebebiyle: şazz c. Zabtın olmaması sebebiyle: Müdrec, Maklûb, Muztarib,
Musahhaf, Muharref d. Adaletin olmaması Sebebiyle: Mevzû, Metrûk, Münker, Mübhem,
Bid’ât c. Senedinin Muttasıl Olmaması Açısından: Muallak, Munkatı’,
Mu’dal, Müdelles, Mürsel-i Hafi, Muanan, Müenen. |
Metaini Aşere |
|
Zabt |
Adalet |
1-
Kesret-i Galat |
1- Kizbu’r-Ravi |
2-
Fart-ı Galat |
2- İttihamu’r-Ravi bil kizb |
3-
Vehm |
3- Fisku’r-Ravi |
4-
Muhalafet-i Sikat |
4- Cehaletü’r-Ravi |
5-
Sû-i Hıfz |
5- Bid’atü’r-Ravi |
TEFSİR USULÜ
Tanım: Bir bilim olarak
Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım ilke ve yöntemler
ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler
vermektedir.
Konusu: Mekki, Medeni
ayetler, Esbabu Nuzul, Nasih, Mensuh…
Amacı: Ayetleri çeşitli
yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak.
METODU:
Rivayet Tefsir Metodu |
Dirayet Tefsir Metodu |
- Kur’ân-ı Kerim, Resûlüllah'ın (s.a.s.) sünneti,
Sahabe ve Tâbiûn sözlerine dayanan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre
"rivâyet tefsîri" denildiği gibi, "naklî tefsîr" veya
"me'sur tefsîr" de denilir. |
- Rivâyetlere münhasır kalmayıp Arap dili ve
edebiyâtı, dinî ve felsefî ilimler ile çeşitli müsbet ilimlere dayanılarak
yapılan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre de "dirâyet
tefsîri" veya "rey ile tefsîr" ya da "ma'kûl tefsîr"
denir. |
Not: Üstteki ödevi de
ben yükledim. Adımı, soyadımı yazmayı unutmuşun. Düzeltme imkanı olmadığı için
tekrar yüklemek zorunda kaldım.
Fıkıh, Tefsir
ve Hadis Usulü Özeti
Ö. No: 15912784
Yüksek Lisans
Abdullah DOĞAN
FIKIH USULÜ
Tanım: Müctehidin
şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar
bütünüdür.
Konusu: şer’i deliller
ve şer’i hükümlerdir.
Amacı: Kurallarının,
şer’i hükümlere ulaşmak için uygulanmasıdır.
METODU:
Usul Çalışmaları Ve Mahiyet
Deliller |
Hükümler |
Delaletler |
|||
Kaynak (Sabit)/(Asli)/(Naklî) |
Metot (Değişken)/(Aklî) |
Teklifî |
Vaz’î |
Mefhum |
Mantuk |
1. Kur’an 2. Sünnet 3. İcma’ 4. Sahabe Kavli 5. Şer’u Men Kablene 6. Örf |
1. Kıyas 2. İstihsan 3. Mesalihi Mürsele 4. Sedd-i Zerai 5. İstishab 6. İstikra’ (Tümevarım) |
1. Farz 2. Vacip 3. Sünnet 4. Mübah 5. Mekruh 6. Haram |
1. Sebep 2. Şart 3. Mani’ 4. Sıhhat 5. İfsat 6. Butlan 7. Azimet 8. Ruhsat |
1. Mefhum-u Muvafakat 2. Mefhum-u Muhalefet |
|
LAFIZLARI VE MANALARI BAKIMINDA
NASLAR (Hanefi) |
|||
Vaz’ Olunduğu Mana Bakımından Lafız |
Kullanıldığı Mananın Asıl Olup
Olmaması Bakımından Lafız |
Mananın Açıklığı Bakımından Lafız |
Mana Kapalılığı Bakımından Lafız |
1. Hâs a. Mutlak b. Mukayyed c. Emir d. Nehiy 2. Âmm 3. Müevvel 4. Müşterek
|
1. Hakikât a. Lügavî b. Şer’i c. Örfi 2. Mecâz a. Alaka: İstiare- Mecaz-ı Mürsel b. Karine: Hissi, Hâli, Şer’i 3. Sarih 4. Kinâye |
1. Zahir 2. Nas 3. Müfesser 4. Muhkem
|
1. Hafi 2. Müşkil 3. Mücmel 4. Müteşabih
|
HADİS USULÜ
Tanım: Rasulullah (S.A.V)
ile ilgili rivayetleri sened ve metin yönüyle inceleyen, hadisleri değişik
biçimleriyle değerlendiren ve bu değerlendirmenin usul ve kaidelerini
belirleyen ilim dalıdır.
Konusu: Kabul ve red açısından
senet ve metindir.
Amacı: Hz. Peygamber’e
nispet edilen şeylerin nakledilmesinde hatadan kaçınmaktır.
Faydası: Sünnetin
korunmasıdır.
METODU:
Rivayetü’l Hadis İlmi |
Dirayetü’l Hadis İlmi |
||
Ale’l-Ebvab (Konularına Göre
Düzenlenmiş Olanlar) |
Ale’r-Rical (Ravilerine Göre
Düzenlenmiş Olanlar) |
Ravi’nin Durumu |
Merv’inin Durumu |
1. Muvatta’lar 2. Sünenler 3. Musannefler 4. Câmi’ler
|
1. Mu’cemler: Hoca isimlerine göre. 2. Müsnedler: Sahabe İsimlerine göre.
|
1. Cerh 2. Ta’dil 3. Tahammül 4. Eda v.s. |
1. Senedin Muttasıl/Munkatı’ Olması 2. Hadislerin illetinin bilinmesi v.s. |
HADİS ÇEŞİTLERİ |
|||
Kaynağı Açısından |
Senedi Açısından |
Tariklerinin Azlığı/Çokluğu
Açısından |
Kabul ve Red Açısından |
1. Kudsî 2. Merfu’ 3. Mevkuf 4. Maktu’
|
1. Âli İsnad 2. Nâzil İsnad 3. Müselsel
|
1. Âhâd a. Aziz b. Garib c. Meşhur 2. Mütevatir
|
1. Makbûl: a. Sahih: Lizatihi/Liğayrihi b. Hasen: Lizatihi/Liğayrihi 2. Merdud: a. İlleti sebebiyle: Muallel b. Şazz olması sebebiyle: şazz c. Zabtın olmaması sebebiyle: Müdrec, Maklûb, Muztarib,
Musahhaf, Muharref d. Adaletin olmaması Sebebiyle: Mevzû, Metrûk, Münker, Mübhem,
Bid’ât c. Senedinin Muttasıl Olmaması Açısından: Muallak, Munkatı’,
Mu’dal, Müdelles, Mürsel-i Hafi, Muanan, Müenen. |
Metaini Aşere |
|
Zabt |
Adalet |
1-
Kesret-i Galat |
1- Kizbu’r-Ravi |
2-
Fart-ı Galat |
2- İttihamu’r-Ravi bil kizb |
3-
Vehm |
3- Fisku’r-Ravi |
4-
Muhalafet-i Sikat |
4- Cehaletü’r-Ravi |
5-
Sû-i Hıfz |
5- Bid’atü’r-Ravi |
TEFSİR USULÜ
Tanım: Bir bilim olarak
Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım ilke ve yöntemler
ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler
vermektedir.
Konusu: Mekki, Medeni
ayetler, Esbabu Nuzul, Nasih, Mensuh…
Amacı: Ayetleri çeşitli
yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak.
METODU:
Rivayet Tefsir Metodu |
Dirayet Tefsir Metodu |
- Kur’ân-ı Kerim, Resûlüllah'ın (s.a.s.) sünneti,
Sahabe ve Tâbiûn sözlerine dayanan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre
"rivâyet tefsîri" denildiği gibi, "naklî tefsîr" veya
"me'sur tefsîr" de denilir. |
- Rivâyetlere münhasır kalmayıp Arap dili ve
edebiyâtı, dinî ve felsefî ilimler ile çeşitli müsbet ilimlere dayanılarak
yapılan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre de "dirâyet
tefsîri" veya "rey ile tefsîr" ya da "ma'kûl tefsîr"
denir. |
YAKUP KILIÇ YÜKSEK LİSANS / 15912787
TEFSİR, HADİS VE FIKIH
USÛLÜ İLİMLERİNİN MUKAYESELERİ
Usûl kelimesi sözlükte; hükmü tek başına
sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey anlamındaır. Usûl
ıstılahi manada ise; herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin
sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlardır.
Fıkıh
sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak
anlamına gelmektedir. Fıkıh
ıstilahi manada ise, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak
bilmektir.
Başka bir
ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek
inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir. Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib
olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı
delillerdir
Usûlü
fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî
delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun
kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.
Fıkıh usulünün
konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab,
maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri),
şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet,
ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm
çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy,
hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi,
müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti),
hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar,
nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Fıkıh usûlü
ilminin gayesi, kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle
şer'î hükümlere ulaşmaktır. Yani Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin
şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin
kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır. İctihat ehliyetine tam sahip
olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin
kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini
bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında
mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden
istifade eder.
Usûlü'l-Fıkhın
doğuşu ve gelişimi konusuna değinecek olursak;İslâm'ın ilk dönemlerinde
müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman
Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş
vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber,
vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de
gerek Hz. Peygambere olan
yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi.
Karşılarına çıkan problemin halli
için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları
hükümlerle problemin hükmünü ortaya
koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan
hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere
yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri
onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların
takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu.
Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve
hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı
kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal
etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri
Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler
de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde
değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde
şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî
görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru
hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi.
Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh
usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda
olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil
eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü
müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret
ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip
onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri
usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Bu ilim zamanla fıkıhtan
ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı.
Tefsir
kelimesi sözlükte; bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi
açmak manalarına gelir.Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır.
Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak
demektir.
Tefsir usûlu
bir ilim olarak; Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir
takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması
gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.
Hadis
kelimesi ıstılahi manada; Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad
edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.
Hadis
Usulü; Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun
kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir.
Tefsir,
hadis ve fıkıh ilimleri başta olmak üzere tüm İslami ilimlerin ilk nüveleri
Hz.Peygamber (s.a.v.)zamanında atılmıştır. Bu ilimler ilk başta birbirlerinin
içerisinde mundemiç bir halde iken,daha sonraları özellikle hicri II.asırdan
sonra her ilim mustekil bir ilim haline gelmiş,o günden günümüze kadar tevarüs
yoluyla en güzel bir şekilde nakledilmiştir. İslami ilimlerin bu şekilde
olması şu sonucu doğurmaktadır;her hangi bir İslami ilim dalında çalışma yapmak
isteyen kimse şüphesiz ki bu ilimleri bir bütün olarak değerlendirmek
zorundadır. Bu ilimleri bütüncül bir şekilde ele alan kimse doğru sonuçlar elde
edebilecektir.
Kur’ân-ı
Kerîm ilk şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi
tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in
sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân,
Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken
ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının
olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade
etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde
kalmıştır.
