Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

TARİH/USÛL MÜTALAASI    01.05.2016

Münür AKKUŞ 

Yüksek Lisans     2015/2016 BAHAR DÖNEMİ

Konu: TARİH/USÛL MÜTALAASI

A-GİRİŞ

 Hadis, fıkıh ve tefsir ilimlerinin tekevvün ve teşekkül (oluşum - gelişim) süreçlerinde birbirlerini etkilediklerini söylemek, durumun izahatında kifayetsiz kalacaktır. Bir ağaç gibi bu ilimlerin hepsinin başlangıçta yekvücut olduğunu, daha sonra birbirinden ayrışarak branşlara/ dallara ayrıldığını ve tarihin akışında aynı kaynaklardan- kök ve gövdeden- Kur’an ve sünnetten beslenmeye devam etiğini söylemek sanırız yanlış olmaz.

Usûl kelimesinin anlamlarını şöyle özetleyebiliriz;

-Asl kelimesinin çoğuludur.

-Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca

kaide ve delil anlamları da vardır.

-Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey

-Usûl  herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlar

Tefsir usulü bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

Fıkıh usulü müçtehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.

Hadis usulü rivayet olarak gelen hadislerin metin ve senedin inceleme kaideleri ve yöntemlerinin bütünüdür.

Bu ilim dalları arasında tabiîn döneminden sonra ayrışmanın başlamasında; alimlerin kabiliyet ve yönelimlerinin, siyasi, ekonomik ve toplumsal olayların, kültürel ve coğrafi unsurların etkin olduğunu belirtmek gerekir. İlim dallarının ayrışmaya başlaması neticesinde, doğal olarak bu ilimlere yönelik araştırma ilke ve metotlarıyla ilgili düşünceler de ortaya çıkmaya başlamıştır.

Usul yöntemleri geliştirilirken; ilim dallarında eser vermiş alimlerin eserleri incelenerek, ya kendi ifadeleri ile veya zımni olarak alimlerin tefsir fıkıh ve hadis eserlerindeki yöntemleri tespit edilmeye çalışılmış, bu ilkeleri evrensel hale getirme gayreti ile standartlar oluşturulmaya çalışılmıştır.

İlimlerin gelişim tarihleri ile usullerinin olgunlaşma süreçleri birbirinden ayrılacak durumda değildir. Zaten ilm-i usüller ana ilimlerin tarih içindeki gelişimlerini gözlemleyerek ilkelerini oluşturmuşlardır. Bu durumda ikisini birbirinden ayırmak mümkün olmamaktadır.     

Temel ilimlerin usullerinin tarihsel gelişimini farklı açılardan bakarak birkaç kategorilerde incelemek mümkündür:

*Kronolojik açıdan: Hicri birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü asırlar ve sonrası,

* Tekevvün süreci açısından: Oluşum, gelişim, açılım, daralma, dönüşüm dönemi,

*Coğrafi bölge olarak: Arabistan, Suriye, Horasan, Mısır, Endülüs, Hint, Irak, İran, Anadolu ve Batı, 

*Siyasi olarak: Hz. Peygamber dönemi, dört halife, Emevîler, Abbasiler, Fatımiler, Karahanlılar, Gazneliler, Memlûklüler, Selçuklular ve Osmanlılar olarak,

*İlim tedris yöntemi olarak: Hıfz, kitabet, tedvin ve tasnif dönemi olarak,

*Ferdi dönemler olarak: Hz. Peygamber dönemi, Sahabeler, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn ve sonraki dönem,

* Metodolojik açıdan: Oluşum, gelişim, sistemleşme, duraklama ve taklit dönemi gibi bir çok açıdan inceleyebiliriz.

Ayrıca bu bilimleri bakış açılarına göre ayrı ayrı ele alabileceğimiz gibi bir bütün içinde ve karşılıklı etkileşimleri bakımından da inceleyebiliriz. Ancak bu dönemleri birbirinden ayırmanın çok güç olduğunu ve bunların iç içe olduğunu, kesin sınırlar ile ayrılamayacağını da belirtmeliyiz.

Meselâ bir tefsire bir yandan mezhebi (meselâ Şiî) denirken öte yandan dirâyet tefsiri demek mümkündür. Sosyal tefsir kategorisi içinde yer alan bir tefsirin hem dirâyet hem rivayet yöntemlerini birlikte kullanması da mümkündür. Esasen konuya eleştirel biçimde bakıldığında tefsiri bölümlemenin teorik anlamda bazı sakıncaları olduğu görülür. Zira Kur’an bir gaye için gelmiştir, asıl gayesine göre anlaşılmalı ve o yolda tefsir edilmeye çalışılmalıdır.

Aksi takdirde tercih edilecek tefsir yöntemlerinin Kur’an’ın bu yönünü gölgede bırakması, onun amacı dışında bir sonuca ulaşılması söz konusu olabilir. Kur’an tefsirindeki en önemli prensip Kur’an’a ön yargısız yaklaşılması ve onun götürdüğü istikametin takip edilmesidir.

Kur’an ve İslami ilimlerle iştigal edenlerin kültürel mirastan faydalanırken şu hususu göz önünde bulundurmalarının önemli olduğunu düşünüyoruz;Âlimlerin düşüncelerinin ve eserlerinin kategorizasyonu, bizim onlara verdiğimiz anlam ve çıkarımların sonucudur.  Oysa âlimler, insanlığa söyleyecek sözü olan ve bunu bir görev addeden, belirli bir fikri olgunluğa ulaşmış zatlardır. Bu emeğe saygı duymak ve mahir bir sarraf edasıyla bıraktığı terekelerde gizli olan mücevheratı bulup çıkarmaya çalışmak her ilim talibinin minhâcı olmalıdır” 

Konumuzun söz konusu ilimlerin usullerinin tarihsel gelişimlerinin mukayesesini içermesi hasebiyle, her bir ilim dalını kendi içerisinde ve tarihi süreç içerisinde değerlendireceğiz.

B-TEFSİR VE USULÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ

Sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsir “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu için fesr ve aynı anlamda tefsire kelimeleri kullanılırsa da tefsir yaygınlık kazanmıştır. Tefsir kelimesinin maklûb olduğu ve fesr ile benzer anlamlar taşıyan sefr kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Sefr kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın ortaya çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki perdenin kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir. İnsanın iç yüzünü, tabiatını ortaya çıkaran “sefer” de bu kökten gelmektedir.

Tefsiri çeşitli tanımları bir araya getirerek şöylece tarif etmek mümkündür: “Sarf, nahiv ve belâgat gibi dil bilimlerinden; esbâb-ı nüzûl, nâsih mensuh, muhkem-müteşâbih gibi Kur’an ilimlerinden; hadis ve tarih gibi rivayet ilimlerinden; mantık ve fıkıh usulü gibi yöntem bilimlerinden yararlanılarak Kur’an’ın mânalarının açıklanmasını ve ondan hüküm çıkarılmasını öğreten ilim”

Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmış onlardan da tüm ümmete ve insanlığa mal olmuştur.

Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir.

Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır . Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır.

Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları görülmektedir. Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir. Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap şiirinden ve nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların halli için Arap tarihinden faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze çarpan en önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin (İsrâiliyat) kullanılmaya başlanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin yorumu için yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in Ehl-i kitap’tan gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması. Kur’an ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen bu rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde telif edilen tefsirlerde önemli bir yer işgal etmiştir .

İlk tam Kur’an tefsirini kaleme alan Mukatil b. Süleyman’ın eseri ikinci ve üçüncü nesildeki bu değişimi açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan İslâm toplumunda İsrâiliyat’ın sakıncalı görülmeyen kısmını kabullenme eğilimi tefsirin genişlemesini sağlayan önemli unsurlardan biri olmuştur.

İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b.Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek olanlar da vardır.

Tefsirde bir diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi âlimler mevcuttur.

İlk Müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür.

Onun takipçileri arasında Alkame b.Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaî gibi şahsiyetler vardır.

Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur.

Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukatil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları ve halka açık tefsir dersleri, gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları, gerekse kendilerine çokça başvurulan I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıl tefsir âlimlerinin değerlendirmeleri bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve nakledilmiştir; hatta bunlar tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Belki de bu sebeple İbnü’n- Nedîm el-Fihrist’inde tâbiînden ve tebeu’t-tâbiînden çok sayıda müfessirin tefsir rivayetlerini “Kitâbü tefsiri …” gibi başlıklar altında vermiştir. Bu durumda tefsirlerin tedvinini II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün görünmektedir.

Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen Müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen Müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi kabul görürken öte yandan Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen kaynaklar olarak görülmüştür.

Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam etmiştir. İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz  niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık halde bulunan tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için önemli bir hizmet görmüştür. Câmi u’l-beyân an tevîli âyi’l-Kur’ân adını verdiği eseri genellikle bir rivayet tefsiri olarak kabul edilse de iyi bir inceleme onun aynı zamanda dirâyet tefsirine ait pek çok unsur içerdiğini ortaya koyar. Nitekim son zamanlarda Taberî’nin tefsirinin dirâyet yönüne dikkat eden çalışmalar yapılmaktadır. Taberî’den sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Gayb’ını özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın küçük yerinde yayılması ile İranlıların, Türklerin, Türkistanlıların, Kafkas kavimlerinin, Hintli Müslümanların, Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in yazdığı çok sayıda tefsir meydana getirilmiştir.

Modern dönemde; İslâm dünyasının XIX. yüzyıldan itibaren yaşadığı sürecin ve geçirdiği değişimlerin Kur’an tefsiri alanında da birtakım yansımaları olmuş, tefsir literatüründe gerek şekil gerekse muhteva bakımından önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Kur’an tefsirine yeni işlevlerin de yüklendiği bu süreçte tefsir alanında klasik çizgiyi devam ettirmeye çalışanların yanı sıra yeni ihtiyaçları karşılamaya ve modern dönüşümlerin ortaya koyduğu problemleri cevaplandırmaya yönelik ürünler çağdaş İslâm düşüncesinin en aktif alanlarından birini oluşturmuştur.

Modern tefsir literatürünün dikkat çekici özelliklerinden biri pratik endişelerin ve sosyal, siyasal, ideolojik içeriklerin bu tür eserlerde klasik döne me göre çok daha ağırlıklı bir yere sahip olmasıdır. Bu literatürde İslâm’ın inanç esaslarına ve toplumsal düzenlemelerine yönelik eleştirilere cevap amacını taşıyan savunmacı bir üslûp ve siyasal, sosyal düşünceleri Kur’an tefsiri yoluyla meşrulaştırma çabası görülmektedir. Modern dönemde Müslümanların ilim geleneğine karşı mesafeli durarak modern bir İslâm anlayışı oluşturma çabaları Kur’an’ın yeniden yorumlanması konusuyla ilgilidir. Bu bağlamda klasik dönemde İslâmî ilimler hiyerarşisinde daha çok açıklayıcı ve yorumlayıcı fonksiyona sahip olan ve Kur’an’ı özellikle dil ve tarih açısından açıklamaya çalışan tefsire kelâm ve fıkıh gibi ilimlerin normatif bazı fonksiyonları da yüklenmek istenmiş, İslâm’ın inanç ve uygulamaya yönelik taraflarını doğrudan tefsirle temellendirme arayışları söz konusu olmuştur. Tefsir literatürünün muhatap kitlesinde ortaya çıkan farklılık da bu konuda önemlidir. Klasik dönemde tefsirler ilmî üslûp ve muhtevaya sahipken modern dönemde popüler seviyeye hitap eden çalışmalar artmıştır. Dikkat çekici bir diğer husus, Kur’an’ın tamamını tefsire dair eserlerin yanı sıra belli âyetlere ve konulara yoğunlaşan tematik tefsir tarzının yaygınlaşmasıdır.

Tefsir Usûlü Kaynakları

Tefsir usûlüne ilişkin ilk eserler, ilk önce tefsirlerin mukaddimeleri şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşerek ulaşabildiğimiz kadarıyla H. III. asırda kaleme alınmış olmalıdır. Aynı zamanda meşhur bir mutasavvıf olan Hâris el-Muhâsibî (ö.243/857)'nin "el-Akl ve Fehmu'l Kur'ân" adlı eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma olarak takdim edilmektedir. Daha sonraları Ali İbn İbrahim el-Hûfi (ö.430/1038) tarafından kaleme alınan "el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına bu sahadaki ilk eserdir diyenler de vardır.

Kronolojik olarak Tefsir Usulü Kaynakları

1.Haris el-Muhasibî(243/857), el-Akl ve Fehmu'l-Kur'an

2. Muhammed b. Halef el-Merzebân(309/921), el-Havî fî Ulumi'l-Kur'an

3. Ebu'l-Hasan el-Eşarî(324/935) el-Muhtezen fi Ulumi'l-Kur'an

4. Ebu Bekr el-Eribarî(328/939), Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân

5. Muhammed b. Ali el-Udvufî(388/998), el-İstiğnâ fi ulûmi'l-Kurân

6. Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfî(430/1038), el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur’an

7. Ebu Davut Süleyman b. Necah(496/1103), el-Beyânül-Câmi' li-Ulûmil-Kur'ân

8. Rağıb el-İsfehanî(503/1109), Mukaddimetü't-Tefsîr

9. Bedruddin Zerkeşî(794/1392) , el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an

10. Celaleddin es-Suyutî(911), el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an

3- HADİSİN VE USULÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ: 

Hz. Peygamberin söz davranış ima takrir gibi anlatım türlerinde ifade bulan ve sahabiler tarafından diğer insanlara aktarılan hadisler, önceleri sadece Resulullah’a has kılınmıştır.  Daha sonraları Bazı alimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahabe ve tabiinin şahsi beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber'e ait olan hadislere merfu, sahabeye ait olanlara mevkuf, tabiine ait olanlara da maktu adını vermişlerdir.

Sonraları merfu, mevkuf ve maktu terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi kullanılmaya başlanınca bir kısım alimler sadece merfu rivayetlere, bazıları da merfu ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir. Yine ilk devirlerde Resul-i Ekrem'in söz, fiil ve takrirleriyle birlikte sahabe ve tabiine ait her turlu haberi ifade etmek üzere eser kelimesi de kullanılmıştır. Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resulullah'ın söz, fiil ve takrirleri için kullanılması özellikle hadis alimleri arasında daha fazla kabul görmüştür. Sünnet ve hadisin çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber'in ahlakını, şemailini, peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıklarını da bu çerçeve içine alanlar olmuştur.

II. (VIII.)yüzyıldan itibaren hadisi ifade etmek üzere kullanılan terimlerden biri de ilimdir. İlk dönemlerde ilim kelimesinin kapsamına Kur'an, hadis ve fıkhın girdiği, fakat sonraları ilim sözüyle daha çok hadisin kastedildiği anlaşılmaktadır.

Hadislerin tedvinini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehit edilmesi olayından hemen sonra Havaric ve Galiyye gibi siyasi fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Murcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Muşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir.

Muhafazakar çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevk etmiştir. Özellikle Şia'nın kendi grupları, daha sonra Abbasi hilafeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatcilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslam aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvine taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir. Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz ravilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bid'atcıların rivayetlerinden kaçınmaya sevk etmiş  ve I. (VIII.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i Sünnet'e mensup ravilerin rivayetleri kabul görmüş, ehl-i bid'atın rivayetleri alınmamıştır (Muslim, "Mukaddime", 5). Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.

684-705 yılları arasında Emeviler'in Mısır valisi olan Abdulaziz b. Mervan'ın bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amaçıyla devlet adamlarının bile gayri resmi olarak hadis tedviniyle ilgilendiklerini göstermektedir. Abdulaziz b. Mervan, Bedir Gazvesi'ne katılan yetmiş sahabi ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesir b. Murre el-Hadrami'ye yazdığı bu mektupta,  Ebu Hureyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer sahabilerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir. Bu mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülaziz, ileri gelen alimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvin işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış alimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebu Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda alimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber'in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihab ez-Zuhri (o. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülaziz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir. Sahabe tarafından kaleme alınan sahifeler bir yana, bir tesbite göre I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir.

Hadislerin tedvini tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı alimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef" adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.

Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle beraber Tirmizi ve daha geniş bir şekilde Râmhurmuzî'nin verdiği bilgiye göre bu konuda ilk çalışmayı, genellikle el- Musannef diye anılan eserleriyle Mekke'de İbn Cureyc (o. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Raşid, Basra'da İbn Ebu Arûbe ile Rebi' b. Sabih (Subeyh), Kufe'de Sufyan es-Sevri, Medine'de Malik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mubarek, Rey'de Cerir b. Abdulhamid, Şam'da Velid b. Muslim gibi muhaddisler yapmıştır.

İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hazırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır. Yemenli muhaddis Ma'mer b. Raşid'in günümüze ulaşan el-Cami’ adlı eseri ilk tasnif mahsullerinin genel yapısı hakkında fikir vermektedir (bk. literatür).

II. (VIII.) yüzyılda tasnif edilen eserlerle III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında kaleme alınan hadis kitaplarının çoğunda Hz. Peygamber'in hadisleri sahabeye ait görüşlerden ve tabiinin fetvalarından ayrılmamıştır. Malik b. Enes'in el-Muvatta adlı eseri bu nevi teliflerin belirgin özelliğini taşımaktadır. II. (VIII.) yüzyılda sağlam hafızaları, güvenilir rivayetleri ve isabetli tenkitleriyle hadislerin daha sonraki nesillere aktarılmasını sağlayan diğer muhaddisler arasında Abdurrahman el-Evzai, Şu'be b. Haccac, Hammad b. Seleme, Leys b. Sa'd, Cerir b. Abdulhamid, İsmail b. Uleyye, Abdullah b. Vehb, Vekî’ b. Cerrah, Sufyan b. Uyeyne, Yahya b. Said el-Kattan ve Abdurrahman b. Mehdi bulunmaktadır.

Genellikle III. (IX.) yüzyılda hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre muhtelif sistemler uygulanmıştır. Bunların en yaygın iki şekli, hadislerin ravi adlarına (ale'rrical) ve konularına (ale'l-ebvab) göre tasnif edilmesidir. Hadislerin ilk ravisi olan sahabilerin adlarını esas alarak her sahabinin bütün rivayetlerini sağlamlık derecesine bakmadan bir araya getiren müsnedlerin ilk musannifleri olarak Esed b. Musa (o. 212/827), Ubeydullah b. Musa el-Absî, Yahya b. Abdulhamid el-Himmani, Musedded b. Muserhed ve Nuaym b. Hammad'ın adları zikredilmektedir. Bunların eserleri hakkında fazla bilgi bulunmamakla beraber Ebu Davud et-Tayalisî'nin (ö.204/819) el-Müsned'i ile Mekke'de kaleme alınan ilk müsnedler arasında sayılması gereken Abdullah b. Zubeyr el-Humeydi'nin (ö.219/834) el-Müsned'i, ve en hacimli hadis külliyatından biri olan Ahmed b. Hanbel'in (o. 241/855) el-Müsned'i günümüze ulaşmıştır.

Ravi adlarına göre tasnif edilen kitaplardan olan mu'cemlerde rivayetler sahabe adına veya mu'cemi tasnif eden muhaddisin hocalarının adlarına yahut ravilerin yaşadığı şehirlere göre tertip edilmiştir. Taberanî'nin üç mu'cemi bu türün en tanınmış örnekleridir. Konularına göre tasnif edilen, bu sebeple genel olarak "musannef' diye anılan hadis kitaplarının ilk örnekleri de Ma'mer b. Raşid'in el-Camfi ile Malik b. Enes'in el-Muvatta'ıdır. Bu türün III. (IX.) yüzyıldaki ilk örnekleri arasında Abdürrezzak es-San'ani’nin (o. 211/826-27) el-Musannef i ile Ebu Bekir b. Ebu Şeybe'nin el-Musannef’i gösterilebilir . III. yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak Kütüb-i Sitte kabul edilmektedir. Bunların içinde, sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhari ile Muslim'in el-Camiu'ssahih'leri Kur'an'dan sonra İslam'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Malik b. Enes'in el- Muvatta'ını veya Abdullah b. Abdurrahman ed-Darimi'nin es-Sünen'ini (el-Müsned) gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap İbn Mace'nin es- Sünen'idir. Diğerleri Ebu Davud'un es- Sünen'i, Tirmizi'nin es-Sünen diye de anılan el-Camii's-sahih'i ve Nesai'nin el-Mucteba diye de bilinen es-Sünen'idir.

Bu yüzyılda birçok muhaddisin yetişmesinde emeği gecen, hadislerle ravileri ve hadis kitaplarına dair tenkitlerinden faydalanılan diğer muhaddisler arasında Affan b. Müslim, Said b. Mansur, İbn Sa'd, Yahya b. Main, Ali b. Medini, İshak b. Rahuye, Ebu İshak el-Cuzcani, Ebu'l-Hasan el-İcli, Ebu Zur'a er-Razi, Baki b. Mahled, Ebu Hatim er-Razi, Ebu Zur'a ed-Dımaşki, İbn Ebu Asim ve Bezzar'ın adları sayılabilir.

III. (IX.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili çalışmalar da yapılmış olup Ebu Ubeyd Kasım b. Seliam'ın kırk yılda meydana getirdiği Garibu'l-hadis adlı eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmelidir. Daha sonra da bu türde pek çok kitap yazılmıştır.

IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahi rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı alimler IV. yüzyılın başını mutekaddimin döneminin sonu, muteahhirin devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir. Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebu Ya'la el-Mevsıli'nin (o. 307/919) el-Müsned'i sahabeye ait birçok haberi de ihtiva eden önemli bir kaynaktır. İbn Cerir et-Taberi, orijinal bir çalışma olan Tehzibu'l-asar'ında aşere-i mubeşşere, Ehl-i beyt ve mevalinin müsnedleriyle İbn Abbas'ın müsnedinin bir bölümünü bir araya getirmiş; hadislerin tariklerini, illetlerini, alimlerin bu hadisler hakkındaki ihtilaflarını ve sonunda da kendi tercihini belirtmiştir. İbn Huzeyme de bugün tam nüshası elde bulunmayan es-Sahin’ini tasnif etmiştir. Ebu Avane el-İsferayini, el-Musnedu'l-muhrec 'ala Kitabi Muslim b. el-Haccac, İsmailî de el-Mustahrec adlı eserleriyle yeni bir tasnif türü olan "müstahrec" çalışmalarını başlatmışlardır. Daha sonra Sahih-i Buhari ve Sahih-i Muslim üzerine çeşitli mustahrecler hazırlanmıştır. Ebu Ca'fer et-Tahavi, seçtiği ahkam hadislerini değerlendirdiği Şerhu Me'ani'l-asar'ını, İbn Hibban, daha önceki hadis kitaplarından tamamen farklı bir tertipte hazırladığı el-Müsnedu'ssahih'ini, Taberani, hocalarının adlarına göre tertip ettiği el-Mu'cemu'l-evsat ve el-Mu'cemu'ssağir adlı eserlerinden daha hacimli olup sahabe adlarına göre alfabetik olarak tasnif ettiği el-Muccemu'l-kebir"i, Darekutni, hadislerin farklı rivayetlerine büyük ölçüde yer verdiği es-Sünen'ini ve Hakim en-Nişaburi el-Mustedrek ale's Sahihayn adlı eserini meydana getirmiştir.

IV. yüzyılda daha sonraki çalışmalara kaynaklık eden önemli dirayet kitapları da telif edilmiştir. İbn Ebu Hatim'in, ravileri bütün yönleriyle tanıyan hadis münekkidi babası Ebu Hatim er-Razi ile hocası Ebu Zur'a er-Razinin görüşlerine dayanarak kaleme aldığı, hem sika hem de zayıf hadis ravilerinin tenkidine dair ilk eserlerden biri olan el-Cerh ve't-ta’dil’i; Ramhurmuzi'nin derli toplu ilk usul-i hadis çalışması olduğu kabul edilen el-Muhaddisü 'l-fasıl beyne 'r-ravi ve 'l-va'i adlı eseri; İbn Adi'nin, zayıf raviler hakkında munekkitlerin görüşlerini aktardığı ve bu ravilerin rivayetlerinden örnekler verdiği el-Kamil fi du'afaî’r-rical'i; Hattabi'nin, önce Ebu Davud'un es-Sünen'ine Mecalimu's- Sünen, ardından Buhari'nin el- Camiu's-Sahih'ine İ'lamu's-Sünen adıyla yazdığı sahasında ilk çalışmalar olarak kabul edilen hadis şerhleri; Halef el-Vasıti’nin etraf kitaplarının ilk örneklerinden olan Etrafu's-Sahihayn'i ile Ebu Mes'ud ed-Dımaşki'nin Etrafu’s-Sahihayn’i, Hakim en-Nişaburi'nin usul-i hadise dair ilk ve önemli kaynaklardan biri olan Ma ' r i f e t u "ulumi'l-hadis'i bu tür eserlerdendir.

