Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


FIKIH USULÜ

Tanım: Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütünüdür.

Konusu: şer’i deliller ve şer’i hükümlerdir.

Amacı: Kurallarının, şer’i hükümlere ulaşmak için uygulanmasıdır.

METODU:

Usul Çalışmaları Ve Mahiyet

Deliller

Hükümler

Delaletler

Kaynak (Sabit)/(Asli)/(Naklî)

Metot (Değişken)/(Aklî)

Teklifî

Vaz’î

Mefhum

Mantuk

1. Kur’an

2. Sünnet

3. İcma’

4. Sahabe Kavli

5. Şer’u Men Kablene

6. Örf

1. Kıyas

2. İstihsan

3. Mesalihi Mürsele

4. Sedd-i Zerai

5. İstishab

6. İstikra’ (Tümevarım)

1. Farz

2. Vacip

3. Sünnet

4. Mübah

5. Mekruh

6. Haram

1. Sebep

2. Şart

3. Mani’

4. Sıhhat

5. İfsat

6. Butlan

7. Azimet

8. Ruhsat

1. Mefhum-u Muvafakat

2. Mefhum-u Muhalefet

 

 

LAFIZLARI VE MANALARI BAKIMINDA NASLAR (Hanefi)

Vaz’ Olunduğu Mana Bakımından Lafız

Kullanıldığı Mananın Asıl Olup Olmaması Bakımından Lafız

Mananın Açıklığı Bakımından Lafız

Mana Kapalılığı Bakımından Lafız

1. Hâs

a. Mutlak

b. Mukayyed

c. Emir

d. Nehiy

2. Âmm

3. Müevvel

4. Müşterek

 

1. Hakikât

a. Lügavî

b. Şer’i

c. Örfi

2. Mecâz

a. Alaka: İstiare- Mecaz-ı Mürsel

b. Karine: Hissi, Hâli, Şer’i

3. Sarih

4. Kinâye

1. Zahir

2. Nas

3. Müfesser

4. Muhkem

 

1. Hafi

2. Müşkil

3. Mücmel

4. Müteşabih

 

 

HADİS USULÜ

Tanım: Rasulullah (S.A.V) ile ilgili rivayetleri sened ve metin yönüyle inceleyen, hadisleri değişik biçimleriyle değerlendiren ve bu değerlendirmenin usul ve kaidelerini belirleyen ilim dalıdır.

Konusu: Kabul ve red açısından senet ve metindir.

Amacı: Hz. Peygamber’e nispet edilen şeylerin nakledilmesinde hatadan kaçınmaktır.

Faydası: Sünnetin korunmasıdır.

METODU:

Rivayetü’l Hadis İlmi

Dirayetü’l Hadis İlmi

Ale’l-Ebvab (Konularına Göre Düzenlenmiş Olanlar)

Ale’r-Rical (Ravilerine Göre Düzenlenmiş Olanlar)

Ravi’nin Durumu

Merv’inin Durumu

1. Muvatta’lar

2. Sünenler

3. Musannefler

4. Câmi’ler

 

1. Mu’cemler: Hoca isimlerine göre.

2. Müsnedler: Sahabe İsimlerine göre.

 

1. Cerh

2. Ta’dil

3. Tahammül

4. Eda

v.s.

1. Senedin Muttasıl/Munkatı’ Olması

2. Hadislerin illetinin bilinmesi

v.s.

 

HADİS ÇEŞİTLERİ

Kaynağı Açısından

Senedi Açısından

Tariklerinin Azlığı/Çokluğu Açısından

Kabul ve Red Açısından

1. Kudsî

2. Merfu’

3. Mevkuf

4. Maktu’

 

1. Âli İsnad

2. Nâzil İsnad

3. Müselsel

 

1. Âhâd

a. Aziz

b. Garib

c. Meşhur

2. Mütevatir

 

1. Makbûl:

a. Sahih: Lizatihi/Liğayrihi

b. Hasen: Lizatihi/Liğayrihi

2. Merdud:

a. İlleti sebebiyle: Muallel

b. Şazz olması sebebiyle: şazz

c. Zabtın olmaması sebebiyle: Müdrec, Maklûb, Muztarib, Musahhaf, Muharref

d. Adaletin olmaması Sebebiyle: Mevzû, Metrûk, Münker, Mübhem, Bid’ât

c. Senedinin Muttasıl Olmaması Açısından: Muallak, Munkatı’, Mu’dal, Müdelles, Mürsel-i Hafi, Muanan, Müenen.

 

Metaini Aşere

Zabt

Adalet

1-      Kesret-i Galat

1- Kizbu’r-Ravi

2-      Fart-ı Galat

2- İttihamu’r-Ravi bil kizb

3-      Vehm

3- Fisku’r-Ravi

4-      Muhalafet-i Sikat

4- Cehaletü’r-Ravi

5-      Sû-i Hıfz

5- Bid’atü’r-Ravi

 

TEFSİR USULÜ

Tanım: Bir bilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

Konusu: Mekki, Medeni ayetler, Esbabu Nuzul, Nasih, Mensuh…

Amacı: Ayetleri çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak.

METODU:

Rivayet Tefsir Metodu

Dirayet Tefsir Metodu

- Kur’ân-ı Kerim, Resûlüllah'ın (s.a.s.) sünneti, Sahabe ve Tâbiûn sözlerine dayanan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre "rivâyet tefsîri" denildiği gibi, "naklî tefsîr" veya "me'sur tefsîr" de denilir.

- Rivâyetlere münhasır kalmayıp Arap dili ve edebiyâtı, dinî ve felsefî ilimler ile çeşitli müsbet ilimlere dayanılarak yapılan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre de "dirâyet tefsîri" veya "rey ile tefsîr" ya da "ma'kûl tefsîr" denir.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Not: Üstteki ödevi de ben yükledim. Adımı, soyadımı yazmayı unutmuşun. Düzeltme imkanı olmadığı için tekrar yüklemek zorunda kaldım.

Fıkıh, Tefsir ve Hadis Usulü Özeti

Ö. No: 15912784         

Yüksek Lisans

Abdullah DOĞAN

FIKIH USULÜ

Tanım: Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütünüdür.

Konusu: şer’i deliller ve şer’i hükümlerdir.

Amacı: Kurallarının, şer’i hükümlere ulaşmak için uygulanmasıdır.

METODU:

Usul Çalışmaları Ve Mahiyet

Deliller

Hükümler

Delaletler

Kaynak (Sabit)/(Asli)/(Naklî)

Metot (Değişken)/(Aklî)

Teklifî

Vaz’î

Mefhum

Mantuk

1. Kur’an

2. Sünnet

3. İcma’

4. Sahabe Kavli

5. Şer’u Men Kablene

6. Örf

1. Kıyas

2. İstihsan

3. Mesalihi Mürsele

4. Sedd-i Zerai

5. İstishab

6. İstikra’ (Tümevarım)

1. Farz

2. Vacip

3. Sünnet

4. Mübah

5. Mekruh

6. Haram

1. Sebep

2. Şart

3. Mani’

4. Sıhhat

5. İfsat

6. Butlan

7. Azimet

8. Ruhsat

1. Mefhum-u Muvafakat

2. Mefhum-u Muhalefet

 

 

LAFIZLARI VE MANALARI BAKIMINDA NASLAR (Hanefi)

Vaz’ Olunduğu Mana Bakımından Lafız

Kullanıldığı Mananın Asıl Olup Olmaması Bakımından Lafız

Mananın Açıklığı Bakımından Lafız

Mana Kapalılığı Bakımından Lafız

1. Hâs

a. Mutlak

b. Mukayyed

c. Emir

d. Nehiy

2. Âmm

3. Müevvel

4. Müşterek

 

1. Hakikât

a. Lügavî

b. Şer’i

c. Örfi

2. Mecâz

a. Alaka: İstiare- Mecaz-ı Mürsel

b. Karine: Hissi, Hâli, Şer’i

3. Sarih

4. Kinâye

1. Zahir

2. Nas

3. Müfesser

4. Muhkem

 

1. Hafi

2. Müşkil

3. Mücmel

4. Müteşabih

 

 

HADİS USULÜ

Tanım: Rasulullah (S.A.V) ile ilgili rivayetleri sened ve metin yönüyle inceleyen, hadisleri değişik biçimleriyle değerlendiren ve bu değerlendirmenin usul ve kaidelerini belirleyen ilim dalıdır.

Konusu: Kabul ve red açısından senet ve metindir.

Amacı: Hz. Peygamber’e nispet edilen şeylerin nakledilmesinde hatadan kaçınmaktır.

Faydası: Sünnetin korunmasıdır.

METODU:

Rivayetü’l Hadis İlmi

Dirayetü’l Hadis İlmi

Ale’l-Ebvab (Konularına Göre Düzenlenmiş Olanlar)

Ale’r-Rical (Ravilerine Göre Düzenlenmiş Olanlar)

Ravi’nin Durumu

Merv’inin Durumu

1. Muvatta’lar

2. Sünenler

3. Musannefler

4. Câmi’ler

 

1. Mu’cemler: Hoca isimlerine göre.

2. Müsnedler: Sahabe İsimlerine göre.

 

1. Cerh

2. Ta’dil

3. Tahammül

4. Eda

v.s.

1. Senedin Muttasıl/Munkatı’ Olması

2. Hadislerin illetinin bilinmesi

v.s.

 

HADİS ÇEŞİTLERİ

Kaynağı Açısından

Senedi Açısından

Tariklerinin Azlığı/Çokluğu Açısından

Kabul ve Red Açısından

1. Kudsî

2. Merfu’

3. Mevkuf

4. Maktu’

 

1. Âli İsnad

2. Nâzil İsnad

3. Müselsel

 

1. Âhâd

a. Aziz

b. Garib

c. Meşhur

2. Mütevatir

 

1. Makbûl:

a. Sahih: Lizatihi/Liğayrihi

b. Hasen: Lizatihi/Liğayrihi

2. Merdud:

a. İlleti sebebiyle: Muallel

b. Şazz olması sebebiyle: şazz

c. Zabtın olmaması sebebiyle: Müdrec, Maklûb, Muztarib, Musahhaf, Muharref

d. Adaletin olmaması Sebebiyle: Mevzû, Metrûk, Münker, Mübhem, Bid’ât

c. Senedinin Muttasıl Olmaması Açısından: Muallak, Munkatı’, Mu’dal, Müdelles, Mürsel-i Hafi, Muanan, Müenen.

 

Metaini Aşere

Zabt

Adalet

1-      Kesret-i Galat

1- Kizbu’r-Ravi

2-      Fart-ı Galat

2- İttihamu’r-Ravi bil kizb

3-      Vehm

3- Fisku’r-Ravi

4-      Muhalafet-i Sikat

4- Cehaletü’r-Ravi

5-      Sû-i Hıfz

5- Bid’atü’r-Ravi

 

TEFSİR USULÜ

Tanım: Bir bilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

Konusu: Mekki, Medeni ayetler, Esbabu Nuzul, Nasih, Mensuh…

Amacı: Ayetleri çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak.

METODU:

Rivayet Tefsir Metodu

Dirayet Tefsir Metodu

- Kur’ân-ı Kerim, Resûlüllah'ın (s.a.s.) sünneti, Sahabe ve Tâbiûn sözlerine dayanan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre "rivâyet tefsîri" denildiği gibi, "naklî tefsîr" veya "me'sur tefsîr" de denilir.

- Rivâyetlere münhasır kalmayıp Arap dili ve edebiyâtı, dinî ve felsefî ilimler ile çeşitli müsbet ilimlere dayanılarak yapılan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre de "dirâyet tefsîri" veya "rey ile tefsîr" ya da "ma'kûl tefsîr" denir.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


YAKUP KILIÇ YÜKSEK LİSANS / 15912787

TEFSİR, HADİS VE FIKIH USÛLÜ İLİMLERİNİN MUKAYESELERİ

 Usûl kelimesi sözlükte; hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey anlamındaır. Usûl ıstılahi manada ise;  herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlardır.