Tefsir ve
Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe
geçmiş iki ilim dalıdır.
Tefsir,
Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin
yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü
Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu
ayetle ilgili ne söylediğidir. hadis
ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin
indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna
bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin
mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte
Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. Hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi
Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva
etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine
dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve
Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü
birbirinden bağımsız ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla bir
müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali
olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.
KAYNAKLAR
· Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, ve
Tefsir Tarihi, FECR YAY. 2010, Ankara.
· Yücel, Prof. Dr. Ahmet, Hadis Usûlü,
MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2012, İstanbul
· Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale
Yayınları
Nayyef Al-Bayati - Öğrenci NO; 15912768
Tefsir - Yüksek lisans-Birinci Dönem
Hamd, ancak Allah mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse, onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa, onu hidâyete erdirecek yoktur. Allah’tan başka hak ilah olmadığına şehâdet ederim. O tektir ve ortağı yoktur ve şehâdet ederim ki Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir.
Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihlerin özerine Hocamız: D.Prof: Ahmet SerinSu çalışmamızı istedi, ondan dolayı bir kaç şeyler yazdım ve Allah'a duaa ederim ki: yazdığım her harıf doğruysa benden bu ameli kabul eder, yanlışsa beni afeder ....
Tefsir Tarihi
Konuda doğru başlamadan önce bir bakalım tefsir kelimesi anlamı ne?
tefsir kelimesi: fesera veya sefera kökünden gelen tefilün vezninden mastardır ve her iki kök fiilin sözlük anlamı; keşfetmek, ortaya çıkarmak, üzerindeki örtüyü açmak, beyan etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek gibi manalara gelir
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin dönemi (Tefsir’in Doğuşu):
Tefsir’in ortaya çıkışı Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile başlamaktadır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bazen ayeti okuyarak, Ashaba soru sorarak, Sözünü delillendirmek maksadıyla veya Sahabilerin soru sorması üzerine tefsir ediyordu .
Allah Rasülü’nün Tefsir Yönemi:
1. Mücmelin teybini
2. Mübhem’in tafsili
3. Mutlak’ın takyidi
4. Müşkil’in tavzihi
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını tefsir etti diye islam âlimleri arasında ihtilaf olmuştur.
Sahabe dönemi:
Sahabiler Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin Kur’an’ın tefsirini aldılar, ondan sonra Tabiin’e aktardılar.
Sahabilerden Kur’an’ın tefsirini en iyi bilen en meşhur olan: Abu bekir, Omer, Osman, Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Kab ve Abdullah b. Omer Allah tüm sahabiler razı olsun .
Sahabe Tefsirinin Özellikleri:
1. Yaptıkları açıklamalar mübhem, garip,müşkil ve mücmel lafızlar ile sınırlı idi.
2. Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.
3. Aralarında tefsir ihtilafı olsada bubir çeşitliliktir çelişki deyildir.
4. Ahkâm âyetleri ile ilgili âyetlerde ictihade fazla rastlanmaz.
5. Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi nakil yolu ile yapılıyordu.
Tâbiûn dönemi
Bu dönemde üç önemli okullar ortaya çıktı: Mekke. Medine ve Irak'ta .
Mekke'deki olan okul Abdullah b. Abbas'tan faydalandılar. Bu okulda en önemli adlar: Mucahid b. Cbır . Sayid b. Cubeyir . Ataa b. Rabah ve İkrime .
Medine'deki okul Ubey b. Kab . Malik b. Enes ve diğer sahabilerden faydalandılar. Bu okulda en önemli adlar: Abulaliye Rafi b. Mihran .
Irak'takı okul Abdullah b. Mesud'den faydalandılar. Bu okulda en önemli adlar: Mesruk ve Katada .
Bu dönem tefsir yöntemi sahabe dönemi ile aynı olmakla beraber bazı özellikleri ile onlardan ayrılırlar. Bunlar:
1. Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.
2. Görüşlerin delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.
3. Şiirle istidlal edilmiştir.
4. Bazı konularda Ehli kitaba başvurulmuştur.
5. Ekolleşmeler ve tefsir okulları ortaya çıkmıştır.
6. Bu dönemden sonra Tefsir müstakil bir ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.
Ondan sonra tefsirler çoğalttı ve mufessirlerin metodları da çoğalttı. Kimi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Sahabiler ve Tabiin'den gelen rivayetlere ilgilendi . Kimi Kur'an'ın belağatıla, Nahvile ilgilendi v.b.
Hadis tarihi
Bu konuda başlamadan önce bakalım hadis nedir? ve ne anlama gelir? ve ne zaman yazıldı?
Hadîsin lügat ve ıstılah manâsı:
Gerek lügat ve gerekse ıstılah yönünden hadîs kelimesinin arzettiği manâlar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur. Lügat yönünden eskinin zıddı yeni manâsına gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır.
Istılah yönünden hadîs, umumiyet itibariyle Peygamberimizin sözlerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması arasında yine aynı manâda kullanılan kelimenin medlulünü tarif bahis konusu olduğu zaman, bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre, bazı usûl ulemasının tarifinde hadis; Peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur; bu bakımdan kelime, aynı manâda kullanılan sunnetin müradifidir. Bazı hadîs uleması ise, hadis lafzını, yalnız Peygamberimizin sözlerine değil, sahabe ve tâbiûndan nakledilen mevküf ve maktü haberlere de ıtlak etmişlerdir; buna göre kelimenin ifade ettiği manâ, haber kelimesiyle kasdolunan manânın müradifidir. Bu manâ içerisinde Peygamberimizin, peygamberlikten önceki sözleri de mündemiçtir. Bazıları da, hadisi yalnız Peygamberin sözlerine tahsis etmişler, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu takdirde hadisle haber arasında belirli bir farkın mevcudiyeti kolayca anlaşılır. Nitekim Peygamberimizin hadîsleriyle meşgul olanlara muhaddis denildiği halde, başkalarından gelen tarih, kısas ve benzeri nakillerle uğraşanlara da ahbâri denilmiştir.
Diğer bazıları ise, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu söyliyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs demlemeyeceğini beyan etmişlerdir. Bu görüşe göre, haber daha umumî bir manâ taşımakta ve Hazreti Peygamberin sözleriyle birlikte sahabe ve tâbi'ûndan yahutta başkalarından nakledilen sözler de bu manânın şümulüne girmektedir .
Hadîsin tarifiyle ilgili bu görüşler ne kadar değişik bir mahiyet arzederse etsinler, şurası muhakkaktır ki, hadis denildiği zaman, daima Peygamberimizden nakledilen bir söz, yahut bir fiil, yahutta bir takrir akla gelmiştir. Bu bakımdan hadisin, söz, fiil ve takrirden ibaret olan sünnetin müradifi olması keyfiyeti, bu konuda kuvvet kazanan başlıca manâ olarak tezahür etmiştir.
Hadîsin yazılma meselesi:
Peşinen şunu belirtelim ki, hadisler bize, dünya tarihinde bir benzeri daha görülmeyen eşsiz bir metodla gelmiştir. Hadis Usulü dediğimiz ilme şöyle bir bakıldığında, bu metodun mükemmelliği bütün açıklığı ile görülür.
Peygamberimizin hadisleri, onun zamanından itibaren başlıca iki şekilde korunmuştur: Yazarak veya ezberleyerek. Bir üçüncü şekil daha var ki, hadislerin en güvenli şekilde geldiğinde hiç şüphe bırakmaz. O da hem yazarak hem de ezberleyerek rivayet etme usulüdür.
Peygamerimizin zamanında yazı malzemesi pek azdı. Bugünkü gibi çeşitli kağıtlar yoktu. O devirde en iyi yazı malzemesi deriydi. Fakat deri kolay bulunan birşey değildi. Vahiy katibi dediğimiz sahabîler, Kur'an ayetlerini bazan deriye, bazan bir yaprağa, bazan bir yassı kemik üzerine yazıyorlardı. Bazı sahabîlerin hem ayetleri hem de hadisleri aynı malzemenin üzerine yazabileceklerini hesap eden Efendimiz, bu durumda ayetle hadisin birbirine karışabileceğini düşündü ve hadislerin yazılmasını yasakladı. Zira önemli olan Kur'an-ı Kerim'in korunmasıydı. Daha önceleri ilahî kitaplar iyi korunmadığı için sonraki devirlere sağlam bir şekilde gelememişti.
Peygamberimizin hadislerin yazılmasını yasaklamasının asıl sebebi bu olmalıdır, ve belki de şöyle bir sebep gelmektedir, o da şudur: İslâmiyetin geldiği sıralarda Araplar arasında yazı bilenlerin sayısı azdı. Fakat Resûlullah, açtığı okullarda yazı öğrenimini hızlandırdı. Belki yazıyı yeni öğrenen sahabilerin hadisleri yanlış yazdıklarını tesbit etti. Kendi sözlerinin yanlış anlaşılmasının doğuracağı kargaşayı dikkate alarak hadislerin yazılmasını yasakladı. Fakat ashab-ı kiramın içinde hem yazıyı çok iyi bilen hem de son derece zeki, güvenilir ve dikkatli bazı gençler vardı. Bunlar Peygamberden, hadisleri yazmak için izin istediler. Resûlullah onları çok iyi tanıdığı, hata yapmayacaklarını bildiği için, istedikleri izni verdi. Bir süre sadece, özel izin alanlar hadis yazdı. Yazı yazmayı bilenler, hadis yazma yasağı konmadan öncede duyduklarını yazmışlardı.
Hadis yazma yasağının konmasına sebep olan mahzurların bir müddet sonra kalktığını ve isteyenin hadisleri yazmasına izin verildiğini görüyoruz.
Mesela; Ebû Şah diye tanınan İran asıllı bir sahabînin, Peygamberimizin bir konuşmasına hayran kaldığını, bu konuşmayı yazıp kendisine vermesini istirham ettiğini, Peygamberimizin de, o konuşmayı yazıp Ebû Şah'a vermelerini ashabına emrettiğini biliyoruz, Buharîde geçiyor, ve büyük muhaddis İbni Hacer el-Askalanî, bu olayın Mekke Fethinden önce cereyan ettiğini söylemektedir.
En çok hadis yazan genç sahabilerin başında, daha çok oruç tutmak, daha çok namaz kılmak ve Kur'an-ı Kerim'i üç günde bir hatim edebilmek için Peygamber Efendimizle adeta pazarlık eden Abdullah ibni Amr İbni As gelir. Beş binden fazla hadis rivayet ettiğini bildiğimiz Ebû Hureyre hazretleri, Abdullah İbni Amr'ın kendinden daha fazla hadis bildiğini ve bunları rivayet ettiğini haber vermektedir. Onun kendisinden daha fazla hadis bilmesinin sebebini söylerken de, çünkü o yazardı, ben yazmazdım, demektedir. Abdullah'ın es-Sahîfetü's-sadıka diye bilinen kitabında bin tane hadis bulunduğu bilinmektedir. Yukarıda arzettiğim hususlar gibi, bu sahife de, Resûlullah Efendimiz zamanında hadislerin yazıldığım gösteren en sağlam vesikalardan biridir. es-Sahîfetü's-sadıka'daki rivayetlerin tamamı, Ahmed İbni Hanbel'in Müsned'i vasıtasıyla günümüze gelmiştir. Peygamber Efendimizin bu abid ve zahid sahabisi ona şöyle sormuştu: Ya Resülallah! Sizden işittiklerimin hepsini yazayım mı? Resûlullah Efendimiz: "Evet, yaz!" buyurmuştu.Abdullah bir hususu daha öğrenmek istiyordu: Sükunet halinde olduğu gibi, öfkelendiğiniz zaman da yazabilir miyim? diye sordu. Aldığı cevap şöyleydi: "Yaz! Ben hiç bir zaman hakikat dışında birşey söylemem" .
Hadîsin tarihi:
Hadis tarihi son dönemlerde ortaya çıkmış çağdaş bir bilim dalıdır. Klasik hadis kitaplarında hadis tarihine dair bilgiler bulunmakla birlikte son yüzyıla kadar Hadis Tarihine dair müstakil eser yazılmamıştır. Türkçe yazılan ilk Hadis Tarihi kitabı, İstanbul’da 1924 de yayınlanmıştır. Hadis Tarihi isimli bu ilk kitap, o günlerde adı Dârülfünun olan İstanbul Üniversitesi’nin İlahiyat Şubesi hocalarından, İzmirli İsmail Hakkı tarafından ders kitabı olarak okutmak üzere yazılmış ve Talebe Dereği tarafından yayınlanmıştır. Fakat bu kitabın içeriği ismine tam olarak uymaz. Hadis tarihi dışında hadisle ilgili pek çok konuya da yer verir. Tamamen hadis tarihine özgü olarak yazılmış ilk müstakil Türkçe eser Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmışolduğu ve ilk baskısı 1977 de, adıgeçen Fakültenin yayınları arasında neşredilen Hadis Tarihi isimli kitaptır. Bu kitapta Peygamber döneminden klasik hadis kitaplarının yazıldığı hicrî üçüncü yüzyılın sonuna kadar hadis tarihi incelenir. Daha sonraki yıllarda Hadis Tarihi ve Hadis İlimlerini aynı eserde toplayan birkaç kitap ile bir müstakil kitap daha yazılmıştır. Diğer İslam ülkelerinde de hadis tarihine dair kitaplar bin dokuz yüzlerin sonlarında yazılmaya başlanmıştır. İslam tarihinde hadis tarihine dair müstakil kitaplar yazılmazken son dönemlerde bir yandan akademik araştırmaların artması, diğer yandan da makaleler ve müstakil kitaplar yazılmaya başlanmasında değişik etkenler etkili olmuştur.
Fıkıh Tarihi
Fıkhın Anlamı:
Fıkıh kelimesi sözlükte çeşitli bablara göre; “mutlak olarak anlamak, konuşan kimsenin dediğini anlamak, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir” yanısıra “fakihin bir karakteri”ni ifade edebilmek için de kullanılmıştır.
İlk dönemlerde fıkıh terimi, Kitâb ve Sünnet’in nasslarının delalet ettiği itikat, ahlâk ve amellerle ilgili hükümleri içermektedir. Hatta ilk dönemde geniş anlamdaki bu “fıkıh” terimi, “zühd”ü de kapsamaktaydı. Nitekim Hasan-ı Basri fakihi şöyle tanımlar. “Gerçek fakih dünyaya değer vermeyip ahiretle meşgul olan , derin bir dini bilgiye sahip olan, ibadetleri düzenli olan, takva sahibi, müslümanların namuslarında gözü olmayan ve ümmetin selametini isteyen kimsedir.”
Fıkıh ıstilahi manada ise, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir, başka bir ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir. Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir.
Fıkhın İlminin Doğuşu ve gelişmesi:
Fıkıh, Kur’ân’da yer alan itikadî, ahlakî ve amelî hükümlerden, Peygamberimizin verdiği fetvâ ve hükümlerden, sahabenin Kur’ân, Sünnet, İcmâ’ ve Re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili verdikleri fetvâlardan doğmuştur.
Sonraları İslâm devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla da yüz yüze gelmişlerdir. Bunun tabiî bir sonucu olarak, müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihâda baş vurmuşlar, Kur’ân ve Sünnet’in nassları ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir. Böylece, fıkhî hükümlerin alanı daha da genişlemiştir.
Fıkıh İlminin Gelişmesine laf gelirken; Fıkıh’ı altı kısma ayırmak mümkündür:
Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu(.
Sahabe dönemi.
Tabiun Dönemi.
Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi(.
Taklid ve Duraklama dönemi.
Kanunlaştırma Dönemi.
1. Peygamberimizin Dönemi (Fıkhın Doğuşu(:
Fıkıh, Rasûlullâh zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2. Sahabe dönemi:
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir.Peygamberimizin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
3. Tabiun Dönemi:
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4. Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi(:
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
5. Taklid ve Duraklama dönemi:
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder, daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı.
6. Kanunlaştırma Dönemi:
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
kaynakça
1. Hadis Tarihi ile Alakalı Çalışmalar-Prof. Dr. Selahattin POLAT.
2. Hadis Tarihi - Talat KOÇYİĞİT.
3. Mebahis fi Ulumi'l-Kur'an - Menna el-Kattan.
4. Tarih-ul fıkıh el-islami – Ömer el Aşker.
5. Sünnt tedvin etmeden önce-Muhammed el hatib.
ADI VE SOYADI: MAADH SHAREEF AWLA
DÖNEM: 2016/2017
YÜKSEKLİSANS GÜZ DÖNEMİ
ÖĞRENCİ
NUMARA: 15912769
BÖLÜM: TEFSİR
TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHLERİ
TEFSİR TARİHİ
Tefsir tanımı:
"Tefsîr, Allah kelâmının
açıklamasıdır." yahud "Tefsîr, Kur’ân lâfızlarının ve mefhumlarının
açıklayıcısıdır". Tefsir “fesr” kökünden türemiş, “tef’îl” vezninde
mastardır. sözlük anlamı; keşfetmek,ortaya çıkarmak,üzerindeki örtüyü
açmak, beyan etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek gibi manalara gelir.
Tefsir:“Âyetlerin inişlerini, durumlarını ve
kıssalarını, nüzûl sebeplerini, Mekkî ve Medenî, hass ve âmm, mutlak ve
mukayyed, vaîdi, emri ve nehyi, ibret ve emsâli gösteren ilimdir.” İbn Cerîr
te’vil’i tefsir anlamında kullanmıştır. Te’vîl” kelimesi, “evlun” kökünden
tef’îl vezninde, “geri dönmek” (rücû’) mânâsınadır. Tef’îl bâbında ise,
“açıklamak, beyân, tefsir, keşf, îzâh, tercüme, netice gibi anlamlarda
kullanılır. Te’vîl; bir sözün tefsir ve beyanıdır.
Tefsirin dönmleri:
1.
Hz. Peygamber’in Dönemi: Kur’ân’ın en sağlam
müfessiri Kur’ân’dır. Çünkü bazı âyetler, diğerlerini tefsir eder.Kur’ân’ın
Kur’ân ile tefsirinden sonra, ilk müfessiri Hz. Peygamber’dir. Kur’ân’ın ilk
hâfızı,ilk tebliğcisi,ilk müfessiridir. Hz. Peygamber Kur’ân’ın mücmel
âyetlerini tafsîl, umumî hükümlerini tahsîs, müşkilini tavzih, neshe
delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan etme, tavsif ve
tasvir ederek müşahhas hale getirme gibi kısımlardır. Kur’ân’da
zikredilmeyip tefsirleri Peygamberimize bırakılan konular Ahkâm, âhiret ahvâli,
kısas ve ahbâr kavl ve fiiliyle beyan etti . Sünet, Kur’an’ı 2 şekilde Beyan
eder; (1) kitaptaki mücmeli beyândır. Meselâ, namaz vakitleri, zekâtın miktarı
gibi. (2) Kitapta bulunmayan bir hüküm koyar. Allah Resûlü’nün Kur’ân'ı
tefsîr ettiğini, muhtelif hadis mecmualarındaki rivâyetlerden öğrenmekteyiz.
O'nun bu tefsîri, hadis mecmualarının "Kitâbu't-Tefsîr" bölümünü
oluşturmuştur.
2.
Sahâbe Dönemi: Hz. Peygamber (sav)'den sonra
tefsîr sahasında en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe,
sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzûle vakıf olmaları
sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. Sahâbe döneminde Kur’ân’ın tümü
bugünkü mânâda tefsir olunmamıştır. Ashâbın tefsirleri temel karakter
olarak sözlü rivâyete dayanması ve baştan sona ayet ayet bütün Kur’ân’ın tefsir
edilmeyip sadece zamanına göre müphem ve mânâsı kapalı bulunan ayetlerin
tefsirini ihtiva etmesine bakılarak ve onlar, Kur’ân’dan sadece kendilerine
muğlâk olanları tefsir etme ihtiyacı duymuşlardır. Sahâbeden, tefsire dair en
çok rivâyette bulunan ve tefsir’de ün kazananlar şunlardır; 1-Ali b. Ebî
Tâlib, 2- Abdullah b. Mes’ûd, 3- Ubeyy b. Ka’b, 4- Abdullah b.
Abbâs,5-Musa’l-Eş’arî 6- Zeyd b. Sâbit, 7- Abdullah b. Zübeyr.
3.
Tabiiler Dönemi: Tabiiler Döneminde Kur’ân’ın bütünü tefsir edilmeye
başlanmıştır. Sahâbe’nin yaptığının aksine, ayetlerin icmâlî
mânâlarıyla yetinilmeyip kelimeler de tefsir edilmiştir ve Kur’ân’daki bütün garip
lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken, istinbat ve istidlâl
yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle, âyetlerde bazı kelime ve tâbirlerin
tavzihine geniş yer verilmiştir. Sahâbe dönemden sonra Tefsir müstakil bir ilim
olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır. Bu faaliyetin tabiî sonucu
olarak, hocaları Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan (medreseler) Mekke ,
Medîne ve Irak (Kûfe) Medreseleri oluştu.
4.
Tâbiîler Döneminden Sonraki Tefsîrler: Sahabe
ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle
devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis ilminin bir kolu olarak
görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet
tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis
ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Sözlü rivâyet
karakterinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe dönemine "tefsîrin
birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiîler dönemine
"tefsîrin ikinci merhalesi" denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn
döneminde müstakil bir ilim hüviyeti kazandığı için bu devre de, "tefsîrin
üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir.Tefsîrin müstakil bir ilim
hüviyetini kazandığı Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi
gözetilerek tefsîr edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar
ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî’nin tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan
tefsîrler kolleksiyonu sayılmıştır.
Tefsir
çeşitleri: Rivayet (Nakli, Me’sur) ve Dirayet (Akli, Rey) Tefsiri:
a)
Rivâyet Tefsiri(Nakli-Me’sur):
Kur’ân-ın,sünnetin, sahâbe ve tâbiûn sözlerine dayanan tefsirdir.
Bazı Rivayet Tefsiri Kitapları:
1) Taberi “Câmi’ul-Beyan an Tevili Âyi’l
– Kur’ân” en önemli Rivayet Tefsiri eseridir.
2) Leys es Semerkandi “Tefsiru’l
Kur’âni’l-Azim”.
3) Begavi “Mealimu’t-Tenzil”.
4) İbn Kesir
“Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim”İbn Kesir bu eserinde kendisinden önce gelen
bir çok müfessirden nakillerde bulunur.
b)
Dirâyet tefsiri (“rey-“ma’kûl)
ise; Arap dili ve edebiyâtı, dinî ve felsefî ilimlere
dayanan tefsirdir.
Bazı Dirayet Tefsirleri
1)Râzi – “Mefahitu’l-Gayb” Râzi’nin Tefsirinde, Tefsirden başka herşey var.”
Bunun sebebi çok çeşitli meseleleri izah
etmesindendir.
2)Kâdi Beydavi – “Envâru’t-Tenzil ve Esaru’t-Te’vil” Zemahşeri’nin Keşşaf adlı
eserinden etkilenmiş.
3)Nesefi – “Medariku’t-Tenzil”İbn Abbas’dan gelen tefsir rivayetlerini
açıklamıştır.
4)Ebussuûd – “İrşadu’l-Akli’s-Selim ilâ Mezaye’l-Kitabi’l Kerim” Keşşaf,
Beydavi, Râzi gibi eserlerden etkilenmiştir.
5)Âlusi – “Ruhu’l Meâni fi Tefsiri’l Kur’ânil-Azim”.
Yukarıdaki başka tefsîr çeşitleri de vardır; hepsinden
ayrıntılı bir şekilde bahsetmek mümkün olmadığı için, sadece isimlerini
vermekle iktifa edeceğiz ( Fıkhî Tefsîr,Sûfî/Tasavvufî Tefsîr, Felsefî
Tefsîr, Fennî Tefsîr, Edebî Tefsîr, Lügavî Tefsîr, Târihî Tefsîr... ).
HADİS TARİHİ
Hz. Peygamber’e ait açıklamaların lafzen ve
manen rivayeti, şifahi ve yazlı nakli, tedvin ve tasnifi, Resul-i Ekrem’e ait
olup olmadıkları, yorumlanmasında kullanılacak
yöntemler ve benzeri hususlara yönelik faaliyetler tarihsel bir süreci
oluşturmaktadır ki buna, “Hadis Tarihi” denilmektedir.
Bazı
kavramlar: (SÜNNET, HADİS , HABER , ESER):
1- Sünnet: Sünnet kelimesi s-n-n kökünden gelir. Sözlükte
üzerinde devamlı olarak yürünen yol, hayat tarzı, gelenek, adet gibi anlamlara
gelir. Sünnetin hadis ilminde ki anlamı ise; Hz. Peygamberin sözler,
davranışları ve onaylarıdır.
2- Hadis: kelimesi Arapça tahdis mastarının ismi
olup ‘’haber verme’’ ’’anlatılan,haber verilen husus ‘’, ‘’haber’’ ve ‘’söz’’
demektir. Çoğulu ehadis şeklindedir. Hadis ilminde Hz. Peygamber (s.a.v.) den gelen haber anlamına gelir. Hadis ilmi ‘’
Hadislerin senet ve metinlerinin halleri ile ilgili kurallar ilmidir’’.
3- Haber: Sözlük anlamı bir olay veya nesneyi gören
tanık olan birinin görmeyenlere tanık olmayanlara söylemesi , iletmesi ,
duyurması , bildirmesiyle elde edilen dolaylı bilgidir. Her hadis aynı zamanda
haberdir ama her haber hadis değildir.
4- Eser: Sözlükte iz kalıntı anlamına gelir. Bazı
alimler hadisle eşanlamlı kullanır, bazı alimler haber kavramıyla eş anlamlı
kullanır, bazıları da sahabeden gelen rivayetler için kullanmıştır.Belli bir
uzlaşı yoktur.
Hadis Dönemleri:
Tespit Dönemi: Hz. Peygamber ve Sahabiler dönemidir.
Tesbit sabitleme kaydetme bağlama sağlama alma anlamlarına gelir. Bu dönemde
hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında
yayılması , fertlerle tek tek ve toplumsal hadislerde de insanlarla iletişime
geçiyordu hicretten sonra artırarak devam etmiştir. Hz. Peygamber Kur’ân-ı vahiy katiplerine
yazdırmış Kur’an’la karışmasını önlemek amacıyla hadislerin yazılmasını yasaklamış.
Yalnız isitsina bir şekil olarak hafızasının zayıflığından şikayet eden
sahabilere Hz. Peygamber tarafından
hadislerinin yazmabilirlerine izin verilmiştir. Bu dönemde hadisler semâ
yoluyla alınıyorlardı, böylece hafızalarda kaydedilip koruma altına alınması
söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. Yüzyılın sonlarına
kadar devam etmiştir.
En çok fazla hadis rivayet etmiş sahabiler:
(Ebu Hureyre-5374 hadis, Abdullah b.
Ömer-2630 hadis. Enes b. Malik -2286 hadis. Hz. Aişe-2210. Abdullah b.
Abbas-1660 hadis. Cabir b. Abdullah -1540 hadis. Ebu Said el- Hudri-1170 hadis).
Tedvîn Dönemi: Bu dönem daha önce değişik yazı
malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek koruma altına alınmış olan
hadislerin kitaplar içinde toplandığı dönemdir ve hicri 1. Asrın sonlarından 2.
Asrın 1. Veya 2. Çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır.Böyle bir
faaliyeti devlet eliyle ilk olarak başlatan kimse Halife Ömer b.
Abdülazizdir. Bu tedvin eden ilk olan İbn Şihab’dır. Halifenin emrini ilk
olarak yerine getiren ve hadislerin tedvininde önemli bir rol oynayan İbn Şihab
ez-Zührî şöyle demektedir: “Ömer b. Abdülaziz bize
sünnetlerin toplanmasını emretti. Ona defter defter yazdık. O da yönetimi
altında bulunan her yere bu defterlerden birer nüsha gönderdi. Bu
dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Muhammed Hamidullah ,
ilk dönemlerin yazma eserlerinin hemen hemen hepsinin Bağdad’ ın Moğollar
tarafından istilası esnasında tahrip edildiğini kaydeder.
Tasnîf Dönemi: Tedvinden sonra hadislerin sistemli birer
kitap hâline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek
usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Hicri 3.
asırdan 4. asrın yarısına kadar sürer. Bu devir tasnif asrıdır, hadis
edebiyatının altın çağıdır. Çünkü bu asırda sünnet ve sünnetle ilgili ilimler
tam anlamıyla tedil ve tasnif edilmiş, hadis kitaplarının en değerlileri
Kütüb-i Sitteler bu devrede telif edilmişlerdir. Tasnif yapan bazı âlimler
hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde “cami”, “sünen” ve
“musannef ’ adı verilen türde hadis eserleri yazarken bazıları da hadisleri ilk
râvileri olan sahabilerin adlarına göre sıralayarak “müsned” türünde kitaplar
telif etmiştir.
Hadis
Tasnifi Konu ve Râvilerine Bablanna Göre:
1. Cami:
İnanç, ibadet, ahlak, adab, tefsir, tarih, yerlerin ve kişilerin fazileti gibi konularda
rivayetleri içeren en kapsamlı hadis eserleri.
2. Musannef: Peygamberimiz, sahabe ve tabiînden gelen ahkâmla ilgili bütün
rivayetleri fıkıh konularına göre sınıflandıran eserler.
3. Sünen: Ahkâma dair sadece Peygamberimizden gelen rivayetleri fıkıh
konularına göre tertip eden eserler. Sünenler çoğunlukla temizlik konusuyla
başlar, sonra sırasıyla ibadet, muamelat ve ukûbât konularına yer verirler.
4. Müsned: Hadisleri râvilerine göre sıralayan eserler. Sahabiler faziletlerine
göre sıralanarak rivayet ettikleri hadisler isimlerinin altına yazılır.
5. Mu’cem: Hadisleri râvi adlarına, râvilerin yaşadığı şehirlere, râvilerin
kabilelerine ya da müellifin hocalarının isimlerine göre tertip edilmiş
eserlerdir.
Tehzîb Dönemi: 5. Asırdan günümüze kadar devam eden bir
dönemdir. Bu döneme Şerh Dönemi söylenilebilir. Şerh bir şeyi açmak, açıklamak,
genişletmek ve yorumlamak anlamlarına gelir. Hadisler bu dönemde çeşitli
açılardan açıklanarak yorumlanmıştır. H.3. asırda rivayetler çeşitli hadis
kitaplarında derlenmişti. Bu derlemelerdeki sahih hadisler seçilerek kütübü
sitte gibi kitaplarda toplanmıştır. H.4. asrın sonunda bu eserleri anlamaya
dönük çalışmalar yapılmaya başlandı. Bu şerhlerin başlıca konuları hadislerin
senedlerindeki ravilerin cerh ve tadil bakımından durumlarının belirlenmesi,
hadisin anlamının, garip ya ada birbirine zıt görünen kelmelerinin açıklanması
ve hadislerden hükümler çıkarılmasıdır. İlk bağımsız şerh çalışması Hattabî’nin
Me’âlimü’s-Sünen adlı eseridir. Ebu Davud’un Sünen’i üzerine yapılmıştır.
Buhari ve Müslim’in sahihleri üzerine 100’e yakın şerh yapılmıştır. En
meşhurları İbni Hacer el-Askalani’nin Buhari şerhi Fethu’l-Bari, İmam
Nevevi’nin Müslim şerhi el-Minhac fi Şerhi Sahih-i Müslim b. Haccac’tır. İlk
bağımsız şerh çalışması Hattabî’nin Me’âlimü’s-Sünen adlı eseridir. Ebu
Davud’un Sünen’i üzerine yapılmıştır. Buhari ve Müslim’in sahihleri üzerine
100’e yakın şerh yapılmıştır. En meşhurları İbni Hacer el-Askalani’nin Buhari
şerhi Fethu’l-Bari, İmam Nevevi’nin Müslim şerhi el-Minhac fi Şerhi Sahih-i
Müslim b. Haccac’tır. Bu dönemde ilmî meseleler üzerinde çalışma tasnif ve
yenilikler getirilmemiştir ve bu devirde hadis ilimlerini içine alan
eseler telif edilmiş ve hadis ilimleri konusunda tedvin faaliyetleri iyice
gelişmiştir.
FIKIH
TARİHİ
Fıkıh tanımı:
Fıkıh,
sözlükte bir “şeyi derinlemesine bilmek ve kavramak anlamına gelir.
Istılahta, fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer'î
hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. İmam Şafiî'ye nisbet edilen "Fıkıh,
dinin ameli hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen
bilgidir".
Fıkıh dönemleri:
1-
Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu): Bu dönemin 13 yılı
Mekke 10 yılı da Medine’de geçmiştir. Mekke döneminde fıkhi hükümler azdır
ve genel kural niteliğindedir. Medine dönemi ise fıkıh tarihi açısından
önemlidir. Medine döneminin en belirgin özelliği fıkhi hükümlerin tedrici
(aşama aşama) olarak konulmasıdır. Yani toplumun henüz hazır olmadığı bazı
konularda hüküm, zaman içinde aşamalı bir şekilde konulmuştur.
2-
Sahabe Dönemi: Bu dönem Efendimiz (s.a.v) vefatı ile
başlayıp hicri 2. asrın başına kadar olan zamanı kapsar. İslam değişik
coğrafyalara yayılarak ve bunun tabii sonucu olarak çözülmesi gereken bir çok
problem ortaya çıktı. Sahabelerden ehil olanlar Efendimiz’den öğrendikleri
istişare ve içtihad metodlarıyla çözümler üretmeye başladılar.Sahabiler
gittikleri şehirlerde Kur’an ve sünnete göre hüküm veriyorlardı. Bunlarda
hükmünü bulamadıkları konularda kendi görüş (rey) ve içtihatlarıyla çözüm
üretiyorlardı. Örneğin Kûfe’de ilmî faaliyetlerini sürdüren İbn Mesud, o
çevrenin özel şartlarınıda göz önünde bulundurarak hüküm veriyordu. Çünkü
sosyal ve kültürel çevre, ihtiyaçlar ve problemler
farklıydı. Bu nedenle Kur’an ve sünnetten hareketle içtihatta bulunmuş, kendi
görüş ve yorumlarıyla çözümler getirmiştir.
3-
Tabiun Dönemi: Tabiîler döneminde fıkıh ilmi önemli
gelişmeler kaydetmiştir. Bu dönemde islam hukukçuları, naslara bağlı kalanlar
(ehl’ül hadis) ve kıyasa başvuranlar (ehl’ür re’y) olarak ikiye ayrılmışlardır.
Arap olmayan fıkıhçıların da ortaya çıkmaştır. Bu sebeplerle fıkıh konularında
çeşitli ihtilaflara sebep olmuş, fıkıhçılar arasında anlaşmazlık ve
tartışmalara sebep olmuştur. Bu dönemde fıkıh ekollerinin sayısı
artmıştır. Bunların en meşhurları, hadisçilerin (ehlu’l-hadis) kalesi durumunda
olan Medine Ekolü ile re’y taraftarlarının görüşlerini benimseyen Kûfe
Ekolü’dür.
4-
Tecdid Dönemi: Hicri 2. asırdan hicrî 4. asrın ortalarına
kadar uzanan bu dönem İslam fıkıh ilminin ‘altın çağı’ olarak
vasıflandırılmaktadır. Çünkü fıkıh ilmi bu dönemde; zirveye ulaşmış,
yaygınlaşmış, fıkıh ilminin kendine özgü bir yöntemi oluşmuş ve hüküm elde etme
yolları net bir şekilde çizilebilmiştir. Fıkıh ilmi bu dönemde canlanmış,
olgunluk ve kemal derecesine ulşamıştır. Birey ve toplumun sorunları çözülmeye
başlanmıştır. Fıkıh bilginleri yetişmiştir. Dört mezhebin yanı sıra Şia
(İmamiye ve Zeydilik), Haricilik, Zahirilik yanında Hasan el-Basri, Evzai,
Leys, Sevri, Süfyan b. Üyeyne, İbn Cerir et –Taberi, Ebu Sevr gibi alimlerin
öncülüğünde fıkıh mezhepleri oluşmuştur. Bu dönemde taklid olmayıp ictihad
yeteneği kazanan her öğrenci hüküm verebilmiştir.Çeşitli mezheplerin fıkhi
görüşleri bir araya getirilerek eserler tedvin edilmiştir. İmam Malik (el
Muvatta), İmam Şafiî (el Hucce, el Umm) eserlerini yazmışlardır.
5-
Taklîd Dönemi: Bu dönemde, karşılaşılan yeni problemlerin
çözümü, daha önceki yazılan eserlerde yer alan hükümlerle sağlanmaya
çalışılmıştır. Bu dönem, daha önceki düşüncelerin tekrarlandığı, yazılmış
eserlerin sadece şerh edildiği, yeni eserlerin pek yazılmadığı bir dönemdir.
Taklîd özellikleri:
• Mezhep taassubu. Her mezhep belli bir bölgede yayılmış
ve o mezhebin görüşlerini anlatan eserler kutsal metinler gibi algılanmaya
başlamıştır.
•Siyasî otoritenin belli mezheplerin yayılmasına izin vermesi.
• İlim açısından yeterli ve ehil (layık) olmayan kimselerin yargının başına
getirilmesi.
• Mezheplerin görüşlerini belirten eserlerin tedvin edilmesi.
• Fetvâ konularında çok farklı görüşlerin ortaya çıkması. Böyle olunca fakihler
mensubu olduğu mezhep imamının görüşünü nakletmeyi yeterli görmüştür.
HADİS
ESERLERİNDE TEFSİR RİVAYETLERİ 1
MUKAYESELİ
TARİHLER KIRAATİ HÜLASASI
Ayşe
AYTEKİN
16912727
YÜKSEK
LİSANS
29/12/2016
Yirmi
üç senelik bir uygulama süresi içinde tedricen indirilen Kur’an vahyi, bir
taraftan muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken diğer
taraftan da o toplumdan sonsuzluk alemine uzanan hayat çizgisinde fert ve
cemiyetin muhtaç olduğu evrensel prensipleri koymuştur. Nihai amacı Allah’ın
iradesi doğrultusunda insanları ıslah etmek olan Kur’an, kendi direktiflerini,
emir ve yasaklarını beyan etmek için toplumun, daha geniş anlamda muhitin değer
ve davranış biçimlerini, inanç motivasyonlarını ve toplumda meydana gelen
ihtilaf ve problemleri de dikkate almıştır. İşte bu ilahi kaynak, Hz.
Peygamber’e inzal edildiği andan itibaren hem hıfz hem de yazım yoluyla tespit
edilmeye başlanmıştı. Çünkü Hz. Peygamber’in asli görevi, vahiy kanalıyla gelen
Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek
kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale
getirmekti. Bu yüzden Allah Resulü, bir taraftan tebliğ vazifesini yerine
getirirken diğer taraftan da sahabileri, Kur’an’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik
ediyordu. Ancak Hz. Peygamber nazil olan Kur’an vahyinin sadece ezberlenmesini
yeterli bulmuyordu. Çünkü onu ne kadar insan ezberlerse ezberlesin hafıza daima
unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma,
unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber,
ashabı Kur’an’ı ezberlemeye teşvik etmekle birlikte onun yazıya geçirilmesini
de emrediyordu. Kaynakların kaydettiğine göre Hz. Peygamber tarafından vahiy
katiplerine dikte ettirilen Kur’an metinleri, bizzat Allah Resulü tarafından
tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu. Nitekim
Hz. Ebu Bekir’in, Kur’an’ın toplanması esnasında Hz. Peygamber’in evinde çok
sayıda yazılı metin bulup bunları iplerle birbirine bağlatmak suretiyle
toplattığını gösteren rivayet de bu hususu destekler mahiyettedir.[1] Hz. Peygamber gelen vahiy
metinlerini vahiy katiplerine kaydettirmiş sonra da ashabına okumuş ve
okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde her ne kadar Kur’an’ı kitabeten derleme
mümkün olmamışsa da tilaveten derleme tam ve mükemmel şekilde
gerçekleştirilmiştir. Kur’an’ın kitap halinde derlenmesi Hz. Ebu Bekir devrinde
yapılmıştır. Halife Hz. Ebu Bekir döneminde vuku bulan Yemâme savaşında Kur'an'ın
nüzulüne tanık olmuş çok sayıda hafız sahabinin şehid düşmesi üzerine, 633 yılında,
Hz. Peygamber'in vahiy kâtiplerinden hafız sahabi Zeyd b. Sâbit'e, Hz.
Peygamber'in yazdırdığı Kur'an metinlerini, diğer hafız sahabilerin şahitliğine
de başvurarak bir mushaf haline getirme görevi verilmiştir. Zeyd b. Sabit, sahabilerle
istişare ederek yaptığı titiz bir çalışma sonunda muhtelif malzemelere yazılmış
olan Kur'an metinlerini mushaf haline getirmiştir. Kur'an metni tertip
edilirken ayetlerin iniş sıraları veya konu bütünlüğü esas alınmamış, baştan
beri Hz. Peygamber tarafından öğretilen tilâvet sırasına riayet edilmiştir. Fütuhat
faaliyetinin sınır tanımadığı III. Halife Hz. Osman döneminde, İslâm
coğrafyasının genişlemesi dolayısıyla farklı bölgelerde Kur'an ayetlerinin
farklı şekillerde okunması, özellikle ilk Müslümanlarla İslâm'a yeni girenler
arasında ihtilâflara sebep olmuştur. Kısmen henüz sessiz harfleri birbirinden
ayıran noktaların ve sesli harfleri gösteren harekelerin bulunmadığı Arap yazısının
o günkü yetersizliğinden, kısmen de mahallî lehçe farklılıklarından kaynaklanan
bu kıraat ihtilâfı, esasen Hz. Peygamber'in izin verdiği doğal bir durum olmasına
rağmen, o günkü siyasî irade, muhtemel karışıklıkları gidermek amacıyla kıraat
farklılıklarını en aza indirecek bir çalışma yapmayı öngörmüştür. Yine Zeyd b.
Sabit'in başkanlığını yaptığı bir komisyon, birkaç yıl süren çalışması
sonucunda, biri hilâfet merkezinde kalmak, diğerleri farklı bölgelere gönderilmek
üzere, Hz. Ebu Bekir döneminde toplanan Mushaf'a istinaden muayyen sayıda resmî
mushaflar hazırlamış ve söz konusu ihtilafları bertaraf etmiş ve Kur’an’ı daha
önceki ilahi kitapların başına gelen tahrif ve tebdilden korumuştur. Bugün elimizde
bulunan mushaflar işte bu mushafa dayanmaktadır.
Kur’an-ı
Kerîm ayetlerini açıklamayı ve yorumlamayı ifade eden terim, Kur’an ayetlerini
yorumlama ilmi ve bu alandaki eserlerin ortak adı olan tefsir; sözlükte
“açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsir “açıklamak,
ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Kur’an-ı Kerîm’in
yorumu için fesr ve aynı anlamda tefsire kelimeleri kullanılırsa da tefsir yaygınlık
kazanmıştır. Tefsir kelimesinin maklub olduğu ve fesr ile benzer anlamlar
taşıyan sefr kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Sefr kelimesinin kadının
yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın ortaya çıkması ve sabahın
aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki perdenin kalkması ve belli
olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir.
İnsanın iç yüzünü, tabiatını ortaya çıkaran “sefer” de bu kökten gelmektedir.
İlim olarak tefsir, Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin
anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya getirilmesiyle
gerçekleştirilen bir faaliyettir. Hz. Peygamber ve ashab ile başlayan bu
faaliyet önceleri şifahi bir tarzda, hicri ikinci asrın ikinci yarısından
itibaren de yazıya geçirilerek günümüze kadar devam edip gelmiştir. Kur’an
mesajının anlaşılmasına yönelik bütün bu aktiviteler tarihsel bir süreci
oluşturmaktadır ki buna, ‘’Tefsir Tarihi’’ denilmektedir.[2]
Kur’an
gerek bireysel gerek toplumsal planda insanın bütün davranışlarına yön vermeyi
esas almış, itikadi, ahlaki ve hukuki alanlarda getirmiş olduğu esaslarda her
dönemde insanlığa yol göstermiştir. İşte bu sebeple söz konusu kitabın tefsir
edilmesi elbette gereklidir. Tefsirin gerekliliği hususunda Nahl 16/44: ‘’
(O
peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine
indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı
indirdik.’’ ayeti gereği Kur’an’ın tefsir edilmesi istenmektedir. Bir diğer
önemli husus ise Kur’an’ın Arapça bir dille gönderilmiş olmasıdır. Eğer Kur’an
Arapça dışındaki diğer dillere tercüme ve tefsir edilmezse o zaman onu sadece
söz konusu dili bilenlerin okuma ve anlamaları mümkün olacak, aksi durumda
ondan yararlanmak imkansızlaşacaktır. Oysa ki Kur’an hem Hz. Peygamber’e hem de
onun şahsında ümmetin bütün alimlerine ilahi mesajın tebliğ sorumluluğunu
yüklemektedir. Bu tebliğin muhatapları içerisinde inanmayan insan toplulukları
olacaktır. Bu nedenle Kur’an’ın pek çok dile tercüme ve tefsir edilmesi
gereklidir. Ayrıca Kur’an’da manaları kolayca anlaşılabilecek nitelikte ayetler
olduğu gibi manalarının anlaşılmasında harici delile ihtiyaç gösteren müteşabih
ayetler de bulunmaktadır. Bunun yanında ism-i işaretler, ism-i mevsuller,
zamirlerle işaret edilen şahısların kimler olduğu hususunu konu edinen müphem
ayetler, zahiri itibariyle birbirine muhalif gibi görünen müşkil naslar, kısa
ifadelerden ibaret olmaları sebebiyle lafzen delaletleri açık olmayan mücmel
ifadeler de yer almaktadır. Bu nedenle söz konusu nitelikteki nasların tefsir
edilmesi gerekmektedir. Bir diğer gereklilik ise Kur’an’da yer alan mecaz,
kinaye, istiare ve teşbih gibi edebi sanatların sırf Arapça bilgisiyle
kavranamayacağı hususudur, bu sanatların yer aldığı nasları da tefsir etmek
kaçınılmazdır. Bunlara ilave olarak, Kur’an’da yer alan bilimsel hakikatler
içeren kevni(kozmolojik) ayetlerin gelişen fenni keşiflerden istifade ederek
tefsir edilmesi son derece mühimdir. Kur’an, Müminlerin şahsi ve toplumsal
hayatlarını düzenlemek amacıyla hükümler koymuştur, bu hükümleri yalnızca
dilsel analizle ortaya çıkarmak çok zordur. Bunun için onu öncelikle kendi
bütünlüğü içerisinde ele almak, ardından da Hz. Peygamber’in sahih sünnetinden,
ashabın şahsi tercihlerinden ve esbab-ı nüzul rivayetlerinden, kısacası ilk
muhatapların kültüründen yararlanmak suretiyle tefsir etmek gereklidir.
Hz.
Peygamber bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’an’ın bölümlerini okuyor bir
taraftan da manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu. Her ne
kadar ilk muhataplar ana dilleri nedeniyle genel çerçeveye hakim olsalar da
yine de Kur’an’ın bir kısım müteşabih lafızlarını ve ayrıntılarını anlamakta
güçlük çekiyorlardı. Ashabın bu konuda müracaat ettiği rehber Hz. Peygamber’di.
Hz. Peygamber kimi zaman ayeti okuyarak, kimi zaman ashaba soru sorarak, kimi
zaman sözünü delillendirmek maksadıyla, kimi zaman da sahabilerin soruları
üzerine Kur’an’ı tefsir ediyordu. Hz. Peygamber’in tefsir ettiği nasların
miktarı konusunda farklı görüşler yer alıyor, Gazali ve Suyuti gibi alimler Hz.
Aişe (ra) naklettiği bir hadisi, ‘’ Hz. Peygamber, Cebrail’in kendisine
öğrettiği belirli ayetlerden başka Kur’an’dan bir şey tefsir etmezdi.’’, delil
alarak Hz. Peygamber’in Kur’an’daki nasların bir kısmını tefsir ettiğini ileri
sürerken, Ibn Teymiyye ise Hz. Peygamber’in Kur’an’daki ayetlerde tebliğ
sorumluluğu olduğu (Nahl 16/44), ayetlerde geçen ‘’beyan’’ lafzının Kur’an’ın
tamamını kapsıyor olması ve ashabın on ayet öğrenip manalarını kavrayıp onlarla
amel etmedikçe, başka ayetlere geçmediklerini ifade eden rivayetleri delil
göstererek Hz. Peygamber’in Kur’an’ın tamamını tefsir ettiğini ileri sürmüştür.
Kur’an
tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin çok önemli bir yeri vardır. Arap
oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerine hakim olmaları ve Arap örf
ve adetlere sahip olmaları tefsir çalışmalarına fayda sağlamıştır. Ayrıca
onların, eski medeniyetlerin ve felsefi akımların tesirinden uzak yaşamaları
nedeniyle zihinlerinin berrak ve dillerinin fasih oluşu tefsir ilmi açısından
son derece önemlidir. Yirmi üç sene boyunca Kur’an’ın inişine şahit olan ve bu
esnada meydana gelen olayları bizzat yaşayan sahabiler hem ilim hem de iman
konusunda belli bir olgunluğa erişmişlerdi. Bu durum da onları, Hz.
Peygamber’den sonra en güvenilir kaynak konumuna yüceltmiştir. Sahabiler
Kur’an’ı ayet ayet baştan sona tefsir etmemişlerdi. Zira onlar, Kur’an’ın
tümünü tefsir etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar,
garip, muğlak, müphem, müşkil ve mücmel lafızlarla sınırlıydı. Zaman zaman
sahabiler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar
tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfıydı. Ahkâm ayetlerinden
hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi. Tefsir bu dönemde henüz tedvin edilmemişti.
Ayetlerin nüzul sebeplerini açıklamışlardı. Zaten onların en önemli özelliği ayetlerin
inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı. Sahabe Kur’an’ı tefsir ederken
bazı yöntem ve kaynaklara başvurmuştur. Bunlar: Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri,
Kur’an’ın Sünnetle tefsiri, şiirle istişhad etmek, Yahudi ve Hristiyan
kültürleri ve kendi içtihatlarıdır. Gerek Hz. Peygamber, gerekse dört halife
devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap
yarımadasını aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler,
asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Resûlullah zamanında
Muaz b. Cebel'in Yemen'e, Hz. Ömer döneminde de Abdullah b. Mes’ud' un Irak'a
muallim olarak gönderilişi burada misâl olarak zikredilebilir. Bu şekilde muhtelif
şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı. İslâm dininin
hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzide bilginleri, tedris halkalarını
kuruyor ve etrafına toplanmış olan tâbiûndan öğrencilerine Kur'an'dan
anladıkları ve Hz. Peygamber’den öğrendikleri tefsiri öğretiyorlardı. Bilhassa
Müslümanların yaşadıkları bir çok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların
artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması,
her grubun, haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'an'a sarılması, bazen
yanlış ve bozuk tevillerle halkın yanıltılmaya çalışılması gibi nedenler,
sahabeden bazılarının yaptığı üzere, Kur'an'ın tefsiri hakkında ihtiyatlı
davranmak ve mesuliyetinden korunmak gayesiyle tabiundan bazılarının da karşı çıkmasına
rağmen Kur'an'ın ma'kul ve doğru bir şekilde tefsir edilmesine şiddetli ihtiyaç
duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabenin
ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur'ân ve
hadis tedris ediliyordu. Bu tedris neticesinde genel olarak "Mevali"
adıyla anılan ve Arap olmayan kişiler sahabeden ilim almışlar ve özellikle
tefsir alanında temayüz etmişlerdir. Tabiîler içinde tefsir ve fıkıhta öne
çıkan Nâfi', İkrime, Atâ, Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi şahıslar, tefsirde
meşhur sahabilerin mevâlisi olarak anılmaktadırlar. İşte bu ve benzeri
kimseler, eski din ve kültürlerinin de belli ölçüde tesiri altında kalarak,
İslâmiyeti Araplardan farklı bir biçimde anlamışlar, bu anlayış farkları
yüzünden tefsirde önemli hareketlerin başlamasında etkin rol oynamışlardır. Bu
faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları sahabiler, öğrencileri tabiîler olan
mektepler oluştu. Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tabiundan
meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu Mekke Medresesi, Medine Medresesi ve Kufe
Medresesi’dir. Tabiiler, Kur’an’ı bir taraftan sahabilerden devraldıkları
tefsir mirasına dayanarak rivayet yöntemiyle, diğer taraftan da dirayet
metodunu kullanarak akli çıkarımlarda bulunuyorlardı. Bu medreselerde
sahabilerden öğrendikleri bu usulleri uyguluyorlardı. Dolayısıyla söz konusu
medreseler tefsir tarihi açısından oldukça önemli bir yere sahiptir.
Tarihte
var olan tüm tefsir çalışmaları günümüze ulaşamamış olsa da bizlere ulaşan en
eski tam tefsir, hicrî 150 yılında vefat eden Mukâtil b. Süleyman'a aittir. Ali
b. Ebû Talha (ö. 143/760), Süfyân es-Sevrî (ö. 161/778), Yahya b. Sellâm (ö.200/815)
gibi hicrî II. yüzyılda yaşamış kişilerce telif edilen bu ilk dönem tefsirleri,
genellikle Mushaf tertibini esas alarak, sırasıyla âyetler hakkındaki rivayetleri
nakletmektedirler. Hiç şüphe yok ki, tefsir ilminin doğduğu ilk dönemlerde, bu faaliyetle
hedeflenen, tevarüs olunan bilgilerin daha geniş kitlelere ve gelecek nesillere
intikal ettirilmesiyle sınırlıydı. Tefsir ilminin Kur'an'ı açıklama görevini
üstlenmesi ise daha sonraki bir gelişmedir. Bu çerçevede ilk tefsir
çalışmaları, el-Ferrâ (ö. 207/822) ve Ebû Ubeyde (ö. 2510/825) gibi dilcilere aittir.
Onlar, kelimelerin ve terkiplerin anlamlarını açıklamayı amaçladıkları için,
hemen her âyet hakkında söyleyecek şey bulmuşlar ve açıklamalarını Mushaf
tertibini esas almak suretiyle sunmuşlardır. Bu yazım geleneği, bugün minnetle başvurduğumuz,
değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Ta-berî'nin (ö. 310/922) Câmi'u'l-Beyân an
Te'vîli âyi'l - Kur'ân'ı gibi eserlerin yazılmasına imkân vermiştir. Bu
eserlerin "rivayet tefsiri" olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin
ağırlıklı yer tutmasından kaynaklanmaktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra,
uzun dinî tahlillere, israiliyyat ve kelami-fıkhî meseleler üzerine derin
tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde " dirayet tefsiri "
olarak nitelenen eserler de, re'y ağırlıklı olmakla birlikte nakilden müstağni
kalmamışlardır. Gerek rivayet tefsiri gerekse dirayet tefsiri olarak değerlendirilen
klasik tefsirlerde, Kur'an'ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf
tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin
bir karakteri olarak oluşan Kur'an'ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir
etme geleneği, Derveze'nin sureleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği
et-Tefsîru'l-Hadîs'i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün
tefsirlerde hâkim olmuştur. Tefsir literatürümüz, bu karakteristik yapısına
rağmen, farklı ölçütlere başvurmak suretiyle değişik başlıklar altında tasnif edilmeye
elverişlidir. Müfessirlerin uzmanlık alanına, ilmî tutumuna veya mezhebi
eğilimine göre tasnifler de yapılmıştır. Bu tasniflerden başlıcalarını zikretmek,
tefsir literatürümüzün muhteva zenginliğini ve çok renkliliğini göstermesi
bakımından önemlidir: Fıkhî tefsir, kelâmî tefsir, işârî tefsir, lugavî tefsir,
felsefî tefsir, Şiî tefsir, ilmî tefsir, edebî tefsir, içtimaî tefsir vb.
İslami
ilimler Müslümanların Kur’an’ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dini
ilimlerdir. Tefsir, hadis, kelam, fıkıh, siyer, tarih ve ahlak ilimleri bu
ilimler arasındadır. Örneğin; Fıkıh ilmi, Kur’an’ın uygulama
ile ilgili ayetlerini, kelam ilmi
ise itikadi konularla ilgili ayetlerini incelemektedir.
Bu ilim dalları ayetleri incelerken öncelikle Hz. Peygamber’in açıklama ve
uygulamalarına başvururlar.
Hadis
ilmi Hz.
Peygamber'in sözlerini, fiillerini ve tasviplerini ifade eden terim olmakla
birlikte hadisleri tesbit, nakil ve anlamaya yönelik ilimdir. Hadis ilmi Hz.
Peygambere ait olan söz, fiil ve takrirleri tespit ederek Kur’an’ın
anlaşılmasında ilk ve en güvenilir kaynak
olan sünneti ortaya
koymayı amaçlar. Bu özelliğiyle de Temel İslam Bilimleri için
vazgeçilmez bir kaynak olma özelliği
taşır. Hz. Peygamber hadislerin kaynağıdır. Onların öğretilmesi ve halk
arasında yayılmasında en büyük gayret ona aittir. O, bu uğurda zamanın bütün iletişim
araçlarını kullanmıştır. Fertlerle tek tek irtibata geçmeye çalıştığı gibi
kalabalıkların bir araya geldiği panayır, bayram ve hac gibi toplumsal hadiselerde
de insanlarla iletişime geçiyordu. Hz. Peygamber hicretten sonra bu faaliyetlerini
artırarak devam etmiştir. Hz. Peygamber doğrudan ulaşamadığı kimselere
aracılarla ulaşmıştı. Bu gayeyle civardaki kabilelere ve bölge sakinlerine dini
öğreten kimselerle, elçiler göndermişti. Hz. Peygamber elçilerin bazısıyla dine
davet mektupları da göndermişti. Elçiler gittikleri yerlerde Kur’an-ı Kerîm’in
yanında Hz. Peygamber’in sünnetini de anlatıyorlardı. Hz. Peygamber, bu
faaliyetlerinin yanında sünnetinin öğrenilmesi ve başkalarına ulaştırılması
için sözlü teşviklerde de bulunuyordu. İlim öğrenmekle ilgili Hz. Peygamber’in
birçok hadisi bulunmaktadır. Bunun yanında kendi sözlerinin öğrenilip
öğretilmesini de emir ve tavsiye etmiştir. Bu hususta Hz. Peygamber’in; «Allah
bizden bir söz işitip de onu başkasına ulaştırıncaya kadar muhafaza eden
kimsenin yüzünü ağartsın. Zira birçok kimse, onu işitenden daha iyi korur.»
sözü meşhurdur. Hz. Peygamber’in sünnetinin dindeki yeri ile onun öğrenilip
öğretilmesi hususunda Hz. Peygamber’in gösterdiği gayretler, yaptığı teşvik ve
tavsiyelerden hadis öğrenim ve öğretiminin dînî bir görev olduğu
anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’in ilme verdiği önem ile ilk
Müslümanların Hz. Peygamber’e olan sevgi ve bağlılıkları da bu hususta etkili
olmuş olmalıdır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı sahabiler Hz. Peygamber’i
büyük bir arzu ile takip etmiş, sözlerini duyup bellemiş, fiil ve
davranışlarını gözlemlemişlerdi. Sahabiler Hz. Peygamber’den doğrudan
duyamadıkları, göremedikleri şeyleri ise, duyan, gören arkadaşlarından sorup
öğreniyorlardı. Sahabiler bu şekilde öğrenmiş oldukları hadisleri bazen
aralarında müzakere eder ve yine aynı titizlik içinde başkalarına nakleder,
öğretirlerdi. Bunun yanında hadislerin öğrenim ve öğretiminde hanım sahabilerin
de payı büyüktür. Hanım sahabiler içinde ise, konumuzla ilgili olarak Ensâr
denilen Medine’nin yerlisi Müslüman hanımlar ile Hz. Peygamber’in hanımlarının
özel bir yeri vardır. Sahabe, Resûlullah’ın hadislerinin naklinde yapılacak
hatanın onun adına yalan isnad etmek anlamına gelebileceği endişesini
taşımaktaydılar. Bu sebeple bir taraftan Hz. Peygamber’den rivayette hataya
düşmemek diğer taraftan da yapılan hataları düzeltmek amacıyla sistematik ve
yaygın olmasa da bir kısım kurallar geliştirmişlerdi, hadis rivayetinde
ihtiyatlı davranıyor, az hadis rivayet ediyor, hatalı rivayetleri düzeltiyor,
hadisleri güvenilir ve ilk duyanlardan almaya çalışıyorlardı. Hz. Peygamber’in
vefatından sonra Medîne’deki birçok sahâbî başka şehirlere yerleştiler.
Onlardan bir kısmı ise halifeler tarafından İslam dinini öğretmesi için özel
olarak gönderiliyordu. Fuad el-Jibâlî tarafından yapılan bir çalışmaya göre
sahâbîlerin çeşitli şehir merkezlerine dağılımı şu şekildedir. Basra’da yaşayan
sahâbîler, 335; Kûfe’de yaşayanlar, 335; Suriye ve Şam’da yaşayanlar 372;
Hıms’ta 117; Filistin’de 40; Mısır’da yaşayanların sayısı ise 259 olarak
belirlenmiştir. Sahabe ve büyük tabiilerin çoğunlukta olduğu hicrî birinci
asrın ilk üç çeyreğinde hadislerin muhafaza ve naklinde yazmaktan çok
ezberlemeye önem veriliyor, bunu kolayca gerçekleştirmek amacıyla da müzakere
meclislerinin oluşturulması teşvik ediliyordu. Ancak bazı sahabi ve tabiilerin
unuttuklarında hatırlamak amacıyla hadisleri yazdıkları da olmaktaydı. Tedvîn
işlemini ilk başlatanların hadis yazan sahabiler olduğu söylenebilir. Bunlar o
zaman kitap, sahîfe ve cüz gibi isimlerle anılırdı. Hadislerin korunması
amacıyla yazıya geçirilmesine yönelik çalışmalara Tedvîn denmektedir. Hicrî ikinci
asrın ilk yarısında tedvin faaliyeti öylesine yaygınlaşmıştı ki hemen her
muhaddisin bir konuda hadis cüz’ü bulunmaktaydı. Tedvin dönemi, hadislerin
kitaplar (divanlar) içinde toplandığı dönemdir. Bu dönemde en büyük gayreti İbn
Şihâb ez-Zührî (ö. 124) göstermiştir. Bu nedenle ilmi (yani hadisi) ilk tedvin
edenin o olduğu söylenmektedir. Tedvin döneminde (I.
Asrın sonlarıyla II. Asrın birinci veya ikinci çeyreği) yazılan eserlerden hiç
biri günümüze ulaşmamıştır. İmam Zeyd b. Ali’nin Müsned’i günümüze ulaşmıştır.
Ancak bunun ona mı yoksa ravisi Ebû Hâlid’e mi ait olduğu tartışmalıdır. Hadislerin
tedvini tamamlanınca, bunların sistemli bir kitap haline getirilmesi ve böylece
aranan hadisleri kolayca bulmaya imkan verecek usullerin geliştirilmesi
yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı alimler, hadisleri konularına
göre tasnif, etmeyi ve bu şekilde "Musannef" adı verilen türde
eserler yazmayı denerken, bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahabilerin
adlarına göre sıralayarak "Müsned" denen türde kitaplar te'Iif etmeyi
tercih etmiştir. Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı
bilinmemekle birlikte Tirmizî ve daha geniş bir şekilde Râ-mahürmüzî'nin
verdiği bilgiye göre; bu konuda ilk çalışmayı, genellikle’’el-Musannef’’diye
anılan eserleriyle Mekke'de İbn Cüreyc (ö. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Râşid,
Basra'da İbn Ebi Arûbe ile Rebî' b. Sabîh (Subeyh) Küfe'de Süfyân es-Sevrî,
Medine'de Mâlik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mübarek, Rey'de Cerîr b.
Abdulhamîd, Şam'da Velîd b. Müslim gibi muhaddisler yapmıştır.
Kur’an’ın
doğru anlaşılması ve yorumlanmasında hadis ilmi, Kur’an’ı farklı yönleriyle
inceleyen tüm İslam bilimlerini doğrudan etkileyen bir kaynak durumundadır. Hz.
Peygamber Kur’an’ın ilk ve en yetkin müfessiri olduğuna göre Kur’an-ı Kerim’in
yorumu ile ilgilenen “tefsir ilmi” nin öncelikle başvuracağı kaynağın hadisler
olması kaçınılmazdır. Bunun içindir ki başlangıçta “rivayet tefsiri”, ayetleri
yalnızca hadislerle tefsir eden bir yöntem olarak ortaya çıkmıştır. Hatta
rivayet tefsiri müstakil bir ilim dalı hâline gelinceye kadar hadisin bir
parçası olarak varlığını sürdürmüştür. Hadis ilminin kaynaklarından “cami”
türündeki eserleri meydana getiren sekiz ana bölümden birinin “tefsir”
olmasının sebebi de budur. Hadis ilmi, lügat çalışmalarından fıkha kadar uzanan
ilmî ve edebî branşlara sadece kaynak olarak değil, aynı zamanda “usul/yöntem”
bakımından da öncülük etmiştir. Hadis âlimlerinin sahih rivayetleri belirlemek
için tespit ettikleri usul ve yöntemler, diğer İslam bilimleri tarafından
farklı düzeylerde uygulanmıştır. Özellikle “isnat sistemi” hadisten alınmış ve
diğer ilimlerde de kullanılmıştır. Bu nedenle hadis ilminin doğrudan ya da
dolaylı etkilemediği hiçbir İslam bilim dalı yoktur. Hadis ilminin diğer İslam
bilimleriyle olan ilişkisi tek yönlü bir ilişki değildir. Hadis ilmi bu bilim
dallarının hemen hepsine kaynaklık etmekle birlikte kendisi de onlardan
faydalanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in hadisleri, Kur'an'ın tefsirinde
özellikle şu iki yönden öneme sahiptir: Birincisi: Kur’an-ı Kerim'de yer alan
ilahî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an-ı
Kerim'de, "namazın, vakitli olarak farz kılındığı" bildirilmiş, ancak
bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekatlarının
sayılarını Hz. Peygamber açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara
öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da: "Ben namazı nasıl
kılıyorsam, siz de öyle kılın." buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber hac farz
olduğu zaman da ashabına: "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden
öğrenin." buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen
suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini
düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların
genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek ki hadis, Kur’an-ı
Kerim'in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa
kavuşturmaktadır. İkincisi: Hadisler, aynı zamanda Kur'an'ın mutlak olan bazı
hükümlerini kayıt (şart) altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini
de hususileştirir. Örneğin; Kur'an, kendileriyle evlenilmesi haram olan
kadınları açıkladıktan sonra: "... Bunlardan başkası size helal
kılındı." buyurmuştur. Hz. Peygamber de: "Bir kadın; halası, teyzesi,
erkek kardeşinin kızı ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz." hadisi
ile Kur'an'ın hükmünü tahsis etmiştir. Kur'an'ı insanlar için de en iyi ve en
doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimiz’dir. Kur’an-ı Kerim'i insanlara
tebliğ edip öğretmekle görevli olan Hz. Peygamber bu görevinin gereği olarak,
Allah'ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî
hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri
Kur'an'ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.
Sözlükte
"bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak"
manasına gelen fıkıh kelimesi ilim, fehim gibi yakın anlamlı diğer kavramlara
göre daha özel bir anlam taşır. Fakih de bir konuyu derinden kavrayan ve ince
anlayış sahibi kimse demektir. Kur'an'da, hadiste ve İslam'ın ilk dönemlerinde
fıkıh kelimesinin kullanımı bu sözlük anlamı çerçevesinde kalmış olmakla birlikte,
Kur'an ve hadisin İslam toplumunun iki temel bilgi kaynağı olması sebebiyle
kelime genelde Kur'an ve hadis merkezli dini bilgiyi ve anlayışı ifade eden
kavramlardan biri olarak kullanılmış, İslam toplumunda dini bilginin gelişip
alt ilim dallarının oluşmasına paralel olarak daha sonra İslam'ın ferdi ve
içtimai hayata dair ameli hükümlerini bilmeyi ve bu konuyu inceleyen bir ilim
dalını ifade eden bir terim halini almaya başlamıştır. Kelimenin terim
anlamının netleşmesi ise daha ileriki yüzyıllardadır. Fıkhın kaynağı ve fıkha
tesir eden çevreler konusu araştırılırken doğuşla gelişmeyi ve buna bağlı
olarak fıkhın devrelerini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Farklı iddialar
bulunmakla beraber fıkhın doğuşunda, usul ve füru olarak ortaya çıkışında en
önemli ve belirleyici kaynak vahiydir. Kur'an-ı Kerim ve kısmen de hadisler
içinde ümmete intikal eden vahiy insan-Allah, fert-toplum arasındaki
ilişkilerin düzenlenmesinde birinci kaynak olmuş, başka tesirler bu kaynağın
süzgecinden geçtikten ve meşruiyet vasfını buradan aldıktan sonra İslami hayatı
etkileyebilmiştir. Fıkhın ibadet, helal-haram konuları dışında kalan
bölümleriyle bunlara dayalı kurumların İslam tarihi boyunca diğer kültür ve
medeniyetlerden etkilenmiş olması ihtimalden uzak değildir, hatta sınırı tartışmalı
da olsa vakidir.[3]
Fıkıh ilminin oluşumunu tarihsel çerçevede ele alacak olursak altı dönemden söz
edebiliriz. Bunlar: Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu), Sahabe dönemi, Tabiun
Dönemi, Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi), Taklid ve
Duraklama dönemi ve Kanunlaştırma Dönemidir. Hz. Peygamber döneminde bir meseleyi
çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama
konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının
sebepleri; Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu
tarafından ezberlenmiş olması, Hz. Peygamber hayatta olduğu için her an O’na
ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş
olmamasıdır. Bundan sonraki dönem Sahabe dönemidir, bu devre Hulefa-i Raşidin
devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar 28
yıl devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş,
farklı kültürden insanlar Müslüman olmuş, bunun neticesi olarak daha önce
karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur. Ashab içerisinde
yüz otuz küsur şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde
önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile
sonuca varılamayınca reye başvuruluyordu. Rey ile kastedilen, nasların
açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme
bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura
ictihadına başvurmuşlardır. Ashap arasında fetva verme hususunda
ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an
hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru
sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler
Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü
Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir. Bu devirde, farklı bölgelerde
yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle
Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya
çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların
hükümleri araştırılmıştır. Tabiun dönemi ise hicri 40 yılında başlar (Emevi
Devleti’nin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam
ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan,
kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti. Hz. Osman’ın şehid
edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının
doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve
isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir. Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu
durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevk etmiştir.
Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz
hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı
görevlendirmiştir. Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır. Ayrıca bu
alanda ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları
ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. Üstad, muhit
ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır. Nazari
fıkıh çalışmaları başlamıştır. Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin
ve tertip edilmediği için henüz müçtehidler için ışık tutacak kaideler ve
kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar
işlenmemiştir. Daha sonraki devir olan Tebeü’t - Tâbiîn (Müçtehid İmamlar
Devri) ise hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar
devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de
isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai,
Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu
dönemde yetişmiştir. Bu dönemin fıkhın altın çağı olarak adlandırılır. Ülkeyi
yöneten Abbasi Halifelerinin din ilimlerine ve alimlere yakın ilgi göstermesi,
İslam ülkesinin genişlemesi, çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile
tanışması, değişik örflerin değişik içtihadlara sebep olması ve böylelikle de
fıkıh kültürü zenginleşmesi, kabiliyetli kişilerin bu ilimle meşgul olması,
fikir ve içtihad hürriyetinin olması, tefsir, hadis, kıraat, fıkıh, fıkıh usulü
gibi İslami ilimlerin tedvin edilmesi, ilmi seyahatlerin yapılması, fıkıh
mezheplerinin ortaya çıkışı, farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl
,fasit vb. fıkhi ıstılahların doğuşu ve bunların alimler tarafından
kullanılmaya başlanması ve ilmi münazaraların yapılması altın çağ başarısının
nedenleri arasında sayılabilir. Bu dönemden sonra gelen ne yazık ki Taklid ve
Duraklama Dönemi diye adlandırılan devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar,
Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder. Hocalara
aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep
hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve
bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve
mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Taklit ve taassup içtihad
faaliyetinin durmasına, içtihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında
yerleşmesine etki etmiştir. Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı
için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun
olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü
yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı
işlenmeye başlamıştır. Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen
ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müçtehid imamların
yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece
sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye
başlanması ve içtihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak
görülmesidir. Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan
insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği içtihadı almasının doğru
olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda
Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi
rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları
yazılmasına sebep olmuştur. Son dönem olarak da Kanunlaştırma Dönemi Mecellenin
tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde İslam ülkelerinde
kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. İçtihadın önemi günden güne artmış, içtihad
melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır. Bazı İslam ülkelerinde
fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır. İslam hukuku ile ilgili mukayeseli
çalışmalar yapılmıştır. Hem usul hem furu konularında içtihada dayalı tezler
ortaya konulmuştur.
Fıkıh,
hükümlerini
ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi, Kur'an'ın tamamını ayet ayet,
ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli usul ve kurallar dâhilinde inceler;
ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar. Bu şekilde, Kur’an-ı Kerim'in
ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir biçimde açıklar. Bu inceleme
ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler üzerinde yapılan yorumlar fıkhî
hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir. Fıkıh ilmi Kuran’ın hukuk ve ibadet
ile ilgili ayetlerini yorumlar veya İslam’ın amelî hükümlerini Kur’an’dan
çıkarmayı amaçlar. Fıkıh ilmi bunu yaparken öncelikle Kur’an’ın uygulama
ile ilgili ayetlerinin Hz. Peygamber tarafından nasıl hayata aktarıldığını gösteren
hadis ilminin verilerine
bakmak zorundadır. Nitekim Kur’an’da yer almayan bir meselenin
hükmünün hadiste aranması sahabe devrinden bu yana Müslümanlar arasında
yerleşmiş bir uygulamadır. Hadisleri göz ardı ederek hüküm çıkarmaya çalışmak
kabul görmemiştir. Bu nedenle fıkıh, başlangıçta sünnetin uygulamasına bağlı
olarak gelişmiş, sonraki dönemlerde de onun kopmayan bir parçası olmuştur.
Sonuç
olarak, bütün bu İslami ilimlerin kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Farklı yöntemlere
sahip olsalar da bu ilimlerin amacı, Kur’an’ı doğru anlamak ve Kur’an merkezli
bir hayat oluşturmaktır. Bu bağlamda vahiy nüzulünü takiben ortaya çıkmış ve
sonraki dönemlerde de büyük bir ivme kazanarak gelişen tefsir ilmi çok
önemlidir. Tefsir ilmi sadece diğer ilimlerden yararlanmakla kalmayıp aynı
zamanda Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatlarında çok önemli bir yeri
olan İslami ilimlere malzeme sağlamıştır. Bu ilimler de elde etmiş oldukları malzemeyi
kendi yöntemleriyle işleyip, Kur’an naslarıyla ilgili anlama sürecini tefsirin
bıraktığı yerden devam ettirip toplumsal hayata uyarlamışlar ve bu nedenle bu
ilimlerin ürettiği sonuçlar bağlayıcı görülmüştür. Tüm dini ilimlerin kaynağı
ve gayesi ortak olması bağlamında Kur’an’ın doğru anlaşılması ve Kur’an eksenli
bir hayat için altyapı hazırlamaya çalışan bu ilimler üzerlerine düşen
görevleri yerine getirmeye çalışmaktadırlar.
[1] Muhsin
Demirci, Tefsir Tarihi, M.Ü İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2015,
s.15
[2] Muhsin
Demirci, Tefsir Tarihi, M.Ü İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2015,
s.11
[3] KARAMAN
Hayreddin ’’Fıkıh’’ TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul 1994