V. (XI.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmaların temel özelliği değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler devam etmiştir. Bu yüzyılın başlarında Ebu Nuaym el-İsfahani (o. 430/1038) el-Müsnedu'l- mustahrec a’la Sahihi Muslim adlı eseriyle sahabenin hayatına dair Ma'rifetu's- sahabe'sini, Mısırlı muhaddis ve tarihçi Kudai, hadislerden kolayca faydalanılmasını sağlamak amacıyla kısa metinli 897 hadisi yarı alfabetik olarak sıraladığı Şihabu'l-ahbar'ını (Bağdat 1327) yazmıştır. Hadise dair çeşitli eserleri bulunan Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki es- Sünenu'l-kübra'da diğer hadis kitaplarında bulunmayan pek çok hadisi, sahabe ve tabiin sözlerini muhtelif rivayetleriyle birlikte bir araya getirmiş; Ma'rifetu's- sünen ve'l-asar adlı eserinde de Şafıi fıkhının dayandığı 20.881 hadisi, sahabe ve tabiin sözünü toplamıştır. Endülüslü muhaddis İbn Abdulber en-Nemeri, bütün sahabilerin hayatını yazmak amacıyla başladığı el-İstiab fi marifeti'l-ashab'da mükerrerleriyle birlikte 4225 kadar sahabiye yer vermiş; Cami'u beyani'l-ilm'de ilme ve ilim tahsiline dair Hz. Peygamber, ashap, tabiin ve daha sonraki alimlerin tavsiye ve tecrübelerine dair rivayetleri senedleriyle birlikte derlemiş; fıkhu'l-hadise de büyük yer verdiği et-Temhid lima fi'l-Muvatta' mine'l- me'ani ve'l-esanid'de İmam Malik'in el-Muvatta'ını şerh etmiştir. Dirayetu'l- hadisin çeşitli dallarında eser veren Hatib el-Bağdadi hadislerin yazılmasıyla ilgili Takyidu'l-İ’lm, hadis öğrenim ve öğretim usullerine dair hemen hemen yarısı merfu olan 1924 rivayeti ihtiva eden el-Cami’ li-ahlak’ır-ravi ve usul-i hadisin önemli kaynaklarından biri olan el-Kifaye fi İ’lmi'r-rivaye adlı eserlerini yazmıştır. Buhari ile Muslim'in el-Camiu's-sahih'leri, özellikle el-Cem' beyne's-Sahihayn adlı eserlerde ve okuma kolaylığı sağlamak için genellikle senedleri zikredilmeden alfabetik şekilde veya müsned tertibinde bir araya getirilmiş, Humeydi müsned tarzındaki el-Cem' beyne’s-Sahihayn adlı kitabıyla bu türün en güzel örneğini ortaya koymuştur.

V. (XI.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli hadis kitaplarından seçmeler yapmak, hatta bütün hadisleri bir araya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda derleme eserler kaleme alınmıştır. Geniş kapsamlı hadis kitapları tasnif etme gayretleri arasında Hasan b. Ahmed es-Semerkandinin (o. 491/1098), İslam dünyasında bir benzerine rastlanmadığı ve 800 cüz içinde muhtemelen mükerrer rivayetlerle birlikte 100.000 hadis ihtiva ettiği belirtilen Bahru'l-esanid fi sıhahi'l-mesanid adlı eserinin önemli bir yeri vardır. Ancak bu eser günümüze kadar gelmemiştir. Ferra el-Begavi'nin (o. 516/1122) 4931 (veya 4719) hadis ihtiva eden Mesabihu's-sünne adlı eseri yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi görmüştür. Begavi, Kütüb-i Sitte başta olmak üzere güvenilir hadis kaynaklarından senedlerini çıkararak seçtiği hadisleri önce konularına göre sıralamış, ardından Buhari ile Muslim'in veya bunlardan birinin sahihlerine aldığı hadisleri "sıhah" başlığıyla, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve Darimi'nin sünenlerine aldıkları hadisleri de "hisan" başlığıyla bir araya getirmiştir. Bu eser üzerinde çoğu şerh olmak üzere muhtelif çalışmalar yapılmış, Hatib et-Tebrizi, Mesabih'in kaynaklarında bulunduğu halde Begavi'nin eserinde yer almayan 1350 hadisi üçüncü bir babda toplayarak eserine Mişkatu'l- Mesabih adını vermiş, bu çalışma da büyük rağbet görmüştür. Endülüslü muhaddis Rezin b. Muaviye es-Sarakusti (o. 535/1140), İbn Mace'nin es-Sünen'i yerine İmam Malik'in el-Muvatta'ını koyarak Kütüb-i Sitte'deki hadisleri et-Tecrid li's-sıhah ve's-Sünen adlı eserinde toplamış, bu eseri yetersiz gören Mecduddin İbnu'l-Esir kitap adlarını alfabetik sıraya koyarak eseri yeniden tertip etmiş ve çalışmasına Cami'u'l-usul li-ehadisi'r-Resul adını vermiştir. Bu arada Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi de Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inin büyük bir kısmı ile Buhari, Muslim ve Tirmizi'nin el- Cami'u's-sahih'lerini müsned tertibine koyarak Cami'u'l-mesanid ve'l-elkab adlı yedi ciltlik eserini meydana getirmiştir.

VII. (XIII.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde hadis rivayeti geleneği eskiye göre azalarak devam etmiş, bu arada İbnu's- Salah eş-Şehrezuri, Ulumu'l-hadis olarak da bilinen ve usul-i hadis çalışmalarının mihverini teşkil ederek yüzlerce çalışmaya konu olan Mukaddime'sini  kaleme almıştır. Radıyyuddin es-Sagani'nin, Sahih-i Buhari ile Sahih-i Muslim'- den seçtiği 2267 merfu hadisi senedlerini vermeden yarı alfabetik sıra ile topladığı Meşariku'l-envari'n-nebeviyye adlı eseri uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur. Hadis alanındaki telifleriyle bilinen Munziri, büyük rağbet gören et-Terğib ve't-terhib'ini pek çok kitabı taramak suretiyle meydana getirmiştir. Bu yüzyılın en velud alimlerinden olup usul-i hadis alanında da önemli eserler yazan Nevevi, el-Minhac fi şerhi Sahihi Muslim'den başka daha çok ictimai ve ahlaki mahiyetteki hadisleri ihtiva etmesi sebebiyle günümüzde de elden düşmeyen Riyazu's- salihin adlı eseri, dua ve zikir konusundaki hadisleri bir araya getiren el-Ezkar'ı tasnif etmiştir. Özellikle ravilere ve tanınmış şahsiyetlere dair kaleme aldığı pek çok kitabıyla bilinen Zehebi de (o. 748/1348) Tezkiretu'l-huffaz, zayıf ravilere dair Mizanu'l-i'tidal ve tanınmış muhaddislere dair Siyeru A’lami'n-nubela'adlı kitapları yazmıştır. Ebu'l-Fida İbn Kesir'in Kütüb-i Sitte, Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'i, Taberaninin üç mu'cemi, Bezzar ve Ebu Ya'la el-Mevsılinin müsnedlerini esas kabul ederek kaleme aldığı, fakat gözlerini kaybettiği için Ebu Hureyre'nin bir kısım rivayetlerini derleyemediği, bununla beraber 35.463 rivayeti bir araya getirdiği Cami'u'l-mesanid ve's-Sünen el-hadi li akvemi sünen adlı eseri büyük bir gayretin mahsulüdür. Suyuti, Cemı’l-cevami'i ile İbn Kesir’in başlattığı çalışmayı daha ileriye götürmüştür.

IX. (XV.) yüzyılın dikkate değer çalışmalarından biri "zevaid" kitaplarının tasnifidir. Nureddin el-Heyseminin (o. 807/ 1405) Mecm’u'z-zevaid'i, Mısırlı muhaddis Ahmed b. Ebu Bekir el-Busiri’nin pek çok zevaid çalışması, asrının yegane hadis hafızı olarak bilinen İbn Hacer el- Askalani’nin, Ahmed b. Hanbel'in de aralarında bulunduğu tanınmış sekiz muhaddisin müsnedlerinde bulunmakla beraber Kütüb-i Sitte'de yer almayan hadisleri bir araya getirdiği el-Metalibu'l aliye'si bu türün örneklerindendir. İbn Hacer'in hadisle ilgili yüzlerce telifi arasında Fethu'l-bari bi-şerhi Sahihi'l-Buhari  ile el-İsabe fi temyizi's-sahabe   adlı eserleri özellikle kaydedilmelidir.  Halk arasında yaygın olan hadisleri, hadis diye bilinen hikmetli sozleri ve mevzu hadisleri bir araya getiren Muhammed b. Abdurrahman es-Sehavfnin (o. 902/1497) el- Makasıdu'l-hasene'si ile İsmail b. Muhammed el-Aclunî’nin (o. 1162/1749) kaleme aldığı, bu eseri de ihtiva eden aynı konudaki geniş eseri Keşfu'l- hafa ve muzilu'l-ilbas a’mme'ş-tehere mine'l-ehadisi a’la elsineti'nnas adlı kitabı önemli çalışmalardır. Çeşitli eserleri yanında hadis derlemeciliğiyle de tanınan Suyuti’nin, 200.000 civarında olduğunu tahmin ettiği bütün hadis rivayetlerini bir araya getirmek amacıyla, bir kısmı günümüze ulaşmayan yetmiş bir kaynağı tarayarak kaleme almaya başladığı, ancak vefatı sebebiyle tamamlayamadığı Cem'u'l-cevami’ adlı eseriyle, bu eserden seçtiği ve alfabetik olarak sıraladığı kısa metinli 10.000 hadisi ihtiva eden el-Cami'u 's-sağir'i bu dönemin önemli hadis çalışmalarıdır. Muttaki el-Hindi'nin Kenzu'l-'ummal fi Süneni'l-akval ve'l-efal’i hadis metinlerini ihtiva eden en hacimli kitap sayılabilir. Eserde, Suyuti'nin adı gecen iki çalışması ile Ziyadetu'l-Cami's-sağir'indeki hadisler kitap ve bablara göre sıralanmış, ardından bu kitaplar adlarına göre alfabetik sıraya konmuştur.

Hadis Usûlu Kaynakları:

A. Mütekaddimun'a ait eserler:

1. Ramehurmuzi(h.360), el-Muhaddisul-Fasıl

2. Hakim en-Neysaburi(h.405), Ma'rifetu Ulumi'l-Hadis

3. Hatib el-Bağdadi(h.463), el-Kifaye fi İlmi'r-Rivaye

 

 

B. Müteahhirun'a ait eserler:

1. Kadı İyaz(h.544), el-İlma'

2. İbnu's-Salah(h.643), Ulumu'l-Hadis

 

Ulumu'l-Hadis üzerine yapılan çalışmalar:

a. İmam Nevevi(h.676), et-Takrib; İ.Nevevi Ulumu'l-Hadis'i "İrşad" ismiyle ihtisar etmiş. Sonra bunu da ihtisar edip "et-Takrib ve't-Teysir" ismini vermiştir. "Takribu'n-Nevevi" ismiyle meşhurdur.

b. İbn Kesir(h.774), İhtisaru Ulumu'l-Hadis

c. İbn Hacer(h.852), Nuhbetü'l-Fiker; Ulumu'l-Hadis'in ihtisarı. İbn Hacer daha sonra bu eserine de bir şerh yazar: Nüzhetu'n-Nazar fi Tavdihi Nuhbeti'l-Fiker

 

3. Suyuti(h.911), Tedribu'r-Ravi; Suyuti'nin, Nevevi'nin Takrib'ine "Tedribu'r-Ravi fi Şerhi Takribi'n-Nevevi" ismiyle yazdığı şerh.

4. Sehavî(h.902), Fethu'l-Muğis

5. Zeynuddin el-Irakî(h.806), Fethu'l-Muğis

6. Cemaleddin Kasımi(m.1914), Kavaidu't-Tahdis

7. Tahir el-Cezairi(m.1920), Tevcihu'n-Nazar

8. Ahmed Muhammed Şakir, el-Baisu'l-Hasis

4- FIKIH VE USULÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ 

Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler ve nesiller, bazan da siyasi, sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı fıkhın dönemleri Hz. Peygamber, sahabe, Abbasiler, Selçuklular, Moğol istilasından Mecelle'ye ve Mecelle'den günümüze kadarki devirler şeklinde bir sıralamaya tabi tutulmuştur.

Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten önce Mekke'de gecen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlak konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resul-i Ekrem'in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine'de ise İslam Allah-fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza, muhakeme usulu, muamelat, devletler arası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm ve kaideler konulmuştur.

Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya çıkıyordu,

a) İlahi hükmün açıklanmasını gerektiren bir olay meydana geliyor veya soru soruluyor bunun üzerine ya bir ayet nazil oluyor yahut hüküm Hz. Peygamber'e bildiriliyor, o da kendi sözü ve üslubu ile (sünnet) hükmü açıklıyor, uyguluyordu. Bazan vahiy de gelmiyor, Resul-i Ekrem Allah'ın iradesiyle ilgili irfan ve tecrübesine dayanarak (içtihad) bir uygulamada bulunuyor, eğer hata ederse Allah tarafından tashih ediliyordu. Kur'an-ı Kerim'de "yes'elunek" (Senden soruyorlar) ifadesi on beş yerde geçmektedir ve bunların sekizi fıkıh konularıyla ilgilidir. İki yerde de "yesteftunek" (Senden dini hükmü açıklamanı istiyorlar; en- Nisa 4/127, 176) ifadesine yer verilmiştir. Esbab-ı nüzul kitaplarında vahyin gelmesine ve dini hükmün açıklanmasına sebep olan birçok örnek hadise zikredilmektedir.

b) Bir olay veya soru beklenmeden ilahi plandaki yeri ve zamanı geldiği için bazı hükümler doğrudan bildiriliyordu. Çünkü İslam'ın amacı yalnızca belli bir sosyokültürel düzeydeki toplumun ihtiyaçlarını karşılamak değildi; İslamiyet hem muhatabı olan toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor, onları geliştiriyor, hem de evrensel hüküm ve değerler getiriyordu.

Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır: Tedric, kolaylık ve nesih. Tedric hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulması, böylece hem toplumun hazırlanmasına hem de yeni hükümlerin toplum tarafından özümsenmesine imkan verilmesi, sonuçta derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek teşriin

tamamlanmasıdır. Zaman acısından tedriç yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar halinde tamamlanma bakımından namaz, zekat, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri ilgi çekicidir.

Kolaylık ise yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak dinle muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, tekâmül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme ve kolaylaştırmayı esas almaktır.

İbadetlerin günün kısa sayılabilecek parçalarına dağıtılması, insanların tabii ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mubah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı, yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma halinde haramların mubah hale gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir. İslam alimleri arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin önce konup sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir.

Fıkhın usul ve füru kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okutulması, kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber gerek usulün gerekse füruun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur'an-ı Kerim yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde düşünme, kafa yorma (içtihad: kıyas, istidlal), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icma) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu kaynakların ilk ikisi tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise ya kullanılmış veya ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Ayet ve hadisler ibadetler, aile hayatı, ictimai hayat, beşeri münasebetler, fert-toplum ilişkisi, devletler arası ilişkiler gibi ferdi ve ictimai hayatın her alanında bazan genel hüküm ve ilkeler, bazan da özel ve ayrıntılı hükümler koyarak sonraki dönemlere olcu ve örnek olabilecek yeterli açıklamayı getirmiş, bu yönüyle İslam teşriinin çatısı Hz. Peygamber döneminde tamamlanmıştır. Ayetlerin acık ve doğrudan hüküm getirmesi esas alındığında fıkıhla ilgili ayet sayısı 200 civarındadır. Ancak çeşitli istidlal yollarıyla ulaşılabilen hükümler göz önüne alındığında bu sayı artmaktadır. Mesela Ebu Bekir İbnu'l-Arabi'nin Ahkamu'l- Kur'an adlı eseri fıkhi hükümler getiren ayetlerle ilgili olup eserde yaklaşık 800 ayet üzerinde durulmuş, bunlardan çeşitli hükümler çıkarılmıştır. Fıkıh kaynağı olarak sünnet Kur'an'ın açıklanması gereken ayetlerini açıklamakta, temas etmediği konularda doldurulması gerekli boşlukları doldurmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'de genel çizgileriyle anlatılan iman ve İslam konularının, namaz, oruç, hac, zekat gibi temel ibadetlerin vb. hükümlerin geniş açıklamaları ve uygulama örnekleri sünnetin açıklama görevinin; fıtır sadakası, vitir namazı, bazı cezalar, kadının hala ve teyzesinin ikinci eş olarak alınmasının yasaklanması, evcil eşek etinin haram olması, oruç bozmanın kefareti gibi yüzlerce örnek de boşlukları doldurma fonksiyonunun görüldüğü alanlardır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin tesbitine göre fıkıh hükümlerine esas teşkil eden hadislerin sayısı, aynı konudaki farklı veya mükerrer rivayetler haric tutulursa 500 civarındadır; bu temel hükümlerle ilgili hadisleri açıklayan, tafsilat veren, kayıt ve şartları bildiren hadislerin sayısı ise 4000'e ulaşmaktadır .

Fıkhın füru kısmından Mekke dönemine ait olanlar arasında gusül, abdest, necasetten taharet, namaz, cuma namazı gibi önemli ibadetler vardır. Medine döneminin birinci yılında hutbe, ezan, nikah, cihad, belediye nizami; ikinci yılında oruç, bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekat, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler ve taksimi; üçüncü yılında miras hükümleri, boşanma; dördüncü yılında yolculukta ve tehlikeli durumlarda namaz, recm, toprak iktaı, teyemmum, kazif cezası, örtünme, evlere izinle girme, hac ve umre; beşinci yılında yağmur duası ve namazı, ila; altıncı yılında milletler arası anlaşmalar, hac ve umre yolunda engellenmeyle ilgili hükümler, içki ve kumarın yasaklanması, zıhar, vakıf, isyan ve haydutluğun cezası; yedinci yılında evcil eşeğin, dişi ve pençesiyle avlanan et oburların haram kılınması, zirai ortaklık; sekizinci yılında Mekke'nin kutsiliği ve dokunulmazlığı, kısas, içki satışının ve geçici nikahın yasaklanması, hukuk karşısında insanların eşitliği, kabir ziyaretine izin verilmesi; dokuzuncu yılında cıplak olarak tavaf etmenin yasaklanması, mulaane, onuncu yılında insan haklarının ilanı, vasiyet, nesep, nafaka ve borçlarla ilgili bazı hükümler, cezanın şahsiliği, faiz yasağı hükümleri gelmiştir .

Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir kırılma noktasıyla Hulefa-yi Raşidin ve Emeviler şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Her iki dönemde de sahabe nesli fıkıh acısından belirleyici bir role sahip olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emeviler devri hilafetin saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Hulefa- yi Raşidin devri dini hayatın, İslam'ın insanlığa getirdiği inkılabın tekamül devridir.

Bu dönemde her şey din için, dinin amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Emeviler devrinde ise fazilet ve manevi tekâmülün yerini siyasi istikrar ve maddi gelişme almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın ve siyasi baskıların doğurduğu muhalefet (Havariç ve Şia), özellikle fıkhın kamu hukuku alanında yeni düşünce ve teorilere zemin hazırlamıştır. Hulefa-yi Raşidin döneminde fıkhın kaynaklan bakımından önemli olan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahabe içtihadının Hz. Peygamber'e arzı ve tasvibinin alınması imkanının ortadan kalkmış bulunmasıdır. Bundan böyle fıkıh Kitap ve Sünnet'in sınırlı nasları ile re'y içtihadına dayanmaktadır.

Bu devirde re'yin manası, Kitap ve Sünnet'in hükmünü açıklamadığı meseleleri nasların parça parça ve bütün olarak açıklamalarına dayanıp bunlar üzerinde düşünerek hükme bağlamaktır.

Terim olarak adları konmamakla beraber sonradan istihsan, istislah, örf, kıyas isimlerini alan metotlar da re'y çerçevesi içinde kullanılmıştır. Birinci ve ikinci halifeler ihtilafı azaltmak, birliği sağlamak ve şari’in maksadına isabet ihtimalini arttırmak için bilhassa kamu hukuku alanında istişareye başvurmuşlar, bunun aksamaması için Hz. Osman devrine kadar halifeler şura üyelerinin Medine'den ayrılmasına izin vermemişlerdir.

Şura içtihatları ferdi içtihatlardan daha kuvvetli ve bağlayıcı kabul edilmiş, ferdi içtihatlar ise yalnızca sahiplerini bağlamış, içtihada gücü yetmeyenler için seçeneklerden biri olmuştur.

Dini-ictimai bir kurum olarak mezhep şeklini almasa da sahabe arasında bir hayli içtihat ve hüküm farkları, bir anlamda müçtehit sayısı kadar mezhep vardır. Sahabe arasındaki metot ve görüş farklılığının başlıca sebepleri olarak, fetihler ve başka amaçlarla Medine'den uzakta bulunan ashabın vahiy kaynağına dayalı bilgi eksiklikleri, bu kaynaktan elde edilen bilginin farklı anlaşılması, yanılma, unutma, çelişik gibi gözüken nasların farklı şekillerde uzlaştırılması veya hakkında nas bulunmayan konularda farklı görüşlerin benimsenmiş olması gibi hususlar sayılabilir (örnekler için bk. Karaman, İslam Hukukunda İçtihat, s. 47-54). Aksine iddialar da bulunmakla beraber sahabenin tamamını müçtehit derecesinde fıkıh alimi olarak değerlendirmek mümkün değildir. Hatta kendilerinden daha bilgili ve zeki olanlara fıkıh malzemesi taşıyan sahabe ile bu malzemeyi anlayan, yorumlayan ve yeni hükümler çıkaran sahabe 100.000'i aşkın ashap arasında azınlığı teşkil etmektedir .

Verdikleri fetva sayısı bakımından ashabın fakihleri üç gruba ayrılmıştır. Fetvalarının sayısı birer büyük cilt teşkil edecek kadar çok olan sahabiler Hz. Ömer, Ali, İbn Mes'ud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz. Aişe'dir. İçlerinde Hz. Ebu Bekir, Osman, Ebu Musa, Talha, Zübeyr gibi şahsiyetlerin bulunduğu yirmi kadar sahabinin verdiği fetvalar birer küçük kitabı dolduracak hacimdedir.

Üçüncü grupta yer alan 120 kadar sahabinin verdiği fetvaların tamamı bir cilde sığacak kadardır. Bu dönemde içtihatta bulunurken, fetva verirken bazı kural ve ilkelere riayet edilmiş, bunlar daha sonraki devirlerde birçok fıkıhçıya örnek olmuştur,

a) Sahabe, vahiy kaynağına danışmadan ve onun tasvibine arz etmeden yapılacak re'y içtihadının kapısını açmıştır. Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'ari'ye gönderdiği mektup bu konuda önemli bir vesikadır.

b) Sahabiler içtihat ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin görmemiş, Allah ve Resulü'ne nisbet etmemiş, kendi görüşlerini bu iki kaynağın acık hükümlerinden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir.

c) Henüz nazari fıkıh başlamamıştır; fıkhı ilgilendiren olay ve ilişki vuku buluncaya kadar beklenmekte, ameli ihtiyaç ortaya çıkınca hüküm bulma cabasına girişilmektedir.

d) Belli bir illete ve hikmete bağlı olduğu bilinen hükümler illet ve hikmetin değiştiği sabit olunca değiştirilmiş, ayrıca kamu düzenini korumak, hak ve adaleti gerçekleştirmek, zaruretleri gidermek maksadıyla bazı hükümlerin uygulaması askıya alınmıştır.

Muellefe-i kuluba devletin zekat gelirinden pay verilmemesi, bir defada söylenen üç talakın erkekler için önleyici ve cezai tedbir olması bakımından üç talak sayılması, deve fiyatlarının yükselmesi sebebiyle diyet miktarını belirlemede ve ödemede bazı kolaylıkların getirilmesi, açlık ve kıtlık yüzünden hırsızlık yapanların elinin kesilmemesi, esnaf ve zanaatkâra, kusurları olmasa da iş yerlerinde zayi olan müşteri mallarını ödetme gibi konularda Hz. Ömer'in  uygulamaları bu tutum ve yaklaşımın örnekleridir.

e) İktisadi ve ictimai şartların değişmesi sebebiyle aynen uygulandığı takdirde şeriatın amaçlamadığı kötü sonuçlar doğuracak cevaz hükümleri ve seçenekler uygulanmamıştır. Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin menedilmesi, Suriye ve Irak topraklarının ganimet olarak gazilere dağıtılmaması, Hz. Osman'ın hac mevsiminde Mina'da dört rek'atlı farz namazı yolculuk sebebiyle kasredip iki rek'at kılması mümkünken halkı yanlışa düşürmemek için dört rek'at kılması ilgi çeken örneklerdir.

f) Sahabiler bazı olay ve ilişkileri de Hz. Peygamber'in benzeri konularda verdiği hükme benzeterek, benzemeyenleri de "iyidir, hayırlıdır, maslahattır" diyerek hükme bağlamışlardır; zekat vermeyenlere karşı savaş, Kur'an-ı Kerim'in bir mushafta toplanması, cuma için dış ezan ilavesi, fiyatların sınırlandırılması bu usulle konulmuş hükümlerdir. Şarkiyatçıların ısrarlı inkarlarına ve olumsuz yorumlamalarına rağmen son elli yıl içinde yapılan araştırmalar, diğer temel İslam ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da tedvinin Hz. Peygamber devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugün anlaşıldığı manada fıkıh risalelerinin yazımı sahabe devrinin sonlarında başlamış ve Emeviler döneminde gelişmiştir. Ancak bu risalelere ve daha sonraki dönemlerde yazılacak kitaplara kaynaklık eden fıkıh yazıları daha önceden başlamıştır.

 Beşinci Halife Hz. Hasan'ın Muaviye lehine hilafetten çekilmesiyle başlayan ve 132 (750) yılına kadar suren Emeviler devrinde sahabe nesli zamanla ahirete intikal etmiş ve bunların yerini tabiin nesli almıştır. Hz. Ömer'in Kur'an bilgisini yaygınlaştırmak ve ona yabancı unsurların karışmasına engel olmak için yasakladığı hadis rivayeti, ondan sonra sahabilerin İslam dünyasına dağılmaları ve gittikleri yerlerde Hz. Peygamberden gördüklerini ve işittiklerini nakletmeleri sebebiyle yeniden başladı, bu arada çeşitli maksatlarla hadis uydurma olayı da baş gösterdi. Hulefa-yi Raşidin devrinden farklı olarak Emeviler'de bilhassa kamu hukuku alanında Kitap ve Sünnet'in lafız ve ruhundan sapmalar görüldüğü gibi o dönem içtimai hayatının yaşayan sünnet olma niteliği de hayli azalmıştı. Bu durumun yaygınlık kazanmasının İslam'a zarar vereceğini düşünen sahabe ve tabiin Hicaz'da ve özellikle Medine'de toplanarak sahih hadisleri derlemeye başladılar.

Aynı maksatla herhangi bir olayın meydana gelmesini beklemeden hazır ve nazari fıkıh hükümleri üretildi. Sahabenin yetiştirdiği tabiin nesli müçtehitleri ustat, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaziyyun (ehl-i hadis) ve Irakıyyun (ehl-i re'y) şeklinde iki gruba ayrıldılar. Büyük tabiin devrinde bu iki gruptan birincisinin imamı Said b. Museyyeb, ikincisinin imamı İbrahim en-Nehai idi. Ashaptan İbn Mes'ud Irak'a giderek Kufe'ye yerleşmiş, burada muallimlik, hakimlik ve müftülük görevlerini ifa etmiş, Hz. Ali de halife olunca hilafet merkezi Medine'den Kufe'ye taşınmıştı.

Hz. Ali buraya intikal etmeden önce İbn Mes'ud'dan başka Sa'd b. Ebu Vakkas, Ammar b. Yasir, Ebu Musa el- Eş'ari, Mugire b. Şu'be, Enes b. Malik, Huzeyfe b. Yeman, İmran b. Husayn gibi sahabiler, Hz. Ali ile birlikte de İbn Abbas gibi sahabiler gelmişlerdir. Iraklılar fıkhı bunlardan öğrendikleri ve sünnetin tamamının bunlar sayesinde Irak'a intikal ettiğine inandıkları için kendilerini Medine fıkıhçılarına denk saymış ve birçok konuda onlardan farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Medine'de ise daha çok sayıda sahabe vardı. Resulullah Hüneyn Gazvesi'nden döndükten sonra Medine'de 12.000 kadar sahabe bırakmış, bunların 10.000'i ömürlerini burada tamamlamışlar, 2000 kadarı da diğer İslam bölgelerine dağılmışlardır. Medine'de fıkıh ve hadis bilgisi aktaran ashabın ileri gelenleri Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (Kufe'ye gidinceye kadar), Zeyd b. Sabit, Aişe, Ummu Seleme, Hafsa, İbn Ömer, Ubey b. Ka'b, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Ebu Hureyre, Mısır'da Zubeyr b. Avvam, Ebu Zer el-Gıfari, Amr b. As, Abdullah b. Amr; Şam'da Muaz b. Cebel, Ebu'd-Derda, Muaviye; Kuzey Afrika'da Ukbe b. Amir, Muaviye b. Hudeyc, Ebu Lubabe, Ruveyfi' b. Sabit'tir.

Her bölgenin fıkıhçıları burada bulunan sahabeden aldıkları bilgiye, bunların ve talebelerinin verdiği fetva ve hükümlere, kendi örf ve adetlerine dayanarak birtakım fıkhi istidlal ve içtihadlarda bulunmuş ve zaman zaman da diğer bölge fukahası ile ihtilafa düştükleri olmuştur. Ancak fıkıh tarihi bakımından en önemli gruplaşma Irak ile (Kufe) Hicaz (Medine) fukahası arasında meydana gelmiştir. Fıkıh ve hadisle ilgili bilgiler Medine'de daha çok olduğu içindir ki ilk halifelerin sünnetini ihya etmek isteyen Ömer b. Abdulaziz Medine' de önce kadı, sonra vali olan Ebu Bekir b. Hazm'e bir talimat göndererek bu bölgede yaşayan sahabe ve tabiinden hadisler toplayıp yazarak kendisine göndermesini istemiştir. Medineliler, kendi bölgelerinde yaşayan alimlerden bir teyit bulunmadıkça Kufe ve Şam kaynaklı rivayetleri kullanmıyor, bunları delil olarak geçerli saymıyorlardı; gerekçeleri de bu bölgede meydana gelen siyasi olaylar, kargaşa ve fitnelerin re'y ve rivayetlere olumsuz tesiriydi. Emeviler'in sonu ile Abbasiler devrinin başlarında Irak medresesinden ehl-i re'y, Hicaz medresesinden ehl-i eser (ehl-i hadis) çıkacaktır. Hicaz ve Irak grupları arasındaki ihtilaf daha ziyade muhit ve hoca (bilgi kaynağı) farkına dayanmakla birlikte bu iki okul arasında bazı usul farkları da bulunmaktadır. Her iki grup Kitap, Sünnet ve sahabe icmaını hüküm kaynağı olarak kullanır. Hicazlılar Medine halkının örfüne Hz. Peygamber'in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer verirler, muhitleri gereği hadis malzemeleri de daha zengindir. Iraklılar Medine örfünü kaynak olarak kabul etmezler, hadis malzemeleri azdır, mevcut üzerinde daha titiz ayıklama yaparlar ve re'y içtihadına daha fazla yer verirler.

Sahabe fakihlerinin hemen tamamının Arap olmasına karşılık tabiin fukahası arasında çok sayıda Arap olmayan kimse (mevali) vardır. Bu dönemde önemli merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden başlıca alimleri şöylece sıralamak mümkündür; Medine'de Said b. Museyyeb, Urve b. Zubeyr, Kasım b. Muhammed, Harice b. Zeyd, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Suleyman b. Yesar, Ubeydullah b.Abdullah b. Utbe, Ebu Bekir b. Hazm, Ebu Ca'fer Muhammed el-Bakır, Rebiaturre'y, İbn Şihab ez-Zuhri; Mekke'de Ata b. Ebu Rebah, Mucahid b. Cebr, İkrime, Sufyan b. Üyeyne,- Basra'da Hasan-ı Basri, Muhammed b. Şirin, Katade b. Diame; Kufe'de Alkame b. Kays, Şureyh b. Haris, Mesruk b. Ecda', Abdurrahman b. Ebu Leyla, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman; Şam'da Mekhul b. Ebu Muslim, Ömer b. Abdulaziz, Ebu İdris el-Havlani; Mısır'da Leys b. Sa'd.

Hadisler fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda kısmen toplanmış olmakla beraber bunların belli istemlere göre tasnif edilmesi fıkhın tedvininden sonra olmuştur.

Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emeviler döneminde  yazıldığı anlaşılmaktadır. İbn Kayyim'in verdiği bilgiye göre İbn Şihab ez-Zuhri'nin fetvaları üç ciltte toplanmıştır. Hasan-ı Basri'nin konulara göre düzenlenmiş fetvaları ise yedi cilttir . Bu dönemde yazılıp günümüze kadar gelen dört kitap tesbit edilmiştir: Suleym b. Kays el-Hilali'nin fıkıh kitabı, Katade b. Diame'nin el-Menasia'i, Zeyd b. Ali'nin Menasiku'l-hac ve adabuh ile el-Mecmu’ adlı eserleri. Yine bu dönemde yazıldıkları bilindiği halde günümüze kadar gelmeyen kitaplar da uzunca bir liste teşkil edecek kadar fazladır . Abbasiler devri fıkhın olgunluk çağıdır.

Bu hanedan, hilafeti hakkı olana geri vermek ve Hulefa-yi Raşidin devrini ihya etmek gibi bir dava ile iktidara talip olduğundan, halifeler görünüşte de olsa hem din hem de dünya işlerinde Allah Resulünün halifesi ve Müslümanların başkanı sıfatı ile davranıyorlardı. Bunun tabii sonucu olarak din ulemasının söz, fiil, düşünce ve inançlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Nitekim Ebu Cafer el-Mansur siyasetine ters düşmeyen alimlere ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği görevi kabul etmediği ve gizlice muhalefeti desteklediği için Ebu Hanife'yi kırbaçlatmıştır. Mehdi-Billah zındıklara karşı çok sert davranmış, onların takip edilerek cezalandırılması için bir daire kurmuştur. Harunurreşid, Ebu Yusuf'u yargının başına getirmiş ve yanından hiç ayırmamıştır. Me'mun Kur' an-ı Kerim'in mahluk olduğuna dair bir emirname çıkarmış, mut'a nikahını münakaşa ettirmiş, cevazına dair emir çıkarmaya teşebbüs etmiştir. Abbasiler'in bu tutumları bilgi ve uygulama olarak fıkhı da etkilemiştir. Sulama düzeni, vergiler, kanallar, çeşitli divanlar vb. bir yönüyle dini işlerdi ve bu konuda yapılacak düzenlemelerin şer'i esaslara aykırı olmaması gerekiyordu. Bu sebeple Ebu Yusuf el-Harac adlı eserini kaleme almış, diğer müçtehitler de çeşitli çözümler ve görüşler ortaya koymuşlardı.

Daha önceki dönemde henüz doğmamış bulunan mezhepler aşağıdaki sebeplerle bu devirde ortaya çıkmaya başlamıştır:

a) Daha önceki müçtehitler fıkhın bütün konularında sistemli içtihatlarla hüküm üretmedikleri halde bu dönemin müçtehitleri bunu yapmışlardır.

b) İçtihatlar belli kitaplarda toplanmış ve bunlardan istifade etmek isteyenler için ulaşma kolaylığı sağlanmıştır.

c) Hicaz ve Irak grupları içinden hadis ve re'y okulları doğmuş, bu okullara mensup olanlar arasında münakaşa ve münazaralar yapılmıştır.

d) Bu tartışmalar, belli okullara mensup müçtehitlerin içtihat usullerini sistemli olarak kaleme almalarına ve böylece fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur.

Bu dönemde, "belli bir müçtehidin kendine mahsus içtihat usulü ve bu usulle elde edilmiş fıkıh hükümleri bütünü" manasında mezhepler doğmaya başlamış olmakla beraber IV. (X.) yüzyıla kadar Müslüman halk dört mezhebe bölünmediği gibi fıkıh mezheplerinin sayısı da dört değildir. Daha birçoğu arasında Hasan-ı Basri, Ebu Hanife, Evzai, Sufyan es-Sevri, Leys b. Sa'd, Malik b. Enes, Sufyan b. Üyeyne, Şafii ve daha sonra İshak b. Rahuye, Ebu Sevr, Ahmed b. Hanbel, Davud ez-Zahiri, İbn Cerir et-Taberi'nin mezhepleri meşhurdur. Bunların her birinin farklı içtihad usulleri, buna dayalı re'yleri ve hükümleri, çeşitli bölgelere yayılmış tabileri vardır.

Abbasiler devrine girerken fıkıhçılar arasında tartışılagelen, hüküm çıkarmada re'ye ve hadise verilecek yer ve değer konusuna bağlı olarak re'yciler ve eserciler diye bilinen yeni bir gruplaşma meydana geldi. Her birinin aşırıları ve mutedilleri ayrı ayrı değerlendirildiğinde dört ayrı gruptan soz edilebilir,

a) Aşırı re'yciler. Sünneti delil ve hüküm kaynağı olarak kabul etmeyen, delil olarak Kur'an'a ve re'ye dayanan bu grup zaman içinde tarihe karışmış ve eser bırakmamıştır. Basra Mu'tezilesi veya Hariciler içinden çıktığı tahmin edilen bu grubun görüş ve delillerini İmam Şafii nakletmiştir.

b) Mutedil re'yciler. Sünneti delil olarak kabul etmekle beraber sıhhatini tesbit konusunda titiz ölçüler kullanır, hadis rivayetinde çekimser davranırlar. Kıyas, istihsan, maslahat gibi re'y içinde yer alan usul ve kaynakları kullanmaktan çekinmezler; farazi meselelere hüküm üretirler, üstatların söylediklerinden hareketle hüküm çıkarırlar. İbn Ebu Leyla, Ebu Hanife, Rebiaturre'y, Zufer b. Huzeyl, Evzai, Sufyan es-Sevri, Malik b. Enes, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, Osman el-Betti bu grup içinde yer almaktadır.

c) Aşırı eserciler. Re'y içtihadını ve özellikle bunun en önemli kısmı olan kıyası, sahabe ve tabiin fetvalarını delil olarak kabul etmezler. Bazı Mu'tezile imamlarına da nisbet edilen bu tutum, bilhassa Zahiriyye adıyla bilinen mezhebin imamı Davud ez-Zahiri ve tabilerine aittir.

d) Mutedil eserciler. Genel olarak hadisçiler mutedil esercilerdir. Re'y ve kıyası reddetmemekle beraber buna nadiren başvururlar, hadislerin yanında sahabe ve tabiin fetvalarını da kaynak olarak değerlendirirler; hiçbir re'yi hadise tercih etmezler, farazi meselelerin fıkhını da yapmazlar.

Şu'be b. Haccac, Hammad b. Zeyd, Ebu Avane el-Vasıti, İbn Lehia, Ma'mer b. Raşid, Leys b. Sa'd, Sufyan b. Uyeyne, Vekf b. Cerrah, Şerik b. Abdullah, Fudayl b. İyaz, Abdullah b. Mubarek, Yahya b. Said el-Kattan, Abdurrezzak es-San'ani, Ebu Davud et-Tayalisi, Ebu Bekir b. Ebu Şeybe, Ahmed b. Hanbel ve daha sonraki tabakadan meşhur altı hadis kitabının muellifleri mutedil esercilerin ileri gelenleridir.

Fıkıh ve mezhepler tarihi muellifleri meşhur mezhep imamlarını, re'y ve eser taraftarlarındaki aşırılık ve itidali göz önüne alarak farklı gruplara yerleştirmişlerdir. İbn Kuteybe, Ahmed b. Hanbel'in ismini fıkıhçı olarak zikretmemiş, diğer üç imamı ise re'yciler listesine almıştır. Makdisi Ahsenut-tekasim'de, muhtemelen terimlere farklı manalar vererek bir yerde Ahmed b. Hanbel'i fıkıhçı değil hadisci olarak zikretmiş, buna karşılık Hanefi, Maliki, Şafii ve Zahiriler'i fıkıh mezhepleri içine almış, bir yerde Şafiiler'i ehl-i hadis, Hanefiler'i ehl-i re'y aymış, bir başka yerde ise Ebu Hanife ve Şafii'yi re'yci, İbn Hanbel ve tabilerini hadisci olarak göstermiştir. Şehristani, İmam Malik, Şafii, Sufyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve Davud ez-Zahiri'nin mensuplarını ehl-i hadis, Ebu Hanife ve mensuplarını ise ehl-i re'y olarak tespit etmiştir. İbn Haldun'a göre ehl-i Hicaz eserci ve hadisci, ehl-i Irak ise re'ycidir. Birincisinin imamı Malik, ikincisinin imamı Ebu Hanife'dir. Şafii, Ebu Hanife ve Malik'ten istifade ederek bu iki usulü mezcetmiştir. Ahmed b. Hanbel ise muhaddistir-, ancak onun talebesi Ebu Hanife'nin talebesinden okumuş, faydalanmış ve Hanbeli fıkhını tedvin etmiştir.

Abbasiler döneminde fıkhın tedvinine gelince, kısmen hadislerin ve fıkhın daha önceki devirlerde toplanıp yazıya geçirildiği bilinmektedir. Bu iki ilim dalı dışındaki bütün İslam ilimlerinin tedvini Abbasiler döneminde başlamıştır. Bunlar arasından sünnet, fıkıh ve fıkıh usulü ilimlerinin tedvini bu asırda önemli gelişmeler kaydetmiştir.

a) Sünnet. Konulara göre sünnetin kitaplara geçirilmesi bu dönemde gerçekleştirilmiş ve daha önce bu usule göre yazılmış olan fıkıh kitapları örnek alınmıştır. Hadis dalında meşhur olan altı kitabın (Kutub-i Sitte) telifi de bu dönemdedir.

b) Fıkıh. Emeviler devrinde başlayan fıkhın tedvini bu dönemde kemiyet ve keyfiyet olarak zirveye ulaşmıştır. Abdullah b. Mübarek, Ebu Sevr, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman gibi fıkıh alimlerinin telif ettikleri fıkıh kitapları günümüze kadar gelmemişse de İmam Malik'in, hadislerle beraber sahabe ve tabiin fetvalarını ve kendi içtihatlarını ihtiva eden el-Muvafagat,  İmam Muhammed'in el-Mebsut, el-Asar gibi kitapları, Ebu Yusuf'un el-Harac'ı ve İmam Şafii'nin el-Um külliyatı zamanımıza ulaşmış, üzerlerinde çalışmalar yapılmış ve defalarca basılmış eserlerdir. Daha sonraki fıkıh kitaplarına da örnek olan bu eserlerde takip edilen telif sistemi, bir konu (kitab, bab, fasıl) içine giren meseleleri ve bunların hükümlerini bir araya getirmek, delillerini zikretmek, farklı içtihatlara cevap vererek bunları çürütmekten ibarettir.

 c) Fıkıh usulü. Fukaha arasındaki ilke ve metot itibariyle görüş ayrılıkları ve bunlarla ilgili tartışmalar fıkhın tedvininden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilaf ve tartışmalar bir yandan karşılıklı reddiye kitaplarının yazılmasına, öte yandan fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur.

Muctehidler, tartışmaları ve ihtilaf sebeplerini dağınıklıktan kurtarmak ve bir temele oturtmak için kullandıkları delilleri, delillerden hüküm çıkarma ve yorumlama, deliller çelişir gibi göründüğünde uzlaştırma kurallarını derleyip yazmak durumunda kalmışlar, bu ise usul-i fıkıh ilim dalını oluşturmuştur.

Daha sonraki devirlerde yazılan bazı fıkıh usulu kitapları da belli bir müçtehidin içtihadları ile ortaya koyduğu hükümler incelenerek elde edilen usul kaidelerinin derlenmesi şeklinde yazılmıştır.

Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in usul konusunda da kitap yazdıkları zikredilmişse de bunlar günümüze ulaşmamış olup elde bulunan ilk usul kitabı İmam Şafii'nin Kur'an ve onun hükmü açıklama metodu, nasih-mensuh, haber-i vahid, kıyas, istihsan, sünnet ve Kur'an ile ilişkisi, hadislerin gizli kusurları, icma, içtihat ve ihtilaf konularını ihtiva eden er-Risale'sidir. Fıkhın füru ve usulü tedvin edilirken farz, vacip, mendup, sünnet, haram, mekruh, şart, rükün, illet, sebep gibi daha önceki dönemlerde tanım ve kapsamı kesinlik kazanmamış birçok terim yaygın olarak kullanılmaya başlanmış, bir kısım terim de daha ziyade vuzuh ve kesinlik kazanmıştır. Abbasîlerin son zamanları ile Selçuklular devri fıkhın duraklama dönemidir.

Merkezi otoritenin sarsılması ve birçok İslam devletinin kurulması, bu devletler arasındaki dostane ve hasmane münasebetler, çeşitli kültürlerin karşılıklı etkileşiminin meydana gelmesi, hak ve batıl birçok fikir cereyanının, inanç ve düşüncenin ortaya çıkıp yayılması vb. amiller, İslam toplumunda düşünce ve kültür hayatını ve ilmi gelişmeleri hem olumlu hem de olumsuz yönden etkilemiş olmakla birlikte bu dönemde fıkıh ilminde tekamül grafiğinin yükselmesi durmuş, hatta aşağıya doğru seyretmeye başlamıştır. Artık büyük muctehidler ve mezhep imamları devrinin hür ve mutlak içtihadı. Kitap ve Sünnet kaynaklarından hukuki ve dini hayata doğrudan çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini taklitçilik ruhu almaya başlamış, sonu gelmez faydasız tartışmalar yaygınlaşmış, mezhep taassubu yerleşmiş ve içtihat kapısı kapanmıştır. Taklit ruhu ve zihniyeti, menfi münazara ve münakaşalarla mezhep taassubu bu devri karakterize eden belli başlı hususlardır.

Taklit ruhu ve zihniyeti. Fıkıhla meşgul olan alimlerle halkın kendilerini, içtihadı terk ederek belli bir müçtehide bağlanma mecburiyetinde hissetmeleri, müçtehitlerin re'y ve içtihatlarını vahiy gibi bağlayıcı telakki etmeleri bir taklit zihniyetidir ve bu zihniyet bu dönemin eseridir. Hanefi fıkıhçılarından Ebu'l-Hasan el-Kerhi'nin şu sözleri taklit ruhu ve zihniyetinin tanımı gibidir: "Mezhebimizin hükmüne uymayan her ayet ya te'vil edilmiştir veya mensuhtur; muhalif hadisler de böyledir; ya te'vil edilmiş, zahiri manalarıyla alınmamıştır, yahut da hadis mensuhtur" . Bu anlayışa göre fıkıhçıyı bağlayan ayet ve hadisler değil mezhep imamlarının sözleridir; bir ayet veya hadis bu sözlere aykırı görünürse imamın sözü alınacak, naslar buna göre yorumlanacak veya hükümden kaldırılmış sayılacaktır. Şafii mezhebinden İmamu'l-Haremeyn'in babası   Ruknulislam el-Cuveyni'nin mezhep taassubunu terk ederek sahih hadislere dayalı el-Muhit adıyla bir kitap yazma teşebbüsünden Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki'nin tenkidi üzerine vazgeçmesi de aynı zihniyetin bir başka tezahürüdür.

Taklit zihniyetinin yerleşip kökleşmesine sebep olan başlıca amiller şöylece özetlenebilir:

a) Yetişkin talebe. Her mezhep imamının iyi yetişmiş, yaşadıkları dönemde halkın saygısını ve güvenini kazanmış öğrencileri olmuştur. Kendileri de alim olan bu öğrencilerin hocalarına karşı besledikleri aşırı saygı ve bağlılık, vazife ve menfaatlerde ustadın öğrencilerine verdiği öncelik daha sonraki öğrencileri ve halkı etkilemiş, gittikçe taklit zihniyetinin kökleşmesine zemin hazırlamıştır,

b) Siyaset, kaza ve vakıf menfaatleri. Menfaat ve mevkilerin belli bir imamın öğrencilerine verildiği zamanlarda içtihad ehliyetini elde edenler menfaati tercih ederek bu vasıflarını açıklamamayı, içtihatlarını imamın mezhep ve usulü içinde yürütmeyi tercih etmişlerdir. Daha önceki dönemlerde kadılar müçtehitler arasından seçilirken, giderek hukuki istikrar ihtiyacı ağır bastığından, içtihatları kitap haline getirilmiş bir müçtehide bağlı kadılar tercih edilmeye başlanmıştır. Devlet başkanları ile vezirlerin belli bir mezhebi iltizam etmeleri de görevlerin verilmesinde bu mezhebe bağlı alimlere öncelik sağlıyordu. Nitekim Selçuklular daha ziyade Hanefi mezhebini tervic etmişlerdir. Ebu Yusuf'tan beri Abbasiler'in bu mezhebe meyilleriyle Selçuklu siyasetine uygunluğu bu tercihte rol oynamıştır. Tuğrul Bey'in veziri Amidulmülk el-Kunduri'nin Eş'ari ve Şafiiler'e yaptığı baskı ve zulme son vererek bu mezheplere bağlı alimlerin memleketlerine dönmesini sağlayan  Nizamulmülk'ten sonra Şafii mezhebi de ülkede hayat hakkı elde etmiştir. Doğuda Gazneli Mahmut, batıda Selahaddin-i Eyyubi Şafii mezhebi için aynı imkanı sağlamışlardır. Bazı vakıf menfaatlerinin belli bir mezhebe bağlı alim ve öğrencilere tahsis edilmesi de taklit ruhunun yerleşmesine sebep olmuştur.

c) Tedvin. Müçtehidin mezhebinin tedvin edilerek kitaplara geçirilmesi istifade için başvurmayı kolaylaştırmış ve bu gelişme hem o mezhebin yaşamasına yardımcı olmuş hem de yetişenleri tembelliğe sevk etmiştir. Münazara ve münakaşalar. Gerçeği bulmaya yönelik tartışmaların faydalı olduğu acık olmakla birlikte bu dönemde fıkıh alanında sürdürülen tartışmaların amaç ve sayısında olumsuz gelişmeler olmuştur. Gazzali'ye göre bu dönem tartışmalarının amacı nüfuz kazanmak, bilgisini göstermek, mezhebinin propagandasını yapmak, idarecilere şirin görünmektir.

Tartışmalar aşırı derecede çoğalmış ve yaygınlaşmıştır.

Başta Irak ve Horasan olmak üzere hiçbir büyük merkez yoktur ki orada iki büyük alim arasında tartışma yapılmamış olsun. Bu tartışmalar, tarafları her hâlükârda mezhep görüşlerini benimsemeye ve müdafaaya mahkum ediyor, sonuçta da grup ve ekoller arası bilgi alışverişi adeta imkansız hale geliyordu.

Mezhep taassubu. Daha önceki dönemde de bir muctehidin içtihad usulü ve bu usule göre çıkardığı hükümler mecmuası manasında mezhepler ve bu mezheplerin tabileri bulunmakla beraber mezhep taassubu yoktu, mezhepler arasına duvarlar çekilmemişti. Fıkıh alimleri birbirleriyle görüşür, karşılıklı istifade ederler, halk da gerektiğinde birden fazla müçtehitten faydalanırdı.

III. (IX.) yüzyıldan itibaren başlayan mezhep taassubu gittikçe güçlendi ve adeta düşmanlığa dönüştü. Taassubun çeşitli tezahürleri vardı,

a) Tefrika, fitne ve tahrip. Mezhepleri farklı olanların birbiri arkasında namaz kılamayacakları, nikahlarının sahih olmayacağı gibi bölücü telakkiler yayılmış, Bağdat, Rey, İsfahan, Merv şehirlerinde fıkıh mezheplerine mensup gruplar birbirleriyle vuruşmuşlar, birçok insanı ve serveti telef etmişlerdir. İbn Cerir et-Taberi, kitabında Ahmed b. Hanbel'in görüşlerine yer vermediği için Hanbeliler tarafından taşa tutulmuş, vefat ettiği zaman ancak gece defnedilebilmiştir.

b) Hatada ısrar. Taklit, bir şeye delilsiz olarak uyma ve bağlanma olduğundan karşı tarafın delili kuvvetli, içtihadı isabetli de olsa hatada ısrar edilmiş, "Benim imamım en doğrusunu bilir" zihniyetinden hareket edilmiştir,

c) Muhaliflerin yıpratılması. İmamlara, mezhep fıkıhçılarına delile dayanarak muhalefet  edenlere hücum edilmiş, bulundukları cevrede dışlanmaları için elden gelen yapılmıştır,

d) IV. (X.) yüzyıldan önce en şerefli bir iş ve farz-ı kifaye derecesinde bir ibadet olarak bilinen içtihada karşı çıkılmış, bu sıfat ve ehliyetlerini açıklayan alimlere eziyet edilmiş, yeni yetişenlerin de cesaretleri kırılmıştır. Bu sebeple IV. (X.) yüzyıldan itibaren "mutlak müstakil içtihad" nadir hale gelmiş, mezhepte ve meselede içtihad birkaç asır daha devam etmiş, giderek o da azalmış ve yerini koyu taklide terk etmiştir .

Mezhep imamlarının müçtehit talebelerinden sonra başlayan bu devirde tedvin hareketini takip edilen usul ve gaye bakımından birkaç gruba ayırmak gerekir.

1. Mezhep hükümlerinin usul ve dayanaklarını tesbit için yazılan kitaplar. İctihad hareketi duraklayınca yürüyen hayatın ihtiyaclarını karşılamak ve imamlardan sonra meydana gelen boşlukları doldurabilmek için "tahric" diye daha önceki uygulamadan farklı yeni bir usul icat edilmiştir; bunu yapanlar (ashabu't-tahric, muharricun), önce imamın içtihadlarını inceleyerek her bir hükümde dayandığı usul ve illeti tesbit etmekte, daha sonra bunu esas alarak emsal hükümler uretmektedirler .

Ebu'l-Hasan el-Kerhi ve Debusi'nin risaleleriyle Cessas, Ebu'l-Usr el-Pezdevi, Şemsuleimme es-Serahsi'nin usul ve fürua dair kitapları bu maksatla yazılmıştır. İmam Şafii usulunu bizzat yazdığı için Şafii mezhebinde furudan usule değil tersine bir metodun geliştiği soylenebilir.

Aynı fıkıh döneminde usulden hareket eden ve "Şafii veya kelamcılar mesleği" denilen bu usule göre de kitaplar yazılmıştır. Ebu'l-Huseyin el-Basri'nin el-Muctemed, İmamu'l-Haremeyn el-Cuveyni'nin el-Burhan, Gazzali'nin el-Mustaşia adlı usul kitapları bu türün seçkin örnekleridir.

2. Tercih amacına yönelik eserler. Mezhep imamlarının içtihadları talebeleri tarafından derlenip yazılırken birbirini tutmayan ve açıklanmaya muhtaç bulunan içtihad ve re'ylere de yer verilmiş, daha sonra yazılan eserlerde imama ait ve muteber olanlarını muteber olmayanlardan ayırmak için yapılan çalışmalara "tercih" denilmiş, bunun da rivayet ve dirayet şeklinde iki turu olmuştur. Rivayet bakımından tercih, imamın sözünü nakleden ravinin güvenilirliğine göre yapılmaktadır. Mesela Hanefiler, İmam Muhammed'in kitaplarından mevsuk olarak nakledilenleri tercih etmişlerdir. Ebu Hafs el-Kebir, Ebu Süleyman el-Cuzcani gibi Hanefiler'in rivayetlerine dayanan kitaplar bu kabildendir ve bunlara "zahiru'r-rivaye" denilmektedir. Daha zayıf rivayetlerle nakledilenler ise "nadiru'r-rivaye" veya "nevadir" adını almaktadır. Şafiiler, Rebi' b. Suleyman el-Muradi'nin rivayetini Muzeni ve diğer öğrenci ravilerin rivayetlerine tercih etmişlerdir.

Malikiler ise İbnu'l-Kasım'ın rivayetini daha sağlam bulmuşlardır. Bir imamdan nakledilen ve rivayet yönünden eşit derecede mevsuk olan veya biri imama, diğeri yine mezhebin imamı sayılan talebesine ait bulunan iki zıt görüşten birini Kitap ve Sünnet'e, usule bakarak tercih etme işi de "dirayet yoluyla tercih "tir ve bu dönemde başlamıştır.

Bu tur calışmaların günümüzde de kullanılan örnekleri vardır. İmam Muhammed'in mevsuk altı kitabını Hakim eş-Şehid el-Kaii adlı eserinde ozetlemiş, Serahsi de bunu el-Mebsut adlı kitabın da şerh ve ikmal etmiştir. İmam Malik'in mezhebinin esaslarını ihtiva eden el-Mudevvenetu'l-kubra'yı İbn Ebu Zeyd el-Kayrevani ve Ebu Said el-Berazii yukarıda açıklanan usulu kullanarak ihtisar etmişlerdir. Şafiiler'den Ebu İshak eş-Şirazi'nin el-Muhezzeb', Gazzali'nin el-Basit, el-Vasit ve el-Veciz adlı kitapları da aynı türün örnekleridir.

3. Mezhep savunmasına yönelik kitaplar. Mezheplerin farklı hükümlerini bir kitapta toplayıp mukayese ederek bir sonuca varmak isteyen fakihler, "hilaf" adıyla bilinen yeni bir fıkıh bilim dalı meydana getirmişlerdir. Bunlar da iki gruba ayrılır. Birinci grubun amacı kendi mezhebini savunmak, diğer mezheplerin delillerini çürütmektir; yukarıda zikredilen kitaplar bu türün de örnekleri sayılabilir, ayrıca Debusi'nin bu konudaki eseri ilk hilaf kitabı olarak kaydedilmiştir .

İkinci grubun gayesi ise İslam'ın genel olarak bağlayıcı ve muteber delillerinden hareket ederek fıkıhçıların ihtilaf ettikleri hükümleri incelemek ve isabetli olanı belirlemeye çalışmaktır. İbn Cerir et-Taberi'nin İhtilafu'l-fukaha3 adlı kitabı böyle bir eserdir. İbn Ruşd'un Bidayetu'l-muctehid, Muvaffakuddin İbn Kudame'nin el-Muğrıi, İbn Hazm'ın el-Muhallu adlı eserleri kısmen de olsa bu tercih çalışmalarına örnek olarak zikredilebilir.

Bu fıkıh döneminde adliye teşkilatı ve kanunlaştırma konularında da önemli gelişmeler olmuştur. Abbasiler devrinin birinci döneminde (846-946) giderek içtihat hareketi duraklamış, mezhepler doğmuş ve kadılar hükümlerini bu mezheplerden birine göre -mesela Irak'ta Hanefi, Suriye ve Mağrib'de Maliki, Mısır'da Şafii mezhebine göre vermişlerdir.

Mahkemeye kadının bağlı bulunduğu mezhep dışından biri başvurduğunda kadı o dava için davacının mezhebinden bir naib tayin etmiştir. Kadıların görev ve yetkileri genişlemiş, daha önce medeni ve cezai davalara bakan kadılar artık vakıflar, vesayet, emniyet, belediye işleri, darphane, hazine işleriyle de meşgul olmuşlardır.

Hem duruşma yazıya geçirildiği, hem de yazılı belgelere önem verilmeye başlandığı için fıkha "şurut" ve "sicillat" gibi kavramlar ve müesseseler girmiştir. Abbasiler'in ikinci döneminde (946-1258), bilhassa Şii Buveyhiler'in Bağdat'a hakim oldukları zamanda kadılık makamına önemli bir meblağ ödenerek gelinebilmiş, bunun sonucu olarak davalarda taraflardan mahkeme harcı alınmıştır. Selçukluların hakimiyet bölgesinde kaza, genel hatlarıyla Abbasiler'in ilk döneminde olduğu gibi Hanefi ve kısmen Şafii mezhebine göre yürütülmüştür. Şer'i mahkemelerin yanında kamu düzenini bozan veya siyasi yönü bulunan suçlara bakan örfi mahkemelerin kurulması da bu dönemdedir.

Ayrıca ordu mensuplarının şer'i davalarına bakan kazaskerlik kurumu da faaliyete geçirilmiştir.

Selçukluların, Uygurlar ve Hazarlar ‘da mevcut din ve dünya işlerini birbirinden ayıran bir devlet telakkisini ilk defa İslam aleminde uyguladıkları, kamu menfaatini korumak için dini hukukun nazari ve dar kalıplarını terk ettikleri iddiası bilgi eksikliğine ve aceleye gelmiş bir genellemeye dayanmaktadır.

Bu iddiaya delil olarak halifelerin dünya işlerine karıştırılmaması, şeriata aykırı vergiler ve cezalar, bazı Türk örf ve adetlerinin uygulanması ve askeri ikta gibi bir kısım toprak tasarrufları ileri sürülmüşse de halifelerin dünya işlerine karıştırılmaması onların iktidarsızlıklarından kaynaklanmış olup görünüşte halifeye bağlı bulunan sultanların uyguladıkları hukuk da İslam hukukudur. Kamu menfaatini korumak için -buna ters düşer gibi görünen  nasların askıya alınması, fıkıh hükümlerinin terkedilmesi, Hz. Ömer zamanından itibaren yine fıkıh içinde yer alan maslahat ve zaruret prensipleri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. İslam'ın kesin hükümlerine aykırı olmayan örf ve adetlerin uygulanması Hz. Peygamber'den beri cari olmuştur. İkta usulü yine kamu yararı prensibine bağlı olarak Hz. Ömer devrinde başlamıştır; Nizamul Mülk'un yaptığı da bunun bir çeşidi olan askeri ikta uygulamasıdır. Şeriatın belirlediği suç ve cezalar dışında kalan suçlar için belli cezaların verilmesi ta'zir alanına girer ve bu uygulama İslam'ın ulu'lemre tanıdığı yetkiye  dayanmaktadır. Bir ferdin, toplumun, devletin herhangi bir uygulaması, niyet ve beyan şeklinde İslam'ı terk etmeye dayanmadığı ve meşruiyetini -zorlama yorumlarla da olsa dinden aldığı müddetçe laik ve din dışı oluştan, şeriatın terkedilmesinden söz edilmesi doğru değildir.

Moğol istilasından Mecelle'ye kadar suren dönem fıkhın gerileme cağıdır. Hukuk ilmi ve  kurumlarının gelişmesinde onu uygulayan yönetim ve devletin rolü önemlidir. Abbasi ve Selçuklu hakimiyetine son veren Moğollar, İlhanlı Hükümdarı Gazan Han'a kadar (1295-1304) devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, halkı şahsi ve dini işlerinde serbest bırakmışlardır. Halk ve fıkıhçılar belli mezheplere sımsıkı sarılmış, bunları meşru savunma aracı olarak kullanmışlar, içtihada ve mezhepler arası iletişime kapılarını kapamışlardır. Daha önceki dönemlerde seyahatler yoluyla fakihler arasında kurulan bağlar ve ilişkiler bu devirde zayıflamış, her mezhep fıkıhçısı kendi kabuğuna çekilmiştir. Müçtehitlerin ve talebelerinin fakih yetiştiren kitaplarının okunması terkedilmiş, onların yerine hazır hüküm ve bilgileri delilsiz, tahlilsiz ve tartışmasız nakleden kitaplar okunur olmuştur. Medreselerde belli zaman içinde fıkhın bütün konularını okutabilmek için başlatılan ihtisar ve metin yazarlığı giderek bir sanat şeklini almış, bilmece haline gelen metinlere bu defa şerhler ve haşiyeler yazma gereği hasıl olmuştur. İçtihadın çözüm getiren ışığı söndürülünce yürüyen hayatın ihtiyaçları amaçtan uzak, şekle bağlı yorumlar ve hilelerle (hiyel ve meharic) karşılanmış, bu da fıkhın Müslüman hayatını kuşatma kabiliyetini olumsuz etkilemiştir. Mısır Abbasileri ve Memlukler devrinde bir ara Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde içtihat hareketi canlanır gibi olmuş, ancak teşvik görecek yerde baskı ve hücuma maruz kaldığından yaygınlık kazanamamıştır.

VI. (XII.) yüzyılın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas çevresinde devlet eliyle bir içtihad hareketi başlatılmış, fakat başarılı olamamıştır. Muvahhid Hükümdarı Abdulmu'min el-Kumi'nin tasarladığı, oğlunun ve özellikle torunu Ebu Yusuf el-Mansur'un yürüttüğü bu hareketin sebebi, Zahiriyye mezhebine mensup bulunan yönetimin halkın Maliki fıkıh kitaplarına mahkum olarak ana kaynaklarla alakalarının kesilmiş olduğunu görmeleridir. Fıkıhçıları yeniden ana kaynaklara döndürebilmek için Maliki fıkıh kitaplarının okutulması yasaklanmış, ele geçirilenler yakılmış, bunların yerine on hadis kitabının (Ku-tub-i Sı'tte'nin İbn Mace'nin es-Sünen i dışındaki beşi, el-Muvatta Beyhaki ve Darekutni'nin es-Sünen'leri, Bezzar ve İbn Ebu Şeybe'nin el-Müsned'leri) ihtiva ettiği hadisler konularına göre derlenerek yazdırılmış, öğretim ve uygulamanın bu kaynaklardan yapılması emredilmiş, başarılı olanlara mükafatlar verilmiştir.

Ancak bu hareketin arkasında bir Zahiriyye temayülünün bulunması, baskı yapılması ve yönetimin değişmesinden sonra yeni yöneticilerin eskilere ait her şeyi yıkma ve değiştirme arzuları hareketi başarısız kılmıştır. Bu dönemde, Gazan Han'dan önceki Moğol hakimiyeti dışında kalan zamanlarda İslam ülkesinin hakimiyet bölgelerinde şeriat uygulanmıştır. Genel olarak kamu hukuku alanında İslami esaslar ve hükümler çerçevesinin dışına çıkılmadan örf, adet ve kanunnameler, özel hukuk alanında ise fıkıh ve fetva kitapları gereken yerlerde kanun gibi kullanılmıştır.

Akkoyunlular, Memlukler ve Anadolu Beyliklerinden intikal eden kanunlar bulunmakla beraber derlenmiş en eski tipik kanunnamelerden günümüze gelenler Osmanlılara aittir. Bu kanunnameler de Selçuklular devrindeki uygulamalarda olduğu gibi maslahat, zaruret ve ulu'l-emre verilen yetkiye dayanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. J. Schacht'ın da işaret ettiği gibi kanunnameler, "hükümlerine karşı gelmemek ve mer'iyete halel vermemek şartıyla dini hukukun noksanlarını doldurmaya çalışan formel kanunlardır" . Kadılar ta'zir cezaları, toprak hukuku gibi konularda bu   kanunnamelere, kamu ve özel hukukun diğer alanlarında ise fıkıh ve fetva kitaplarına göre hüküm vermişlerdir.

Kadıların hükümde tabi olacakları mezhep, kullanabilecekleri fıkıh ve fetva kitapları ile bunlarda bulunan ihtilaflı hükümlerde tercih usulu ilgili eserlerde açıklanmış, bazı zamanlarda bu konuyla ilgili fermanlar da çıkarılmıştır.

Mecelle'den günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma cağıdır. Cemaleddin-i Afgani ve tabilerinin başlattığı uyanış ve kalkınma hareketinin programında içtihadın önemli bir yeri vardır. Programa göre yeni bir İslam dünyası kurulurken ihtiyaç duyulan çözümler ve mevzuat, bir yandan çeşitli fıkıh mezheplerine ait içtihatlardan tercihler yapılarak, öte yandan gerektiği yerlerde içtihad edilerek ortaya konacaktır. Fıkıhta içtihat ve tercih hareketi Osmanlı ülkesinde Mecelle'nin tedvinini etkileyememiş, bu kanun Hanefi mezhebinin fetvaya esas olan hükümlerinden derlenmiştir. Ancak hareket, bazı darülfünun hocaları ile Sırut-ı Mustakim, Sebilurreşad gibi mecmuaların yazarlarına tesir etmiş, bunlar çeşitli kitap ve makalelerinde içtihadı savunmuşlardır.

Mısır'da Muhammed Abduh'un öğrencilerinden Reşid Rıza'nın çıkardığı el-Menar dergisinde bir taraftan içtihat hararetle savunulmuş, taklide şiddetle cephe alınmış, diğer taraftan içtihat ve tercih mahsulü fetvalar, yorumlar ve çözümler neşredilmiştir. Aynı hareketin izlerini Hindistan'dan Fas'a, Kazan'dan Yemen'e kadar o günkü İslam dünyasının çeşitli ilim müesseselerinde, ulemasında ve mevzuatında görmek mümkündür.

Bu dönemde fıkıh araştırma ve uygulamalarında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. 1. Kanunlaştırma (taknin, odification) hareketi başlamıştır. Bundan önceki dönemlerde görülen kanunlar, fıkhın kanunlaştırılmasından ziyade fıkıh kitaplarına girmeyen hukuki alanlardaki boşlukları şer'i esaslara göre doldurma mahiyetinde idi. Bu dönemde başlayan hareket fıkhın kanunlaştırılmasına, mahkemelerde kullanılan fıkıh ve fetva kitaplarının yerini usulüne göre hazırlanmış şer'i kanunların almasına yöneliktir.

Döneme ismini veren Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye kanunlaştırma hareketinin ilk önemli adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslam dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girilmiştir. Mecelle'nin ortaya konmasına sebep olan dış ve iç amiller vardır.

İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya gibi siyasi ve iktisadi ilişkiler içinde bulunulan devletlerin, azınlıkları da bahane ederek yeni mahkemelerin kurulması için baskı yapmaları ve bilhassa Fransız büyük elçisinin gayreti, içeriden de bazı devlet ricalinin desteğiyle Fransız Medeni Kanunu'nun tercüme edilerek olduğu gibi iktibası fikrinin güç kazanması dış amillerdir. Nizamiye mahkemelerinin bazı davalarda şer'i hükümlere ve dolayısıyla bunları ihtiva eden kanunlara ihtiyaç duyması, şer'iyye mahkemelerinde görev yapan hakimlerin fıkıh ve fetva kitaplarından hüküm çıkarmada zorlanmaları, bu kitaplarda yer alan bazı içtihatların eskimiş olması ve zamanın değişmesiyle ahkamın da değişeceği kuralına göre değişme ihtiyacının hasıl olması da iç amillerdir. Osmanlılardaki bu amiller gibi İslam dünyasında kanunlaştırma hareketinin de zorlayıcı sebepleri vardır.

Fıkıh Usûlü Kaynakları:

Fıkıh usülu kitaplarının yazımında "Fukaha metodu" ve "Mütekellimun metodu" olmak üzere belli başlı iki metot takip edilmiştir. Fukaha metodu özellikle Hanefilerin takip ettiği bir metot olup, temel özelliği fıkhi örneklerden kurallara gitmesidir.

 

Fukaha metoduna göre yazılan eserler:

1- Ebu Bekr b. Ahmed b. Ali er-Razi el-Cessas(370/980), el-Fusûl fi'l-Usûl

2- Ebu Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsî(432/1040), Takvimu'l-Edille

3- Fahru'l-İslam Ali b. Muhammed el-Pezdevî(483/1090), Kenzu'l-Vüsul ile'l-Usul

4- Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed es-Serahsî(490/1097), el-Usul

 

Mütekellimun metodu ise genelde Hanefiler dışındakilerin yazım metodu olup, temel özelliği kuralların öncelikle tespit

edilip, meselelere uygulanmasıdır.

Mütekellimun metoduna göre yazılan eserler:

1- Kadı Abdulcebbar(415), el-Umde fi Usuli'l-Fıkh ve en-Nihaye fi Usuli'l-Fıkh

2- Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali el-Basrî el-Mu'tezilî(436/1044), el-Mu'temed fi Usuli'l-Fıkh

3- İmamu'l-Harameyn el-Cüveynî(478/1085), el-Burhan fi Usuli'l-Fıkh

4- İmam Ebu Hamid Muhammed Gazzalî(505/1111), el-Mustasfa min İlmi'l-Usul

Bu iki metodu meczederek yeni bir metot ortaya koyan eserler:

Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını ispat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını

usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:

1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bağdâdî İbnu's-Saatî(694/1294), Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbeyi'l-Pezdevî ve'l İhkâm

2-Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd(747/1346), et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmiştir.

3-Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî(771/1369), Cem'ul-Cevâmî.

4-Muhammed b. Abdülvahid İbnu'l-Hümâm(861/1456), et-Tahrîr. Bu eseri ise öğrencisi Muhammed b. Emiri'l-Hacc el-Hâlebî(879/1474) et-Takrir ve't-Tahbir adıyla şerh etmiştir.

Bu eserlerin yanında eş-Şatıbî'nin(790/1388) el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin (1250/1834) İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.

Günümüzde özellikle tefsir ve İslam hukuku branşlarında çok daha ciddi usul çalışmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Hem Kuranın ve Peygamber efendimizin anlaşılması, hem de Müslümanların günlük hayatlarında pratik olarak kullanabilecekleri hukuk ilkelerine ihtiyaç duyulmaktadır. Alimlerimizin bu konuda çok ciddi sorumluluklarının olduğu aşikardır.

KAYNAKLAR;

      . Serinsu, Nedim, Kur’an ve Bağlam, Şule Yayınları, İstanbul 2012

      . Serinsu, Nedim, Kur’an Nedir?, Şule Yayınları, İstanbul 2012

       . Albayrak, Halis, Tarihin İçinden Kur’an’ı Algılamak, Şule Yayınları, İstanbul 2011

       . Albayrak, Halis, Tefsir Usûlü, Şule Yayınları, İstanbul 2014

      . Koçyiğit, Talât, Hadis Usûlü, Ankara ÜİF Yayınları, Ankara 1987

      . Tahhan, Muhammed, Yeni Hadis Usulü, çev. Cemal Ağırman Rağbet Yayınları , İstanbul 2010

      . Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, Marmara ÜİF Yayınları, İstanbul 1988

      . Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, Marmara ÜİF Yayınları, İstanbul 1991

       . Kandemir, M. Yaşar, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Hadis” Maddesi, c: 15.  S:32-35 Ankara : TDV, 1997

       . Birışık, Abdülhamit, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Tefsir” Maddesi, c: 40.  S:284-285 Ankara : TDV, 2011

       . Karaman, Hayreddin, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Fıkıh” Maddesi, c:13.  S:3-11 Ankara : TDV, 1996

. http://www.literatur.gen.tr

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz



    

 

 

Tefsir Usûlü

 

Yeryüzünde insani hayat tevhit inancı ve hak dinle başlamıştır.( Bakara 213,    Yunus 19 )Allah Teâlâ kendisine kulluk etsinler, tanrı olarak kabul gören öteki şeylerin tümünden uzak dursunlar diye her bir topluluğa bir peygamber göndermiştir. Bu husus hiçbir bahaneye ve kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla ifade buyrulmuştur. ( Nahl 36 ) Peygamberlere, insanlar arasında kendisiyle hüküm verecekleri kitaplar da verilmiştir. Hz. Peygamber de diğer tüm peygamberle gibi vahye mezar kılınmış ve kendisine, insanlık için bir yol gösterici ve bir rahmet olmak üzere Kur’an-ı Kerim indirilmiştir. ( Enam 157 ) Diğer semavi kitaplar gibi Kur’an da emri ve nehyi ile darbı meseleleriyle; hatırlatma ve haberleriyle, vaazlarıyla... insana yöneltilen ilahi hitaptır, kelâmdır. Yaratıcı’nın uyarılsınlar O’nun tek bir ilah olduğunu bilsinler ve selim akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar, gereğince amel etsinler diye tüm insanlara bir tebliğdir. ( İbrahim 52 )

            Kur’an’da insana öğretiliği bildirilen ‘ beyan ’ sadece tek taraflı anlatma değil aynı zamanda başkasının anlattıklarını da anlamaktır. İnsan önce anlamak ve öğrenmek sonra da anlatmak ve öğretmek durumundadır. Kur’an da ilahî kelam olarak önce anlaşılmak akabinde de anlatılmak – özel tabiriyle -  tefsir edilmek durumundadır.

            Hz. Peygamber ( sav ) kendisine verilen beyan görevini Ashab’ına bildirmiş ve onları uyarmıştır: el- Mikdam b. Ma’dikerib’in rivayet ettiği hadisi şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “ Dikkatinizi çekerim, kesinlikle bana Kitab ve onunla birlikte benzeri verilmiştir. Dikkatli olun, karnı tok, koltuğunda oturarak: ‘ size şu Kur’an gereklidir; onda helal olarak neyi gördünüzse onu helal olarak kabul ediniz, haram olarak gördünüzse haram biliniz.’ diyecek birilerinin gelmesi yakındır. Haberiniz olsun, ehli eşek size helal değildir;      ( parçalayan ) azı dişi olan hiçbir yırtıcı ve sahibinin ihtiyaç duymaması ( ve almak isteyene terk etmesi ) dışında hiçbirinin buluntusu helal değildir. ” el- Hattâbî ( ö 388 / 998 )

 

            Kur’an tefsirinde gerekli olan ilimler;

 

            1. Lügat İlmi

 

            Bir dilin bilinmesi ilk planda onun kelimelerini müstakil olarak, müfredat olarak bilmeyi, ayrıca onlarla ilgili çok geniş konuların bilinmesini gerekli kılar. Kur’an’da Arapça olarak indirildiğinden onu anlamak için öncelikle Arap dilinin kelimelerini, delaletlerini vb. incelik ve özellikleriyle bilmek şarttır. Bunun içindir ki, Kur’an ilimleri konusunda eser veren müelliflerin - doğrudan veya lafızlarla ilgili tasnifler içersinde – bu ilme ilk sırayı verdiklerini görürüz.

            Zerkeşî, müfessirin ilk başta ilk başta bilmesi gereken şeyin lafızla ilgili ilimler; bunlardan ilkinin de müfret lafızların hakikatin öğrenilmesi olduğunu söyler.

            Suyutî bu ilmî şu cümleler ile izah ediyor: “ Lafızların müfredatın açıklanmasını ve vaz’ı itibariyle delalet ettiği manaların bilinmesini lügat ilmi sağlar.

            Bu nakil ve izahlarda gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim’i anlamanın yolu evvela onun nazil olduğu dilin müfredatının vaz’ını, hakiki manalarını ve delaletlerini bilmekten geçer. Ayrıca konuyu bütünlük içerisinde bilmek gerekmektedir; bir ölçüde bilmek tefsir için yeterli değildir.

            2. İştikak İlmi

 

            Müfret, yalın lafızların, kullanılmakta oldukları anlamı ifade ederken hangi asıla köke dayanıldığını; nereden hareketle o kökten bu anlamı yüklendiği, başlangıçta hangi kavramı yansıttığı; asli mi yoksa yabancı mı olduğu; ne gibi gelişmeler gösterdiği ve benzeri hususları tespit etmek iştikak ilminin görevidir.

            Kelimelerin manalarının zaman içinde değişebileceği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda Kur’an- ı Kerim’deki lafızların Hz. Peygamber dönemindeki medlullerini, manalarını tespitin ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Bunu temin de yine bu ilmin metotlarıyla olacaktır.

           

            3. Sarf İlmi

 

            Kafiyeci müfret lafızların girdiği yapıları, çatıları, bunların siygalarının, kalıplarının hükümlerini, ne ifade ettiklerini bilmek bu ilmin konusudur diyerek bu ilmin sınırlarını belirlemiştir.

 

            4. Nahiv İlmi

           

            Zerkeşî’ye göre terkip halindeki lafızların dikkate alınarak dört vecihten birincisi; terkiplerin, cümlelerin İ’rabın anlamı, terkiplerin mananın özünü, bizzat söylenmek isteneni ifade edici olması demektir.

 

            5. Me’ânî İlmi

 

            Ahmed el- Haşimî, beyan âlimlerinin, Arapça bir sözün ortamın gereğine uygunluk hallerini bilmeyi sağlayan ilme ittifakla “ Me’âni İlmi ” ismini vermiş olduklarını kaydeder.

 

            6. Beyan İlmi

 

            Haşimî  “ Beyan ilmi, bir maksadı bu maksada aklen delalet etmede birbirinden farklı yollarla ifade etmeyi bilmemizi sağlayan esaslar ve kaidelerdir ” diye tarif eder.

 

            7. Bedî İlmi

 

            Kafiyeci “ Manevi ve lâfzî güzellik unsurlarıyla sözü güzelleştirme yolarını bilmek de tefsirde ihtiyaç duyulan bilgilerdendir ki, bunu da Bedî İlmi sağlar ” diyerek tarifini ve tefsir açısından lüzumunu dile getirmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

Hadis Usulü

Hadis ilmi hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.

Rivayet: Daha çok hadis öğrenme, nakletme, derleme, hadisleri içeren kitaplar te'lif etme gibi faaliyetlerini kapsar.

Dirayet: Hadislerin senet ve metinleri ile ilgili her türlü birikimi, yeteneği ve faaliyeti kapsar.

Hadis Usulü Kitapları: Hadis usulü alanında günümüze ulaşmış en eski eser İmam Şafi’nin er-Risale’sidir. Bu eser aynı zamanda ilk fıkıh usulü kitapları arasında zikredilir. Günümüze ulaşan ilk hadis usulü kitabı Râmâhürmüzi’nin el-Muhaddisü’l-Fasl’ıdır.

Hadis usulü kitapları Mütekaddimun ve Müteahhirun dönemleri denilen iki dönemde ele alınır. Hadis tarihinde klasik kitapların yazıldığı mütekaddimun dönemi h.4. asrın başına, hatta bazılarına göre sonlarına kadar devam eder. Bundan sonrasına müteahhirun dönemi denir.

Rical İlmi; Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri, yani ravileri kendisine konu edinmesi sebebiyledir.Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.

Rical ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında olumsuz kanaat bildirme Ta’dil ise; olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.

Cerh edene Carih, cerh edilmiş yani kusurlu bulunmuş olana ise mecruh denir. Ta’dil edene muaddil veya müzekki, ta’dil edilmiş olana ise adil, adl, sika, cerh-ta’dil faaliyetine tenkid, bu faaliyeti yapana münekkid denir.

*Rical İlmi; hadis alimlerinin insani hatalara ve hadis uydurmacılığına karşı bir tedbir olarak geliştirdikleri ve başka medeniyetlerde görülmeyen İsnad Sisteminin bir uzantısıdır. Ali b. El-Medini Hadislerin manalarının anlaşılması ilmin yarısıdır.Diğer yarısı da rical bilgisidir.”demiştir.

İlelü’l-Hadis ilmi; İlal Arapça, sebep hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur. Hadis ilmin de illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür gizli kusur taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.

İllet, ağırlıklı olarak hadisin senedinde olmakla beraber metninde de bulunabilir. İlletli hadisler konusu muhaddisler tarafından çok önemli görüldüğünden bu konuda müstakil kitaplar yazma gereği duymuşlar.Bu yüzden de illet konusu hadis ilminin ayrı ve müstakil bir alt dalı olarak kabul edilmiştir.

Günümüze ulaşan ilel kitapları şunlardır

Ali b. El-Medini’nin İlel’ül-Hadis’i

Yahya b. Main’in et-Tarih ve’l-ilel’i

Ahmed b. Hambel’in el-ilel ve merifetü’r-rical’i

Ğaribü’l-Hadis İlmi; Hadis ilminde Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı anlaşılır.

Hadisteki ğarip kelimelere dair yazılmış olup günümüze ulaşan ilk kitap Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam’ın Ğaribü’l-Hadis isimli kırk senede hazırladığı kitaptır. Günümüze ulaşan en mühim eser ise; Hattabi’nin Ğaribü’l-Hadis’idir.

İhtilafül-Hadis İlmi; İhtilaf Arapçada iki veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.

 

 

 FIKIH USULÜ:     

 

         Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1]  Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2]

           Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:

1) “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,

2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”       

       Müctehid:

 

         İctihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir. [3] 

       Fıkıh Usulünün Konusu:

           Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.

          Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir” demektedirler. [4]

          Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

        Fıkıhın Konusu

            “Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib,  mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen hükmün bütün çeşitlerini, ferde veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet, vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır.

            Fakih, fer’i bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o fer’i olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile) uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar.  Tafsili delilleri incelemek ve usul kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5]

             Usulcü ise İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (her bir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehit için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaya çalışır. [6]

            Fıkıhın Gayesi:

             Mükelleflerin fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir. Bu sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve fiillerin, niza’ ve ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve müftinin müracaat kaynağıdır. [7]

        Fıkıh Usulünün Gayesi:

 

          Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır.

         Fıkıh Usulünün Faydaları:

 

          Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

2- Müctehitlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.

4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.

5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

        Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:

          İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahiy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu.

             Fıkıh usûlü  ilminin doğuşu hicrî  ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.


0 Yorum - Yorum Yaz



 
   

TEFSÎR USULÜ

 



Tefsir, lügatte, “örtülü ve kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyan etmek” demektir. Istılahta tefsir; beşer kudreti dahilinde, Kur'an-ı kerim ayetlerindeki Allahü tealanın muradını bildiren ilimdir.Usül;metot,yöntem, kural demektir. Tefsir usülü; tefsirin ve müfessirlerin şartlarını ve çerçevesini belirleyen ve Kuran ilimlerinin tamamını kapsayan bir ilimdir.Bazen 'ulumul-Kuran' diye de anılır. Kelam-ı ilahi olan Kur'an-ı kerimden murad-ı ilahiyi anlayıp, bildiren alimlere müfessir denir. Buna göre tefsir ilminin mevzuu, konusu Kur'an-ı kerimdir. Kur'an-ı kerim, Allahü tealanın kelamı, sonsuz bilgiler, hükümler, hikmetler ve faziletler  kaynağıdır

Eshab-ı kiram ana dili olarak arapçayı bildikleri, edib ve beliğ oldukları halde, bazı ayetleri anlayamamış, Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sormuşlardı. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'an-ı kerimin hepsinin bildirilmesi icab eden tefsirini Eshabına bildirdi. Böyle olduğunu İmam-ı Süyuti rahmetullahi aleyh söylemektedir. Onun için Kur'an-ı kerimin esas tefsiri bizzat Peygamber efendimizin açıklamaları, yani hadis-i şerifleridir. 

Resulullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bu tefsirleri öğrenen Eshab-ı kiram, müfessirlerin ilk tabakasını meydana getirir. Başta Hulefa-i raşidin olmak üzere, İbn-i Mes'ud, Übey bin Ka'b, Ebu Musel Eş'ari, Ebu Hüreyre, Enes bin Malik ve Abdullah bin Abbas radıyallahü anhüm ecmain, Kur'an-ı kerimin tefsiri hususunda önde gelen sahabilerdendir. Özellikle Abdullah b. Abbas, Eshab-ı kiramın en alimlerinden biri olarak tanınmıştır. ayet-i kerimelerle ilgili açıklamalarının pek yüksek olduğunu tefsir alimleri bildirmiş, tefsirlerini bunlarla süslemişlerdir. Ancak ona ait tefsir kitabı yoktur. Yalnız tefsir alimleri onun bu açıklamalarını tefsirlerinde nakletmişlerdir. Tefsir ilmindeki yüksekliğinden dolayı kendisine; Tercüman-ül-Kur'an, Hibr-ül-Ümmet, Reis-ül-Müfessirin lakapları verilmiştir. 

Eshab-ı kiram da, Resulullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) öğrendikleri Kur'an-ı kerimin tefsirini, müfessirlerin ikinci tabakasını teşkil eden Tabiinin büyüklerine öğrettiler. Mücahid bin Cebr el-Mekki (v.103/M.721), İkrime (v.105/M.723), Tavus bin Keysan (v.106/M.724), Ata bin Ebi Rebah (v.114/M.732), Alkame bin Kays (v.102/M.720), Şa'bi (v.105/M.723), İbrahim Nehai (v.105/M.723), Dahhak bin Müzahim (v.105/M.723), Hasan-ı Basri (v.121/M.738), Malik bin Enes (v.179/M.795) (rahmetullahi aleyhim ecmain) Tabiin devri müfessirlerinin Ünlülarındandır. 

Tabiinin büyükleri de, Eshab-ı kiramdan öğrendikleri bu tefsirleri, Tebe-i tabiine ulaştırdı Süfyan bin Uyeyne (v.198/M.813), Veki' bin Cerrah (v.917/M. 812), İshak bin Raheveyh (v.233/M. 848), Ali bin Ebi Talha (v.143/M.760), Kasım bin Sellam (v.223/M. 837) (rahmetullahi aleyhim ecmain) Tebe-i tabiinin müfessirlerindendir. Bunlar da müfessirlerin üçüncü tabakasını meydana getirir. Bu tabakada bulunanlar tefsire dair rivayetleri derleyip toplamaya başladılar. 

Kur'an-ı kerimin tefsirine dair Peygamber efendimizden ve Sahabe-i kiramdan gelen rivayetler böyle gönülden gönüle nakledilip fevkalade bir tarzda zaptedildi. Nihayet, ilimler kitaplara yazılmaya başlanınca, tefsir alimleri de daha önce toplanıp kendilerine ulaşan bu rivayetlerle Kur'an-ı kerimi tefsir ettiler. 

Böyle rivayetlerle yapılan tefsire rivayet, me'sur ve nakli tefsir denir. Rivayet tefsirlerinden bazıları şunlardır: 

1. Cami-ül-Beyan an Te'vil-il-Kur'an: Muhammed bin Cerir et-Teberi (v.310/M.922). 

2. Mealim-üt-Tenzil: Ebu Muhammed el-Hüseyn el-Begavi (v.516/M. 1122). 

3. El-Muharrer-ül-Veciz fi Tefsir-il-Kitab-il-Aziz: İbn-i Atiyye el-Endelusi. İbn-i Atiyye kendisinden önceki tefsirlerdeki rivayetleri ve senedlerini tahkik ve tedkike tabi tuttu. 

4. Cami-ül-Ahkam: Ebu Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Kurtubi (v.671/M.1272). Kurtubi de, tefsirinde İbn-i Atiyye'nin usulünü takip etmiştir. 

5. El-Cevahir-ül-Hısan fi Tefsir-il-Kur'an: Abdurrahman es-Se'alebi (v.876/M.1471). 

6. Ed-Dürr-ül-Mensur fi Tefsir-il-Me'sur: Celaleddin es-Süyuti (v.911/M. 1505). 

Rivayet tefsirleri yanında dirayet tefsirleri de yapıldı. İlk yüzyılda irab, belagat gibi lisan bilgileri Araplarda meleke halinde bulunduğundan, bunları anlatan bir kitaba ihtiyaç yoktu. Fakat zamanla fetihler sebebiyle hudutlar genişledi. Yabancı milletlerle irtibat neticesinde, Arabi lisanın yanlış kullanılması ve bozulması durumu ortaya çıktı. Diğer taraftan Arap olmayanların Arabi'yi öğrenebilmeleri için bu lisanın gramerini bilmeleri icab ediyordu. Yine Kur'an-ı kerim Arabi olduğu için, lüzum görüldükçe lisan bilgilerine göre izahına ihtiyaç duyuluyordu. Onun için Arabi lisanına dair kitaplar yazıldı. Asıl tefsir olan Resulullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen rivayetler esas alınarak, Kur'an-ı kerimin lisan ve daha başka bilgilerle de açıklamaları yapıldı. Bu izahlara, açıklamalara tevil denildi. 

Tevillerin doğruluğu, nakle, yani Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen tefsirlere uygunluğu ile anlaşılır. Tefsir kitaplarını yazan alimler, tefsire uygun tevilleri de yine tefsir olarak kabul etmişlerdir. Tevil, nakle ve din bilgilerine uygun olmazsa tefsir değil, yazanın kendi düşüncesi olur. Nitekim hadis-i şerifte; “Kur'an'ı, kendi görüşü ile açıklayan hata etmiştir.” buyrulmuştur. 

Dirayet yoluyla yapılan tefsirlerden bazıları şunlardır: 

1. Mefatih-ül-Gayb: Fahreddin Razi (v.606/M. 1209). Bunda rivayet ve dirayet yolları birleştirilmiş, filozofların bozuk fikirleri reddolunmuştur. Tefsir-i Kebir diye de bilinen eserde; zaman zaman nahiv ve belagatla ilgili meselelere girilmiştir. 

2. Envar-ut-Tenzil ve Esrar-ut-Te'vil: Beydavi (v.685/M.1288). Bu da Razi Tefsiri'nin usulünü takip etmiştir. 

Buna Beydavi Tefsiri de denir. En kıymetli tefsir kitaplarındandır. Yüze yakın şerh ve haşiyesi yapılmıştır. Bunların en Ünlü Şeyhzade Haşiyesi'dir. 

3. Medarik-ut-Tenzil ve Hakaik-ut-Te'vil: Nesefi (v.701/M.1301). 

4. El-Celaleyn: El-Mahalli (v.684/M.1459) ve's-Süyuti (v.911/M.1505). 

5. İrşad-ül-Akl-is-Selim ila Mezaya'l-Kitab-il-Kerim: Ebüssü'ud (v.892/M.1574). 

6. Tefsir-i Mazhari: Hindistan'da yetişen alimlerin büyüklerinden Senaullah-ı Pani-Püti'nin yazdığı çok kıymetli bir tefsir kitabıdır. On büyük cilt halinde 1976 da Pakistan'da yeniden basılmıştır. 

Bir de tasavvuf büyüklerinin yazmış oldukları te'vil kitapları vardır ki, bunlara İşari tefsir denilmiştir. Bu te'viller onların saf (temiz ve berrak) kalplerine gelen ilhamlar olup, Allahü tealanın dilediği bilgiler olabilir, denilmiştir. Bunların sözleri vicdana bağlı şeylerdir. Bunlara inanmak vicdan sahiplerinin vicdanlarına bırakılır, başkalarına senet olamaz. Yani iman olunacak şeyleri ispat etmezler ve amel ve ibadetleri gösteremezler. Onların halini, onları tanıyanlar anlar ve onların yüksek derecelerine erişenler bilir. Muhyiddin-i Arabi, Necmeddin-i Kübra ve İsmail Hakkı Bursevi'nin tefsirleri böyledir. 


İslam alimlerinin yazdıkları bu tefsirler asırlar boyunca Müslümanlar tarafından kabul görüp okutulmuş ve zamanımıza kadar gelmiştir. 

Tefsir kitaplarını okuyup anlayabilmek için de senelerce durmadan çalışıp yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek lazımdır. Yalnız Arapça bilmekle tefsir kitapları anlaşılmaz. Bu ilmi iyi bilen alimler, Türkçe tefsir kitapları da yazmışlardır. Ehil olmadan, din bilgilerini doğrudan Kur'an-ı kerimden, tefsir kitaplarından ve meallerden öğrenmeye çalışmak yanlış olup, insanın dalalete, bozuk yollara düşmesine, itikadının ve imanının sarsılmasına sebep olur. 




HADÎS USULÜ

 

Eski tabiriyle usul-ü hadis karşılığıdır. Muhaddisler arasında tariflerinde az-buçuk fark olsa bile usulü hadis, ulûmu hadîs, dirâyetu'l-hadîs, (veya ilmu'l-hadîs dirâyeten); ilmu mustalahi'l-hadîs veya kısaca mustalahul-hadîs terimleri birbiriyle eş-manalı olarak hadis usulü ilmini ifadede kullanılmıştır. Buna göre Hadis Usûlü, hadis metodolojisidir. Eski ve daha sonraki alimlere göre değişik şekillerde tarif edilmiştir.

el-Hatîbu'l-Bağdâdî'ye gelinceye kadarki eski alimlere göre Hadis Usulü, hadisleri, ravilerinin adalet ve zabt yönlerinden durumları, senetlerinin muttasıl veya munkatı olması bakımından Hz. Peygamber (s.a.s)'e nasıl nisbet edildiklerinden bahseden ilimdir. Daha sonraki alimlere göre ise kabul ve red yönünden ravi ile rivayet edilen hadislerin durumlarının bilinmesidir.

Bu tariflerin her ikisi de Hadis Usulünü ravilerin ve rivayet edilenlerin bilinmesi olarak almaktadır. İkincisinde ayrıca hedefi de söz konusu edilmiştir ki bu hedef, rivayetlerin kabul veya reddedilmesidir.

el-Ekfânî'ye göre Hadis İlminin ikinci kısmı olarak Hadis Usulü, rivayetin hakikati, şartlan, çeşitleri, hükümleri, ravilerin halleri, şartları ve rivayetin sınıflarını bildiren ilimdir. 331Yukarıda anılan müteahhir alimlerin hadis usulü tariflerinin daha geniş bir şekli diyebileceğimiz bu tarif en fazla kabul gören tarif olmuştur.

Hadis Usulü ilmi, hadislerin rivayeti ile ravilerin hallerinin tetkikinden doğmuştur. Dindeki yeri itibariyle hadislerin rivayet edilmesi zorunlu hale gelince nakillerin gelişi güzel yapılmasını önleyici tedbirler almak da zarurî hale gelmiştir. İlk olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'in ebedî aleme göç etmesinden sonra müslümanlar, aralarında bazı ihtilafların görülmesi üzerine rivayetlerin artması sonucu isnad sistemini getirmişler; her hadisi nakleden kişiye onu kimden aldığını sormuşlardır. Ayrıca hadis nakleden ravilerin, rivayetlerine güvenilecek kişiler olup olmadıkları da araştırılmış, hadisler elde edilen bilgiler ışığında değerlendirilmiştir.

Bununla birlikte sahabe ve tâbi'ûnun hadis rivayeti konusunda gösterdikleri olağanüstü gayret ve gerçekten Hz. Peygamber'e ait olan hadisleri tesbit etme azmi zamanla rivayetin birtakım kaideler dahilinde yapılmasına yol açmıştır. Ne var ki, bu kaidelerin sistematik bir şekle girmeye başlaması hadislerin tedvin edilmesinden sonradır; zira hadislerin tedvinini takip eden zaman içerisinde ravi ve rivayetle ilgili esasların daha sistemli bir hale geldiği görülür. Hadislerin rivayet şartları, ravilerin durumları, rivayet çeşitleri ile ravi ile mervîyi ilgilendiren diğer hususlar tedvinden sonraki devrelerde kaidelere bağlanmıştır. Bu kaideler ışığında ravilerle her birinin rivayet ettikleri hadislerin incelenmesi neticesi çeşitli hadis türleri ve her birine dair değişik ıstılahlar oluşmuştur. Bu ıstılahları ve her birinin delâlet ettiği manayı açıklayıcı Hadis Usulü kitapları tasnif edilmiştir. Bunların en meşhurları şunlardır:

1. el-Muhaddisu'1-Fâsıl Beyne'r-Râvî ve'l-Vâ'î: Ebu Muhammed el-Hasen b. Abdirrahmân b. Hallâd er-Râmehurmuzî'nin bu eseri ilk hadis usulü kitabı sayılır. Ancak bütün usul konularını ihtiva etmez.

2. Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs: el-Hâkimu'n-Nîsâbûri tarafından tasnif edilmiştir. Konuları dağınıktır. Metotlu bir tasnif ve tertibi olmadığı gibi hadis usulü itibariyle önemli birçok konuyu da almamıştır.

3. el-Mustahrec Alâ Marifeti Ulûmi'l-Hadîs: Ebu Nu'aym b. Abdillah el-İsbehâni'nin eseridir. el-Hâkîm'in kitabının müstedreki mahiyetindedir. Bu eser de pek çok önemli konuyu almamıştır.

4. el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye: el Hatîbu'l-Bağdâdî'ye aittir. Hadis Usulü konusunda ilk tertipli ve muhtevalı kitap sayılır. Kıymetli hadis usulü kaynaklarındandır.

5. el-Câmi’ li-Ahlâki'r-Râvî ve Âdâbi's-Sâmî': el-Hatîbu'l-Bağdadî'nin eseridir. İsminden de anlaşılacağı gibi özellikle rivayet şartlarına dair kıymetli bir kaynaktır.

6. el-İlmâ’ ilâ Ma'rifeti Usûli'r-Rivâyeti ve Takyîdi's-Semâ’: Kadı İyad b. Musa el-Yahsubî'nin tasnifidir. Hadis Usulü ilminin bütün konularını ihtiva etmekle birlikte emsali arasında haklı bir şöhrete ulaşmıştır.

7. Nuhbetu'l-Fiker fî Mustalahi Ehli'l-Eser: İbn Haceri'l-Askalânî'nin tasnifi olup tertibi itibariyle değişiktir. Yazan tarafından Nuzhetu'n-Nazar adiyle şerhedilmiştir. Muhtasar olmasına rağmen faydalı bir eserdir.

 



FIKIH USULÜ


Usûlü'l-fıkh (Arapçaأصول الفقه) veya fıkıh usûlüfıkıh yani İslam hukukunun iki dalından biridir. Fıkhın diğer dalı “fürû” olarak tanımlanır. Salt “fıkıh” denildiğinde ise kastedilen şey de fürû’dur. Fıkhın diğer dalı olan “usûl” ise usûl-ü’l-fıkh veya fıkıh usûlü olarak anılır. “Nazarî Hukuk” olarak tanımlayabileceğimiz fıkıh usûlüne bir ilim olduğunu vurgulayarak ilmu usûli’l-fıkh dendiği gibi sadece ilmu’l-usûl dendiği de olur.

Fıkıh usûlünün sözlük anlamı “fıkhın delilleri” veya “fıkh’ın kökleri” olarak tarif edilebilir. Fıkıh usûlünün, terminolojik, ıstılâhî anlamı ise Fahrettin Atar tarafından “Fıkıh Usûlü” isimli eserinde şu şekilde tarif edilmiştir: “1 - Şer’î hükümlerin, tafsilî delillerden çıkarılmasını mümkün kılan kâideleri ve icmâli delilleri öğreten bir ilimdir. Veya, 2 – İstinbât kâideleri ve icmâlî delillerdir.” Bu tanıma göre fıkıh usûlünü kullanarak fıkhî bir mesele hakkında, deliller yoluyla, bir karara varılabilir. Kavramı anlamak için şöyle bir örnek verilebilir:

A. Ramazan'da oruc farz mıdır?

B. İslam'da Allah’ın yapılmasını emrettiği her eylem farzdır.

C. İslam'da Allah Ramazan orucunu Bakara suresi 183. ayet ile emretmiştir.

D. Ramazan orucu farzdır.

Burada B, C ve onlardan yola çıkarak A’yı cevaplayan sonuç D, fıkıh usûlünün “emir siygası şart oluşuna (vücûba) mânî olacak herhangi bir işaret olmadığı sürece şarttır” kâidesi ve şer’î delillerden Kitâb’da (fıkıhta Kur’an yerine Kitab sık sık tercih edilen bir kavramdır) ilgili bir emrin bulunuşu ile ortaya çıkmıştır.

Kısacası, hakkında bir karara varılması gereken mesele, meçhul, (matlûb-i haberî), fıkhî delillerden yararlanılarak (yukarıdaki örnekte şer’î delillerden Kitab’dı bu delil), fıkıh usûlü kâideleri göz önünde bulundurularak (örneğin açıklamasında tırnak işaretleri arasında kullanılan fıkıh usûlü kâidesi belirtilmiştir) bir sonuca, hükme, karara kavuşturulur.

Bugün bilinen ilk fıkıh usûlü eseri hicri 2. asırda İmam Şafii tarafından kaleme alınmış er-Risale adlı eserdir.

Gelenekten gelen bilgi: Aslî deliller dörde ayrılır, bunlar:

·         Kitap (Kur'an)

·         Sünnet

·         İcmâ

·         Kıyas (Şiîlerde Akıl)

Ancak İslam'ı, Kur'an'ı merkeze alarak okuyan bir kısım müslümanlar; gelenekten gelen, şer'i delil olarak ifade edilen bu delillerin, İslam adına oluşturulmuş düşünceler olduğunu, İslam'ın asıl kaynağı olan Kur'an'da; sünnet, icma ve kıyası delil olarak kabul etmemizi gerektirecek hiçbir bilginin olmadığını savunurlar. Bu delil olarak sayılan Sünnet, İcma ve Kıyas'ın İslam için önemli faydalanılanacak, eleştirilecek, ayıklamaya açık bilgiler olduğunu savunurlar ancak başlı başına bunların üzerinde tartışılmaz deliller olduğu iddiasını reddederler.

Gelenekte bu dört asli delilden, ilk ikisi yani Kur'an ve Sünnetvahye dayanan yani İslam dinindeki nasslara dayanan delillerken diğer ikisi yani icma ve kıyas ise vahiy temelli olmayıp akli olmakla beraber İslami naslar ile ilişkilidir.

Geleneksel İslam hukukunda herhangi bir konu hakkında delil arandığı zaman, ilk önce Kitaba yani Kur'an'a başvurulur. Eğer Kur'an'da birebir karşılık gelen bir şey bulunamazsa, Sünnet'e bakılır. Daha sonra sırasıyla icma ve kıyas, sonra ise fer'î delillere başvurulur. Yani sıra şu şekildedir:

1.     Kitap yani Kur'an

2.     Sünnet

3.     İcmâ

4.     Kıyas (Şiîlerde Akıl)

5.     Fer'î deliller

 

SONUÇ:

  Görüldüğü üzere 'usul ilimleri', her biri kendine has yöntemlerle her çağda insanların ihtiyaçlarına karşılık vermeye çalışmıştır. Bu ilimler Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar bir çok aşamalar geçirmiş, ilk zamanlarda var olmalarına karşılık sistematik değillerdi ve bugünkü isimlerle de anılmıyorlardı. Zamanla gün geçtikçe İslam'ın her tarafa yayılmasıyla birlikte bu ilimlerde büyük çalışmalar yapılmış, çok değerli eserler telif edilmiş ve bu ilimler çok 'sistematik' bir hal almıştır. Ancak bu ilimlerin isimleri değişse de,sistematik bir hal alsa da değişmeyen bir şey var ki o da bu ilimlerin birbirleriyle koparılması mümkün olmayan güçlü münasebetleridir. Çünkü bu ilimler bir bütünün parçalarıdır ve aynı gayeye hizmet etmektedir. Bu alanlarda çalışma yapmak isteyen araştırıcıların bu hayati gerçeği hiç bir zaman göz ardı etmemeleri gerekir ki faydalı ve tutarlı bir çalışma ortaya koyabilsinler. 

0 Yorum - Yorum Yaz


                                            I.  HADİS USULÜ, KONUSU VE AMACI

                    

                       Hadis Usulü adıyla inceleyeceğimiz konu, aslında Hadis Usulü Bilimi (İlmi Usuli’l-Hadis) dir. Hadis İlminin Dirayetü’l-hadis diye bilinen koludur. Hadis ilminin diğer kolunun adı da Rivayetü’l-hadis ilmidir. Dilimizde kullanımı ile Hadis Usulü, asli ifadesiyle Usulu’l-hadis teriminin temel kelimesi hadis’tir. Hadis’in sözlük anlamı yeni’dir. Eski demek olan kadim’in zıddıdır.Hadis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de söz ve haber anlamlarında kullanılmıştır. Mesela “Haydi onun gibi bir söz getirsinler” (Tur: 52/34) ayetinde söz, “Musa’nın haberi sana ulaştı mı?” (Taha: 20/9; ez-Zariyat: 51/24; en-Naziat: 79/15.) ayetinde de haber anlamındadır.

                    Hadisin terim anlamı ise, söz, fiil, takrir (onay), ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere izafe edilen her şeyin yazılı metinleri demektir. Çok özel ve dar anlamda peygamber sözüne de hadis denir. Hadisin çoğulu ehadis’dir.Usul, asl’ın çoğuludur. Asıllar, kökler, kaynaklar manasına gelmektedir. Terim olarak yol, yöntem, nizam, kaide, düzen ve metod ahlamlarında kullanılmaktadır. Bu manada bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri ve tekniklerini ifade etmektedir.Hadis Usulcüleri denilince, hadis ilminin  dirayete dayanan prensipler bölümü (usuliyyat) ile meşgul olan alimler (usuliyyun) anlaşılır. Hadis usulü ilmi de hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis teknolojisi demektir. Bu bilim dalına başlangıçta Mustalahu’l-hadis de denilmiştir. Usul konularını anlatmak için Ulumu’l-hadis ifadesinin kullanıldığı da olmuştur.

                Hadis Usulü, kabul ve red yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usul ve kaideler ilmidir.Bu ilmin konusu, kabul ve red yönünden senet ve metindir. Hadis Usulü İlminin amacı, sahih olan hadisi sahih olmayan hadisten ayırt etmektir.

                       II. HADİS USULÜ İLMİNİN DOĞUŞU VE TARİHİ GELİŞİMİ

                      Rivayet ve haber ilmi ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim ve sünnette bazı esas ve prensiplerin yer aldığını görüyorüz. Çünkü  Allah, Kur'an'da “ Ey iman edenler! Size fâsık biri, bir haber getirdiğinde onu araştırınız!“ buyurmaktadır. Hz. Peygamber de ; “ Bizden bir şey işitip de onu duyduğu gibi aktaranın Allah yüzünü ağartsın! Nice (sözümüzün) kendisine aktarılan kimseler vardır ki onlar ilk duyandan daha anlayışlıdırlar.“ buyurmaktadır. Bir başka rivayet de; “Nice fıkıh nakledenler vardır ki onu kendisinden daha anlayışlı kimselere nakleder.Yine nice  fıkıh taşıyıcıları vardır ki, gerçekten fakih değildirler.“ şeklindedir. Bu ayet ve hadisler, haberi alırken kaynağını iyice araştırma prensibine; zapt ederken de dikkatli olmak, onu iyi bellemek, başkasına naklederken alan kişiyi iyice araştırmak gibi haber zabtının keyfiyetine dikkat çekmektedir.

                     Sahâbîler,-özellikle nakledenin doğruluğunda şüphe ettiklerinde-, Allah'ın ve O'nun elçisinin emrine uyarak haberlerin nakli ve kabulünde son derece titiz davranmışlardır. Onların bu titiz davranışlarının neticesinde haberin kabul ve reddinde isnâd ve isnâdın değeri gibi hususlar ortaya çıkmıştır.Sahih-i Müslim'in (ö. 261/874) mukaddimesinde İbn. Sîrîn'den (ö. 110/728) şöyle bir haber nakledilir. O şöyle der: “ önceleri kimse isnâddan sormuyordu.(     Hz. Osman'ın katliyle neticelenen) fitne olayı ortaya çıkınca bize, 'hadisi aldığınız kişilerin adlarını söyleyiniz', demeye başladılar. Bakıyor, ehl-i sünnet olanların hadisini alıyor, bid'at ehli olanların hadisini almıyorlardı.“

                  “Senedi bilinmedikçe haberin kabul edilmeyişi“ esasına dayalı olarak “cerh-ta'dil“, “ravileri değerlendirme“, “ muttasıl ve munkatı' senetleri bilme“, “gizli illetleri bilme“ gibi ilimler ortaya çıktı.Ancak başlangıçta mecrûh râvilerin sayısı az olduğundan râviler hakkında menfi değerlendirmeler   de az oldu. Daha sonra bu sahada alimler yetiştikçe  hadisin zaptı, tahammül ve eda kayfiyeti; nâsih-mansûhunu  bilme, garip kelimelerini açıklama ve daha başka branşlarda araştırmalar ortaya çıktı. Fakat âlimler bu bilgilerini sözlü olarak naklediyorlardı. Bilahare durum daha da gelişti; söz konusu ilimler yazılarak kayda geçirilmeye başlandı. Fakat bu bilgiler; usûl, fıkıh ve hadis ilmi gibi ilimlerde karışık halde yazılmış kitapların farklı yerlerinde yer almaktaydı. Mesela İmam eş-Şâfii'nin(ö. 204/819) er-Risâle ve el-Umm isimli eserlerini örnek olarak zikredebiliriz. Netice olarak ilimler olgunlaşıp ıstılahlar yerli yerine oturunca ve bütün ilimler diğerlerinden ayrılarak müstakil hale gelince - ki bu da h. 4. asırda gerçekleşmiştir- âlimler Hadis Usûlü  İlmini müstakil bir kitapta topladılar. Bu konuda ilk müstakil eser veren Kâdî Ebû Muhammed el-Hasan b. Abdurrahman b. Hallâd er-Râmehurmuzî'dir. Eserinin adı el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî  ve'l-vâî'dir.

                     III.    USUL BİLGİSİNİN GEREĞİ

                Asıl mevzuya girmeden şunu belirtmek isteriz: Usûl bilgisi hadîslerden istifâde için şarttır. Usûl bilmeyince hadîslerden ahkâm çıkarmak imkânsız hâle gelir. Usûl, bu açıdan bir nevi istifâde metodudur. Onun için "usûl"e metodoloji de denmiştir. Bilindiği üzere hadîs dinimizin ikinci kaynağıdır. İster Kur'ân-ı Kerîm'in daha iyi anlaşılmasında, isterse Kur'ân'da bulunmayan meselelerin, dinimizin ruhuna uygun şekilde açıklanıp değerlendirilmesinde olsun Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine şiddetle ihtiyacımız var. Rivâyet kitaplarına müracaat ettiğimiz zaman bir kısım problemlerle karşılaşıyor, istifâdede zorluk çekiyoruz. İşte Usûl bilgisi bu müşkilatları çözmeye ve rivayetlerden kolayca istifâde etmeye yarar.


 

              IV.    HADİS USÛLÜ SAHASINDA TELİF EDİLEN EN MEŞHUR ESERLERLERDEN BAZILARI

1)el- Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvi ve'l- vâî  : Kâdî  Ebû Muhammed el-Hasan b. Abdurrahman  b. Hallâd er-Râmehurmuzî (ö. 360/970)

2)Ma'rifetu ulûmi'l-hadis : Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Hakîm en-Neysâbûrî (ö. 405/1014)

3)el-Müstahrec  'alâ Ma'rifeti 'ulûmi'l-hadis : Ebu Nu'aym Ahmed b. Abdullah el-İsbahânî  (Ö.430/1038)

4) el-Kifâye fî  ilmi'r-rivâye :  Ebu Bekr Ahmed  b. Ali b. sabit el-Hatib el-Bağdadi(ö. 463/1070).

5)el-Câmi li-ahlaki'r-ravi ve adabi's-sâmi : Ebu  Bekr Ahmed  b. Ali b.b sabit el-Hatib el-Bağdadi(ö. 463/1070).

6) el- ilmâ' İlâ ma'rifeti usuli'r-rivaye ve takyîd's-semâ' : Kadi İyaz b. Musa el-Yahsubi(ö.544/1149)

7)Mâlâ yese'ü'l-muhaddise cehluh: Ebu Hafs Ömer  b. Abdülmecid el- meyaneci (ö. 580/1184).

8)Ulumu'l-hadis : Ebu Amr Osman b. Abdurrahman  eş-şehrezuri( ö. 643/ 1245)

9)  et-Takrib ve't-teysir li ma'rifeti suneni'l-beşiri'n-nezir : Muhyiddin Yahya b. şeref en-nevevi (ö. 676/1277)

10) Tedribu'r-ravi fi şerhi Takribi'n-Nevevi : Celalüddin Abdurrahman b. Ebu Bekr es-Suyuti

 

 

                                                            TEFSİR USULÜ

                           1)KUR'AN İLİMLERİ (ULÛMU'L-KUR'ÂN)                                                                                                                                                                                                                           

                          Kur'ân'a hizmet eden veya Kur'ân'a dayanan ilimlere Kur'ân İlimleri (Ulûmu'l-Kur'ân) denir. Kur'ân'a dayanan ilimler, tef­sir, kıraat, Kur'ân yazısı, i'câz, nüzul sebebleri, nâsih mensûh, i'rab ve garib kelimeler ilmi ... şeklinde sıralanırlar. Belirtilen ilimler, Kur'ân ilimlerinin bölümleridir. Suyûtî (911/1506), sayılan ilimlere astrono­mi, geometri, tıb ve benzeri ilimleri de ekleyerek sayıyı daha da artır­mıştır. Öyle ki Ebû Bekir b. Arabî (543/1148) daha ileri giderek tasavvufî bir anlayışla Kur'ânî ilimlerin sayısının 77.450 olduğunu söylemiştir. Kur'ân'ın bir hidâyet ve i'câz kitabı olduğu göz önünde bulundurulacak olursa onun bu özellikleriyle ilgili her ilmi Kur!ân ilimlerinden saymak mümkündür. Yalnız tabiat, ilimleri, geometri ma­tematik, astronomi, ekonomi, sosyoloji, kimya, botanik gibi ilimlerin ve ilim dallarının Kur'ân ilimlerinden sayılması doğru olmaz. Çünkü Kur'ân bu ilimlerle ilgili teorileri belgelendirmek ve kanunlarını vurgu­lamak için inmemiştir. Ayrıca adı geçen ilimler, âyetleri açıklamak ve sırlarını ortaya koymak için de konulmamıştır.Şu var ki Kur'ân, müslümanları öğrenmeye, ilerlemeye ve uz­manlaşmaya çağırmıştır. Fakat Kur’an’ın bu yerinde daveti, pozitif ilimlerin Kur'ân ilimlerinden sayılmasını gerekli kılmamıştır. Zira Kur'ân'ın belli ilimlere teşvik edip yönlendirmesiyle o ilimlerin Kur'ân ilimlerinden sayılmaları arasında fark vardır. Başka bir ifadeyle Kur’an’ın işaret ettiği fen, tabiat ve sosyal bilimler, doğrudan Kur'ân'la ilgili değildir. Ama doğrudan Kur'âni meseleleri, hükümleri ve lâfızları inceleyen ilimlerin ise Kur'ân ilimlerinden sayılacağı açıktır.Anlatılan bilgi ve değerlendirmelerin ışığında bir ilmî terim olarak Kur'ân ilimlerini şöyle tanımlamak mümkündür: "İnişi, tertip edilişi, toplanışı, yazılışı, okunuşu, tefsir edilişi, i'câzı, nâsih ve mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi yönünden Kur'ân'la İlgili konuların tamamını ihtiva eden ilimdir". Tariften anlaşıldığına göre Kur'ân ilimleri çeşitli Kur'ânî ilimlerin bir özetidir. Kur'ân ilimlerinin konusu, inceleme alanına giren meselelerin özelliklerine göre yine Kur'ân'dır. Gerçekte Ulûmu'l-Kur'ân'ın konusu, kendi bünyesinde toplanan ilimlerin konusunun toplamıdır. Bünye­sinde toplanan ilimler de doğrudan Kur'ân'la ilgili bilimler olduk­larına göre konu yine Kur'ân olmaktadır. Meselâ kıraat ilminin konu­su lâfzı ve edası yönünden Kur'ân olurken tefsir ilminin konusu da mânâsı ve şerhi yönünden yine Kur'ân olmaktadır.

 

 

 

                   2)TEFSİR VE TEFSİR USULÜ

 

                   Lügatte, çeşitli anlamlarının yanı sıra beyân etmek, keşfetmek, İzhâr etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamına gelen tefsir, eski felsefî ve ilmî eserlerin açıklanışı ve izah edilişi mânâsına da kullanıl­maktadır.Istılahta tefsir: Müşkil olan lâfızdan murad edilen şeyi keşfet­mek demektir. Bu tarif çerçevesinde tefsir kelimesi Kur'ân'ın mânâ­larını keşf edip, ondaki müşkil ve garip lâfızlardan kasdedilen şeyi beyân eden ilim olarak anlaşılmıştır. Fakat ilmî bir anlam olarak tefsirin sadece Kur'ân'a tahsis edilmediği diğer ilmî sahalarda da kul­lanıldığı görülmektedir.Tefsir kelimesi, İslâm'ın ilk asrında diğer ilimler yaygınlaşmadığından tefsir ve hadis ilimleri ıstılahı olarak kullanılmıştır. Daha son­raki dönemlerde başlayan terceme faaliyetleriyle diğer ilimlerin tedvin edilmesi üzerine tefsir kelimesi bu ilimler için de kullanılmıştır.

                Âlimler arasında çoğunlukla yerleşen anlamıyla tefsir ; konusu Kur'ân âyetleri olan ve onları Cenabı Hakkın muradına uygun biçim­de anlamlı anlatma ve hüküm çıkarma gayesi güden ilmin adıdır.Kur'ân-ı Kerîm'i inceleyen ve onun anlaşılmasıyla meşgul olan ilim olması açısından tefsirin önemi büyüktür. Çünkü müslümanların temel kitabı Kur'ân olduğuna ve Kur'ân da anlaşılmak ve yaşan­mak için gönderildiğine göre tefsirin İslâmî ilimler içinde özel ve müstesnâ bir yerinin olması tabiidir. Bu yüzden îslâmiyetin ilk yıllarından itibaren Kur'ân'ın doğru bir şekilde anlaşılmasına çalışılmış ve bunun usûlleri konmuştur. Kur'ân'ın tefsiriyle ilgili olarak konan bu ölçü ve usûller "Tefsir Usûlü" veya "Usûlü Tefsir" biçiminde bir ıstılahın kul­lanılmasına sebep olmuştur. Böylece bir yandan "Kur'ân İlimleri" adıyla konulu veya müstakil Kur'ânî çalışmalar sürerken öte yandan da tefsir ve Usûlünü çerçeveleyen faaliyetler başlatılmıştır. Şu var ki "Tefsir ve Usûlü" kavramı ve bunun kullanımı Kur'ân İlimleri ıstıla­hının kullanımından sonraki asırlara da uzanmaktadır. Başka bir ifadeyle Kur'ânî ilimler ilk asırlarda Ulûmu'l-Kur'ân adıyla nitelenir­ken müteakip dönemlerde Tefsir Usûlü tabiriyle de ifade edilmeye ça­lışılmıştır.

                 Kavram ve ıstılahların zaman ve mekan itibariyle uğrayabildikleri değişiklikten hareket ederek Kur'ân ilimleri ve Tefsir usûlü kav­ramlarına ve bunların benzer ve ayrı yönlerine şöyle temas etmek mümkündür:

1- Kur'ân ilimleri ilk dönem ve ilk asırlarda belli konulara ilişkin Kur'ânı çalışma ve araştırmalara verilen isimdir.

2- Kur'ân ilimleri zamanla tüm Kur'ânî meseleleri kapsayan müstakil Tefsir usûlü çalışmalarının adı olmuştur.

3- Başlangıçtan günlümüze kadar Tefsir usûlüne ilişkin çalış­malara Kur'ân ilimleri (Ulûmu'l-Kur'ân) tabiri kullanılmıştır.

4- Usûlü Tefsir, ilk asırlarda çok fazla kullanılmamakla beraber sonradan Kur'ân ilimleri yerine kullanılan bir ıstılahtır.

5- Tefsir Usûlü, konulu Kur'ânî ilimleri bünyesinde taşımakla birlikte diğer meseleleri de ihtiva eden kapsamlı bir kavramdır.

6- Buna göre Tefsir usûlünü konulu Kur'ân ilimleri değil de kapsamlı ve müstakil Ulûmu'l-Kur'ân çalışmalarını karşılayan bir ta­bir sayabiliriz.

7- Zaman içinde küçük nüanslarla benzerlik veya ayrılık göste­ren bu iki kavramı günümüzde tefsir metodolojisi karşılığında veya eşanlamda kullanıldığı belirtilmelidir.

 

                       3)TEFSİR USULÜ KAYNAKLARI

                    Tefsir usûlü ilminde aslî kaynak olma vasfını kazanan çok fazla eserin olduğunu söylemek mümkün olmasa da, mevcutların keyfiyet iti­bariyle bilimsel mâhiyet arzetmeleri oldukça sevindirici bir durumdur. Ama ne yazık ki ilk dönemlerde kaleme alınanlar, usûl ilminin bütün branşlarını kapsayıcı bir özellik taşımadıkları için bu nitelikteki eserlerin sonraki dönemlere ait olduğunu söylemek durumundayız.

Bilindiği gibi İslâmî ilimlerin dili Arapça olduğu için tefsir usûlü alanında yazılanlar da, çoğunlukla bu dilde kaleme alınmıştır. Ancak son dönemlerde Osmanlıca, Türkçe ve Batı dillerinde de bu nevi eserle­rin yazıldığı görülmektedir. Bu sebeple ilim ehlince önemli görülen bazı tefsir usûlü kaynaklarından mahtût/yazma ve matbu olanları, kendi aslî dilinden başlamak suretiyle tarihi bir sıraya göre ele almaya çalışacağız.

 

 4)ARAPÇA KAYNAKLAR

 

a) Müstakil Te'lifler

 

1. Haris el-Muhâsibî (öl.243/857), el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân

2. el-Hûfî (öl.430/1038), el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân.

3. İbnu'l-Cevzî (öl.597/1200), Fünûnu'l-Efnân.

4.  et-Tûfî (öl.716/1316), el-İksîr fî İlmi't-Tefsîr

5. İbn Teymiyye (öl.728/1327), Mukaddime fî Usûli't-Tefsîr.

6. ez-Zerkeşî (öl.794/1392), el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân.

7. el-Kâfiyecî (öl.879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi't-Tefsir.

8. es-Suyûtî (öl.911/1505), el-İtkân fî Ulûmi'l-Kur'ân.

9.  ed-Dihlevî (öl.1176/1764), el-Fevzu'l-Kebîr fî Usûli't-Tefsîr.

10. ez-Zerkânî (öl.1367/1948), Menâhilu'l-İrfân fî Ulûmi'l-Kur'ân.

11. ez-Zehebî (öl.1399/1978), et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn.

12. Subhî es-Sâlih (öl.1399/1978), Mebâhis fî Ulumi'l-Kur'ân.

13. Mennâu'l-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'ân.

14. Ebû Şuhbe, el-Medhal  li Dirâseti'l-Kur''âni'l-Kerîm.

15. Muhammed Ebû Selâme, Menhecu'l-Furkân, Kahire 1359/1938.

16. Ahmed Âdil Kemâl, Ulûmu'l-Kur'ân, Mısır 1951.

17. İzzet Hüseyn, Ulûmu'l-Kur'ân, Dımaşk 1962.

18. İbrahim el-Ebyârî, Târîhu'l-Kur'ân, Kahire 1965.

19. Abdulkahhâr Dâvûd el-Ânî, Dirâsât fî Ulûmi'l-Kur'ân, Bağdat 1972.

20. Muhammed Fadl b. Âşûr, et-Tefsîr ve Ricâluhu, Tunus 1972.

21. Muhammed Sabbâğ, Lemehât fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dımaşk 1394.

22. Adnan Zarzûr, Târîhu'l-Kur'ân ve Ulûmuhu, Dımaşk 1395/1975.

23. Abdulfettah el-Kâdî, Ulûmu'l-Kur'ân, Kahire 1396/1976.

24. Mahmûd Zalat, et-Tibyân fî Ulûmi'l-Kur'ân, 1399/1979.

25. Muhammed İbrahim Şerîf, Muhâdarâtu Târihi Tefsiri'l-Kur'ân, Kahire 1401/1981.

26. Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1405/1985.

27. Abdulmün'im en-Nemr, Ulûmu'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kahire 1403/ 1983.

28. Abdullah Mahmûd Şehhâte, Târîhu'l-Kur'ân ve't-Tefsîr, Kahire 1403/1983.

29. Emir Abdulaziz, Dirâsât fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1403/1983.

30. Nûreddin Itr, Muhâdarât fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dımaşk 1404/1984.

31. Emin el-Hûlî, et-Tefsîr ve Meâlimu Hayâtihi ve Menhecuhu'l-Yevm, Mısır 1944.

32. Abdulgafûr Mahmûd Mustafa Ca'fer, Buhûs fî Ulûmi'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kahire 1403/1983.

33. Muhammed Abdurrahman, el-Mücmel fî Ulûmi'l-Kur'ân, Mısır 1403/1983.

 

b)Tefsir Mukaddimeleri

 

Bazı müfessirler kaleme aldıkları tefsirlerinin mukaddimelerinde tefsirin usûl ve yöntemleriyle alakalı birtakım ön bilgiler vermişlerdir. Bu bilgiler, tefsir okuyucuları için oldukça faydalı malumat niteliğindedir. Çünkü bunlar daha çok Kur'ân'ın nüzulü, kıraati, kitabeti, tertibi, cem'i, istinsahı, faziletleri, irabı ve icâzıyla ilgili hususları içermek­tedir. Bu anlamda bir mukaddimeye sahip olan tefsirlerden bazıları burada zikrediliyor:

1. Et-Taberî (ö1.310/922), Câmiu'l-Beyân An Te'vili'l-Kur'an

2. Er-Râğıb El-İsfahânî (öl.502/1108), Mukaddimetü''t-Tefsîr.

3. İbn Atiyye El-Endülüsî (öl.543/1148), Mukaddime.

4. el-Kurtubî  (öl.671/1272), el-Câmi' li ahkâmı'l-Kur’an

5. en-Neysâbûrî (öl.727/1326), Ğarâibu'l-Kur'ân ve Reğâibu'l-Furkân.

6.  İbn Cüzey el-Kelbî (ö1.741/ 1340), Kitâbu't-teshil

7.  Ebu's-Senâ el-İsfahânî (öl.749/1348), Envâru'l-hakâiki'r-Rabbâniyye

8. İbn Kesîr (ö1.774/1372), Tefsîru'l-Kur'âni'l-azîm.

9. el-Merâğî (öl.1364/1945), Tefsîru'l-Merâği

10. el-Âlûsî (öl.1270/1853), Rûhu'l-Me'ânî.

11.  el-Kâsimî (öl.1332/1914), Mehâsinu't-Te'vîl

 

5) TÜRKÇE KAYNAKLAR

 

Osmanlı Devrinde âlimler genellikle tefsir usûlüne dair eserleri Arapça olarak kaleme almışlardır.Bu yüzden Türkçe usûl kitaplarının yazımına Cumhuriyetten sonra başlanmıştır. Bu ilk dönem te'lifleri özellikle Kur'ân'ın cem'i, teksiri, kıraati ve okunma adabına yönelik mevzuları ihtiva ederler. Oldukça sade bir üslupla kaleme alınan söz konusu eserler, hacim itibariyle de muhtasar sayılabilecek nitelikte­dirler. Ancak daha sonraları mufassal usûl kitaplarına duyulan ihtiyaç bu daldaki eserlerin hacimlerinin de genişlemesine yol açmıştır. Bunlar­dan ulaşabildiğimiz bazı kaynaklar:

1. Bursalı Mehmet Tâhir Efendi (öl.1861/1924), Delîlu't-Tefâsîr.

2. Bergamalı Cevdet Bey (öl.1873/1925), Tefsir Tarihi.

3. İsmail Hakkı İzmirli (öl.1868/1946), Târih-i Kur'ân.

4. Ömer Rıza Doğrul (öl.1372/1952), Kur'ân Nedir?

5. Ömer Nasuhi Bilmen (ö1,1391/1971), Büyük Tefsir Tarihi.

6. Osman Keskioğlu (ö1.1410/1989), Kur'ân Tarihi.

7. Muhammed Hamidullah, Kur'ân Tarihi.

8. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü.

9. Mehmet Sofuoğlu (öl. 1408/1987), Tefsire Giriş.

10.  Ali Turgut (öl.1412/1991), Tefsir Usûlü ve Kaynakları.

11.  Abdurrahman  Çetin, Kur'ân İlimleri ve Kıır'ân-ı Kerim Tarihi.

12. Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş.

13. H. Mehmet Soysaldı, Nüzulünden Günümüze Kur'ân İlimleri ve Tarihi.

14.  Ömer Dumlu, Kur'ân Tefsirinde Yöntem.

15.  Muhsin Demirci, Kur'ân Tarihi.

 

6) BATI DİLLERİNDE YAZILMIŞ KAYNAKLAR

 

Bilindiği gibi Doğu Bilimiyle uğraşan batılı bilim adamları yani oryantalistler İslam Tarihi, Fıkıh, Kelam, İslam Felsefesi, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı, Kur'ân ve Hadis gibi İslâmî İlimlerin bütün sahalarında eserler vermişlerdir. Ancak Kur'ân'a yönelik tercüme, tarih, usûl ve tefsir tarzındaki çalışmaları daha fazla bir yoğunluk arzetmektedir. Bunun da sebebi Kur'ân'ın, onların fikrî düzenlerini dağı­tan bir kitap olmasıdır. Tabiatıyla böyle bir kitap ellerinde kaldığı müddetçe müslümanlar daima muzaffer olacaklar ve batının sömürge­ciliğini kabul etmeyeceklerdir. Bu yüzdendir ki amaçlarına ulaşabilmek için müsteşrikler, Kur'ân metninin sıhhati konusunda müslümanların kafalarında şüphe uyandırmak, en azından onu kendi kutsal kitapla­rının seviyesine indirmek için Kur'ân'ın dili, tarihi ve kıraati konusun­da oldukça yoğun çalışmalar yapmışlardır. Bu husustaki te'liflerden bazılarını şöylece sıralamak mümkündür:

1. Ignaz Goldziher, De Richuntgen der İslamichen Koranauslegung.

2. Rudi Paret, Kur'ân  Üzerine Makaleler.

3. T. Nöldeke - F. Schwlly, Kur'ân  Tarihi.

4.  H. Hirschfeld, New Researches ınto the Composition and Exegesis of the Qoran, 1902 (Kur'ânî Tertip ve Tefsirde Yeni Araştır­malar)

5.  Arthur Jeffery, The Foreign Vokabulary of the Quran  (Kur'ân'da yabancı kelimeler), Baroda,1938.

6.  T. Sabbagh, La Metaphore dans Le Coran (Kur'ân'da Mecazlar), Paris, 1943.

7. Jacques Jomier, The Bible and the Koran, Newyork, 1964 (Tevrat, İncil ve Kur'ân; terc. Sakıp Yıldız), İstanbul, 1980.

8. Wansbrough, Qoranic Studies: Sources and Methods of Scriptural Interpretation (Tefsirin Kronolojik Gelişimi), 1977.

 

                                                                FIKIH USULÜ

 

FIKIH USÛLÜNÜN TARİFİ, KONUSU VE TARİHÇESİ

 

Tarifi :

 

Fıkıh Usûlü (Fıkhın kökleri =  İslâm Hukuku Metodolojisi), bir izafet terkibi olup özel bir ilmin adıdır; fakat bu terkibin her parçası, ifade ettiği hakikatin bir parçasına delalet eder. Muzaf ve muzaf-i ileyh'den teşekkül eden bu terim, izafet esasından tamamen uzaklaş­mış, sadece bir isimden ibaret olmuş değildir. Dolayısıyla bu terimin tarifini yaparken her iki parçasını ayrı ayrı tarif etmekte fatda var.

 

Fıkıh (Fıklı) :

 

Bunun sözlük mânâsı, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekil­de keskin ve derin anlayıştır.  Bu, fıkh'ın sözlük mânâsıdır. İstilahi mânâsı da, bu mânânın pek dışına çıkmaz; gerçi bir özellik taşır ve şöyle tarif edilebilir: Fı­kıh, şer'î-ameli hükümleri, tafsilî (ayrı ayrı) delillerine dayanarak bil­mektir. Buna göre fıkıh ilminin konusu iki kısımdan ibarettir:

1)  Şer'-amelî hükümleri bilmek. Dolayısıyla  Allah'ın birliğini, Peygamberlerin gönderilişini ve Tanrı'dan aldıklarını tebliğ etmeleri

gerektiğini, âhiret gününü ve bu günle ilgili şeyleri bilmek gibi itikadı hükümler, Fıkh'ın  İstılahı mânâsına dahil değildir.

2)  Her hükmün tafsili delillerini bilmek, Meselâ; "Seleni“ akdiyle bir satıştan söz edilirse, paranın akit zamanı   teslim edilmesi gerekir diyebilmek için buna dair Kitab, Sünnet ve sahabîleri fetvalarından bir delil getirmek icab eder. Demek ki fıkıh ilminin konusu, helal, haram, mekruh ve vâcib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların da­yandığı delillerdir.

 

Usûl :

 

Bu kelime "asl”ın çoğulu olup kök, temel ve esas anlamına gelir. İşte onun bu sözlük mânâsı ile İstılahı mânâsı birbirine uygundur; çünkü, usulcülere göre Fıkıh Usûlü, Fıkh'ın dayandığı temeldir.  Usûl, fakihin, delillere dayanarak hüküm çıkarırken tutacağı yolu ve delille­ri kuvvetine göre tertip ederek, Kur'an'ı Sünnet'ten, Sünnet'i kıyas ve doğrudan doğruya nassa dayanmayan diğer delillerden öne almasını açıklayan metodlardır. Fıkıh ise, bu metodlara bağlı kalınarak hüküm­lerin çıkarılmasıdır.Fıkh'a nisbetle Fıkıh Usûlü, diğer felsefî ilimlere nisbetle Mantık ilmi gibidir. Mantık, akıl için terazi ve onu düşünürken hatâdan ko­ruyan bir âlettir. Başka bir misal verelim: Arapça konuşmak ve bu dil ile okuyup yazmak için Nahiv (Nahv) ilmi, nasıl dili ve kalemi yan­lışlardan koruyan bir ölçü ise, Fıkıh Usûlü de Fıkıh alanında fakîhi hatâdan koruyan ve hüküm çıkarırken yanılmasını önleyen bir kıstas­tır. Fakih, çıkardığı hükmün sağlam veya çürük olduğunu bu sayede anlayabilir. Tıpkı doğru bir cümle ile yanlış bir cümleyi Nahiv sayesin­de, ilmî verilerden elde edilen bir burhan ile böyle elde edilmemiş olan bir burhanı Mantık sayesinde anladığımız gibi.

 

Fıkıh Usûlünün Konusu:

 

 Fıkh'ın ko­nusu, ayrı ayrı delilleriyle amelî hükümlerdir.

Fıkıh Usûlüne gelince; bu ilim, hüküm çıkarma (istinbat) meto­dunu konu olarak ele alır. Her iki ilim, deliller üzerinde birleştiği halde birbirinden ayrıldığı yönler vardır. Fıkıh, cüz'î ve amelî hükümleri çı­karmak için delileri ele alır ve belirttiğimiz gibi her delilin ifade ettiği hükmü tayin eder. Fıkıh Usûlü ise, delillerden hüküm çıkarma meto­dunu, delillerin hüccet olma bakımından derece ve durumlarını ince­ler. Kur'an'm hüccet oluşunu, Sünnet'ten önce geldiğini ve Şerîatin as­lını teşkil ettiğini, zannî ve kat'î delili, nass'ların zahirleri arasında bir çatışma olduğu zaman gidilecek yolu gösteren metodu, çeşitli ibarele­rin delalet derecelerini, hâss ve âmm'm mertebelerini açıklar.Daha sonra mükelleflere (şahıslara) geçer; vâcibleri yerine getirmesi, ha­ramlardan sakınması, emir ve nehiylere riayeti derecesinde karşılık görmesi bakımından şer'i hükümlerin kimleri içine aldığını bildirir. Bundan sonra da Şeriatı bilmeme, yanılma, unutma gibi şahsiyete arız olan hallerin etkisini, şahsın sorumluluğunu azaltan veya ortadan kaldıran durumları tesbit eder.Bu mülahazalarla denilebilir ki, fakîh'in doğru yoldan sapmaması için hüküm çıkarırken bağlı kalması lüzumlu olan metodla ilgili bütün hususlar Fıkıh Usûlü'nün konusuna dahildir. Delilleri tertib edip, kim­lerin şer'î hükümlere muhatab olduğunu, bu delillerin icablanyla kim­leri şümulüne aldığını, kimlerin hüküm çıkarma ehilyetine sahip oldu­ğunu ve kimlerin bu ehliyete sahib olmadığını, nass"lardan hüküm çı­karmada fakîhe yol gösteren dil kaidelerini, kıyas'ın  esasını teşkil eden ve makîs-i aleyh (kendisine kıyas yapılan asi) ile makîs (kıyas konusu olan feri') arasındaki birleştirici illetleri tesbit etme metodlarını bir disipline koyan ölçüleri bu ilim açıklar. Keza bu ilim, şer'an mute­ber olan maslahatları, kıyas'm dayandığı veya hakkında nass bulun­mayan konuda üzerine kıyas yapılacak özel bir nassı asıl kabul eden genel kaideleri gösterir. Sonra, kıyas'la çatıştığı zaman maslahatların yerini tayin eder ki, bu türlü maslahatlara kısaca "istihsan" adı veril­mektedir. Daha sonra bu ilim, hükümleri, bunların gayelerini, kısım­larını, ruhsat ve azimetleri anlatır. Bu sayılanların üstünde ayrıca Fı­kıh Usûlü, hüküm çıkarırken fakîhin bağlı kalması icab eden asıl me­todu öğretir.

 

Fıkıh Kaideleri İle Fıkıh Usûlü Arasındaki Fark:

 

Fıkıh Usûlü, fakîhin uyması lazım gelen metodu açıklar ki, bu onun, hüküm çıkarırken hatâya düşmeme­si için sarılmağı gereken bir kanundur. Fıkıh kaideleri ise, bir kaç hük­mü birleştiren bir kıyas veya fıkhı bir kaide'de toplanabilen benzer hükümler kolleksiyonudur. Şerîate göre mülkiyet kaideleri, tazmi­nat kaideleri, muhayyerlik kaideleri, fesih kaideleri, burada misal olarak zikredilebilir. Bunlar, cüz'î ve dağınık hükümlerin neticeleridir ki, meseleleri genişçe ele alan fakîh, uğraşmış ve bunları, biraraya top­layıcı kaide veya nazariyeler yardımı ile birbirine bağlamıştır. Bu tür­lü çalışmalara misal olarak, Şâfiîlerden İzzüddin b.Abdisse-lâm'ın "Kavâidu'l-Ahkâm",Malikilerden el-Karâf î'nin "Envâru'l-Bürûk fî Envâü-Furûk", Hanefîlerden İbn-i Nucey m'in "el-Eşhâh ve'n-Nezâir" adlı eserleri burada anılabilir. Buna göre diyebiliriz ki, bu kaideleri okuyup incelemek bir fıkıh çalışmasıdır; fıkıh usûlü çalışması değildir. Bu kaideler, fıkhî hüküm­lerden birbirine benzeyen meseleleri bir araya toplama, birleştirme esasına dayanır. Bu itibarla Fıkhı; Usûl, furû ve kavâid (kaideler) olarak birbirine bağlı üç dereceye ayırmak mümkündür. Usûl, fer'î fı­kıh meselelerinin temelidir. Çeşitli fıkıh mecmuaları meydana gelince, furû'u ve dağınık meseleleri genel ve birleştirici kaideler altında top­lamak mümkün olmuştur ki, bu kaidelere, fıkhî nazariyeler denilebilir.

 

Fıkıh Usûlünün Doğuşu  :

 

Fıkıh Usûlü, fıkıhla birlikte doğmuştur. Yalnız tedvin edilişi, Fıkıh'tan sonradır. Fıkh'ın bulunduğu yerde, zarurî olarak istinbat metodu da bulunacaktır; istinbat metodu bulununca elbette Fıkıh Usûlü de bulunacaktır.

Fıkhî hükümler çıkarma (istinhat),   Peygamber (S. A.V)den sonra sahabîler çağında başladığına göre sahabîler arasında yer alan İbn-i Mes'ud, Ali b. Ebî Talib, Ömer b. el-Hattab    gibi fakihler, herhalde hiçbir kayıt ve esasa bağlanmaksızın fikir beyan et­miyorlardı. Meselâ; içki içenlerin cezası hakkında Hz. Ali; "İnsan içki içince hezeyanda bulunur, hezeyanda   bulununca kazf  (zina iftirası) eder, dolayısıyla içki içen kimseye kazf cezası gerekir" derken neti­ceye veya zerâyi' esasına göre hüküm verme metodunu kullanmış olu­yordu. Abdullah b. Mes'ud; "kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğuma kadardır" diyor ve "Gebe olanların iddeti doğurmaları ile tamamlanır" âyetini sözüne delil olarak getirdikten sonra, küçük Ni­sa Sûresinin büyük Nisa Sûresinden sonra    indiğini ilave ediyor ve böylece Talâk Sûresinin Bakara Sûresinden sonra geldiğini anlatmak istiyordu. Bununla o, bir Fıkıh Usûlü kaidesine işaret ediyordu. Bu da, sonra gelen nassın, önce gelen nassı nesh veya tahsis etmesidir. İşte burada İbn-i Mesud, bir Fıkıh Usûlü esasına göre davranmıştır. Do­layısıyla Sahabîlerin, her zaman açıklamasalar bile, ictihad'larında bu gibi metodlara dayandıklarını söylememiz icabeder.

Tabiîler çağma geçersek görürüz ki, yeni olayların artmasıyla ictihad alanı genişlemiş, Medine'de Said b. el-Müseyyib ve diğer­leri, Irak'ta  İbrahim Naha'î gibi tabiîlerden bir grup kendisini fetva vermeye hasretmiştir. Bunlar, önlerinde Allah'ın kitabını, Peygamber (S. A.) in sünnetini ve sahabîlerin fetvalarını gö­rüyorlardı. Onların kimisi, nass bulunmayan yerde maslahat, kimisi de kıyas metodunu kullanıyordu. Irak fakihlerinden İbrahim Naha'î ve emsalinin ileri sürdüğü fer'î meseleler, kıyasların illetlerini tesbite ve bunları bir disipline bağlama, bu illetleri diğer fer'î meselelere tatbik emek cihetine yöneliyordu.

Bu çağda metodlar, Öncesine nisbetle, açıklığa daha iyi kavuşuyor; fıkıh okulları birbirinden ayrıldıkça, her okulun istinbat metodları da daha belirgin hale geliyordu.                 

Tabiîler çağını geçip Müctehid İmamlar devrine ulaşırsak, bu metodların tam bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Bu devirde istinbat kanunları, bu kanunların sınırları belli olmuş ve imamların dilinde açık ifadelerini bulmuştur, Sözgelimi; E bu Hanife'nin kendi istin­bat metodlarını tayin ederek Kitab, Sünnet ve Sahabîlerin icmâ' ettik­leri fevâlara başvurduğunu. Sahabîler ihtilafa düştükleri takdirde, bunlardan tercih edeceği görüşe uyacağını, kendisi gibi birer insan oldukları için Tabiilerin görüşüne her zaman uyamayacağını belirttiğini, belli metodları olan kıyas ve istihsan'ı kabul ettiğini görüyoruz. Hattâ talebesi Muh ammed b. el-Hasen eş-Şeybanî, Ebu Hanîfe için; "Ta­lebeleri onunla kıyas konusunda münakaşa ederlerdi; o, istihsan yapı­yorum deyince kimse kendisine yetişemezdi" derdi.

İmam Malik, "Medinelilerin amelini hüccet sayarken, bunu kitab ve risalelerinde açıkça ileri sürerken, hadis rivayetindeki şartla­rını ortaya koyarken, hadisleri mahir bir sarraf gibi eleştirirken, Kur'an'ın belirttiği hükme veya dînin kesin kaidelerine aykırı olan hadisleri reddederken açıkça bir Fıkıh Usûlü esasına göre hareket et­miştir. Meselâ; bu esasa uyarak, "Birinin kabına köpek batarsa (dilini sokarsa) o, bunu yedi kere yıkasın...“  hadîsini, hıyar-i meclisi  ve öl­müş bir kimse namına sadaka verilebileceğini bildiren hadisleri red­detmiştir.İmam Ebu Yusuf da, "Kitabu'l-Harâc"ında ve Evza'î'nin "Siyer"ine yazdığı reddiyede açık bir metod takip etmiştir. Gerçi o da ictihad metodunu tedvin etmemiştir.

 

Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini :

 

Nihayet Şafiî gibi Kureyş'li bir bilginin devrine geliyoruz. Bu zat, Fıkıh Usûlünü tedvine koyulmuş, istinbat metodlarını tesbit et­miş, Fıkhın kaynaklarını açıklamış ve bu ilmin sınırlarını belirtmiştir.

Şafiî; Sahabîlerden, tabiî ve kendisinden önceki fıkıh imamla­rından intikal eden fıkhî serveti hazır bulmuş, çeşitli görüşlere sahib olanların mücadeleleriyle karşılaşmıştır. Görmüştür ki Medine fakihleriyle Irak fakihleri arasında durmadan münakaşalar yapılmak­tadır. Bu münakaşalara olgun aklı ile kendisi de dalmıştır. İmam Malik'ten aldığı Medine Fıkhını, İmam Muhammed b.el­Hasen'den öğrendiği Irak Fıkhını ve doğup büyüdüğü memleket olan Mekke Fıkhını iyi bildiği için bu münakaşalar ona, ictihad'daki doğru ve yanlışı ayırdedecek Ölçüleri koyma fikrini ilham etmiştir. İş­te bu ölçüler Fıkıh Usûlünü meydana getirmiştir.

Fıkıh furûu'nun, Fıkıh Usûlünden önce söz konusu olup tedvin edilmesinde bir tuhaflık yoktur; çünkü Fıkıh Usûlü, istinbat ölçüleri­ni teşkil eden, yanlışı doğrudan ayırd etmeyi öğreten normatif bir ilim­dir; asıl konu ise Fıkıh'tır. Bütün kaidevî (normatif) ilimler de aynı durumdadır. Nitekim Nahiv ilmi, Arapça fasih olarak konuşulduktan sonra teşekkül etmiştir. Aristo Mantık ilmini tedvin etmeden önce de insanlar münakaşa ediyor ve düşünüyorlardı.

Şafiî, istinbat kaidelerini tedvin eden ilk adam olmaya lâyıktı. Zira o, Arab dilini inceden inceye biliyordu; hattâ büyük dil bilginleri arasında sayılıyordu. Hadis ilmine sahipti; en büyük hadis bilgininden hadis tahsil etmiş ve bütün nevileriyle çağının fıkhını öğrenmişti. İh­tilaf sebeblerini, ihtilafa düşen kişilerin nokta-i nazarlarını anlamak için son derecede gayret gösteriyordu.Bu ve benzeri sebeblerle Şafiî, tahsil etmiş olduğu fıkh'tan, ön­cekilerin görüşlerini ölçecek ve sonrakilerin istinbatları için esas teş­kil edecek olan ve ayrılmamaları, sımsıkı sarılmaları gereken kaidele­ri çıkarma imkânına kavuşmuştur.Şafiî, dili iyi bildiği için Kur'an ve Sünnet nass'larından fık­hı hükümler çıkarabilmiştir. "Kur'anın tercümanı" olarak bilinen Ab­dullah b. Abbas'm ilminin nakledildiği Mekke'de okumakla nâsîh ve mensûhu öğrenmiştir. Geniş Sünnet bilgisi ve bunu yetkili Sünnet âlimlerinden tahsil etmiş olması ve Sünnet'i Kur'an ile karşılaştırması sayesinde Sünnet'in Kur'an karşısındaki yerini, onun zahirinin bazan Kur'an'ın zahirine aykırı düşmesi halinde tutulacak yolu tanımıştır. Re'y ve Hadis Fıkhını öğrenmiş olması, kıyas kaidele­rini koyması için esas teşkil etmiştir.İşte Şafiî, böylece, istinbat kaidelerini koymuştur; fakat bunları kendisi icad etmemiştir. Şafiî'ye yol gösteren fakihlerin istinbatlarında takib ettikleri halde tedvin etmedikleri metodlar üzerinde biraz­cık düşünürsek, O'nun istinbat için metod icad etmediğini, ancak ken­disinden önce dağınık şekilde mevcut olan metodları bir araya topla­yıp bir ilim haline getirdiğini görürüz. Tıpkı Aristo'nun Mantık il­mini tedvin edişi de böyledir; O'nun Mantık konusunda yaptığı şey, bir icat değil; ancak bunu bir disiplin haline getirmekten ibarettir.İşte Şâfiî'nin Fıkıh Usûlünü tedvin edişindeki öncülüğü konu­sunda fakihlerin cumhuru (büyük çoğunluğu) bu görüştedir; onlar­dan hiç birisi bu görüşe muhalefet etmemiştir.

 

 

Şafiî'den Sonra Fıkıh Usûlünün Durumu

 

Şafiî'den sonra Fıkıh Usûlü çeşitli istikametlerde gelişmiştir. Şafiî "Er-Risale", "Cimâu'l-ilm", "İbtâlii'l-İstihsan" adlı kitaplarında Fıkıh Usûlü için koyduğu metodun, yani bu ilmin, ictihad alanında doğru ve yanlış görüşleri bilmeyi sağlayacak bir ölçü olmasını, hangi çağda olursa olsun, hüküm istinbat ederken bilinmesi ve uyulması ge­reken küllî bir kanun teşkil etmesini düşünmüştü. Kendisi bizzat bu metodu, fakihlerin yaygın olan görüşlerini münakaşa ederken kullan­mıştı. O, "İhtilâfu Mâlik" adlı eserinde İmam Mâlik ve Iraklıların görüşlerini tartışma konusu yaparken bu metoda başvurmuştu. Evzâî'nin "Siyer"ini ve Ebu Yusuf'un buna yazdığı reddiyeyi bu ölçü ile incelemişti. Nihayet fıkhı görüşler de bu metoda uymak zorunda kalmıştır.

Şafiî, hüküm çıkarırken kendisi bu metoda tamamen bağlı kal­mıştır. Dolayısıyla Şafiî mezhebinin usûlü de bu metod'dan ibaret ol­muştur. O, kendi mezhebini savunmak için değil, Irak ve Mısır'da mezhebini yaymaya başlamadan önce bu Fıkıh Usûlü kaidelerini be­nimseyip koymuş ve bunlara göre hareket etmiştir. Bu itibarla Şâfiî'ye göre Fıkıh Usûlü, yalnız nazarî değil, aynı zamanda hem nazarî, hem de amelî bir istikamette yürüyordu.

Bütün fakihler, Şâfiî'nin ulaşmış olduğu prensipleri incelemiş ve benimsemişler; fakat Şafiî'den sonra bir kaç yöne ayrılmışlardır:

a) Bazıları Ş â f i î'nin usûlünü açıklama ve ona göre tahric cihe­tine gitmişlerdir,

b) Bazıları da Şafiî'nin ileri sürdüğü şeylerden çoğunu almış, teferruat sayılabilecek hususlarda  O'na  muhalefette  bulunarak  bazı esaslar ilave etmişlerdir. Sözgelimi, Hanefîler, Şafiî'nin    esaslarını kabul etmekle beraber, istihsan ve örfü ilave etmişlerdir. Keza, Mâlikîler, Şafiî'nin metodunu benimsemiş, ancak İmam Mâlik'ten aldıkları "Medine'lilerin İcmaını“, "İstihsan" ve "Masâlih-i Mürsele"yi de kabu letmişlerdir. Şafiî ise, bunları reddetmiş ve çürütmeye ça­lışmıştı.  Hanefîlerin usûlü, metod farkları bir yana, Şâfiî'nin usûlüne daha yakındır. Hanbelîler ise, Fıkıh kaynaklarının sayısı bakımından Mâlikilere daha yakındırlar.Gerçekten dört mezheb'in fakihleri, Şâfiî'nin kabul ettiği delille­ri aynen alırlar. Bunlar da Kitab, Sünnet, İcma' ve Kiyas'tır. Bu esas­lar üzerinde ittifak vardır. Bunlara ilâve edilen deliller Şafiî ile Öte­kiler arasında tartışma konusu olmuştur.

Şafiî fakihleri, imamlarının usûlünü alıp şerh ve tefsir etmişlerdir. Bu usûl, ictihad çağı boyunca gelişmiş ve daha çok açıklık kazanmış­tır. Şafiî olmayan fakihler de, az Önce söylediğimiz gibi, bu usûlü hem açıklamışlar, hem de ona ilavelerde bulunmuşlardır.

Bir çokları kendilerinde mutlak ictihad yetkisini görmemeye ve sadece belirli bir mezhebin usûlüne göre ictihad yapmaya başladıktan sonra da Fıkıh Usûlü zayıflamamıştır. Aksine birçok akılca güçlü olan ve araştırmayı seven kişiler, Fıkıh Usûlünde, mezhebin kabul et­tiği esasların dışına çıkarak hüküm istinbat etmeksizin, fıkhî bir id­man sahası bulmuşlardır. Mezheplerine fazlaca bağlanan kimseler, Fı­kıh Usûlü çalışmalarında ve bu konuda derinleşmede kendi mezheblerini destekleme imkânını bulmuşlardır. Fıkıh Usûlü, taklid çağında bi­le değerini yitirmemiştir; çünkü münazara ve tartışmanın arttığı de­virlerde ihtilaf edilen görüşleri Ölçmek için muteber olan mikyas ve hakem olarak başvurulan ölçü Fıkıh Usûlü idi; herkes onu kendisin­den yana çekiyordu.Mezheblerin   yerleşmesinden   sonra   fakihler,   Fıkıh Usûlünü iki yönde geliştirmişlerdir:

1) Nazarî olarak ve her hangi bir mezheb furû'u'nun tesirinde kal­maksızın yapılan çalışmalar. Bunlara göre esas ve Ölçüler açıklanmakta, 'her hangi bir mezheb ne desteklenmekte, ne de yerilmektedir.

2) Mezheb furû'u'nun etkisinde kalan, ona hizmet etme ve bu furu’ ile ilgili ictihadların doğruluğunu isbatlama işine yönelen çalış­malar. Burada mezheb mensupları, önceki mezheb imamlarının var­mış oldukları fıkhî ictihadların doğruluğunu isbata çalışır ve mezheblerini  destekleyecek kaideleri zikrederler. Meselâ;  Hanefîler, âmm'm delalet bakımından kat'î olduğunu söyleyerek, buna aykırı düşen haber-i âhâd'ı, sübûtu zannîdir diye, zayıf sayarlar.

Bu ikinci yolu benimseyenlerin çoğu Hanefîdirler. Diğer mezheb mensubları arasında da bu yoldan gidenler vardır. Birinci yolu benim­seyenler ise Şâfiîlerdir; çünkü İmam Şafiî, ilk olarak prensipler üzerinde durmuş ve metodunu nazarî olarak açıklamıştır. Bu nazarî yola "Mütekellimlerin yolu" da denilir; çünkü kelam bilginlerinin ço­ğu, bu nazari metoda göre usûl çalışmaları yapmışlardır.

 

Fıkıh Usûlünün Bölümleri

 

Bu itibarla Fıkıh Usûlünün konusu dört bölüme ayrılır;

1 - Şer'î hüküm.

2- Hâkim; bu Allah'tır. Allah'ın hükmünü bilme yolları da, şeriatın kaynaklarını teşkil  eden  delillerdir.

3- Mahkûm-i Fih; bu da mükelleflerin fiilleridir.

4 - Mahkûm-i Aleyh; yani mükellef.

 


                                                     DEĞERLENDİRME

              Bu üç ilim dallarının tarihi gelişimine baktığımızda ilk başlarda iç içe başlamış, daha sonra kullandıkları metot,ilgilendikleri konu bakımından farklılaşmaya başladıklarını ve bunun belli bir usul içinde geliştiğini, Hadis, Fıkıh ve Tefsir'in asıl dayanaklarının aynı olduğunu ve birbiriyle ilişkili olduğunu, bu ilim dallarının ortak amacının tutarlı metotlarla İslam'ı en iyi şekilde anlamak ve anlatmak olduğunu görüyoruz.Dolayısıyla Hadis usulü, fıkıh usulü ve tefsir usulü İslamı anlama konusunda birbirini tamamlayan ilimlerdir. Sözgelimi tefsir, Kur'an'ı anlamada en önemli ilim dalıdır ama tek başına yeterli değildir. Hadis, fıkıh, dil, tarih gibi ilimlerin verilerinden yararlanır. Tefsir Kur'an'ı anlamayı amaçladığı için Kur'an'da yer alan emir ve yasakların bir kısmı ayrıntılı olarak yer almamış, bunların genişçe açıklamalarını hadislerde buluyoruz.Hadislerden gelen verileri  tesbit eden, hangisinin doğru yada yanlış oduğunun tespiti, Hadis Usulü ilminin alanına girer.Hadis Usulü bu anlamda tefsire katkıda bulunur.Yine aynı şekilde tefsir, Kur'an ayetlerini anlamaya çalışır, en tutarlı ve sağlam anlamı elde etmeye çalışarak fıkıh alanına katkıda bulunur. Çünkü fıkıh alanı da Kur'an'ı en doğru şekilde anlamayı gerektirir. Fıkhın da ana kaynağı Kur'an'dır. Dolayısıyla fıkıh, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır.Ayrıca fıkıh usulü de tefsire katkıda bulunur, mesela  hüküm türlerini bilmek, Kur'an'ı yorumlama sürecinde müfessirin veya fıkhi tefsire yönelen bir alim için mükellefin fiillerinin yapılması ve sonuçları itibariyle ayetlerin ne anlam ifade ettiğini anlamaya yardımcı olması bakımından önemlidir.Bunları bilen müfessir hükmün vacip mi, haram mı gibi sonuçlara ulaşmada fıkıh usulünün verilerini esas alır.Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda bu ilim dallarının İslam'ı anlama ve yorumlama sürecinde birbirini tamamlayan ilimler olduğunu görüyoruz.

KAYNAKÇA;

1)Mahmut TAHHÂN, Yeni Hadis Usulü( Teysiru'l-Mustalahi'l-Hadis), çev. Cemal AĞIRMAN

2)A. METİN, Hadis Usulü

3)Ali TURGUT, Tefsir Usulü ve Kaynakları, İFAV

4)Muhsin DEMİRCİ, Tefsir Usulü

5)Muhammed Ebu Zehra, Fıkıh Usulü, Çev. Abdulkadir ŞENER

6)Ali KARATAŞ, a)Tefsir, İşlevi ve diğer ilimlerle ilşkisi

                             b)Fıkıh Usulünün Kur'an'ı Anlamaya Yardımcı Olması Bakımından Tefsir İlmine Katkısı

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Esra Erdoğan          15912733         Yüksek Lisans

 

Tefsir Usulü 

 

 

Hadis Usulü 

 

 

Fıkıh Usulü 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

TEFSİR

HADİS

FIKIH

 

TANIMI

Tefsir ilmi, Kuranı Kerimde Allahın murat ettiği manayı anlama çabası olarak tanımlanabilir

 

Hadis ilmi, Rasulullah sallallahu aleyhi ve selemin söz, fiil ve takririni el alan bir ilimdir.

Fıkıh ilmi, İnsanın kendi leyhinde veya aleyhinde olanı bilmesidir.

 

ELE ALDIĞI KONULAR

Kuranın bizatihi kendisi, Hz Peygamberin Kuran üzerine yapmış olduğu rivayetler, Esbab-ı Nüzul, Nasih ve Mensuh, Vücuh ve Nezair, Muhkem-Müteşabih.. vb.

Hadis İlmi’nin konusu, Hz. Peygamber ile ilgili rivayetleri sened ve metin yönüyle inceler, hadisleri değişik biçimleriyle değerlendirir ve bu değerlendirmenin usul ve kaidelerini belirler.

 

Fıkıh ilminin konusu, insanın hayatının her alanındaki konular: evlilk, boşanma, evlilik, ibadetler, cezalar, ticari ilişkiler vb.

 

HEDEF

Kuranı, yanlış anlamalardan arındırarak en doğru şekilde anlaşılmasına yardımcı olmaktır.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet edilen sözler ile diğer sözleri birbirinden ayırmak ve bunlardan hangilerinin sahih olup olmadığını ortaya koymaktır.

 

İnsanın yaratıcısına, kendine ve diğer insanlara karşı hak ve sorumluluklarını öğretir. Adaletli, huzurlu ve istikrarlı bir toplum oluşmasına katkı sağlar.Hayatı kolaylaştırıcı kuralları öğrenmemizi sağlar.

 

METODU

Rivayet tefsir metodunda ayetler, Kur’an, Hz Peygamber’in hadisleri, sahabe ve tabiin kavilleri ile tefsir edilmektedir.

 

-Rivayetu’l Hadis ilmi, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin söz, fiil ve takrirleriyle ilgili rivayetlerin belirlenmesini ve sonraki nesillere aktarılmasını konu edinir.

Kuranı Kerimin ayetlerindeki emir, nehiy, ya da tavsiye babındaki ayetleri, hadisler ışığında ele alır ve bunlardan hükümler koymaya çalışır. Bunun yanında İcma, Kıyas,İstihsân, Maslahât-ı Mürsele, Örf ve Âdet, Seddu-z-Zerâî, İstishâb, Sahabî Kavli, gibi yöntemler kullanır


0 Yorum - Yorum Yaz


USUL MÜTAALASI

TEFSİR

1.      Terifi

Tefsir kelimesi “fesere” veya taklib tarikiyle “sefere” köklerinden gelmektedir. Emin el-Hûlî’ye göre, fesere ve sefere her ikisi de keşif manasina dır. “sefere” kelimesinden zâhiri maddî bir keşif, “fesere” kelimesinde ise mânevi bir keşif görürüz. Tefsir kelimesi eski felsefi ve ilmî eselerin açıklanışı ve izahı olarak ta kullanılır. İstilah olarakata, müşkül ve garib lafızlardan murad edilen şeyi keşfetmektir.  

2.      Gayesi

Mukaddes Kitabımız Kur’ânı Kerimin anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin, bidayetten bugüne kadar geçirdiği tekâmül ve değişikleri bilmektir.

3.      Yöntem

Tefsir, rivayete ve dirayete dayalı olarak yazılmaktadır. Çalışma alanı her iki yöntemde  de aynıdır. Kaynaklar da aynıdır. İki yöntemi birbirinden ayıran nokta, kaynaklara olan yaklaşımlardır. Rivayet tefsirinde kaynaklara yaklaşımı, kaynağın sıhhatine yönelik inceleme yapar ve küvvetli görüşü tercih ederek benimser. Dirayet tefsirinde ise kaynaklara yaklaşımı, tefsir tarihine bakar, yöntemleri inceler, beğendiği bir yöntem bulursa onu benimser. Özellikle içerikleri açısından kaynakları değerlendirir, her birisini nasıl kullanacağını karar verir.

4.      Yararlandığı İlimleri

Çağdaş dönemde Kur’an ifade etmek ve aktüel manası anlamak için yeni bir perspektif kullanmalıdır der. Kur’an tefsir etmek için uygulanan bilimsel nazarini açıklamaktadır. Kur’an’ın aktüel kıymeti ve yorumlanmasıyla ilgili bu ihtiyaçlara, Kur’an öncesi ve Kur’an sonrası tarih hakkında ciddi, ilmi esaslara dayalı bir bilgilenme ve günümüzdeki insalığın geldiği noktanın, ilmi ve fikri cehdelerle iyi anlaşılmasıyla cevap verilebilir. Su halde Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması işinde, günümüzde, insanlığın yaşadığı ilmi, teknolojik, siyasi, sosyal, ekonomik, akhlaki, ve dini vs. tecrübeleri, mutlaka ciddi araştırmalarla öğrenmek ve bu konuda sağlıklı tahliller yapmak bir zorunluluktur.

 

HADİS

1.      Tarifi

Hadis, söz, fiil, yaratılış veya huyla ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamer’e nisbet edilen her şeydir.

2.      Gayesi

Zira Hz. Peygamber’in hadislerindeki asıl amaç Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek, gizli kalan noktaları açığa çıkarmak, Yüce Allah’ın emir ve hükümlerindeki maksadını açıklamaktır.

3.      Yöntemi

Hadisin aslına uygun bir şekilde aktarılmasını temin amacıyla kullnılan metotlar ile bununla ilgili olarak mânen ve lafzen rivayet konuları incelemektir. Başka bir ifadeyle hadislerin nasıl naledildiği (rivayetin keyfiyeti) ile Hz. Peygamber’den işitildiği lafızla veya aynı anlama gelen farklı lafızla nakledilmesi (rivâyetin sifatı) konuları ele alınmaktadır.

Sahâbe, bilgilerini bizzat Hz. Peygmber’den işiterek, onu görerek veya diğer sahâbîlerinden duyarak öğrenmekteydi. Onlar öğrendiklerini genellikle hıfz yoluyla muhafaza ediyor ve bunu pekiştirmek amacıyla da bazen müzakere ediyorlardı. Ancak birinci asırda unuttukları zaman hatırlamak amacıyla hadisleri yazan sahâbe ve tabiîler de bulunmaktaydı.

 

FIKIH

1.      Fıkıh Usulünün Tarifi

Fıkıh Usulü fıkhın delileri demektir. Bu deliller müctehidin dine ait amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarmak için kullandığı kaidelerdir.

Dini hükümlerin kaynakları kitap, Sünet, İcmâ ve Kıyas’tır, dediğimiz zaman, “Emir vücub içindir, nehiy tahrim içindir..” dediğimiz zaman icmâlî ve küllî bir delil ifade etmiş oluruz. İşte usulcünü araştıracağı deliller bunlardır. Tafsîli deliller ise fıkıhçının konusudur.

2.      Fıkıh Usulünün Konusu

-          İstinbat aracı olması açısından şer’i deliller

-          İstinbatın bir sonucu olması ve delile dayanması açısından şer’î hükümler.

3.      Fıkıh Usulünün Gayesi

Fıkıh usulü ilminin asıl hedefi, müctehidin amelî-şer’î hükümleri tafsili delillerinden çıkarırken kulanacağı usul kaidelerini koymaktır.  Bu yüzden Müctehid bu usul kaideleri yardımı ile açık ve kapalı şer’i delilleri anlayabilir, gösterdikleri hükümleri ortaya koyabilir veyeni olayların hükümlerini verebimekiçin kıyas, istıshab, gibi kaynakları kullanabilir.

4.      Yararlandığı İlimleri

Fıkıh usûlü âlimlerimiz, tek bir ilmden yararlanmış değil, Tefsir, Hadis ve Kelam ilimlerinden de yararlanmışlardır. Usul âlimleri aynı zamanda iki asıl kaynak olan Kur’an ve Sünnet’in dili olan Arapça’nın kurallarından da çok istifade etmişlerdir. Dil yardımıyla dinin hedefi anlayabiliriz.

DEĞERLENDİRME        

İLİMLER

TEFSİR USULÜ

HADİS USULÜ

FIKIH USULÜ

TARİF

Tefsir, müşkül ve garib lafızlardan murad edilen şeyi keşfetmektir. 

 

Rasûlullah (s.a.)’a nisbet edilen bir söze veya fiile yahut bir takrire hadîs demektir.

 

 

Fıkıh Usulü fıkhın delileri demektir. Fıkıh ise, tafsîli delillerden çıkarılan amelî-şer’î hükümleri bilmektir.

KONULARI

Nüzûl Sebebleri, Mekki ve Medeni Ayetler,  Nâsih ve Mansuh, Muhkem ve Müteşabih, Hakikat ve Mecaz, el-Vücû ve’n-Nezâir

 

Esbâbu Vurûdil-Hadîs,  Rivâyetu’l-Hadîs ve Dirâyetu’l- Hadîs İlimleri, Cerh ve Ta’dil, İlelü’l- Hadîs, Garîbül- Hadîs, Muhtelifü’l- Hadîs, ,  Nâsih ve Mansuh

 

 

Şer’i Deliller, Fer’i Deliller, Hüküm ve Ceşitleri, Hükmün Kunusu ve Hükmün Muhatabı

GAYESİ

Tefsir amaçı, Kur’ân’ı Kerim’in ayetlerini açıklamayı ve onların doğru anlaşılmasıdır.

 

 

Hadis usulünün amacı, bir haberin Hz. Peygambere ait olup olmadığının tespit edilmesidir.

 

Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah’ın hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler.

YÖNTEMİ

Tefsir, rivayete ve dirayete dayalı olarak yazılmaktadır. Rivayet tefsirinde kaynaklara yaklaşımı, kaynağın sıhhatine yönelik inceleme yapar ve Küvvetli görüşü tercih ederek benimser. Dirayet tefsirinde ise kaynaklara yaklaşımı, tefsir tarihine bakar, yöntemleri inceler ve  içerikleri açısından kaynakları değerlendirir.

 

 

Rivayetin keyfiyeti tabiriyle, sahâbeden itibaren hadîslerin nasıl alınıp nakledildiği başka bir ifadeyle “tahammülü’l-edâ” kadtedilmektedir. Tahammül, hadîsi almak ve öğrenmek, edâ ise hadîsi nakletmek ve öğretmek anlamına gelmektir.

Fıkıhçı, İslam hukukunda hüküm çıakarmak için aslî ve fer’î deliller değerlendirmelidir. Aslî delil, birinci derecede temel olan delil demektir. Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs, icmâ ve kıyastır. Fer’î delil ise, ikinci derecede olan delil demektir. Bunlar da istihsan, mesâlih-i mürsele, örf, adet, sedd-i zerâi’, istishab, sahabî kavli ve şer’u men kablenâdır.

 

 

Yedi Harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) Üzerinde Usûl ve Bilginin Bütünlüğü Meselesi

Nöldeke’ye göre yedi harf evvela zannedildiği gibi arap lehçeleri demek olmayıp, kıraat (okuma) tarzı demektir. Diğerlere göre mademki harf kelimesinin bir manasının da, lüğat ve lehçe olduğunu söyledik. O halde yedi harf, lafzı ve maddesi muhtelif yedi dil olabilir.

Kur’ân, tevâtür rivayet ile nakledilmelidir. onun bu tevâtür özelliğinden dolayı şaz kırâatlar, kudsi hadisler gibi mütevatir olmayanlar kur’ân’dan sayılmaz.

Şaz kiraatlar, âhâd haberler şeklinde bize nakledilen kıraatlardır. Meselâ: Übey ibn Ka’b kıraatinde orucun kazası ile ilgili ayetteki (متتابعات) kelimesi ile İbn-i Mes’ud kıraatinde yemin kefareti ile ilgili ayetteki (متتابعات) kelimesi şazdır, mütevâtir kıraatlarda yoktur. Bu yüzden kur’ân’dan sayılmaz.

 

 

Kıraatlerdeki ihtilafların her biri hükümleri açıklamada faydalıdır.

Mesela: Allah Te’âla’nın dediği gibi yemin kefareti konusunda: “فكفارته إطعام عشرة مساكين من أوسط ما تطعمون من أهليكم أو كسوتهم أو تحرير رقبة (المائدة: 89) ”. Başka bir kıraat’te şöle geçiyor: “أو تحرير رقبة مؤمنة”, “مؤمنة” lafzı vardır. Nitekim, kefaret yemininde imanın şartlarında açıklandığı gibi köle azat etmek gerekir.

Buna göre, Kıraat konusundaki farklı görüşler, hükmün belirlenesinde etkilidir.    

 

SONUÇ

Tefsir, usul ve tarih olarak hadis ve fıkıh ile birbirlerine bağlanır. Bunlar bir amaç için bilginin bütünlüğünü oluşturur. Hz. Muhammed, bir peygamber olarak bize Kur’anı sunnet ile izah etmiştir. Bu halde, sunnet bir hüccet ve teşri’in kaynağı olduğunu görüyoruz. Sehabe devrinden itibaren teşri’in kaynağı, tertip üzere (önce Kur’an’a, sonra sunnet’e, sonra ictihad’a) müracaat ittifak etmektedir. Ahkam, kur’an nassları ve Hz. Peygamberin sunnetlerine dayanarak tespit edilmektedir. Bunlarında bir konu ahkam bulmazsak ahkam tespit etmek için ictihad yapılmalıdır. Bu durumda islam teşri’i halkların masalihlerine karşıt olmamalıdır. O yüzden, Fıkıhda ahkam teşri’inin halkın masalihini gerçekleştirmek gayesine matuf bulmaktadır.

 

 

 

 

 

 

    


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi