USÜL KIRAAT HÜLASASI
TEFSİR
Tanım
Tefsir usülü
kur’ânın ayetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp inceleyen ilimdir.
Gayesi
Kur’ân’ın
anlaşılmasına yardımcı olmaktır. Tefsir
usülü kur’anın anlaşılmasında ihtiyaç duyulan kaide ve esaslar üzerinde
durmaktadır.
Belli esaslar
önceden tespit edilmeden bir bilgi düzene koymak mümkün değildir.
Dolayısıyla
kur’anın sağlıklı bir tefsirinin yapılabilmesi çin de tefsir usülü ilmine
ihtiyaç vardır. Bu ilmin gayesi kendi alanına giren hususları tespit edip
ortaya koymak sonra da bunları kur’anın hem lafzi hem de içsel manalarının
anlaşılmasında yardımcı olmaktır.
Kur’an’da her
ayet anlaşılırlık bakımından aynı değildir. Bazıları kolayca anlaşıldığı gibi
bir kısmının anlaşılması için ayetlerin lafzi anlamlarının yanında nuzul
olrtamlarının, icaz yönlerinin ve içerdikleri sanatların bilinmesine ihtiyaç
vardır. İşte bu konuda insanın yardımına yetişen en yakın bilim dalı Tefsir
Usulü ilmidir.
Bu ilim dalı
Kur’anın anlaşılmasına ve yorumlanmasına yardımcı olmak maksadıyla belli yöntem
ve metodlar tavsiye etmektedir. Bu söz konusu ilmin içeriğini oluşturan
bilgiler, tefsir ilminden müstakil olarak tedvin edilmiştir. Başlangıçta bütün
konuları bir araya toplamasa da sonraki dönemlerde usül ilminin bütün
konularını bir araya toplayıcı kapsamlı tefsir usulü kitapları kaleme alınıyor.
Temel tefsir
yöntemleri
Maksada ulaşmada
yöntemin büyük önemi vardır. Kur’an da dahil her kitabı okuyup anlamanın ve
yorumlamanın bir yöntemi bulunmaktadır. Yöntem bireyi hata yapmaktan ve keyfi
davranmaktan korur.
Rivayet ve
dirayet tefsir yöntemlerindeki temel esaslar ile Tefsir Usulü türü eserlerde
belirtilen diğer ilkeler Kur’anın sağlıklı olarak anlaşılıp tefsir edilmesine
yardımcı olur.
Zengin bir
muhtevaya sahip olan Kur’anı tefsir eden alimler onun farklı yönlerini ön plana
çıkaran tefsir çalışmaları yapmışlardır.
Tefsirlerinde
rivayet ve dirayet adıyla bilinen iki temel yöntemi kullanmışlar.
Rivayet tefsir
metodunda ayetler, Kur’an, Hz Peygamber’in hadisleri, sahabe ve tabiin
kavilleri ile tefsir edilmektedir. Rivayet tefsiri başlangıçta hadis ilminin
bir dalı olarak ortaya çıkmış, sonradan müstakil ilim haline gelerek varlığını
sürdürmüş.
Dirayet tefsiri ise müfessirin dil, edebiyat, tarih, mantık ve müsbet ilim gibi alanlara kendi bilgi birikimini de katarak Kur’anı tefsir etmesidir. Bu ekol başlangıçta yoktur, daha önceki dönemlerde olmayan çeşitli meselelerin ortaya çıkmasıyla beraber başlamış yani ihtiyaçtan doğmuştur.
Sonuç
İslami ilimler
Müslümanların Kur’anı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dini ilimlerdir.
Bunlar Tefsir
Hadis Fıkıh Kelam Siyer Tarih ve ahlak ilimleridir. Bütün bu ilimlerin kaynağı
da Kur’andır. Müslümanların bu ilimleri ortaya çıkarma ve geliştirmedeki en
temel amaçları Kur’anın doğru anlamına ulaşmaktır.
FIKIH
Usulü Fıkh’ın
Tanımı
Fıkıh Usûlü ilmi, İctihâd etme ve hüküm çıkarma
yöntemlerini düzenler.
Farklı şartlar ve durumlarda ortaya çıkan yeni olaylar ve
farklı problemler hakkında İslâmî hükümleri elde etmeye ulaşmayı sağlayan
bir yoldur.
Fıkıh Usûlü ilmini bilmek, ictihâdın en önemli şartlarından
biridir. Eğer fakîh (fıkıh âlimi), Fıkıh Usûlü ilmini ayrıntılarıyla çok iyi
bilmezse, ictihâd derecesine ulaşması ve bir delilden hüküm elde etmesi mümkün
değildir.
Fıkıh Usûlü alanında bize ulaşan tedvin edilmiş ilk müstakil
eser, İmam Şâfiî’nin er-Risâle’sidir.
Konusu
Fıkıh Usûlünün konusu, şerî delillerdir. Bu deliller
sayesinde şerî hükümler elde edilir. Bu deliller, Kitâb, Sünnet, İcmâ ve
bunlardan hüküm çıkarma yöntemi olarak isimlendirebileceğimiz Kıyastır.
Yöntem
Hüküm çıkarma yöntemleri diyebileceğimiz İstihsân,
Maslahât-ı Mürsele, Örf ve Âdet, Seddu-z-Zerâî, İstishâb, Sahabî Kavli, Fıkıh
Usûlünün konuları arasındadır.
Usûl kurallarını usûlcü koymakta, fıkıhçı ise, bu kuralları
kullanmakta ve bunlardan yararlanmaktadır.
İlimlerle ilişkisi
Fıkıh Usûlü ilmi, birçok ilimden yararlanır ve bu ilimlerle ortak
konulara sahiptir. Arap dili, bunların başında gelir. Kur’an ve Kur’an
ilimleri, sünnet ve sünnet ile ilgili ilimler, kelâm ilmi de Fıkıh Usûlünün
yararlandığı ilimler arasındadır.
HADİS
Tanım
Hadis usulü kabul ve red
yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usul ve kaideler ilmidir.
Hadis Usûlü’nün bir bilim dalı olarak son
dönemlerde ortaya çıkmış bir isimlendirme olduğunu belirtelim.
Konusu
Hz. Peygamber’in sünnetini bize aktaran hadislerin kabul ve red yönünden senet ve metindir.Yani hadislerle hadis olup olmadıkları açısından ilgilenmektedir.
Amacı
Sahih olan hadisi sahih
olmayandan ayırt etmektir.
İlimlerle
İlişkisi
Diğer İslamî İlimler de hadisleri konu edinmektedirler.
Fakat onlar hadislerle kendi konuları açısından ilgilenirlerken, hadis ilmi,
hadislerle hadis olup olmadıkları açısından ilgilenmektedir.
Hadis, hadis ilminin asıl konusu iken diğer
İslamî İlimlerin ikincil konusudur.
Hadis İlmi, hadisin tarihiyle, râvileriyle,
anlaşılmasıyla, tenkidiyle, sözün kısası bütün yönleriyle ve bütün
problemleriyle ilgilenirken, örneğin Fıkıh İlmi sadece hadisten çıkacak
hükümler açısından, Tefsir İlmi Kur’an-ı Kerim’in tefsiri açısından, tasavvuf
ilmi tasavvufa dayanak teşkil etmeleri açısından hadislerle ilgilenirler.
Ortaya çıkışı
Sahabiler nakledilenin
doğruluğundan şüphe ettiklerinde Allah’ın ve O’nun elçisinin emrine uyarak
haberlerin nakli ve kabulünde son derece titiz davranmışlar.
Haberin kabul veya reddinde
isnad ve isnadın değeri gibi hususlar ortaya çıkmıştır.
Senedi bilinmedikçe haberin
kabul edilmeyişi esasına dayalı olarak Cerh ve tadil, ravileri değerlendirme,
muttasıl veya munkatı senetleri bilme, gizli illetleri bilme gibi ilimler
ortaya çıktı.
Alimler yetiştikçe hadisin
zaptı, tahammül ve eda keyfiyeti, nasih ve mensuhunu bilme, garip kelimeleri
açıklama ve daha başka branşlarda araştırmalar ortaya çıktı.
Önce alimler bu bilgileri
sözlü olarak naklediyorlardı. Durum daha da gelişince ilimler artık yazılarak
kayda geçirilmeye başladı. Fakat bilgiler usul, fıkıh, hadis ilmi gibi
ilimlerde karışık halde yazılmış kitapların farklı yerlerinde yer almaktaydı.
Netice olarak ilimler
olgunlaşıp istilahlar yerli yerine oturunca ve bütün ilimler diğerlerinden
ayrılarak müstakil hale gelince, ki bu da 4 asırda gerçekleşti, alimler Hadis
Usülü ilmini müstakil bir kitapta topladılar. (Erramehurmuzi el muhaddisul
fasıl beyne r ravi vel vai)
Değerlendirme:
Bu
okumamızda Tefsir, Hadis, ve Fıkıh ilimlerinin bilim dalı olarak sonradan
ortaya çıktığını gördük.
Her
biri farklı yöntemler kullanarak insanların ihtiyaçlarına cevap vermeye
çalışmışlar.
Başlangıçta
ele aldıkları konular ayrı kitaplarda ele alınıyorken, sonradan müstakil
ilimler haline gelmişler.
Doğal
olarak bu ilimler birbirinden yararlandıkları için, bu ilimleri bir bütün
olarak değerlendirmek gerekir.
İLİMLER |
TEFSİR |
HADİS |
FIKIH |
TARİF |
Tefsir ilmi kur’ânın ayetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp inceleyen
ilimdir. |
Hadis
ilmi, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili rivayetleri sened ve metin yönüyle inceleyen, hadisleri değişik biçimleriyle
değerlendiren ve bu değerlendirmenin usul ve kaidelerini belirleyen
ilim dalıdır. |
Fıkıh ilmi, İnsan haklarının neler olduğunu açıklar ve
bunların korunmasına dair ilkeler koyar. İnsanlar arası ilişkilerin olumlu
yönde ilerlemesine katkıda bulunur. |
MEVZU |
Mekki, Medeni
ayetler, Esbabu Nuzul, Nasih, Mensuh |
Hadis İlmi’nin konusu, Hz. Peygamber’in
sünnetini bize aktaran hadislerin kabul ve red
yönünden senet ve metindir.Yani hadislerle
hadis olup olmadıkları açısından ilgilenmektedir. |
Fıkıh ilminin konusu, insanoğlunun fiilleridir. |
GAYESİ |
Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı
olmaktır. |
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin söz, fiil, hal ve vasıflarını bildirmektedir. Sahih olan hadisi sahih
olmayandan ayırt etmektir.
Rivayetlerin
şartları ve çeşitlerini, ravilerin taşıması gereken özellikleri belirlemek ve
hadis metinlerini incelemektir. |
Fıkıh ilmi, insanın kendi yararına ve zararına olan şeyleri
bilerek dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmasını amaçlar. İnsanın yaratıcısına, kendine ve diğer insanlara karşı hak ve
sorumluluklarını öğretir. Adaletli, huzurlu ve istikrarlı bir toplum
oluşmasına katkı sağlar. Hayatı kolaylaştırıcı kuralları öğrenmemizi sağlar. |
METODU |
Rivayet tefsir
metodunda ayetler, Kur’an, Hz Peygamber’in hadisleri, sahabe ve tabiin
kavilleri ile tefsir edilmektedir.
Dirayet tefsiri
ise müfessirin dil, edebiyat, tarih, mantık ve müsbet ilim gibi alanlara
kendi bilgi birikimini de katarak Kur’anı tefsir etmesidir. |
-Rivayetu’l Hadis ilmi, Rasulullah
sallallahu aleyhi vesellemin söz, fiil ve takrirleriyle ilgili rivayetlerin
belirlenmesini ve sonraki nesillere aktarılmasını konu edinir. Bu rivayetler;
cami, sünen, müsned ve mu’cem gibi hadis kitap türleri
içerisinde toplanmışlardır. -Dirayetu’l Hadis ilmi ise, hadisin sened ve metninin
incelenmesi ile ilgili kuralları tespit eder ve hadisin gerçekten Rasulullaha
ait olup olmadığının ölçülerini belirler. |
Hüküm çıkarma yöntemleri diyebileceğimiz İstihsân,
Maslahât-ı Mürsele, Örf ve Âdet, Seddu-z-Zerâî, İstishâb, Sahabî Kavli,
Fıkıh Usûlünün konuları arasındadır. Usûl kurallarını usûlcü koymakta,
fıkıhçı ise, bu kuralları kullanmakta ve bunlardan yararlanmaktadır. |
Yüksek Lisans 2015/2016 BAHAR DÖNEMİ
Konu: TARİH/USÛL MÜTALAASI
A-GİRİŞ
Hadis, fıkıh ve tefsir ilimlerinin tekevvün ve teşekkül (oluşum - gelişim) süreçlerinde birbirlerini etkilediklerini söylemek, durumun izahatında kifayetsiz kalacaktır. Bir ağaç gibi bu ilimlerin hepsinin başlangıçta yekvücut olduğunu, daha sonra birbirinden ayrışarak branşlara/ dallara ayrıldığını ve tarihin akışında aynı kaynaklardan- kök ve gövdeden- Kur’an ve sünnetten beslenmeye devam etiğini söylemek sanırız yanlış olmaz.
Usûl kelimesinin anlamlarını şöyle özetleyebiliriz;
-Asl kelimesinin çoğuludur.
-Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca
kaide ve delil anlamları da vardır.
-Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
-Usûl herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlar
Tefsir usulü bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.
Fıkıh usulü müçtehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.
Hadis usulü rivayet olarak gelen hadislerin metin ve senedin inceleme kaideleri ve yöntemlerinin bütünüdür.
Bu ilim dalları arasında tabiîn döneminden sonra ayrışmanın başlamasında; alimlerin kabiliyet ve yönelimlerinin, siyasi, ekonomik ve toplumsal olayların, kültürel ve coğrafi unsurların etkin olduğunu belirtmek gerekir. İlim dallarının ayrışmaya başlaması neticesinde, doğal olarak bu ilimlere yönelik araştırma ilke ve metotlarıyla ilgili düşünceler de ortaya çıkmaya başlamıştır.
Usul yöntemleri geliştirilirken; ilim dallarında eser vermiş alimlerin eserleri incelenerek, ya kendi ifadeleri ile veya zımni olarak alimlerin tefsir fıkıh ve hadis eserlerindeki yöntemleri tespit edilmeye çalışılmış, bu ilkeleri evrensel hale getirme gayreti ile standartlar oluşturulmaya çalışılmıştır.
İlimlerin gelişim tarihleri ile usullerinin olgunlaşma süreçleri birbirinden ayrılacak durumda değildir. Zaten ilm-i usüller ana ilimlerin tarih içindeki gelişimlerini gözlemleyerek ilkelerini oluşturmuşlardır. Bu durumda ikisini birbirinden ayırmak mümkün olmamaktadır.
Temel ilimlerin usullerinin tarihsel gelişimini farklı açılardan bakarak birkaç kategorilerde incelemek mümkündür:
*Kronolojik açıdan: Hicri birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü asırlar ve sonrası,
* Tekevvün süreci açısından: Oluşum, gelişim, açılım, daralma, dönüşüm dönemi,
*Coğrafi bölge olarak: Arabistan, Suriye, Horasan, Mısır, Endülüs, Hint, Irak, İran, Anadolu ve Batı,
*Siyasi olarak: Hz. Peygamber dönemi, dört halife, Emevîler, Abbasiler, Fatımiler, Karahanlılar, Gazneliler, Memlûklüler, Selçuklular ve Osmanlılar olarak,
*İlim tedris yöntemi olarak: Hıfz, kitabet, tedvin ve tasnif dönemi olarak,
*Ferdi dönemler olarak: Hz. Peygamber dönemi, Sahabeler, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn ve sonraki dönem,
* Metodolojik açıdan: Oluşum, gelişim, sistemleşme, duraklama ve taklit dönemi gibi bir çok açıdan inceleyebiliriz.
Ayrıca bu bilimleri bakış açılarına göre ayrı ayrı ele alabileceğimiz gibi bir bütün içinde ve karşılıklı etkileşimleri bakımından da inceleyebiliriz. Ancak bu dönemleri birbirinden ayırmanın çok güç olduğunu ve bunların iç içe olduğunu, kesin sınırlar ile ayrılamayacağını da belirtmeliyiz.
Meselâ bir tefsire bir yandan mezhebi (meselâ Şiî) denirken öte yandan dirâyet tefsiri demek mümkündür. Sosyal tefsir kategorisi içinde yer alan bir tefsirin hem dirâyet hem rivayet yöntemlerini birlikte kullanması da mümkündür. Esasen konuya eleştirel biçimde bakıldığında tefsiri bölümlemenin teorik anlamda bazı sakıncaları olduğu görülür. Zira Kur’an bir gaye için gelmiştir, asıl gayesine göre anlaşılmalı ve o yolda tefsir edilmeye çalışılmalıdır.
Aksi takdirde tercih edilecek tefsir yöntemlerinin Kur’an’ın bu yönünü gölgede bırakması, onun amacı dışında bir sonuca ulaşılması söz konusu olabilir. Kur’an tefsirindeki en önemli prensip Kur’an’a ön yargısız yaklaşılması ve onun götürdüğü istikametin takip edilmesidir.
Kur’an ve İslami ilimlerle iştigal edenlerin kültürel mirastan faydalanırken şu hususu göz önünde bulundurmalarının önemli olduğunu düşünüyoruz; “Âlimlerin düşüncelerinin ve eserlerinin kategorizasyonu, bizim onlara verdiğimiz anlam ve çıkarımların sonucudur. Oysa âlimler, insanlığa söyleyecek sözü olan ve bunu bir görev addeden, belirli bir fikri olgunluğa ulaşmış zatlardır. Bu emeğe saygı duymak ve mahir bir sarraf edasıyla bıraktığı terekelerde gizli olan mücevheratı bulup çıkarmaya çalışmak her ilim talibinin minhâcı olmalıdır”
Konumuzun söz konusu ilimlerin usullerinin tarihsel gelişimlerinin mukayesesini içermesi hasebiyle, her bir ilim dalını kendi içerisinde ve tarihi süreç içerisinde değerlendireceğiz.
B-TEFSİR VE USULÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ
Sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsir “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu için fesr ve aynı anlamda tefsire kelimeleri kullanılırsa da tefsir yaygınlık kazanmıştır. Tefsir kelimesinin maklûb olduğu ve fesr ile benzer anlamlar taşıyan sefr kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Sefr kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın ortaya çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki perdenin kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir. İnsanın iç yüzünü, tabiatını ortaya çıkaran “sefer” de bu kökten gelmektedir.
Tefsiri çeşitli tanımları bir araya getirerek şöylece tarif etmek mümkündür: “Sarf, nahiv ve belâgat gibi dil bilimlerinden; esbâb-ı nüzûl, nâsih mensuh, muhkem-müteşâbih gibi Kur’an ilimlerinden; hadis ve tarih gibi rivayet ilimlerinden; mantık ve fıkıh usulü gibi yöntem bilimlerinden yararlanılarak Kur’an’ın mânalarının açıklanmasını ve ondan hüküm çıkarılmasını öğreten ilim”
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmış onlardan da tüm ümmete ve insanlığa mal olmuştur.
Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir.
Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır . Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır.
Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları görülmektedir. Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir. Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap şiirinden ve nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların halli için Arap tarihinden faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze çarpan en önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin (İsrâiliyat) kullanılmaya başlanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin yorumu için yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in Ehl-i kitap’tan gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması. Kur’an ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen bu rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde telif edilen tefsirlerde önemli bir yer işgal etmiştir .
İlk tam Kur’an tefsirini kaleme alan Mukatil b. Süleyman’ın eseri ikinci ve üçüncü nesildeki bu değişimi açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan İslâm toplumunda İsrâiliyat’ın sakıncalı görülmeyen kısmını kabullenme eğilimi tefsirin genişlemesini sağlayan önemli unsurlardan biri olmuştur.
İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b.Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek olanlar da vardır.
Tefsirde bir diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi âlimler mevcuttur.
İlk Müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür.
Onun takipçileri arasında Alkame b.Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaî gibi şahsiyetler vardır.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur.
Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukatil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları ve halka açık tefsir dersleri, gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları, gerekse kendilerine çokça başvurulan I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıl tefsir âlimlerinin değerlendirmeleri bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve nakledilmiştir; hatta bunlar tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Belki de bu sebeple İbnü’n- Nedîm el-Fihrist’inde tâbiînden ve tebeu’t-tâbiînden çok sayıda müfessirin tefsir rivayetlerini “Kitâbü tefsiri …” gibi başlıklar altında vermiştir. Bu durumda tefsirlerin tedvinini II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün görünmektedir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen Müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen Müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi kabul görürken öte yandan Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen kaynaklar olarak görülmüştür.
Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam etmiştir. İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık halde bulunan tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için önemli bir hizmet görmüştür. Câmi u’l-beyân an tevîli âyi’l-Kur’ân adını verdiği eseri genellikle bir rivayet tefsiri olarak kabul edilse de iyi bir inceleme onun aynı zamanda dirâyet tefsirine ait pek çok unsur içerdiğini ortaya koyar. Nitekim son zamanlarda Taberî’nin tefsirinin dirâyet yönüne dikkat eden çalışmalar yapılmaktadır. Taberî’den sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Gayb’ını özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın küçük yerinde yayılması ile İranlıların, Türklerin, Türkistanlıların, Kafkas kavimlerinin, Hintli Müslümanların, Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in yazdığı çok sayıda tefsir meydana getirilmiştir.
Modern dönemde; İslâm dünyasının XIX. yüzyıldan itibaren yaşadığı sürecin ve geçirdiği değişimlerin Kur’an tefsiri alanında da birtakım yansımaları olmuş, tefsir literatüründe gerek şekil gerekse muhteva bakımından önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Kur’an tefsirine yeni işlevlerin de yüklendiği bu süreçte tefsir alanında klasik çizgiyi devam ettirmeye çalışanların yanı sıra yeni ihtiyaçları karşılamaya ve modern dönüşümlerin ortaya koyduğu problemleri cevaplandırmaya yönelik ürünler çağdaş İslâm düşüncesinin en aktif alanlarından birini oluşturmuştur.
Modern tefsir literatürünün dikkat çekici özelliklerinden biri pratik endişelerin ve sosyal, siyasal, ideolojik içeriklerin bu tür eserlerde klasik döne me göre çok daha ağırlıklı bir yere sahip olmasıdır. Bu literatürde İslâm’ın inanç esaslarına ve toplumsal düzenlemelerine yönelik eleştirilere cevap amacını taşıyan savunmacı bir üslûp ve siyasal, sosyal düşünceleri Kur’an tefsiri yoluyla meşrulaştırma çabası görülmektedir. Modern dönemde Müslümanların ilim geleneğine karşı mesafeli durarak modern bir İslâm anlayışı oluşturma çabaları Kur’an’ın yeniden yorumlanması konusuyla ilgilidir. Bu bağlamda klasik dönemde İslâmî ilimler hiyerarşisinde daha çok açıklayıcı ve yorumlayıcı fonksiyona sahip olan ve Kur’an’ı özellikle dil ve tarih açısından açıklamaya çalışan tefsire kelâm ve fıkıh gibi ilimlerin normatif bazı fonksiyonları da yüklenmek istenmiş, İslâm’ın inanç ve uygulamaya yönelik taraflarını doğrudan tefsirle temellendirme arayışları söz konusu olmuştur. Tefsir literatürünün muhatap kitlesinde ortaya çıkan farklılık da bu konuda önemlidir. Klasik dönemde tefsirler ilmî üslûp ve muhtevaya sahipken modern dönemde popüler seviyeye hitap eden çalışmalar artmıştır. Dikkat çekici bir diğer husus, Kur’an’ın tamamını tefsire dair eserlerin yanı sıra belli âyetlere ve konulara yoğunlaşan tematik tefsir tarzının yaygınlaşmasıdır.
Tefsir Usûlü Kaynakları
Tefsir usûlüne ilişkin ilk eserler, ilk önce tefsirlerin mukaddimeleri şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşerek ulaşabildiğimiz kadarıyla H. III. asırda kaleme alınmış olmalıdır. Aynı zamanda meşhur bir mutasavvıf olan Hâris el-Muhâsibî (ö.243/857)'nin "el-Akl ve Fehmu'l Kur'ân" adlı eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma olarak takdim edilmektedir. Daha sonraları Ali İbn İbrahim el-Hûfi (ö.430/1038) tarafından kaleme alınan "el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına bu sahadaki ilk eserdir diyenler de vardır.
Kronolojik
olarak Tefsir Usulü Kaynakları
1.Haris el-Muhasibî(243/857), el-Akl ve Fehmu'l-Kur'an
2. Muhammed b. Halef el-Merzebân(309/921), el-Havî fî Ulumi'l-Kur'an
3. Ebu'l-Hasan el-Eşarî(324/935) el-Muhtezen fi Ulumi'l-Kur'an
4. Ebu Bekr el-Eribarî(328/939), Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân
5. Muhammed b. Ali el-Udvufî(388/998), el-İstiğnâ fi ulûmi'l-Kurân
6. Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfî(430/1038), el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur’an
7. Ebu Davut Süleyman b. Necah(496/1103), el-Beyânül-Câmi' li-Ulûmil-Kur'ân
8. Rağıb el-İsfehanî(503/1109), Mukaddimetü't-Tefsîr
9. Bedruddin Zerkeşî(794/1392) , el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an
10. Celaleddin es-Suyutî(911), el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an
3- HADİSİN VE USULÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ:
Hz. Peygamberin söz davranış ima takrir gibi anlatım türlerinde ifade bulan ve sahabiler tarafından diğer insanlara aktarılan hadisler, önceleri sadece Resulullah’a has kılınmıştır. Daha sonraları Bazı alimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahabe ve tabiinin şahsi beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber'e ait olan hadislere merfu, sahabeye ait olanlara mevkuf, tabiine ait olanlara da maktu adını vermişlerdir.
Sonraları merfu, mevkuf ve maktu terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi kullanılmaya başlanınca bir kısım alimler sadece merfu rivayetlere, bazıları da merfu ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir. Yine ilk devirlerde Resul-i Ekrem'in söz, fiil ve takrirleriyle birlikte sahabe ve tabiine ait her turlu haberi ifade etmek üzere eser kelimesi de kullanılmıştır. Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resulullah'ın söz, fiil ve takrirleri için kullanılması özellikle hadis alimleri arasında daha fazla kabul görmüştür. Sünnet ve hadisin çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber'in ahlakını, şemailini, peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıklarını da bu çerçeve içine alanlar olmuştur.
II. (VIII.)yüzyıldan itibaren hadisi ifade etmek üzere kullanılan terimlerden biri de ilimdir. İlk dönemlerde ilim kelimesinin kapsamına Kur'an, hadis ve fıkhın girdiği, fakat sonraları ilim sözüyle daha çok hadisin kastedildiği anlaşılmaktadır.
Hadislerin tedvinini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehit edilmesi olayından hemen sonra Havaric ve Galiyye gibi siyasi fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Murcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Muşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir.
Muhafazakar çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevk etmiştir. Özellikle Şia'nın kendi grupları, daha sonra Abbasi hilafeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatcilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslam aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvine taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir. Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz ravilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bid'atcıların rivayetlerinden kaçınmaya sevk etmiş ve I. (VIII.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i Sünnet'e mensup ravilerin rivayetleri kabul görmüş, ehl-i bid'atın rivayetleri alınmamıştır (Muslim, "Mukaddime", 5). Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
684-705 yılları arasında Emeviler'in Mısır valisi olan Abdulaziz b. Mervan'ın bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amaçıyla devlet adamlarının bile gayri resmi olarak hadis tedviniyle ilgilendiklerini göstermektedir. Abdulaziz b. Mervan, Bedir Gazvesi'ne katılan yetmiş sahabi ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesir b. Murre el-Hadrami'ye yazdığı bu mektupta, Ebu Hureyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer sahabilerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir. Bu mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülaziz, ileri gelen alimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvin işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış alimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebu Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda alimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber'in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihab ez-Zuhri (o. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülaziz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir. Sahabe tarafından kaleme alınan sahifeler bir yana, bir tesbite göre I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir.
Hadislerin tedvini tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı alimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef" adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.
Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle beraber Tirmizi ve daha geniş bir şekilde Râmhurmuzî'nin verdiği bilgiye göre bu konuda ilk çalışmayı, genellikle el- Musannef diye anılan eserleriyle Mekke'de İbn Cureyc (o. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Raşid, Basra'da İbn Ebu Arûbe ile Rebi' b. Sabih (Subeyh), Kufe'de Sufyan es-Sevri, Medine'de Malik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mubarek, Rey'de Cerir b. Abdulhamid, Şam'da Velid b. Muslim gibi muhaddisler yapmıştır.
İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hazırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır. Yemenli muhaddis Ma'mer b. Raşid'in günümüze ulaşan el-Cami’ adlı eseri ilk tasnif mahsullerinin genel yapısı hakkında fikir vermektedir (bk. literatür).
II. (VIII.) yüzyılda tasnif edilen eserlerle III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında kaleme alınan hadis kitaplarının çoğunda Hz. Peygamber'in hadisleri sahabeye ait görüşlerden ve tabiinin fetvalarından ayrılmamıştır. Malik b. Enes'in el-Muvatta adlı eseri bu nevi teliflerin belirgin özelliğini taşımaktadır. II. (VIII.) yüzyılda sağlam hafızaları, güvenilir rivayetleri ve isabetli tenkitleriyle hadislerin daha sonraki nesillere aktarılmasını sağlayan diğer muhaddisler arasında Abdurrahman el-Evzai, Şu'be b. Haccac, Hammad b. Seleme, Leys b. Sa'd, Cerir b. Abdulhamid, İsmail b. Uleyye, Abdullah b. Vehb, Vekî’ b. Cerrah, Sufyan b. Uyeyne, Yahya b. Said el-Kattan ve Abdurrahman b. Mehdi bulunmaktadır.
Genellikle III. (IX.) yüzyılda hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre muhtelif sistemler uygulanmıştır. Bunların en yaygın iki şekli, hadislerin ravi adlarına (ale'rrical) ve konularına (ale'l-ebvab) göre tasnif edilmesidir. Hadislerin ilk ravisi olan sahabilerin adlarını esas alarak her sahabinin bütün rivayetlerini sağlamlık derecesine bakmadan bir araya getiren müsnedlerin ilk musannifleri olarak Esed b. Musa (o. 212/827), Ubeydullah b. Musa el-Absî, Yahya b. Abdulhamid el-Himmani, Musedded b. Muserhed ve Nuaym b. Hammad'ın adları zikredilmektedir. Bunların eserleri hakkında fazla bilgi bulunmamakla beraber Ebu Davud et-Tayalisî'nin (ö.204/819) el-Müsned'i ile Mekke'de kaleme alınan ilk müsnedler arasında sayılması gereken Abdullah b. Zubeyr el-Humeydi'nin (ö.219/834) el-Müsned'i, ve en hacimli hadis külliyatından biri olan Ahmed b. Hanbel'in (o. 241/855) el-Müsned'i günümüze ulaşmıştır.
Ravi adlarına göre tasnif edilen kitaplardan olan mu'cemlerde rivayetler sahabe adına veya mu'cemi tasnif eden muhaddisin hocalarının adlarına yahut ravilerin yaşadığı şehirlere göre tertip edilmiştir. Taberanî'nin üç mu'cemi bu türün en tanınmış örnekleridir. Konularına göre tasnif edilen, bu sebeple genel olarak "musannef' diye anılan hadis kitaplarının ilk örnekleri de Ma'mer b. Raşid'in el-Camfi ile Malik b. Enes'in el-Muvatta'ıdır. Bu türün III. (IX.) yüzyıldaki ilk örnekleri arasında Abdürrezzak es-San'ani’nin (o. 211/826-27) el-Musannef i ile Ebu Bekir b. Ebu Şeybe'nin el-Musannef’i gösterilebilir . III. yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak Kütüb-i Sitte kabul edilmektedir. Bunların içinde, sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhari ile Muslim'in el-Camiu'ssahih'leri Kur'an'dan sonra İslam'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Malik b. Enes'in el- Muvatta'ını veya Abdullah b. Abdurrahman ed-Darimi'nin es-Sünen'ini (el-Müsned) gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap İbn Mace'nin es- Sünen'idir. Diğerleri Ebu Davud'un es- Sünen'i, Tirmizi'nin es-Sünen diye de anılan el-Camii's-sahih'i ve Nesai'nin el-Mucteba diye de bilinen es-Sünen'idir.
Bu yüzyılda birçok muhaddisin yetişmesinde emeği gecen, hadislerle ravileri ve hadis kitaplarına dair tenkitlerinden faydalanılan diğer muhaddisler arasında Affan b. Müslim, Said b. Mansur, İbn Sa'd, Yahya b. Main, Ali b. Medini, İshak b. Rahuye, Ebu İshak el-Cuzcani, Ebu'l-Hasan el-İcli, Ebu Zur'a er-Razi, Baki b. Mahled, Ebu Hatim er-Razi, Ebu Zur'a ed-Dımaşki, İbn Ebu Asim ve Bezzar'ın adları sayılabilir.
III. (IX.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili çalışmalar da yapılmış olup Ebu Ubeyd Kasım b. Seliam'ın kırk yılda meydana getirdiği Garibu'l-hadis adlı eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmelidir. Daha sonra da bu türde pek çok kitap yazılmıştır.
IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahi rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı alimler IV. yüzyılın başını mutekaddimin döneminin sonu, muteahhirin devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir. Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebu Ya'la el-Mevsıli'nin (o. 307/919) el-Müsned'i sahabeye ait birçok haberi de ihtiva eden önemli bir kaynaktır. İbn Cerir et-Taberi, orijinal bir çalışma olan Tehzibu'l-asar'ında aşere-i mubeşşere, Ehl-i beyt ve mevalinin müsnedleriyle İbn Abbas'ın müsnedinin bir bölümünü bir araya getirmiş; hadislerin tariklerini, illetlerini, alimlerin bu hadisler hakkındaki ihtilaflarını ve sonunda da kendi tercihini belirtmiştir. İbn Huzeyme de bugün tam nüshası elde bulunmayan es-Sahin’ini tasnif etmiştir. Ebu Avane el-İsferayini, el-Musnedu'l-muhrec 'ala Kitabi Muslim b. el-Haccac, İsmailî de el-Mustahrec adlı eserleriyle yeni bir tasnif türü olan "müstahrec" çalışmalarını başlatmışlardır. Daha sonra Sahih-i Buhari ve Sahih-i Muslim üzerine çeşitli mustahrecler hazırlanmıştır. Ebu Ca'fer et-Tahavi, seçtiği ahkam hadislerini değerlendirdiği Şerhu Me'ani'l-asar'ını, İbn Hibban, daha önceki hadis kitaplarından tamamen farklı bir tertipte hazırladığı el-Müsnedu'ssahih'ini, Taberani, hocalarının adlarına göre tertip ettiği el-Mu'cemu'l-evsat ve el-Mu'cemu'ssağir adlı eserlerinden daha hacimli olup sahabe adlarına göre alfabetik olarak tasnif ettiği el-Muccemu'l-kebir"i, Darekutni, hadislerin farklı rivayetlerine büyük ölçüde yer verdiği es-Sünen'ini ve Hakim en-Nişaburi el-Mustedrek ale's Sahihayn adlı eserini meydana getirmiştir.
IV. yüzyılda daha sonraki çalışmalara kaynaklık eden önemli dirayet kitapları da telif edilmiştir. İbn Ebu Hatim'in, ravileri bütün yönleriyle tanıyan hadis münekkidi babası Ebu Hatim er-Razi ile hocası Ebu Zur'a er-Razinin görüşlerine dayanarak kaleme aldığı, hem sika hem de zayıf hadis ravilerinin tenkidine dair ilk eserlerden biri olan el-Cerh ve't-ta’dil’i; Ramhurmuzi'nin derli toplu ilk usul-i hadis çalışması olduğu kabul edilen el-Muhaddisü 'l-fasıl beyne 'r-ravi ve 'l-va'i adlı eseri; İbn Adi'nin, zayıf raviler hakkında munekkitlerin görüşlerini aktardığı ve bu ravilerin rivayetlerinden örnekler verdiği el-Kamil fi du'afaî’r-rical'i; Hattabi'nin, önce Ebu Davud'un es-Sünen'ine Mecalimu's- Sünen, ardından Buhari'nin el- Camiu's-Sahih'ine İ'lamu's-Sünen adıyla yazdığı sahasında ilk çalışmalar olarak kabul edilen hadis şerhleri; Halef el-Vasıti’nin etraf kitaplarının ilk örneklerinden olan Etrafu's-Sahihayn'i ile Ebu Mes'ud ed-Dımaşki'nin Etrafu’s-Sahihayn’i, Hakim en-Nişaburi'nin usul-i hadise dair ilk ve önemli kaynaklardan biri olan Ma ' r i f e t u "ulumi'l-hadis'i bu tür eserlerdendir.
V. (XI.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmaların temel özelliği değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler devam etmiştir. Bu yüzyılın başlarında Ebu Nuaym el-İsfahani (o. 430/1038) el-Müsnedu'l- mustahrec a’la Sahihi Muslim adlı eseriyle sahabenin hayatına dair Ma'rifetu's- sahabe'sini, Mısırlı muhaddis ve tarihçi Kudai, hadislerden kolayca faydalanılmasını sağlamak amacıyla kısa metinli 897 hadisi yarı alfabetik olarak sıraladığı Şihabu'l-ahbar'ını (Bağdat 1327) yazmıştır. Hadise dair çeşitli eserleri bulunan Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki es- Sünenu'l-kübra'da diğer hadis kitaplarında bulunmayan pek çok hadisi, sahabe ve tabiin sözlerini muhtelif rivayetleriyle birlikte bir araya getirmiş; Ma'rifetu's- sünen ve'l-asar adlı eserinde de Şafıi fıkhının dayandığı 20.881 hadisi, sahabe ve tabiin sözünü toplamıştır. Endülüslü muhaddis İbn Abdulber en-Nemeri, bütün sahabilerin hayatını yazmak amacıyla başladığı el-İstiab fi marifeti'l-ashab'da mükerrerleriyle birlikte 4225 kadar sahabiye yer vermiş; Cami'u beyani'l-ilm'de ilme ve ilim tahsiline dair Hz. Peygamber, ashap, tabiin ve daha sonraki alimlerin tavsiye ve tecrübelerine dair rivayetleri senedleriyle birlikte derlemiş; fıkhu'l-hadise de büyük yer verdiği et-Temhid lima fi'l-Muvatta' mine'l- me'ani ve'l-esanid'de İmam Malik'in el-Muvatta'ını şerh etmiştir. Dirayetu'l- hadisin çeşitli dallarında eser veren Hatib el-Bağdadi hadislerin yazılmasıyla ilgili Takyidu'l-İ’lm, hadis öğrenim ve öğretim usullerine dair hemen hemen yarısı merfu olan 1924 rivayeti ihtiva eden el-Cami’ li-ahlak’ır-ravi ve usul-i hadisin önemli kaynaklarından biri olan el-Kifaye fi İ’lmi'r-rivaye adlı eserlerini yazmıştır. Buhari ile Muslim'in el-Camiu's-sahih'leri, özellikle el-Cem' beyne's-Sahihayn adlı eserlerde ve okuma kolaylığı sağlamak için genellikle senedleri zikredilmeden alfabetik şekilde veya müsned tertibinde bir araya getirilmiş, Humeydi müsned tarzındaki el-Cem' beyne’s-Sahihayn adlı kitabıyla bu türün en güzel örneğini ortaya koymuştur.
V. (XI.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli hadis kitaplarından seçmeler yapmak, hatta bütün hadisleri bir araya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda derleme eserler kaleme alınmıştır. Geniş kapsamlı hadis kitapları tasnif etme gayretleri arasında Hasan b. Ahmed es-Semerkandinin (o. 491/1098), İslam dünyasında bir benzerine rastlanmadığı ve 800 cüz içinde muhtemelen mükerrer rivayetlerle birlikte 100.000 hadis ihtiva ettiği belirtilen Bahru'l-esanid fi sıhahi'l-mesanid adlı eserinin önemli bir yeri vardır. Ancak bu eser günümüze kadar gelmemiştir. Ferra el-Begavi'nin (o. 516/1122) 4931 (veya 4719) hadis ihtiva eden Mesabihu's-sünne adlı eseri yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi görmüştür. Begavi, Kütüb-i Sitte başta olmak üzere güvenilir hadis kaynaklarından senedlerini çıkararak seçtiği hadisleri önce konularına göre sıralamış, ardından Buhari ile Muslim'in veya bunlardan birinin sahihlerine aldığı hadisleri "sıhah" başlığıyla, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve Darimi'nin sünenlerine aldıkları hadisleri de "hisan" başlığıyla bir araya getirmiştir. Bu eser üzerinde çoğu şerh olmak üzere muhtelif çalışmalar yapılmış, Hatib et-Tebrizi, Mesabih'in kaynaklarında bulunduğu halde Begavi'nin eserinde yer almayan 1350 hadisi üçüncü bir babda toplayarak eserine Mişkatu'l- Mesabih adını vermiş, bu çalışma da büyük rağbet görmüştür. Endülüslü muhaddis Rezin b. Muaviye es-Sarakusti (o. 535/1140), İbn Mace'nin es-Sünen'i yerine İmam Malik'in el-Muvatta'ını koyarak Kütüb-i Sitte'deki hadisleri et-Tecrid li's-sıhah ve's-Sünen adlı eserinde toplamış, bu eseri yetersiz gören Mecduddin İbnu'l-Esir kitap adlarını alfabetik sıraya koyarak eseri yeniden tertip etmiş ve çalışmasına Cami'u'l-usul li-ehadisi'r-Resul adını vermiştir. Bu arada Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi de Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inin büyük bir kısmı ile Buhari, Muslim ve Tirmizi'nin el- Cami'u's-sahih'lerini müsned tertibine koyarak Cami'u'l-mesanid ve'l-elkab adlı yedi ciltlik eserini meydana getirmiştir.
VII. (XIII.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde hadis rivayeti geleneği eskiye göre azalarak devam etmiş, bu arada İbnu's- Salah eş-Şehrezuri, Ulumu'l-hadis olarak da bilinen ve usul-i hadis çalışmalarının mihverini teşkil ederek yüzlerce çalışmaya konu olan Mukaddime'sini kaleme almıştır. Radıyyuddin es-Sagani'nin, Sahih-i Buhari ile Sahih-i Muslim'- den seçtiği 2267 merfu hadisi senedlerini vermeden yarı alfabetik sıra ile topladığı Meşariku'l-envari'n-nebeviyye adlı eseri uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur. Hadis alanındaki telifleriyle bilinen Munziri, büyük rağbet gören et-Terğib ve't-terhib'ini pek çok kitabı taramak suretiyle meydana getirmiştir. Bu yüzyılın en velud alimlerinden olup usul-i hadis alanında da önemli eserler yazan Nevevi, el-Minhac fi şerhi Sahihi Muslim'den başka daha çok ictimai ve ahlaki mahiyetteki hadisleri ihtiva etmesi sebebiyle günümüzde de elden düşmeyen Riyazu's- salihin adlı eseri, dua ve zikir konusundaki hadisleri bir araya getiren el-Ezkar'ı tasnif etmiştir. Özellikle ravilere ve tanınmış şahsiyetlere dair kaleme aldığı pek çok kitabıyla bilinen Zehebi de (o. 748/1348) Tezkiretu'l-huffaz, zayıf ravilere dair Mizanu'l-i'tidal ve tanınmış muhaddislere dair Siyeru A’lami'n-nubela'adlı kitapları yazmıştır. Ebu'l-Fida İbn Kesir'in Kütüb-i Sitte, Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'i, Taberaninin üç mu'cemi, Bezzar ve Ebu Ya'la el-Mevsılinin müsnedlerini esas kabul ederek kaleme aldığı, fakat gözlerini kaybettiği için Ebu Hureyre'nin bir kısım rivayetlerini derleyemediği, bununla beraber 35.463 rivayeti bir araya getirdiği Cami'u'l-mesanid ve's-Sünen el-hadi li akvemi sünen adlı eseri büyük bir gayretin mahsulüdür. Suyuti, Cemı’l-cevami'i ile İbn Kesir’in başlattığı çalışmayı daha ileriye götürmüştür.
IX. (XV.) yüzyılın dikkate değer çalışmalarından biri "zevaid" kitaplarının tasnifidir. Nureddin el-Heyseminin (o. 807/ 1405) Mecm’u'z-zevaid'i, Mısırlı muhaddis Ahmed b. Ebu Bekir el-Busiri’nin pek çok zevaid çalışması, asrının yegane hadis hafızı olarak bilinen İbn Hacer el- Askalani’nin, Ahmed b. Hanbel'in de aralarında bulunduğu tanınmış sekiz muhaddisin müsnedlerinde bulunmakla beraber Kütüb-i Sitte'de yer almayan hadisleri bir araya getirdiği el-Metalibu'l aliye'si bu türün örneklerindendir. İbn Hacer'in hadisle ilgili yüzlerce telifi arasında Fethu'l-bari bi-şerhi Sahihi'l-Buhari ile el-İsabe fi temyizi's-sahabe adlı eserleri özellikle kaydedilmelidir. Halk arasında yaygın olan hadisleri, hadis diye bilinen hikmetli sozleri ve mevzu hadisleri bir araya getiren Muhammed b. Abdurrahman es-Sehavfnin (o. 902/1497) el- Makasıdu'l-hasene'si ile İsmail b. Muhammed el-Aclunî’nin (o. 1162/1749) kaleme aldığı, bu eseri de ihtiva eden aynı konudaki geniş eseri Keşfu'l- hafa ve muzilu'l-ilbas a’mme'ş-tehere mine'l-ehadisi a’la elsineti'nnas adlı kitabı önemli çalışmalardır. Çeşitli eserleri yanında hadis derlemeciliğiyle de tanınan Suyuti’nin, 200.000 civarında olduğunu tahmin ettiği bütün hadis rivayetlerini bir araya getirmek amacıyla, bir kısmı günümüze ulaşmayan yetmiş bir kaynağı tarayarak kaleme almaya başladığı, ancak vefatı sebebiyle tamamlayamadığı Cem'u'l-cevami’ adlı eseriyle, bu eserden seçtiği ve alfabetik olarak sıraladığı kısa metinli 10.000 hadisi ihtiva eden el-Cami'u 's-sağir'i bu dönemin önemli hadis çalışmalarıdır. Muttaki el-Hindi'nin Kenzu'l-'ummal fi Süneni'l-akval ve'l-efal’i hadis metinlerini ihtiva eden en hacimli kitap sayılabilir. Eserde, Suyuti'nin adı gecen iki çalışması ile Ziyadetu'l-Cami's-sağir'indeki hadisler kitap ve bablara göre sıralanmış, ardından bu kitaplar adlarına göre alfabetik sıraya konmuştur.
Hadis Usûlu Kaynakları:
A. Mütekaddimun'a ait eserler:
1. Ramehurmuzi(h.360), el-Muhaddisul-Fasıl
2. Hakim en-Neysaburi(h.405), Ma'rifetu Ulumi'l-Hadis
3. Hatib el-Bağdadi(h.463), el-Kifaye fi İlmi'r-Rivaye
B. Müteahhirun'a ait eserler:
1. Kadı İyaz(h.544), el-İlma'
2. İbnu's-Salah(h.643), Ulumu'l-Hadis
Ulumu'l-Hadis üzerine yapılan çalışmalar:
a. İmam Nevevi(h.676), et-Takrib; İ.Nevevi Ulumu'l-Hadis'i "İrşad" ismiyle ihtisar etmiş. Sonra bunu da ihtisar edip "et-Takrib ve't-Teysir" ismini vermiştir. "Takribu'n-Nevevi" ismiyle meşhurdur.
b. İbn Kesir(h.774), İhtisaru Ulumu'l-Hadis
c. İbn Hacer(h.852), Nuhbetü'l-Fiker; Ulumu'l-Hadis'in ihtisarı. İbn Hacer daha sonra bu eserine de bir şerh yazar: Nüzhetu'n-Nazar fi Tavdihi Nuhbeti'l-Fiker
3. Suyuti(h.911), Tedribu'r-Ravi; Suyuti'nin, Nevevi'nin Takrib'ine "Tedribu'r-Ravi fi Şerhi Takribi'n-Nevevi" ismiyle yazdığı şerh.
4. Sehavî(h.902), Fethu'l-Muğis
5. Zeynuddin el-Irakî(h.806), Fethu'l-Muğis
6. Cemaleddin Kasımi(m.1914), Kavaidu't-Tahdis
7. Tahir el-Cezairi(m.1920), Tevcihu'n-Nazar
8. Ahmed Muhammed Şakir, el-Baisu'l-Hasis
4- FIKIH VE USULÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ
Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler ve nesiller, bazan da siyasi, sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı fıkhın dönemleri Hz. Peygamber, sahabe, Abbasiler, Selçuklular, Moğol istilasından Mecelle'ye ve Mecelle'den günümüze kadarki devirler şeklinde bir sıralamaya tabi tutulmuştur.
Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten önce Mekke'de gecen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlak konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resul-i Ekrem'in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine'de ise İslam Allah-fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza, muhakeme usulu, muamelat, devletler arası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm ve kaideler konulmuştur.
Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya çıkıyordu,
a) İlahi hükmün açıklanmasını gerektiren bir olay meydana geliyor veya soru soruluyor bunun üzerine ya bir ayet nazil oluyor yahut hüküm Hz. Peygamber'e bildiriliyor, o da kendi sözü ve üslubu ile (sünnet) hükmü açıklıyor, uyguluyordu. Bazan vahiy de gelmiyor, Resul-i Ekrem Allah'ın iradesiyle ilgili irfan ve tecrübesine dayanarak (içtihad) bir uygulamada bulunuyor, eğer hata ederse Allah tarafından tashih ediliyordu. Kur'an-ı Kerim'de "yes'elunek" (Senden soruyorlar) ifadesi on beş yerde geçmektedir ve bunların sekizi fıkıh konularıyla ilgilidir. İki yerde de "yesteftunek" (Senden dini hükmü açıklamanı istiyorlar; en- Nisa 4/127, 176) ifadesine yer verilmiştir. Esbab-ı nüzul kitaplarında vahyin gelmesine ve dini hükmün açıklanmasına sebep olan birçok örnek hadise zikredilmektedir.
b) Bir olay veya soru beklenmeden ilahi plandaki yeri ve zamanı geldiği için bazı hükümler doğrudan bildiriliyordu. Çünkü İslam'ın amacı yalnızca belli bir sosyokültürel düzeydeki toplumun ihtiyaçlarını karşılamak değildi; İslamiyet hem muhatabı olan toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor, onları geliştiriyor, hem de evrensel hüküm ve değerler getiriyordu.
Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır: Tedric, kolaylık ve nesih. Tedric hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulması, böylece hem toplumun hazırlanmasına hem de yeni hükümlerin toplum tarafından özümsenmesine imkan verilmesi, sonuçta derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek teşriin
tamamlanmasıdır. Zaman acısından tedriç yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar halinde tamamlanma bakımından namaz, zekat, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri ilgi çekicidir.
Kolaylık ise yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak dinle muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, tekâmül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme ve kolaylaştırmayı esas almaktır.
İbadetlerin günün kısa sayılabilecek parçalarına dağıtılması, insanların tabii ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mubah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı, yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma halinde haramların mubah hale gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir. İslam alimleri arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin önce konup sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir.
Fıkhın usul ve füru kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okutulması, kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber gerek usulün gerekse füruun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur'an-ı Kerim yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde düşünme, kafa yorma (içtihad: kıyas, istidlal), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icma) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu kaynakların ilk ikisi tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise ya kullanılmış veya ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Ayet ve hadisler ibadetler, aile hayatı, ictimai hayat, beşeri münasebetler, fert-toplum ilişkisi, devletler arası ilişkiler gibi ferdi ve ictimai hayatın her alanında bazan genel hüküm ve ilkeler, bazan da özel ve ayrıntılı hükümler koyarak sonraki dönemlere olcu ve örnek olabilecek yeterli açıklamayı getirmiş, bu yönüyle İslam teşriinin çatısı Hz. Peygamber döneminde tamamlanmıştır. Ayetlerin acık ve doğrudan hüküm getirmesi esas alındığında fıkıhla ilgili ayet sayısı 200 civarındadır. Ancak çeşitli istidlal yollarıyla ulaşılabilen hükümler göz önüne alındığında bu sayı artmaktadır. Mesela Ebu Bekir İbnu'l-Arabi'nin Ahkamu'l- Kur'an adlı eseri fıkhi hükümler getiren ayetlerle ilgili olup eserde yaklaşık 800 ayet üzerinde durulmuş, bunlardan çeşitli hükümler çıkarılmıştır. Fıkıh kaynağı olarak sünnet Kur'an'ın açıklanması gereken ayetlerini açıklamakta, temas etmediği konularda doldurulması gerekli boşlukları doldurmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de genel çizgileriyle anlatılan iman ve İslam konularının, namaz, oruç, hac, zekat gibi temel ibadetlerin vb. hükümlerin geniş açıklamaları ve uygulama örnekleri sünnetin açıklama görevinin; fıtır sadakası, vitir namazı, bazı cezalar, kadının hala ve teyzesinin ikinci eş olarak alınmasının yasaklanması, evcil eşek etinin haram olması, oruç bozmanın kefareti gibi yüzlerce örnek de boşlukları doldurma fonksiyonunun görüldüğü alanlardır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin tesbitine göre fıkıh hükümlerine esas teşkil eden hadislerin sayısı, aynı konudaki farklı veya mükerrer rivayetler haric tutulursa 500 civarındadır; bu temel hükümlerle ilgili hadisleri açıklayan, tafsilat veren, kayıt ve şartları bildiren hadislerin sayısı ise 4000'e ulaşmaktadır .
Fıkhın füru kısmından Mekke dönemine ait olanlar arasında gusül, abdest, necasetten taharet, namaz, cuma namazı gibi önemli ibadetler vardır. Medine döneminin birinci yılında hutbe, ezan, nikah, cihad, belediye nizami; ikinci yılında oruç, bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekat, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler ve taksimi; üçüncü yılında miras hükümleri, boşanma; dördüncü yılında yolculukta ve tehlikeli durumlarda namaz, recm, toprak iktaı, teyemmum, kazif cezası, örtünme, evlere izinle girme, hac ve umre; beşinci yılında yağmur duası ve namazı, ila; altıncı yılında milletler arası anlaşmalar, hac ve umre yolunda engellenmeyle ilgili hükümler, içki ve kumarın yasaklanması, zıhar, vakıf, isyan ve haydutluğun cezası; yedinci yılında evcil eşeğin, dişi ve pençesiyle avlanan et oburların haram kılınması, zirai ortaklık; sekizinci yılında Mekke'nin kutsiliği ve dokunulmazlığı, kısas, içki satışının ve geçici nikahın yasaklanması, hukuk karşısında insanların eşitliği, kabir ziyaretine izin verilmesi; dokuzuncu yılında cıplak olarak tavaf etmenin yasaklanması, mulaane, onuncu yılında insan haklarının ilanı, vasiyet, nesep, nafaka ve borçlarla ilgili bazı hükümler, cezanın şahsiliği, faiz yasağı hükümleri gelmiştir .
Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir kırılma noktasıyla Hulefa-yi Raşidin ve Emeviler şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Her iki dönemde de sahabe nesli fıkıh acısından belirleyici bir role sahip olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emeviler devri hilafetin saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Hulefa- yi Raşidin devri dini hayatın, İslam'ın insanlığa getirdiği inkılabın tekamül devridir.
Bu dönemde her şey din için, dinin amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Emeviler devrinde ise fazilet ve manevi tekâmülün yerini siyasi istikrar ve maddi gelişme almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın ve siyasi baskıların doğurduğu muhalefet (Havariç ve Şia), özellikle fıkhın kamu hukuku alanında yeni düşünce ve teorilere zemin hazırlamıştır. Hulefa-yi Raşidin döneminde fıkhın kaynaklan bakımından önemli olan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahabe içtihadının Hz. Peygamber'e arzı ve tasvibinin alınması imkanının ortadan kalkmış bulunmasıdır. Bundan böyle fıkıh Kitap ve Sünnet'in sınırlı nasları ile re'y içtihadına dayanmaktadır.
Bu devirde re'yin manası, Kitap ve Sünnet'in hükmünü açıklamadığı meseleleri nasların parça parça ve bütün olarak açıklamalarına dayanıp bunlar üzerinde düşünerek hükme bağlamaktır.
Terim olarak adları konmamakla beraber sonradan istihsan, istislah, örf, kıyas isimlerini alan metotlar da re'y çerçevesi içinde kullanılmıştır. Birinci ve ikinci halifeler ihtilafı azaltmak, birliği sağlamak ve şari’in maksadına isabet ihtimalini arttırmak için bilhassa kamu hukuku alanında istişareye başvurmuşlar, bunun aksamaması için Hz. Osman devrine kadar halifeler şura üyelerinin Medine'den ayrılmasına izin vermemişlerdir.
Şura içtihatları ferdi içtihatlardan daha kuvvetli ve bağlayıcı kabul edilmiş, ferdi içtihatlar ise yalnızca sahiplerini bağlamış, içtihada gücü yetmeyenler için seçeneklerden biri olmuştur.
Dini-ictimai bir kurum olarak mezhep şeklini almasa da sahabe arasında bir hayli içtihat ve hüküm farkları, bir anlamda müçtehit sayısı kadar mezhep vardır. Sahabe arasındaki metot ve görüş farklılığının başlıca sebepleri olarak, fetihler ve başka amaçlarla Medine'den uzakta bulunan ashabın vahiy kaynağına dayalı bilgi eksiklikleri, bu kaynaktan elde edilen bilginin farklı anlaşılması, yanılma, unutma, çelişik gibi gözüken nasların farklı şekillerde uzlaştırılması veya hakkında nas bulunmayan konularda farklı görüşlerin benimsenmiş olması gibi hususlar sayılabilir (örnekler için bk. Karaman, İslam Hukukunda İçtihat, s. 47-54). Aksine iddialar da bulunmakla beraber sahabenin tamamını müçtehit derecesinde fıkıh alimi olarak değerlendirmek mümkün değildir. Hatta kendilerinden daha bilgili ve zeki olanlara fıkıh malzemesi taşıyan sahabe ile bu malzemeyi anlayan, yorumlayan ve yeni hükümler çıkaran sahabe 100.000'i aşkın ashap arasında azınlığı teşkil etmektedir .
Verdikleri fetva sayısı bakımından ashabın fakihleri üç gruba ayrılmıştır. Fetvalarının sayısı birer büyük cilt teşkil edecek kadar çok olan sahabiler Hz. Ömer, Ali, İbn Mes'ud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz. Aişe'dir. İçlerinde Hz. Ebu Bekir, Osman, Ebu Musa, Talha, Zübeyr gibi şahsiyetlerin bulunduğu yirmi kadar sahabinin verdiği fetvalar birer küçük kitabı dolduracak hacimdedir.
Üçüncü grupta yer alan 120 kadar sahabinin verdiği fetvaların tamamı bir cilde sığacak kadardır. Bu dönemde içtihatta bulunurken, fetva verirken bazı kural ve ilkelere riayet edilmiş, bunlar daha sonraki devirlerde birçok fıkıhçıya örnek olmuştur,
a) Sahabe, vahiy kaynağına danışmadan ve onun tasvibine arz etmeden yapılacak re'y içtihadının kapısını açmıştır. Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'ari'ye gönderdiği mektup bu konuda önemli bir vesikadır.
b) Sahabiler içtihat ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin görmemiş, Allah ve Resulü'ne nisbet etmemiş, kendi görüşlerini bu iki kaynağın acık hükümlerinden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir.
c) Henüz nazari fıkıh başlamamıştır; fıkhı ilgilendiren olay ve ilişki vuku buluncaya kadar beklenmekte, ameli ihtiyaç ortaya çıkınca hüküm bulma cabasına girişilmektedir.
d) Belli bir illete ve hikmete bağlı olduğu bilinen hükümler illet ve hikmetin değiştiği sabit olunca değiştirilmiş, ayrıca kamu düzenini korumak, hak ve adaleti gerçekleştirmek, zaruretleri gidermek maksadıyla bazı hükümlerin uygulaması askıya alınmıştır.
Muellefe-i kuluba devletin zekat gelirinden pay verilmemesi, bir defada söylenen üç talakın erkekler için önleyici ve cezai tedbir olması bakımından üç talak sayılması, deve fiyatlarının yükselmesi sebebiyle diyet miktarını belirlemede ve ödemede bazı kolaylıkların getirilmesi, açlık ve kıtlık yüzünden hırsızlık yapanların elinin kesilmemesi, esnaf ve zanaatkâra, kusurları olmasa da iş yerlerinde zayi olan müşteri mallarını ödetme gibi konularda Hz. Ömer'in uygulamaları bu tutum ve yaklaşımın örnekleridir.
e) İktisadi ve ictimai şartların değişmesi sebebiyle aynen uygulandığı takdirde şeriatın amaçlamadığı kötü sonuçlar doğuracak cevaz hükümleri ve seçenekler uygulanmamıştır. Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin menedilmesi, Suriye ve Irak topraklarının ganimet olarak gazilere dağıtılmaması, Hz. Osman'ın hac mevsiminde Mina'da dört rek'atlı farz namazı yolculuk sebebiyle kasredip iki rek'at kılması mümkünken halkı yanlışa düşürmemek için dört rek'at kılması ilgi çeken örneklerdir.
f) Sahabiler bazı olay ve ilişkileri de Hz. Peygamber'in benzeri konularda verdiği hükme benzeterek, benzemeyenleri de "iyidir, hayırlıdır, maslahattır" diyerek hükme bağlamışlardır; zekat vermeyenlere karşı savaş, Kur'an-ı Kerim'in bir mushafta toplanması, cuma için dış ezan ilavesi, fiyatların sınırlandırılması bu usulle konulmuş hükümlerdir. Şarkiyatçıların ısrarlı inkarlarına ve olumsuz yorumlamalarına rağmen son elli yıl içinde yapılan araştırmalar, diğer temel İslam ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da tedvinin Hz. Peygamber devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugün anlaşıldığı manada fıkıh risalelerinin yazımı sahabe devrinin sonlarında başlamış ve Emeviler döneminde gelişmiştir. Ancak bu risalelere ve daha sonraki dönemlerde yazılacak kitaplara kaynaklık eden fıkıh yazıları daha önceden başlamıştır.
Beşinci Halife Hz. Hasan'ın Muaviye lehine hilafetten çekilmesiyle başlayan ve 132 (750) yılına kadar suren Emeviler devrinde sahabe nesli zamanla ahirete intikal etmiş ve bunların yerini tabiin nesli almıştır. Hz. Ömer'in Kur'an bilgisini yaygınlaştırmak ve ona yabancı unsurların karışmasına engel olmak için yasakladığı hadis rivayeti, ondan sonra sahabilerin İslam dünyasına dağılmaları ve gittikleri yerlerde Hz. Peygamberden gördüklerini ve işittiklerini nakletmeleri sebebiyle yeniden başladı, bu arada çeşitli maksatlarla hadis uydurma olayı da baş gösterdi. Hulefa-yi Raşidin devrinden farklı olarak Emeviler'de bilhassa kamu hukuku alanında Kitap ve Sünnet'in lafız ve ruhundan sapmalar görüldüğü gibi o dönem içtimai hayatının yaşayan sünnet olma niteliği de hayli azalmıştı. Bu durumun yaygınlık kazanmasının İslam'a zarar vereceğini düşünen sahabe ve tabiin Hicaz'da ve özellikle Medine'de toplanarak sahih hadisleri derlemeye başladılar.
Aynı maksatla herhangi bir olayın meydana gelmesini beklemeden hazır ve nazari fıkıh hükümleri üretildi. Sahabenin yetiştirdiği tabiin nesli müçtehitleri ustat, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaziyyun (ehl-i hadis) ve Irakıyyun (ehl-i re'y) şeklinde iki gruba ayrıldılar. Büyük tabiin devrinde bu iki gruptan birincisinin imamı Said b. Museyyeb, ikincisinin imamı İbrahim en-Nehai idi. Ashaptan İbn Mes'ud Irak'a giderek Kufe'ye yerleşmiş, burada muallimlik, hakimlik ve müftülük görevlerini ifa etmiş, Hz. Ali de halife olunca hilafet merkezi Medine'den Kufe'ye taşınmıştı.
Hz. Ali buraya intikal etmeden önce İbn Mes'ud'dan başka Sa'd b. Ebu Vakkas, Ammar b. Yasir, Ebu Musa el- Eş'ari, Mugire b. Şu'be, Enes b. Malik, Huzeyfe b. Yeman, İmran b. Husayn gibi sahabiler, Hz. Ali ile birlikte de İbn Abbas gibi sahabiler gelmişlerdir. Iraklılar fıkhı bunlardan öğrendikleri ve sünnetin tamamının bunlar sayesinde Irak'a intikal ettiğine inandıkları için kendilerini Medine fıkıhçılarına denk saymış ve birçok konuda onlardan farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Medine'de ise daha çok sayıda sahabe vardı. Resulullah Hüneyn Gazvesi'nden döndükten sonra Medine'de 12.000 kadar sahabe bırakmış, bunların 10.000'i ömürlerini burada tamamlamışlar, 2000 kadarı da diğer İslam bölgelerine dağılmışlardır. Medine'de fıkıh ve hadis bilgisi aktaran ashabın ileri gelenleri Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (Kufe'ye gidinceye kadar), Zeyd b. Sabit, Aişe, Ummu Seleme, Hafsa, İbn Ömer, Ubey b. Ka'b, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Ebu Hureyre, Mısır'da Zubeyr b. Avvam, Ebu Zer el-Gıfari, Amr b. As, Abdullah b. Amr; Şam'da Muaz b. Cebel, Ebu'd-Derda, Muaviye; Kuzey Afrika'da Ukbe b. Amir, Muaviye b. Hudeyc, Ebu Lubabe, Ruveyfi' b. Sabit'tir.
Her bölgenin fıkıhçıları burada bulunan sahabeden aldıkları bilgiye, bunların ve talebelerinin verdiği fetva ve hükümlere, kendi örf ve adetlerine dayanarak birtakım fıkhi istidlal ve içtihadlarda bulunmuş ve zaman zaman da diğer bölge fukahası ile ihtilafa düştükleri olmuştur. Ancak fıkıh tarihi bakımından en önemli gruplaşma Irak ile (Kufe) Hicaz (Medine) fukahası arasında meydana gelmiştir. Fıkıh ve hadisle ilgili bilgiler Medine'de daha çok olduğu içindir ki ilk halifelerin sünnetini ihya etmek isteyen Ömer b. Abdulaziz Medine' de önce kadı, sonra vali olan Ebu Bekir b. Hazm'e bir talimat göndererek bu bölgede yaşayan sahabe ve tabiinden hadisler toplayıp yazarak kendisine göndermesini istemiştir. Medineliler, kendi bölgelerinde yaşayan alimlerden bir teyit bulunmadıkça Kufe ve Şam kaynaklı rivayetleri kullanmıyor, bunları delil olarak geçerli saymıyorlardı; gerekçeleri de bu bölgede meydana gelen siyasi olaylar, kargaşa ve fitnelerin re'y ve rivayetlere olumsuz tesiriydi. Emeviler'in sonu ile Abbasiler devrinin başlarında Irak medresesinden ehl-i re'y, Hicaz medresesinden ehl-i eser (ehl-i hadis) çıkacaktır. Hicaz ve Irak grupları arasındaki ihtilaf daha ziyade muhit ve hoca (bilgi kaynağı) farkına dayanmakla birlikte bu iki okul arasında bazı usul farkları da bulunmaktadır. Her iki grup Kitap, Sünnet ve sahabe icmaını hüküm kaynağı olarak kullanır. Hicazlılar Medine halkının örfüne Hz. Peygamber'in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer verirler, muhitleri gereği hadis malzemeleri de daha zengindir. Iraklılar Medine örfünü kaynak olarak kabul etmezler, hadis malzemeleri azdır, mevcut üzerinde daha titiz ayıklama yaparlar ve re'y içtihadına daha fazla yer verirler.
Sahabe fakihlerinin hemen tamamının Arap olmasına karşılık tabiin fukahası arasında çok sayıda Arap olmayan kimse (mevali) vardır. Bu dönemde önemli merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden başlıca alimleri şöylece sıralamak mümkündür; Medine'de Said b. Museyyeb, Urve b. Zubeyr, Kasım b. Muhammed, Harice b. Zeyd, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Suleyman b. Yesar, Ubeydullah b.Abdullah b. Utbe, Ebu Bekir b. Hazm, Ebu Ca'fer Muhammed el-Bakır, Rebiaturre'y, İbn Şihab ez-Zuhri; Mekke'de Ata b. Ebu Rebah, Mucahid b. Cebr, İkrime, Sufyan b. Üyeyne,- Basra'da Hasan-ı Basri, Muhammed b. Şirin, Katade b. Diame; Kufe'de Alkame b. Kays, Şureyh b. Haris, Mesruk b. Ecda', Abdurrahman b. Ebu Leyla, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman; Şam'da Mekhul b. Ebu Muslim, Ömer b. Abdulaziz, Ebu İdris el-Havlani; Mısır'da Leys b. Sa'd.
Hadisler fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda kısmen toplanmış olmakla beraber bunların belli istemlere göre tasnif edilmesi fıkhın tedvininden sonra olmuştur.
Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emeviler döneminde yazıldığı anlaşılmaktadır. İbn Kayyim'in verdiği bilgiye göre İbn Şihab ez-Zuhri'nin fetvaları üç ciltte toplanmıştır. Hasan-ı Basri'nin konulara göre düzenlenmiş fetvaları ise yedi cilttir . Bu dönemde yazılıp günümüze kadar gelen dört kitap tesbit edilmiştir: Suleym b. Kays el-Hilali'nin fıkıh kitabı, Katade b. Diame'nin el-Menasia'i, Zeyd b. Ali'nin Menasiku'l-hac ve adabuh ile el-Mecmu’ adlı eserleri. Yine bu dönemde yazıldıkları bilindiği halde günümüze kadar gelmeyen kitaplar da uzunca bir liste teşkil edecek kadar fazladır . Abbasiler devri fıkhın olgunluk çağıdır.
Bu hanedan, hilafeti hakkı olana geri vermek ve Hulefa-yi Raşidin devrini ihya etmek gibi bir dava ile iktidara talip olduğundan, halifeler görünüşte de olsa hem din hem de dünya işlerinde Allah Resulünün halifesi ve Müslümanların başkanı sıfatı ile davranıyorlardı. Bunun tabii sonucu olarak din ulemasının söz, fiil, düşünce ve inançlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Nitekim Ebu Cafer el-Mansur siyasetine ters düşmeyen alimlere ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği görevi kabul etmediği ve gizlice muhalefeti desteklediği için Ebu Hanife'yi kırbaçlatmıştır. Mehdi-Billah zındıklara karşı çok sert davranmış, onların takip edilerek cezalandırılması için bir daire kurmuştur. Harunurreşid, Ebu Yusuf'u yargının başına getirmiş ve yanından hiç ayırmamıştır. Me'mun Kur' an-ı Kerim'in mahluk olduğuna dair bir emirname çıkarmış, mut'a nikahını münakaşa ettirmiş, cevazına dair emir çıkarmaya teşebbüs etmiştir. Abbasiler'in bu tutumları bilgi ve uygulama olarak fıkhı da etkilemiştir. Sulama düzeni, vergiler, kanallar, çeşitli divanlar vb. bir yönüyle dini işlerdi ve bu konuda yapılacak düzenlemelerin şer'i esaslara aykırı olmaması gerekiyordu. Bu sebeple Ebu Yusuf el-Harac adlı eserini kaleme almış, diğer müçtehitler de çeşitli çözümler ve görüşler ortaya koymuşlardı.
Daha önceki dönemde henüz doğmamış bulunan mezhepler aşağıdaki sebeplerle bu devirde ortaya çıkmaya başlamıştır:
a) Daha önceki müçtehitler fıkhın bütün konularında sistemli içtihatlarla hüküm üretmedikleri halde bu dönemin müçtehitleri bunu yapmışlardır.
b) İçtihatlar belli kitaplarda toplanmış ve bunlardan istifade etmek isteyenler için ulaşma kolaylığı sağlanmıştır.
c) Hicaz ve Irak grupları içinden hadis ve re'y okulları doğmuş, bu okullara mensup olanlar arasında münakaşa ve münazaralar yapılmıştır.
d) Bu tartışmalar, belli okullara mensup müçtehitlerin içtihat usullerini sistemli olarak kaleme almalarına ve böylece fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur.
Bu dönemde, "belli bir müçtehidin kendine mahsus içtihat usulü ve bu usulle elde edilmiş fıkıh hükümleri bütünü" manasında mezhepler doğmaya başlamış olmakla beraber IV. (X.) yüzyıla kadar Müslüman halk dört mezhebe bölünmediği gibi fıkıh mezheplerinin sayısı da dört değildir. Daha birçoğu arasında Hasan-ı Basri, Ebu Hanife, Evzai, Sufyan es-Sevri, Leys b. Sa'd, Malik b. Enes, Sufyan b. Üyeyne, Şafii ve daha sonra İshak b. Rahuye, Ebu Sevr, Ahmed b. Hanbel, Davud ez-Zahiri, İbn Cerir et-Taberi'nin mezhepleri meşhurdur. Bunların her birinin farklı içtihad usulleri, buna dayalı re'yleri ve hükümleri, çeşitli bölgelere yayılmış tabileri vardır.
Abbasiler devrine girerken fıkıhçılar arasında tartışılagelen, hüküm çıkarmada re'ye ve hadise verilecek yer ve değer konusuna bağlı olarak re'yciler ve eserciler diye bilinen yeni bir gruplaşma meydana geldi. Her birinin aşırıları ve mutedilleri ayrı ayrı değerlendirildiğinde dört ayrı gruptan soz edilebilir,
a) Aşırı re'yciler. Sünneti delil ve hüküm kaynağı olarak kabul etmeyen, delil olarak Kur'an'a ve re'ye dayanan bu grup zaman içinde tarihe karışmış ve eser bırakmamıştır. Basra Mu'tezilesi veya Hariciler içinden çıktığı tahmin edilen bu grubun görüş ve delillerini İmam Şafii nakletmiştir.
b) Mutedil re'yciler. Sünneti delil olarak kabul etmekle beraber sıhhatini tesbit konusunda titiz ölçüler kullanır, hadis rivayetinde çekimser davranırlar. Kıyas, istihsan, maslahat gibi re'y içinde yer alan usul ve kaynakları kullanmaktan çekinmezler; farazi meselelere hüküm üretirler, üstatların söylediklerinden hareketle hüküm çıkarırlar. İbn Ebu Leyla, Ebu Hanife, Rebiaturre'y, Zufer b. Huzeyl, Evzai, Sufyan es-Sevri, Malik b. Enes, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, Osman el-Betti bu grup içinde yer almaktadır.
c) Aşırı eserciler. Re'y içtihadını ve özellikle bunun en önemli kısmı olan kıyası, sahabe ve tabiin fetvalarını delil olarak kabul etmezler. Bazı Mu'tezile imamlarına da nisbet edilen bu tutum, bilhassa Zahiriyye adıyla bilinen mezhebin imamı Davud ez-Zahiri ve tabilerine aittir.
d) Mutedil eserciler. Genel olarak hadisçiler mutedil esercilerdir. Re'y ve kıyası reddetmemekle beraber buna nadiren başvururlar, hadislerin yanında sahabe ve tabiin fetvalarını da kaynak olarak değerlendirirler; hiçbir re'yi hadise tercih etmezler, farazi meselelerin fıkhını da yapmazlar.
Şu'be b. Haccac, Hammad b. Zeyd, Ebu Avane el-Vasıti, İbn Lehia, Ma'mer b. Raşid, Leys b. Sa'd, Sufyan b. Uyeyne, Vekf b. Cerrah, Şerik b. Abdullah, Fudayl b. İyaz, Abdullah b. Mubarek, Yahya b. Said el-Kattan, Abdurrezzak es-San'ani, Ebu Davud et-Tayalisi, Ebu Bekir b. Ebu Şeybe, Ahmed b. Hanbel ve daha sonraki tabakadan meşhur altı hadis kitabının muellifleri mutedil esercilerin ileri gelenleridir.
Fıkıh ve mezhepler tarihi muellifleri meşhur mezhep imamlarını, re'y ve eser taraftarlarındaki aşırılık ve itidali göz önüne alarak farklı gruplara yerleştirmişlerdir. İbn Kuteybe, Ahmed b. Hanbel'in ismini fıkıhçı olarak zikretmemiş, diğer üç imamı ise re'yciler listesine almıştır. Makdisi Ahsenut-tekasim'de, muhtemelen terimlere farklı manalar vererek bir yerde Ahmed b. Hanbel'i fıkıhçı değil hadisci olarak zikretmiş, buna karşılık Hanefi, Maliki, Şafii ve Zahiriler'i fıkıh mezhepleri içine almış, bir yerde Şafiiler'i ehl-i hadis, Hanefiler'i ehl-i re'y aymış, bir başka yerde ise Ebu Hanife ve Şafii'yi re'yci, İbn Hanbel ve tabilerini hadisci olarak göstermiştir. Şehristani, İmam Malik, Şafii, Sufyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve Davud ez-Zahiri'nin mensuplarını ehl-i hadis, Ebu Hanife ve mensuplarını ise ehl-i re'y olarak tespit etmiştir. İbn Haldun'a göre ehl-i Hicaz eserci ve hadisci, ehl-i Irak ise re'ycidir. Birincisinin imamı Malik, ikincisinin imamı Ebu Hanife'dir. Şafii, Ebu Hanife ve Malik'ten istifade ederek bu iki usulü mezcetmiştir. Ahmed b. Hanbel ise muhaddistir-, ancak onun talebesi Ebu Hanife'nin talebesinden okumuş, faydalanmış ve Hanbeli fıkhını tedvin etmiştir.
Abbasiler döneminde fıkhın tedvinine gelince, kısmen hadislerin ve fıkhın daha önceki devirlerde toplanıp yazıya geçirildiği bilinmektedir. Bu iki ilim dalı dışındaki bütün İslam ilimlerinin tedvini Abbasiler döneminde başlamıştır. Bunlar arasından sünnet, fıkıh ve fıkıh usulü ilimlerinin tedvini bu asırda önemli gelişmeler kaydetmiştir.
a) Sünnet. Konulara göre sünnetin kitaplara geçirilmesi bu dönemde gerçekleştirilmiş ve daha önce bu usule göre yazılmış olan fıkıh kitapları örnek alınmıştır. Hadis dalında meşhur olan altı kitabın (Kutub-i Sitte) telifi de bu dönemdedir.
b) Fıkıh. Emeviler devrinde başlayan fıkhın tedvini bu dönemde kemiyet ve keyfiyet olarak zirveye ulaşmıştır. Abdullah b. Mübarek, Ebu Sevr, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman gibi fıkıh alimlerinin telif ettikleri fıkıh kitapları günümüze kadar gelmemişse de İmam Malik'in, hadislerle beraber sahabe ve tabiin fetvalarını ve kendi içtihatlarını ihtiva eden el-Muvafagat, İmam Muhammed'in el-Mebsut, el-Asar gibi kitapları, Ebu Yusuf'un el-Harac'ı ve İmam Şafii'nin el-Um külliyatı zamanımıza ulaşmış, üzerlerinde çalışmalar yapılmış ve defalarca basılmış eserlerdir. Daha sonraki fıkıh kitaplarına da örnek olan bu eserlerde takip edilen telif sistemi, bir konu (kitab, bab, fasıl) içine giren meseleleri ve bunların hükümlerini bir araya getirmek, delillerini zikretmek, farklı içtihatlara cevap vererek bunları çürütmekten ibarettir.
c) Fıkıh usulü. Fukaha arasındaki ilke ve metot itibariyle görüş ayrılıkları ve bunlarla ilgili tartışmalar fıkhın tedvininden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilaf ve tartışmalar bir yandan karşılıklı reddiye kitaplarının yazılmasına, öte yandan fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur.
Muctehidler, tartışmaları ve ihtilaf sebeplerini dağınıklıktan kurtarmak ve bir temele oturtmak için kullandıkları delilleri, delillerden hüküm çıkarma ve yorumlama, deliller çelişir gibi göründüğünde uzlaştırma kurallarını derleyip yazmak durumunda kalmışlar, bu ise usul-i fıkıh ilim dalını oluşturmuştur.
Daha sonraki devirlerde yazılan bazı fıkıh usulu kitapları da belli bir müçtehidin içtihadları ile ortaya koyduğu hükümler incelenerek elde edilen usul kaidelerinin derlenmesi şeklinde yazılmıştır.
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in usul konusunda da kitap yazdıkları zikredilmişse de bunlar günümüze ulaşmamış olup elde bulunan ilk usul kitabı İmam Şafii'nin Kur'an ve onun hükmü açıklama metodu, nasih-mensuh, haber-i vahid, kıyas, istihsan, sünnet ve Kur'an ile ilişkisi, hadislerin gizli kusurları, icma, içtihat ve ihtilaf konularını ihtiva eden er-Risale'sidir. Fıkhın füru ve usulü tedvin edilirken farz, vacip, mendup, sünnet, haram, mekruh, şart, rükün, illet, sebep gibi daha önceki dönemlerde tanım ve kapsamı kesinlik kazanmamış birçok terim yaygın olarak kullanılmaya başlanmış, bir kısım terim de daha ziyade vuzuh ve kesinlik kazanmıştır. Abbasîlerin son zamanları ile Selçuklular devri fıkhın duraklama dönemidir.
Merkezi otoritenin sarsılması ve birçok İslam devletinin kurulması, bu devletler arasındaki dostane ve hasmane münasebetler, çeşitli kültürlerin karşılıklı etkileşiminin meydana gelmesi, hak ve batıl birçok fikir cereyanının, inanç ve düşüncenin ortaya çıkıp yayılması vb. amiller, İslam toplumunda düşünce ve kültür hayatını ve ilmi gelişmeleri hem olumlu hem de olumsuz yönden etkilemiş olmakla birlikte bu dönemde fıkıh ilminde tekamül grafiğinin yükselmesi durmuş, hatta aşağıya doğru seyretmeye başlamıştır. Artık büyük muctehidler ve mezhep imamları devrinin hür ve mutlak içtihadı. Kitap ve Sünnet kaynaklarından hukuki ve dini hayata doğrudan çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini taklitçilik ruhu almaya başlamış, sonu gelmez faydasız tartışmalar yaygınlaşmış, mezhep taassubu yerleşmiş ve içtihat kapısı kapanmıştır. Taklit ruhu ve zihniyeti, menfi münazara ve münakaşalarla mezhep taassubu bu devri karakterize eden belli başlı hususlardır.
Taklit ruhu ve zihniyeti. Fıkıhla meşgul olan alimlerle halkın kendilerini, içtihadı terk ederek belli bir müçtehide bağlanma mecburiyetinde hissetmeleri, müçtehitlerin re'y ve içtihatlarını vahiy gibi bağlayıcı telakki etmeleri bir taklit zihniyetidir ve bu zihniyet bu dönemin eseridir. Hanefi fıkıhçılarından Ebu'l-Hasan el-Kerhi'nin şu sözleri taklit ruhu ve zihniyetinin tanımı gibidir: "Mezhebimizin hükmüne uymayan her ayet ya te'vil edilmiştir veya mensuhtur; muhalif hadisler de böyledir; ya te'vil edilmiş, zahiri manalarıyla alınmamıştır, yahut da hadis mensuhtur" . Bu anlayışa göre fıkıhçıyı bağlayan ayet ve hadisler değil mezhep imamlarının sözleridir; bir ayet veya hadis bu sözlere aykırı görünürse imamın sözü alınacak, naslar buna göre yorumlanacak veya hükümden kaldırılmış sayılacaktır. Şafii mezhebinden İmamu'l-Haremeyn'in babası Ruknulislam el-Cuveyni'nin mezhep taassubunu terk ederek sahih hadislere dayalı el-Muhit adıyla bir kitap yazma teşebbüsünden Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki'nin tenkidi üzerine vazgeçmesi de aynı zihniyetin bir başka tezahürüdür.
Taklit zihniyetinin yerleşip kökleşmesine sebep olan başlıca amiller şöylece özetlenebilir:
a) Yetişkin talebe. Her mezhep imamının iyi yetişmiş, yaşadıkları dönemde halkın saygısını ve güvenini kazanmış öğrencileri olmuştur. Kendileri de alim olan bu öğrencilerin hocalarına karşı besledikleri aşırı saygı ve bağlılık, vazife ve menfaatlerde ustadın öğrencilerine verdiği öncelik daha sonraki öğrencileri ve halkı etkilemiş, gittikçe taklit zihniyetinin kökleşmesine zemin hazırlamıştır,
b) Siyaset, kaza ve vakıf menfaatleri. Menfaat ve mevkilerin belli bir imamın öğrencilerine verildiği zamanlarda içtihad ehliyetini elde edenler menfaati tercih ederek bu vasıflarını açıklamamayı, içtihatlarını imamın mezhep ve usulü içinde yürütmeyi tercih etmişlerdir. Daha önceki dönemlerde kadılar müçtehitler arasından seçilirken, giderek hukuki istikrar ihtiyacı ağır bastığından, içtihatları kitap haline getirilmiş bir müçtehide bağlı kadılar tercih edilmeye başlanmıştır. Devlet başkanları ile vezirlerin belli bir mezhebi iltizam etmeleri de görevlerin verilmesinde bu mezhebe bağlı alimlere öncelik sağlıyordu. Nitekim Selçuklular daha ziyade Hanefi mezhebini tervic etmişlerdir. Ebu Yusuf'tan beri Abbasiler'in bu mezhebe meyilleriyle Selçuklu siyasetine uygunluğu bu tercihte rol oynamıştır. Tuğrul Bey'in veziri Amidulmülk el-Kunduri'nin Eş'ari ve Şafiiler'e yaptığı baskı ve zulme son vererek bu mezheplere bağlı alimlerin memleketlerine dönmesini sağlayan Nizamulmülk'ten sonra Şafii mezhebi de ülkede hayat hakkı elde etmiştir. Doğuda Gazneli Mahmut, batıda Selahaddin-i Eyyubi Şafii mezhebi için aynı imkanı sağlamışlardır. Bazı vakıf menfaatlerinin belli bir mezhebe bağlı alim ve öğrencilere tahsis edilmesi de taklit ruhunun yerleşmesine sebep olmuştur.
c) Tedvin. Müçtehidin mezhebinin tedvin edilerek kitaplara geçirilmesi istifade için başvurmayı kolaylaştırmış ve bu gelişme hem o mezhebin yaşamasına yardımcı olmuş hem de yetişenleri tembelliğe sevk etmiştir. Münazara ve münakaşalar. Gerçeği bulmaya yönelik tartışmaların faydalı olduğu acık olmakla birlikte bu dönemde fıkıh alanında sürdürülen tartışmaların amaç ve sayısında olumsuz gelişmeler olmuştur. Gazzali'ye göre bu dönem tartışmalarının amacı nüfuz kazanmak, bilgisini göstermek, mezhebinin propagandasını yapmak, idarecilere şirin görünmektir.
Tartışmalar aşırı derecede çoğalmış ve yaygınlaşmıştır.
Başta Irak ve Horasan olmak üzere hiçbir büyük merkez yoktur ki orada iki büyük alim arasında tartışma yapılmamış olsun. Bu tartışmalar, tarafları her hâlükârda mezhep görüşlerini benimsemeye ve müdafaaya mahkum ediyor, sonuçta da grup ve ekoller arası bilgi alışverişi adeta imkansız hale geliyordu.
Mezhep taassubu. Daha önceki dönemde de bir muctehidin içtihad usulü ve bu usule göre çıkardığı hükümler mecmuası manasında mezhepler ve bu mezheplerin tabileri bulunmakla beraber mezhep taassubu yoktu, mezhepler arasına duvarlar çekilmemişti. Fıkıh alimleri birbirleriyle görüşür, karşılıklı istifade ederler, halk da gerektiğinde birden fazla müçtehitten faydalanırdı.
III. (IX.) yüzyıldan itibaren başlayan mezhep taassubu gittikçe güçlendi ve adeta düşmanlığa dönüştü. Taassubun çeşitli tezahürleri vardı,
a) Tefrika, fitne ve tahrip. Mezhepleri farklı olanların birbiri arkasında namaz kılamayacakları, nikahlarının sahih olmayacağı gibi bölücü telakkiler yayılmış, Bağdat, Rey, İsfahan, Merv şehirlerinde fıkıh mezheplerine mensup gruplar birbirleriyle vuruşmuşlar, birçok insanı ve serveti telef etmişlerdir. İbn Cerir et-Taberi, kitabında Ahmed b. Hanbel'in görüşlerine yer vermediği için Hanbeliler tarafından taşa tutulmuş, vefat ettiği zaman ancak gece defnedilebilmiştir.
b) Hatada ısrar. Taklit, bir şeye delilsiz olarak uyma ve bağlanma olduğundan karşı tarafın delili kuvvetli, içtihadı isabetli de olsa hatada ısrar edilmiş, "Benim imamım en doğrusunu bilir" zihniyetinden hareket edilmiştir,
c) Muhaliflerin yıpratılması. İmamlara, mezhep fıkıhçılarına delile dayanarak muhalefet edenlere hücum edilmiş, bulundukları cevrede dışlanmaları için elden gelen yapılmıştır,
d) IV. (X.) yüzyıldan önce en şerefli bir iş ve farz-ı kifaye derecesinde bir ibadet olarak bilinen içtihada karşı çıkılmış, bu sıfat ve ehliyetlerini açıklayan alimlere eziyet edilmiş, yeni yetişenlerin de cesaretleri kırılmıştır. Bu sebeple IV. (X.) yüzyıldan itibaren "mutlak müstakil içtihad" nadir hale gelmiş, mezhepte ve meselede içtihad birkaç asır daha devam etmiş, giderek o da azalmış ve yerini koyu taklide terk etmiştir .
Mezhep imamlarının müçtehit talebelerinden sonra başlayan bu devirde tedvin hareketini takip edilen usul ve gaye bakımından birkaç gruba ayırmak gerekir.
1. Mezhep hükümlerinin usul ve dayanaklarını tesbit için yazılan kitaplar. İctihad hareketi duraklayınca yürüyen hayatın ihtiyaclarını karşılamak ve imamlardan sonra meydana gelen boşlukları doldurabilmek için "tahric" diye daha önceki uygulamadan farklı yeni bir usul icat edilmiştir; bunu yapanlar (ashabu't-tahric, muharricun), önce imamın içtihadlarını inceleyerek her bir hükümde dayandığı usul ve illeti tesbit etmekte, daha sonra bunu esas alarak emsal hükümler uretmektedirler .
Ebu'l-Hasan el-Kerhi ve Debusi'nin risaleleriyle Cessas, Ebu'l-Usr el-Pezdevi, Şemsuleimme es-Serahsi'nin usul ve fürua dair kitapları bu maksatla yazılmıştır. İmam Şafii usulunu bizzat yazdığı için Şafii mezhebinde furudan usule değil tersine bir metodun geliştiği soylenebilir.
Aynı fıkıh döneminde usulden hareket eden ve "Şafii veya kelamcılar mesleği" denilen bu usule göre de kitaplar yazılmıştır. Ebu'l-Huseyin el-Basri'nin el-Muctemed, İmamu'l-Haremeyn el-Cuveyni'nin el-Burhan, Gazzali'nin el-Mustaşia adlı usul kitapları bu türün seçkin örnekleridir.
2. Tercih amacına yönelik eserler. Mezhep imamlarının içtihadları talebeleri tarafından derlenip yazılırken birbirini tutmayan ve açıklanmaya muhtaç bulunan içtihad ve re'ylere de yer verilmiş, daha sonra yazılan eserlerde imama ait ve muteber olanlarını muteber olmayanlardan ayırmak için yapılan çalışmalara "tercih" denilmiş, bunun da rivayet ve dirayet şeklinde iki turu olmuştur. Rivayet bakımından tercih, imamın sözünü nakleden ravinin güvenilirliğine göre yapılmaktadır. Mesela Hanefiler, İmam Muhammed'in kitaplarından mevsuk olarak nakledilenleri tercih etmişlerdir. Ebu Hafs el-Kebir, Ebu Süleyman el-Cuzcani gibi Hanefiler'in rivayetlerine dayanan kitaplar bu kabildendir ve bunlara "zahiru'r-rivaye" denilmektedir. Daha zayıf rivayetlerle nakledilenler ise "nadiru'r-rivaye" veya "nevadir" adını almaktadır. Şafiiler, Rebi' b. Suleyman el-Muradi'nin rivayetini Muzeni ve diğer öğrenci ravilerin rivayetlerine tercih etmişlerdir.
Malikiler ise İbnu'l-Kasım'ın rivayetini daha sağlam bulmuşlardır. Bir imamdan nakledilen ve rivayet yönünden eşit derecede mevsuk olan veya biri imama, diğeri yine mezhebin imamı sayılan talebesine ait bulunan iki zıt görüşten birini Kitap ve Sünnet'e, usule bakarak tercih etme işi de "dirayet yoluyla tercih "tir ve bu dönemde başlamıştır.
Bu tur calışmaların günümüzde de kullanılan örnekleri vardır. İmam Muhammed'in mevsuk altı kitabını Hakim eş-Şehid el-Kaii adlı eserinde ozetlemiş, Serahsi de bunu el-Mebsut adlı kitabın da şerh ve ikmal etmiştir. İmam Malik'in mezhebinin esaslarını ihtiva eden el-Mudevvenetu'l-kubra'yı İbn Ebu Zeyd el-Kayrevani ve Ebu Said el-Berazii yukarıda açıklanan usulu kullanarak ihtisar etmişlerdir. Şafiiler'den Ebu İshak eş-Şirazi'nin el-Muhezzeb', Gazzali'nin el-Basit, el-Vasit ve el-Veciz adlı kitapları da aynı türün örnekleridir.
3. Mezhep savunmasına yönelik kitaplar. Mezheplerin farklı hükümlerini bir kitapta toplayıp mukayese ederek bir sonuca varmak isteyen fakihler, "hilaf" adıyla bilinen yeni bir fıkıh bilim dalı meydana getirmişlerdir. Bunlar da iki gruba ayrılır. Birinci grubun amacı kendi mezhebini savunmak, diğer mezheplerin delillerini çürütmektir; yukarıda zikredilen kitaplar bu türün de örnekleri sayılabilir, ayrıca Debusi'nin bu konudaki eseri ilk hilaf kitabı olarak kaydedilmiştir .
İkinci grubun gayesi ise İslam'ın genel olarak bağlayıcı ve muteber delillerinden hareket ederek fıkıhçıların ihtilaf ettikleri hükümleri incelemek ve isabetli olanı belirlemeye çalışmaktır. İbn Cerir et-Taberi'nin İhtilafu'l-fukaha3 adlı kitabı böyle bir eserdir. İbn Ruşd'un Bidayetu'l-muctehid, Muvaffakuddin İbn Kudame'nin el-Muğrıi, İbn Hazm'ın el-Muhallu adlı eserleri kısmen de olsa bu tercih çalışmalarına örnek olarak zikredilebilir.
Bu fıkıh döneminde adliye teşkilatı ve kanunlaştırma konularında da önemli gelişmeler olmuştur. Abbasiler devrinin birinci döneminde (846-946) giderek içtihat hareketi duraklamış, mezhepler doğmuş ve kadılar hükümlerini bu mezheplerden birine göre -mesela Irak'ta Hanefi, Suriye ve Mağrib'de Maliki, Mısır'da Şafii mezhebine göre vermişlerdir.
Mahkemeye kadının bağlı bulunduğu mezhep dışından biri başvurduğunda kadı o dava için davacının mezhebinden bir naib tayin etmiştir. Kadıların görev ve yetkileri genişlemiş, daha önce medeni ve cezai davalara bakan kadılar artık vakıflar, vesayet, emniyet, belediye işleri, darphane, hazine işleriyle de meşgul olmuşlardır.
Hem duruşma yazıya geçirildiği, hem de yazılı belgelere önem verilmeye başlandığı için fıkha "şurut" ve "sicillat" gibi kavramlar ve müesseseler girmiştir. Abbasiler'in ikinci döneminde (946-1258), bilhassa Şii Buveyhiler'in Bağdat'a hakim oldukları zamanda kadılık makamına önemli bir meblağ ödenerek gelinebilmiş, bunun sonucu olarak davalarda taraflardan mahkeme harcı alınmıştır. Selçukluların hakimiyet bölgesinde kaza, genel hatlarıyla Abbasiler'in ilk döneminde olduğu gibi Hanefi ve kısmen Şafii mezhebine göre yürütülmüştür. Şer'i mahkemelerin yanında kamu düzenini bozan veya siyasi yönü bulunan suçlara bakan örfi mahkemelerin kurulması da bu dönemdedir.
Ayrıca ordu mensuplarının şer'i davalarına bakan kazaskerlik kurumu da faaliyete geçirilmiştir.
Selçukluların, Uygurlar ve Hazarlar ‘da mevcut din ve dünya işlerini birbirinden ayıran bir devlet telakkisini ilk defa İslam aleminde uyguladıkları, kamu menfaatini korumak için dini hukukun nazari ve dar kalıplarını terk ettikleri iddiası bilgi eksikliğine ve aceleye gelmiş bir genellemeye dayanmaktadır.
Bu iddiaya delil olarak halifelerin dünya işlerine karıştırılmaması, şeriata aykırı vergiler ve cezalar, bazı Türk örf ve adetlerinin uygulanması ve askeri ikta gibi bir kısım toprak tasarrufları ileri sürülmüşse de halifelerin dünya işlerine karıştırılmaması onların iktidarsızlıklarından kaynaklanmış olup görünüşte halifeye bağlı bulunan sultanların uyguladıkları hukuk da İslam hukukudur. Kamu menfaatini korumak için -buna ters düşer gibi görünen nasların askıya alınması, fıkıh hükümlerinin terkedilmesi, Hz. Ömer zamanından itibaren yine fıkıh içinde yer alan maslahat ve zaruret prensipleri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. İslam'ın kesin hükümlerine aykırı olmayan örf ve adetlerin uygulanması Hz. Peygamber'den beri cari olmuştur. İkta usulü yine kamu yararı prensibine bağlı olarak Hz. Ömer devrinde başlamıştır; Nizamul Mülk'un yaptığı da bunun bir çeşidi olan askeri ikta uygulamasıdır. Şeriatın belirlediği suç ve cezalar dışında kalan suçlar için belli cezaların verilmesi ta'zir alanına girer ve bu uygulama İslam'ın ulu'lemre tanıdığı yetkiye dayanmaktadır. Bir ferdin, toplumun, devletin herhangi bir uygulaması, niyet ve beyan şeklinde İslam'ı terk etmeye dayanmadığı ve meşruiyetini -zorlama yorumlarla da olsa dinden aldığı müddetçe laik ve din dışı oluştan, şeriatın terkedilmesinden söz edilmesi doğru değildir.
Moğol istilasından Mecelle'ye kadar suren dönem fıkhın gerileme cağıdır. Hukuk ilmi ve kurumlarının gelişmesinde onu uygulayan yönetim ve devletin rolü önemlidir. Abbasi ve Selçuklu hakimiyetine son veren Moğollar, İlhanlı Hükümdarı Gazan Han'a kadar (1295-1304) devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, halkı şahsi ve dini işlerinde serbest bırakmışlardır. Halk ve fıkıhçılar belli mezheplere sımsıkı sarılmış, bunları meşru savunma aracı olarak kullanmışlar, içtihada ve mezhepler arası iletişime kapılarını kapamışlardır. Daha önceki dönemlerde seyahatler yoluyla fakihler arasında kurulan bağlar ve ilişkiler bu devirde zayıflamış, her mezhep fıkıhçısı kendi kabuğuna çekilmiştir. Müçtehitlerin ve talebelerinin fakih yetiştiren kitaplarının okunması terkedilmiş, onların yerine hazır hüküm ve bilgileri delilsiz, tahlilsiz ve tartışmasız nakleden kitaplar okunur olmuştur. Medreselerde belli zaman içinde fıkhın bütün konularını okutabilmek için başlatılan ihtisar ve metin yazarlığı giderek bir sanat şeklini almış, bilmece haline gelen metinlere bu defa şerhler ve haşiyeler yazma gereği hasıl olmuştur. İçtihadın çözüm getiren ışığı söndürülünce yürüyen hayatın ihtiyaçları amaçtan uzak, şekle bağlı yorumlar ve hilelerle (hiyel ve meharic) karşılanmış, bu da fıkhın Müslüman hayatını kuşatma kabiliyetini olumsuz etkilemiştir. Mısır Abbasileri ve Memlukler devrinde bir ara Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde içtihat hareketi canlanır gibi olmuş, ancak teşvik görecek yerde baskı ve hücuma maruz kaldığından yaygınlık kazanamamıştır.
VI. (XII.) yüzyılın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas çevresinde devlet eliyle bir içtihad hareketi başlatılmış, fakat başarılı olamamıştır. Muvahhid Hükümdarı Abdulmu'min el-Kumi'nin tasarladığı, oğlunun ve özellikle torunu Ebu Yusuf el-Mansur'un yürüttüğü bu hareketin sebebi, Zahiriyye mezhebine mensup bulunan yönetimin halkın Maliki fıkıh kitaplarına mahkum olarak ana kaynaklarla alakalarının kesilmiş olduğunu görmeleridir. Fıkıhçıları yeniden ana kaynaklara döndürebilmek için Maliki fıkıh kitaplarının okutulması yasaklanmış, ele geçirilenler yakılmış, bunların yerine on hadis kitabının (Ku-tub-i Sı'tte'nin İbn Mace'nin es-Sünen i dışındaki beşi, el-Muvatta Beyhaki ve Darekutni'nin es-Sünen'leri, Bezzar ve İbn Ebu Şeybe'nin el-Müsned'leri) ihtiva ettiği hadisler konularına göre derlenerek yazdırılmış, öğretim ve uygulamanın bu kaynaklardan yapılması emredilmiş, başarılı olanlara mükafatlar verilmiştir.
Ancak bu hareketin arkasında bir Zahiriyye temayülünün bulunması, baskı yapılması ve yönetimin değişmesinden sonra yeni yöneticilerin eskilere ait her şeyi yıkma ve değiştirme arzuları hareketi başarısız kılmıştır. Bu dönemde, Gazan Han'dan önceki Moğol hakimiyeti dışında kalan zamanlarda İslam ülkesinin hakimiyet bölgelerinde şeriat uygulanmıştır. Genel olarak kamu hukuku alanında İslami esaslar ve hükümler çerçevesinin dışına çıkılmadan örf, adet ve kanunnameler, özel hukuk alanında ise fıkıh ve fetva kitapları gereken yerlerde kanun gibi kullanılmıştır.
Akkoyunlular, Memlukler ve Anadolu Beyliklerinden intikal eden kanunlar bulunmakla beraber derlenmiş en eski tipik kanunnamelerden günümüze gelenler Osmanlılara aittir. Bu kanunnameler de Selçuklular devrindeki uygulamalarda olduğu gibi maslahat, zaruret ve ulu'l-emre verilen yetkiye dayanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. J. Schacht'ın da işaret ettiği gibi kanunnameler, "hükümlerine karşı gelmemek ve mer'iyete halel vermemek şartıyla dini hukukun noksanlarını doldurmaya çalışan formel kanunlardır" . Kadılar ta'zir cezaları, toprak hukuku gibi konularda bu kanunnamelere, kamu ve özel hukukun diğer alanlarında ise fıkıh ve fetva kitaplarına göre hüküm vermişlerdir.
Kadıların hükümde tabi olacakları mezhep, kullanabilecekleri fıkıh ve fetva kitapları ile bunlarda bulunan ihtilaflı hükümlerde tercih usulu ilgili eserlerde açıklanmış, bazı zamanlarda bu konuyla ilgili fermanlar da çıkarılmıştır.
Mecelle'den günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma cağıdır. Cemaleddin-i Afgani ve tabilerinin başlattığı uyanış ve kalkınma hareketinin programında içtihadın önemli bir yeri vardır. Programa göre yeni bir İslam dünyası kurulurken ihtiyaç duyulan çözümler ve mevzuat, bir yandan çeşitli fıkıh mezheplerine ait içtihatlardan tercihler yapılarak, öte yandan gerektiği yerlerde içtihad edilerek ortaya konacaktır. Fıkıhta içtihat ve tercih hareketi Osmanlı ülkesinde Mecelle'nin tedvinini etkileyememiş, bu kanun Hanefi mezhebinin fetvaya esas olan hükümlerinden derlenmiştir. Ancak hareket, bazı darülfünun hocaları ile Sırut-ı Mustakim, Sebilurreşad gibi mecmuaların yazarlarına tesir etmiş, bunlar çeşitli kitap ve makalelerinde içtihadı savunmuşlardır.
Mısır'da Muhammed Abduh'un öğrencilerinden Reşid Rıza'nın çıkardığı el-Menar dergisinde bir taraftan içtihat hararetle savunulmuş, taklide şiddetle cephe alınmış, diğer taraftan içtihat ve tercih mahsulü fetvalar, yorumlar ve çözümler neşredilmiştir. Aynı hareketin izlerini Hindistan'dan Fas'a, Kazan'dan Yemen'e kadar o günkü İslam dünyasının çeşitli ilim müesseselerinde, ulemasında ve mevzuatında görmek mümkündür.
Bu dönemde fıkıh araştırma ve uygulamalarında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. 1. Kanunlaştırma (taknin, odification) hareketi başlamıştır. Bundan önceki dönemlerde görülen kanunlar, fıkhın kanunlaştırılmasından ziyade fıkıh kitaplarına girmeyen hukuki alanlardaki boşlukları şer'i esaslara göre doldurma mahiyetinde idi. Bu dönemde başlayan hareket fıkhın kanunlaştırılmasına, mahkemelerde kullanılan fıkıh ve fetva kitaplarının yerini usulüne göre hazırlanmış şer'i kanunların almasına yöneliktir.
Döneme ismini veren Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye kanunlaştırma hareketinin ilk önemli adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslam dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girilmiştir. Mecelle'nin ortaya konmasına sebep olan dış ve iç amiller vardır.
İngiltere,
Avusturya, Fransa, Rusya gibi siyasi ve iktisadi ilişkiler içinde bulunulan
devletlerin, azınlıkları da bahane ederek yeni mahkemelerin kurulması için
baskı yapmaları ve bilhassa Fransız büyük elçisinin gayreti, içeriden de bazı
devlet ricalinin desteğiyle Fransız Medeni Kanunu'nun tercüme edilerek olduğu
gibi iktibası fikrinin güç kazanması dış amillerdir. Nizamiye mahkemelerinin
bazı davalarda şer'i hükümlere ve dolayısıyla bunları ihtiva eden kanunlara
ihtiyaç duyması, şer'iyye mahkemelerinde görev yapan hakimlerin fıkıh ve fetva
kitaplarından hüküm çıkarmada zorlanmaları, bu kitaplarda yer alan bazı
içtihatların eskimiş olması ve zamanın değişmesiyle ahkamın da değişeceği
kuralına göre değişme ihtiyacının hasıl olması da iç amillerdir. Osmanlılardaki
bu amiller gibi İslam dünyasında kanunlaştırma hareketinin de zorlayıcı
sebepleri vardır.
Fıkıh Usûlü Kaynakları:
Fıkıh usülu kitaplarının yazımında "Fukaha metodu" ve "Mütekellimun metodu" olmak üzere belli başlı iki metot takip edilmiştir. Fukaha metodu özellikle Hanefilerin takip ettiği bir metot olup, temel özelliği fıkhi örneklerden kurallara gitmesidir.
Fukaha metoduna göre yazılan eserler:
1- Ebu Bekr b. Ahmed b. Ali er-Razi el-Cessas(370/980), el-Fusûl fi'l-Usûl
2- Ebu Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsî(432/1040), Takvimu'l-Edille
3- Fahru'l-İslam Ali b. Muhammed el-Pezdevî(483/1090), Kenzu'l-Vüsul ile'l-Usul
4- Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed es-Serahsî(490/1097), el-Usul
Mütekellimun metodu ise genelde Hanefiler dışındakilerin yazım metodu olup, temel özelliği kuralların öncelikle tespit
edilip, meselelere uygulanmasıdır.
Mütekellimun metoduna göre yazılan eserler:
1- Kadı Abdulcebbar(415), el-Umde fi Usuli'l-Fıkh ve en-Nihaye fi Usuli'l-Fıkh
2- Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali el-Basrî el-Mu'tezilî(436/1044), el-Mu'temed fi Usuli'l-Fıkh
3- İmamu'l-Harameyn el-Cüveynî(478/1085), el-Burhan fi Usuli'l-Fıkh
4- İmam Ebu Hamid Muhammed Gazzalî(505/1111), el-Mustasfa min İlmi'l-Usul
Bu iki metodu meczederek yeni bir metot ortaya koyan eserler:
Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını ispat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını
usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:
1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bağdâdî İbnu's-Saatî(694/1294), Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbeyi'l-Pezdevî ve'l İhkâm
2-Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd(747/1346), et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmiştir.
3-Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî(771/1369), Cem'ul-Cevâmî.
4-Muhammed b. Abdülvahid İbnu'l-Hümâm(861/1456), et-Tahrîr. Bu eseri ise öğrencisi Muhammed b. Emiri'l-Hacc el-Hâlebî(879/1474) et-Takrir ve't-Tahbir adıyla şerh etmiştir.
Bu eserlerin yanında eş-Şatıbî'nin(790/1388) el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin (1250/1834) İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.
Günümüzde özellikle tefsir ve İslam hukuku branşlarında çok daha ciddi usul çalışmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Hem Kuranın ve Peygamber efendimizin anlaşılması, hem de Müslümanların günlük hayatlarında pratik olarak kullanabilecekleri hukuk ilkelerine ihtiyaç duyulmaktadır. Alimlerimizin bu konuda çok ciddi sorumluluklarının olduğu aşikardır.
KAYNAKLAR;
. Serinsu, Nedim, Kur’an ve Bağlam, Şule Yayınları, İstanbul 2012
. Serinsu, Nedim, Kur’an Nedir?, Şule Yayınları, İstanbul 2012
. Albayrak, Halis, Tarihin İçinden Kur’an’ı Algılamak, Şule Yayınları, İstanbul 2011
. Albayrak, Halis, Tefsir Usûlü, Şule Yayınları, İstanbul 2014
. Koçyiğit, Talât, Hadis Usûlü, Ankara ÜİF Yayınları, Ankara 1987
. Tahhan, Muhammed, Yeni Hadis Usulü, çev. Cemal Ağırman Rağbet Yayınları , İstanbul 2010
. Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, Marmara ÜİF Yayınları, İstanbul 1988
. Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, Marmara ÜİF Yayınları, İstanbul 1991
. Kandemir, M. Yaşar, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Hadis” Maddesi, c: 15. S:32-35 Ankara : TDV, 1997
. Birışık, Abdülhamit, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Tefsir” Maddesi, c: 40. S:284-285 Ankara : TDV, 2011
. Karaman, Hayreddin, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Fıkıh” Maddesi, c:13. S:3-11 Ankara : TDV, 1996
. http://www.literatur.gen.tr
Tefsir Usûlü
Yeryüzünde insani
hayat tevhit inancı ve hak dinle başlamıştır.( Bakara 213,
Yunus 19 )Allah Teâlâ kendisine kulluk etsinler, tanrı olarak kabul gören öteki
şeylerin tümünden uzak dursunlar diye her bir topluluğa bir peygamber göndermiştir.
Bu husus hiçbir bahaneye ve kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla ifade
buyrulmuştur. ( Nahl 36 ) Peygamberlere, insanlar arasında kendisiyle hüküm
verecekleri kitaplar da verilmiştir. Hz. Peygamber de diğer tüm peygamberle
gibi vahye mezar kılınmış ve kendisine, insanlık için bir yol gösterici ve bir
rahmet olmak üzere Kur’an-ı Kerim indirilmiştir. ( Enam 157 ) Diğer semavi
kitaplar gibi Kur’an da emri ve nehyi ile darbı meseleleriyle; hatırlatma ve
haberleriyle, vaazlarıyla... insana yöneltilen ilahi hitaptır, kelâmdır.
Yaratıcı’nın uyarılsınlar O’nun tek bir ilah olduğunu bilsinler ve selim akıl
sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar, gereğince amel etsinler diye tüm
insanlara bir tebliğdir. ( İbrahim 52 )
Kur’an’da insana öğretiliği bildirilen ‘ beyan ’ sadece tek taraflı anlatma
değil aynı zamanda başkasının anlattıklarını da anlamaktır. İnsan önce anlamak
ve öğrenmek sonra da anlatmak ve öğretmek durumundadır. Kur’an da ilahî kelam
olarak önce anlaşılmak akabinde de anlatılmak – özel tabiriyle - tefsir
edilmek durumundadır.
Hz. Peygamber ( sav ) kendisine verilen beyan görevini Ashab’ına bildirmiş ve
onları uyarmıştır: el- Mikdam b. Ma’dikerib’in rivayet ettiği hadisi şerifte
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “ Dikkatinizi çekerim, kesinlikle
bana Kitab ve onunla birlikte benzeri verilmiştir. Dikkatli olun, karnı tok,
koltuğunda oturarak: ‘ size şu Kur’an gereklidir; onda helal olarak neyi
gördünüzse onu helal olarak kabul ediniz, haram olarak gördünüzse haram biliniz.’
diyecek birilerinin gelmesi yakındır. Haberiniz olsun, ehli eşek size helal
değildir; ( parçalayan ) azı dişi olan hiçbir
yırtıcı ve sahibinin ihtiyaç duymaması ( ve almak isteyene terk etmesi )
dışında hiçbirinin buluntusu helal değildir. ” el- Hattâbî ( ö
388 / 998 )
Kur’an tefsirinde
gerekli olan ilimler;
1. Lügat İlmi
Bir dilin bilinmesi ilk planda onun kelimelerini müstakil olarak, müfredat
olarak bilmeyi, ayrıca onlarla ilgili çok geniş konuların bilinmesini gerekli
kılar. Kur’an’da Arapça olarak indirildiğinden onu anlamak için öncelikle Arap
dilinin kelimelerini, delaletlerini vb. incelik ve özellikleriyle bilmek
şarttır. Bunun içindir ki, Kur’an ilimleri konusunda eser veren müelliflerin -
doğrudan veya lafızlarla ilgili tasnifler içersinde – bu ilme ilk sırayı
verdiklerini görürüz.
Zerkeşî, müfessirin ilk başta ilk başta bilmesi gereken şeyin lafızla ilgili
ilimler; bunlardan ilkinin de müfret lafızların hakikatin öğrenilmesi olduğunu
söyler.
Suyutî bu ilmî şu cümleler ile izah ediyor: “ Lafızların müfredatın
açıklanmasını ve vaz’ı itibariyle delalet ettiği manaların bilinmesini lügat
ilmi sağlar.
Bu nakil ve izahlarda gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim’i anlamanın yolu evvela
onun nazil olduğu dilin müfredatının vaz’ını, hakiki manalarını ve
delaletlerini bilmekten geçer. Ayrıca konuyu bütünlük içerisinde bilmek
gerekmektedir; bir ölçüde bilmek tefsir için yeterli değildir.
2. İştikak İlmi
Müfret, yalın
lafızların, kullanılmakta oldukları anlamı ifade ederken hangi asıla köke
dayanıldığını; nereden hareketle o kökten bu anlamı yüklendiği, başlangıçta
hangi kavramı yansıttığı; asli mi yoksa yabancı mı olduğu; ne gibi gelişmeler
gösterdiği ve benzeri hususları tespit etmek iştikak ilminin görevidir.
Kelimelerin manalarının zaman içinde değişebileceği gerçeği göz önünde
bulundurulduğunda Kur’an- ı Kerim’deki lafızların Hz. Peygamber dönemindeki
medlullerini, manalarını tespitin ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Bunu
temin de yine bu ilmin metotlarıyla olacaktır.
3. Sarf İlmi
Kafiyeci müfret
lafızların girdiği yapıları, çatıları, bunların siygalarının, kalıplarının
hükümlerini, ne ifade ettiklerini bilmek bu ilmin konusudur diyerek bu ilmin
sınırlarını belirlemiştir.
4.
Nahiv İlmi
Zerkeşî’ye göre terkip
halindeki lafızların dikkate alınarak dört vecihten birincisi; terkiplerin,
cümlelerin İ’rabın anlamı, terkiplerin mananın özünü, bizzat söylenmek isteneni
ifade edici olması demektir.
5. Me’ânî İlmi
Ahmed el- Haşimî,
beyan âlimlerinin, Arapça bir sözün ortamın gereğine uygunluk hallerini bilmeyi
sağlayan ilme ittifakla “ Me’âni İlmi ” ismini vermiş olduklarını kaydeder.
6.
Beyan İlmi
Haşimî “ Beyan
ilmi, bir maksadı bu maksada aklen delalet etmede birbirinden farklı yollarla
ifade etmeyi bilmemizi sağlayan esaslar ve kaidelerdir ” diye tarif eder.
7. Bedî İlmi
Kafiyeci “ Manevi ve
lâfzî güzellik unsurlarıyla sözü güzelleştirme yolarını bilmek de tefsirde
ihtiyaç duyulan bilgilerdendir ki, bunu da Bedî İlmi sağlar ” diyerek tarifini
ve tefsir açısından lüzumunu dile getirmiştir.
Hadis Usulü
Hadis ilmi hadisle ilgili bütün problemleri ele
alırken, Hadis Usulü sadece hadis tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel
kavramlarını tanımlar. Hadis usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen
Mustalahu’l Hadis ‘de denir.
Rivayet: Daha
çok hadis öğrenme, nakletme, derleme, hadisleri içeren kitaplar te'lif etme
gibi faaliyetlerini kapsar.
Dirayet: Hadislerin
senet ve metinleri ile ilgili her türlü birikimi, yeteneği ve faaliyeti kapsar.
Hadis Usulü Kitapları:
Hadis usulü alanında günümüze ulaşmış en eski eser İmam Şafi’nin
er-Risale’sidir. Bu eser aynı zamanda ilk fıkıh usulü kitapları arasında
zikredilir. Günümüze ulaşan ilk hadis usulü kitabı Râmâhürmüzi’nin
el-Muhaddisü’l-Fasl’ıdır.
Hadis usulü kitapları Mütekaddimun ve Müteahhirun
dönemleri denilen iki dönemde ele alınır. Hadis tarihinde klasik kitapların
yazıldığı mütekaddimun dönemi h.4. asrın başına, hatta bazılarına göre
sonlarına kadar devam eder. Bundan sonrasına müteahhirun dönemi denir.
Rical İlmi; Rical Arapçada
adam kişi anlamına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi
denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri, yani ravileri kendisine konu
edinmesi sebebiyledir.Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine ehil
olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek,
korumak ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.
Rical ilminin bir
diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında olumsuz kanaat bildirme
Ta’dil ise; olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.
Cerh edene Carih, cerh
edilmiş yani kusurlu bulunmuş olana ise mecruh denir. Ta’dil edene muaddil veya
müzekki, ta’dil edilmiş olana ise adil, adl, sika, cerh-ta’dil faaliyetine
tenkid, bu faaliyeti yapana münekkid denir.
*Rical İlmi; hadis
alimlerinin insani hatalara ve hadis uydurmacılığına karşı bir tedbir olarak
geliştirdikleri ve başka medeniyetlerde görülmeyen İsnad Sisteminin bir
uzantısıdır. Ali b. El-Medini “Hadislerin manalarının
anlaşılması ilmin yarısıdır.Diğer yarısı da rical bilgisidir.”demiştir.
İlelü’l-Hadis ilmi; İlal Arapça, sebep
hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur. Hadis ilmin de
illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi
hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür gizli kusur
taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi
hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları
bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.
İllet, ağırlıklı
olarak hadisin senedinde olmakla beraber metninde de bulunabilir. İlletli
hadisler konusu muhaddisler tarafından çok önemli görüldüğünden bu konuda
müstakil kitaplar yazma gereği duymuşlar.Bu yüzden de illet konusu hadis
ilminin ayrı ve müstakil bir alt dalı olarak kabul edilmiştir.
Günümüze ulaşan ilel
kitapları şunlardır
Ali b. El-Medini’nin
İlel’ül-Hadis’i
Yahya b. Main’in
et-Tarih ve’l-ilel’i
Ahmed b. Hambel’in
el-ilel ve merifetü’r-rical’i
Ğaribü’l-Hadis İlmi; Hadis ilminde
Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı
olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı
anlaşılır.
Hadisteki ğarip
kelimelere dair yazılmış olup günümüze ulaşan ilk kitap Ebu Ubeyd Kasım b.
Sellam’ın Ğaribü’l-Hadis isimli kırk senede hazırladığı kitaptır. Günümüze
ulaşan en mühim eser ise; Hattabi’nin Ğaribü’l-Hadis’idir.
İhtilafül-Hadis İlmi; İhtilaf Arapçada iki
veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması
insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis
sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi
yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu
edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.
FIKIH USULÜ:
Müctehidin şer’i ameli
hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh
usulü denir.[1] Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri”
“fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2]
Fıkıh usulü
iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:
1) “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını)
mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,
2) “İstinbat kaideleri ve icmali
delillerdir.”
İctihad melekesine sahip
olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas
kabul eden kişidir. [3]
Usûlü'l-fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir.
Fıkıh usulü iki
şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller.
İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların
delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da
budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından
şer’i hükümlerdir” demektedirler. [4]
Fıkıh usulünün
konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab,
maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri),
şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet,
ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm
çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy,
hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi,
müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti),
hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar,
nesh, ictihad, taklid vb.dir.
“Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen
şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i
hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib,
mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen hükmün bütün çeşitlerini, ferde
veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet, vakıf ve mirasa ait hükümleri
içine alır.
Fakih,
fer’i bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul
kurallarını alır, o fer’i olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile)
uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar.
Tafsili delilleri incelemek ve usul kurallarını uygulayarak bu
delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5]
Usulcü ise İcmali
delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (her bir olayla ilgili)
delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehit için külli nitelikte
kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam
temellere oturtmaya çalışır. [6]
Mükelleflerin
fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere
tatbik etmektir. Bu sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve
fiillerin, niza’ ve ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve
müftinin müracaat kaynağıdır. [7]
Fıkıh usûlü ilminin
güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle
şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî
delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi,
müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona
bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır.
Fıkıh usulü ilmi,
Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin
tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı
bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.
2- Müctehitlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi
görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana
bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm
istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet
ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini
öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin
ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.
4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin
(hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.
5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir,
hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli
hükümler çıkartabilir.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve
Gelişmesi:
İslâm'ın ilk dönemlerinde
müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman
Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş
vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahiy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması
hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı
gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına
çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan
hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek
Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle
âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm
çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu.
Fıkıh
usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim
zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh
sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak,
Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim
konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü
ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri
matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina
göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b.
Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel
adındaki eserlerini yazdı.[8]
I. HADİS USULÜ, KONUSU VE AMACI
Hadis Usulü adıyla inceleyeceğimiz konu, aslında Hadis Usulü Bilimi (İlmi Usuli’l-Hadis) dir. Hadis İlminin Dirayetü’l-hadis diye bilinen koludur. Hadis ilminin diğer kolunun adı da Rivayetü’l-hadis ilmidir. Dilimizde kullanımı ile Hadis Usulü, asli ifadesiyle Usulu’l-hadis teriminin temel kelimesi hadis’tir. Hadis’in sözlük anlamı yeni’dir. Eski demek olan kadim’in zıddıdır.Hadis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de söz ve haber anlamlarında kullanılmıştır. Mesela “Haydi onun gibi bir söz getirsinler” (Tur: 52/34) ayetinde söz, “Musa’nın haberi sana ulaştı mı?” (Taha: 20/9; ez-Zariyat: 51/24; en-Naziat: 79/15.) ayetinde de haber anlamındadır.
Hadisin terim anlamı ise, söz, fiil, takrir (onay), ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere izafe edilen her şeyin yazılı metinleri demektir. Çok özel ve dar anlamda peygamber sözüne de hadis denir. Hadisin çoğulu ehadis’dir.Usul, asl’ın çoğuludur. Asıllar, kökler, kaynaklar manasına gelmektedir. Terim olarak yol, yöntem, nizam, kaide, düzen ve metod ahlamlarında kullanılmaktadır. Bu manada bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri ve tekniklerini ifade etmektedir.Hadis Usulcüleri denilince, hadis ilminin dirayete dayanan prensipler bölümü (usuliyyat) ile meşgul olan alimler (usuliyyun) anlaşılır. Hadis usulü ilmi de hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis teknolojisi demektir. Bu bilim dalına başlangıçta Mustalahu’l-hadis de denilmiştir. Usul konularını anlatmak için Ulumu’l-hadis ifadesinin kullanıldığı da olmuştur.
Hadis Usulü, kabul ve red yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usul ve kaideler ilmidir.Bu ilmin konusu, kabul ve red yönünden senet ve metindir. Hadis Usulü İlminin amacı, sahih olan hadisi sahih olmayan hadisten ayırt etmektir.
II. HADİS USULÜ İLMİNİN DOĞUŞU VE TARİHİ GELİŞİMİ
Rivayet ve haber ilmi ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim ve sünnette bazı esas ve prensiplerin yer aldığını görüyorüz. Çünkü Allah, Kur'an'da “ Ey iman edenler! Size fâsık biri, bir haber getirdiğinde onu araştırınız!“buyurmaktadır. Hz. Peygamber de ; “ Bizden bir şey işitip de onu duyduğu gibi aktaranın Allah yüzünü ağartsın! Nice (sözümüzün) kendisine aktarılan kimseler vardır ki onlar ilk duyandan daha anlayışlıdırlar.“ buyurmaktadır. Bir başka rivayet de; “Nice fıkıh nakledenler vardır ki onu kendisinden daha anlayışlı kimselere nakleder.Yine nice fıkıh taşıyıcıları vardır ki, gerçekten fakih değildirler.“ şeklindedir. Bu ayet ve hadisler, haberi alırken kaynağını iyice araştırma prensibine; zapt ederken de dikkatli olmak, onu iyi bellemek, başkasına naklederken alan kişiyi iyice araştırmak gibi haber zabtının keyfiyetine dikkat çekmektedir.
Sahâbîler,-özellikle nakledenin doğruluğunda şüphe ettiklerinde-, Allah'ın ve O'nun elçisinin emrine uyarak haberlerin nakli ve kabulünde son derece titiz davranmışlardır. Onların bu titiz davranışlarının neticesinde haberin kabul ve reddinde isnâd ve isnâdın değeri gibi hususlar ortaya çıkmıştır.Sahih-i Müslim'in (ö. 261/874) mukaddimesinde İbn. Sîrîn'den (ö. 110/728) şöyle bir haber nakledilir. O şöyle der: “ önceleri kimse isnâddan sormuyordu.( Hz. Osman'ın katliyle neticelenen) fitne olayı ortaya çıkınca bize, 'hadisi aldığınız kişilerin adlarını söyleyiniz', demeye başladılar. Bakıyor, ehl-i sünnet olanların hadisini alıyor, bid'at ehli olanların hadisini almıyorlardı.“
“Senedi bilinmedikçe haberin kabul edilmeyişi“ esasına dayalı olarak “cerh-ta'dil“, “ravileri değerlendirme“, “ muttasıl ve munkatı' senetleri bilme“, “gizli illetleri bilme“ gibi ilimler ortaya çıktı.Ancak başlangıçta mecrûh râvilerin sayısı az olduğundan râviler hakkında menfi değerlendirmeler de az oldu. Daha sonra bu sahada alimler yetiştikçe hadisin zaptı, tahammül ve eda kayfiyeti; nâsih-mansûhunu bilme, garip kelimelerini açıklama ve daha başka branşlarda araştırmalar ortaya çıktı. Fakat âlimler bu bilgilerini sözlü olarak naklediyorlardı. Bilahare durum daha da gelişti; söz konusu ilimler yazılarak kayda geçirilmeye başlandı. Fakat bu bilgiler; usûl, fıkıh ve hadis ilmi gibi ilimlerde karışık halde yazılmış kitapların farklı yerlerinde yer almaktaydı. Mesela İmam eş-Şâfii'nin(ö. 204/819) er-Risâle ve el-Umm isimli eserlerini örnek olarak zikredebiliriz. Netice olarak ilimler olgunlaşıp ıstılahlar yerli yerine oturunca ve bütün ilimler diğerlerinden ayrılarak müstakil hale gelince - ki bu da h. 4. asırda gerçekleşmiştir- âlimler Hadis Usûlü İlmini müstakil bir kitapta topladılar. Bu konuda ilk müstakil eser veren Kâdî Ebû Muhammed el-Hasan b. Abdurrahman b. Hallâd er-Râmehurmuzî'dir. Eserinin adı el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâî'dir.
III. USUL BİLGİSİNİN GEREĞİ
Asıl mevzuya girmeden şunu belirtmek isteriz: Usûl bilgisi hadîslerden istifâde için şarttır. Usûl bilmeyince hadîslerden ahkâm çıkarmak imkânsız hâle gelir. Usûl, bu açıdan bir nevi istifâde metodudur. Onun için "usûl"e metodoloji de denmiştir. Bilindiği üzere hadîs dinimizin ikinci kaynağıdır. İster Kur'ân-ı Kerîm'in daha iyi anlaşılmasında, isterse Kur'ân'da bulunmayan meselelerin, dinimizin ruhuna uygun şekilde açıklanıp değerlendirilmesinde olsun Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine şiddetle ihtiyacımız var. Rivâyet kitaplarına müracaat ettiğimiz zaman bir kısım problemlerle karşılaşıyor, istifâdede zorluk çekiyoruz. İşte Usûl bilgisi bu müşkilatları çözmeye ve rivayetlerden kolayca istifâde etmeye yarar.
IV. HADİS USÛLÜ SAHASINDA TELİF EDİLEN EN MEŞHUR ESERLERLERDEN BAZILARI
1)el- Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvi ve'l- vâî : Kâdî Ebû Muhammed el-Hasan b. Abdurrahman b. Hallâd er-Râmehurmuzî (ö. 360/970)
2)Ma'rifetu ulûmi'l-hadis : Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Hakîm en-Neysâbûrî (ö. 405/1014)
3)el-Müstahrec 'alâ Ma'rifeti 'ulûmi'l-hadis : Ebu Nu'aym Ahmed b. Abdullah el-İsbahânî (Ö.430/1038)
4) el-Kifâye fî ilmi'r-rivâye : Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. sabit el-Hatib el-Bağdadi(ö. 463/1070).
5)el-Câmi li-ahlaki'r-ravi ve adabi's-sâmi : Ebu Bekr Ahmed b. Ali b.b sabit el-Hatib el-Bağdadi(ö. 463/1070).
6) el- ilmâ' İlâ ma'rifeti usuli'r-rivaye ve takyîd's-semâ' : Kadi İyaz b. Musa el-Yahsubi(ö.544/1149)
7)Mâlâ yese'ü'l-muhaddise cehluh: Ebu Hafs Ömer b. Abdülmecid el- meyaneci (ö. 580/1184).
8)Ulumu'l-hadis : Ebu Amr Osman b. Abdurrahman eş-şehrezuri( ö. 643/ 1245)
9) et-Takrib ve't-teysir li ma'rifeti suneni'l-beşiri'n-nezir : Muhyiddin Yahya b. şeref en-nevevi (ö. 676/1277)
10) Tedribu'r-ravi fi şerhi Takribi'n-Nevevi : Celalüddin Abdurrahman b. Ebu Bekr es-Suyuti
TEFSİR USULÜ
1)KUR'AN İLİMLERİ (ULÛMU'L-KUR'ÂN)
Kur'ân'a hizmet eden veya Kur'ân'a dayanan ilimlere Kur'ân İlimleri (Ulûmu'l-Kur'ân) denir. Kur'ân'a dayanan ilimler, tefsir, kıraat, Kur'ân yazısı, i'câz, nüzul sebebleri, nâsih mensûh, i'rab ve garib kelimeler ilmi ... şeklinde sıralanırlar. Belirtilen ilimler, Kur'ân ilimlerinin bölümleridir. Suyûtî (911/1506), sayılan ilimlere astronomi, geometri, tıb ve benzeri ilimleri de ekleyerek sayıyı daha da artırmıştır. Öyle ki Ebû Bekir b. Arabî (543/1148) daha ileri giderek tasavvufî bir anlayışla Kur'ânî ilimlerin sayısının 77.450 olduğunu söylemiştir. Kur'ân'ın bir hidâyet ve i'câz kitabı olduğu göz önünde bulundurulacak olursa onun bu özellikleriyle ilgili her ilmi Kur!ân ilimlerinden saymak mümkündür. Yalnız tabiat, ilimleri, geometri matematik, astronomi, ekonomi, sosyoloji, kimya, botanik gibi ilimlerin ve ilim dallarının Kur'ân ilimlerinden sayılması doğru olmaz. Çünkü Kur'ân bu ilimlerle ilgili teorileri belgelendirmek ve kanunlarını vurgulamak için inmemiştir. Ayrıca adı geçen ilimler, âyetleri açıklamak ve sırlarını ortaya koymak için de konulmamıştır.Şu var ki Kur'ân, müslümanları öğrenmeye, ilerlemeye ve uzmanlaşmaya çağırmıştır. Fakat Kur’an’ın bu yerinde daveti, pozitif ilimlerin Kur'ân ilimlerinden sayılmasını gerekli kılmamıştır. Zira Kur'ân'ın belli ilimlere teşvik edip yönlendirmesiyle o ilimlerin Kur'ân ilimlerinden sayılmaları arasında fark vardır. Başka bir ifadeyle Kur’an’ın işaret ettiği fen, tabiat ve sosyal bilimler, doğrudan Kur'ân'la ilgili değildir. Ama doğrudan Kur'âni meseleleri, hükümleri ve lâfızları inceleyen ilimlerin ise Kur'ân ilimlerinden sayılacağı açıktır.Anlatılan bilgi ve değerlendirmelerin ışığında bir ilmî terim olarak Kur'ân ilimlerini şöyle tanımlamak mümkündür: "İnişi, tertip edilişi, toplanışı, yazılışı, okunuşu, tefsir edilişi, i'câzı, nâsih ve mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi yönünden Kur'ân'la İlgili konuların tamamını ihtiva eden ilimdir". Tariften anlaşıldığına göre Kur'ân ilimleri çeşitli Kur'ânî ilimlerin bir özetidir. Kur'ân ilimlerinin konusu, inceleme alanına giren meselelerin özelliklerine göre yine Kur'ân'dır. Gerçekte Ulûmu'l-Kur'ân'ın konusu, kendi bünyesinde toplanan ilimlerin konusunun toplamıdır. Bünyesinde toplanan ilimler de doğrudan Kur'ân'la ilgili bilimler olduklarına göre konu yine Kur'ân olmaktadır. Meselâ kıraat ilminin konusu lâfzı ve edası yönünden Kur'ân olurken tefsir ilminin konusu da mânâsı ve şerhi yönünden yine Kur'ân olmaktadır.
Lügatte, çeşitli anlamlarının yanı sıra
beyân etmek, keşfetmek, İzhâr etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamına
gelen tefsir, eski felsefî ve ilmî eserlerin açıklanışı ve izah edilişi
mânâsına da kullanılmaktadır.Istılahta tefsir: Müşkil olan lâfızdan murad
edilen şeyi keşfetmek demektir. Bu tarif çerçevesinde tefsir kelimesi
Kur'ân'ın mânâlarını keşf edip, ondaki müşkil ve garip lâfızlardan kasdedilen
şeyi beyân eden ilim olarak anlaşılmıştır. Fakat ilmî bir anlam olarak tefsirin
sadece Kur'ân'a tahsis edilmediği diğer ilmî sahalarda da kullanıldığı
görülmektedir.Tefsir kelimesi, İslâm'ın ilk asrında diğer ilimler yaygınlaşmadığından
tefsir ve hadis ilimleri ıstılahı olarak kullanılmıştır. Daha sonraki
dönemlerde başlayan terceme faaliyetleriyle diğer ilimlerin tedvin edilmesi
üzerine tefsir kelimesi bu ilimler için de kullanılmıştır.
Âlimler arasında çoğunlukla
yerleşen anlamıyla tefsir ; konusu Kur'ân âyetleri olan ve onları Cenabı Hakkın
muradına uygun biçimde anlamlı anlatma ve hüküm çıkarma gayesi güden ilmin
adıdır.Kur'ân-ı Kerîm'i inceleyen ve onun anlaşılmasıyla meşgul olan ilim
olması açısından tefsirin önemi büyüktür. Çünkü müslümanların temel kitabı
Kur'ân olduğuna ve Kur'ân da anlaşılmak ve yaşanmak için gönderildiğine göre
tefsirin İslâmî ilimler içinde özel ve müstesnâ bir yerinin olması tabiidir. Bu
yüzden îslâmiyetin ilk yıllarından itibaren Kur'ân'ın doğru bir şekilde
anlaşılmasına çalışılmış ve bunun usûlleri konmuştur. Kur'ân'ın tefsiriyle
ilgili olarak konan bu ölçü ve usûller "Tefsir Usûlü" veya
"Usûlü Tefsir" biçiminde bir ıstılahın kullanılmasına sebep
olmuştur. Böylece bir yandan "Kur'ân İlimleri" adıyla konulu veya
müstakil Kur'ânî çalışmalar sürerken öte yandan da tefsir ve Usûlünü
çerçeveleyen faaliyetler başlatılmıştır. Şu var ki "Tefsir ve Usûlü"
kavramı ve bunun kullanımı Kur'ân İlimleri ıstılahının kullanımından sonraki
asırlara da uzanmaktadır. Başka bir ifadeyle Kur'ânî ilimler ilk asırlarda
Ulûmu'l-Kur'ân adıyla nitelenirken müteakip dönemlerde Tefsir Usûlü tabiriyle
de ifade edilmeye çalışılmıştır.
Kavram ve ıstılahların zaman ve mekan itibariyle uğrayabildikleri değişiklikten hareket ederek Kur'ân ilimleri ve Tefsir usûlü kavramlarına ve bunların benzer ve ayrı yönlerine şöyle temas etmek mümkündür:
1- Kur'ân ilimleri ilk dönem ve ilk asırlarda belli konulara ilişkin Kur'ânı çalışma ve araştırmalara verilen isimdir.
2- Kur'ân ilimleri zamanla tüm Kur'ânî meseleleri kapsayan müstakil Tefsir usûlü çalışmalarının adı olmuştur.
3- Başlangıçtan günlümüze kadar Tefsir usûlüne ilişkin çalışmalara Kur'ân ilimleri (Ulûmu'l-Kur'ân) tabiri kullanılmıştır.
4- Usûlü Tefsir, ilk asırlarda çok fazla kullanılmamakla beraber sonradan Kur'ân ilimleri yerine kullanılan bir ıstılahtır.
5- Tefsir Usûlü, konulu Kur'ânî ilimleri bünyesinde taşımakla birlikte diğer meseleleri de ihtiva eden kapsamlı bir kavramdır.
6- Buna göre Tefsir usûlünü konulu Kur'ân ilimleri değil de kapsamlı ve müstakil Ulûmu'l-Kur'ân çalışmalarını karşılayan bir tabir sayabiliriz.
7- Zaman içinde küçük nüanslarla benzerlik veya ayrılık
gösteren bu iki kavramı günümüzde tefsir metodolojisi karşılığında veya eşanlamda
kullanıldığı belirtilmelidir.
Tefsir usûlü ilminde aslî kaynak olma
vasfını kazanan çok fazla eserin olduğunu söylemek mümkün olmasa da,
mevcutların keyfiyet itibariyle bilimsel mâhiyet arzetmeleri oldukça
sevindirici bir durumdur. Ama ne yazık ki ilk dönemlerde kaleme alınanlar, usûl
ilminin bütün branşlarını kapsayıcı bir özellik taşımadıkları için bu
nitelikteki eserlerin sonraki dönemlere ait olduğunu söylemek durumundayız.
Bilindiği gibi İslâmî ilimlerin dili Arapça olduğu için tefsir usûlü alanında yazılanlar da, çoğunlukla bu dilde kaleme alınmıştır. Ancak son dönemlerde Osmanlıca, Türkçe ve Batı dillerinde de bu nevi eserlerin yazıldığı görülmektedir. Bu sebeple ilim ehlince önemli görülen bazı tefsir usûlü kaynaklarından mahtût/yazma ve matbu olanları, kendi aslî dilinden başlamak suretiyle tarihi bir sıraya göre ele almaya çalışacağız.
1. Haris el-Muhâsibî (öl.243/857), el-Akl ve
Fehmu'l-Kur'ân
2. el-Hûfî (öl.430/1038), el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân.
3. İbnu'l-Cevzî (öl.597/1200), Fünûnu'l-Efnân.
4. et-Tûfî (öl.716/1316), el-İksîr fî İlmi't-Tefsîr
5. İbn Teymiyye (öl.728/1327), Mukaddime fî Usûli't-Tefsîr.
6. ez-Zerkeşî (öl.794/1392), el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân.
7. el-Kâfiyecî (öl.879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi
İlmi't-Tefsir.
8. es-Suyûtî (öl.911/1505), el-İtkân fî Ulûmi'l-Kur'ân.
9. ed-Dihlevî (öl.1176/1764), el-Fevzu'l-Kebîr fî Usûli't-Tefsîr.
10. ez-Zerkânî (öl.1367/1948), Menâhilu'l-İrfân fî Ulûmi'l-Kur'ân.
11. ez-Zehebî (öl.1399/1978), et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn.
12. Subhî es-Sâlih (öl.1399/1978), Mebâhis fî Ulumi'l-Kur'ân.
13. Mennâu'l-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'ân.
14. Ebû Şuhbe, el-Medhal li Dirâseti'l-Kur''âni'l-Kerîm.
15. Muhammed Ebû Selâme, Menhecu'l-Furkân, Kahire
1359/1938.
16. Ahmed Âdil Kemâl, Ulûmu'l-Kur'ân, Mısır 1951.
17. İzzet Hüseyn, Ulûmu'l-Kur'ân, Dımaşk 1962.
18. İbrahim el-Ebyârî, Târîhu'l-Kur'ân, Kahire 1965.
19. Abdulkahhâr Dâvûd el-Ânî, Dirâsât fî Ulûmi'l-Kur'ân, Bağdat 1972.
20. Muhammed Fadl b. Âşûr, et-Tefsîr ve Ricâluhu, Tunus 1972.
21. Muhammed Sabbâğ, Lemehât fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dımaşk 1394.
22. Adnan Zarzûr, Târîhu'l-Kur'ân ve Ulûmuhu, Dımaşk 1395/1975.
23. Abdulfettah el-Kâdî, Ulûmu'l-Kur'ân, Kahire 1396/1976.
24. Mahmûd Zalat, et-Tibyân fî Ulûmi'l-Kur'ân, 1399/1979.
25. Muhammed İbrahim Şerîf, Muhâdarâtu Târihi Tefsiri'l-Kur'ân, Kahire 1401/1981.
26. Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1405/1985.
27. Abdulmün'im en-Nemr, Ulûmu'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kahire 1403/ 1983.
28. Abdullah Mahmûd Şehhâte, Târîhu'l-Kur'ân ve't-Tefsîr, Kahire 1403/1983.
29. Emir Abdulaziz, Dirâsât fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1403/1983.
30. Nûreddin Itr, Muhâdarât fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dımaşk 1404/1984.
31. Emin el-Hûlî, et-Tefsîr ve Meâlimu Hayâtihi ve Menhecuhu'l-Yevm, Mısır 1944.
32. Abdulgafûr Mahmûd Mustafa Ca'fer, Buhûs fî Ulûmi'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kahire 1403/1983.
33. Muhammed Abdurrahman, el-Mücmel fî Ulûmi'l-Kur'ân, Mısır 1403/1983.
Bazı
müfessirler kaleme aldıkları tefsirlerinin mukaddimelerinde tefsirin usûl ve
yöntemleriyle alakalı birtakım ön bilgiler vermişlerdir. Bu bilgiler, tefsir
okuyucuları için oldukça faydalı malumat niteliğindedir. Çünkü bunlar daha çok
Kur'ân'ın nüzulü, kıraati, kitabeti, tertibi, cem'i, istinsahı, faziletleri,
irabı ve icâzıyla ilgili hususları içermektedir. Bu anlamda bir mukaddimeye
sahip olan tefsirlerden bazıları burada zikrediliyor:
1. Et-Taberî (ö1.310/922), Câmiu'l-Beyân An Te'vili'l-Kur'an
2. Er-Râğıb El-İsfahânî (öl.502/1108), Mukaddimetü''t-Tefsîr.
3. İbn Atiyye El-Endülüsî (öl.543/1148), Mukaddime.
4. el-Kurtubî (öl.671/1272),
el-Câmi' li ahkâmı'l-Kur’an
5. en-Neysâbûrî (öl.727/1326), Ğarâibu'l-Kur'ân ve Reğâibu'l-Furkân.
6. İbn Cüzey el-Kelbî (ö1.741/
1340), Kitâbu't-teshil
7. Ebu's-Senâ el-İsfahânî (öl.749/1348),
Envâru'l-hakâiki'r-Rabbâniyye
8. İbn Kesîr (ö1.774/1372), Tefsîru'l-Kur'âni'l-azîm.
9. el-Merâğî (öl.1364/1945), Tefsîru'l-Merâği
10. el-Âlûsî (öl.1270/1853), Rûhu'l-Me'ânî.
11. el-Kâsimî (öl.1332/1914),
Mehâsinu't-Te'vîl
Osmanlı
Devrinde âlimler genellikle tefsir usûlüne dair eserleri Arapça olarak kaleme
almışlardır.Bu yüzden Türkçe usûl kitaplarının yazımına Cumhuriyetten sonra
başlanmıştır. Bu ilk dönem te'lifleri özellikle Kur'ân'ın cem'i, teksiri,
kıraati ve okunma adabına yönelik mevzuları ihtiva ederler. Oldukça sade bir
üslupla kaleme alınan söz konusu eserler, hacim itibariyle de muhtasar sayılabilecek niteliktedirler.
Ancak daha sonraları mufassal usûl kitaplarına duyulan ihtiyaç bu daldaki
eserlerin hacimlerinin de genişlemesine yol açmıştır. Bunlardan
ulaşabildiğimiz bazı kaynaklar:
1. Bursalı Mehmet Tâhir Efendi (öl.1861/1924), Delîlu't-Tefâsîr.
2. Bergamalı Cevdet Bey (öl.1873/1925), Tefsir Tarihi.
3. İsmail Hakkı İzmirli (öl.1868/1946), Târih-i Kur'ân.
4. Ömer Rıza Doğrul (öl.1372/1952), Kur'ân Nedir?
5. Ömer Nasuhi Bilmen (ö1,1391/1971), Büyük Tefsir Tarihi.
6. Osman Keskioğlu (ö1.1410/1989), Kur'ân Tarihi.
7. Muhammed Hamidullah, Kur'ân Tarihi.
8. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü.
9. Mehmet Sofuoğlu (öl. 1408/1987), Tefsire Giriş.
10. Ali Turgut (öl.1412/1991), Tefsir
Usûlü ve Kaynakları.
11. Abdurrahman Çetin, Kur'ân İlimleri ve Kıır'ân-ı Kerim
Tarihi.
12. Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş.
13. H. Mehmet Soysaldı, Nüzulünden Günümüze Kur'ân İlimleri ve Tarihi.
14. Ömer Dumlu, Kur'ân Tefsirinde
Yöntem.
15. Muhsin Demirci, Kur'ân Tarihi.
6) BATI DİLLERİNDE
YAZILMIŞ KAYNAKLAR
Bilindiği
gibi Doğu Bilimiyle uğraşan batılı bilim adamları yani oryantalistler İslam
Tarihi, Fıkıh, Kelam, İslam Felsefesi, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı, Kur'ân
ve Hadis gibi İslâmî İlimlerin bütün sahalarında eserler vermişlerdir. Ancak
Kur'ân'a yönelik tercüme, tarih, usûl ve tefsir tarzındaki çalışmaları daha
fazla bir yoğunluk arzetmektedir. Bunun da sebebi Kur'ân'ın, onların fikrî
düzenlerini dağıtan bir kitap olmasıdır. Tabiatıyla böyle bir kitap ellerinde
kaldığı müddetçe müslümanlar daima muzaffer olacaklar ve batının sömürgeciliğini
kabul etmeyeceklerdir. Bu yüzdendir ki amaçlarına ulaşabilmek için
müsteşrikler, Kur'ân metninin sıhhati konusunda müslümanların kafalarında şüphe
uyandırmak, en azından onu kendi kutsal kitaplarının seviyesine indirmek için
Kur'ân'ın dili, tarihi ve kıraati konusunda oldukça yoğun çalışmalar
yapmışlardır. Bu husustaki te'liflerden bazılarını şöylece sıralamak mümkündür:
1. Ignaz Goldziher, De Richuntgen der İslamichen
Koranauslegung.
2. Rudi
Paret, Kur'ân Üzerine Makaleler.
3. T.
Nöldeke - F. Schwlly, Kur'ân Tarihi.
4. H. Hirschfeld, New Researches ınto the Composition and Exegesis of the Qoran, 1902 (Kur'ânî Tertip ve Tefsirde Yeni Araştırmalar)
5. Arthur Jeffery, The Foreign Vokabulary of the Quran (Kur'ân'da yabancı kelimeler), Baroda,1938.
6. T. Sabbagh, La Metaphore dans Le Coran (Kur'ân'da Mecazlar), Paris, 1943.
7. Jacques Jomier, The Bible and the Koran, Newyork, 1964 (Tevrat, İncil ve Kur'ân; terc. Sakıp Yıldız), İstanbul, 1980.
8. Wansbrough, Qoranic Studies: Sources and Methods of
Scriptural Interpretation (Tefsirin Kronolojik Gelişimi), 1977.
FIKIH USULÜ
FIKIH USÛLÜNÜN TARİFİ, KONUSU VE
TARİHÇESİ
Fıkıh Usûlü
(Fıkhın kökleri = İslâm Hukuku
Metodolojisi), bir izafet terkibi olup özel bir ilmin adıdır; fakat bu terkibin
her parçası, ifade ettiği hakikatin bir parçasına delalet eder. Muzaf ve
muzaf-i ileyh'den teşekkül eden bu terim, izafet esasından tamamen uzaklaşmış,
sadece bir isimden ibaret olmuş değildir. Dolayısıyla bu terimin tarifini
yaparken her iki parçasını ayrı ayrı tarif etmekte fatda var.
Bunun sözlük
mânâsı, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin
anlayıştır. Bu, fıkh'ın sözlük
mânâsıdır. İstilahi mânâsı da, bu mânânın pek dışına çıkmaz; gerçi bir özellik
taşır ve şöyle tarif edilebilir: Fıkıh, şer'î-ameli hükümleri, tafsilî (ayrı
ayrı) delillerine dayanarak bilmektir. Buna göre fıkıh ilminin konusu iki
kısımdan ibarettir:
1) Şer'-amelî
hükümleri bilmek. Dolayısıyla Allah'ın
birliğini, Peygamberlerin gönderilişini ve Tanrı'dan aldıklarını tebliğ
etmeleri
gerektiğini,
âhiret gününü ve bu günle ilgili şeyleri bilmek gibi itikadı hükümler, Fıkh'ın İstılahı mânâsına dahil değildir.
2) Her hükmün
tafsili delillerini bilmek, Meselâ; "Seleni“ akdiyle bir satıştan söz
edilirse, paranın akit zamanı teslim
edilmesi gerekir diyebilmek için buna dair Kitab, Sünnet ve sahabîleri
fetvalarından bir delil getirmek icab eder. Demek ki fıkıh ilminin konusu,
helal, haram, mekruh ve vâcib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve
bunların dayandığı delillerdir.
Bu kelime
"asl”ın çoğulu olup kök, temel ve esas anlamına gelir. İşte onun bu sözlük
mânâsı ile İstılahı mânâsı birbirine uygundur; çünkü, usulcülere göre Fıkıh
Usûlü, Fıkh'ın dayandığı temeldir. Usûl,
fakihin, delillere dayanarak hüküm çıkarırken tutacağı yolu ve delilleri
kuvvetine göre tertip ederek, Kur'an'ı Sünnet'ten, Sünnet'i kıyas ve doğrudan
doğruya nassa dayanmayan diğer delillerden öne almasını açıklayan metodlardır.
Fıkıh ise, bu metodlara bağlı kalınarak hükümlerin çıkarılmasıdır.Fıkh'a
nisbetle Fıkıh Usûlü, diğer felsefî ilimlere nisbetle Mantık ilmi gibidir.
Mantık, akıl için terazi ve onu düşünürken hatâdan koruyan bir âlettir. Başka
bir misal verelim: Arapça konuşmak ve bu dil ile okuyup yazmak için Nahiv
(Nahv) ilmi, nasıl dili ve kalemi yanlışlardan koruyan bir ölçü ise, Fıkıh
Usûlü de Fıkıh alanında fakîhi hatâdan koruyan ve hüküm çıkarırken yanılmasını
önleyen bir kıstastır. Fakih, çıkardığı hükmün sağlam veya çürük olduğunu bu
sayede anlayabilir. Tıpkı doğru bir cümle ile yanlış bir cümleyi Nahiv sayesinde,
ilmî verilerden elde edilen bir burhan ile böyle elde edilmemiş olan bir
burhanı Mantık sayesinde anladığımız gibi.
Fıkh'ın konusu, ayrı ayrı delilleriyle amelî
hükümlerdir.
Fıkıh
Usûlüne gelince; bu ilim, hüküm çıkarma (istinbat) metodunu konu olarak ele
alır. Her iki ilim, deliller üzerinde birleştiği halde birbirinden ayrıldığı
yönler vardır. Fıkıh, cüz'î ve amelî hükümleri çıkarmak için delileri ele alır
ve belirttiğimiz gibi her delilin ifade ettiği hükmü tayin eder. Fıkıh Usûlü
ise, delillerden hüküm çıkarma metodunu, delillerin hüccet olma bakımından
derece ve durumlarını inceler. Kur'an'm hüccet oluşunu, Sünnet'ten önce
geldiğini ve Şerîatin aslını teşkil ettiğini, zannî ve kat'î delili, nass'ların
zahirleri arasında bir çatışma olduğu zaman gidilecek yolu gösteren metodu,
çeşitli ibarelerin delalet derecelerini, hâss ve âmm'm mertebelerini
açıklar.Daha sonra mükelleflere (şahıslara) geçer; vâcibleri yerine getirmesi,
haramlardan sakınması, emir ve nehiylere riayeti derecesinde karşılık görmesi
bakımından şer'i hükümlerin kimleri içine aldığını bildirir. Bundan sonra da
Şeriatı bilmeme, yanılma, unutma gibi şahsiyete arız olan hallerin etkisini,
şahsın sorumluluğunu azaltan veya ortadan kaldıran durumları tesbit eder.Bu
mülahazalarla denilebilir ki, fakîh'in doğru yoldan sapmaması için hüküm
çıkarırken bağlı kalması lüzumlu olan metodla ilgili bütün hususlar Fıkıh
Usûlü'nün konusuna dahildir. Delilleri tertib edip, kimlerin şer'î hükümlere
muhatab olduğunu, bu delillerin icablanyla kimleri şümulüne aldığını, kimlerin
hüküm çıkarma ehilyetine sahip olduğunu ve kimlerin bu ehliyete sahib
olmadığını, nass"lardan hüküm çıkarmada fakîhe yol gösteren dil
kaidelerini, kıyas'ın esasını teşkil
eden ve makîs-i aleyh (kendisine kıyas yapılan asi) ile makîs (kıyas konusu
olan feri') arasındaki birleştirici illetleri tesbit etme metodlarını bir
disipline koyan ölçüleri bu ilim açıklar. Keza bu ilim, şer'an muteber olan
maslahatları, kıyas'm dayandığı veya hakkında nass bulunmayan konuda üzerine
kıyas yapılacak özel bir nassı asıl kabul eden genel kaideleri gösterir. Sonra,
kıyas'la çatıştığı zaman maslahatların yerini tayin eder ki, bu türlü
maslahatlara kısaca "istihsan" adı verilmektedir. Daha sonra bu
ilim, hükümleri, bunların gayelerini, kısımlarını, ruhsat ve azimetleri
anlatır. Bu sayılanların üstünde ayrıca Fıkıh Usûlü, hüküm çıkarırken fakîhin
bağlı kalması icab eden asıl metodu öğretir.
Fıkıh Kaideleri İle Fıkıh Usûlü
Arasındaki Fark:
Fıkıh Usûlü,
fakîhin uyması lazım gelen metodu açıklar ki, bu onun, hüküm çıkarırken hatâya
düşmemesi için sarılmağı gereken bir kanundur. Fıkıh kaideleri ise, bir kaç
hükmü birleştiren bir kıyas veya fıkhı bir kaide'de toplanabilen benzer
hükümler kolleksiyonudur. Şerîate göre mülkiyet kaideleri, tazminat kaideleri,
muhayyerlik kaideleri, fesih kaideleri, burada misal olarak zikredilebilir.
Bunlar, cüz'î ve dağınık hükümlerin neticeleridir ki, meseleleri genişçe ele
alan fakîh, uğraşmış ve bunları, biraraya toplayıcı kaide veya nazariyeler
yardımı ile birbirine bağlamıştır. Bu türlü çalışmalara misal olarak,
Şâfiîlerden İzzüddin b.Abdisse-lâm'ın "Kavâidu'l-Ahkâm",Malikilerden
el-Karâf î'nin "Envâru'l-Bürûk fî Envâü-Furûk", Hanefîlerden İbn-i
Nucey m'in "el-Eşhâh ve'n-Nezâir" adlı eserleri burada anılabilir.
Buna göre diyebiliriz ki, bu kaideleri okuyup incelemek bir fıkıh çalışmasıdır;
fıkıh usûlü çalışması değildir. Bu kaideler, fıkhî hükümlerden birbirine
benzeyen meseleleri bir araya toplama, birleştirme esasına dayanır. Bu itibarla
Fıkhı; Usûl, furû ve kavâid (kaideler) olarak birbirine bağlı üç dereceye
ayırmak mümkündür. Usûl, fer'î fıkıh meselelerinin temelidir. Çeşitli fıkıh
mecmuaları meydana gelince, furû'u ve dağınık meseleleri genel ve birleştirici
kaideler altında toplamak mümkün olmuştur ki, bu kaidelere, fıkhî nazariyeler
denilebilir.
Fıkıh Usûlü,
fıkıhla birlikte doğmuştur. Yalnız tedvin edilişi, Fıkıh'tan sonradır. Fıkh'ın
bulunduğu yerde, zarurî olarak istinbat metodu da bulunacaktır; istinbat metodu
bulununca elbette Fıkıh Usûlü de bulunacaktır.
Fıkhî
hükümler çıkarma (istinhat), Peygamber
(S. A.V)den sonra sahabîler çağında başladığına göre sahabîler arasında yer
alan İbn-i Mes'ud, Ali b. Ebî Talib, Ömer b. el-Hattab gibi fakihler, herhalde hiçbir kayıt ve
esasa bağlanmaksızın fikir beyan etmiyorlardı. Meselâ; içki içenlerin cezası
hakkında Hz. Ali; "İnsan içki içince hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca kazf (zina iftirası) eder, dolayısıyla içki içen
kimseye kazf cezası gerekir" derken neticeye veya zerâyi' esasına göre
hüküm verme metodunu kullanmış oluyordu. Abdullah b. Mes'ud; "kocası ölen
hamile bir kadının iddeti doğuma kadardır" diyor ve "Gebe olanların
iddeti doğurmaları ile tamamlanır" âyetini sözüne delil olarak getirdikten
sonra, küçük Nisa Sûresinin büyük Nisa Sûresinden sonra indiğini ilave ediyor ve böylece Talâk
Sûresinin Bakara Sûresinden sonra geldiğini anlatmak istiyordu. Bununla o, bir
Fıkıh Usûlü kaidesine işaret ediyordu. Bu da, sonra gelen nassın, önce gelen
nassı nesh veya tahsis etmesidir. İşte burada İbn-i Mesud, bir Fıkıh Usûlü
esasına göre davranmıştır. Dolayısıyla Sahabîlerin, her zaman açıklamasalar
bile, ictihad'larında bu gibi metodlara dayandıklarını söylememiz icabeder.
Tabiîler
çağma geçersek görürüz ki, yeni olayların artmasıyla ictihad alanı genişlemiş,
Medine'de Said b. el-Müseyyib ve diğerleri, Irak'ta İbrahim Naha'î gibi tabiîlerden bir grup
kendisini fetva vermeye hasretmiştir. Bunlar, önlerinde Allah'ın kitabını,
Peygamber (S. A.) in sünnetini ve sahabîlerin fetvalarını görüyorlardı.
Onların kimisi, nass bulunmayan yerde maslahat, kimisi de kıyas metodunu
kullanıyordu. Irak fakihlerinden İbrahim Naha'î ve emsalinin ileri sürdüğü
fer'î meseleler, kıyasların illetlerini tesbite ve bunları bir disipline
bağlama, bu illetleri diğer fer'î meselelere tatbik emek cihetine yöneliyordu.
Bu çağda
metodlar, Öncesine nisbetle, açıklığa daha iyi kavuşuyor; fıkıh okulları
birbirinden ayrıldıkça, her okulun istinbat metodları da daha belirgin hale
geliyordu.
Tabiîler
çağını geçip Müctehid İmamlar devrine ulaşırsak, bu metodların tam bir açıklığa
kavuştuğunu görürüz. Bu devirde istinbat kanunları, bu kanunların sınırları
belli olmuş ve imamların dilinde açık ifadelerini bulmuştur, Sözgelimi; E bu
Hanife'nin kendi istinbat metodlarını tayin ederek Kitab, Sünnet ve Sahabîlerin
icmâ' ettikleri fevâlara başvurduğunu. Sahabîler ihtilafa düştükleri takdirde,
bunlardan tercih edeceği görüşe uyacağını, kendisi gibi birer insan oldukları
için Tabiilerin görüşüne her zaman uyamayacağını belirttiğini, belli metodları
olan kıyas ve istihsan'ı kabul ettiğini görüyoruz. Hattâ talebesi Muh ammed b.
el-Hasen eş-Şeybanî, Ebu Hanîfe için; "Talebeleri onunla kıyas konusunda
münakaşa ederlerdi; o, istihsan yapıyorum deyince kimse kendisine
yetişemezdi" derdi.
İmam Malik,
"Medinelilerin amelini hüccet sayarken, bunu kitab ve risalelerinde açıkça
ileri sürerken, hadis rivayetindeki şartlarını ortaya koyarken, hadisleri
mahir bir sarraf gibi eleştirirken, Kur'an'ın belirttiği hükme veya dînin kesin
kaidelerine aykırı olan hadisleri reddederken açıkça bir Fıkıh Usûlü esasına
göre hareket etmiştir. Meselâ; bu esasa uyarak, "Birinin kabına köpek
batarsa (dilini sokarsa) o, bunu yedi kere yıkasın...“ hadîsini, hıyar-i meclisi ve ölmüş bir kimse namına sadaka
verilebileceğini bildiren hadisleri reddetmiştir.İmam Ebu Yusuf da,
"Kitabu'l-Harâc"ında ve Evza'î'nin "Siyer"ine yazdığı
reddiyede açık bir metod takip etmiştir. Gerçi o da ictihad metodunu tedvin
etmemiştir.
Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini :
Nihayet
Şafiî gibi Kureyş'li bir bilginin devrine geliyoruz. Bu zat, Fıkıh Usûlünü
tedvine koyulmuş, istinbat metodlarını tesbit etmiş, Fıkhın kaynaklarını
açıklamış ve bu ilmin sınırlarını belirtmiştir.
Şafiî;
Sahabîlerden, tabiî ve kendisinden önceki fıkıh imamlarından intikal eden
fıkhî serveti hazır bulmuş, çeşitli görüşlere sahib olanların mücadeleleriyle
karşılaşmıştır. Görmüştür ki Medine fakihleriyle Irak fakihleri arasında
durmadan münakaşalar yapılmaktadır. Bu münakaşalara olgun aklı ile kendisi de
dalmıştır. İmam Malik'ten aldığı Medine Fıkhını, İmam Muhammed b.elHasen'den
öğrendiği Irak Fıkhını ve doğup büyüdüğü memleket olan Mekke Fıkhını iyi
bildiği için bu münakaşalar ona, ictihad'daki doğru ve yanlışı ayırdedecek
Ölçüleri koyma fikrini ilham etmiştir. İşte bu ölçüler Fıkıh Usûlünü meydana
getirmiştir.
Fıkıh
furûu'nun, Fıkıh Usûlünden önce söz konusu olup tedvin edilmesinde bir tuhaflık
yoktur; çünkü Fıkıh Usûlü, istinbat ölçülerini teşkil eden, yanlışı doğrudan
ayırd etmeyi öğreten normatif bir ilimdir; asıl konu ise Fıkıh'tır. Bütün
kaidevî (normatif) ilimler de aynı durumdadır. Nitekim Nahiv ilmi, Arapça fasih
olarak konuşulduktan sonra teşekkül etmiştir. Aristo Mantık ilmini tedvin
etmeden önce de insanlar münakaşa ediyor ve düşünüyorlardı.
Şafiî,
istinbat kaidelerini tedvin eden ilk adam olmaya lâyıktı. Zira o, Arab dilini
inceden inceye biliyordu; hattâ büyük dil bilginleri arasında sayılıyordu.
Hadis ilmine sahipti; en büyük hadis bilgininden hadis tahsil etmiş ve bütün
nevileriyle çağının fıkhını öğrenmişti. İhtilaf sebeblerini, ihtilafa düşen
kişilerin nokta-i nazarlarını anlamak için son derecede gayret gösteriyordu.Bu
ve benzeri sebeblerle Şafiî, tahsil etmiş olduğu fıkh'tan, öncekilerin
görüşlerini ölçecek ve sonrakilerin istinbatları için esas teşkil edecek olan
ve ayrılmamaları, sımsıkı sarılmaları gereken kaideleri çıkarma imkânına
kavuşmuştur.Şafiî, dili iyi bildiği için Kur'an ve Sünnet nass'larından fıkhı
hükümler çıkarabilmiştir. "Kur'anın tercümanı" olarak bilinen Abdullah
b. Abbas'm ilminin nakledildiği Mekke'de okumakla nâsîh ve mensûhu öğrenmiştir.
Geniş Sünnet bilgisi ve bunu yetkili Sünnet âlimlerinden tahsil etmiş olması ve
Sünnet'i Kur'an ile karşılaştırması sayesinde Sünnet'in Kur'an karşısındaki
yerini, onun zahirinin bazan Kur'an'ın zahirine aykırı düşmesi halinde
tutulacak yolu tanımıştır. Re'y ve Hadis Fıkhını öğrenmiş olması, kıyas kaidelerini
koyması için esas teşkil etmiştir.İşte Şafiî, böylece, istinbat kaidelerini
koymuştur; fakat bunları kendisi icad etmemiştir. Şafiî'ye yol gösteren fakihlerin
istinbatlarında takib ettikleri halde tedvin etmedikleri metodlar üzerinde
birazcık düşünürsek, O'nun istinbat için metod icad etmediğini, ancak kendisinden
önce dağınık şekilde mevcut olan metodları bir araya toplayıp bir ilim haline
getirdiğini görürüz. Tıpkı Aristo'nun Mantık ilmini tedvin edişi de böyledir;
O'nun Mantık konusunda yaptığı şey, bir icat değil; ancak bunu bir disiplin
haline getirmekten ibarettir.İşte Şâfiî'nin Fıkıh Usûlünü tedvin edişindeki
öncülüğü konusunda fakihlerin cumhuru (büyük çoğunluğu) bu görüştedir; onlardan
hiç birisi bu görüşe muhalefet etmemiştir.
Şafiî'den Sonra Fıkıh Usûlünün
Durumu
Şafiî'den
sonra Fıkıh Usûlü çeşitli istikametlerde gelişmiştir. Şafiî
"Er-Risale", "Cimâu'l-ilm", "İbtâlii'l-İstihsan"
adlı kitaplarında Fıkıh Usûlü için koyduğu metodun, yani bu ilmin, ictihad
alanında doğru ve yanlış görüşleri bilmeyi sağlayacak bir ölçü olmasını, hangi
çağda olursa olsun, hüküm istinbat ederken bilinmesi ve uyulması gereken küllî
bir kanun teşkil etmesini düşünmüştü. Kendisi bizzat bu metodu, fakihlerin
yaygın olan görüşlerini münakaşa ederken kullanmıştı. O, "İhtilâfu
Mâlik" adlı eserinde İmam Mâlik ve Iraklıların görüşlerini tartışma konusu
yaparken bu metoda başvurmuştu. Evzâî'nin "Siyer"ini ve Ebu Yusuf'un buna
yazdığı reddiyeyi bu ölçü ile incelemişti. Nihayet fıkhı görüşler de bu metoda
uymak zorunda kalmıştır.
Şafiî, hüküm
çıkarırken kendisi bu metoda tamamen bağlı kalmıştır. Dolayısıyla Şafiî
mezhebinin usûlü de bu metod'dan ibaret olmuştur. O, kendi mezhebini savunmak
için değil, Irak ve Mısır'da mezhebini yaymaya başlamadan önce bu Fıkıh Usûlü
kaidelerini benimseyip koymuş ve bunlara göre hareket etmiştir. Bu itibarla
Şâfiî'ye göre Fıkıh Usûlü, yalnız nazarî değil, aynı zamanda hem nazarî, hem de
amelî bir istikamette yürüyordu.
Bütün
fakihler, Şâfiî'nin ulaşmış olduğu prensipleri incelemiş ve benimsemişler;
fakat Şafiî'den sonra bir kaç yöne ayrılmışlardır:
a) Bazıları Ş â f i î'nin usûlünü açıklama ve ona göre
tahric cihetine gitmişlerdir,
b) Bazıları da Şafiî'nin ileri sürdüğü şeylerden çoğunu
almış, teferruat sayılabilecek hususlarda
O'na muhalefette bulunarak
bazı esaslar ilave etmişlerdir. Sözgelimi, Hanefîler, Şafiî'nin esaslarını kabul etmekle beraber, istihsan
ve örfü ilave etmişlerdir. Keza, Mâlikîler, Şafiî'nin metodunu benimsemiş,
ancak İmam Mâlik'ten aldıkları "Medine'lilerin İcmaını“,
"İstihsan" ve "Masâlih-i Mürsele"yi de kabu letmişlerdir.
Şafiî ise, bunları reddetmiş ve çürütmeye çalışmıştı. Hanefîlerin usûlü, metod farkları bir yana,
Şâfiî'nin usûlüne daha yakındır. Hanbelîler ise, Fıkıh kaynaklarının sayısı
bakımından Mâlikilere daha yakındırlar.Gerçekten dört mezheb'in fakihleri, Şâfiî'nin
kabul ettiği delilleri aynen alırlar. Bunlar da Kitab, Sünnet, İcma' ve
Kiyas'tır. Bu esaslar üzerinde ittifak vardır. Bunlara ilâve edilen deliller
Şafiî ile Ötekiler arasında tartışma konusu olmuştur.
Şafiî
fakihleri, imamlarının usûlünü alıp şerh ve tefsir etmişlerdir. Bu usûl,
ictihad çağı boyunca gelişmiş ve daha çok açıklık kazanmıştır. Şafiî olmayan
fakihler de, az Önce söylediğimiz gibi, bu usûlü hem açıklamışlar, hem de ona
ilavelerde bulunmuşlardır.
Bir çokları
kendilerinde mutlak ictihad yetkisini görmemeye ve sadece belirli bir mezhebin
usûlüne göre ictihad yapmaya başladıktan sonra da Fıkıh Usûlü zayıflamamıştır.
Aksine birçok akılca güçlü olan ve araştırmayı seven kişiler, Fıkıh Usûlünde,
mezhebin kabul ettiği esasların dışına çıkarak hüküm istinbat etmeksizin,
fıkhî bir idman sahası bulmuşlardır. Mezheplerine fazlaca bağlanan kimseler,
Fıkıh Usûlü çalışmalarında ve bu konuda derinleşmede kendi mezheblerini
destekleme imkânını bulmuşlardır. Fıkıh Usûlü, taklid çağında bile değerini
yitirmemiştir; çünkü münazara ve tartışmanın arttığı devirlerde ihtilaf edilen
görüşleri Ölçmek için muteber olan mikyas ve hakem olarak başvurulan ölçü Fıkıh
Usûlü idi; herkes onu kendisinden yana çekiyordu.Mezheblerin yerleşmesinden sonra
fakihler, Fıkıh Usûlünü iki
yönde geliştirmişlerdir:
1) Nazarî olarak ve her hangi bir mezheb furû'u'nun
tesirinde kalmaksızın yapılan çalışmalar. Bunlara göre esas ve Ölçüler
açıklanmakta, 'her hangi bir mezheb ne desteklenmekte, ne de yerilmektedir.
2) Mezheb furû'u'nun etkisinde kalan, ona hizmet etme ve
bu furu’ ile ilgili ictihadların doğruluğunu isbatlama işine yönelen çalışmalar.
Burada mezheb mensupları, önceki mezheb imamlarının varmış oldukları fıkhî
ictihadların doğruluğunu isbata çalışır ve mezheblerini destekleyecek kaideleri zikrederler.
Meselâ; Hanefîler, âmm'm delalet
bakımından kat'î olduğunu söyleyerek, buna aykırı düşen haber-i âhâd'ı, sübûtu
zannîdir diye, zayıf sayarlar.
Bu ikinci
yolu benimseyenlerin çoğu Hanefîdirler. Diğer mezheb mensubları arasında da bu
yoldan gidenler vardır. Birinci yolu benimseyenler ise Şâfiîlerdir; çünkü İmam
Şafiî, ilk olarak prensipler üzerinde durmuş ve metodunu nazarî olarak
açıklamıştır. Bu nazarî yola "Mütekellimlerin yolu" da denilir; çünkü
kelam bilginlerinin çoğu, bu nazari metoda göre usûl çalışmaları yapmışlardır.
Bu itibarla
Fıkıh Usûlünün konusu dört bölüme ayrılır;
1 - Şer'î hüküm.
2- Hâkim; bu Allah'tır. Allah'ın hükmünü bilme yolları
da, şeriatın kaynaklarını teşkil
eden delillerdir.
3- Mahkûm-i Fih; bu da mükelleflerin fiilleridir.
4 - Mahkûm-i Aleyh; yani mükellef.
DEĞERLENDİRME
Bu üç ilim dallarının tarihi gelişimine baktığımızda ilk başlarda iç içe başlamış, daha sonra kullandıkları metot,ilgilendikleri konu bakımından farklılaşmaya başladıklarını ve bunun belli bir usul içinde geliştiğini, Hadis, Fıkıh ve Tefsir'in asıl dayanaklarının aynı olduğunu ve birbiriyle ilişkili olduğunu, bu ilim dallarının ortak amacının tutarlı metotlarla İslam'ı en iyi şekilde anlamak ve anlatmak olduğunu görüyoruz.Dolayısıyla Hadis usulü, fıkıh usulü ve tefsir usulü İslamı anlama konusunda birbirini tamamlayan ilimlerdir. Sözgelimi tefsir, Kur'an'ı anlamada en önemli ilim dalıdır ama tek başına yeterli değildir. Hadis, fıkıh, dil, tarih gibi ilimlerin verilerinden yararlanır. Tefsir Kur'an'ı anlamayı amaçladığı için Kur'an'da yer alan emir ve yasakların bir kısmı ayrıntılı olarak yer almamış, bunların genişçe açıklamalarını hadislerde buluyoruz.Hadislerden gelen verileri tesbit eden, hangisinin doğru yada yanlış oduğunun tespiti, Hadis Usulü ilminin alanına girer.Hadis Usulü bu anlamda tefsire katkıda bulunur.Yine aynı şekilde tefsir, Kur'an ayetlerini anlamaya çalışır, en tutarlı ve sağlam anlamı elde etmeye çalışarak fıkıh alanına katkıda bulunur. Çünkü fıkıh alanı da Kur'an'ı en doğru şekilde anlamayı gerektirir. Fıkhın da ana kaynağı Kur'an'dır. Dolayısıyla fıkıh, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır.Ayrıca fıkıh usulü de tefsire katkıda bulunur, mesela hüküm türlerini bilmek, Kur'an'ı yorumlama sürecinde müfessirin veya fıkhi tefsire yönelen bir alim için mükellefin fiillerinin yapılması ve sonuçları itibariyle ayetlerin ne anlam ifade ettiğini anlamaya yardımcı olması bakımından önemlidir.Bunları bilen müfessir hükmün vacip mi, haram mı gibi sonuçlara ulaşmada fıkıh usulünün verilerini esas alır.Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda bu ilim dallarının İslam'ı anlama ve yorumlama sürecinde birbirini tamamlayan ilimler olduğunu görüyoruz.
KAYNAKÇA;
1)Mahmut TAHHÂN, Yeni Hadis Usulü( Teysiru'l-Mustalahi'l-Hadis), çev. Cemal AĞIRMAN
2)A. METİN, Hadis Usulü
3)Ali TURGUT, Tefsir Usulü ve Kaynakları, İFAV
4)Muhsin DEMİRCİ, Tefsir Usulü
5)Muhammed Ebu Zehra, Fıkıh Usulü, Çev. Abdulkadir ŞENER
6)Ali KARATAŞ, a)Tefsir, İşlevi ve diğer ilimlerle ilşkisi
b)Fıkıh Usulünün Kur'an'ı Anlamaya Yardımcı Olması Bakımından Tefsir İlmine Katkısı
No: 15912784
Abdullah DOĞAN
Y.L.
Tefsir Usûlü
-
Tefsir kelimesi ڧسر ve taklip tarikiyle سڧر kökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır.
ð İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma
anlamı)
-
Sözlükte: bir
şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
-
Tefsir kelimesi,
bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda
Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
-
Ashab döneminde
tefsir lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha
sonraları sahâbe açıklamalarını da içine almaya başladı.
ð Çünkü onlar Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlar, hükümlerle
sebepler arasındaki münasebeti iyi kavramışlardı.
-
Asl kelimesinin
çoğuludur.
-
Sözlükte: temel,
esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarıda vardır.
-
Terim olarak:
hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
-
Usûl= herhangi
bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde
kullanılan belli esas ve metodlar
-
Tefsir usûlu bir
ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel
ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği
noktasında bilgiler vermektedir.
-
Kur’ân âyetlerini
çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek
-
Kur’ân’ın
anlaşılmasına yardımcı olmak
Hz.
Peygamber'in (s.a.s.) Kur'ân'ı Tefsîri
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tefsîri, Kur'ân'ın mücmel
olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe
delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan, tavsif ve tasvir
ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu
bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder. (Yıldırım 1983, 31)
Sahabe Devrinde Tefsîr
Sahabe, Kur'ân âyetlerini tefsîr ederken Kur'ân'ın
kendi beyanına ve Hz. Peygamber'den işittikleri ve gördükleri bir şey olup
olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlardı.
Bunların dışındaki tefsîrine ihtiyaç duydukları âyetlerin açıklanmasında re'y
ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak
sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları tefsîrde dil ve din yönü
ağırlık kazanmıştır. Âyetteki müşkili halletmek için farklı metodlar takip
ederek, farklı görüşleri ortaya koymuşlardır.
Sahâbeden, Kur'ân tefsîrine dair en çok rivâyette
bulunan ve tefsîr alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:
Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd
(32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbâs (68/687); Ebû
Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692).
(Ayrıca ayrıntı için: Zehebî, 1/57/59; Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90)
Tâbiîler
Devrinde Tefsîr
İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde,
sahabenin bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına toplanmış olan
tabîûndan öğrencilerine Kur'ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamber'den
öğrendikleri tefsîri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların yaşadıkları birçok
bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları
neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını isbat etmek için
öncelikle Kur'ân'a sarılması, bazan yanlış ve bozuk te'villerle halkın
yanıltılmaya çalışılması... gibi sebepler, Sahabe'den bazılarının yaptığı
üzere, Kur'ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden
korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur'ân'ın
makûl ve doğru bir şekilde tefsîr edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte
bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabe'nin ileri gelen
âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur'ân ve Hadîs tedrîs
ediliyordu. (Duman 1992, 133)
Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları
Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan mektepler (medreseler) oluştu.
1.Mekke Medresesi. 2.Medîne Medresesi. 3.Irak
(Kûfe) Medresesi. (İbn Teymiyye 1988, 78-79)
Tâbiîler buralarda tefsîr ve ilmî hayata yeni bir hareket
kazandırmışlardır. Bu üç tefsîr okulu ayrı bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından
kurulduğu için, aralarında ayrılıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da
mevcuttur. (Ayrıntılı bilgi için: es-Suyutî, 2/242; ez-Zehebî, 1/99-132)
Tâbiîler Devrinden Sonraki Tefsîr
Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber ve
Sahabe dönemine "tefsîrin birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma
özelliğiyle Tâbiîler dönemine "tefsîrin ikinci merhalesi"
denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn döneminde müstakil bir ilim hüviyeti
kazandığı için bu devre de, "tefsîrin üçüncü merhalesi" olarak
değerlendirilmiştir. (ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174)
Tefsîrin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı
Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi gözetilerek tefsîr
edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu
bakımdan Taberî’nin (310/922) tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler
kolleksiyonu sayılmıştır. (Cerrahoğlu 1991, 269-270)
a.
Bedreddin ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi
Ulumi’l-Kur’ân
b.
Muhyiddin el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr
fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
c.
Celalüddîn es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî
Ulûmi’l-Kur’ân
d.
Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî (1176/1764),
el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
e.
Muhammed Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948),
Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
f.
Subhî es-Salih (1986), Mebâhis fi
Ulûmi’l-Kur’ân
g.
Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
h.
Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fi
Ulûmi’l-Kur’ân
FIKIH USULÜ
Usiûlu'I-fıkh "fıkhın
delilleri", "Fıkh'a mahsus deliller" "fıkh'ın
kökleri", "hukukun kökleri" demektir. Ancak Fıkıh Usûlü bir ilim
dalı olarak ıstılahta terkib manasından daha farklı ve daha geniş konulan
ihtiva etmektedir. Çünkü fıkıh usûlü ilminde fıkhı delillerden bahsedildiği
gibi, şer'î hükümlerden, istinbât kaidelerinden ve benzerî konulardan da
bahsedilir.
Fıkıh Usûlü'nün
Istilâhî Tarifi
Fıkıh usûlü iki şekilde tarif
edilebilir: Fıkıh usûlü:
1- Şer'î hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbitatını)
mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya
2- istinbât kaideleri ve
icmâiî delillerdir.
Âlimlerin, Fıkıh Usûlü'nün konusu
ile ilgili görüşlerini şu dört maddede özetleyebiliriz:
1- Deliller, ictihâd ve
tercihtir.
2- Şer'î hükümlerdir,
dolayısıyla şer'i delillerdir.
3. Şer'î delillerdir,
dolayısıyla şer'î hükümlerdir.
4. Şer'î hükümler ve şer'î
delillerdir.
C— Fıkıh Usûlü'nün
Gayesi Ve Faydaları
Bu ilmin gayesi, şer'î
hükümlerin, şer'î delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir.
Burada ifade edelim ki, şer'î hükümlerin hakikatlerine bütün şartlarıyla vukuf
kesbetmek, ancak bu ilim sayesinde mümkün olabilir.
b-
Faydaları
Fıkıh Usûlü ilmi, Kur'ân ve
Sünnet'den hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek
faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1. Kişi bu ilimde mütehassıs
olunca, Kur'ân ve Sünnet'in aşağı-yukarı bütün lafızlarını öğrenmiş olur.
2. İnsan bu ilim sayesinde müctehidler tarafından hükümlerin ne
suretle çıkarıldığını, hangisinin rey ve ictihâdlannın diğerlerine üstün
bulunduğunu bilebilir. Dolayısıyla müctehidlerin, istinbât ve ictihâd etme
yollarını ve bunların Fıkıh'a ne kadar hizmetlerinin geçtiğini müşahade eder.
3. Fıkıh kitaplarında bulunan hükümlerin delilleri ve bu hükümlerin
hangilerinin Kur'ân ve Sünnet'den çıkarıldığı ve hangilerinin müctehidlerin
içtihâdlarına dayandığı, bu ilmin yardımıyla bilinebilir.
4. Cenâb-ı Hakk'ın dinî hükümleri koyarken gözettiği maksad ve
gayesinin ne olduğu (hikmet-i teşri') bu ilim vasıtasiyle Öğrenilebilir.
5. Bu ilimde ihtisas yapanların, hukukî, kanunî bilgileri artar ve
muhakeme kudretleri gelişir, hukuk nosyonları (hukuk melekesi) teşekkül eder,
Kur'ân ve Sünnet'den hata yapmadan hüküm çıkarabilirler.
A- Hz. Peygamber
Zamanında Fıkıh Usûlü
Hz. Peygamber (s.a.s.), dinî
hükümleri insanlara tebliğ ediyordu. Mekke devrindeki hükümler genellikle ahlâk
ve itikâd hususlarında idi. Bu devrede hukukî hükümler nadirdi. Hukuki
hükümler daha ziyade Medine devrinde teşri' edildi. Hz. Peygamber (s.a.s.)
devrinde Fıkh'ın kaynakları: Kur'ân, Sünnet ve ictihâd idi. Nebî (s.a.s.),
teşri' usullerini sahâbilerine tatbikatıyla öğretiyordu. Onlar dinî bir müşkil
karşısında nasıl hareket edeceklerini biliyorlardı. Şu halde Peygamber (s.a.s.)
fıkıhtaki tatbikatıyla teşri usûllerini tayin ve tesbit ediyordu. Bu bakımdan
teşri' usûllerinin fıkıhla birlikte doğduğunu söyleyebiliriz. Şurasını da
hatırlatalım ki, teşri' usûlleri tedvin edilmemişti, fakat hu usûller şifahen
biliniyor ve tatbik olunuyordu.
B- Sahabe Zamanında
Fıkıh Usulü
Sahabe zamanında hüküm
çıkarılırken bir takım kaideler vardı. Sahâbiler, müşkil durumlar karşısında bu
kaidelere tabi olarak hüküm çıkarıyorlardı. Hz. Ali içki içenin cezasını tesbit
ederken şöyle bir kıyas kullanmıştır: "însan içki içince hezeyanda
bulunur, hezeyanda bulununca iftira eder, dolayısıyla kazif cezası gerekir,
yani seksen değnek vurulması gerekir".Hz. Ali bu davranışıyla zerâyi'
metodunu kullanmış oluyordu.
Sahabe devrinde Fıkh'ın
kaynaklan: Kitâb, Sünnet, İcmâ ve içtihâd idi. Sahabe devrinde Fıkıh Usûlüne
ait ıstılahlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Sahabe, bir takım kaideler
muvacehesinde hüküm çıkarmış, fetva vermiş ve ictihâdlarda bulunmuşlardır. Bu
devirde de teşri' usûlleri şifahî olup tedvin olunmamıştır.
C- Tâbiün Zamanında
Fıkıh Usûlü
Tâbiün devrinde ehl-i rey ve
ehl-i hadîs mektepleri ortaya çıkmış, her mektep kendilerine has bir takım
teşri' prensipleri benimsemiştir. Hüküm istinbâtında her mektep kendi prensip
ve kaideleri muvacehisinde harekette bulunmuştur. Ehl-i hadîs, Kur'ân ve
Sünnet'e sımsıkı sarılırken, ehl-i rey, bulundukları muhit gereği Kıyas ve
İstihsân metodundan son derece faydalanmışlardır. Bu devrede de Fıkıh
kaynaklan: Kur'ân, Sünnet, İcmâ ve îctihâd idi ve teşri' usûlleri hâlâ şifahî
halde bulunuyordu ve tedvîn edilmişti.
D- Müctehid İmamlar
Zamanında Fıkıh Usûlü
Bu devrede Fıkıh Usûlü'nün haram,
vâcib, mubah, farz gibi ıstılahları ortaya çıktı. Her mezhep, kendisine ait
bir takım usûller benimsedi. O usûlleri uygulayarak hüküm çıkarıyordu. Bu devrede
her mezhebin kendisine ait fer'î kaynaklan vardı. Hanefîler, İstihsân kaynağım
kullanırken, Şâfiîler buna karşı çıkıyorlardı. Mâlîkîler, Istıslâh metoduna
önem veriyorlardı
3. FIKIH USÛLÜ
MESLEKLERİ VE ÖZELLİKLERİ:
Fıkıh Usûlü ilminin tedvininde,
A- Fukâha Metodu (Hanefî Metodu,)
B- Mütekellimîn Metodu (Şafiî Metodu),
C- Memzûc Metodu olmak üzere üç meslek tatbik edilmiştir
A-Fukahâ Mesleği Ve
Özellikleri
Bu usûlü tatbik eden fakîhler,
fıkhîmes'eleler hakkında usûl kaidelerinin tatbikatına önem vermişler, usûl
kaidelerini Fıkhın tatbikatından çıkarmışlardır.
B- Mütekellimîn
Mesleği Ve Özellikleri
Bu ilimde tatbik edilen
usullerden biri de mütekkellimîn (kelâmcılar) usûlüdür. Bu usûlü Mutezile ve
Şafiî mezheblerine mensup kelâm âlimleri uygulamışlardır. Bu mesleği uygulayan
âlimler, teşri' usûllerini aklî istidlale meylederek izah etmişler ve konulan
izah ederken pek fazla misal vermemişlerdir. Bu usûl, mantık ilminde tümden
cüze gelim metodudur. Genel kaidelerden olayların hükümleri çıkarılır.
C- Memzüc Meslek Ve
Özellikleri
Yukarıda isimlerini verdiğimiz
iki usûlü tatbik eden âlimlerden sonraki devirlerde yetişen hukukçular, bu iki
usûlün nitelik ve özelliklerini birleştirmek suretiyle eserler kaleme
almışlardır.
IV—
FIKIH USULÜ ESERLERİ
A- Fukahâ Mesleğine
Göre Yazılmış Eserlerin En Meşhurları
1- Kerhî (öl. 340),
Usûl,
2- Cassâs (öl. 370),
el-Fusûl fî'1-usûl,
3- Debûsî (öl. 430),
Takvîmul-edille,
4- Pezdevî (öl. 482), Usûl,
5- Serahsî, (öl. 483), Usûl,
6- SemerkandS (Öl. 533),
Mizânu'1-usûl fî netâici'1-ukûl,
7- Abdulaziz Buhârî (öl.
730), Keşfü'l-esrâr,
8- Nesefî( öl. 710),
Menânı'l-envâr,
9- İbn Melek (öl. 885), Şerh
Menâri'l-envâr.
B-Mütekellimîn
Mesleğine Göre Yazılmış Eserlerin En Meşhurları
1. Abdulcebbâr (öl; 415),
el-Umd,
2. Ebû'l-Hüseyn el-Basrî
(öl. 463), el-Mu'temed, 3.İmâmu'l-Harameyn el-Ceveynî (öl. 487), el-Burhân,
4. Gazalî (ÖL 505),
el-Mustasfâ,
5. Fahruddin er-Râzî (öl,
606), el-Mahsûl,
6. el-Âmidî (öl. 631),
el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm.
C- Memzûc
(Birleştirilmiş) Mesleğe Göre Yazılmış Eserlerin İn Meşhurları
1. İbnü's-Saâtî (öl. 694), Bedîu'n-nîzâm,
2. Sadrü'ş-Şerîa (öl. 747),
Tenkîhu'1-Usûl,
3. İbnü'l-Hümâm, (Öl. 861),
Tahrîr,
4. Molla Hüsrev (öl. 885),
Mir'ât,
5. Molla Fenârî, (öl. 834),
Fusûlü-bedâyi',
6. MuhibuHah b. Abdişşekür
(öl. i 119), Müsellemü's-sübût.
7. Tâcu's-Sübkî (öl. 771),
Cem'ül-cevâmi',
8. Şâtibî (öl. 780)
Muvafakat.
9. İbn Kayyım (öl. 751),
riâmu'l-muvakkiîn.
HADİS USULÜ
Hadis Kültürünün Temel
Noktaları
Vahiy genel kavramlar ve genel
ifadeler ortaya koyduğu için her zaman kolay anlaşılmaz. İşte Hz. Peygamberin anlaşılmayan
konuları genel hükümlere bağlamak için söylediği sözlere Hadis denir.
İşte bu noktadan hareket edersek
Hz.Peygamber (s.a.v) Kur’an-ı kerimin ilk ve en yetkili müfessiridir.
Hadis alimleri çoğu zaman hadis
ve sünneti aynı anlamda kullanmışlardır.
Sözlü Hadis
Fiili Hadis
Açık Takriri
Zımmi Takriri
Kudsi Hadis: Kur’an-ı
Kerimde olmamakla beraber Hz. Peygamberin “Allah(cc) şöyle buyurmaktadır” şeklinde
söylediği sözlerdir. Bu hadisler genellikle Allah(cc) büyüklüğü, ihsan ve
rahmetini anlatan hadislerdir.
Hadisin Yapısı:
Hadis yakından tetkik edildiği
zaman 2 ana kısımdan oluştuğu gözükür.
1-Sened: Biri
diğerinden olmak ve nakletmek suretiyle hadisi rivayet eden kişilerin
Rasulullah’a kadar sayıldığı kısımdır. Hadis rivayet edenlere ravi, bu işe
rivayet, rivayet ettikleri hadise de mervi denilmektedir.
Sened daha çok hadis uzmanları
için, hadisin sıhhatini öğrenmek açısından önemlidir.
2- Metn: Senedin
kendisinde son bulduğu son kısımdır.
Hadislerle İlgili Bazı
Terimler
Sahih Hadis: Resulullah
(s.a.v) ait olduğuna teknik açıdan herhangi bir şüphe ve tereddüt bulunmayan
hadis demektir.
Hasen Hadis: Adalet
cihetiyle sağlam olmakla beraber zabt yönünden bazı zaafları bulunan ravi yada
ravilerin bulunduğu senede sahip olan hadistir.
Zayıf Hadis: Hadis
ravileri, sahih ve hasen hadis ravilerinin vasıflarını taşımayan hadislerdir.
Mevzu hadis: Uydurulmuş ve
hadis diye ortaya atılmış sözdür.
HADİS İLMİ ve BAZI ÖZELLİKLERİ
A-Rivayetü’l Hadis İlmi:
Peygamberimizin sözlerini, fiillerini, takririlerini ve hallerini, bunların
rivayet ve zabt edilişini gösteren ilimdir. Bu ilim dalı hadis naklinde hatadan
uzak kalmak temeli üzerine yapılmış çalışmaları sergilemektedir:
B- Dirayetü’l Hadis İlmi:
Sened ve metn durumlarını anlamaya imkan veren kaideler ilmidir. Bu ilmin amacı
Peygamberimizin (s.a.v)hadislerini karıştırılmaktan, tedlisten ve iftiraya
uğramaktan korumaktır. Bu ilim sayesinde:
- İslam dininin tahrif ve
tebdilden korunması tam olarak sağlanmıştır.
- Tespit ettiği kaideler, hadis
rivayetinde gerekli titizliğin gösterilmesini sağlamıştır.
- Zihinleri hurafeden
arındırmakta büyük faydalı sağlamıştır.
Keşfedilen Medoloji:
İsnad Sistemi
İsnadı “ medar-ı ilmi hadis “ (hadis
ilminin üzerinde döndüğü temel ) diye tanımlamışlardır.
İsnadın hicri I.asrın ikinci
yarısında yavaş yavaş aranmaya başlanması sonucunda daha çok tabiilerce ve az
da olsa sahabilerce hadislerin tahkiki ve Resulullah dan duyandan duymak
maksadıyla “rıhle” denen ilim yolculukları başlatılmıştır.
İsnad sistemi kabul etmek gerekir
ki rivayet anarşisine karşı alınmış köklü ve bilimsel bir tedbirdir. Öyle bir
tedbirdir ki hiçbir uydurmacı ve yalancı yakasını kurtaramamış mutlaka açığa
çıkmıştır.
E - İslami İlimler ve Hadis
İlmi
HADİS İLİMLERİ
Hadis İlmi içinde mevcut bilgi
alanlarından, müstakil araştırmalara mevzu teşkil edecek muhtevada olanlarının
bir kaçını kısaca tanıtmakta - konu bütünlüğü açısından-fayda görmekteyiz.
A. Cerh ve Tadil İlmi
Bu ilim dalında hadis ravilerinin
kusurları ve meziyetleri özel terimlerle incelenir.
B. Hadis
Hadis Ravileri İlmi. Bu ilim
ravilerin hadis rivayeti bakımından tanıtımını yapar
C. Hadislerin Vürud Sebepleri
İlmi
Bu ilim hadislerin vürud
sebeplerini yani niçin neden dolayı söylenmiş olduklarını tespit etmeye
çalışır. Nüzul sebeplerini bilmek Kur’an ayetlerini anlamak bakımından ne kadar
lüzumlu ise, vürud sebeplerini bilmekte hadisleri doğru anlamak ve
değerlendirmek bakımından o kadar lüzumlu ve önemlidir.
D-Garibu’l Hadis ilmi
Bu ilim, hadis metinlerinde
geçen, az kullanıldığından dolayı anlaşılması zor kelimelerin açıklanmasından
bahseder. Bu, bir çeşit hadis lügat niteliğindedir. Hadislerin kapalı kalan
açıklanmasını sağlar.
E -İlelu’l Hadis İlmi
sahih denebilecek herbir hadisin
sıhhatini zedeleyen ve ancak konunun mütehassısları tarafından anlaşılabilecek
gizli kusurlardan bahseden bir daldır.
Bu gizli kusur hadisin senedinde,
metninde veya her ikisinde birden olabilir.
F-Muhtelifu’l Hadis İlmi
Bu Hadisler arasında görülen mana
ihtilaflarını inceleyen bir ilim dalıdır. İhtilafların bir kısmı
bağdaştırılabilir cinsten bir kısmıda bağdaştırılamaz cinstendir. Hadis
ilimlerinin en çetrefili olduğu kabul edilen bu branşın her İslam bilgini
tarafından bilinmesinin gereğine de ayrıca işaret edilmiştir.
Başlangıçtan Günümüze Kadar
Hadis İlmini Geçirdiği Devreler
I - Edebiyat ve Eleman Olarak
Hadis ilimleri tedrici bir
gelişme göstermiştir. Bu gelişmeyi belli dönemler içinde şöyle sıralayabiliriz.
A-Doğuş Dönemi
Bu dönem hicrin 1. Asrın sonuna
kadar uzanan sahabe asrıdır. Bu devirde hadis çalışmalarını anlayabilmek için
önce sahabeyi tanımak gerekir
Hadisin yazıya geçirilmesi
meselesi Bilginin korunması ve gelecek nesillere nakledilmesinin önemli
vesilelerindendir. Peygamberimiz ilk önce hadislerim yazılmasına izin vermemiş,
sünnetin ezberlenemeyecek kadar çoğaldığını görünce yazılmasına müsaade
etmiştir. Hem izin hem de yasağın gerekçesi olabilecek bir sebebe ihtiyaç
vardır. Bu sebep ; Kur’an dan başka bir şeyin öğrenimine düşkünlük
gösterilmesi ve bu yüzden Kur’an’ın terk edilmesi endişesidir
Açıkça ortaya çıkmıştır ki ilk
asırda hadislerin yazılmasının hoş karşılanmaması Allah’ın kitabına bir başka
şeyi eş tutmamak ya da bir başka şey dolayısıyla Kur’an’la Meşgul kalmaktan
uzak kalmamak içindir.
B - Tekamül Dönemi
Bu devre 2. Asrın başından 3.
Asrın evveline kadardır. Hadis ilmileri bu devrede tekâmül etti. En önemlileri
şunlardır:
-İnsanlarda hıfz melekesi zaafa
uğradı.
-Senedler uzadı ve zamanın
uzaması ve hadis ravilerinin çoğalması sebebiyle tarihler artı.
-Siyasi bakımdan Şii, revafız,
havric itikadi bakımdan da mutezile, cebriye doğru yoldan sapmış .
Bu olumsuz gelişmeler karşısında
İslam alimleri gayrete geldi ve muhtemel her zararın önüne geçebilecek
tedbirler aldılar
-Resmi Tedvin: Ömer bin
Abdulaziz eyaletlere hadis olarak ne biliyorlarsa yazmalarını ve zayi olmaması
için bir araya toplamalarını emretti.
-Cerh ve tadil: Hususunda
âlimler daha geniş çalışmalar yaptılar.
-Ehli hadis olarak tanınmayan
kişilerden hadis kabulünü durdular.
-Gizli illetlerini açığa çıkarmak
için hadisleri inceden inceye araştırdılar. Her yeni şekil için yeni bir tarif
ve hükmünü açıklayan bir tarif ortaya çıkardılar.
C-Hadis İlimlerinim Ayrı
Ayrı Telif ve tedvin dönemi
Hicri 3. Asırdan 4. Asrın
yarısına kadar sürer. Bu devre tasnif asrıdır, hadis edebiyatının altın
çağıdır. Çünkü bu asırda sünnet ve sünnetle ilgili ilimler tam anlamıyla tedil
ve tasnif edilmiş, hadis kitaplarının en değerlileri Kütübü Sitteler bu devrede
telif edilmişlerdir.
D - Bereketlenme Dönemi
İşte bu devirde hadis
ilimlerini içine alan eseler telif edilmiş ve hadis ilimleri konusunda tedvin
faaliyetleri iyice gelişmiştir.
E-Olgunlaşma Dönemi
Bu devre 7. Asırdan 10. Asra
kadar devam eder. Bu dönemde hadis ilimlerine ait eserler tam kemaline
ulaşmıştır. Bu ilmin bütün nevilerini içine alan eserler ortaya konmuştur. Buna
ibarelerin tehzibi ve meselelerin dikkatle yazılması da ilave edilmiştir.
F-Duraklama Dönemi
Bu dönem 10. Asırdan 14. Asra kadar sürer. Bu dönemde ilmi meseleler üzerinde çalışma tasnif ve yenilikler getirilmemiştir. Nazım ve nesir olarak hadis ilimlerinde özet çalışmalar çoğalmıştır. Bu dönem âlimlerini, konuların derinliklerine girmeksizin önceki müelliflerin sözleri üzerinde lafzi münakaşalar meşgul etmiştir
FIKIH TARİHİ/USULU
Fıkıh Kelime
anlamı olarak söylenen sözden söyleyenin gaye ve maksadını anlamaya
denmiştir.Rey ,ictihad gibi anlamlara da geldiği olmuştur.
Fıkıh usulunün
konusu şer'i hükümlerin kendilerinden çıkarılması açısından sem'i
delillerdir.Fıkhın konusu ise helal haram sahih ve fasitlik yönünden
mükelleflerin fiilleridir.
Fıkıh usulu
Şakir Hanbeliye göre yasamanın ruhudur.Kadı ve müftülerin ölçütüdür.Bu ilim
İslam hukukunun kaynaklarını ve delillerinden hüküm çıkarma yollarını bilmek
isteyen aydın kesim içinde vazgeçilmezdir.
Fıkıh usulu
Kurallarını Kuran Sünnet dil ve mantık kaideleri ve kelam ilminden elde
etmiştir.
Yazara göre
fıkıh usulu ilmi bağımsız bir ilimdir.Fakat Arap dili mantık gibi çeşitli ilimlerden
faydalanır.Bu ilimlerden faydalanması onun bağımsız olmadığını göstermez.
Fıkıh usulune
duyulan ihtiyaç İslamın yayılması ile ortaya çıkmıştır.Çünkü İslamın ilk
döneminde insanlar Arapçaya vakıftılar ve doğru bilgiye birinci elden
ulaşabiliyorlardı.İslam yayıldıkça bu imkan ortadan kalktı.Bu yüzden fıkıh
usulune ihtiyaç artmıştır.
Fıkıh usulu
ile ilgili eserlerden bazıları:
*Şatibi
el-Muvafakat
* İmam Şafii
er-Risale
*Abdulvahhab
Hallaf İlmi Usulul Fıkıh
TEFSİR USULU/TARİHİ
Tefsir Tarihi
denince ilk akla gelen Kur'an tarihi olmalıdır.Kur'an Hz.Peygambere vahy
yoluyla nazil olan onun peygamberliğinin delili İslam dininin en büyük
mucizesidir.
Kur’an’ın
isimlerinden bazıları şunlardır:
*El-kitap,
*umul kitap
*el-furkan
*el-mesani
Kuranı Kerim
Hz Muhammed döneminde yazıya geçirilememiştir.(Mushaf haline gelmemiş,çeşitli
nesnelerin üzerine yazılmıştır).Hz Muhammed’den sonraki dönemde Mushaf haline
getirilmiştir.Hz Osman döneminde ise çoğaltılmış gerekli görülen yerlere
gönderilmiştir.Bu noktada kıraat farklılıkları meydana gelmiştir.
İslamın farklı
coğrafyalara yayılması sonucu harekesiz Kur’an metnini okumada insanlar
zorlandı.Bu yüzden Ebul Esved ed Düeli tarafından Kur’anı Kerim
harekelenmiştir.
ULUMUL KUR’AN
SEBEbİ
NUZUL:Ayetlerin iniş sebeplerini açıklayan ilim dalı.Kuranın anlaşılmasında
önemlidir.
MUHKEM/MÜTEŞABİH:Muhkem
hükmün açık olmasını,müteşabih ise bir belirsizliğin olmasını ifade eder.Konu
Ali İmran suresinin 7.ayetinde ele alınır.
GARİBUL KUR’AN:Kuranı
Kerimdeki yabancı kelimeleri ifade eder.
İCAZUL KUR’AN:Kur’anı
Kerimin mucize oluşu ile ilgilenen ilimdir.
AKSAMUL KUR’AN:Kuranı
Kerimdeki yeminlerle ilgilenen ilimdir.
EMSALUL
KURAN:Kurandaki kıssaları ele alan ilimdir.
Bunların
dışında vucuh nezair,fedaiulul Kur’an,Halkuk Kuran gibi konularda mevcuttur.
Tefsir tarihi
incelendiğinde ise Kuranın farklı yorumlandığı görülmektedir.Bu bağlamda
rivayet tefsiri,dirayet tefsiri gibi tefsir ilminde ayrılmalar olmuştur.İnsan
faktörünün devreye girmesi yorum zenginliğine neden olmuştur.
HADİS
TARİHİ/USULU
Hadis Hz
Muhammed’in söz fiil ve takrirleridir.Hz Muhammed döneminde bir dönem hadis yazımını yasaklamıştır.Bunun sebebi
yazının çok gelişmiş olmamasıdır.Zaten yazı yazmayı bilenlere Hz. Muhammed izin
vermiştir.Birde yazılan hadislerin Kur’anla karışma tehlikesi vardı.Amaç Kur’anı
muhafaza etmek olmuştur.
Daha sonra
İslam beldeleri genişlemiş hadisler yayılmış bunun sonucunda da hadis uydurma
hareketleri başlamıştır.İnsanlar gerek siyasi gerek dini gerek ticari
sebeplerle hadis uydurmuşlar.Hadis uydurma faaliyeti neticesinde cerh ve tadil
hareketi başlamış hangi hadisin güvenilir hangisinin güvenilir olmadığı ile
ilgili ilgilenen bir ilim dalı ortaya çıkmıştır.
H.1. asrın
sonunda ise hadisler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmış.Ve hadis ilmi bir
düzen kazanmıştır.Tasnif döneminde kütübü sitte olarak bildiğimiz hadis ilminde
ön plana çıkmış altı hadis kitabı meydana gelmiştir.
Daha sonraki
dönemlerde hadisleri değerlendirmek adına hadislere isimler verilmiş.Örneğin
ahad haber,mütevatir haber munkatı’ hadis gibi isimler verilmiştir.Bunlar hadis
ilminden hüküm çıkarmada önem arz etmiştir.
DEĞERLENDİRME
Hadis tefsir
ve fıkıh ile ilgili usul yada tarih eserlerine baktığımızda hepsinin farklı bir
disiplin olduğu fakat aynı amaca hizmet ettiği birbirinden bağımsız olmadığı
görülmektedir.Bu ilimler Kur’anın iyi anlaşılması,dinin iyi anlaşılması için 14
asırlık İslam geleneğinde önemli rol oynamışlardır.Kur’anı anlamada bu ilimler çalışana
önemli bir yöntem sunmaktadır.
Esra Erdoğan 15912733 Yüksek Lisans
|
TEFSİR |
HADİS |
FIKIH |
TANIMI |
Tefsir ilmi, Kuranı
Kerimde Allahın murat ettiği manayı anlama çabası olarak tanımlanabilir |
Hadis ilmi, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve selemin söz, fiil ve takririni el alan bir ilimdir. |
Fıkıh ilmi, İnsanın
kendi leyhinde veya aleyhinde olanı bilmesidir. |
ELE ALDIĞI KONULAR |
Kuranın bizatihi kendisi, Hz Peygamberin Kuran üzerine yapmış olduğu
rivayetler, Esbab-ı Nüzul, Nasih ve Mensuh, Vücuh ve Nezair,
Muhkem-Müteşabih.. vb. |
Hadis İlmi’nin
konusu, Hz. Peygamber ile ilgili rivayetleri sened ve metin yönüyle inceler,
hadisleri değişik biçimleriyle değerlendirir ve bu değerlendirmenin usul ve
kaidelerini belirler. |
Fıkıh ilminin konusu,
insanın hayatının her alanındaki konular: evlilk, boşanma, evlilik,
ibadetler, cezalar, ticari ilişkiler vb. |
HEDEF |
Kuranı, yanlış anlamalardan arındırarak en doğru şekilde anlaşılmasına
yardımcı olmaktır. |
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet edilen sözler ile diğer sözleri
birbirinden ayırmak ve bunlardan hangilerinin sahih olup olmadığını ortaya
koymaktır. |
İnsanın
yaratıcısına, kendine ve diğer insanlara karşı hak ve sorumluluklarını
öğretir. Adaletli, huzurlu ve istikrarlı bir toplum oluşmasına katkı
sağlar.Hayatı kolaylaştırıcı kuralları öğrenmemizi sağlar. |
METODU |
Rivayet tefsir
metodunda ayetler, Kur’an, Hz Peygamber’in hadisleri, sahabe ve tabiin
kavilleri ile tefsir edilmektedir. |
-Rivayetu’l Hadis
ilmi, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin söz, fiil ve takrirleriyle
ilgili rivayetlerin belirlenmesini ve sonraki nesillere aktarılmasını konu
edinir. |
Kuranı Kerimin
ayetlerindeki emir, nehiy, ya da tavsiye babındaki ayetleri, hadisler
ışığında ele alır ve bunlardan hükümler koymaya çalışır. Bunun yanında İcma,
Kıyas,İstihsân, Maslahât-ı Mürsele, Örf ve Âdet, Seddu-z-Zerâî, İstishâb,
Sahabî Kavli, gibi yöntemler kullanır |
|
TEFSİR |
HADİS |
FIKIH |
TANIMI |
Tefsir ilmi, Kuranı
Kerimde Allahın murat ettiği manayı anlama çabası olarak tanımlanabilir |
Hadis ilmi, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve selemin söz, fiil ve takririni el alan bir ilimdir. |
Fıkıh ilmi, İnsanın
kendi leyhinde veya aleyhinde olanı bilmesidir. |
ELE ALDIĞI KONULAR |
Kuranın bizatihi kendisi, Hz Peygamberin Kuran üzerine yapmış olduğu
rivayetler, Esbab-ı Nüzul, Nasih ve Mensuh, Vücuh ve Nezair,
Muhkem-Müteşabih.. vb. |
Hadis İlmi’nin
konusu, Hz. Peygamber ile ilgili rivayetleri sened ve metin yönüyle inceler,
hadisleri değişik biçimleriyle değerlendirir ve bu değerlendirmenin usul ve
kaidelerini belirler. |
Fıkıh ilminin konusu,
insanın hayatının her alanındaki konular: evlilk, boşanma, evlilik,
ibadetler, cezalar, ticari ilişkiler vb. |
HEDEF |
Kuranı, yanlış anlamalardan arındırarak en doğru şekilde anlaşılmasına
yardımcı olmaktır. |
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet edilen sözler ile diğer sözleri
birbirinden ayırmak ve bunlardan hangilerinin sahih olup olmadığını ortaya
koymaktır. |
İnsanın
yaratıcısına, kendine ve diğer insanlara karşı hak ve sorumluluklarını
öğretir. Adaletli, huzurlu ve istikrarlı bir toplum oluşmasına katkı
sağlar.Hayatı kolaylaştırıcı kuralları öğrenmemizi sağlar. |
METODU |
Rivayet tefsir
metodunda ayetler, Kur’an, Hz Peygamber’in hadisleri, sahabe ve tabiin
kavilleri ile tefsir edilmektedir. |
-Rivayetu’l Hadis
ilmi, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin söz, fiil ve takrirleriyle
ilgili rivayetlerin belirlenmesini ve sonraki nesillere aktarılmasını konu
edinir. |
Kuranı Kerimin
ayetlerindeki emir, nehiy, ya da tavsiye babındaki ayetleri, hadisler
ışığında ele alır ve bunlardan hükümler koymaya çalışır. Bunun yanında İcma,
Kıyas,İstihsân, Maslahât-ı Mürsele, Örf ve Âdet, Seddu-z-Zerâî, İstishâb,
Sahabî Kavli, gibi yöntemler kullanır |
USUL MÜTAALASI
TEFSİR
1.
Terifi
Tefsir kelimesi “fesere” veya
taklib tarikiyle “sefere” köklerinden gelmektedir. Emin el-Hûlî’ye göre,
fesere ve sefere her ikisi de keşif manasina dır. “sefere” kelimesinden zâhiri
maddî bir keşif, “fesere” kelimesinde ise mânevi bir keşif görürüz. Tefsir
kelimesi eski felsefi ve ilmî eselerin açıklanışı ve izahı olarak ta
kullanılır. İstilah olarakata, müşkül ve garib lafızlardan murad edilen şeyi
keşfetmektir.
2.
Gayesi
Mukaddes Kitabımız Kur’ânı Kerimin
anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin, bidayetten bugüne kadar geçirdiği
tekâmül ve değişikleri bilmektir.
3.
Yöntem
Tefsir, rivayete ve dirayete dayalı
olarak yazılmaktadır. Çalışma alanı her iki yöntemde de aynıdır. Kaynaklar da aynıdır. İki yöntemi
birbirinden ayıran nokta, kaynaklara olan yaklaşımlardır. Rivayet tefsirinde
kaynaklara yaklaşımı, kaynağın sıhhatine yönelik inceleme yapar ve küvvetli
görüşü tercih ederek benimser. Dirayet tefsirinde ise kaynaklara yaklaşımı,
tefsir tarihine bakar, yöntemleri inceler, beğendiği bir yöntem bulursa onu
benimser. Özellikle içerikleri açısından kaynakları değerlendirir, her birisini
nasıl kullanacağını karar verir.
4.
Yararlandığı İlimleri
Çağdaş dönemde Kur’an ifade etmek ve
aktüel manası anlamak için yeni bir perspektif kullanmalıdır der. Kur’an tefsir
etmek için uygulanan bilimsel nazarini açıklamaktadır. Kur’an’ın aktüel kıymeti
ve yorumlanmasıyla ilgili bu ihtiyaçlara, Kur’an öncesi ve Kur’an sonrası tarih
hakkında ciddi, ilmi esaslara dayalı bir bilgilenme ve günümüzdeki insalığın
geldiği noktanın, ilmi ve fikri cehdelerle iyi anlaşılmasıyla cevap
verilebilir. Su halde Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması işinde, günümüzde,
insanlığın yaşadığı ilmi, teknolojik, siyasi, sosyal, ekonomik, akhlaki, ve
dini vs. tecrübeleri, mutlaka ciddi araştırmalarla öğrenmek ve bu konuda
sağlıklı tahliller yapmak bir zorunluluktur.
HADİS
1.
Tarifi
Hadis, söz, fiil, yaratılış veya huyla
ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamer’e nisbet edilen her şeydir.
2.
Gayesi
Zira Hz. Peygamber’in hadislerindeki
asıl amaç Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek, gizli kalan noktaları açığa çıkarmak,
Yüce Allah’ın emir ve hükümlerindeki maksadını açıklamaktır.
3.
Yöntemi
Hadisin aslına uygun bir şekilde aktarılmasını
temin amacıyla kullnılan metotlar ile bununla ilgili olarak mânen ve lafzen
rivayet konuları incelemektir. Başka bir ifadeyle hadislerin nasıl naledildiği
(rivayetin keyfiyeti) ile Hz. Peygamber’den işitildiği lafızla veya aynı anlama
gelen farklı lafızla nakledilmesi (rivâyetin sifatı) konuları ele alınmaktadır.
Sahâbe, bilgilerini bizzat Hz.
Peygmber’den işiterek, onu görerek veya diğer sahâbîlerinden duyarak
öğrenmekteydi. Onlar öğrendiklerini genellikle hıfz yoluyla muhafaza ediyor ve
bunu pekiştirmek amacıyla da bazen müzakere ediyorlardı. Ancak birinci asırda
unuttukları zaman hatırlamak amacıyla hadisleri yazan sahâbe ve tabiîler de
bulunmaktaydı.
FIKIH
1.
Fıkıh Usulünün Tarifi
Fıkıh Usulü fıkhın delileri demektir.
Bu deliller müctehidin dine ait amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarmak
için kullandığı kaidelerdir.
Dini hükümlerin kaynakları kitap,
Sünet, İcmâ ve Kıyas’tır, dediğimiz zaman, “Emir vücub içindir, nehiy tahrim
içindir..” dediğimiz zaman icmâlî ve küllî bir delil ifade etmiş oluruz. İşte
usulcünü araştıracağı deliller bunlardır. Tafsîli deliller ise fıkıhçının
konusudur.
2.
Fıkıh Usulünün Konusu
-
İstinbat aracı olması açısından şer’i deliller
-
İstinbatın bir sonucu olması ve delile
dayanması açısından şer’î hükümler.
3.
Fıkıh Usulünün Gayesi
Fıkıh usulü ilminin asıl hedefi,
müctehidin amelî-şer’î hükümleri tafsili delillerinden çıkarırken kulanacağı
usul kaidelerini koymaktır. Bu yüzden Müctehid
bu usul kaideleri yardımı ile açık ve kapalı şer’i delilleri anlayabilir,
gösterdikleri hükümleri ortaya koyabilir veyeni olayların hükümlerini
verebimekiçin kıyas, istıshab, gibi kaynakları kullanabilir.
4.
Yararlandığı İlimleri
Fıkıh usûlü âlimlerimiz, tek bir
ilmden yararlanmış değil, Tefsir, Hadis ve Kelam ilimlerinden de
yararlanmışlardır. Usul âlimleri aynı zamanda iki asıl kaynak olan Kur’an ve
Sünnet’in dili olan Arapça’nın kurallarından da çok istifade etmişlerdir. Dil
yardımıyla dinin hedefi anlayabiliriz.
DEĞERLENDİRME
İLİMLER |
TEFSİR
USULÜ |
HADİS
USULÜ |
FIKIH
USULÜ |
TARİF |
Tefsir, müşkül ve garib lafızlardan
murad edilen şeyi keşfetmektir.
|
Rasûlullah (s.a.)’a nisbet edilen
bir söze veya fiile yahut bir takrire hadîs demektir.
|
Fıkıh Usulü fıkhın delileri
demektir. Fıkıh ise, tafsîli delillerden çıkarılan amelî-şer’î hükümleri
bilmektir. |
KONULARI |
Nüzûl Sebebleri, Mekki ve Medeni
Ayetler, Nâsih ve Mansuh, Muhkem ve
Müteşabih, Hakikat ve Mecaz, el-Vücû ve’n-Nezâir
|
Esbâbu Vurûdil-Hadîs, Rivâyetu’l-Hadîs ve Dirâyetu’l- Hadîs
İlimleri, Cerh ve Ta’dil, İlelü’l- Hadîs, Garîbül- Hadîs, Muhtelifü’l- Hadîs,
, Nâsih ve Mansuh
|
Şer’i Deliller, Fer’i Deliller,
Hüküm ve Ceşitleri, Hükmün Kunusu ve Hükmün Muhatabı |
GAYESİ |
Tefsir amaçı, Kur’ân’ı Kerim’in
ayetlerini açıklamayı ve onların doğru anlaşılmasıdır.
|
Hadis usulünün amacı, bir haberin
Hz. Peygambere ait olup olmadığının tespit edilmesidir.
|
Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah’ın
hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler. |
YÖNTEMİ |
Tefsir, rivayete ve dirayete dayalı
olarak yazılmaktadır. Rivayet tefsirinde kaynaklara yaklaşımı, kaynağın
sıhhatine yönelik inceleme yapar ve Küvvetli görüşü tercih ederek benimser.
Dirayet tefsirinde ise kaynaklara yaklaşımı, tefsir tarihine bakar, yöntemleri
inceler ve içerikleri açısından
kaynakları değerlendirir.
|
Rivayetin keyfiyeti tabiriyle,
sahâbeden itibaren hadîslerin nasıl alınıp nakledildiği başka bir ifadeyle
“tahammülü’l-edâ” kadtedilmektedir. Tahammül, hadîsi almak ve
öğrenmek, edâ ise hadîsi nakletmek ve öğretmek anlamına gelmektir. |
Fıkıhçı, İslam hukukunda hüküm
çıakarmak için aslî ve fer’î deliller değerlendirmelidir. Aslî delil, birinci
derecede temel olan delil demektir. Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs, icmâ ve
kıyastır. Fer’î delil ise, ikinci derecede olan delil demektir. Bunlar da
istihsan, mesâlih-i mürsele, örf, adet, sedd-i zerâi’, istishab, sahabî kavli
ve şer’u men kablenâdır.
|
Yedi
Harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) Üzerinde Usûl ve Bilginin Bütünlüğü Meselesi |
Nöldeke’ye göre yedi harf evvela
zannedildiği gibi arap lehçeleri demek olmayıp, kıraat (okuma) tarzı
demektir. Diğerlere göre mademki harf kelimesinin bir manasının da, lüğat ve
lehçe olduğunu söyledik. O halde yedi harf, lafzı ve maddesi muhtelif yedi
dil olabilir. |
Kur’ân, tevâtür rivayet ile
nakledilmelidir. onun bu tevâtür özelliğinden dolayı şaz kırâatlar, kudsi
hadisler gibi mütevatir olmayanlar kur’ân’dan sayılmaz. Şaz kiraatlar, âhâd haberler
şeklinde bize nakledilen kıraatlardır. Meselâ: Übey ibn Ka’b kıraatinde
orucun kazası ile ilgili ayetteki (متتابعات)
kelimesi ile İbn-i Mes’ud kıraatinde yemin kefareti ile ilgili ayetteki (متتابعات)
kelimesi şazdır, mütevâtir kıraatlarda yoktur. Bu yüzden kur’ân’dan sayılmaz.
|
Kıraatlerdeki ihtilafların her biri
hükümleri açıklamada faydalıdır. Mesela: Allah Te’âla’nın dediği gibi
yemin kefareti konusunda: “فكفارته إطعام عشرة مساكين من أوسط ما تطعمون من أهليكم أو كسوتهم
أو تحرير رقبة (المائدة: 89) ”. Başka bir kıraat’te şöle geçiyor: “أو تحرير رقبة مؤمنة”,
“مؤمنة”
lafzı vardır. Nitekim, kefaret yemininde imanın şartlarında açıklandığı gibi
köle azat etmek gerekir. Buna göre, Kıraat konusundaki farklı
görüşler, hükmün belirlenesinde etkilidir. |
SONUÇ |
Tefsir,
usul ve tarih olarak hadis ve fıkıh ile birbirlerine bağlanır. Bunlar bir
amaç için bilginin bütünlüğünü oluşturur. Hz. Muhammed, bir peygamber olarak
bize Kur’anı sunnet ile izah etmiştir. Bu halde, sunnet bir hüccet ve teşri’in
kaynağı olduğunu görüyoruz. Sehabe devrinden itibaren teşri’in
kaynağı, tertip üzere (önce Kur’an’a, sonra sunnet’e, sonra ictihad’a)
müracaat ittifak etmektedir. Ahkam, kur’an nassları ve Hz. Peygamberin
sunnetlerine dayanarak tespit edilmektedir. Bunlarında bir konu ahkam
bulmazsak ahkam tespit etmek için ictihad yapılmalıdır. Bu durumda islam
teşri’i halkların masalihlerine karşıt olmamalıdır. O yüzden, Fıkıhda ahkam
teşri’inin halkın masalihini gerçekleştirmek gayesine matuf bulmaktadır.
|
Yüksek Lisans 2015/2016 BAHAR DÖNEMİ
Konu: TARİH/USÛL MÜTALAASI
A-GİRİŞ
Hadis, fıkıh ve tefsir ilimlerinin tekevvün ve teşekkül (oluşum - gelişim) süreçlerinde birbirlerini etkilediklerini söylemek, durumun izahatında kifayetsiz kalacaktır. Bir ağaç gibi bu ilimlerin hepsinin başlangıçta yekvücut olduğunu, daha sonra birbirinden ayrışarak branşlara/ dallara ayrıldığını ve tarihin akışında aynı kaynaklardan- kök ve gövdeden- Kur’an ve sünnetten beslenmeye devam etiğini söylemek sanırız yanlış olmaz.
Usûl kelimesinin anlamlarını şöyle özetleyebiliriz;
-Asl kelimesinin çoğuludur.
-Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca
kaide ve delil anlamları da vardır.
-Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
-Usûl herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlar
Tefsir usulü bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.
Fıkıh usulü müçtehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.
Hadis usulü rivayet olarak gelen hadislerin metin ve senedin inceleme kaideleri ve yöntemlerinin bütünüdür.
Bu ilim dalları arasında tabiîn döneminden sonra ayrışmanın başlamasında; alimlerin kabiliyet ve yönelimlerinin, siyasi, ekonomik ve toplumsal olayların, kültürel ve coğrafi unsurların etkin olduğunu belirtmek gerekir. İlim dallarının ayrışmaya başlaması neticesinde, doğal olarak bu ilimlere yönelik araştırma ilke ve metotlarıyla ilgili düşünceler de ortaya çıkmaya başlamıştır.
Usul yöntemleri geliştirilirken; ilim dallarında eser vermiş alimlerin eserleri incelenerek, ya kendi ifadeleri ile veya zımni olarak alimlerin tefsir fıkıh ve hadis eserlerindeki yöntemleri tespit edilmeye çalışılmış, bu ilkeleri evrensel hale getirme gayreti ile standartlar oluşturulmaya çalışılmıştır.
İlimlerin gelişim tarihleri ile usullerinin olgunlaşma süreçleri birbirinden ayrılacak durumda değildir. Zaten ilm-i usüller ana ilimlerin tarih içindeki gelişimlerini gözlemleyerek ilkelerini oluşturmuşlardır. Bu durumda ikisini birbirinden ayırmak mümkün olmamaktadır.
Temel ilimlerin usullerinin tarihsel gelişimini farklı açılardan bakarak birkaç kategorilerde incelemek mümkündür:
*Kronolojik açıdan: Hicri birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü asırlar ve sonrası,
* Tekevvün süreci açısından: Oluşum, gelişim, açılım, daralma, dönüşüm dönemi,
*Coğrafi bölge olarak: Arabistan, Suriye, Horasan, Mısır, Endülüs, Hint, Irak, İran, Anadolu ve Batı,
*Siyasi olarak: Hz. Peygamber dönemi, dört halife, Emevîler, Abbasiler, Fatımiler, Karahanlılar, Gazneliler, Memlûklüler, Selçuklular ve Osmanlılar olarak,
*İlim tedris yöntemi olarak: Hıfz, kitabet, tedvin ve tasnif dönemi olarak,
*Ferdi dönemler olarak: Hz. Peygamber dönemi, Sahabeler, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn ve sonraki dönem,
* Metodolojik açıdan: Oluşum, gelişim, sistemleşme, duraklama ve taklit dönemi gibi bir çok açıdan inceleyebiliriz.
Ayrıca bu bilimleri bakış açılarına göre ayrı ayrı ele alabileceğimiz gibi bir bütün içinde ve karşılıklı etkileşimleri bakımından da inceleyebiliriz. Ancak bu dönemleri birbirinden ayırmanın çok güç olduğunu ve bunların iç içe olduğunu, kesin sınırlar ile ayrılamayacağını da belirtmeliyiz.
Meselâ bir tefsire bir yandan mezhebi (meselâ Şiî) denirken öte yandan dirâyet tefsiri demek mümkündür. Sosyal tefsir kategorisi içinde yer alan bir tefsirin hem dirâyet hem rivayet yöntemlerini birlikte kullanması da mümkündür. Esasen konuya eleştirel biçimde bakıldığında tefsiri bölümlemenin teorik anlamda bazı sakıncaları olduğu görülür. Zira Kur’an bir gaye için gelmiştir, asıl gayesine göre anlaşılmalı ve o yolda tefsir edilmeye çalışılmalıdır.
Aksi takdirde tercih edilecek tefsir yöntemlerinin Kur’an’ın bu yönünü gölgede bırakması, onun amacı dışında bir sonuca ulaşılması söz konusu olabilir. Kur’an tefsirindeki en önemli prensip Kur’an’a ön yargısız yaklaşılması ve onun götürdüğü istikametin takip edilmesidir.
Kur’an ve İslami ilimlerle iştigal edenlerin kültürel mirastan faydalanırken şu hususu göz önünde bulundurmalarının önemli olduğunu düşünüyoruz;“Âlimlerin düşüncelerinin ve eserlerinin kategorizasyonu, bizim onlara verdiğimiz anlam ve çıkarımların sonucudur. Oysa âlimler, insanlığa söyleyecek sözü olan ve bunu bir görev addeden, belirli bir fikri olgunluğa ulaşmış zatlardır. Bu emeğe saygı duymak ve mahir bir sarraf edasıyla bıraktığı terekelerde gizli olan mücevheratı bulup çıkarmaya çalışmak her ilim talibinin minhâcı olmalıdır”
Konumuzun söz konusu ilimlerin usullerinin tarihsel gelişimlerinin mukayesesini içermesi hasebiyle, her bir ilim dalını kendi içerisinde ve tarihi süreç içerisinde değerlendireceğiz.
B-TEFSİR VE USULÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ
Sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsir“açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu için fesr ve aynı anlamda tefsirekelimeleri kullanılırsa da tefsir yaygınlık kazanmıştır. Tefsir kelimesinin maklûb olduğu ve fesr ile benzer anlamlar taşıyan sefr kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Sefr kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın ortaya çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki perdenin kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir. İnsanın iç yüzünü, tabiatını ortaya çıkaran “sefer” de bu kökten gelmektedir.
Tefsiri çeşitli tanımları bir araya getirerek şöylece tarif etmek mümkündür: “Sarf, nahiv ve belâgat gibi dil bilimlerinden; esbâb-ı nüzûl, nâsih mensuh, muhkem-müteşâbih gibi Kur’an ilimlerinden; hadis ve tarih gibi rivayet ilimlerinden; mantık ve fıkıh usulü gibi yöntem bilimlerinden yararlanılarak Kur’an’ın mânalarının açıklanmasını ve ondan hüküm çıkarılmasını öğreten ilim”
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmış onlardan da tüm ümmete ve insanlığa mal olmuştur.
Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür.Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir.
Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır . Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır.
Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları görülmektedir. Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir. Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap şiirinden ve nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların halli için Arap tarihinden faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze çarpan en önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin (İsrâiliyat) kullanılmaya başlanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin yorumu için yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in Ehl-i kitap’tan gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması. Kur’an ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen bu rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde telif edilen tefsirlerde önemli bir yer işgal etmiştir .
İlk tam Kur’an tefsirini kaleme alan Mukatil b. Süleyman’ın eseri ikinci ve üçüncü nesildeki bu değişimi açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan İslâm toplumunda İsrâiliyat’ın sakıncalı görülmeyen kısmını kabullenme eğilimi tefsirin genişlemesini sağlayan önemli unsurlardan biri olmuştur.
İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b.Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek olanlar da vardır.
Tefsirde bir diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi âlimler mevcuttur.
İlk Müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür.
Onun takipçileri arasında Alkame b.Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaîgibi şahsiyetler vardır.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur.
Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukatil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları ve halka açık tefsir dersleri, gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları, gerekse kendilerine çokça başvurulan I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıl tefsir âlimlerinin değerlendirmeleri bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve nakledilmiştir; hatta bunlar tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Belki de bu sebeple İbnü’n- Nedîm el-Fihrist’inde tâbiînden ve tebeu’t-tâbiînden çok sayıda müfessirin tefsir rivayetlerini “Kitâbü tefsiri …” gibi başlıklar altında vermiştir. Bu durumda tefsirlerin tedvinini II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün görünmektedir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen Müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen Müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi kabul görürken öte yandan Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen kaynaklar olarak görülmüştür.
Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam etmiştir. İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık halde bulunan tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için önemli bir hizmet görmüştür. Câmi u’l-beyân an tevîli âyi’l-Kur’ân adını verdiği eseri genellikle bir rivayet tefsiri olarak kabul edilse de iyi bir inceleme onun aynı zamanda dirâyet tefsirine ait pek çok unsur içerdiğini ortaya koyar. Nitekim son zamanlarda Taberî’nin tefsirinin dirâyet yönüne dikkat eden çalışmalar yapılmaktadır. Taberî’den sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Gayb’ını özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın küçük yerinde yayılması ile İranlıların, Türklerin, Türkistanlıların, Kafkas kavimlerinin, Hintli Müslümanların, Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in yazdığı çok sayıda tefsir meydana getirilmiştir.
Modern dönemde; İslâm dünyasının XIX. yüzyıldan itibaren yaşadığı sürecin ve geçirdiği değişimlerin Kur’an tefsiri alanında da birtakım yansımaları olmuş, tefsir literatüründe gerek şekil gerekse muhteva bakımından önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Kur’an tefsirine yeni işlevlerin de yüklendiği bu süreçte tefsir alanında klasik çizgiyi devam ettirmeye çalışanların yanı sıra yeni ihtiyaçları karşılamaya ve modern dönüşümlerin ortaya koyduğu problemleri cevaplandırmaya yönelik ürünler çağdaş İslâm düşüncesinin en aktif alanlarından birini oluşturmuştur.
Modern tefsir literatürünün dikkat çekici özelliklerinden biri pratik endişelerin ve sosyal, siyasal, ideolojik içeriklerin bu tür eserlerde klasik döne me göre çok daha ağırlıklı bir yere sahip olmasıdır. Bu literatürde İslâm’ın inanç esaslarına ve toplumsal düzenlemelerine yönelik eleştirilere cevap amacını taşıyan savunmacı bir üslûp ve siyasal, sosyal düşünceleri Kur’an tefsiri yoluyla meşrulaştırma çabası görülmektedir. Modern dönemde Müslümanların ilim geleneğine karşı mesafeli durarak modern bir İslâm anlayışı oluşturma çabaları Kur’an’ın yeniden yorumlanması konusuyla ilgilidir. Bu bağlamda klasik dönemde İslâmî ilimler hiyerarşisinde daha çok açıklayıcı ve yorumlayıcı fonksiyona sahip olan ve Kur’an’ı özellikle dil ve tarih açısından açıklamaya çalışan tefsire kelâm ve fıkıh gibi ilimlerin normatif bazı fonksiyonları da yüklenmek istenmiş, İslâm’ın inanç ve uygulamaya yönelik taraflarını doğrudan tefsirle temellendirme arayışları söz konusu olmuştur. Tefsir literatürünün muhatap kitlesinde ortaya çıkan farklılık da bu konuda önemlidir. Klasik dönemde tefsirler ilmî üslûp ve muhtevaya sahipken modern dönemde popüler seviyeye hitap eden çalışmalar artmıştır. Dikkat çekici bir diğer husus, Kur’an’ın tamamını tefsire dair eserlerin yanı sıra belli âyetlere ve konulara yoğunlaşan tematik tefsir tarzının yaygınlaşmasıdır.
Tefsir Usûlü Kaynakları
Tefsir usûlüne ilişkin ilk eserler, ilk önce tefsirlerin mukaddimeleri şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşerek ulaşabildiğimiz kadarıyla H. III. asırda kaleme alınmış olmalıdır. Aynı zamanda meşhur bir mutasavvıf olan Hâris el-Muhâsibî (ö.243/857)'nin "el-Akl ve Fehmu'l Kur'ân" adlı eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma olarak takdim edilmektedir. Daha sonraları Ali İbn İbrahim el-Hûfi (ö.430/1038) tarafından kaleme alınan "el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına bu sahadaki ilk eserdir diyenler de vardır.
Kronolojik olarak Tefsir Usulü Kaynakları
1.Haris el-Muhasibî(243/857), el-Akl ve Fehmu'l-Kur'an
2. Muhammed b. Halef el-Merzebân(309/921), el-Havî fî Ulumi'l-Kur'an
3. Ebu'l-Hasan el-Eşarî(324/935) el-Muhtezen fi Ulumi'l-Kur'an
4. Ebu Bekr el-Eribarî(328/939), Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân
5. Muhammed b. Ali el-Udvufî(388/998), el-İstiğnâ fi ulûmi'l-Kurân
6. Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfî(430/1038), el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur’an
7. Ebu Davut Süleyman b. Necah(496/1103), el-Beyânül-Câmi' li-Ulûmil-Kur'ân
8. Rağıb el-İsfehanî(503/1109), Mukaddimetü't-Tefsîr
9. Bedruddin Zerkeşî(794/1392) , el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an
10. Celaleddin es-Suyutî(911), el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an
3- HADİSİN VE USULÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ:
Hz. Peygamberin söz davranış ima takrir gibi anlatım türlerinde ifade bulan ve sahabiler tarafından diğer insanlara aktarılan hadisler, önceleri sadece Resulullah’a has kılınmıştır. Daha sonraları Bazı alimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahabe ve tabiinin şahsi beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber'e ait olan hadislere merfu, sahabeye ait olanlara mevkuf, tabiine ait olanlara da maktu adını vermişlerdir.
Sonraları merfu, mevkuf ve maktu terimlerinin hepsini ifade etmek üzerehaber kelimesi kullanılmaya başlanınca bir kısım alimler sadece merfu rivayetlere, bazıları da merfu ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir. Yine ilk devirlerde Resul-i Ekrem'in söz, fiil ve takrirleriyle birlikte sahabe ve tabiine ait her turlu haberi ifade etmek üzere eser kelimesi de kullanılmıştır. Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resulullah'ın söz, fiil ve takrirleri için kullanılması özellikle hadis alimleri arasında daha fazla kabul görmüştür. Sünnet ve hadisin çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber'in ahlakını, şemailini, peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıklarını da bu çerçeve içine alanlar olmuştur.
II. (VIII.)yüzyıldan itibaren hadisi ifade etmek üzere kullanılan terimlerden biri de ilimdir. İlk dönemlerde ilim kelimesinin kapsamına Kur'an, hadis ve fıkhın girdiği, fakat sonraları ilim sözüyle daha çok hadisin kastedildiği anlaşılmaktadır.
Hadislerin tedvinini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehit edilmesi olayından hemen sonra Havaric ve Galiyye gibi siyasi fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Murcie, bir müddet sonra daCehmiyye ve Muşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir.
Muhafazakar çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevk etmiştir. Özellikle Şia'nın kendi grupları, daha sonra Abbasi hilafeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatcilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslam aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvine taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir. Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz ravilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bid'atcıların rivayetlerinden kaçınmaya sevk etmiş ve I. (VIII.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i Sünnet'e mensup ravilerin rivayetleri kabul görmüş, ehl-i bid'atın rivayetleri alınmamıştır (Muslim, "Mukaddime", 5). Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
684-705 yılları arasında Emeviler'in Mısır valisi olan Abdulaziz b. Mervan'ın bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amaçıyla devlet adamlarının bile gayri resmi olarak hadis tedviniyle ilgilendiklerini göstermektedir. Abdulaziz b. Mervan, Bedir Gazvesi'ne katılan yetmiş sahabi ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesir b. Murre el-Hadrami'ye yazdığı bu mektupta, Ebu Hureyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer sahabilerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir. Bu mektubun sonucu bilinmemekle beraber HalifeÖmer b. Abdülaziz, ileri gelen alimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvin işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış alimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebu Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda alimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber'in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihab ez-Zuhri (o. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülaziz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir. Sahabe tarafından kaleme alınan sahifeler bir yana, bir tesbite göre I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir.
Hadislerin tedvini tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı alimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef" adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.
Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle beraber Tirmizi ve daha geniş bir şekilde Râmhurmuzî'nin verdiği bilgiye göre bu konuda ilk çalışmayı, genellikle el- Musannef diye anılan eserleriyle Mekke'de İbn Cureyc (o. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Raşid, Basra'da İbn Ebu Arûbe ile Rebi' b. Sabih (Subeyh), Kufe'de Sufyan es-Sevri, Medine'deMalik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mubarek, Rey'de Cerir b. Abdulhamid, Şam'da Velid b. Muslim gibi muhaddisler yapmıştır.
İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hazırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır. Yemenli muhaddis Ma'mer b. Raşid'in günümüze ulaşan el-Cami’ adlı eseri ilk tasnif mahsullerinin genel yapısı hakkında fikir vermektedir (bk. literatür).
II. (VIII.) yüzyılda tasnif edilen eserlerle III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında kaleme alınan hadis kitaplarının çoğunda Hz. Peygamber'in hadisleri sahabeye ait görüşlerden ve tabiinin fetvalarından ayrılmamıştır. Malik b. Enes'in el-Muvatta adlı eseri bu nevi teliflerin belirgin özelliğini taşımaktadır. II. (VIII.) yüzyılda sağlam hafızaları, güvenilir rivayetleri ve isabetli tenkitleriyle hadislerin daha sonraki nesillere aktarılmasını sağlayan diğer muhaddisler arasında Abdurrahman el-Evzai, Şu'be b. Haccac, Hammad b. Seleme, Leys b. Sa'd, Cerir b. Abdulhamid, İsmail b. Uleyye, Abdullah b. Vehb, Vekî’ b. Cerrah, Sufyan b. Uyeyne, Yahya b. Said el-Kattan ve Abdurrahman b. Mehdi bulunmaktadır.
Genellikle III. (IX.) yüzyılda hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre muhtelif sistemler uygulanmıştır. Bunların en yaygın iki şekli, hadislerin ravi adlarına (ale'rrical) ve konularına (ale'l-ebvab) göre tasnif edilmesidir. Hadislerin ilk ravisi olan sahabilerin adlarını esas alarak her sahabinin bütün rivayetlerini sağlamlık derecesine bakmadan bir araya getiren müsnedlerin ilk musannifleri olarak Esed b. Musa (o. 212/827), Ubeydullah b. Musa el-Absî, Yahya b. Abdulhamid el-Himmani, Musedded b. Muserhed ve Nuaym b. Hammad'ın adları zikredilmektedir. Bunların eserleri hakkında fazla bilgi bulunmamakla beraber Ebu Davud et-Tayalisî'nin (ö.204/819) el-Müsned'i ile Mekke'de kaleme alınan ilk müsnedler arasında sayılması gereken Abdullah b. Zubeyr el-Humeydi'nin (ö.219/834) el-Müsned'i, ve en hacimli hadis külliyatından biri olan Ahmed b. Hanbel'in (o. 241/855) el-Müsned'i günümüze ulaşmıştır.
Ravi adlarına göre tasnif edilen kitaplardan olan mu'cemlerde rivayetler sahabe adına veya mu'cemi tasnif eden muhaddisin hocalarının adlarına yahut ravilerin yaşadığı şehirlere göre tertip edilmiştir. Taberanî'nin üç mu'cemi bu türün en tanınmış örnekleridir. Konularına göre tasnif edilen, bu sebeple genel olarak "musannef' diye anılan hadis kitaplarının ilk örnekleri deMa'mer b. Raşid'in el-Camfi ile Malik b. Enes'in el-Muvatta'ıdır. Bu türün III. (IX.) yüzyıldaki ilk örnekleri arasında Abdürrezzak es-San'ani’nin (o. 211/826-27) el-Musannef i ile Ebu Bekir b. Ebu Şeybe'nin el-Musannef’i gösterilebilir . III. yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarakKütüb-i Sitte kabul edilmektedir. Bunların içinde, sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhari ile Muslim'in el-Camiu'ssahih'leriKur'an'dan sonra İslam'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Malik b. Enes'in el- Muvatta'ını veya Abdullah b. Abdurrahman ed-Darimi'nin es-Sünen'ini (el-Müsned) gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap İbn Mace'nin es- Sünen'idir. DiğerleriEbu Davud'un es- Sünen'i, Tirmizi'nin es-Sünen diye de anılan el-Camii's-sahih'i ve Nesai'nin el-Mucteba diye de bilinen es-Sünen'idir.
Bu yüzyılda birçok muhaddisin yetişmesinde emeği gecen, hadislerle ravileri ve hadis kitaplarına dair tenkitlerinden faydalanılan diğer muhaddisler arasında Affan b. Müslim, Said b. Mansur, İbn Sa'd, Yahya b. Main, Ali b. Medini, İshak b. Rahuye, Ebu İshak el-Cuzcani, Ebu'l-Hasan el-İcli, Ebu Zur'a er-Razi, Baki b. Mahled, Ebu Hatim er-Razi, Ebu Zur'a ed-Dımaşki, İbn Ebu Asim ve Bezzar'ın adları sayılabilir.
III. (IX.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili çalışmalar da yapılmış olupEbu Ubeyd Kasım b. Seliam'ın kırk yılda meydana getirdiği Garibu'l-hadisadlı eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmelidir. Daha sonra da bu türde pek çok kitap yazılmıştır.
IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahi rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlaryapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı alimler IV. yüzyılın başınımutekaddimin döneminin sonu, muteahhirin devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir. Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebu Ya'la el-Mevsıli'nin (o. 307/919) el-Müsned'i sahabeye ait birçok haberi de ihtiva eden önemli bir kaynaktır. İbn Cerir et-Taberi, orijinal bir çalışma olanTehzibu'l-asar'ında aşere-i mubeşşere, Ehl-i beyt ve mevalinin müsnedleriyle İbn Abbas'ın müsnedinin bir bölümünü bir araya getirmiş; hadislerin tariklerini, illetlerini, alimlerin bu hadisler hakkındaki ihtilaflarını ve sonunda da kendi tercihini belirtmiştir. İbn Huzeyme de bugün tam nüshası elde bulunmayan es-Sahin’ini tasnif etmiştir. Ebu Avane el-İsferayini, el-Musnedu'l-muhrec 'ala Kitabi Muslim b. el-Haccac, İsmailî de el-Mustahrecadlı eserleriyle yeni bir tasnif türü olan "müstahrec" çalışmalarını başlatmışlardır. Daha sonra Sahih-i Buhari ve Sahih-i Muslim üzerine çeşitli mustahrecler hazırlanmıştır. Ebu Ca'fer et-Tahavi, seçtiği ahkam hadislerini değerlendirdiği Şerhu Me'ani'l-asar'ını, İbn Hibban, daha önceki hadis kitaplarından tamamen farklı bir tertipte hazırladığı el-Müsnedu'ssahih'ini,Taberani, hocalarının adlarına göre tertip ettiği el-Mu'cemu'l-evsat ve el-Mu'cemu'ssağir adlı eserlerinden daha hacimli olup sahabe adlarına göre alfabetik olarak tasnif ettiği el-Muccemu'l-kebir"i, Darekutni, hadislerin farklı rivayetlerine büyük ölçüde yer verdiği es-Sünen'ini ve Hakim en-Nişaburi el-Mustedrek ale's Sahihayn adlı eserini meydana getirmiştir.
IV. yüzyılda daha sonraki çalışmalara kaynaklık eden önemli dirayet kitapları da telif edilmiştir. İbn Ebu Hatim'in, ravileri bütün yönleriyle tanıyan hadis münekkidi babası Ebu Hatim er-Razi ile hocası Ebu Zur'a er-Razinin görüşlerine dayanarak kaleme aldığı, hem sika hem de zayıf hadis ravilerinin tenkidine dair ilk eserlerden biri olan el-Cerh ve't-ta’dil’i; Ramhurmuzi'nin derli toplu ilk usul-i hadis çalışması olduğu kabul edilen el-Muhaddisü 'l-fasıl beyne 'r-ravi ve 'l-va'i adlı eseri; İbn Adi'nin, zayıf raviler hakkında munekkitlerin görüşlerini aktardığı ve bu ravilerin rivayetlerinden örnekler verdiği el-Kamil fi du'afaî’r-rical'i; Hattabi'nin, önce Ebu Davud'un es-Sünen'ine Mecalimu's- Sünen, ardından Buhari'nin el- Camiu's-Sahih'ineİ'lamu's-Sünen adıyla yazdığı sahasında ilk çalışmalar olarak kabul edilenhadis şerhleri; Halef el-Vasıti’nin etraf kitaplarının ilk örneklerinden olanEtrafu's-Sahihayn'i ile Ebu Mes'ud ed-Dımaşki'nin Etrafu’s-Sahihayn’i, Hakim en-Nişaburi'nin usul-i hadise dair ilk ve önemli kaynaklardan biri olanMa ' r i f e t u "ulumi'l-hadis'i bu tür eserlerdendir.
V. (XI.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmaların temel özelliği değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler devam etmiştir. Bu yüzyılın başlarında Ebu Nuaym el-İsfahani (o. 430/1038) el-Müsnedu'l- mustahrec a’la Sahihi Muslim adlı eseriyle sahabenin hayatına dair Ma'rifetu's- sahabe'sini, Mısırlı muhaddis ve tarihçi Kudai, hadislerden kolayca faydalanılmasını sağlamak amacıyla kısa metinli 897 hadisi yarı alfabetik olarak sıraladığı Şihabu'l-ahbar'ını (Bağdat 1327) yazmıştır. Hadise dair çeşitli eserleri bulunan Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki es- Sünenu'l-kübra'da diğer hadis kitaplarında bulunmayan pek çok hadisi, sahabe ve tabiin sözlerini muhtelif rivayetleriyle birlikte bir araya getirmiş; Ma'rifetu's- sünen ve'l-asaradlı eserinde de Şafıi fıkhının dayandığı 20.881 hadisi, sahabe ve tabiin sözünü toplamıştır. Endülüslü muhaddis İbn Abdulber en-Nemeri, bütün sahabilerin hayatını yazmak amacıyla başladığı el-İstiab fi marifeti'l-ashab'da mükerrerleriyle birlikte 4225 kadar sahabiye yer vermiş; Cami'u beyani'l-ilm'de ilme ve ilim tahsiline dair Hz. Peygamber, ashap, tabiin ve daha sonraki alimlerin tavsiye ve tecrübelerine dair rivayetleri senedleriyle birlikte derlemiş; fıkhu'l-hadise de büyük yer verdiği et-Temhid lima fi'l-Muvatta' mine'l- me'ani ve'l-esanid'de İmam Malik'in el-Muvatta'ını şerh etmiştir.Dirayetu'l- hadisin çeşitli dallarında eser veren Hatib el-Bağdadi hadislerin yazılmasıyla ilgili Takyidu'l-İ’lm, hadis öğrenim ve öğretim usullerine dair hemen hemen yarısı merfu olan 1924 rivayeti ihtiva eden el-Cami’ li-ahlak’ır-ravi ve usul-i hadisin önemli kaynaklarından biri olan el-Kifaye fi İ’lmi'r-rivaye adlı eserlerini yazmıştır. Buhari ile Muslim'in el-Camiu's-sahih'leri, özellikle el-Cem' beyne's-Sahihayn adlı eserlerde ve okuma kolaylığı sağlamak için genellikle senedleri zikredilmeden alfabetik şekilde veya müsned tertibinde bir araya getirilmiş, Humeydi müsned tarzındaki el-Cem' beyne’s-Sahihayn adlı kitabıyla bu türün en güzel örneğini ortaya koymuştur.
V. (XI.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli hadis kitaplarından seçmeler yapmak, hatta bütün hadisleri bir araya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda derleme eserler kaleme alınmıştır. Geniş kapsamlı hadis kitapları tasnif etme gayretleri arasında Hasan b. Ahmed es-Semerkandinin (o. 491/1098), İslam dünyasında bir benzerine rastlanmadığı ve 800 cüz içinde muhtemelen mükerrer rivayetlerle birlikte 100.000 hadis ihtiva ettiği belirtilenBahru'l-esanid fi sıhahi'l-mesanid adlı eserinin önemli bir yeri vardır. Ancak bu eser günümüze kadar gelmemiştir. Ferra el-Begavi'nin (o. 516/1122) 4931 (veya 4719) hadis ihtiva eden Mesabihu's-sünne adlı eseri yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi görmüştür. Begavi, Kütüb-i Sitte başta olmak üzere güvenilir hadis kaynaklarından senedlerini çıkararak seçtiği hadisleri önce konularına göre sıralamış, ardından Buhari ile Muslim'in veya bunlardan birinin sahihlerine aldığı hadisleri "sıhah" başlığıyla, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve Darimi'nin sünenlerine aldıkları hadisleri de "hisan" başlığıyla bir araya getirmiştir. Bu eser üzerinde çoğu şerh olmak üzere muhtelif çalışmalar yapılmış, Hatib et-Tebrizi, Mesabih'in kaynaklarında bulunduğu halde Begavi'nin eserinde yer almayan 1350 hadisi üçüncü bir babda toplayarak eserine Mişkatu'l- Mesabih adını vermiş, bu çalışma da büyük rağbet görmüştür. Endülüslü muhaddis Rezin b. Muaviye es-Sarakusti (o. 535/1140), İbn Mace'nin es-Sünen'i yerine İmam Malik'in el-Muvatta'ını koyarak Kütüb-i Sitte'deki hadisleri et-Tecrid li's-sıhah ve's-Sünen adlı eserinde toplamış, bu eseri yetersiz gören Mecduddin İbnu'l-Esir kitap adlarını alfabetik sıraya koyarak eseri yeniden tertip etmiş ve çalışmasına Cami'u'l-usul li-ehadisi'r-Resul adını vermiştir. Bu arada Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi de Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inin büyük bir kısmı ile Buhari, Muslim ve Tirmizi'nin el- Cami'u's-sahih'lerini müsned tertibine koyarak Cami'u'l-mesanid ve'l-elkabadlı yedi ciltlik eserini meydana getirmiştir.
VII. (XIII.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde hadis rivayeti geleneği eskiye göre azalarak devam etmiş, bu arada İbnu's- Salah eş-Şehrezuri, Ulumu'l-hadis olarak da bilinen ve usul-i hadis çalışmalarının mihverini teşkil ederek yüzlerce çalışmaya konu olan Mukaddime'sini kaleme almıştır.Radıyyuddin es-Sagani'nin, Sahih-i Buhari ile Sahih-i Muslim'- den seçtiği 2267 merfu hadisi senedlerini vermeden yarı alfabetik sıra ile topladığıMeşariku'l-envari'n-nebeviyye adlı eseri uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur. Hadis alanındaki telifleriyle bilinen Munziri, büyük rağbet gören et-Terğib ve't-terhib'ini pek çok kitabı taramak suretiyle meydana getirmiştir. Bu yüzyılın en velud alimlerinden olup usul-i hadis alanında da önemli eserler yazan Nevevi, el-Minhac fi şerhi Sahihi Muslim'den başka daha çok ictimai ve ahlaki mahiyetteki hadisleri ihtiva etmesi sebebiyle günümüzde de elden düşmeyen Riyazu's- salihin adlı eseri, dua ve zikir konusundaki hadisleri bir araya getiren el-Ezkar'ı tasnif etmiştir. Özellikle ravilere ve tanınmış şahsiyetlere dair kaleme aldığı pek çok kitabıyla bilinen Zehebi de (o. 748/1348) Tezkiretu'l-huffaz, zayıf ravilere dair Mizanu'l-i'tidal ve tanınmış muhaddislere dair Siyeru A’lami'n-nubela'adlı kitapları yazmıştır. Ebu'l-Fidaİbn Kesir'in Kütüb-i Sitte, Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'i, Taberaninin üç mu'cemi, Bezzar ve Ebu Ya'la el-Mevsılinin müsnedlerini esas kabul ederek kaleme aldığı, fakat gözlerini kaybettiği için Ebu Hureyre'nin bir kısım rivayetlerini derleyemediği, bununla beraber 35.463 rivayeti bir araya getirdiği Cami'u'l-mesanid ve's-Sünen el-hadi li akvemi sünen adlı eseri büyük bir gayretin mahsulüdür. Suyuti, Cemı’l-cevami'i ile İbn Kesir’in başlattığı çalışmayı daha ileriye götürmüştür.
IX. (XV.) yüzyılın dikkate değer çalışmalarından biri "zevaid" kitaplarının tasnifidir. Nureddin el-Heyseminin (o. 807/ 1405) Mecm’u'z-zevaid'i, Mısırlı muhaddis Ahmed b. Ebu Bekir el-Busiri’nin pek çok zevaid çalışması, asrının yegane hadis hafızı olarak bilinen İbn Hacer el- Askalani’nin, Ahmed b. Hanbel'in de aralarında bulunduğu tanınmış sekiz muhaddisin müsnedlerinde bulunmakla beraber Kütüb-i Sitte'de yer almayan hadisleri bir araya getirdiğiel-Metalibu'l aliye'si bu türün örneklerindendir. İbn Hacer'in hadisle ilgili yüzlerce telifi arasında Fethu'l-bari bi-şerhi Sahihi'l-Buhari ile el-İsabe fi temyizi's-sahabe adlı eserleri özellikle kaydedilmelidir. Halk arasında yaygın olan hadisleri, hadis diye bilinen hikmetli sozleri ve mevzu hadisleri bir araya getiren Muhammed b. Abdurrahman es-Sehavfnin (o. 902/1497) el- Makasıdu'l-hasene'si ile İsmail b. Muhammed el-Aclunî’nin (o. 1162/1749) kaleme aldığı, bu eseri de ihtiva eden aynı konudaki geniş eseri Keşfu'l- hafa ve muzilu'l-ilbas a’mme'ş-tehere mine'l-ehadisi a’la elsineti'nnas adlı kitabı önemli çalışmalardır. Çeşitli eserleri yanında hadis derlemeciliğiyle de tanınanSuyuti’nin, 200.000 civarında olduğunu tahmin ettiği bütün hadis rivayetlerini bir araya getirmek amacıyla, bir kısmı günümüze ulaşmayan yetmiş bir kaynağı tarayarak kaleme almaya başladığı, ancak vefatı sebebiyle tamamlayamadığı Cem'u'l-cevami’ adlı eseriyle, bu eserden seçtiği ve alfabetik olarak sıraladığı kısa metinli 10.000 hadisi ihtiva eden el-Cami'u 's-sağir'i bu dönemin önemli hadis çalışmalarıdır. Muttaki el-Hindi'nin Kenzu'l-'ummal fi Süneni'l-akval ve'l-efal’i hadis metinlerini ihtiva eden en hacimli kitap sayılabilir. Eserde, Suyuti'nin adı gecen iki çalışması ile Ziyadetu'l-Cami's-sağir'indeki hadisler kitap ve bablara göre sıralanmış, ardından bu kitaplar adlarına göre alfabetik sıraya konmuştur.
Hadis Usûlu Kaynakları:
A. Mütekaddimun'a ait eserler:
1. Ramehurmuzi(h.360), el-Muhaddisul-Fasıl
2. Hakim en-Neysaburi(h.405), Ma'rifetu Ulumi'l-Hadis
3. Hatib el-Bağdadi(h.463), el-Kifaye fi İlmi'r-Rivaye
B. Müteahhirun'a ait eserler:
1. Kadı İyaz(h.544), el-İlma'
2. İbnu's-Salah(h.643), Ulumu'l-Hadis
Ulumu'l-Hadis üzerine yapılan çalışmalar:
a. İmam Nevevi(h.676), et-Takrib; İ.Nevevi Ulumu'l-Hadis'i "İrşad" ismiyle ihtisar etmiş. Sonra bunu da ihtisar edip "et-Takrib ve't-Teysir" ismini vermiştir. "Takribu'n-Nevevi" ismiyle meşhurdur.
b. İbn Kesir(h.774), İhtisaru Ulumu'l-Hadis
c. İbn Hacer(h.852), Nuhbetü'l-Fiker; Ulumu'l-Hadis'in ihtisarı. İbn Hacer daha sonra bu eserine de bir şerh yazar: Nüzhetu'n-Nazar fi Tavdihi Nuhbeti'l-Fiker
3. Suyuti(h.911), Tedribu'r-Ravi; Suyuti'nin, Nevevi'nin Takrib'ine "Tedribu'r-Ravi fi Şerhi Takribi'n-Nevevi" ismiyle yazdığı şerh.
4. Sehavî(h.902), Fethu'l-Muğis
5. Zeynuddin el-Irakî(h.806), Fethu'l-Muğis
6. Cemaleddin Kasımi(m.1914), Kavaidu't-Tahdis
7. Tahir el-Cezairi(m.1920), Tevcihu'n-Nazar
8. Ahmed Muhammed Şakir, el-Baisu'l-Hasis
4- FIKIH VE USULÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ
Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler ve nesiller, bazan da siyasi, sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı fıkhın dönemleri Hz. Peygamber, sahabe, Abbasiler, Selçuklular, Moğol istilasından Mecelle'ye ve Mecelle'den günümüze kadarki devirler şeklinde bir sıralamaya tabi tutulmuştur.
Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten önce Mekke'de gecen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlak konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resul-i Ekrem'in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine'de ise İslam Allah-fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza, muhakeme usulu, muamelat, devletler arası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm ve kaideler konulmuştur.
Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya çıkıyordu,
a) İlahi hükmün açıklanmasını gerektiren bir olay meydana geliyor veya soru soruluyor bunun üzerine ya bir ayet nazil oluyor yahut hüküm Hz. Peygamber'e bildiriliyor, o da kendi sözü ve üslubu ile (sünnet) hükmü açıklıyor, uyguluyordu. Bazan vahiy de gelmiyor, Resul-i Ekrem Allah'ın iradesiyle ilgili irfan ve tecrübesine dayanarak (içtihad) bir uygulamada bulunuyor, eğer hata ederse Allah tarafından tashih ediliyordu. Kur'an-ı Kerim'de "yes'elunek" (Senden soruyorlar) ifadesi on beş yerde geçmektedir ve bunların sekizi fıkıh konularıyla ilgilidir. İki yerde de "yesteftunek" (Senden dini hükmü açıklamanı istiyorlar; en- Nisa 4/127, 176) ifadesine yer verilmiştir. Esbab-ı nüzul kitaplarında vahyin gelmesine ve dini hükmün açıklanmasına sebep olan birçok örnek hadise zikredilmektedir.
b) Bir olay veya soru beklenmeden ilahi plandaki yeri ve zamanı geldiği için bazı hükümler doğrudan bildiriliyordu. Çünkü İslam'ın amacı yalnızca belli bir sosyokültürel düzeydeki toplumun ihtiyaçlarını karşılamak değildi; İslamiyet hem muhatabı olan toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor, onları geliştiriyor, hem de evrensel hüküm ve değerler getiriyordu.
Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır: Tedric, kolaylık ve nesih.Tedric hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulması, böylece hem toplumun hazırlanmasına hem de yeni hükümlerin toplum tarafından özümsenmesine imkan verilmesi, sonuçta derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek teşriin
tamamlanmasıdır. Zaman acısından tedriç yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar halinde tamamlanma bakımından namaz, zekat, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri ilgi çekicidir.
Kolaylık ise yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak dinle muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, tekâmül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme ve kolaylaştırmayı esas almaktır.
İbadetlerin günün kısa sayılabilecek parçalarına dağıtılması, insanların tabii ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mubah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı, yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma halinde haramların mubah hale gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir. İslam alimleri arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin önce konup sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir.
Fıkhın usul ve füru kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okutulması, kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber gerek usulün gerekse füruun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur'an-ı Kerim yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde düşünme, kafa yorma (içtihad: kıyas, istidlal), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icma) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu kaynakların ilk ikisi tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise ya kullanılmış veya ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Ayet ve hadisler ibadetler, aile hayatı, ictimai hayat, beşeri münasebetler, fert-toplum ilişkisi, devletler arası ilişkiler gibi ferdi ve ictimai hayatın her alanında bazan genel hüküm ve ilkeler, bazan da özel ve ayrıntılı hükümler koyarak sonraki dönemlere olcu ve örnek olabilecek yeterli açıklamayı getirmiş, bu yönüyle İslam teşriinin çatısı Hz. Peygamber döneminde tamamlanmıştır. Ayetlerin acık ve doğrudan hüküm getirmesi esas alındığında fıkıhla ilgili ayet sayısı 200 civarındadır. Ancak çeşitli istidlal yollarıyla ulaşılabilen hükümler göz önüne alındığında bu sayı artmaktadır. Mesela Ebu Bekir İbnu'l-Arabi'nin Ahkamu'l- Kur'an adlı eseri fıkhi hükümler getiren ayetlerle ilgili olup eserde yaklaşık 800 ayet üzerinde durulmuş, bunlardan çeşitli hükümler çıkarılmıştır. Fıkıh kaynağı olarak sünnet Kur'an'ın açıklanması gereken ayetlerini açıklamakta, temas etmediği konularda doldurulması gerekli boşlukları doldurmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de genel çizgileriyle anlatılan iman ve İslam konularının, namaz, oruç, hac, zekat gibi temel ibadetlerin vb. hükümlerin geniş açıklamaları ve uygulama örnekleri sünnetin açıklama görevinin; fıtır sadakası, vitir namazı, bazı cezalar, kadının hala ve teyzesinin ikinci eş olarak alınmasının yasaklanması, evcil eşek etinin haram olması, oruç bozmanın kefareti gibi yüzlerce örnek de boşlukları doldurma fonksiyonunun görüldüğü alanlardır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin tesbitine göre fıkıh hükümlerine esas teşkil eden hadislerin sayısı, aynı konudaki farklı veya mükerrer rivayetler haric tutulursa 500 civarındadır; bu temel hükümlerle ilgili hadisleri açıklayan, tafsilat veren, kayıt ve şartları bildiren hadislerin sayısı ise 4000'e ulaşmaktadır .
Fıkhın füru kısmından Mekke dönemine ait olanlar arasında gusül, abdest, necasetten taharet, namaz, cuma namazı gibi önemli ibadetler vardır. Medine döneminin birinci yılında hutbe, ezan, nikah, cihad, belediye nizami; ikinci yılında oruç, bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekat, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler ve taksimi; üçüncü yılında miras hükümleri, boşanma; dördüncü yılında yolculukta ve tehlikeli durumlarda namaz, recm, toprak iktaı, teyemmum, kazif cezası, örtünme, evlere izinle girme, hac ve umre; beşinci yılında yağmur duası ve namazı, ila; altıncı yılında milletler arası anlaşmalar, hac ve umre yolunda engellenmeyle ilgili hükümler, içki ve kumarın yasaklanması, zıhar, vakıf, isyan ve haydutluğun cezası; yedinci yılında evcil eşeğin, dişi ve pençesiyle avlanan et oburların haram kılınması, zirai ortaklık; sekizinci yılında Mekke'nin kutsiliği ve dokunulmazlığı, kısas, içki satışının ve geçici nikahın yasaklanması, hukuk karşısında insanların eşitliği, kabir ziyaretine izin verilmesi; dokuzuncu yılında cıplak olarak tavaf etmenin yasaklanması, mulaane, onuncu yılında insan haklarının ilanı, vasiyet, nesep, nafaka ve borçlarla ilgili bazı hükümler, cezanın şahsiliği, faiz yasağı hükümleri gelmiştir .
Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir kırılma noktasıyla Hulefa-yi Raşidin ve Emeviler şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Her iki dönemde de sahabe nesli fıkıh acısından belirleyici bir role sahip olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emeviler devri hilafetin saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Hulefa- yi Raşidin devri dini hayatın, İslam'ın insanlığa getirdiği inkılabın tekamül devridir.
Bu dönemde her şey din için, dinin amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Emeviler devrinde ise fazilet ve manevi tekâmülün yerini siyasi istikrar ve maddi gelişme almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın ve siyasi baskıların doğurduğu muhalefet (Havariç ve Şia), özellikle fıkhın kamu hukuku alanında yeni düşünce ve teorilere zemin hazırlamıştır. Hulefa-yi Raşidin döneminde fıkhın kaynaklan bakımından önemli olan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahabe içtihadının Hz. Peygamber'e arzı ve tasvibinin alınması imkanının ortadan kalkmış bulunmasıdır. Bundan böyle fıkıh Kitap ve Sünnet'in sınırlı nasları ile re'y içtihadına dayanmaktadır.
Bu devirde re'yin manası, Kitap ve Sünnet'in hükmünü açıklamadığı meseleleri nasların parça parça ve bütün olarak açıklamalarına dayanıp bunlar üzerinde düşünerek hükme bağlamaktır.
Terim olarak adları konmamakla beraber sonradan istihsan, istislah, örf, kıyas isimlerini alan metotlar da re'y çerçevesi içinde kullanılmıştır. Birinci ve ikinci halifeler ihtilafı azaltmak, birliği sağlamak ve şari’in maksadına isabet ihtimalini arttırmak için bilhassa kamu hukuku alanında istişareye başvurmuşlar, bunun aksamaması için Hz. Osman devrine kadar halifeler şura üyelerinin Medine'den ayrılmasına izin vermemişlerdir.
Şura içtihatları ferdi içtihatlardan daha kuvvetli ve bağlayıcı kabul edilmiş, ferdi içtihatlar ise yalnızca sahiplerini bağlamış, içtihada gücü yetmeyenler için seçeneklerden biri olmuştur.
Dini-ictimai bir kurum olarak mezhep şeklini almasa da sahabe arasında bir hayli içtihat ve hüküm farkları, bir anlamda müçtehit sayısı kadar mezhep vardır. Sahabe arasındaki metot ve görüş farklılığının başlıca sebepleri olarak, fetihler ve başka amaçlarla Medine'den uzakta bulunan ashabın vahiy kaynağına dayalı bilgi eksiklikleri, bu kaynaktan elde edilen bilginin farklı anlaşılması, yanılma, unutma, çelişik gibi gözüken nasların farklı şekillerde uzlaştırılması veya hakkında nas bulunmayan konularda farklı görüşlerin benimsenmiş olması gibi hususlar sayılabilir (örnekler için bk. Karaman, İslam Hukukunda İçtihat, s. 47-54). Aksine iddialar da bulunmakla beraber sahabenin tamamını müçtehit derecesinde fıkıh alimi olarak değerlendirmek mümkün değildir. Hatta kendilerinden daha bilgili ve zeki olanlara fıkıh malzemesi taşıyan sahabe ile bu malzemeyi anlayan, yorumlayan ve yeni hükümler çıkaran sahabe 100.000'i aşkın ashap arasında azınlığı teşkil etmektedir .
Verdikleri fetva sayısı bakımından ashabın fakihleri üç gruba ayrılmıştır. Fetvalarının sayısı birer büyük cilt teşkil edecek kadar çok olan sahabiler Hz. Ömer, Ali, İbn Mes'ud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz. Aişe'dir. İçlerinde Hz. Ebu Bekir, Osman, Ebu Musa, Talha, Zübeyr gibi şahsiyetlerin bulunduğu yirmi kadar sahabinin verdiği fetvalar birer küçük kitabı dolduracak hacimdedir.
Üçüncü grupta yer alan 120 kadar sahabinin verdiği fetvaların tamamı bir cilde sığacak kadardır. Bu dönemde içtihatta bulunurken, fetva verirken bazı kural ve ilkelere riayet edilmiş, bunlar daha sonraki devirlerde birçok fıkıhçıya örnek olmuştur,
a) Sahabe, vahiy kaynağına danışmadan ve onun tasvibine arz etmeden yapılacak re'y içtihadının kapısını açmıştır. Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'ari'ye gönderdiği mektup bu konuda önemli bir vesikadır.
b) Sahabiler içtihat ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin görmemiş, Allah ve Resulü'ne nisbet etmemiş, kendi görüşlerini bu iki kaynağın acık hükümlerinden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir.
c) Henüz nazari fıkıh başlamamıştır; fıkhı ilgilendiren olay ve ilişki vuku buluncaya kadar beklenmekte, ameli ihtiyaç ortaya çıkınca hüküm bulma cabasına girişilmektedir.
d) Belli bir illete ve hikmete bağlı olduğu bilinen hükümler illet ve hikmetin değiştiği sabit olunca değiştirilmiş, ayrıca kamu düzenini korumak, hak ve adaleti gerçekleştirmek, zaruretleri gidermek maksadıyla bazı hükümlerin uygulaması askıya alınmıştır.
Muellefe-i kuluba devletin zekat gelirinden pay verilmemesi, bir defada söylenen üç talakın erkekler için önleyici ve cezai tedbir olması bakımından üç talak sayılması, deve fiyatlarının yükselmesi sebebiyle diyet miktarını belirlemede ve ödemede bazı kolaylıkların getirilmesi, açlık ve kıtlık yüzünden hırsızlık yapanların elinin kesilmemesi, esnaf ve zanaatkâra, kusurları olmasa da iş yerlerinde zayi olan müşteri mallarını ödetme gibi konularda Hz. Ömer'in uygulamaları bu tutum ve yaklaşımın örnekleridir.
e) İktisadi ve ictimai şartların değişmesi sebebiyle aynen uygulandığı takdirde şeriatın amaçlamadığı kötü sonuçlar doğuracak cevaz hükümleri ve seçenekler uygulanmamıştır. Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin menedilmesi, Suriye ve Irak topraklarının ganimet olarak gazilere dağıtılmaması, Hz. Osman'ın hac mevsiminde Mina'da dört rek'atlı farz namazı yolculuk sebebiyle kasredip iki rek'at kılması mümkünken halkı yanlışa düşürmemek için dört rek'at kılması ilgi çeken örneklerdir.
f) Sahabiler bazı olay ve ilişkileri de Hz. Peygamber'in benzeri konularda verdiği hükme benzeterek, benzemeyenleri de "iyidir, hayırlıdır, maslahattır" diyerek hükme bağlamışlardır; zekat vermeyenlere karşı savaş, Kur'an-ı Kerim'in bir mushafta toplanması, cuma için dış ezan ilavesi, fiyatların sınırlandırılması bu usulle konulmuş hükümlerdir. Şarkiyatçıların ısrarlı inkarlarına ve olumsuz yorumlamalarına rağmen son elli yıl içinde yapılan araştırmalar, diğer temel İslam ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da tedvinin Hz. Peygamber devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugün anlaşıldığı manada fıkıh risalelerinin yazımı sahabe devrinin sonlarında başlamış ve Emeviler döneminde gelişmiştir. Ancak bu risalelere ve daha sonraki dönemlerde yazılacak kitaplara kaynaklık eden fıkıh yazıları daha önceden başlamıştır.
Beşinci Halife Hz. Hasan'ın Muaviye lehine hilafetten çekilmesiyle başlayan ve 132 (750) yılına kadar suren Emeviler devrinde sahabe nesli zamanla ahirete intikal etmiş ve bunların yerini tabiin nesli almıştır. Hz. Ömer'in Kur'an bilgisini yaygınlaştırmak ve ona yabancı unsurların karışmasına engel olmak için yasakladığı hadis rivayeti, ondan sonra sahabilerin İslam dünyasına dağılmaları ve gittikleri yerlerde Hz. Peygamberden gördüklerini ve işittiklerini nakletmeleri sebebiyle yeniden başladı, bu arada çeşitli maksatlarla hadis uydurma olayı da baş gösterdi. Hulefa-yi Raşidin devrinden farklı olarak Emeviler'de bilhassa kamu hukuku alanında Kitap ve Sünnet'in lafız ve ruhundan sapmalar görüldüğü gibi o dönem içtimai hayatının yaşayan sünnet olma niteliği de hayli azalmıştı. Bu durumun yaygınlık kazanmasının İslam'a zarar vereceğini düşünen sahabe ve tabiin Hicaz'da ve özellikle Medine'de toplanarak sahih hadisleri derlemeye başladılar.
Aynı maksatla herhangi bir olayın meydana gelmesini beklemeden hazır ve nazari fıkıh hükümleri üretildi. Sahabenin yetiştirdiği tabiin nesli müçtehitleri ustat, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaziyyun (ehl-i hadis) ve Irakıyyun (ehl-i re'y) şeklinde iki gruba ayrıldılar. Büyük tabiin devrinde bu iki gruptan birincisinin imamı Said b. Museyyeb, ikincisinin imamı İbrahim en-Nehai idi. Ashaptan İbn Mes'ud Irak'a giderek Kufe'ye yerleşmiş, burada muallimlik, hakimlik ve müftülük görevlerini ifa etmiş, Hz. Ali de halife olunca hilafet merkezi Medine'den Kufe'ye taşınmıştı.
Hz. Ali buraya intikal etmeden önce İbn Mes'ud'dan başka Sa'd b. Ebu Vakkas, Ammar b. Yasir, Ebu Musa el- Eş'ari, Mugire b. Şu'be, Enes b. Malik, Huzeyfe b. Yeman, İmran b. Husayn gibi sahabiler, Hz. Ali ile birlikte de İbn Abbas gibi sahabiler gelmişlerdir. Iraklılar fıkhı bunlardan öğrendikleri ve sünnetin tamamının bunlar sayesinde Irak'a intikal ettiğine inandıkları için kendilerini Medine fıkıhçılarına denk saymış ve birçok konuda onlardan farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Medine'de ise daha çok sayıda sahabe vardı. Resulullah Hüneyn Gazvesi'nden döndükten sonra Medine'de 12.000 kadar sahabe bırakmış, bunların 10.000'i ömürlerini burada tamamlamışlar, 2000 kadarı da diğer İslam bölgelerine dağılmışlardır. Medine'de fıkıh ve hadis bilgisi aktaran ashabın ileri gelenleri Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (Kufe'ye gidinceye kadar), Zeyd b. Sabit, Aişe, Ummu Seleme, Hafsa, İbn Ömer, Ubey b. Ka'b, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Ebu Hureyre, Mısır'da Zubeyr b. Avvam, Ebu Zer el-Gıfari, Amr b. As, Abdullah b. Amr; Şam'da Muaz b. Cebel, Ebu'd-Derda, Muaviye; Kuzey Afrika'da Ukbe b. Amir, Muaviye b. Hudeyc, Ebu Lubabe, Ruveyfi' b. Sabit'tir.
Her bölgenin fıkıhçıları burada bulunan sahabeden aldıkları bilgiye, bunların ve talebelerinin verdiği fetva ve hükümlere, kendi örf ve adetlerine dayanarak birtakım fıkhi istidlal ve içtihadlarda bulunmuş ve zaman zaman da diğer bölge fukahası ile ihtilafa düştükleri olmuştur. Ancak fıkıh tarihi bakımından en önemli gruplaşma Irak ile (Kufe) Hicaz (Medine) fukahası arasında meydana gelmiştir. Fıkıh ve hadisle ilgili bilgiler Medine'de daha çok olduğu içindir ki ilk halifelerin sünnetini ihya etmek isteyen Ömer b. Abdulaziz Medine' de önce kadı, sonra vali olan Ebu Bekir b. Hazm'e bir talimat göndererek bu bölgede yaşayan sahabe ve tabiinden hadisler toplayıp yazarak kendisine göndermesini istemiştir. Medineliler, kendi bölgelerinde yaşayan alimlerden bir teyit bulunmadıkça Kufe ve Şam kaynaklı rivayetleri kullanmıyor, bunları delil olarak geçerli saymıyorlardı; gerekçeleri de bu bölgede meydana gelen siyasi olaylar, kargaşa ve fitnelerin re'y ve rivayetlere olumsuz tesiriydi. Emeviler'in sonu ile Abbasiler devrinin başlarında Irak medresesinden ehl-i re'y, Hicaz medresesinden ehl-i eser (ehl-i hadis) çıkacaktır. Hicaz ve Irak grupları arasındaki ihtilaf daha ziyade muhit ve hoca (bilgi kaynağı) farkına dayanmakla birlikte bu iki okul arasında bazı usul farkları da bulunmaktadır. Her iki grup Kitap, Sünnet ve sahabe icmaını hüküm kaynağı olarak kullanır. Hicazlılar Medine halkının örfüne Hz. Peygamber'in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer verirler, muhitleri gereği hadis malzemeleri de daha zengindir. Iraklılar Medine örfünü kaynak olarak kabul etmezler, hadis malzemeleri azdır, mevcut üzerinde daha titiz ayıklama yaparlar ve re'y içtihadına daha fazla yer verirler.
Sahabe fakihlerinin hemen tamamının Arap olmasına karşılık tabiin fukahası arasında çok sayıda Arap olmayan kimse (mevali) vardır. Bu dönemde önemli merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden başlıca alimleri şöylece sıralamak mümkündür; Medine'de Said b. Museyyeb, Urve b. Zubeyr, Kasım b. Muhammed, Harice b. Zeyd, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Suleyman b. Yesar, Ubeydullah b.Abdullah b. Utbe, Ebu Bekir b. Hazm, Ebu Ca'fer Muhammed el-Bakır, Rebiaturre'y, İbn Şihab ez-Zuhri; Mekke'de Ata b. Ebu Rebah, Mucahid b. Cebr, İkrime, Sufyan b. Üyeyne,- Basra'da Hasan-ı Basri, Muhammed b. Şirin, Katade b. Diame; Kufe'de Alkame b. Kays, Şureyh b. Haris, Mesruk b. Ecda', Abdurrahman b. Ebu Leyla, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman; Şam'da Mekhul b. Ebu Muslim, Ömer b. Abdulaziz, Ebu İdris el-Havlani; Mısır'da Leys b. Sa'd.
Hadisler fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda kısmen toplanmış olmakla beraber bunların belli istemlere göre tasnif edilmesi fıkhın tedvininden sonra olmuştur.
Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emeviler döneminde yazıldığı anlaşılmaktadır. İbn Kayyim'in verdiği bilgiye göre İbn Şihab ez-Zuhri'nin fetvaları üç ciltte toplanmıştır. Hasan-ı Basri'nin konulara göre düzenlenmiş fetvaları ise yedi cilttir . Bu dönemde yazılıp günümüze kadar gelen dört kitap tesbit edilmiştir: Suleym b. Kays el-Hilali'nin fıkıh kitabı, Katade b. Diame'nin el-Menasia'i, Zeyd b. Ali'nin Menasiku'l-hac ve adabuh ile el-Mecmu’ adlı eserleri. Yine bu dönemde yazıldıkları bilindiği halde günümüze kadar gelmeyen kitaplar da uzunca bir liste teşkil edecek kadar fazladır .Abbasiler devri fıkhın olgunluk çağıdır.
Bu hanedan, hilafeti hakkı olana geri vermek ve Hulefa-yi Raşidin devrini ihya etmek gibi bir dava ile iktidara talip olduğundan, halifeler görünüşte de olsa hem din hem de dünya işlerinde Allah Resulünün halifesi ve Müslümanların başkanı sıfatı ile davranıyorlardı. Bunun tabii sonucu olarak din ulemasının söz, fiil, düşünce ve inançlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Nitekim Ebu Cafer el-Mansur siyasetine ters düşmeyen alimlere ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği görevi kabul etmediği ve gizlice muhalefeti desteklediği için Ebu Hanife'yi kırbaçlatmıştır. Mehdi-Billah zındıklara karşı çok sert davranmış, onların takip edilerek cezalandırılması için bir daire kurmuştur. Harunurreşid, Ebu Yusuf'u yargının başına getirmiş ve yanından hiç ayırmamıştır. Me'mun Kur' an-ı Kerim'in mahluk olduğuna dair bir emirname çıkarmış, mut'a nikahını münakaşa ettirmiş, cevazına dair emir çıkarmaya teşebbüs etmiştir. Abbasiler'in bu tutumları bilgi ve uygulama olarak fıkhı da etkilemiştir. Sulama düzeni, vergiler, kanallar, çeşitli divanlar vb. bir yönüyle dini işlerdi ve bu konuda yapılacak düzenlemelerin şer'i esaslara aykırı olmaması gerekiyordu. Bu sebeple Ebu Yusuf el-Harac adlı eserini kaleme almış, diğer müçtehitler de çeşitli çözümler ve görüşler ortaya koymuşlardı.
Daha önceki dönemde henüz doğmamış bulunan mezhepler aşağıdaki sebeplerle bu devirde ortaya çıkmaya başlamıştır:
a) Daha önceki müçtehitler fıkhın bütün konularında sistemli içtihatlarla hüküm üretmedikleri halde bu dönemin müçtehitleri bunu yapmışlardır.
b) İçtihatlar belli kitaplarda toplanmış ve bunlardan istifade etmek isteyenler için ulaşma kolaylığı sağlanmıştır.
c) Hicaz ve Irak grupları içinden hadis ve re'y okulları doğmuş, bu okullara mensup olanlar arasında münakaşa ve münazaralar yapılmıştır.
d) Bu tartışmalar, belli okullara mensup müçtehitlerin içtihat usullerini sistemli olarak kaleme almalarına ve böylece fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur.
Bu dönemde, "belli bir müçtehidin kendine mahsus içtihat usulü ve bu usulle elde edilmiş fıkıh hükümleri bütünü" manasında mezhepler doğmaya başlamış olmakla beraber IV. (X.) yüzyıla kadar Müslüman halk dört mezhebe bölünmediği gibi fıkıh mezheplerinin sayısı da dört değildir. Daha birçoğu arasında Hasan-ı Basri, Ebu Hanife, Evzai, Sufyan es-Sevri, Leys b. Sa'd, Malik b. Enes, Sufyan b. Üyeyne, Şafii ve daha sonra İshak b. Rahuye, Ebu Sevr, Ahmed b. Hanbel, Davud ez-Zahiri, İbn Cerir et-Taberi'nin mezhepleri meşhurdur. Bunların her birinin farklı içtihad usulleri, buna dayalı re'yleri ve hükümleri, çeşitli bölgelere yayılmış tabileri vardır.
Abbasiler devrine girerken fıkıhçılar arasında tartışılagelen, hüküm çıkarmada re'ye ve hadise verilecek yer ve değer konusuna bağlı olarak re'yciler ve eserciler diye bilinen yeni bir gruplaşma meydana geldi. Her birinin aşırıları ve mutedilleri ayrı ayrı değerlendirildiğinde dört ayrı gruptan soz edilebilir,
a) Aşırı re'yciler. Sünneti delil ve hüküm kaynağı olarak kabul etmeyen, delil olarak Kur'an'a ve re'ye dayanan bu grup zaman içinde tarihe karışmış ve eser bırakmamıştır. Basra Mu'tezilesi veya Hariciler içinden çıktığı tahmin edilen bu grubun görüş ve delillerini İmam Şafii nakletmiştir.
b) Mutedil re'yciler. Sünneti delil olarak kabul etmekle beraber sıhhatini tesbit konusunda titiz ölçüler kullanır, hadis rivayetinde çekimser davranırlar. Kıyas, istihsan, maslahat gibi re'y içinde yer alan usul ve kaynakları kullanmaktan çekinmezler; farazi meselelere hüküm üretirler, üstatların söylediklerinden hareketle hüküm çıkarırlar. İbn Ebu Leyla, Ebu Hanife, Rebiaturre'y, Zufer b. Huzeyl, Evzai, Sufyan es-Sevri, Malik b. Enes, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, Osman el-Betti bu grup içinde yer almaktadır.
c) Aşırı eserciler. Re'y içtihadını ve özellikle bunun en önemli kısmı olan kıyası, sahabe ve tabiin fetvalarını delil olarak kabul etmezler. Bazı Mu'tezile imamlarına da nisbet edilen bu tutum, bilhassa Zahiriyye adıyla bilinen mezhebin imamı Davud ez-Zahiri ve tabilerine aittir.
d) Mutedil eserciler. Genel olarak hadisçiler mutedil esercilerdir. Re'y ve kıyası reddetmemekle beraber buna nadiren başvururlar, hadislerin yanında sahabe ve tabiin fetvalarını da kaynak olarak değerlendirirler; hiçbir re'yi hadise tercih etmezler, farazi meselelerin fıkhını da yapmazlar.
Şu'be b. Haccac, Hammad b. Zeyd, Ebu Avane el-Vasıti, İbn Lehia, Ma'mer b. Raşid, Leys b. Sa'd, Sufyan b. Uyeyne, Vekf b. Cerrah, Şerik b. Abdullah, Fudayl b. İyaz, Abdullah b. Mubarek, Yahya b. Said el-Kattan, Abdurrezzak es-San'ani, Ebu Davud et-Tayalisi, Ebu Bekir b. Ebu Şeybe, Ahmed b. Hanbel ve daha sonraki tabakadan meşhur altı hadis kitabının muellifleri mutedil esercilerin ileri gelenleridir.
Fıkıh ve mezhepler tarihi muellifleri meşhur mezhep imamlarını, re'y ve eser taraftarlarındaki aşırılık ve itidali göz önüne alarak farklı gruplara yerleştirmişlerdir. İbn Kuteybe, Ahmed b. Hanbel'in ismini fıkıhçı olarak zikretmemiş, diğer üç imamı ise re'yciler listesine almıştır. Makdisi Ahsenut-tekasim'de, muhtemelen terimlere farklı manalar vererek bir yerde Ahmed b. Hanbel'i fıkıhçı değil hadisci olarak zikretmiş, buna karşılık Hanefi, Maliki, Şafii ve Zahiriler'i fıkıh mezhepleri içine almış, bir yerde Şafiiler'i ehl-i hadis, Hanefiler'i ehl-i re'y aymış, bir başka yerde ise Ebu Hanife ve Şafii'yi re'yci, İbn Hanbel ve tabilerini hadisci olarak göstermiştir. Şehristani, İmam Malik, Şafii, Sufyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve Davud ez-Zahiri'nin mensuplarını ehl-i hadis, Ebu Hanife ve mensuplarını ise ehl-i re'y olarak tespit etmiştir. İbn Haldun'a göre ehl-i Hicaz eserci ve hadisci, ehl-i Irak ise re'ycidir. Birincisinin imamı Malik, ikincisinin imamı Ebu Hanife'dir. Şafii, Ebu Hanife ve Malik'ten istifade ederek bu iki usulü mezcetmiştir. Ahmed b. Hanbel ise muhaddistir-, ancak onun talebesi Ebu Hanife'nin talebesinden okumuş, faydalanmış ve Hanbeli fıkhını tedvin etmiştir.
Abbasiler döneminde fıkhın tedvinine gelince, kısmen hadislerin ve fıkhın daha önceki devirlerde toplanıp yazıya geçirildiği bilinmektedir. Bu iki ilim dalı dışındaki bütün İslam ilimlerinin tedvini Abbasiler döneminde başlamıştır. Bunlar arasından sünnet, fıkıh ve fıkıh usulü ilimlerinin tedvini bu asırda önemli gelişmeler kaydetmiştir.
a) Sünnet. Konulara göre sünnetin kitaplara geçirilmesi bu dönemde gerçekleştirilmiş ve daha önce bu usule göre yazılmış olan fıkıh kitapları örnek alınmıştır. Hadis dalında meşhur olan altı kitabın (Kutub-i Sitte) telifi de bu dönemdedir.
b) Fıkıh. Emeviler devrinde başlayan fıkhın tedvini bu dönemde kemiyet ve keyfiyet olarak zirveye ulaşmıştır. Abdullah b. Mübarek, Ebu Sevr, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman gibi fıkıh alimlerinin telif ettikleri fıkıh kitapları günümüze kadar gelmemişse de İmam Malik'in, hadislerle beraber sahabe ve tabiin fetvalarını ve kendi içtihatlarını ihtiva eden el-Muvafagat, İmam Muhammed'in el-Mebsut, el-Asar gibi kitapları, Ebu Yusuf'un el-Harac'ı ve İmam Şafii'nin el-Um külliyatı zamanımıza ulaşmış, üzerlerinde çalışmalar yapılmış ve defalarca basılmış eserlerdir. Daha sonraki fıkıh kitaplarına da örnek olan bu eserlerde takip edilen telif sistemi, bir konu (kitab, bab, fasıl) içine giren meseleleri ve bunların hükümlerini bir araya getirmek, delillerini zikretmek, farklı içtihatlara cevap vererek bunları çürütmekten ibarettir.
c) Fıkıh usulü. Fukaha arasındaki ilke ve metot itibariyle görüş ayrılıkları ve bunlarla ilgili tartışmalar fıkhın tedvininden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilaf ve tartışmalar bir yandan karşılıklı reddiye kitaplarının yazılmasına, öte yandan fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur.
Muctehidler, tartışmaları ve ihtilaf sebeplerini dağınıklıktan kurtarmak ve bir temele oturtmak için kullandıkları delilleri, delillerden hüküm çıkarma ve yorumlama, deliller çelişir gibi göründüğünde uzlaştırma kurallarını derleyip yazmak durumunda kalmışlar, bu ise usul-i fıkıh ilim dalını oluşturmuştur.
Daha sonraki devirlerde yazılan bazı fıkıh usulu kitapları da belli bir müçtehidin içtihadları ile ortaya koyduğu hükümler incelenerek elde edilen usul kaidelerinin derlenmesi şeklinde yazılmıştır.
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in usul konusunda da kitap yazdıkları zikredilmişse de bunlar günümüze ulaşmamış olup elde bulunan ilk usul kitabı İmam Şafii'nin Kur'an ve onun hükmü açıklama metodu, nasih-mensuh, haber-i vahid, kıyas, istihsan, sünnet ve Kur'an ile ilişkisi, hadislerin gizli kusurları, icma, içtihat ve ihtilaf konularını ihtiva eden er-Risale'sidir. Fıkhın füru ve usulü tedvin edilirken farz, vacip, mendup, sünnet, haram, mekruh, şart, rükün, illet, sebep gibi daha önceki dönemlerde tanım ve kapsamı kesinlik kazanmamış birçok terim yaygın olarak kullanılmaya başlanmış, bir kısım terim de daha ziyade vuzuh ve kesinlik kazanmıştır. Abbasîlerin son zamanları ile Selçuklular devri fıkhın duraklama dönemidir.
Merkezi otoritenin sarsılması ve birçok İslam devletinin kurulması, bu devletler arasındaki dostane ve hasmane münasebetler, çeşitli kültürlerin karşılıklı etkileşiminin meydana gelmesi, hak ve batıl birçok fikir cereyanının, inanç ve düşüncenin ortaya çıkıp yayılması vb. amiller, İslam toplumunda düşünce ve kültür hayatını ve ilmi gelişmeleri hem olumlu hem de olumsuz yönden etkilemiş olmakla birlikte bu dönemde fıkıh ilminde tekamül grafiğinin yükselmesi durmuş, hatta aşağıya doğru seyretmeye başlamıştır. Artık büyük muctehidler ve mezhep imamları devrinin hür ve mutlak içtihadı. Kitap ve Sünnet kaynaklarından hukuki ve dini hayata doğrudan çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini taklitçilik ruhu almaya başlamış, sonu gelmez faydasız tartışmalar yaygınlaşmış, mezhep taassubu yerleşmiş ve içtihat kapısı kapanmıştır. Taklit ruhu ve zihniyeti, menfi münazara ve münakaşalarla mezhep taassubu bu devri karakterize eden belli başlı hususlardır.
Taklit ruhu ve zihniyeti. Fıkıhla meşgul olan alimlerle halkın kendilerini, içtihadı terk ederek belli bir müçtehide bağlanma mecburiyetinde hissetmeleri, müçtehitlerin re'y ve içtihatlarını vahiy gibi bağlayıcı telakki etmeleri bir taklit zihniyetidir ve bu zihniyet bu dönemin eseridir. Hanefi fıkıhçılarından Ebu'l-Hasan el-Kerhi'nin şu sözleri taklit ruhu ve zihniyetinin tanımı gibidir: "Mezhebimizin hükmüne uymayan her ayet ya te'vil edilmiştir veya mensuhtur; muhalif hadisler de böyledir; ya te'vil edilmiş, zahiri manalarıyla alınmamıştır, yahut da hadis mensuhtur" . Bu anlayışa göre fıkıhçıyı bağlayan ayet ve hadisler değil mezhep imamlarının sözleridir; bir ayet veya hadis bu sözlere aykırı görünürse imamın sözü alınacak, naslar buna göre yorumlanacak veya hükümden kaldırılmış sayılacaktır. Şafii mezhebinden İmamu'l-Haremeyn'in babası Ruknulislam el-Cuveyni'nin mezhep taassubunu terk ederek sahih hadislere dayalı el-Muhit adıyla bir kitap yazma teşebbüsünden Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki'nin tenkidi üzerine vazgeçmesi de aynı zihniyetin bir başka tezahürüdür.
Taklit zihniyetinin yerleşip kökleşmesine sebep olan başlıca amiller şöylece özetlenebilir:
a) Yetişkin talebe. Her mezhep imamının iyi yetişmiş, yaşadıkları dönemde halkın saygısını ve güvenini kazanmış öğrencileri olmuştur. Kendileri de alim olan bu öğrencilerin hocalarına karşı besledikleri aşırı saygı ve bağlılık, vazife ve menfaatlerde ustadın öğrencilerine verdiği öncelik daha sonraki öğrencileri ve halkı etkilemiş, gittikçe taklit zihniyetinin kökleşmesine zemin hazırlamıştır,
b) Siyaset, kaza ve vakıf menfaatleri. Menfaat ve mevkilerin belli bir imamın öğrencilerine verildiği zamanlarda içtihad ehliyetini elde edenler menfaati tercih ederek bu vasıflarını açıklamamayı, içtihatlarını imamın mezhep ve usulü içinde yürütmeyi tercih etmişlerdir. Daha önceki dönemlerde kadılar müçtehitler arasından seçilirken, giderek hukuki istikrar ihtiyacı ağır bastığından, içtihatları kitap haline getirilmiş bir müçtehide bağlı kadılar tercih edilmeye başlanmıştır. Devlet başkanları ile vezirlerin belli bir mezhebi iltizam etmeleri de görevlerin verilmesinde bu mezhebe bağlı alimlere öncelik sağlıyordu. Nitekim Selçuklular daha ziyade Hanefi mezhebini tervic etmişlerdir. Ebu Yusuf'tan beri Abbasiler'in bu mezhebe meyilleriyle Selçuklu siyasetine uygunluğu bu tercihte rol oynamıştır. Tuğrul Bey'in veziri Amidulmülk el-Kunduri'nin Eş'ari ve Şafiiler'e yaptığı baskı ve zulme son vererek bu mezheplere bağlı alimlerin memleketlerine dönmesini sağlayan Nizamulmülk'ten sonra Şafii mezhebi de ülkede hayat hakkı elde etmiştir. Doğuda Gazneli Mahmut, batıda Selahaddin-i Eyyubi Şafii mezhebi için aynı imkanı sağlamışlardır. Bazı vakıf menfaatlerinin belli bir mezhebe bağlı alim ve öğrencilere tahsis edilmesi de taklit ruhunun yerleşmesine sebep olmuştur.
c) Tedvin. Müçtehidin mezhebinin tedvin edilerek kitaplara geçirilmesi istifade için başvurmayı kolaylaştırmış ve bu gelişme hem o mezhebin yaşamasına yardımcı olmuş hem de yetişenleri tembelliğe sevk etmiştir. Münazara ve münakaşalar. Gerçeği bulmaya yönelik tartışmaların faydalı olduğu acık olmakla birlikte bu dönemde fıkıh alanında sürdürülen tartışmaların amaç ve sayısında olumsuz gelişmeler olmuştur. Gazzali'ye göre bu dönem tartışmalarının amacı nüfuz kazanmak, bilgisini göstermek, mezhebinin propagandasını yapmak, idarecilere şirin görünmektir.
Tartışmalar aşırı derecede çoğalmış ve yaygınlaşmıştır.
Başta Irak ve Horasan olmak üzere hiçbir büyük merkez yoktur ki orada iki büyük alim arasında tartışma yapılmamış olsun. Bu tartışmalar, tarafları her hâlükârda mezhep görüşlerini benimsemeye ve müdafaaya mahkum ediyor, sonuçta da grup ve ekoller arası bilgi alışverişi adeta imkansız hale geliyordu.
Mezhep taassubu. Daha önceki dönemde de bir muctehidin içtihad usulü ve bu usule göre çıkardığı hükümler mecmuası manasında mezhepler ve bu mezheplerin tabileri bulunmakla beraber mezhep taassubu yoktu, mezhepler arasına duvarlar çekilmemişti. Fıkıh alimleri birbirleriyle görüşür, karşılıklı istifade ederler, halk da gerektiğinde birden fazla müçtehitten faydalanırdı.
III. (IX.) yüzyıldan itibaren başlayan mezhep taassubu gittikçe güçlendi ve adeta düşmanlığa dönüştü. Taassubun çeşitli tezahürleri vardı,
a) Tefrika, fitne ve tahrip. Mezhepleri farklı olanların birbiri arkasında namaz kılamayacakları, nikahlarının sahih olmayacağı gibi bölücü telakkiler yayılmış, Bağdat, Rey, İsfahan, Merv şehirlerinde fıkıh mezheplerine mensup gruplar birbirleriyle vuruşmuşlar, birçok insanı ve serveti telef etmişlerdir. İbn Cerir et-Taberi, kitabında Ahmed b. Hanbel'in görüşlerine yer vermediği için Hanbeliler tarafından taşa tutulmuş, vefat ettiği zaman ancak gece defnedilebilmiştir.
b) Hatada ısrar. Taklit, bir şeye delilsiz olarak uyma ve bağlanma olduğundan karşı tarafın delili kuvvetli, içtihadı isabetli de olsa hatada ısrar edilmiş, "Benim imamım en doğrusunu bilir" zihniyetinden hareket edilmiştir,
c) Muhaliflerin yıpratılması. İmamlara, mezhep fıkıhçılarına delile dayanarak muhalefet edenlere hücum edilmiş, bulundukları cevrede dışlanmaları için elden gelen yapılmıştır,
d) IV. (X.) yüzyıldan önce en şerefli bir iş ve farz-ı kifaye derecesinde bir ibadet olarak bilinen içtihada karşı çıkılmış, bu sıfat ve ehliyetlerini açıklayan alimlere eziyet edilmiş, yeni yetişenlerin de cesaretleri kırılmıştır. Bu sebeple IV. (X.) yüzyıldan itibaren "mutlak müstakil içtihad" nadir hale gelmiş, mezhepte ve meselede içtihad birkaç asır daha devam etmiş, giderek o da azalmış ve yerini koyu taklide terk etmiştir .
Mezhep imamlarının müçtehit talebelerinden sonra başlayan bu devirde tedvin hareketini takip edilen usul ve gaye bakımından birkaç gruba ayırmak gerekir.
1. Mezhep hükümlerinin usul ve dayanaklarını tesbit için yazılan kitaplar. İctihad hareketi duraklayınca yürüyen hayatın ihtiyaclarını karşılamak ve imamlardan sonra meydana gelen boşlukları doldurabilmek için "tahric" diye daha önceki uygulamadan farklı yeni bir usul icat edilmiştir; bunu yapanlar (ashabu't-tahric, muharricun), önce imamın içtihadlarını inceleyerek her bir hükümde dayandığı usul ve illeti tesbit etmekte, daha sonra bunu esas alarak emsal hükümler uretmektedirler .
Ebu'l-Hasan el-Kerhi ve Debusi'nin risaleleriyle Cessas, Ebu'l-Usr el-Pezdevi, Şemsuleimme es-Serahsi'nin usul ve fürua dair kitapları bu maksatla yazılmıştır. İmam Şafii usulunu bizzat yazdığı için Şafii mezhebinde furudan usule değil tersine bir metodun geliştiği soylenebilir.
Aynı fıkıh döneminde usulden hareket eden ve "Şafii veya kelamcılar mesleği" denilen bu usule göre de kitaplar yazılmıştır. Ebu'l-Huseyin el-Basri'nin el-Muctemed, İmamu'l-Haremeyn el-Cuveyni'nin el-Burhan, Gazzali'nin el-Mustaşia adlı usul kitapları bu türün seçkin örnekleridir.
2. Tercih amacına yönelik eserler. Mezhep imamlarının içtihadları talebeleri tarafından derlenip yazılırken birbirini tutmayan ve açıklanmaya muhtaç bulunan içtihad ve re'ylere de yer verilmiş, daha sonra yazılan eserlerde imama ait ve muteber olanlarını muteber olmayanlardan ayırmak için yapılan çalışmalara "tercih" denilmiş, bunun da rivayet ve dirayet şeklinde iki turu olmuştur. Rivayet bakımından tercih, imamın sözünü nakleden ravinin güvenilirliğine göre yapılmaktadır. Mesela Hanefiler, İmam Muhammed'in kitaplarından mevsuk olarak nakledilenleri tercih etmişlerdir. Ebu Hafs el-Kebir, Ebu Süleyman el-Cuzcani gibi Hanefiler'in rivayetlerine dayanan kitaplar bu kabildendir ve bunlara "zahiru'r-rivaye" denilmektedir. Daha zayıf rivayetlerle nakledilenler ise "nadiru'r-rivaye" veya "nevadir" adını almaktadır. Şafiiler, Rebi' b. Suleyman el-Muradi'nin rivayetini Muzeni ve diğer öğrenci ravilerin rivayetlerine tercih etmişlerdir.
Malikiler ise İbnu'l-Kasım'ın rivayetini daha sağlam bulmuşlardır. Bir imamdan nakledilen ve rivayet yönünden eşit derecede mevsuk olan veya biri imama, diğeri yine mezhebin imamı sayılan talebesine ait bulunan iki zıt görüşten birini Kitap ve Sünnet'e, usule bakarak tercih etme işi de "dirayet yoluyla tercih "tir ve bu dönemde başlamıştır.
Bu tur calışmaların günümüzde de kullanılan örnekleri vardır. İmam Muhammed'in mevsuk altı kitabını Hakim eş-Şehid el-Kaii adlı eserinde ozetlemiş, Serahsi de bunu el-Mebsut adlı kitabın da şerh ve ikmal etmiştir. İmam Malik'in mezhebinin esaslarını ihtiva eden el-Mudevvenetu'l-kubra'yı İbn Ebu Zeyd el-Kayrevani ve Ebu Said el-Berazii yukarıda açıklanan usulu kullanarak ihtisar etmişlerdir. Şafiiler'den Ebu İshak eş-Şirazi'nin el-Muhezzeb', Gazzali'nin el-Basit, el-Vasit ve el-Veciz adlı kitapları da aynı türün örnekleridir.
3. Mezhep savunmasına yönelik kitaplar. Mezheplerin farklı hükümlerini bir kitapta toplayıp mukayese ederek bir sonuca varmak isteyen fakihler, "hilaf" adıyla bilinen yeni bir fıkıh bilim dalı meydana getirmişlerdir. Bunlar da iki gruba ayrılır. Birinci grubun amacı kendi mezhebini savunmak, diğer mezheplerin delillerini çürütmektir; yukarıda zikredilen kitaplar bu türün de örnekleri sayılabilir, ayrıca Debusi'nin bu konudaki eseri ilk hilaf kitabı olarak kaydedilmiştir .
İkinci grubun gayesi ise İslam'ın genel olarak bağlayıcı ve muteber delillerinden hareket ederek fıkıhçıların ihtilaf ettikleri hükümleri incelemek ve isabetli olanı belirlemeye çalışmaktır. İbn Cerir et-Taberi'nin İhtilafu'l-fukaha3 adlı kitabı böyle bir eserdir. İbn Ruşd'un Bidayetu'l-muctehid, Muvaffakuddin İbn Kudame'nin el-Muğrıi, İbn Hazm'ın el-Muhallu adlı eserleri kısmen de olsa bu tercih çalışmalarına örnek olarak zikredilebilir.
Bu fıkıh döneminde adliye teşkilatı ve kanunlaştırma konularında da önemli gelişmeler olmuştur. Abbasiler devrinin birinci döneminde (846-946) giderek içtihat hareketi duraklamış, mezhepler doğmuş ve kadılar hükümlerini bu mezheplerden birine göre -mesela Irak'ta Hanefi, Suriye ve Mağrib'de Maliki, Mısır'da Şafii mezhebine göre vermişlerdir.
Mahkemeye kadının bağlı bulunduğu mezhep dışından biri başvurduğunda kadı o dava için davacının mezhebinden bir naib tayin etmiştir. Kadıların görev ve yetkileri genişlemiş, daha önce medeni ve cezai davalara bakan kadılar artık vakıflar, vesayet, emniyet, belediye işleri, darphane, hazine işleriyle de meşgul olmuşlardır.
Hem duruşma yazıya geçirildiği, hem de yazılı belgelere önem verilmeye başlandığı için fıkha "şurut" ve "sicillat" gibi kavramlar ve müesseseler girmiştir. Abbasiler'in ikinci döneminde (946-1258), bilhassa Şii Buveyhiler'in Bağdat'a hakim oldukları zamanda kadılık makamına önemli bir meblağ ödenerek gelinebilmiş, bunun sonucu olarak davalarda taraflardan mahkeme harcı alınmıştır. Selçukluların hakimiyet bölgesinde kaza, genel hatlarıyla Abbasiler'in ilk döneminde olduğu gibi Hanefi ve kısmen Şafii mezhebine göre yürütülmüştür. Şer'i mahkemelerin yanında kamu düzenini bozan veya siyasi yönü bulunan suçlara bakan örfi mahkemelerin kurulması da bu dönemdedir.
Ayrıca ordu mensuplarının şer'i davalarına bakan kazaskerlik kurumu da faaliyete geçirilmiştir.
Selçukluların, Uygurlar ve Hazarlar ‘da mevcut din ve dünya işlerini birbirinden ayıran bir devlet telakkisini ilk defa İslam aleminde uyguladıkları, kamu menfaatini korumak için dini hukukun nazari ve dar kalıplarını terk ettikleri iddiası bilgi eksikliğine ve aceleye gelmiş bir genellemeye dayanmaktadır.
Bu iddiaya delil olarak halifelerin dünya işlerine karıştırılmaması, şeriata aykırı vergiler ve cezalar, bazı Türk örf ve adetlerinin uygulanması ve askeri ikta gibi bir kısım toprak tasarrufları ileri sürülmüşse de halifelerin dünya işlerine karıştırılmaması onların iktidarsızlıklarından kaynaklanmış olup görünüşte halifeye bağlı bulunan sultanların uyguladıkları hukuk da İslam hukukudur. Kamu menfaatini korumak için -buna ters düşer gibi görünen nasların askıya alınması, fıkıh hükümlerinin terkedilmesi, Hz. Ömer zamanından itibaren yine fıkıh içinde yer alan maslahat ve zaruret prensipleri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. İslam'ın kesin hükümlerine aykırı olmayan örf ve adetlerin uygulanması Hz. Peygamber'den beri cari olmuştur. İkta usulü yine kamu yararı prensibine bağlı olarak Hz. Ömer devrinde başlamıştır; Nizamul Mülk'un yaptığı da bunun bir çeşidi olan askeri ikta uygulamasıdır. Şeriatın belirlediği suç ve cezalar dışında kalan suçlar için belli cezaların verilmesi ta'zir alanına girer ve bu uygulama İslam'ın ulu'lemre tanıdığı yetkiye dayanmaktadır. Bir ferdin, toplumun, devletin herhangi bir uygulaması, niyet ve beyan şeklinde İslam'ı terk etmeye dayanmadığı ve meşruiyetini -zorlama yorumlarla da olsa dinden aldığı müddetçe laik ve din dışı oluştan, şeriatın terkedilmesinden söz edilmesi doğru değildir.
Moğol istilasından Mecelle'ye kadar suren dönem fıkhın gerileme cağıdır. Hukuk ilmi ve kurumlarının gelişmesinde onu uygulayan yönetim ve devletin rolü önemlidir. Abbasi ve Selçuklu hakimiyetine son veren Moğollar, İlhanlı Hükümdarı Gazan Han'a kadar (1295-1304) devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, halkı şahsi ve dini işlerinde serbest bırakmışlardır. Halk ve fıkıhçılar belli mezheplere sımsıkı sarılmış, bunları meşru savunma aracı olarak kullanmışlar, içtihada ve mezhepler arası iletişime kapılarını kapamışlardır. Daha önceki dönemlerde seyahatler yoluyla fakihler arasında kurulan bağlar ve ilişkiler bu devirde zayıflamış, her mezhep fıkıhçısı kendi kabuğuna çekilmiştir. Müçtehitlerin ve talebelerinin fakih yetiştiren kitaplarının okunması terkedilmiş, onların yerine hazır hüküm ve bilgileri delilsiz, tahlilsiz ve tartışmasız nakleden kitaplar okunur olmuştur. Medreselerde belli zaman içinde fıkhın bütün konularını okutabilmek için başlatılan ihtisar ve metin yazarlığı giderek bir sanat şeklini almış, bilmece haline gelen metinlere bu defa şerhler ve haşiyeler yazma gereği hasıl olmuştur. İçtihadın çözüm getiren ışığı söndürülünce yürüyen hayatın ihtiyaçları amaçtan uzak, şekle bağlı yorumlar ve hilelerle (hiyel ve meharic) karşılanmış, bu da fıkhın Müslüman hayatını kuşatma kabiliyetini olumsuz etkilemiştir. Mısır Abbasileri ve Memlukler devrinde bir ara Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde içtihat hareketi canlanır gibi olmuş, ancak teşvik görecek yerde baskı ve hücuma maruz kaldığından yaygınlık kazanamamıştır.
VI. (XII.) yüzyılın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas çevresinde devlet eliyle bir içtihad hareketi başlatılmış, fakat başarılı olamamıştır. Muvahhid Hükümdarı Abdulmu'min el-Kumi'nin tasarladığı, oğlunun ve özellikle torunu Ebu Yusuf el-Mansur'un yürüttüğü bu hareketin sebebi, Zahiriyye mezhebine mensup bulunan yönetimin halkın Maliki fıkıh kitaplarına mahkum olarak ana kaynaklarla alakalarının kesilmiş olduğunu görmeleridir. Fıkıhçıları yeniden ana kaynaklara döndürebilmek için Maliki fıkıh kitaplarının okutulması yasaklanmış, ele geçirilenler yakılmış, bunların yerine on hadis kitabının (Ku-tub-i Sı'tte'nin İbn Mace'nin es-Sünen i dışındaki beşi, el-Muvatta Beyhaki ve Darekutni'nin es-Sünen'leri, Bezzar ve İbn Ebu Şeybe'nin el-Müsned'leri) ihtiva ettiği hadisler konularına göre derlenerek yazdırılmış, öğretim ve uygulamanın bu kaynaklardan yapılması emredilmiş, başarılı olanlara mükafatlar verilmiştir.
Ancak bu hareketin arkasında bir Zahiriyye temayülünün bulunması, baskı yapılması ve yönetimin değişmesinden sonra yeni yöneticilerin eskilere ait her şeyi yıkma ve değiştirme arzuları hareketi başarısız kılmıştır. Bu dönemde, Gazan Han'dan önceki Moğol hakimiyeti dışında kalan zamanlarda İslam ülkesinin hakimiyet bölgelerinde şeriat uygulanmıştır. Genel olarak kamu hukuku alanında İslami esaslar ve hükümler çerçevesinin dışına çıkılmadan örf, adet ve kanunnameler, özel hukuk alanında ise fıkıh ve fetva kitapları gereken yerlerde kanun gibi kullanılmıştır.
Akkoyunlular, Memlukler ve Anadolu Beyliklerinden intikal eden kanunlar bulunmakla beraber derlenmiş en eski tipik kanunnamelerden günümüze gelenler Osmanlılara aittir. Bu kanunnameler de Selçuklular devrindeki uygulamalarda olduğu gibi maslahat, zaruret ve ulu'l-emre verilen yetkiye dayanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. J. Schacht'ın da işaret ettiği gibi kanunnameler, "hükümlerine karşı gelmemek ve mer'iyete halel vermemek şartıyla dini hukukun noksanlarını doldurmaya çalışan formel kanunlardır" . Kadılar ta'zir cezaları, toprak hukuku gibi konularda bu kanunnamelere, kamu ve özel hukukun diğer alanlarında ise fıkıh ve fetva kitaplarına göre hüküm vermişlerdir.
Kadıların hükümde tabi olacakları mezhep, kullanabilecekleri fıkıh ve fetva kitapları ile bunlarda bulunan ihtilaflı hükümlerde tercih usulu ilgili eserlerde açıklanmış, bazı zamanlarda bu konuyla ilgili fermanlar da çıkarılmıştır.
Mecelle'den günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma cağıdır. Cemaleddin-i Afgani ve tabilerinin başlattığı uyanış ve kalkınma hareketinin programında içtihadın önemli bir yeri vardır. Programa göre yeni bir İslam dünyası kurulurken ihtiyaç duyulan çözümler ve mevzuat, bir yandan çeşitli fıkıh mezheplerine ait içtihatlardan tercihler yapılarak, öte yandan gerektiği yerlerde içtihad edilerek ortaya konacaktır. Fıkıhta içtihat ve tercih hareketi Osmanlı ülkesinde Mecelle'nin tedvinini etkileyememiş, bu kanun Hanefi mezhebinin fetvaya esas olan hükümlerinden derlenmiştir. Ancak hareket, bazı darülfünun hocaları ile Sırut-ı Mustakim, Sebilurreşad gibi mecmuaların yazarlarına tesir etmiş, bunlar çeşitli kitap ve makalelerinde içtihadı savunmuşlardır.
Mısır'da Muhammed Abduh'un öğrencilerinden Reşid Rıza'nın çıkardığı el-Menar dergisinde bir taraftan içtihat hararetle savunulmuş, taklide şiddetle cephe alınmış, diğer taraftan içtihat ve tercih mahsulü fetvalar, yorumlar ve çözümler neşredilmiştir. Aynı hareketin izlerini Hindistan'dan Fas'a, Kazan'dan Yemen'e kadar o günkü İslam dünyasının çeşitli ilim müesseselerinde, ulemasında ve mevzuatında görmek mümkündür.
Bu dönemde fıkıh araştırma ve uygulamalarında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. 1. Kanunlaştırma (taknin, odification) hareketi başlamıştır. Bundan önceki dönemlerde görülen kanunlar, fıkhın kanunlaştırılmasından ziyade fıkıh kitaplarına girmeyen hukuki alanlardaki boşlukları şer'i esaslara göre doldurma mahiyetinde idi. Bu dönemde başlayan hareket fıkhın kanunlaştırılmasına, mahkemelerde kullanılan fıkıh ve fetva kitaplarının yerini usulüne göre hazırlanmış şer'i kanunların almasına yöneliktir.
Döneme ismini veren Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye kanunlaştırma hareketinin ilk önemli adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslam dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girilmiştir. Mecelle'nin ortaya konmasına sebep olan dış ve iç amiller vardır.
İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya gibi siyasi ve iktisadi ilişkiler içinde bulunulan devletlerin, azınlıkları da bahane ederek yeni mahkemelerin kurulması için baskı yapmaları ve bilhassa Fransız büyük elçisinin gayreti, içeriden de bazı devlet ricalinin desteğiyle Fransız Medeni Kanunu'nun tercüme edilerek olduğu gibi iktibası fikrinin güç kazanması dış amillerdir. Nizamiye mahkemelerinin bazı davalarda şer'i hükümlere ve dolayısıyla bunları ihtiva eden kanunlara ihtiyaç duyması, şer'iyye mahkemelerinde görev yapan hakimlerin fıkıh ve fetva kitaplarından hüküm çıkarmada zorlanmaları, bu kitaplarda yer alan bazı içtihatların eskimiş olması ve zamanın değişmesiyle ahkamın da değişeceği kuralına göre değişme ihtiyacının hasıl olması da iç amillerdir. Osmanlılardaki bu amiller gibi İslam dünyasında kanunlaştırma hareketinin de zorlayıcı sebepleri vardır.
Fıkıh Usûlü Kaynakları:
Fıkıh usülu kitaplarının yazımında "Fukaha metodu" ve "Mütekellimun metodu" olmak üzere belli başlı iki metot takip edilmiştir. Fukaha metodu özellikle Hanefilerin takip ettiği bir metot olup, temel özelliği fıkhi örneklerden kurallara gitmesidir.
Fukaha metoduna göre yazılan eserler:
1- Ebu Bekr b. Ahmed b. Ali er-Razi el-Cessas(370/980), el-Fusûl fi'l-Usûl
2- Ebu Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsî(432/1040), Takvimu'l-Edille
3- Fahru'l-İslam Ali b. Muhammed el-Pezdevî(483/1090), Kenzu'l-Vüsul ile'l-Usul
4- Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed es-Serahsî(490/1097), el-Usul
Mütekellimun metodu ise genelde Hanefiler dışındakilerin yazım metodu olup, temel özelliği kuralların öncelikle tespit
edilip, meselelere uygulanmasıdır.
Mütekellimun metoduna göre yazılan eserler:
1- Kadı Abdulcebbar(415), el-Umde fi Usuli'l-Fıkh ve en-Nihaye fi Usuli'l-Fıkh
2- Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali el-Basrî el-Mu'tezilî(436/1044), el-Mu'temed fi Usuli'l-Fıkh
3- İmamu'l-Harameyn el-Cüveynî(478/1085), el-Burhan fi Usuli'l-Fıkh
4- İmam Ebu Hamid Muhammed Gazzalî(505/1111), el-Mustasfa min İlmi'l-Usul
Bu iki metodu meczederek yeni bir metot ortaya koyan eserler:
Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını ispat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını
usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:
1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bağdâdî İbnu's-Saatî(694/1294), Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbeyi'l-Pezdevî ve'l İhkâm
2-Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd(747/1346), et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmiştir.
3-Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî(771/1369), Cem'ul-Cevâmî.
4-Muhammed b. Abdülvahid İbnu'l-Hümâm(861/1456), et-Tahrîr. Bu eseri ise öğrencisi Muhammed b. Emiri'l-Hacc el-Hâlebî(879/1474) et-Takrir ve't-Tahbiradıyla şerh etmiştir.
Bu eserlerin yanında eş-Şatıbî'nin(790/1388) el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin (1250/1834) İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.
Günümüzde özellikle tefsir ve İslam hukuku branşlarında çok daha ciddi usul çalışmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Hem Kuranın ve Peygamber efendimizin anlaşılması, hem de Müslümanların günlük hayatlarında pratik olarak kullanabilecekleri hukuk ilkelerine ihtiyaç duyulmaktadır. Alimlerimizin bu konuda çok ciddi sorumluluklarının olduğu aşikardır.
KAYNAKLAR;
. Serinsu, Nedim, Kur’an ve Bağlam, Şule Yayınları, İstanbul 2012
. Serinsu, Nedim, Kur’an Nedir?, Şule Yayınları, İstanbul 2012
. Albayrak, Halis, Tarihin İçinden Kur’an’ı Algılamak, Şule Yayınları, İstanbul 2011
. Albayrak, Halis, Tefsir Usûlü, Şule Yayınları, İstanbul 2014
. Koçyiğit, Talât, Hadis Usûlü, Ankara ÜİF Yayınları, Ankara 1987
. Tahhan, Muhammed, Yeni Hadis Usulü, çev. Cemal Ağırman Rağbet Yayınları , İstanbul 2010
. Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, Marmara ÜİF Yayınları, İstanbul 1988
. Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, Marmara ÜİF Yayınları, İstanbul 1991
. Kandemir, M. Yaşar, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Hadis” Maddesi, c: 15. S:32-35 Ankara : TDV, 1997
. Birışık, Abdülhamit, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Tefsir” Maddesi, c: 40. S:284-285 Ankara : TDV, 2011
. Karaman, Hayreddin, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Fıkıh” Maddesi, c:13. S:3-11 Ankara : TDV, 1996
.
Ahmet SAĞLAM
Büt. Doktora-15952706
TEFSİR, HADİS VE FIKIH USULLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
a) Kuran
İlimleri
Kuran
ilimleri tamlaması esas itibariyle Kuranla doğrudan ilgili olan disiplinleri
kapsar. Kuranı Kerim’le alakası olmayan ve fakat dolaylı olarak ilintili olan-
dolaylı olarak yararlanılan ilimlerin Kuran ilmi sayılması konusu
tartışmalıdır. Kur'an ilimleri Kur'an'ın vahyi, nüzulü, yazımı, okunması,
tertibi, toplanması, çoğaltılması, hattı, kıraati, tefsiri, i'cazı, nasih ve
mensuhu, i'rabı, dil, üslup ve belagatı, ayet ve surelerinin birbiriyle ilgisi,
muhkem ve müteşabihi hakkındaki disiplinleri kapsar. Kur’an ilimleri, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve
müfredatla Kur’an’ın anlaşılmasına
yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır.
Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, Suyûtî sayılarını
Zerkeşî’nin çerçevesini genişleterek
biraz daha çoğaltmıştır.
Kur’an
ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmiştir. Kur’an’ın
bütün ilimlerini toplayıcı kapsamdaki eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk
eser Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân
ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanılmış olmakla birlikte,
kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda
gerçekleştiği söylenebilir.
Kuran
ilimleri ile ilgili malumat için:
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c42/c420105.pdf
b) Hadis İlimleri
Hadisler,
hicri II. Asır başlangıcından itibaren tedvin edilmeye başlanmış olmakla
birlikte, bunların tedvininde hadis âlimlerinin zihinlerinde bulundurdukları
usûl ve kâideler, henüz yazıya dökülmüş değildi. Hatta tedvinden sonra kazanmış
olduğu Usulü’l-Hadis veya Mustalahil-Hadis tabirleri bile, III. Asır hadis
imamları arasında bilinmiyor değildi. Hâdîs rivayetiyle bu rivayetin
şartlarından, çeşitlerinden, ravilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın sınıflarından
bahseden Usulü’l Hadis veya Mustalahu’l-Hadis, ilk defa IV. Asırda tedvin
edilmiştir.
Ulûmü’l-hadîs,
hadis ilmine dair muhtelif konuları kapsayan literatürün genel adı olmakla
beraber bu ilim içerisinde gelişmiş müstakil disiplinleri de ifade eder. Hadis
tedvîn ve tasnif faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bu ilimlerin ekseriyeti erken
dönem muhaddislerince hadis metinlerinin mâna ve içeriğine yani
dirâyetü’l-hadîse verilen önemi yansıtmaktadır. Bunlardan cerh-ta‘dîl ve kısmen
ilelü’l-hadîs isnadla ilgili ilimlerdir. Hadis metinlerini anlamaya yönelik
olanlar ise garîbü’l-hadîs, muhtelifü’l-hadîs, nâsihu’l-hadîs ve mensûhuhu,
fıkhü’l-hadîs ve esbâbü vürûdi’l-hadîs ilimleridir. Son ikisi hadis ilimleri
arasına diğerlerinden çok sonra girmiştir. Râvilerin güvenilirliğini tesbit
etmeyi amaçlayan cerh ve ta‘dîl ilminin temel dayanağı ricâl eserleridir; buna
ilmü’r-ricâl de denir. İlelü’l-hadîs ise snada veya metinde yer alan ve
hadislerin sıhhatini zedeleyen gizli kusurları inceleyen ilim dalı olup erken
dönemlerden itibaren bu hususta çeşitli eserler telif edilmiştir.
Hadis
usulü ile ilgili malumat için:
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c42/c420104.pdf
c) Fıkıh Usulü
Fıkıh
usulünün içeriği dört bölümde şöyle özetlenebilir:
1.Edilletü’l-ahkâm:
Bu bağlamda edille genellikle, kitap gibi ana kaynakların yanı sıra şer‘u men
kablenâ gibi tâlî kaynaklarla tâlî kaynak görevi yüklenen kıyas gibi metotları
ve sedd-i zerâyi‘ gibi prensipleri topluca ifade eden bir kavram şeklinde
düşünülür.
2.
Hüküm bahisleri: Hüküm teorisi diye nitelenebilecek bu bölüm de dört başlık
içerir: a) Hüküm ve kısımları: Hükmün tanımı ve hükümlerle ilgili terminoloji;
b)Hükme konu fiiller/mahkûm fîh: Bir fiilin yükümlülüğe konu olmasıyla ilgili
şartlar ve hükmün koruduğu hakkın aidiyeti, sorumluluk ve hak teorilerine esas
teşkil edecek ilke, tahlil ve açıklamalar; c) Hükme muhatap olan
kişi/mükellef/mahkûm aleyh: Hak sahipliğinin ve yükümlülüğün temelini oluşturan
nitelikler ehliyet teorisi. d)Hükmün menşe anlamında kaynağı / hüküm koyma
yetkisi/hâkim: Kelâm ilminde yer alan hüsün-kubuh tartışmasının uzantısı
niteliğindeki bu konunun fıkıh ve fıkıh usulü açısından önem taşıyan yönü,
kendisine dinî bildirim ulaşmamış kişilerin dinen yükümlü sayılıp
sayılmayacağının ve gerek dinî bildirim bulunmayan durumlarda gerekse dinî
bildirimlerin gerekçe ve amaçlarını kavramada aklın rolünün belirlenmesine ışık
tutmasıdır.
3. Hüküm istinbat metotları: Nasların yorumuyla
ilgili kurallar, deliller arasındaki zıt ilişkiler ve zıtlığı (teâruz) giderme
yolları. Esasen yorum sınırını aşan hüküm çıkarma metotları (özellikle kıyas ve
istislâh) bu bölüme uygun düşmekle birlikte bunlar genellikle
“edilletü’l-ahkâm” kapsamında ele alınmıştır. Makasıdü’ş-şerîa konusu yeni
eserlerde ayrı bir başlık altında bu bölüm içinde incelenir; klasik fıkıh usulü
eserlerinde ise değişik bahisler arasına serpiştirilerek işlenmiştir.
4.İctihad ve taklid: Fıkıh usulü açısından bu
bölümün en önemli kısmı, müctehidte aranacak özellikler ve bununla yakın
ilişkisi bulunan ictihadın bölünüp bölünemeyeceği konusudur.
Fıkıh
usulü ile ilgili malumat için:
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c42/c420148.pdf