Fıkıh sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir.  Fıkıh ıstilahi manada ise, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir.

Başka bir ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir. Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir

 Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.

Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

Fıkıh usûlü ilminin gayesi, kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Yani Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır. İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.

Usûlü'l-Fıkhın doğuşu ve gelişimi konusuna değinecek olursak;İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî  ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı.

Tefsir kelimesi sözlükte; bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.

Tefsir usûlu bir ilim olarak;  Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

Hadis kelimesi ıstılahi manada; Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.

Hadis Usulü; Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir.

 Tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri başta olmak üzere tüm İslami ilimlerin ilk nüveleri Hz.Peygamber (s.a.v.)zamanında atılmıştır. Bu ilimler ilk başta birbirlerinin içerisinde mundemiç bir halde iken,daha sonraları özellikle hicri II.asırdan sonra her ilim mustekil bir ilim haline gelmiş,o günden günümüze kadar tevarüs yoluyla en güzel bir şekilde nakledilmiştir.  İslami ilimlerin bu şekilde olması şu sonucu doğurmaktadır;her hangi bir İslami ilim dalında çalışma yapmak isteyen kimse şüphesiz ki bu ilimleri bir bütün olarak değerlendirmek zorundadır. Bu ilimleri bütüncül bir şekilde ele alan kimse doğru sonuçlar elde edebilecektir.

 Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde kalmıştır.

Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.

Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir. hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî  ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. Hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız ele almak mümkün değildir.  Dolayısıyla bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.

 

KAYNAKLAR

·         Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, ve Tefsir Tarihi, FECR YAY. 2010, Ankara.

·         Yücel, Prof. Dr. Ahmet, Hadis Usûlü, MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2012, İstanbul

·         Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Nayyef Al-Bayati - Öğrenci NO; 15912768

Tefsir - Yüksek lisans-Birinci Dönem

 

Hamd, ancak Allah mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse, onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa, onu hidâyete erdirecek yoktur. Allah’tan başka hak ilah olmadığına şehâdet ederim. O tektir ve ortağı yoktur ve şehâdet ederim ki Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir.

Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihlerin özerine Hocamız: D.Prof: Ahmet SerinSu çalışmamızı istedi, ondan dolayı bir kaç şeyler yazdım ve Allah'a duaa ederim ki: yazdığım her harıf doğruysa benden bu ameli kabul eder, yanlışsa beni afeder .... 

Tefsir Tarihi

Konuda doğru başlamadan önce bir bakalım tefsir kelimesi anlamı ne?

tefsir kelimesi: fesera veya sefera kökünden gelen tefilün vezninden mastardır ve her iki kök fiilin sözlük anlamı; keşfetmek, ortaya çıkarmak, üzerindeki örtüyü açmak, beyan etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek gibi manalara gelir

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin dönemi (Tefsir’in Doğuşu):

Tefsir’in ortaya çıkışı  Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile başlamaktadır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bazen ayeti okuyarak, Ashaba soru sorarak, Sözünü delillendirmek maksadıyla  veya Sahabilerin soru sorması üzerine tefsir ediyordu .

Allah Rasülü’nün Tefsir Yönemi:

1.       Mücmelin teybini

2.       Mübhem’in tafsili

3.       Mutlak’ın takyidi

4.       Müşkil’in tavzihi

 

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını tefsir etti diye islam âlimleri arasında ihtilaf olmuştur.

 

Sahabe dönemi:

Sahabiler Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin Kur’an’ın tefsirini aldılar, ondan sonra Tabiine aktardılar.

Sahabilerden Kur’anın tefsirini en iyi bilen en meşhur olan: Abu bekir, Omer, Osman, Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Kab ve Abdullah b. Omer Allah tüm sahabiler razı olsun .

               Sahabe Tefsirinin Özellikleri:

1.       Yaptıkları açıklamalar mübhem, garip,müşkil ve mücmel lafızlar ile sınırlı idi.

2.       Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.

3.       Aralarında tefsir ihtilafı olsada bubir çeşitliliktir çelişki deyildir.

4.       Ahkâm âyetleri ile ilgili âyetlerde ictihade fazla rastlanmaz.

      5.       Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi nakil yolu ile yapılıyordu. 

Tâbiûn dönemi

Bu dönemde üç önemli okullar ortaya çıktı: Mekke. Medine ve Irak'ta .

Mekke'deki olan okul Abdullah b. Abbas'tan faydalandılar. Bu okulda en önemli adlar: Mucahid b. Cbır . Sayid b. Cubeyir . Ataa b. Rabah ve İkrime .

Medine'deki okul Ubey b. Kab . Malik b. Enes ve diğer sahabilerden faydalandılar. Bu okulda en önemli adlar: Abulaliye Rafi b. Mihran .

Irak'takı okul Abdullah b. Mesud'den faydalandılar. Bu okulda en önemli adlar: Mesruk ve Katada .

Bu dönem tefsir yöntemi sahabe dönemi ile aynı olmakla beraber bazı özellikleri ile onlardan ayrılırlar. Bunlar:

1.       Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.

2.       Görüşlerin delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.

3.       Şiirle istidlal edilmiştir.

4.       Bazı konularda Ehli kitaba başvurulmuştur.

5.       Ekolleşmeler ve tefsir okulları ortaya çıkmıştır.

6.       Bu dönemden sonra Tefsir müstakil bir ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.

Ondan sonra tefsirler çoğalttı ve mufessirlerin metodları da çoğalttı. Kimi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Sahabiler ve Tabiin'den gelen rivayetlere ilgilendi . Kimi Kur'an'ın belağatıla, Nahvile ilgilendi v.b.

 

Hadis tarihi

Bu konuda başlamadan önce bakalım hadis nedir? ve ne anlama gelir? ve ne zaman yazıldı?

Hadîsin lügat ve ıstılah manâsı:

Gerek lügat ve gerekse ıstılah yönünden hadîs kelimesinin arzettiği manâlar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur. Lügat yönünden eskinin zıddı yeni manâsına gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır.

Istılah yönünden hadîs, umumiyet itibariyle Peygamberimizin sözlerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması arasında yine aynı manâda kullanılan kelimenin medlulünü tarif bahis konusu olduğu zaman, bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre, bazı usûl ulemasının tarifinde hadis; Peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur; bu bakımdan kelime, aynı manâda kullanılan sunnetin müradifidir. Bazı hadîs uleması ise, hadis lafzını, yalnız Peygamberimizin sözlerine değil, sahabe ve tâbiûndan nakledilen mevküf ve maktü haberlere de ıtlak etmişlerdir; buna göre kelimenin ifade ettiği manâ, haber kelimesiyle kasdolunan manânın müradifidir. Bu manâ içerisinde Peygamberimizin, peygamberlikten önceki sözleri de mündemiçtir. Bazıları da, hadisi yalnız  Peygamberin sözlerine tahsis etmişler, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu takdirde hadisle haber arasında belirli bir farkın mevcudiyeti kolayca anlaşılır. Nitekim Peygamberimizin hadîsleriyle meşgul olanlara muhaddis denildiği halde, başkalarından gelen tarih, kısas ve benzeri nakillerle uğra­şanlara da ahbâri denilmiştir.

Diğer bazıları ise, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu söyliyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs demlemeyeceğini beyan etmişlerdir. Bu görüşe göre, haber daha umumî bir manâ taşımakta ve Hazreti Peygamberin sözleriyle birlikte sahabe ve tâbi'ûndan yahutta başkalarından nakledilen sözler de bu manânın şümulüne girmektedir .

Hadîsin tarifiyle ilgili bu görüşler ne kadar değişik bir mahiyet arzederse etsinler, şurası muhakkaktır ki, hadis denildiği zaman, daima Peygamberimizden nakledilen bir söz, yahut bir fiil, yahutta bir takrir akla gelmiştir. Bu bakımdan hadisin, söz, fiil ve takrirden ibaret olan sünnetin müradifi olması keyfiyeti, bu konuda kuvvet kazanan başlıca manâ olarak tezahür etmiştir.

Hadîsin yazılma meselesi:

Peşinen şunu belirtelim ki, hadisler bize, dünya tarihinde bir benzeri daha görülmeyen eşsiz bir metodla gelmiştir. Hadis Usulü dediğimiz ilme şöyle bir bakıldığında, bu metodun mükemmelliği bütün açıklığı ile görülür.

Peygamberimizin hadisleri, onun zamanından itibaren başlıca iki şekilde korunmuştur: Yazarak veya ezberleyerek. Bir üçüncü şekil daha var ki, hadislerin en güvenli şekilde geldiğinde hiç şüphe bırakmaz. O da hem yazarak hem de ezberleyerek rivayet etme usulüdür.

Peygamerimizin zamanında yazı malzemesi pek azdı. Bugünkü gibi çeşitli kağıtlar yoktu. O devirde en iyi yazı malzemesi deriydi. Fakat deri kolay bulunan birşey değildi. Vahiy katibi dediğimiz sahabîler, Kur'an ayetlerini bazan deriye, bazan bir yaprağa, bazan bir yassı kemik üzerine yazıyorlardı. Bazı sahabîlerin hem ayetleri hem de hadisleri aynı malzemenin üzerine yazabileceklerini hesap eden Efendimiz, bu durumda ayetle hadisin birbirine karışabileceğini düşündü ve hadislerin yazılmasını yasakladı. Zira önemli olan Kur'an-ı Kerim'in korunmasıydı. Daha önceleri ilahî kitaplar iyi korunmadığı için sonraki devirlere sağlam bir şekilde gelememişti.

Peygamberimizin hadislerin yazılmasını yasaklamasının asıl sebebi bu olmalıdır, ve belki de şöyle bir sebep gelmektedir, o da şudur: İslâmiyetin geldiği sıralarda Araplar arasında yazı bilenlerin sayısı azdı. Fakat Resûlullah, açtığı okullarda yazı öğrenimini hızlandırdı. Belki yazıyı yeni öğrenen sahabilerin hadisleri yanlış yazdıklarını tesbit etti. Kendi sözlerinin yanlış anlaşılmasının doğuracağı kargaşayı dikkate alarak hadislerin yazılmasını yasakladı. Fakat ashab-ı kiramın içinde hem yazıyı çok iyi bilen hem de son derece zeki, güvenilir ve dikkatli bazı gençler vardı. Bunlar Peygamberden, hadisleri yazmak için izin istediler. Resûlullah onları çok iyi tanıdığı, hata yapmayacaklarını bildiği için, istedikleri izni verdi. Bir süre sadece, özel izin alanlar hadis yazdı. Yazı yazmayı bilenler, hadis yazma yasağı konmadan öncede duyduklarını yazmışlardı.

Hadis yazma yasağının konmasına sebep olan mahzurların bir müddet sonra kalktığını ve isteyenin hadisleri yazmasına izin verildiğini görüyoruz.

Mesela; Ebû Şah diye tanınan İran asıllı bir sahabînin, Peygamberimizin bir konuşmasına hayran kaldığını, bu konuşmayı yazıp kendisine vermesini istirham ettiğini, Peygamberimizin de, o konuşmayı yazıp Ebû Şah'a vermelerini ashabına emrettiğini biliyoruz, Buharîde geçiyor, ve büyük muhaddis İbni Hacer el-Askalanî, bu olayın Mekke Fethinden önce cereyan ettiğini söylemektedir.

En çok hadis yazan genç sahabilerin başında, daha çok oruç tutmak, daha çok namaz kılmak ve Kur'an-ı Kerim'i üç günde bir hatim edebilmek için Peygamber Efendimizle adeta pazarlık eden Abdullah ibni Amr İbni As gelir. Beş binden fazla hadis rivayet ettiğini bildiğimiz Ebû Hureyre hazretleri, Abdullah İbni Amr'ın kendinden daha fazla hadis bildiğini ve bunları rivayet ettiğini haber vermektedir. Onun kendisinden daha fazla hadis bilmesinin sebebini söylerken de, çünkü o yazardı, ben yazmazdım, demektedir. Abdullah'ın es-Sahîfetü's-sadıka diye bilinen kitabında bin tane hadis bulunduğu bilinmektedir. Yukarıda arzettiğim hususlar gibi, bu sahife de, Resûlullah Efendimiz zamanında hadislerin yazıldığım gösteren en sağlam vesikalardan biridir. es-Sahîfetü's-sadıka'daki rivayetlerin tamamı, Ahmed İbni Hanbel'in Müsned'i vasıtasıyla günümüze gelmiştir. Peygamber Efendimizin bu abid ve zahid sahabisi ona şöyle sormuştu: Ya Resülallah! Sizden işittiklerimin hepsini yazayım mı? Resûlullah Efendimiz:   "Evet, yaz!" buyurmuştu.Abdullah bir hususu daha öğrenmek istiyorduSükunet halinde olduğu gibi, öfkelendiğiniz zaman da yazabilir miyim? diye sordu. Aldığı cevap şöyleydi:  "Yaz! Ben hiç bir zaman hakikat dışında birşey söylemem" .

Hadîsin tarihi:

Hadis tarihi son dönemlerde ortaya çıkmış çağdaş bir bilim dalıdır. Klasik hadis kitaplarında hadis tarihine dair bilgiler bulunmakla birlikte son yüzyıla kadar Hadis Tarihine dair müstakil eser yazılmamıştır. Türkçe yazılan ilk Hadis Tarihi kitabı, İstanbul’da 1924 de yayınlanmıştır. Hadis Tarihi isimli bu ilk kitap, o günlerde adı Dârülfünun olan İstanbul Üniversitesi’nin İlahiyat Şubesi hocalarından, İzmirli İsmail Hakkı tarafından ders kitabı olarak okutmak üzere yazılmış ve Talebe Dereği tarafından yayınlanmıştır. Fakat bu kitabın içeriği ismine tam olarak uymaz. Hadis tarihi dışında hadisle ilgili pek çok konuya da yer verir. Tamamen hadis tarihine özgü olarak yazılmış ilk müstakil Türkçe eser Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmışolduğu ve ilk baskısı 1977 de, adıgeçen Fakültenin yayınları arasında neşredilen Hadis Tarihi isimli kitaptır. Bu kitapta Peygamber döneminden klasik hadis kitaplarının yazıldığı hicrî üçüncü yüzyılın sonuna kadar hadis tarihi incelenir. Daha sonraki yıllarda Hadis Tarihi ve Hadis  İlimlerini aynı eserde toplayan birkaç kitap ile bir müstakil kitap daha yazılmıştır. Diğer İslam ülkelerinde de hadis tarihine dair kitaplar bin dokuz yüzlerin sonlarında yazılmaya başlanmıştır. İslam tarihinde hadis tarihine dair müstakil kitaplar yazılmazken son dönemlerde bir yandan akademik araştırmaların artması, diğer yandan da makaleler ve müstakil kitaplar yazılmaya başlanmasında değişik etkenler etkili olmuştur.

 

Fıkıh Tarihi

Fıkhın Anlamı:

Fıkıh kelimesi sözlükte çeşitli bablara göre; “mutlak olarak anlamak, konuşan kimsenin dediğini anlamak, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir” yanısıra “fakihin bir karakteri”ni ifade edebilmek için de kullanılmıştır.

İlk dönemlerde fıkıh terimi, Kitâb ve Sünnet’in nasslarının delalet ettiği itikat, ahlâk ve amellerle ilgili hükümleri içermektedir. Hatta ilk dönemde geniş anlamdaki bu “fıkıh” terimi, “zühd”ü de kapsamaktaydı. Nitekim Hasan-ı Basri fakihi şöyle tanımlar. “Gerçek fakih dünyaya değer vermeyip ahiretle meşgul olan , derin bir dini bilgiye sahip olan, ibadetleri düzenli olan, takva sahibi, müslümanların namuslarında gözü olmayan ve ümmetin selametini isteyen kimsedir.”

Fıkıh ıstilahi manada ise, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir, başka bir ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir. Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir.

Fıkhın İlminin Doğuşu ve gelişmesi:

Fıkıh, Kur’ân’da yer alan itikadî, ahlakî ve amelî hükümlerden, Peygamberimizin verdiği fetvâ ve hükümlerden, sahabenin Kur’ân, Sünnet, İcmâ’ ve Re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili verdikleri fetvâlardan doğmuştur.

Sonraları İslâm devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla da yüz yüze gelmişlerdir. Bunun tabiî bir sonucu olarak, müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihâda baş vurmuşlar, Kur’ân ve Sünnet’in nassları ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir. Böylece, fıkhî hükümlerin alanı daha da genişlemiştir.

Fıkıh İlminin Gelişmesine laf gelirken; Fıkıh’ı altı kısma ayırmak mümkündür:

Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu(.

Sahabe dönemi.

Tabiun Dönemi.

Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi(.

Taklid ve Duraklama dönemi.

Kanunlaştırma Dönemi.

1. Peygamberimizin Dönemi (Fıkhın Doğuşu(:

Fıkıh, Rasûlullâh zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2. Sahabe dönemi:

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir.Peygamberimizin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

3. Tabiun Dönemi:

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

4. Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi(:

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

5. Taklid ve Duraklama dönemi:

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder, daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı.

6.  Kanunlaştırma Dönemi:

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak  şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

kaynakça

 

1.       Hadis Tarihi ile Alakalı Çalışmalar-Prof. Dr. Selahattin POLAT.

2.       Hadis Tarihi - Talat KOÇYİĞİT.

3.       Mebahis fi Ulumi'l-Kur'an - Menna el-Kattan.

4.       Tarih-ul fıkıh el-islami – Ömer el Aşker.

        5.       Sünnt tedvin etmeden önce-Muhammed el hatib. 


0 Yorum - Yorum Yaz


ADI VE SOYADI: MAADH SHAREEF AWLA

DÖNEM: 2016/2017 YÜKSEKLİSANS GÜZ DÖNEMİ

ÖĞRENCİ NUMARA: 15912769

 BÖLÜM: TEFSİR

TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHLERİ

TEFSİR TARİHİ

Tefsir tanımı:

 "Tefsîr, Allah kelâmının açıklamasıdır." yahud "Tefsîr, Kur’ân lâfızlarının ve mefhumlarının açıklayıcısıdır". Tefsir “fesr” kökünden türemiş, “tef’îl” vezninde mastardır. sözlük anlamı; keşfetmek,ortaya çıkarmak,üzerindeki örtüyü açmak, beyan etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek gibi manalara gelir.

Tefsir:“Âyetlerin  inişlerini,  durumlarını ve kıssalarını, nüzûl sebeplerini, Mekkî ve Medenî, hass ve âmm, mutlak  ve mukayyed, vaîdi, emri ve nehyi, ibret ve emsâli gösteren ilimdir.” İbn Cerîr te’vil’i tefsir anlamında kullanmıştır. Te’vîl” kelimesi, “evlun” kökünden tef’îl vezninde, “geri dönmek” (rücû’) mânâsınadır. Tef’îl bâbında ise, “açıklamak, beyân, tefsir, keşf, îzâh, tercüme, netice gibi anlamlarda kullanılır.  Te’vîl; bir  sözün  tefsir ve beyanıdır.

Tefsirin dönmleri:

1.      Hz. Peygamber’in Dönemi: Kur’ân’ın en sağlam müfessiri Kur’ân’dır. Çünkü bazı âyetler, diğerlerini tefsir eder.Kur’ân’ın Kur’ân ile tefsirinden sonra, ilk müfessiri Hz. Peygamber’dir. Kur’ân’ın ilk hâfızı,ilk tebliğcisi,ilk müfessiridir. Hz. Peygamber Kur’ân’ın  mücmel âyetlerini tafsîl, umumî hükümlerini tahsîs, müşkilini  tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan etme, tavsif ve tasvir ederek  müşahhas hale getirme gibi kısımlardır. Kur’ân’da zikredilmeyip tefsirleri Peygamberimize bırakılan konular Ahkâm, âhiret ahvâli, kısas ve ahbâr kavl ve fiiliyle beyan etti . Sünet, Kur’an’ı 2 şekilde Beyan eder; (1) kitaptaki mücmeli beyândır. Meselâ, namaz vakitleri, zekâtın miktarı gibi. (2) Kitapta bulunmayan bir hüküm koyar. Allah Resûlü’nün Kur’ân'ı tefsîr ettiğini, muhtelif hadis mecmualarındaki rivâyetlerden öğrenmekteyiz. O'nun bu tefsîri, hadis mecmualarının "Kitâbu't-Tefsîr" bölümünü oluşturmuştur.

2.     Sahâbe Dönemi: Hz. Peygamber (sav)'den sonra tefsîr sahasında en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. Sahâbe döneminde Kur’ân’ın tümü bugünkü mânâda tefsir olunmamıştır. Ashâbın tefsirleri temel karakter olarak sözlü rivâyete dayanması ve baştan sona ayet ayet bütün Kur’ân’ın tefsir edilmeyip sadece zamanına göre müphem ve mânâsı kapalı bulunan ayetlerin tefsirini ihtiva etmesine bakılarak ve onlar, Kur’ân’dan sadece kendilerine muğlâk olanları tefsir etme ihtiyacı duymuşlardır. Sahâbeden, tefsire dair en çok rivâyette bulunan ve tefsir’de ün kazananlar şunlardır; 1-Ali b. Ebî Tâlib, 2- Abdullah b. Mes’ûd, 3- Ubeyy b. Ka’b, 4- Abdullah b. Abbâs,5-Musa’l-Eş’arî 6- Zeyd b. Sâbit, 7- Abdullah b. Zübeyr.

3.     Tabiiler Dönemi: Tabiiler Döneminde  Kur’ân’ın bütünü tefsir edilmeye başlanmıştır. Sahâbe’nin  yaptığının aksine, ayetlerin icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip kelimeler de tefsir edilmiştir ve Kur’ân’daki bütün garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken, istinbat ve istidlâl yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle, âyetlerde bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir. Sahâbe dönemden sonra Tefsir müstakil bir ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır. Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan (medreseler) Mekke , Medîne ve Irak (Kûfe) Medreseleri oluştu.

4.     Tâbiîler Döneminden Sonraki Tefsîrler: Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe dönemine "tefsîrin birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiîler dönemine "tefsîrin ikinci merhalesi" denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn döneminde müstakil bir ilim hüviyeti kazandığı için bu devre de, "tefsîrin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir.Tefsîrin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi gözetilerek tefsîr edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî’nin tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler kolleksiyonu sayılmıştır.

 

 

 

 

 

Tefsir çeşitleri: Rivayet (Nakli, Me’sur) ve Dirayet  (Akli, Rey) Tefsiri:

a)     Rivâyet Tefsiri(Nakli-Me’sur): Kur’ân-ın,sünnetin, sahâbe ve tâbiûn sözlerine dayanan tefsirdir. 

Bazı Rivayet Tefsiri Kitapları: 
1) Taberi  “Câmi’ul-Beyan an Tevili Âyi’l – Kur’ân” en önemli Rivayet Tefsiri eseridir.
2) Leys es Semerkandi  “Tefsiru’l Kur’âni’l-Azim”.
3) Begavi  “Mealimu’t-Tenzil”.
4) İbn Kesir  “Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim”İbn Kesir bu eserinde kendisinden önce gelen bir çok müfessirden nakillerde bulunur.

b)    Dirâyet tefsiri (“rey-“ma’kûl)   ise; Arap dili ve edebiyâtı, dinî ve  felsefî  ilimlere dayanan  tefsirdir.

Bazı Dirayet Tefsirleri 
1)Râzi – “Mefahitu’l-Gayb” Râzi’nin Tefsirinde, Tefsirden başka herşey var.” Bunun sebebi çok  çeşitli meseleleri izah etmesindendir. 
2)Kâdi Beydavi – “Envâru’t-Tenzil ve Esaru’t-Te’vil” Zemahşeri’nin Keşşaf adlı eserinden etkilenmiş.
3)Nesefi – “Medariku’t-Tenzil”İbn Abbas’dan gelen tefsir rivayetlerini açıklamıştır.
4)Ebussuûd – “İrşadu’l-Akli’s-Selim ilâ Mezaye’l-Kitabi’l Kerim” Keşşaf, Beydavi, Râzi gibi eserlerden etkilenmiştir.
5)Âlusi – “Ruhu’l Meâni fi Tefsiri’l Kur’ânil-Azim”.

Yukarıdaki başka tefsîr çeşitleri de vardır; hepsinden ayrıntılı bir şekilde bahsetmek mümkün olmadığı için, sadece isimlerini vermekle iktifa edeceğiz ( Fıkhî Tefsîr,Sûfî/Tasavvufî Tefsîr, Felsefî Tefsîr, Fennî Tefsîr, Edebî Tefsîr, Lügavî Tefsîr, Târihî Tefsîr... ).




 

HADİS TARİHİ

    Hz. Peygamber’e ait açıklamaların lafzen ve manen rivayeti, şifahi ve yazlı nakli, tedvin ve tasnifi, Resul-i Ekrem’e ait olup olmadıkları, yorumlanmasında kullanılacak  yöntemler ve benzeri hususlara yönelik faaliyetler tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki buna, “Hadis Tarihi” denilmektedir.

Bazı kavramlar: (SÜNNET, HADİS , HABER , ESER):

1- Sünnet: Sünnet kelimesi s-n-n kökünden gelir. Sözlükte üzerinde devamlı olarak yürünen yol, hayat tarzı, gelenek, adet gibi anlamlara gelir. Sünnetin hadis ilminde ki anlamı ise; Hz. Peygamberin sözler, davranışları ve onaylarıdır.

 2- Hadis: kelimesi Arapça tahdis mastarının ismi olup ‘’haber verme’’ ’’anlatılan,haber verilen husus ‘’, ‘’haber’’ ve ‘’söz’’ demektir. Çoğulu ehadis şeklindedir. Hadis ilminde Hz. Peygamber (s.a.v.)  den gelen haber anlamına gelir. Hadis ilmi ‘’ Hadislerin senet ve metinlerinin halleri ile ilgili kurallar ilmidir’’.

 3- Haber: Sözlük anlamı bir olay veya nesneyi gören tanık olan birinin görmeyenlere tanık olmayanlara söylemesi , iletmesi , duyurması , bildirmesiyle elde edilen dolaylı bilgidir. Her hadis aynı zamanda haberdir ama her haber hadis değildir.

 4- Eser: Sözlükte iz kalıntı anlamına gelir. Bazı alimler hadisle eşanlamlı kullanır, bazı alimler haber kavramıyla eş anlamlı kullanır, bazıları da sahabeden gelen rivayetler için kullanmıştır.Belli bir uzlaşı yoktur.

Hadis Dönemleri:

Tespit Dönemi: Hz. Peygamber ve Sahabiler dönemidir. Tesbit sabitleme kaydetme bağlama sağlama alma anlamlarına gelir. Bu dönemde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması , fertlerle tek tek ve toplumsal hadislerde de insanlarla iletişime geçiyordu hicretten sonra artırarak devam etmiştir.  Hz. Peygamber Kur’ân-ı vahiy katiplerine yazdırmış Kur’an’la karışmasını önlemek amacıyla hadislerin yazılmasını yasaklamış. Yalnız isitsina bir şekil olarak hafızasının zayıflığından şikayet eden sahabilere  Hz. Peygamber tarafından hadislerinin yazmabilirlerine izin verilmiştir. Bu dönemde hadisler semâ yoluyla alınıyorlardı, böylece hafızalarda kaydedilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. Yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir.

 

En çok fazla hadis rivayet etmiş sahabiler:

(Ebu Hureyre-5374 hadis, Abdullah b. Ömer-2630 hadis. Enes b. Malik -2286 hadis. Hz. Aişe-2210. Abdullah b. Abbas-1660 hadis. Cabir b. Abdullah -1540 hadis. Ebu Said el- Hudri-1170 hadis).

 

Tedvîn Dönemi: Bu dönem daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar içinde toplandığı dönemdir ve hicri 1. Asrın sonlarından 2. Asrın 1. Veya 2. Çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır.Böyle bir faaliyeti devlet eliyle ilk olarak başlatan kimse Halife Ömer b. Abdülazizdir. Bu tedvin eden ilk olan İbn Şihab’dır. Halifenin emrini ilk olarak yerine getiren ve hadislerin tedvininde önemli bir rol oynayan İbn Şihab ez-Zührî şöyle demektedir: “Ömer b.  Abdülaziz  bize  sünnetlerin  toplanmasını emretti. Ona defter defter yazdık. O da yönetimi altında bulunan her yere bu defterlerden birer  nüsha  gönderdi. Bu dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Muhammed Hamidullah , ilk dönemlerin yazma eserlerinin hemen hemen hepsinin Bağdad’ ın Moğollar tarafından istilası esnasında tahrip edildiğini kaydeder.

Tasnîf Dönemi: Tedvinden sonra hadislerin sistemli birer kitap hâline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Hicri 3. asırdan 4. asrın yarısına kadar sürer. Bu devir tasnif asrıdır, hadis edebiyatının altın çağıdır. Çünkü bu asırda sünnet ve sünnetle ilgili ilimler tam anlamıyla tedil ve tasnif edilmiş, hadis kitaplarının en değerlileri Kütüb-i Sitteler bu devrede telif edilmişlerdir. Tasnif yapan bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde “cami”, “sünen” ve “musannef ’ adı verilen türde hadis eserleri yazarken bazıları da hadisleri ilk râvileri olan sahabilerin adlarına göre sıralayarak “müsned” türünde kitaplar telif etmiştir.

Hadis Tasnifi Konu ve Râvilerine Bablanna Göre:

1. Cami: İnanç, ibadet, ahlak, adab, tefsir, tarih, yerlerin ve kişilerin fazileti gibi konularda rivayetleri içeren en kapsamlı hadis eserleri.
2. Musannef: Peygamberimiz, sahabe ve tabiînden gelen ahkâmla ilgili bütün rivayetleri fıkıh konularına göre sınıflandıran eserler.
3. Sünen: Ahkâma dair sadece Peygamberimizden gelen rivayetleri fıkıh konularına göre tertip eden eserler. Sünenler çoğunlukla temizlik konusuyla başlar, sonra sırasıyla ibadet, muamelat ve ukûbât konularına yer verirler.
4. Müsned: Hadisleri râvilerine göre sıralayan eserler. Sahabiler faziletlerine göre sıralanarak rivayet ettikleri hadisler isimlerinin altına yazılır.
5. Mu’cem: Hadisleri râvi adlarına, râvilerin yaşadığı şehirlere, râvilerin kabilelerine ya da müellifin hocalarının isimlerine göre tertip edilmiş eserlerdir.

Tehzîb Dönemi: 5. Asırdan günümüze kadar devam eden bir dönemdir. Bu döneme Şerh Dönemi söylenilebilir. Şerh bir şeyi açmak, açıklamak, genişletmek ve yorumlamak anlamlarına gelir. Hadisler bu dönemde çeşitli açılardan açıklanarak yorumlanmıştır. H.3. asırda rivayetler çeşitli hadis kitaplarında derlenmişti. Bu derlemelerdeki sahih hadisler seçilerek kütübü sitte gibi kitaplarda toplanmıştır. H.4. asrın sonunda bu eserleri anlamaya dönük çalışmalar yapılmaya başlandı. Bu şerhlerin başlıca konuları hadislerin senedlerindeki ravilerin cerh ve tadil bakımından durumlarının belirlenmesi, hadisin anlamının, garip ya ada birbirine zıt görünen kelmelerinin açıklanması ve hadislerden hükümler çıkarılmasıdır. İlk bağımsız şerh çalışması Hattabî’nin Me’âlimü’s-Sünen adlı eseridir. Ebu Davud’un Sünen’i üzerine yapılmıştır. Buhari ve Müslim’in sahihleri üzerine 100’e yakın şerh yapılmıştır. En meşhurları İbni Hacer el-Askalani’nin Buhari şerhi Fethu’l-Bari, İmam Nevevi’nin Müslim şerhi el-Minhac fi Şerhi Sahih-i Müslim b. Haccac’tır. İlk bağımsız şerh çalışması Hattabî’nin Me’âlimü’s-Sünen adlı eseridir. Ebu Davud’un Sünen’i üzerine yapılmıştır. Buhari ve Müslim’in sahihleri üzerine 100’e yakın şerh yapılmıştır. En meşhurları İbni Hacer el-Askalani’nin Buhari şerhi Fethu’l-Bari, İmam Nevevi’nin Müslim şerhi el-Minhac fi Şerhi Sahih-i Müslim b. Haccac’tır. Bu dönemde ilmî meseleler üzerinde çalışma tasnif ve yenilikler getirilmemiştir ve bu devirde hadis ilimlerini içine alan eseler telif edilmiş ve hadis ilimleri konusunda tedvin faaliyetleri iyice gelişmiştir.


 

FIKIH TARİHİ

 Fıkıh tanımı:

     Fıkıh, sözlükte bir “şeyi derinlemesine bilmek ve kavramak anlamına gelir. Istılahta,  fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer'î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. İmam Şafiî'ye nisbet edilen "Fıkıh, dinin ameli hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir".

 

 Fıkıh dönemleri:

 

1-      Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu): Bu dönemin 13 yılı Mekke 10 yılı da Medine’de geçmiştir. Mekke döneminde fıkhi hükümler azdır ve genel kural niteliğindedir. Medine dönemi ise fıkıh tarihi açısından önemlidir. Medine döneminin en belirgin özelliği fıkhi hükümlerin tedrici (aşama aşama) olarak konulmasıdır. Yani toplumun henüz hazır olmadığı bazı konularda hüküm, zaman içinde aşamalı bir şekilde konulmuştur.

 

2-    Sahabe Dönemi: Bu dönem Efendimiz (s.a.v) vefatı ile başlayıp hicri 2. asrın başına kadar olan zamanı kapsar. İslam değişik coğrafyalara yayılarak ve bunun tabii sonucu olarak çözülmesi gereken bir çok problem ortaya çıktı. Sahabelerden ehil olanlar Efendimiz’den öğrendikleri istişare ve içtihad metodlarıyla çözümler üretmeye başladılar.Sahabiler gittikleri şehirlerde Kur’an ve sünnete göre hüküm veriyorlardı. Bunlarda hükmünü bulamadıkları konularda kendi görüş (rey) ve içtihatlarıyla çözüm üretiyorlardı. Örneğin Kûfe’de ilmî faaliyetlerini sürdüren İbn Mesud, o çevrenin özel şartlarınıda göz önünde bulundurarak hüküm veriyordu. Çünkü sosyal ve kültürel çevre, ihtiyaçlar ve problemler 
farklıydı. Bu nedenle Kur’an ve sünnetten hareketle içtihatta bulunmuş, kendi görüş ve yorumlarıyla çözümler getirmiştir.

 

3-     Tabiun Dönemi: Tabiîler döneminde fıkıh ilmi önemli gelişmeler kaydetmiştir. Bu dönemde islam hukukçuları, naslara bağlı kalanlar (ehl’ül hadis) ve kıyasa başvuranlar (ehl’ür re’y) olarak ikiye ayrılmışlardır. Arap olmayan fıkıhçıların da ortaya çıkmaştır. Bu sebeplerle fıkıh konularında çeşitli ihtilaflara sebep olmuş, fıkıhçılar arasında anlaşmazlık ve tartışmalara sebep olmuştur. Bu dönemde fıkıh ekollerinin sayısı artmıştır. Bunların en meşhurları, hadisçilerin (ehlu’l-hadis) kalesi durumunda olan Medine Ekolü ile re’y taraftarlarının görüşlerini benimseyen Kûfe Ekolü’dür. 

 

4-    Tecdid Dönemi: Hicri 2. asırdan hicrî 4. asrın ortalarına kadar uzanan bu dönem İslam fıkıh ilminin ‘altın çağı’ olarak vasıflandırılmaktadır. Çünkü fıkıh ilmi bu dönemde; zirveye ulaşmış, yaygınlaşmış, fıkıh ilminin kendine özgü bir yöntemi oluşmuş ve hüküm elde etme yolları net bir şekilde çizilebilmiştir. Fıkıh ilmi bu dönemde canlanmış, olgunluk ve kemal derecesine ulşamıştır. Birey ve toplumun sorunları çözülmeye başlanmıştır. Fıkıh bilginleri yetişmiştir. Dört mezhebin yanı sıra Şia (İmamiye ve Zeydilik), Haricilik, Zahirilik yanında Hasan el-Basri, Evzai, Leys, Sevri, Süfyan b. Üyeyne, İbn Cerir et –Taberi, Ebu Sevr gibi alimlerin öncülüğünde fıkıh mezhepleri oluşmuştur. Bu dönemde taklid olmayıp ictihad yeteneği kazanan her öğrenci hüküm verebilmiştir.Çeşitli mezheplerin fıkhi görüşleri bir araya getirilerek eserler tedvin edilmiştir. İmam Malik (el Muvatta), İmam Şafiî (el Hucce, el Umm) eserlerini yazmışlardır.

 

5-     Taklîd Dönemi: Bu dönemde, karşılaşılan yeni problemlerin çözümü, daha önceki yazılan eserlerde yer alan hükümlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönem, daha önceki düşüncelerin tekrarlandığı, yazılmış eserlerin sadece şerh edildiği, yeni eserlerin pek yazılmadığı bir dönemdir.

 

Taklîd özellikleri:

• Mezhep taassubu. Her mezhep belli bir bölgede yayılmış ve o mezhebin görüşlerini anlatan eserler kutsal metinler gibi algılanmaya başlamıştır.
•Siyasî otoritenin belli mezheplerin yayılmasına izin vermesi.
• İlim açısından yeterli ve ehil (layık) olmayan kimselerin yargının başına getirilmesi.
• Mezheplerin görüşlerini belirten eserlerin tedvin edilmesi.
• Fetvâ konularında çok farklı görüşlerin ortaya çıkması. Böyle olunca fakihler mensubu olduğu mezhep imamının görüşünü nakletmeyi yeterli görmüştür.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


GİRİŞ
Tefsir, fıkıh ve hadis tarihinin başlangıcı Rasulullah hayatta iken nuzûl süreciyle başlar ve günümüze kadar devam eder. Bu disiplinlerin üçü de öğretmen-talebe ilişkisi ile ilk dönemden günümüze kadar gelişerek gelmiştir. Üç ilim de ilk dönemlerde şifahi ve rivayet yoluyla intikal ederken, kendi tedvin dönemlerinde yazıya geçirilmiştir.
Şifahi olmasının büyük önemi vardır. Nitekim yazının dezavantajları da çoktur. 

Bu disiplinlerin hepsi de İslâm’ın ana kaynağı olan Kurân’a ve ilk muhtaplarıyla (Rasul ve Ashab) arasındaki ilişkiye bağlı olarak gelişmiştir. Bununla beraber, zaman ve mekan değiştikçe sonraki nesillerin bu ilimlere yaklaşımı zorunlu olarak değişmiştir.

Kur’an ile Peygamber’in ilişkisi Sahabenin tefsir-hadis-fıkıh anlayışını teşkil etmiştir. Peygamber vefat edince kendilerine öğretmenlik görevi düşen Sahabe, gittikçe genişleyen İslam coğrafyasına muallim olarak tayin edilir ve müfessir-fakîh-muhaddis olarak eğitim verirler.Tabi’ûn neslini yetiştirdikten sonra, onlar da Tebe-i Tâbi’ûn kuşağını eğitmiştir. Dolayısıyla sonraki nesillerin metodolojisi Kur’an-Peygamber-Sahabe ilişkisini esas alarak geliştirilmiştir.

HADİS’in TARİHİ
Hadis, Sünnet’in rivayet yoluyla naklidir. Sünnet ise kavlî, fiilî ve ikrarî olarak Peygamber’in İslâm hakkında bütün davranışlarını kapsamaktadır. Onun kavli, fiili ve ikrarı ise belirleyicidir. 

‘Onun hayatı Kuran’ olması bakımından, onun yolu/hayatı/sünneti, hem tefsire hem de fıkıha temel teşkil etmektedir. Hadisler de onun sünnetinin nakli olması bakımından, hem tefsiri hem de fıkhı içermektedir. 

Kendisine ulaşamayanlar olacağını bilmesi hasebiyle kendisinin yerini alacak iki şey bırakıyordu:
Kuran ve Sünnet. İlki sadırlarda ve satırlarda nakledilirken diğeri için de ‘Burada bulunanlar sözlerimi bulunmayanlara nakletsin’ şeklinde şifahi olarak nakledilmesine teşvik etmişti. Nitekim yazılsa da şifahi naklediliyordu. Buradan anlaşılıyor ki ilk dönemde yazılanlar nakil değil ezber içindi.

‘Benden Kur’an’dan başka hiçbir şey yazmayınız. Şayet Kur’an’dan başka bir şey yazmış kimse varsa onu imha etsin. Ancak, benden rivayet edebilirsiniz, bunda hiçbir sakınca yoktur. Bir de her kim bana bile bile bana isnad ederek yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın.’

Bazılarına ise yazma izni verdiği de bilinmektedir. Belli ki bu yasak, Peygamber sözünün Allah kelamı ile karıştırılması endişesine dayanıyordu. Nitekim bu ortadan kalktıktan sonra zaman içerisinde hadisler (Sünnetin şifahi nakilleri) yazıya geçirilmiştir.

Ancak fitne olayları patlak verdikten sonra (h.35) bazı siyâsî ve itikâdi (havaric, rafiziyye) grupların kendi görüşlerine meşruiyyet kazandırmak için hadis uydurdukları görülünce tedbir olarak ‘isnad’ sistemi kullanılmaya başlamıştır. Burada hadisler artık bir usûlü iltizam etmeye başlamıştı. Cerh ve ta’dil ilminin hicri birinci asrın sonlarından yaygınlık kazandığını ise tabiun alimlerinden İsmail b. Uleyye (ö. 93/712) tarafından dillendirilmesi desteklemektedir.

TEFSİR’in TARİHİ

Gerek itikâdî, gerekse amelî ayetlerin tefsirini –mübeyyin göreviyle- Peygamber (s.a.v) verir, bazen ise ayân beyân olan nüzûl ortamı ayetin tefsiri olurdu. 

Bu açıdan sahabe, nüzul ortamını müşahede ettikleri için ayetlerin tefsirini (yani murâdullahını) en iyi bilenler, dolayısıyla müfessir idiler. 

Sahabe tefsir birikimini Tabi’ûn nesline (genelde şifahi) tefsir rivayetleri olarak teslim etmiştir. Bu dönemde ‘tefsir’: Ayetler ve iniş sebepleri arasındaki münasbeti bilmek/müşahede etmiş olmaktan ibaret idi. Dolayısıyla Sahabe’den öylece naklederler, kendileri tevil etmezlerdi. Aynı şekilde Tebe-i Tabi’ûn da tefsiri nakiller yoluyla yapmış aynı zamanda kitaplaştırmıştır.

Rivayet
Kuran’ı Kuran’la, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiûn sözleriyle açıklama şekline rivayet tefsiri denir. Bidayette rivayet etmek suretiyle başlayan bu tefsir metodu, Hz. Peygamber’den sahabeye, onlardan da tabiuna intikal etmiştir. Hicri ikinci asrın ortalarında başlayan ‘tedvin’ devri ile bu rivayetler eserlerde toplanmıştır. Aslen muhaddis olan kişiler ilk örnekleri hadis mecmualarının kitabu’t-tefsir bölümünde geçmektedir. Sonradan ise bunun üzerine müstakil tefsir eserleri telif edilmiştir (Taberi, Sa’lebi)

Tefsirin hadis ilmiyle olan münasebeti burada önem arzetmektedir. Nitekim tefsir, nüzul tarihi ile ilgili bilgileri veren tarih karakterli bilgilerden yararlanır. Hadis rivayetleri de ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için tefsire kaynaklık yapmıştır. Özellikle nasih-mensuh, sebeb-i nuzul ve ayetlerin iniş sırası buradan elde edilmektedir.

Dirayet tefsiri
Arap yarımadasının dışına çıkıldığında hudutların genişlemesiyle yabancı kültürlerle temasa geçinçe Arapça lisanını korumak için kaidelere ihtiyaç duyuldu. Böylece ‘dirayet tefsiri’ tam anlamıyla başlamıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, rivayet tefsirinde amaç bilginin intikali olsa da, bu eserler müelliflerin dirayeti ve metodundan soyutlanamaması doğaldır. 

FIKH’ın TARİHİ
İlk dönemde İslam’ın genel hükümleri Kur’an ve Peygamber tarafından belirlendi. Yani nüzûl döneminde sorular (yes’elûneke) veya ihtilaflar doğrudan kendisine arz ediliyor, vahyedilen Kur’an’la veya Peygamber’in hüküm koymasıyla sabit oluyordu. Hükümleri öğrenen sahabesine aynı zamanda istinbat metodunu öğretiyordu. Nitekim Muaz’a (r.a.) Kuran, Sünnet ve ictihad metodunu vermişti.

Vahyin sona ermesi ve Peygamber’in (a.s) vefatı ile yargı artık en ehil olan kişilere geçmişti. Teşrî tarihi sürecini ve Peygamber’in sünnetini müşahede eden Sahabe istinbat etmek için Kur’an’a, Sünnete, ictihada başvuruyorlardı. Sonraki dönemde ise fütuhat ve İslam coğrafyasının genişlemesi ile önceden mevcut olmayan yeni durumlarla karşılaşıldı. Arap dili zayıflamaya başladı. Yeni bir olay gördükleri zaman, benzeri bir olayı Kur’an/Sünnetten bulup onun hükmünü diğerine hüküm çıkarırlardı. Kıyas edecek bir hüküm bulamayınca İslam’ın gözettiği maslahatı göz önünde bulundurarak hüküm verirlerdi. Eğitimden geçen Tabi’un nesli de böyle devam ettirdi. Ancak şartların gerektirmesiyle önü açılan ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî hükük vermeye karşı tedbir alınması gerekliydi. Müctehid imamlar bu ilmi açıktan açığa bir metodolojiye göre yapmaya başladılar. Fıkıh ilminin kurallarını ilk kez müstakil bir eser halinde telif eden Muhammed b. İdris eş-Şafii’dir (h. 204). Fıkhın tedvin dönemi ise böylece başlamıştır. Bu bağlamda Şafii metoduna ‘mütekellimîn’ , Hanefilerin metoduna ise ‘hanefiyye’ denilmiştir.

Görüldüğü gibi sonraki dönemler fıkıh açısından Kur’an ve hadis birer kaynak teşkil etmektedir. Nitekim İlk muhatapların derin anlayış ve ince kavrayışını öğrenmek için bu iki kaynak zorunludur. Kuran’In öğrettiği değerlerin günümüze taşınması, tefsirin ortaya çıkardığı bu anlamların yorumlanması açısından fıkıh anlama faaliyetini kaldığı yerden devam ettirmiştir. İslam kültürünün bireysel ve kurumsal çerçevede işletilmesi için ahlak hukuk, siyaset vb alanlara dair temel Kur’ânî içerik ve değerlerin değişik zamanlara daha disiplinli bir şekilde taşınması ihiyacı söz konusuydu.

Kaynakça:
Ahmet Yücel, Hadis Tarihi
Tefsir usulu, İsmail Cerrahoğlu
İlitam Tefsir ilmi
Zekiyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları


0 Yorum - Yorum Yaz


HADİS ESERLERİNDE TEFSİR RİVAYETLERİ 1

MUKAYESELİ TARİHLER KIRAATİ HÜLASASI

Ayşe AYTEKİN

16912727

YÜKSEK LİSANS

 29/12/2016

Yirmi üç senelik bir uygulama süresi içinde tedricen indirilen Kur’an vahyi, bir taraftan muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken diğer taraftan da o toplumdan sonsuzluk alemine uzanan hayat çizgisinde fert ve cemiyetin muhtaç olduğu evrensel prensipleri koymuştur. Nihai amacı Allah’ın iradesi doğrultusunda insanları ıslah etmek olan Kur’an, kendi direktiflerini, emir ve yasaklarını beyan etmek için toplumun, daha geniş anlamda muhitin değer ve davranış biçimlerini, inanç motivasyonlarını ve toplumda meydana gelen ihtilaf ve problemleri de dikkate almıştır. İşte bu ilahi kaynak, Hz. Peygamber’e inzal edildiği andan itibaren hem hıfz hem de yazım yoluyla tespit edilmeye başlanmıştı. Çünkü Hz. Peygamber’in asli görevi, vahiy kanalıyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale getirmekti. Bu yüzden Allah Resulü, bir taraftan tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahabileri, Kur’an’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu. Ancak Hz. Peygamber nazil olan Kur’an vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü onu ne kadar insan ezberlerse ezberlesin hafıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber, ashabı Kur’an’ı ezberlemeye teşvik etmekle birlikte onun yazıya geçirilmesini de emrediyordu. Kaynakların kaydettiğine göre Hz. Peygamber tarafından vahiy katiplerine dikte ettirilen Kur’an metinleri, bizzat Allah Resulü tarafından tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu. Nitekim Hz. Ebu Bekir’in, Kur’an’ın toplanması esnasında Hz. Peygamber’in evinde çok sayıda yazılı metin bulup bunları iplerle birbirine bağlatmak suretiyle toplattığını gösteren rivayet de bu hususu destekler mahiyettedir.[1] Hz. Peygamber gelen vahiy metinlerini vahiy katiplerine kaydettirmiş sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde her ne kadar Kur’an’ı kitabeten derleme mümkün olmamışsa da tilaveten derleme tam ve mükemmel şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’an’ın kitap halinde derlenmesi Hz. Ebu Bekir devrinde yapılmıştır. Halife Hz. Ebu Bekir döneminde vuku bulan Yemâme savaşında Kur'an'ın nüzulüne tanık olmuş çok sayıda hafız sahabinin şehid düşmesi üzerine, 633 yılında, Hz. Peygamber'in vahiy kâtiplerinden hafız sahabi Zeyd b. Sâbit'e, Hz. Peygamber'in yazdırdığı Kur'an metinlerini, diğer hafız sahabilerin şahitliğine de başvurarak bir mushaf haline getirme görevi verilmiştir. Zeyd b. Sabit, sahabilerle istişare ederek yaptığı titiz bir çalışma sonunda muhtelif malzemelere yazılmış olan Kur'an metinlerini mushaf haline getirmiştir. Kur'an metni tertip edilirken ayetlerin iniş sıraları veya konu bütünlüğü esas alınmamış, baştan beri Hz. Peygamber tarafından öğretilen tilâvet sırasına riayet edilmiştir. Fütuhat faaliyetinin sınır tanımadığı III. Halife Hz. Osman döneminde, İslâm coğrafyasının genişlemesi dolayısıyla farklı bölgelerde Kur'an ayetlerinin farklı şekillerde okunması, özellikle ilk Müslümanlarla İslâm'a yeni girenler arasında ihtilâflara sebep olmuştur. Kısmen henüz sessiz harfleri birbirinden ayıran noktaların ve sesli harfleri gösteren harekelerin bulunmadığı Arap yazısının o günkü yetersizliğinden, kısmen de mahallî lehçe farklılıklarından kaynaklanan bu kıraat ihtilâfı, esasen Hz. Peygamber'in izin verdiği doğal bir durum olmasına rağmen, o günkü siyasî irade, muhtemel karışıklıkları gidermek amacıyla kıraat farklılıklarını en aza indirecek bir çalışma yapmayı öngörmüştür. Yine Zeyd b. Sabit'in başkanlığını yaptığı bir komisyon, birkaç yıl süren çalışması sonucunda, biri hilâfet merkezinde kalmak, diğerleri farklı bölgelere gönderilmek üzere, Hz. Ebu Bekir döneminde toplanan Mushaf'a istinaden muayyen sayıda resmî mushaflar hazırlamış ve söz konusu ihtilafları bertaraf etmiş ve Kur’an’ı daha önceki ilahi kitapların başına gelen tahrif ve tebdilden korumuştur. Bugün elimizde bulunan mushaflar işte bu mushafa dayanmaktadır.

Kur’an-ı Kerîm ayetlerini açıklamayı ve yorumlamayı ifade eden terim, Kur’an ayetlerini yorumlama ilmi ve bu alandaki eserlerin ortak adı olan tefsir; sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsir “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Kur’an-ı Kerîm’in yorumu için fesr ve aynı anlamda tefsire kelimeleri kullanılırsa da tefsir yaygınlık kazanmıştır. Tefsir kelimesinin maklub olduğu ve fesr ile benzer anlamlar taşıyan sefr kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Sefr kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın ortaya çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki perdenin kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir. İnsanın iç yüzünü, tabiatını ortaya çıkaran “sefer” de bu kökten gelmektedir. İlim olarak tefsir, Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Hz. Peygamber ve ashab ile başlayan bu faaliyet önceleri şifahi bir tarzda, hicri ikinci asrın ikinci yarısından itibaren de yazıya geçirilerek günümüze kadar devam edip gelmiştir. Kur’an mesajının anlaşılmasına yönelik bütün bu aktiviteler tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki buna, ‘’Tefsir Tarihi’’ denilmektedir.[2]

Kur’an gerek bireysel gerek toplumsal planda insanın bütün davranışlarına yön vermeyi esas almış, itikadi, ahlaki ve hukuki alanlarda getirmiş olduğu esaslarda her dönemde insanlığa yol göstermiştir. İşte bu sebeple söz konusu kitabın tefsir edilmesi elbette gereklidir. Tefsirin gerekliliği hususunda Nahl 16/44: ‘’ (O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.’’ ayeti gereği Kur’an’ın tefsir edilmesi istenmektedir. Bir diğer önemli husus ise Kur’an’ın Arapça bir dille gönderilmiş olmasıdır. Eğer Kur’an Arapça dışındaki diğer dillere tercüme ve tefsir edilmezse o zaman onu sadece söz konusu dili bilenlerin okuma ve anlamaları mümkün olacak, aksi durumda ondan yararlanmak imkansızlaşacaktır. Oysa ki Kur’an hem Hz. Peygamber’e hem de onun şahsında ümmetin bütün alimlerine ilahi mesajın tebliğ sorumluluğunu yüklemektedir. Bu tebliğin muhatapları içerisinde inanmayan insan toplulukları olacaktır. Bu nedenle Kur’an’ın pek çok dile tercüme ve tefsir edilmesi gereklidir. Ayrıca Kur’an’da manaları kolayca anlaşılabilecek nitelikte ayetler olduğu gibi manalarının anlaşılmasında harici delile ihtiyaç gösteren müteşabih ayetler de bulunmaktadır. Bunun yanında ism-i işaretler, ism-i mevsuller, zamirlerle işaret edilen şahısların kimler olduğu hususunu konu edinen müphem ayetler, zahiri itibariyle birbirine muhalif gibi görünen müşkil naslar, kısa ifadelerden ibaret olmaları sebebiyle lafzen delaletleri açık olmayan mücmel ifadeler de yer almaktadır. Bu nedenle söz konusu nitelikteki nasların tefsir edilmesi gerekmektedir. Bir diğer gereklilik ise Kur’an’da yer alan mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebi sanatların sırf Arapça bilgisiyle kavranamayacağı hususudur, bu sanatların yer aldığı nasları da tefsir etmek kaçınılmazdır. Bunlara ilave olarak, Kur’an’da yer alan bilimsel hakikatler içeren kevni(kozmolojik) ayetlerin gelişen fenni keşiflerden istifade ederek tefsir edilmesi son derece mühimdir. Kur’an, Müminlerin şahsi ve toplumsal hayatlarını düzenlemek amacıyla hükümler koymuştur, bu hükümleri yalnızca dilsel analizle ortaya çıkarmak çok zordur. Bunun için onu öncelikle kendi bütünlüğü içerisinde ele almak, ardından da Hz. Peygamber’in sahih sünnetinden, ashabın şahsi tercihlerinden ve esbab-ı nüzul rivayetlerinden, kısacası ilk muhatapların kültüründen yararlanmak suretiyle tefsir etmek gereklidir.

Hz. Peygamber bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’an’ın bölümlerini okuyor bir taraftan da manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu. Her ne kadar ilk muhataplar ana dilleri nedeniyle genel çerçeveye hakim olsalar da yine de Kur’an’ın bir kısım müteşabih lafızlarını ve ayrıntılarını anlamakta güçlük çekiyorlardı. Ashabın bu konuda müracaat ettiği rehber Hz. Peygamber’di. Hz. Peygamber kimi zaman ayeti okuyarak, kimi zaman ashaba soru sorarak, kimi zaman sözünü delillendirmek maksadıyla, kimi zaman da sahabilerin soruları üzerine Kur’an’ı tefsir ediyordu. Hz. Peygamber’in tefsir ettiği nasların miktarı konusunda farklı görüşler yer alıyor, Gazali ve Suyuti gibi alimler Hz. Aişe (ra) naklettiği bir hadisi, ‘’ Hz. Peygamber, Cebrail’in kendisine öğrettiği belirli ayetlerden başka Kur’an’dan bir şey tefsir etmezdi.’’, delil alarak Hz. Peygamber’in Kur’an’daki nasların bir kısmını tefsir ettiğini ileri sürerken, Ibn Teymiyye ise Hz. Peygamber’in Kur’an’daki ayetlerde tebliğ sorumluluğu olduğu (Nahl 16/44), ayetlerde geçen ‘’beyan’’ lafzının Kur’an’ın tamamını kapsıyor olması ve ashabın on ayet öğrenip manalarını kavrayıp onlarla amel etmedikçe, başka ayetlere geçmediklerini ifade eden rivayetleri delil göstererek Hz. Peygamber’in Kur’an’ın tamamını tefsir ettiğini ileri sürmüştür.

Kur’an tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin çok önemli bir yeri vardır. Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerine hakim olmaları ve Arap örf ve adetlere sahip olmaları tefsir çalışmalarına fayda sağlamıştır. Ayrıca onların, eski medeniyetlerin ve felsefi akımların tesirinden uzak yaşamaları nedeniyle zihinlerinin berrak ve dillerinin fasih oluşu tefsir ilmi açısından son derece önemlidir. Yirmi üç sene boyunca Kur’an’ın inişine şahit olan ve bu esnada meydana gelen olayları bizzat yaşayan sahabiler hem ilim hem de iman konusunda belli bir olgunluğa erişmişlerdi. Bu durum da onları, Hz. Peygamber’den sonra en güvenilir kaynak konumuna yüceltmiştir. Sahabiler Kur’an’ı ayet ayet baştan sona tefsir etmemişlerdi. Zira onlar, Kur’an’ın tümünü tefsir etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlak, müphem, müşkil ve mücmel lafızlarla sınırlıydı. Zaman zaman sahabiler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfıydı. Ahkâm ayetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi. Tefsir bu dönemde henüz tedvin edilmemişti. Ayetlerin nüzul sebeplerini açıklamışlardı. Zaten onların en önemli özelliği ayetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı. Sahabe Kur’an’ı tefsir ederken bazı yöntem ve kaynaklara başvurmuştur. Bunlar: Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri, Kur’an’ın Sünnetle tefsiri, şiirle istişhad etmek, Yahudi ve Hristiyan kültürleri ve kendi içtihatlarıdır. Gerek Hz. Peygamber, gerekse dört halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Resûlullah zamanında Muaz b. Cebel'in Yemen'e, Hz. Ömer döneminde de Abdullah b. Mes’ud' un Irak'a muallim olarak gönderilişi burada misâl olarak zikredilebilir. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı. İslâm dininin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzide bilginleri, tedris halkalarını kuruyor ve etrafına toplanmış olan tâbiûndan öğrencilerine Kur'an'dan anladıkları ve Hz. Peygamber’den öğrendikleri tefsiri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların yaşadıkları bir çok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'an'a sarılması, bazen yanlış ve bozuk tevillerle halkın yanıltılmaya çalışılması gibi nedenler, sahabeden bazılarının yaptığı üzere, Kur'an'ın tefsiri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mesuliyetinden korunmak gayesiyle tabiundan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur'an'ın ma'kul ve doğru bir şekilde tefsir edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabenin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur'ân ve hadis tedris ediliyordu. Bu tedris neticesinde genel olarak "Mevali" adıyla anılan ve Arap olmayan kişiler sahabeden ilim almışlar ve özellikle tefsir alanında temayüz etmişlerdir. Tabiîler içinde tefsir ve fıkıhta öne çıkan Nâfi', İkrime, Atâ, Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi şahıslar, tefsirde meşhur sahabilerin mevâlisi olarak anılmaktadırlar. İşte bu ve benzeri kimseler, eski din ve kültürlerinin de belli ölçüde tesiri altında kalarak, İslâmiyeti Araplardan farklı bir biçimde anlamışlar, bu anlayış farkları yüzünden tefsirde önemli hareketlerin başlamasında etkin rol oynamışlardır. Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları sahabiler, öğrencileri tabiîler olan mektepler oluştu. Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tabiundan meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu Mekke Medresesi, Medine Medresesi ve Kufe Medresesi’dir. Tabiiler, Kur’an’ı bir taraftan sahabilerden devraldıkları tefsir mirasına dayanarak rivayet yöntemiyle, diğer taraftan da dirayet metodunu kullanarak akli çıkarımlarda bulunuyorlardı. Bu medreselerde sahabilerden öğrendikleri bu usulleri uyguluyorlardı. Dolayısıyla söz konusu medreseler tefsir tarihi açısından oldukça önemli bir yere sahiptir.

Tarihte var olan tüm tefsir çalışmaları günümüze ulaşamamış olsa da bizlere ulaşan en eski tam tefsir, hicrî 150 yılında vefat eden Mukâtil b. Süleyman'a aittir. Ali b. Ebû Talha (ö. 143/760), Süfyân es-Sevrî (ö. 161/778), Yahya b. Sellâm (ö.200/815) gibi hicrî II. yüzyılda yaşamış kişilerce telif edilen bu ilk dönem tefsirleri, genellikle Mushaf tertibini esas alarak, sırasıyla âyetler hakkındaki rivayetleri nakletmektedirler. Hiç şüphe yok ki, tefsir ilminin doğduğu ilk dönemlerde, bu faaliyetle hedeflenen, tevarüs olunan bilgilerin daha geniş kitlelere ve gelecek nesillere intikal ettirilmesiyle sınırlıydı. Tefsir ilminin Kur'an'ı açıklama görevini üstlenmesi ise daha sonraki bir gelişmedir. Bu çerçevede ilk tefsir çalışmaları, el-Ferrâ (ö. 207/822) ve Ebû Ubeyde (ö. 2510/825) gibi dilcilere aittir. Onlar, kelimelerin ve terkiplerin anlamlarını açıklamayı amaçladıkları için, hemen her âyet hakkında söyleyecek şey bulmuşlar ve açıklamalarını Mushaf tertibini esas almak suretiyle sunmuşlardır. Bu yazım geleneği, bugün minnetle başvurduğumuz, değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Ta-berî'nin (ö. 310/922) Câmi'u'l-Beyân an Te'vîli âyi'l - Kur'ân'ı gibi eserlerin yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin "rivayet tefsiri" olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklanmaktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinî tahlillere, israiliyyat ve kelami-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde " dirayet tefsiri " olarak nitelenen eserler de, re'y ağırlıklı olmakla birlikte nakilden müstağni kalmamışlardır. Gerek rivayet tefsiri gerekse dirayet tefsiri olarak değerlendirilen klasik tefsirlerde, Kur'an'ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri olarak oluşan Kur'an'ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze'nin sureleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru'l-Hadîs'i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur. Tefsir literatürümüz, bu karakteristik yapısına rağmen, farklı ölçütlere başvurmak suretiyle değişik başlıklar altında tasnif edilmeye elverişlidir. Müfessirlerin uzmanlık alanına, ilmî tutumuna veya mezhebi eğilimine göre tasnifler de yapılmıştır. Bu tasniflerden başlıcalarını zikretmek, tefsir literatürümüzün muhteva zenginliğini ve çok renkliliğini göstermesi bakımından önemlidir: Fıkhî tefsir, kelâmî tefsir, işârî tefsir, lugavî tefsir, felsefî tefsir, Şiî tefsir, ilmî tefsir, edebî tefsir, içtimaî tefsir vb.

İslami ilimler Müslümanların Kur’an’ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dini ilimlerdir. Tefsir, hadis, kelam, fıkıh, siyer, tarih ve ahlak ilimleri bu ilimler arasındadır. Örneğin; Fıkıh ilmi, Kur’an’ın  uygulama  ile  ilgili ayetlerini, kelam  ilmi  ise  itikadi  konularla ilgili ayetlerini incelemektedir. Bu ilim dalları ayetleri incelerken öncelikle Hz. Peygamber’in  açıklama ve  uygulamalarına başvururlar.

Hadis ilmi Hz. Peygamber'in sözlerini, fiillerini ve tasviplerini ifade eden terim olmakla birlikte hadisleri tesbit, nakil ve anlamaya yönelik ilimdir. Hadis ilmi Hz. Peygambere ait olan söz, fiil ve takrirleri tespit ederek Kur’an’ın anlaşılmasında ilk ve en güvenilir kaynak  olan  sünneti  ortaya  koymayı amaçlar. Bu özelliğiyle de Temel İslam Bilimleri için vazgeçilmez bir kaynak  olma özelliği taşır. Hz. Peygamber hadislerin kaynağıdır. Onların öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret ona aittir. O, bu uğurda zamanın bütün iletişim araçlarını kullanmıştır. Fertlerle tek tek irtibata geçmeye çalıştığı gibi kalabalıkların bir araya geldiği panayır, bayram ve hac gibi toplumsal hadiselerde de insanlarla iletişime geçiyordu. Hz. Peygamber hicretten sonra bu faaliyetlerini artırarak devam etmiştir. Hz. Peygamber doğrudan ulaşamadığı kimselere aracılarla ulaşmıştı. Bu gayeyle civardaki kabilelere ve bölge sakinlerine dini öğreten kimselerle, elçiler göndermişti. Hz. Peygamber elçilerin bazısıyla dine davet mektupları da göndermişti. Elçiler gittikleri yerlerde Kur’an-ı Kerîm’in yanında Hz. Peygamber’in sünnetini de anlatıyorlardı. Hz. Peygamber, bu faaliyetlerinin yanında sünnetinin öğrenilmesi ve başkalarına ulaştırılması için sözlü teşviklerde de bulunuyordu. İlim öğrenmekle ilgili Hz. Peygamber’in birçok hadisi bulunmaktadır. Bunun yanında kendi sözlerinin öğrenilip öğretilmesini de emir ve tavsiye etmiştir. Bu hususta Hz. Peygamber’in; «Allah bizden bir söz işitip de onu başkasına ulaştırıncaya kadar muhafaza eden kimsenin yüzünü ağartsın. Zira birçok kimse, onu işitenden daha iyi korur.» sözü meşhurdur. Hz. Peygamber’in sünnetinin dindeki yeri ile onun öğrenilip öğretilmesi hususunda Hz. Peygamber’in gösterdiği gayretler, yaptığı teşvik ve tavsiyelerden hadis öğrenim ve öğretiminin dînî bir görev olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’in ilme verdiği önem ile ilk Müslümanların Hz. Peygamber’e olan sevgi ve bağlılıkları da bu hususta etkili olmuş olmalıdır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı sahabiler Hz. Peygamber’i büyük bir arzu ile takip etmiş, sözlerini duyup bellemiş, fiil ve davranışlarını gözlemlemişlerdi. Sahabiler Hz. Peygamber’den doğrudan duyamadıkları, göremedikleri şeyleri ise, duyan, gören arkadaşlarından sorup öğreniyorlardı. Sahabiler bu şekilde öğrenmiş oldukları hadisleri bazen aralarında müzakere eder ve yine aynı titizlik içinde başkalarına nakleder, öğretirlerdi. Bunun yanında hadislerin öğrenim ve öğretiminde hanım sahabilerin de payı büyüktür. Hanım sahabiler içinde ise, konumuzla ilgili olarak Ensâr denilen Medine’nin yerlisi Müslüman hanımlar ile Hz. Peygamber’in hanımlarının özel bir yeri vardır. Sahabe, Resûlullah’ın hadislerinin naklinde yapılacak hatanın onun adına yalan isnad etmek anlamına gelebileceği endişesini taşımaktaydılar. Bu sebeple bir taraftan Hz. Peygamber’den rivayette hataya düşmemek diğer taraftan da yapılan hataları düzeltmek amacıyla sistematik ve yaygın olmasa da bir kısım kurallar geliştirmişlerdi, hadis rivayetinde ihtiyatlı davranıyor, az hadis rivayet ediyor, hatalı rivayetleri düzeltiyor, hadisleri güvenilir ve ilk duyanlardan almaya çalışıyorlardı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Medîne’deki birçok sahâbî başka şehirlere yerleştiler. Onlardan bir kısmı ise halifeler tarafından İslam dinini öğretmesi için özel olarak gönderiliyordu. Fuad el-Jibâlî tarafından yapılan bir çalışmaya göre sahâbîlerin çeşitli şehir merkezlerine dağılımı şu şekildedir. Basra’da yaşayan sahâbîler, 335; Kûfe’de yaşayanlar, 335; Suriye ve Şam’da yaşayanlar 372; Hıms’ta 117; Filistin’de 40; Mısır’da yaşayanların sayısı ise 259 olarak belirlenmiştir. Sahabe ve büyük tabiilerin çoğunlukta olduğu hicrî birinci asrın ilk üç çeyreğinde hadislerin muhafaza ve naklinde yazmaktan çok ezberlemeye önem veriliyor, bunu kolayca gerçekleştirmek amacıyla da müzakere meclislerinin oluşturulması teşvik ediliyordu. Ancak bazı sahabi ve tabiilerin unuttuklarında hatırlamak amacıyla hadisleri yazdıkları da olmaktaydı. Tedvîn işlemini ilk başlatanların hadis yazan sahabiler olduğu söylenebilir. Bunlar o zaman kitap, sahîfe ve cüz gibi isimlerle anılırdı. Hadislerin korunması amacıyla yazıya geçirilmesine yönelik çalışmalara Tedvîn denmektedir. Hicrî ikinci asrın ilk yarısında tedvin faaliyeti öylesine yaygınlaşmıştı ki hemen her muhaddisin bir konuda hadis cüz’ü bulunmaktaydı. Tedvin dönemi, hadislerin kitaplar (divanlar) içinde toplandığı dönemdir. Bu dönemde en büyük gayreti İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124) göstermiştir. Bu nedenle ilmi (yani hadisi) ilk tedvin edenin o olduğu söylenmektedir. Tedvin döneminde (I. Asrın sonlarıyla II. Asrın birinci veya ikinci çeyreği) yazılan eserlerden hiç biri günümüze ulaşmamıştır. İmam Zeyd b. Ali’nin Müsned’i günümüze ulaşmıştır. Ancak bunun ona mı yoksa ravisi Ebû Hâlid’e mi ait olduğu tartışmalıdır. Hadislerin tedvini tamamlanınca, bunların sistemli bir kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkan verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı alimler, hadisleri konularına göre tasnif, etmeyi ve bu şekilde "Musannef" adı verilen türde eserler yazmayı denerken, bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahabilerin adlarına göre sıralayarak "Müsned" denen türde kitaplar te'Iif etmeyi tercih etmiştir. Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle birlikte Tirmizî ve daha geniş bir şekilde Râ-mahürmüzî'nin verdiği bilgiye göre; bu konuda ilk çalışmayı, genellikle’’el-Musannef’’diye anılan eserleriyle Mekke'de İbn Cüreyc (ö. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Râşid, Basra'da İbn Ebi Arûbe ile Rebî' b. Sabîh (Subeyh) Küfe'de Süfyân es-Sevrî, Medine'de Mâlik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mübarek, Rey'de Cerîr b. Abdulhamîd, Şam'da Velîd b. Müslim gibi muhaddisler yapmıştır.

Kur’an’ın doğru anlaşılması ve yorumlanmasında hadis ilmi, Kur’an’ı farklı yönleriyle inceleyen tüm İslam bilimlerini doğrudan etkileyen bir kaynak durumundadır. Hz. Peygamber Kur’an’ın ilk ve en yetkin müfessiri olduğuna göre Kur’an-ı Kerim’in yorumu ile ilgilenen “tefsir ilmi” nin öncelikle başvuracağı kaynağın hadisler olması kaçınılmazdır. Bunun içindir ki başlangıçta “rivayet tefsiri”, ayetleri yalnızca hadislerle tefsir eden bir yöntem olarak ortaya çıkmıştır. Hatta rivayet tefsiri müstakil bir ilim dalı hâline gelinceye kadar hadisin bir parçası olarak varlığını sürdürmüştür. Hadis ilminin kaynaklarından “cami” türündeki eserleri meydana getiren sekiz ana bölümden birinin “tefsir” olmasının sebebi de budur. Hadis ilmi, lügat çalışmalarından fıkha kadar uzanan ilmî ve edebî branşlara sadece kaynak olarak değil, aynı zamanda “usul/yöntem” bakımından da öncülük etmiştir. Hadis âlimlerinin sahih rivayetleri belirlemek için tespit ettikleri usul ve yöntemler, diğer İslam bilimleri tarafından farklı düzeylerde uygulanmıştır. Özellikle “isnat sistemi” hadisten alınmış ve diğer ilimlerde de kullanılmıştır. Bu nedenle hadis ilminin doğrudan ya da dolaylı etkilemediği hiçbir İslam bilim dalı yoktur. Hadis ilminin diğer İslam bilimleriyle olan ilişkisi tek yönlü bir ilişki değildir. Hadis ilmi bu bilim dallarının hemen hepsine kaynaklık etmekle birlikte kendisi de onlardan faydalanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in hadisleri, Kur'an'ın tefsirinde özellikle şu iki yönden öneme sahiptir: Birincisi: Kur’an-ı Kerim'de yer alan ilahî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an-ı Kerim'de, "namazın, vakitli olarak farz kılındığı" bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekatlarının sayılarını Hz. Peygamber açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da: "Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın." buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber hac farz olduğu zaman da ashabına: "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin." buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek ki hadis, Kur’an-ı Kerim'in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır. İkincisi: Hadisler, aynı zamanda Kur'an'ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt (şart) altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususileştirir. Örneğin; Kur'an, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınları açıkladıktan sonra: "... Bunlardan başkası size helal kılındı." buyurmuştur. Hz. Peygamber de: "Bir kadın; halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızı ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz." hadisi ile Kur'an'ın hükmünü tahsis etmiştir. Kur'an'ı insanlar için de en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimiz’dir. Kur’an-ı Kerim'i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Hz. Peygamber bu görevinin gereği olarak, Allah'ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur'an'ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.

Sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak" manasına gelen fıkıh kelimesi ilim, fehim gibi yakın anlamlı diğer kavramlara göre daha özel bir anlam taşır. Fakih de bir konuyu derinden kavrayan ve ince anlayış sahibi kimse demektir. Kur'an'da, hadiste ve İslam'ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı bu sözlük anlamı çerçevesinde kalmış olmakla birlikte, Kur'an ve hadisin İslam toplumunun iki temel bilgi kaynağı olması sebebiyle kelime genelde Kur'an ve hadis merkezli dini bilgiyi ve anlayışı ifade eden kavramlardan biri olarak kullanılmış, İslam toplumunda dini bilginin gelişip alt ilim dallarının oluşmasına paralel olarak daha sonra İslam'ın ferdi ve içtimai hayata dair ameli hükümlerini bilmeyi ve bu konuyu inceleyen bir ilim dalını ifade eden bir terim halini almaya başlamıştır. Kelimenin terim anlamının netleşmesi ise daha ileriki yüzyıllardadır. Fıkhın kaynağı ve fıkha tesir eden çevreler konusu araştırılırken doğuşla gelişmeyi ve buna bağlı olarak fıkhın devrelerini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Farklı iddialar bulunmakla beraber fıkhın doğuşunda, usul ve füru olarak ortaya çıkışında en önemli ve belirleyici kaynak vahiydir. Kur'an-ı Kerim ve kısmen de hadisler içinde ümmete intikal eden vahiy insan-Allah, fert-toplum arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde birinci kaynak olmuş, başka tesirler bu kaynağın süzgecinden geçtikten ve meşruiyet vasfını buradan aldıktan sonra İslami hayatı etkileyebilmiştir. Fıkhın ibadet, helal-haram konuları dışında kalan bölümleriyle bunlara dayalı kurumların İslam tarihi boyunca diğer kültür ve medeniyetlerden etkilenmiş olması ihtimalden uzak değildir, hatta sınırı tartışmalı da olsa vakidir.[3] Fıkıh ilminin oluşumunu tarihsel çerçevede ele alacak olursak altı dönemden söz edebiliriz. Bunlar: Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu), Sahabe dönemi, Tabiun Dönemi, Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi), Taklid ve Duraklama dönemi ve Kanunlaştırma Dönemidir. Hz. Peygamber döneminde bir meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri; Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz. Peygamber hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır. Bundan sonraki dönem Sahabe dönemidir, bu devre Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar 28 yıl devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar Müslüman olmuş, bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur. Ashab içerisinde yüz otuz küsur şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca reye başvuruluyordu. Rey ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır. Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır. Tabiun dönemi ise hicri 40 yılında başlar (Emevi Devleti’nin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti. Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir. Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevk etmiştir. Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir. Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır. Ayrıca bu alanda ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır. Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müçtehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir. Daha sonraki devir olan Tebeü’t - Tâbiîn (Müçtehid İmamlar Devri) ise hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir. Bu dönemin fıkhın altın çağı olarak adlandırılır. Ülkeyi yöneten Abbasi Halifelerinin din ilimlerine ve alimlere yakın ilgi göstermesi, İslam ülkesinin genişlemesi, çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışması, değişik örflerin değişik içtihadlara sebep olması ve böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmesi, kabiliyetli kişilerin bu ilimle meşgul olması, fikir ve içtihad hürriyetinin olması, tefsir, hadis, kıraat, fıkıh, fıkıh usulü gibi İslami ilimlerin tedvin edilmesi, ilmi seyahatlerin yapılması, fıkıh mezheplerinin ortaya çıkışı, farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. fıkhi ıstılahların doğuşu ve bunların alimler tarafından kullanılmaya başlanması ve ilmi münazaraların yapılması altın çağ başarısının nedenleri arasında sayılabilir. Bu dönemden sonra gelen ne yazık ki Taklid ve Duraklama Dönemi diye adlandırılan devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder. Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Taklit ve taassup içtihad faaliyetinin durmasına, içtihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir. Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır. Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müçtehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve içtihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir. Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği içtihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur. Son dönem olarak da Kanunlaştırma Dönemi Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. İçtihadın önemi günden güne artmış, içtihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır. Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır. İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır. Hem usul hem furu konularında içtihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

Fıkıh, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi, Kur'an'ın tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli usul ve kurallar dâhilinde inceler; ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar. Bu şekilde, Kur’an-ı Kerim'in ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir biçimde açıklar. Bu inceleme ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler üzerinde yapılan yorumlar fıkhî hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir. Fıkıh ilmi Kuran’ın hukuk ve ibadet ile ilgili ayetlerini yorumlar veya İslam’ın amelî hükümlerini  Kur’an’dan  çıkarmayı amaçlar. Fıkıh ilmi bunu yaparken öncelikle Kur’an’ın uygulama ile ilgili ayetlerinin Hz. Peygamber tarafından nasıl hayata aktarıldığını  gösteren  hadis  ilminin  verilerine  bakmak  zorundadır.  Nitekim Kur’an’da yer almayan bir meselenin hükmünün hadiste aranması sahabe devrinden bu yana Müslümanlar arasında yerleşmiş bir uygulamadır. Hadisleri göz ardı ederek hüküm çıkarmaya çalışmak kabul görmemiştir. Bu nedenle fıkıh, başlangıçta sünnetin uygulamasına bağlı olarak gelişmiş, sonraki dönemlerde de onun kopmayan bir parçası olmuştur.

Sonuç olarak, bütün bu İslami ilimlerin kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Farklı yöntemlere sahip olsalar da bu ilimlerin amacı, Kur’an’ı doğru anlamak ve Kur’an merkezli bir hayat oluşturmaktır. Bu bağlamda vahiy nüzulünü takiben ortaya çıkmış ve sonraki dönemlerde de büyük bir ivme kazanarak gelişen tefsir ilmi çok önemlidir. Tefsir ilmi sadece diğer ilimlerden yararlanmakla kalmayıp aynı zamanda Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatlarında çok önemli bir yeri olan İslami ilimlere malzeme sağlamıştır. Bu ilimler de elde etmiş oldukları malzemeyi kendi yöntemleriyle işleyip, Kur’an naslarıyla ilgili anlama sürecini tefsirin bıraktığı yerden devam ettirip toplumsal hayata uyarlamışlar ve bu nedenle bu ilimlerin ürettiği sonuçlar bağlayıcı görülmüştür. Tüm dini ilimlerin kaynağı ve gayesi ortak olması bağlamında Kur’an’ın doğru anlaşılması ve Kur’an eksenli bir hayat için altyapı hazırlamaya çalışan bu ilimler üzerlerine düşen görevleri yerine getirmeye çalışmaktadırlar.

 

 

 



[1] Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, M.Ü İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2015, s.15

[2] Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, M.Ü İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2015, s.11

[3] KARAMAN Hayreddin ’’Fıkıh’’ TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1994


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2023-2024 Arşivi
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi