Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


NİZAMETTİN BAYRAKCI

TEFSİR/DOKTORA

2015/2016 BAHAR DÖNEMİ

15922718

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE FIKIH, HADİS, TEFSİR USULLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

 

Bütün ilmi faaliyetler farklı cephelerden akıp gelerek bir havuzu dolduran sulara benzer. Bütün disiplinler birbirini destekleyerek ve etkileyerek gelişir ve metot ve muhteva bakımından birbiriyle alışverişte bulunurlar. İlmi disipler arası ilişkilerin ortaya çıkarılması, onların bütün halinde incelenmesi ile mümkündür. Sözgelimi tefsir usulünün, hadis ve fıkıh usulü ile hangi bağlamlarda ve nasıl bir alış-veriş içinde olduğu genel ve kapsamlı bir araştırmayla tespit edilebilir. Yine böyle bir araştırmayla bir bilim dalının ilimler içerisindeki yeri daha net tespit edilebilir. Bu nedenle akademik çalışmalarda mümkün olduğu kadar bilginin bütünlüğü çerçevesinde fotoğrafın genelini görebilmek için bütün eserler gözden geçirilmelidir. Bu bağlamda aşağıda fıkıh-hadis-tefsir usulü ilimlerinin metot ve muhtevalarını görebilmek amacıyla farklı eserlerden yararlanılarak bir özet çalışma yapılmıştır.

FIKIH USÛLÜ[1]

FIKIH USÛLÜNÜN TARİFİ, DOĞUŞU, GELİŞMESİ, KONUSU ve GAYESİ

       1. Tarifi ve Konusu

 

Usûl-ü Fıkh, fıkhın delilleri demektir. Bunlar müctehidin şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden istinbat etmekte esas aldığı kaidelerdir. Kaideler, cüz'î hükümlere şâmil olan küllî-umumî esaslardır.

"Müctehid", ictihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp deliller­den istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir.

"Ahkam", istinbatın neticesi ve semeresidir ki bunlar ubudiyyetini şeriate göre yapan mükelleflerin fiillerine taalluk eden hükümlerdir. Şeriat bunları ya, meselâ namazın farziyeti gibi "icab", veya faizin, zinanın ve içkinin haram kı­lınmasında olduğu gibi "tahrim" veya normal hallerdeki yeme içme, alış-veriş ve kira da olduğu gibi "tahyir ve ibaha" veya borcu yazma, alış-verişi şahitler huzurunda yapmada olduğu gibi "nedb" veya güneşin doğuşu ve batışı sıra­sında namaz kılma, sünnetleri ve âdâb-ı şeriyyeyi terketmede olduğu gibi "ker­ahet" diye vasıflandırır. Bunlara "amelî hükümler" denir. Bunlar, Allah'a, O'nun birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman etme gibi itikâdî hükümlerin; doğruluğun vacib olması, yalanın haram olması gibi ahlâkî hükümlerin mukabilindeki hükümlerdir ve "amelî hükümler" sözüyle bunlar tarifin dışında bırakılmıştır.

"Tafsilî deliller" den maksat muayyen bir mesele ile ilgili olup sadece o meselenin hükmüne delâlet eden cüz'î delillerdir. Bu "cüz'î deliller"in mukabilinde bir de "icmâlî" veya "küllî deliller" vardır ki bunlar yalnız muayyen bir mesele ile ilgili olmayıp muayyen bir hükme delâlet etmez. Meselâ: "Şer'î hükümlerin kaynağı Kitap, Sünnet, İcmâ, Kıyas birer külli delildir. İşte usûlcünün araştıracağı deliller bunlardır. Tafsîlî deliller ise fakihin meselesidir.

Şu halde usûlcünün yaptığı kendisini cüz'î hükümleri istinbâta götürecek küllî kaideleri araştırmaktır. Fakihin işi ise cüz'î hükümleri cüz'î delillerden, yani her hükmü o konuda vârid olan kendi delilinden istinbât etmek suretiyle bu usûl kaidelerini istinbât sahasında tatbik etmektir. Yani usûlcünün sahası küllî deliller ile, fakihin istinbatına yardımcı olacak küllî kaideleri koymak için küllî bir hükme delâlet eden delilleri araştırmaya münhasır olduğu halde fakihin sa­hası cüz'î deliller ve bunun delâlet ettiği cüz'î hükümlerle sınırlıdır.

 

Fıkıh Usûlünün Konusu

        Fıkıh usûlü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbât vasıtası olarak şer'î deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer'î hükümler.

"Fıkıh" ise: "Tefsili delillerden istinbât edilen şerî-amelî hükümleri bilmek" veya "tafsili delillerinden istinbât edilen şer'î hükümlerin toplamıdır" diye tarif edilir. Bu manasıyle "fıkıh" vacib, mendub, haram, mekruh, mubah olarak bilinen hükmün bütün çeşitlerini, ferde ve aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet, vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır. Fıkhın konusu, hakkında şer'î hükümlerin sabit olması açısından "mü­kellefin fiili" dir. Fakih de, alış-veriş, kira, rehin, vekalet, namaz, oruç, ikrar, şahitlik, vasiyet, vakıf, öldürme, iffetliye iftira, hırsızlık, zina, haram yoldan mal yeme... gibi mükellefin fiil ve faaliyetlerinin hükmünü araştıran kişidir.

 

2. Fıkıh  Usûlünün Gayesi

Fıkıh usûlü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden istihraç edebilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkâ­nını hazırlamaktır.

Fıkıh ilminin gayesi ise mükelleflerin fiillerinin helâl ve haram olanını açıklamak için şer'î hükümleri o fiillere tatbik etmektir.

 

3. Fıkıh Usûlünün Doğuşu, Tedvini ve Gelişmesi

Alimler bu ilmi, Kelâm ilminden ve şer'î hükümlerin cüziyyatından değil bilakis ruhundan ve tasavvurundan istifade ederek ortaya koymuşlardır. Çünkü Kur'an ve Sünnete uymaya mecbur etme ancak bu ikisiyle amel etmeye mecbur edenlerden sadır olabilir ki o da Allah (c.c.)'dır. Yine âlimler bu usûlü ortaya koyarken iki asıl hüküm kaynağı Kur'an ve sünnetin de dili olan Arap dilinin istinbât kaidelerinden de çokça istifade etmişlerdir. Mesela, bu dil yardımıyle müctehidin hakikati, mecazı, sarihi, kinayeyi, umumu, hususu, müştereki, mutlakı, mukayyedi, mantuku, mefhumu anlaması mümkün oluyor. Bütün bunlar dilin konularıdır.

Fıkıh usûlü ilmi Hulafa-i Râşidîn ve kendilerine yeni meselelerin fetvası sorulan diğer sahabilerin zamanında ortaya çıkan ictihad hareketi ile beraber doğmuştur. Sahabeden müctehid olanlar meselenin şer'î hükmünü önce Kur-'an-ı Kerim de sonra Sünnet-i Nebevî'da arıyor, bulamazsa "Ey basiret sahip­leri ibret alın" (Haşr: 59/2) ayet-i kerimesinin emri gereğince kıyasa yani şeri­atın ruhuna ve mefhumuna uygun görüş ortaya koyarak içtihada gidiyorlardı.

Aralarında içtihadın sınırları konusunda farklı anlayışlar olmakla beraber bu usûl tabiîn ve tebe'-i tabiîn zamanında da bu şekilde devam etmiştir. Farklı anlayış ise şudur: Bazıları hükmü hakkında nas bulunmayan meseleyi hak­kında nas bulunana katarak kıyasla ameli daraltırken bazıları şeriatin ruhuna uygun olmak şartıyla maslahatla amel etme taraftarıydı.

Sonra ikinci hicri asırda, mezheb imamları arasında usûl ilmi netleşti, ve kıyas, istahsan, mesâlih-i mürsele, sahabe kavli, önceki şeriatler, sedd-i zerâyi, Medine ehlinin ameli gibi ıstılahlar ortaya çıktı. Bu asırda iki ekol görü­lür: Hicazda ehli hadis, Irak'ta ehli re'y. Her ikisi de sahih hadis ve doğru ictihadla amel edileceği üzerinde ittifak etmektedirler. Ancak Hicaz ehli şeriatın kaidelerine ve küllî esaslarına uygun da olsa re'y ile amel etme yerine daha çok hadisle amel ederken Irak ehli nas bulunmadığı yerde re'y ile amel etmeyi tercih ediyordu.

Mütekâmil bir şekilde Fıkıh usûlü ilminin tedvini, 204 Hicri tarihinde vefat eden İmam Şafii'nin Risale adlı kitabıyla başlar. Bu ilimde ilk telif edilen kitap budur. Ancak bu ilmin kaideleri sahabe, tabiîn ve diğer müctehidlerin ictihadlannda zaten bulunmaktaydı. Bazan onların ictihadları, mütenâkız deliller arasında tercih yapma konusunda esas sayılabilecek fer'î usûlî kaideler ih­tiva etmekteydi. Meselâ Hz. Ali (r.a)'nin sarhoşun cezasını, zina iftirasında bulunanın cezasına kıyas etmesi, İbni Mesud'un içtihadına göre sonra gelen nassın önce geleni neshetmesi veya tahsis etmesi bu kabildendir.

Artık İmam Şafii'den sonra âlimler -bazan muhtasar bazan mufassal-"Usûl İlmi"nde kitap telifine devam etmişlerdir. Bu konuda iki yol takip edil­miştir: Mütekellimînin yolu (metodu) -ki usûlcülerin cumhurunu teşkil eder-, Hanefî'lerin yolu. İki metod arasındaki farklılığın esası "Usûl kaidelerinin takrir keyfiyeti" dir: Bütün felsefî nazariyelerde olduğu gibi önce kaide konulup sonra furû' ve tatbikat mı gelsin yoksa mezheb imamından nakledilen fer'î ictihâdî meseleler asıl kabul edilsin de nazariye (kaide) ona mı tâbi olsun?

Mütekellimînin metodunun özelliği şudur: Fıkhî meseleleri bir kenara bı­rakarak aklî, kelâmî ve lugavî delillerin gerektirdiği şekilde usûl kâidellerini koymak. Şu halde bu ekolun başlıca üç özelliği vardır: Mücerred aklî istidlal­lere dayanmak, muayyen bir fıkıh mezhebine bağlı kalmamak, fıkha dair fer'î meseleleri sadece açıklama ve misal için zikretmek.

Bu ekolün imamı, fıkhından önce usûlünü koyan İmam Şafiîdir. Bu usû­lün bayraklaşan ismi ise Ebubekir Bâkıllânî'dir. Bu metodla yazılan kitapların en meşhurları şunlardır:

el-Umde, Kâdî Abdulcebbâr el-Mu'tezilî

el-Mu 'temed, Ebulhuseyn el-Basrî el-Mutezilî el-Cuveynî ve babası Ebu Muhammed

el-Mustasfâ, Ebu Hâmid el-Gazâlî

el-Mahsul, Fahruddin er-Râzî

el-lhkâm fi üsûli'l-Ahkâm, Ebu Hasan el-Âmidî

el-Minhâc, Beyzâvî ve bunun şerhi el-İsnevî

Bu esasa göre yazılan eserlerde önce mantıkî ve lugavî tarifler sonra şer'î hükümler sonra deliller ve lafızların delâletleri en sonunda da ictihad ve taklid konuları zikredilir.

Hanefî metodu: Bu yolun özelliği, mücerred nazarî deliller esas alınmak­sızın usûl kaidelerinin, mezhep imamlarının fer'î meselelere dair ictihadlarından hareket edilerek ortaya çıkarılmasıdır.

Bu yüzden fer'î meselelerle usûl kaideleri bir insicam içinde bulunur. Yine bu sebepledir ki Hanefî fıkıh kitaplarında fer'î meselenin yanında ona uygun kaidelerin de zikredildiği ve imamlarından nakledilen ictihadlar esas alına­rak usûl kaideleri tesbit edildiği çokça görülür. Bu da fer'î mesele ile kaide ara­sında tearuz görüldüğü takdirde fer'î mesele ile insicam sağlanabilmesi için usûl kaidelerinin lafızlarında düzeltmeye gidilmesine sebep olmuştur.

Bu ekolün üç özelliği vardır:

a) Usûl ile furûu birbirine bağlama esası üzerine oturmuş amelî (pratik) bir yoldur,

b) Usûl ile furûu güzel bir üslûp ile meczetmiştir,

c) Cedel ve münazara metodları konusunda, fer'î meseleleri usûle göre tahric etmede, küllî fıkıh kaidelerinin yazılmasında kıymetli telifler vererek fıkha hizmet etmiştir.

Ebu Mansur el-Maturîdî'nin öncülerinden sayıldığı bu üslûbun mühim kitaplarından bazıları şunlardır:

Usulü'l-Cessâs, el-Râzî

Takvîmü'l-Edille ve Te'sisu'n-Nazar, Ebu Zeyd ed-Debûsî

Tevhîdu'l-Fusûl fi-Usûl, Serahsî

Usûlü Fahri'I-islâm, el-Pezdevî

el-Menâr, Nesefî. Bu kitap üzerine yazılan en güzel şerh Mişkâtü'l-Envâr ve îbni Abidin'in Haşiyetü Nesemâtü'l-Eshâr adlı eserleridir.

Bu ekolün telifteki metodu şöyledir: Usûl ilminin tarifi, sonra üzerinde ittifak edilen ve ihtilaf edilen şer'î deliller. Sonra müctehidlerin halleri, sonra teârüz ve tercih ve en sonunda hükmü şer'î bahisleri.

Bu ikisini birleştiren müteahhir âlimlerin yolu:

Fıkıh usûlü telifinde yedinci hicrî asırda yeni bir üslûb ortaya çıktı. Bu, Hanefî metodu ile mütekellimîn metodunu kaynaştıran bir yoldur. Bu üslûb ile usûl telif edenlerin metodu, önce usûl kaidelerinin tahkiki ve bunları delillerle isbat etme, sonra bu kaideleri fıkıhtaki fer'î meselelere tatbik etme şeklindedir. Bazı Hanefî ve Şafiî usûlcüler bu üslûbla, eser yazmışlardır. Bu yol "müteahhirîn yolu"diye anılır.

Bu yolun en mühim kitapları şunlardır:

1.  Bedîunnizam el-Câmiu  beyne  Kitabeyi'l-Pezdevî ve'l-Ihkem, Muzafferuddin Ahmed b. Ali es-Sââtî el-Hanefî (v. 694 H.) Bu eserde Hanefilerden Pezdevî'nin kitabı ile Şafiîlerden Âmidî'nin kitabı meczedilmistir.

2.  Tenkîhü'l-Usûl ve bunun şerhi Tavzih, Sadruşşeria Ubeydullah b. Mesud el-Buhârî el-Hanefiî (v. 747 H.) Bu kitapta hanefîlerden Pezdevî usûlü, Şafiîlerden Râzî'nin Mahsûl'u, Malikilerden İbni Hâcib'in Muhtasar'ı olmak üzere üç kitabı birleştirmiştir. Bunu da Şafiîlerden Sadüddin Taftazânî (v. 793 H.) et-Telvih adiyle şerhetmiştir.

3.  Cemu'l-Cevâmi, Tâcuddin es-Sübkî (v. 771 H.). Bunu Celâlüddin el-Mahallî şerh etmiş, Hasan el-Attar da bu şerh üzerine Haşiyetü'l-Attâr âlâ Cemi'l-Cevâmi ismiyle bir haşiye yazmıştır.

4. et-Tahrîr, İbni Hûmâm (v. 861 H.). Bu kitap üzerine yapılmış şerhler vardır. İbni Emiru'l-Hâcc'ın (v. 879 H.) et-Tahrir ve et-Tahbîr adlı eseri bunlardan biridir.

Daha sonra yeni telifler ortaya çıkmıştır. Şeyh Muhammed Hudarî'nin Usûlü Fıkh'ı, Şeyh Abdurrahman el-Mehlâvî'nin Teshîlü'l-Vusûl ilâ İlmi'l-Usûl adlı kitabi, Abdulvahhab Hallâfın, Muhammed Ebu Zehra'nın, Şeyh Zekiyyüddin Şaban'ın Usûlü'l-Fıkh adlı eserleri, Dr. Vehbe Zuhaylî'nin iki ciltlik Usûlü'l-Fıkh'ı bunlardan bazılarıdır. Bu kitapların hepsi de hanefî ve şafiî (mütekillimîn) yolunu cem' eden kolaylaştırılmış kitaplardır. Bu yol hem ilmen hem amelen tercih edilen rnetoddur.

 

ŞER’İ DELİLLER

Delil;Üzerinde doğru bir mantıkla düşünüldüğünde kendisiyle matlub bir habere ula­şılması mümkün olan şeydir. Şer'î delil: İster kat'î (yakınî) ister zannî (yani zann-ı galib) bir yolla olsun kendisinden şer'î amelî bir hüküm istinbât edilen her şey şer'î delildir. Bunun için delil, delâleti kat'î olan ve zannî olan olmak üzere iki kısma ayrılır.

Deliller iki kısımdır:

 a) Âlimlerin cumhuru tarafından kabul edilen müttefekun aleyh (üzerinde ittifak edilen) deliller -ki bunlar Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyastır-,bunlarla istidlal yapılırken şu tertibe riâyet edilir: Önce kitap, sonra sünnet, sonra icmâ, sonra kıyas. Bunlarla istidlal ederken aralarında tertip olduğuna dair delil Bağavî, İbnü Abdilber ve daha başkalarının Muaz b. Cebel'den rivayet ettikleri hadis-i şeriftir:

 b) Muhtelefun fîh (üzerinde ihtilâf edilen) deliller. Bunların da en meşhurları İstihsan, Mesâlih-i mürsele veya İstislah, İstishab, Örf, Sahabe mezhebi, Önceki şeriatler ve Şeddi zerâyi' olmak üzere yedi tanedir.

 

1-KİTAP

Meşhur olma­sına ve bilinmesine ve Allah (c.c.) in ona Kitap, Mushaf, Tenzil, Furkan ve Zikir gibi bir çok isim vermesine rağmen usûlcüler onu başkalarından ayırmak için şöyle tarif etmişlerdir: "O, en kısa süresiyle dahi mu'ciz olarak Arap lisanıyla Rasûlullah'a indirilen, mushaflarda yazılı olan, tevatür yolu ile nakledi­len, okunarak ibadet edilebilen, Fatiha süresiyle başlayıp Nâs süresiyle biten Allah (c.c.) in kelâmıdır."

Yukarıda geçen tariften Kur'an-ı Kerîm'in şu özelliklere sahip olduğu görülüyor:

1-O, lafzı ve manasıyla Allah kelâmıdır.

2- Kur'an-ı Kerîm'in tamamı Arapçadır, onda Arapça olmayan dillerden bir şey yoktur.

3- Kur'an-ı Kerîm nesilden nesile tevatür yoluyla nakledilmiştir.

Şaz kıraatler hüccet olmaz, zira bunlar ne Kur'an ne de sünnettir diye nakledilmediği için ne Kur'an ne de sünnet sayılmaz.

Besmeleye gelince: Neml sûresinin içinde bulunan besmele müslümanların ittifakıyla bir ayettir. Sûrelerin başında bulunan besmeleler ise hanefîler ve şafiîler gibi bazı mezheplere göre yine Kur'an'dan bir ayettir.

Kur'an'ın Hükümleri

 

Kur'an'ın hükümleri, ister din, ister dünya, ister âhiret hakkında olsun birini diğerinden ayırmadan- İslâm'ın yapısı ve mesajına uygun olan her şeye amildir. Bunlar üç nevidir.

1 - İtikada ait olanlar: Bunlar Allah'ın varlığı, birliği, melekler, kitaplar, peygamberler ve âhiret günü hakkında inanılması insana farz olan esaslarla ilgili hususlardır.

2- Ahlâka ait olanlar: Bunlar mükellefin bezenmesi lazım gelen faziletlere uzak durması lazım gelen bayağılıklarla ilgili olanlardır.

3- Ameller: Bunlar mükelleften sadır olan sözler, fiiller, akideler ve tasar­ruflardır. Kur'an'ın fıkhı işte budur. Bunlar da şu iki nevi içine alır:

a) Namaz, oruç, hac, zekat, nezir, yemin, kurban gibi insanın, Rabbi ile olan alâkasını tanzim eden ibadetlere ait hükümler.

b) Akidler, tasarruflar, cinayetler, cezalar gibi insanlarla olan alâkasını tanzim eden muamelata ait hükümler. Bu gurupta şu hükümler bulunur:

Evlenme, boşanma, nafaka gibi aileye ait hükümler (el-Ahvâlü'ş-Şahsiyye hükümleri),

Alış-veriş, kira, rehin ve şirket gibi mâlî akitlere ait hükümler (el-Ahkâmü'l-Medeniyye),

Cinayetler ve cezalara ait hükümler (el-ahkâmü'l-cinâiyye)

Davalar, deliller, yeminler gibi mahkeme huzurunda tamamlanan medenî veya cezaî icrââtlara ait hükümler (Ahkâmü'l-Mürâfaât).

Devletin yapısını, fertlerin devletle münasebetlerini ve insan haklarını tanzim eden temel hükümler (Anayasaya ait hükümler).

îslâm devletinin harpte ve sulhte diğer devletlerle olan münasebetlerini, gayri müslimlerin İslâm ülkesinde İslâm devleti ile olan münasebetlerini tanzim eden hükümler (Ahkâm-ı devliyye).

İktisadî ve mâlî hükümler: Bunlar fertlerin mâlî haklarını ve fertlerin devlete karşı yükümlülüklerini, devlet hazinesinin gelir ve giderlerini, ganimet­ler, öşürler, harac ve madenler gibi devlete ait umumî ve husûsî malları tan­zim eden hükümler, zekât, sadaka, nezir, teberru ve ödünç paralar gibi cemiyete ait malları tanzim eden hükümler, nafaka, miras ve vasiyetler gibi aileye ait malları tanzim eden hükümler, diyet, fidye, keffaret ve kâr gibi fertlere ait mal­ları tanzim eden hükümler.

Kur'an-ı Kerîm bu hükümleri beyan ederken bunlardan ibadetler, aileye ve mirasa ait hükümler gibi bir kısmını tafsilatlı olarak verdiği görülür, çünkü bunlar taabbudîdir (akıl ile bulunmaz). Muamelâta ait hükümlere gelince: Bunlarda akla ve âlimlerin ictihadlarına, maslahat ve mefsedetin, ihtiyaçların mukayesesine mecal bırakıldığı için icmâlî (genel hükümler) olarak vermekte­dir.

 

2-SÜNNET

Usûlcülere göre ise Rasûlullah'tan (s.a.) den sadır olan her türlü söz, fiil ve takrire denir. Bu tarif sünnetin üç çe­şidine de işaret etmektedir:

1- Kavlî sünnet: Bu, Rasûlullah (s.a.)'in çeşitli maksat ve münasebetlerde söylediği hadisi şeriflerdir.

2-  Fiilî Sünnet: Bu, Rasûlullah (s.a.)'in yaptığı fiillerdir.

3- Takrîrî Sünnet: Bu, Rasûlullah (s.a.) in yanında meydana geldiği veya zamanında meydana gelip de haberdar olduğu halde sükût ettiği veya açıkça "olur" verdiği veya kendilerinden onu güzel bulduğuna ve memnun olduğuna delâlet edecek bir tavrın sadır olduğu şeydir.

 

Sened Bakımından Sünnetin Kısımları

       Sünnet senedi bakımından cumhura göre iki kısımdır: Mütevâtir sünnet, âhâd sünnet. Hanefîlere göre ise üç kısımdır: Mütevâtir sünnet, meşhur sün­net, âhâd sünnet.

 

Mütevâtir sünnet: İlk üç asırda yalan üzerine ittifakı âdeten mümkün ol­mayan bir topluluğun Rasûlullah (s.a.) den rivayet ettiği hadistir. kesin bilgi ve yakîn ifade eder, inkâr eden kâfir olur.

 

Meşhur sünnet: Rasûlullah'tan rivayet edenlerin sayısı -bir veya iki kişi olabilir- mütevâtirde aranan sayıya ulaşmayan, fakat sahabeden sonra ikinci hicrî asırda yayılıp yalan üzerinde ittifakları mümkün görülmeyen bir mütevâtir rivayet topluluğunun nakledegeldiği sünnettir. Üçüncü hicrî asırdan sonra meş­hur olması muteber değildir. Onu rivayet eden sahabeden nakledilişi kat'îdir, ancak Rasûlullah (s.a.) den rivayet kat'î değildir. Dolayısıyle itmi’nan ve yakîne yakın zan ifade eder, inkar edenler fasık olur. Mütevâtir sün­nette olduğu gibi meşhur'la da Kur'an-ı Kerîm'in umûmu tahsis, mutlakı takyid edilebilir.

 

Âhâd sünnet: Rasûlullah'tan (daha sonraki asırlarda da) rivayet edenlerin sayısı, bir veya ikiyi geçmeyen veya tevatür seviyesine ulaşmayan hadistir. Hadislerin pek çoğu âhâddır. Buna haber-i vâhid denir. Hükmü: Bu sünnet zan ifade eder. İtminan veya yakîn ifade etmez. Bu hadisin Rasûlullah'tan sudûru zannîdir. Ancak, sübûtunda şek olduğundan itikadı vacib olmasa bile onunla amel edilmesi vacibtir. Alimlerin cumhurunun görüşü budur. Çünkü sahih ha­dis râvilerinde adalet, zabt ve itkan sıfatları kamilen mevcut olması sebebiyle bu zan, vukuu râcih (Yani Rasûlullah'ın bu hadisi söylemiş olması kuvvetle muhtemel) olan bir zandır. Bu da bu hadisle amel etmenin vacib olması konu­sunda kâfidir.

 

İçinde varid olan hükümler açısından sünnetin yeri dört kısımdır:

1- Sünnetin Kur'anı teyid etmesi: Namaz kılmayı, zekat vermeyi, rama­zan orucunu tutmayı, hacca gitmeyi emretmesi, Allah'a şirk koşmayı, yalan şahitliği, ana-babaya âsî olmayı, haksız yere adam öldürmeyi nehyetmesi Kur'an'ı teyiddir. "Hiç bir müslümanın malı gönül rızası olmadan helal olmaz" hadisinde olduğu gibi başkasının malını yemeyi nehyeden bu hadis "Ey iman edenler, aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyin" (Nisa: 4/29) ayetini, "Ka­dınlara hayrı tavsiye edin" hadisi "Onlarla iyi geçinin" (Nisa: 4/193 ayetini te­yid etmektedir.

2- Sünnetin Kur'anı beyan etmesi: Bu beyan üç çeşittir:

a) Kur'an'ın mücmelini beyan etmesi: Meselâ kavlî ve fiilî sünnetler iba­detlerin şeklini, muamelâtın esaslarını beyan etmiştir.

b) Kur'an'ın âmm (umumi olan) lafızlarını tahsis etmesi: Meselâ "Kadın, ne halası ne teyzesi, ne erkek kardeşinin kızı, ne kız kardeşinin kızı üzerine nikahlanmaz" hadisi "... bunların gerisindekiler size helâl kılınmıştır" (Nisa: 4/24) ayetini tahsis etmiştir.

c)  Kur'an'ın mutlakını takyid etmesi: Meselâ: Rasûlullah (s.a.) in hırsızın elinin bilekten kesileceğini bildirmesi "Erkek hırsızın ve kadın hırsızın ellerini kesin" (Maide: 5/38) ayetinde mutlak gelen "el" i takyid etmiştir.

3- Sünnetin Kur'anı neshetmesi: Meselâ "Vârise vasiyyet yoktur" hadisi "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir şekilde vasiyet vardır" (Bakara: 2/180) mealindeki vârise vasiyeti emreden ayeti nesh etmiştir. Şâfıî hariç cumhurun görüşü budur.

4- Kur'an-ı Kerîm'in sukut ettiği hususlarda sünnetin yeni bir hüküm ge­tirmesi: Meselâ, muhsan (evli) olan zâninin recmedilmesi, bir şahid ve bir ye­minle hükmedilmesi, erkeklere ipek ve altın kullanmanın haram olması, sadaka-i fıtır, âkile (katilin akrabaları) üzerine diyet yüklenmesi, ehlî eşek etinin haram olması, esirlerin kurtarılması gibi haberler bu cümledendir.

 

Sünnetin beyanı olmadan, mücerred Kur'an-ı Kerîm'de vârid olan icmâlî hükümlerle amel etmek mümkün olmaz. Zira ancak şu iki şeyle Ra­sûlullah'ın tebliği Rabbinin vahyi olur: Kur'an-ı Kerîm'i okutması ve onu be­yan etmesi. Böylece şeriat Kur'an-ı Kerîm ve Sünnetle beraberce şekillenmiş­tir. Bunların birisinin diğerinden müstağni olması mümkün değildir. Buna delil "Namazı dosdoğu kılın, zekatı verin" (Bakara: 2/43), "Oruç size yazılmıştır" (Bakara: 2/183), "Yol bakımından gidebilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın in­sanlar üzerinde bir hakkıdır" (Âli imran: 3/97), "Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kıldı" (Bakara: 2/275), "Bunların ötesindekiler sizin için helâl kılındı" (Nisa: 4/24), "Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesin" (Maide: 5/38) ayet-i kerimeleri gibi beyan ve izaha ihtiyacı olan ayetlerdir. Rasûlullah (s.a.) nama­zın, zekatın, orucun nasıl yapılacağını, haccın nasıl eda edileceğini, sahih bir alış-verişin şartlarını, haram olan faizin çeşitlerini, mahremlerin dışındaki ka­dınların nikahının hangi şartlarda sahih olduğunu, hırsızın elinin nereden kesi­leceğini beyan etmiştir. "İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için sana da bu Kur'anı indirdik." (Nahl: 16/44) ayetinin emrine göre de Rasûlullah (s.a.) in Kur'an-ı Kerîm’i beyan etmesi vaciptir. Sünnet bu hükümleri beyan etmeseydi bunların tatbiki mümkün olmazdı.

 

Sahabe, tabiîn ve sonrakiler âhad yolla Rasûlullah'tan rivayet edilen sün­netlerle amel etmenin vacib olduğunda ittifak etmişlerdir. Haberi vahid, tevatür hadis veya meşhur hadis derecesine ulaşamayıp, yalnız bir veya iki kişinin ri­vayet ettiği hadistir. Mezhep imamları, rivayetin araştırılması ve sahih olmayanlarının ayrılması maksadıyla, haberi vahidle amel edilmesi için bazı şartlar koymuşlardır.

Hanefîler haber-i vahidle amel etmek için şu üç şartı getirmişlerdir.

1 - Râvi rivayet ettiğinin hilâfına amel etmiş olmamalı. Amel etmiş ise rivayetiyle değil görüşü ile amel edilir.

2- Hadis, çok vuku bulan ve herkesi ilgilendiren bir konuda olmamalı. Çünkü böyle olursa onun tevatür veya şöhret (meşhur hadis) yolu ile rivayet edilmesi için sebepler mevcut olduğu halde âhâd tariki ile rivayet edilmesi hadi­sin sübûtu hakkında şüphe uyandırmaktadır. Bu sebeple namazda rükûya gi­derken ellerin kaldırılmasına dair rivayetle amel etmemişlerdir.

3- Eğer ravi fakih değil ise rivayet ettiği haber şer'î esaslara ve kıyasa muhalif olmamalıdır. Bu sebeple Hanefîler Ebu Hüreyre'nin sütü sağılmadan bir kaç gün beklettikten sonra "bol sütlü" zannedilerek satın alınan koyun sa­ğıldıktan ve sütsüz olduğu anlaşıldıktan sonra bir sa' hurma ile beraber geri verileceğine dair rivayet ettiği hadisle amel etmemişlerdir. (Bu hadis Bir malın kâr ve geliri onun mülkiyeti ve tazmin riski mukabilindedir, yani nimet külfet mukabilindedir, hadisine ters düşmek­tedir.)

İmam Malik de haber-i vahidle amel edilebilmesi için hadisin Medine ehli­nin ameline muhalif olmamasını şart koşmuştur.

İmam Şafiî de haber-i vahid ile amel etmek için şunları şart koşmuştur:

"Râvinin, dininde güvenilir, doğru, yaptığı rivayeti anlayan ve iyi zapt eden birisi olmalı ve ilim ehlinin (aynı konudaki) hadisine muhalif olmamalıdır demiştir." Bu şartların neticesi haber-i vahidi kabul etmemektir.

İman Ahmed bin Hanbel de İmam Şafiî gibi senedin sıhhati dışında haber-i vahidle amel etme hususunda başka şart koşmamıştır.

 

Mürsel Hadis

       Usülcülerin ıstılahında mürsel hadis, ister munkati' veya mu'dal veya muallak olsun Rasûlullah'la görüşmemiş âdil kişinin "Rasûlullah şöyle dedi" şeklinde rivayet ettiği hadistir.

Sahabenin mürselinin kabul edileceğinde ihtilaf yoktur. Çünkü sahabenin hepsi adalet sıfatına sahiptir. Sahabenin haricindekilerin mürsellerine gelince Şafiî hariç Cumhurun nezdinde makbuldür. Çünkü âdil ve sika (güvenilir) olan râvi bir hadisi Rasûlullah'ın söylediğine kesin inanmadıkça irsal yapmaz ve rivaye­tini caiz görmez.

İmam Şafiî aşağıdaki beş şeyden birisiyle takviye edilmedikçe mürsel hadisi kabul etmez:

1- Said bin Müseyyib, Zührî, Hasan el-Basrî, Şa'bî ve İbni Şîrîn gibi tabiînin büyüklerinin mürsellerinden olmalıdır.

2- Müsned bir hadisin onu mana yönünden teyid etmesi lazımdır.

3- Âlimler nazarında makbul olan bir mürselin ona muvafık olması la­zımdır.

4- Bir sahabe kavli onu teyid etmelidir.

5- Âlimlerin çoğunluğunun fetvasıyla takviye edilmiş olmalı.

 

Peygamber (s.a.) in fiilleri üç çeşittir:

1- Fıtrî hareketleri: Bunlar oturup kalkma, yeme, içme, uyuma, yürüme gibi insan olmanın gereği zat-ı âlilerinden sadır olan fiillerdir. Bunlar kendisi için mubah hareketler olduğu gibi ümmeti için de mubah hareketlerdir, dolayısıyla bunları yapmak ve bu davranışlarında Rasûlullah'a ittiba etmek bize vacib değildir.

2- Sadece Rasûlullah'a ait olduğu sabit olan fiiller. Meselâ: iftar etmeden oruca devam etmek, kuşluk namazının, kurban kesmenin, vitir ve teheccüd namazlarının ona vacib olması, dörtten fazla kadınla evlenme, bir davanın isbatında yalnız Huzeyme'nin şahitliğini yeterli görmesi Hasâis-i Nebî'den (Rasûlullah'a mahsus fiillerden) sayılır. Bunların hükmü şudur: Hasâisde Rasûlullah'a tabi olunmaz, kendine mahsus sayılır.

3-  Yukarıda geçenlerin dışında olup dinî bir hüküm kastedilen fiiller. Bunlar uymamız istenilen fiillerdir.

 

3-İCMA

Usülcülerin ıstılahında icmâ: "Ümmet-i Muhammed'den müctehidlerin Peygamberin vefatından sonra her hangi bir asırda bir şer'î hüküm üzerinde ittifak etmeleridir." İcmanın;

1-     mutlaka ictihad ehliyetini hâiz müctehidler tarafından yapılmış olması lazımdır. Mevcut bütün müctehidlerin çoğunluğunun ititfakı bağlayıcı bir icmâ sayılmaz.

2-     müctehidlerin ümmet-i Muhammed'den olması şarttır.

3-     Rasûlullah hayatta iken icmâ vaki olmaz.

4-     icmâ ancak vacib, haram, sahih, fasid gibi şer'î bir hüküm üzerinde olur. Buna göre meselâ "Fe harfi takib içindir" gibi lügatla ilgili bir şey veya bu âlemin sonradan var olması gibi aklî bir şey üzerindeki ittifak icmâ sayılmaz.

5-     İcmâ edenlerin, icmâlarında nasdan veya kıyastan şer'î bir müstenede (dayanağa) dayanmaları şarttır.

 

İcmânın Hüccet Oluşu

Bir mesele hakkında müctehidlerin tamamının görüşlerinin bir hüküm üzerinde ittifak etmesi suretiyle yukarıda matlup olduğu şekilde icmâ meydana gelirse bu hüküm bağlayıcı olur, uyulması vacibdir, muhalefeti caiz olmaz. Daha sonra herhangi bir asırda âlimler onu bozamaz. Çünkü artık o şer'î hü­küm, ne muhalefete ne de neshe mecal bırakmayacak şekilde kat'î bir hüküm olmuş, Kur'an ve Sünnet gibi icmâdan da yakînî bir şekilde maksad hasıl ol­muştur.

Ancak icmâ delili kat'î olursa, icmâ müstakil bir hüccet olmaz, belki o delili takviye etmiş olur. Eğer icmâ delili zannî olursa icmâ müstakil bir delil olur, yani sadece icmâyı delil almak kâfidir, icmânın müstenedi olan delili araştırmaya hacet yoktur. Bu icmâ kendi başına şer'î hüküm koyuyor manasına gelmez. Çünkü gerçek manada teşri (hüküm koyma) kaynağı dindir.

îcmâ, âlimlerin çoğuna göre kat'î bir hüccettir. Öyle ki eğer icmâ bize te­vatür yoluyle nakledilmişse muhalefet eden tekfîr edilir veya dalâlette veya bid'at içinde olduğu kabul edilir. Ama bize âhad yolla gelmişse veya sükûtî icmâ ise bu, o hüküm hakkında kat'iyyet değil zan ifade eder.

Âmidî, Cüveynî, İsnevî ve İbni Hâcib gibi bazı âlimler nazarında da icmâyı inkâr eden tekfir edilmez.

 

İcmânın Çeşitleri

        İcmâ tekevvün (oluşum) yollarına göre iki çeşittir: Sarih icmâ sükûtî icmâ.

a) Sarih icmâ: Müctehidlerin, muayyen bir meseledeki hüküm üzerinde söz veya fiil halinde görüşlerinin ittifak etmesidir. Bu, âlimlerin bir mecliste toplanıp her birinin o mesele hakkında görüşünü açıklaması ve görüşlerin bir hüküm üzerinde birleşmesi şeklinde veya o mesele hakkında ayrı yerlerde de olsalar her âlimin aynı fetvayı vermesi ve fetvaların tek bir şey üzerinde birleşmesidir.

b) Sükuti icmâ: Bu, bir mesele hakkında aynı asırdaki müctehidlerden bazılarının bir hüküm söylemesi, buna muttali olan diğerlerinin bunu reddet­meyerek sükût etmesi şeklinde olur. Bu icmâ hakkında âlimlerin çeşitli görüş­leri vardır, en önemlileri şu ikisidir:

Malikî ve Şafiîlere göre bu ne bir icmâ ne de bir hüccettir.

Hanefî ve Hanbelîlere göre ise bu bir icmâdır ve kat'î bir hüccettir

Sükûtî icmâyı kabul etmeyen birinci görüş sahibleri görüşlerini şu esasa dayandırdılar: Diğer müctehidlerin susması, duydukları o hükmü kabul ettikle­rine dair bir karine sayılmaz. Zira bu sükût, belki meselede ictihad etmedikleri veya fetvayı verenden çekindikleri veya görüşünü açıkladıkları takdirde bir za­rar geleceğinden korktukları veya "Her müctehid isabet eder" görüşünde olduk­ları için sükût etmiş olabilirler. Bu ihtimaller mevcud olduğundan diğerlerinin sükûtu verilen fetvaya muvafakat ettikleri manasına gelmez ve icmâ vaki olmuş sayılmaz.

Sükûtî icmâyı kabul eden ikinci görüş sahiplerinin delilleri de şunlardır:

1-Her müctehidin görüşünü sarahaten duymak âdeten mümkün değildir. Çünkü âdet, âlimlerden birinin fetvasına diğerlerinin sukut etmesi şeklindedir.

2-Yine âdet bir asırda bir meselede âlimlerin büyüklerinin fetva vermesi küçüklerinin de bir teslimiyet ve muvafakat olarak susması şeklindedir. Bu se­beple sükût zımnî bir muvafakattir.

 

İcmanın  Oluşma İmkanı

       Nazzam ile Mutezile ve Şiadan bazılarına göre icmânın oluşması âdeten mümkün değildir. Çünkü icmânın var olması her hangi bir asırdaki müctehid­lerin ittifakına bağlıdır. Bunun gerçekleşmesi için de şu iki hususun bulunması lazımdır:

 a) Mesele ortaya çıktığında İslâm âleminde bulunan müctehidlerin bi­linmesi

 b) Bunların tamamının görüşlerinin bilinmesi. İkisi de mümkün değil­dir. Çünkü müçtehidi müctehid olmayandan ayırt edecek tespit edilmiş bir ölçü bulunmamaktadır: Ayrıca âlimler bir beldede toplu olduğu halde değil her tarafta dağılmış vaziyette bulunurlar, dolayısıyla bunları toplamak güvenilir şe­kilde görüşlerini öğrenmek mümkün olmaz.

Diğer taraftan icmâ edenlerin delili ya te'vile ihtimal bırakmayacak şekilde kat'î olur ve o takdirde icmâya ihtiyaç kalmaz veya zannî olur, o takdirde de itti­fak mümkün olmaz. Çünkü zannî delil, müctehidlerin bakış açılarının ve zekâ seviyelerinin farklı olması, her birinin nazarında kendisini bu hükme götüren şahsî ve mezhebî sebeplerin farklı olmasının yanında hak olanı kabul etmedeki farklılıkları sebebiyle de ihtilâf kaynağıdır.

Bu delillere verilecek cevap şudur: Bunlar, fiilen vaki olmuş bir şey (icmâ) hakkında mücerred şüphe ve tereddütlerdir, itibar edilmez.

Âlimlerin cumhuru âdeten icmânın mümkün olduğuna onun fiilen vaki olmasını delil gösterdiler, mümkün olduğuna vukuundan daha kuvvetli bir delil ise olmaz. Nitekim sahabe, zekat vermeyenlerle harp edilmesi, Kur'an-ı Kerîm-'in bir mushafta toplanması, altı sınıf eşyada faizin carî olacağı gibi bir çok ahkâm üzerinde icmâ etmişlerdir.

İmam Şafiî: "Hakkında ihtilâf olduğu bilinmeyen şeye icmâ denilmez" demiştir. Ahmed b. Hanbel'in "Kim icmâ iddiasında bulunursa yalancıdır" sözünden ne kastedildiğine gelince: Bu, icmâların naklinde ve vaki olup olmadığında insanları araştırmaya sevketmek, muttali olmadan, naklin sıhhatine ve haberin doğruluğuna dair başkalarının da muvafakatini araştırmadan icmâ iddiasında bulunmamaları içindir. Yoksa maksadı icmânın vukuunu inkar etmek değildir.

İcma, ancak o konuda icma eden alimlerin tamamının ölümünden sonraki dönem için bağlayıcıdır. Zira icmada bulunan alimler hayatta olduğu müddetçe görüşlerinden dönme ihtimali vardır.

 

4-KIYAS

Usûlcülerin ıstılahında kıyas: Aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunmayan şer'î hükmü, hakkında nass bulunan bir hükme ilhak etmektir. İlhakın manası var olan hükmü açmak ve ortaya çıkarmak demektir. Zaten yok olan bir hüküm çıkarmak değildir. Müctehidin yaptığı, hükmün illetindeki ortaklıklarından dolayı asılda var olan hükmün fer'de de var olduğunu ortaya koymaktan ibarettir.

 

Rükünleri

      Kıyas dört rükün üzerine oturur: Asıl, fer', asıl ile fer'i birleştiren vasıf -ki bu illettir-, ve aslın hükmü.

1 - Asıl: Nass veya icmâ ile sabit olan hükme konu olan şeydir. Şaraba kı­yas edilerek nebîzin de haram kılınması misalindeki şarap asıldır.

2-  Fer': Hakkında herhangi bir nass veya icmâ bulunmayandır ki yu­karıdaki misalde bu nebîzdir.

3-  İllet: Aslın hükmünün üzerine bina edildiği vasıftır. Yukarıdaki misaldeki "sarhoş etme" vasfı illettir.

4- Aslın hükmü: Asıl hakkında varid olan nass veya icmânın ifade ettiği ve fer'a nakledilmesi istenilen şer'î hükümdür. Geçen misaldeki "şarabın haramlığı" aslın hükmüdür.

Örneğin; Hadis-i şerifte belirtildiği gibi altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz dan ibaret olan altı sınıf mal kendi cinsleriyle takas edildiğinde birinin ölçek miktarı diğerinden fazla olursa faiz olur ve haramdır. Bunlar asıldır. Mısır, pirinç, bakla gibi bu altı sınıfa kıyas edilenler ise fer'dir. Hüküm ise bunlarda faizin haram olmasıdır. İllete gelince: Hanefî ve Hanbelîlere göre illet aynı cins olmasının yanında ölçü veya tartı ile satılır olmalarıdır. Şafiî ve Malikîlere göre ise illet altın ve gümüşte semeniyet (değer ölçüsü), geri kalan dört yenilir maddede ise illet Şafiîlere göre yenilir şey olmaları, Malikîlere göre de aynı cins olmanın yanında depolanıp bozulmadan bekletilebilir olmalarıdır.

 

Kıyasın   Hüccet  Olması

       Kıyasın hüccet olup olmadığında iki meşhur görüş vardır: Cumhura göre kıyas amelî hükümler çerçevesinde şer'î bir hüccettir ve Şeriatın asıllarından biridir. Şer'î deliller arasında dördüncü sırada yer alır. Bunlar kıyası hüccet olarak kabul edenlerdir.

Mu'tezileden Nazzam'a, Şia'dan İmamiyye'ye ve Zahirî mezhebine göre kıyas ahkam için şer'î bir hüccet değildir. Bunlar da kıyası kabul etmeyenler­dir.

Kıyasın   Şartları

Kıyas sahih olması için kıyasın rükünleri olan asıl, fer', aslın hükmü ve illetten her biri için muayyen şartların bulunması lazımdır.

Asılda aranan şartlar: Asıl, hakkında nas veya icmâ varid olan hükmün mahallidir. Usûlcüler bu asıl hakkında bir takım şartlar zikrederler ki bunlar gerçekte aslın hükmünün şartlarıdır. Bir şart hariç, sadece asla mahsus her hangi bir şarta rastlamadım. O bir şart da aslın başka bir aslın fer'i olma­masıdır. Çünkü mantık, esas olan asla kıyas ederek hüküm verir, asıl kabul edilen fer'e kıyas ederek değil.

Aslın hükmünün şartları:

1-Aslın hükmünün sadece kendi mahalline mahsus olmaması lazımdır. Çünkü kıyas yapabilmesi için aslın hükmü fer'a intikal edebilmelidir, şayet başka bir delil ile hükmün asla mahsus olduğu sabit olursa bunun aktarılması mümkün olmaz.

2- Aslın hükmünün manası makul olmalıdır. Yani aklın idrâk etmesi mümkün olan bir illeti bulunmalıdır. Çünkü illet kıyasın esasıdır. Bu sebeple namazların rekatleri, zekatların miktarları gibi taabbudî olan hükümlere kıyas yapılmaz. Çünkü bu hükümlerin il­letlerini aklın idrak etmesi mümkün olmaz.

3- Fer'in hükmü hakkında nas bulunmamalı: Yani aslın hükmüne delâlet eden delil fer'in hükmüne de delâlet edip ona da şâmil olmamalı. Zira delil fer'in hükmüne de şâmil olursa o takdirde fer'in hükmü kıyasla değil aslî delil ile sabit olmuş sayılır, dolayısıyle kıyasa ihtiyaç kalmaz. Meselâ, şarabın haramlığına ayetle değil de "Her sarhoş edici şey haramdır." hadisi delil alınırsa bu nass aynı zamanda nebîz = şıranın haram olduğuna da delâlet eder, kıyasa hacet kalmaz.

4- Aslın hükmü fer'in hükmünden önce meşru kılınmış olmalıdır.

 

Fer'in Şartları:

1- Fer'de de aslın illetine benzer bir illet bulunmalıdır. Bu şart tahakkuk etmeden yapılan kıyasa "kıyas maa'l-fârık" denilir.

2-Aslın hükmü fer'de değişmemelidir.

3- Kıyas neticesinde fer'in aslın önüne geçmesi gibi bir hal olmamalıdır.

4-  Fer' hakkında kıyasa muhalif bir hükme delâlet eden bir nass veya icmâ bulunmamalıdır.

 

İlletin Şartları:

İlletle hikmet arasındaki fark: Hikmet şârii hüküm koymaya sevkeden asıl âmil ve ondan hedeflenen nihâî gayedir ki o da hüküm koyucu (sâri') nun hüküm koyarken tahakkukunu veya ikmalini istediği maslahat veya ortadan kalkmasını veya azalmasını istediği mefsedettir.

İllet ise üzerine hükmün bina edildiği, var olduğunda hüküm de var olan bulunmadığında hüküm de bulunmayan, hükmü tarif eden zahir ve munzabit bir vasıftır.

"Sebep"e gelince usûlcülerin cumhuruna göre sebep delâlet bakımından illetten daha umumidir. Buna göre, her illet sebepdir ama her sebep illet değil­dir. Eğer hüküm ile vasıf arasında akılla idrak edilebilecek bir münasebet (maslahat) varsa o vasfa hem illet, hem sebep denilir. Şayet bu münasebet akılla idrak edilir cinsten değil ise bu vasfın adı sadece "sebep" olur.

1- İllet hükme münasib bir vasıf olmalıdır. Yani hükmün konulmasın­daki hikmetin tahakkuku muhtemel bir vasıf olmalıdır. Hükmü, ona münasip olmayan vasıfla ta'lil etmek sahih olmaz. Meselâ alkolün haram kılınmasını onun kırmızı bir sıvı olması veya şişeye doldurul­muş olması ile ta'lil etmek gibi.

2- İllet açık bir vasıf yani duyulardan biri ile varlığı anlaşılabilen bir va­sıf olmalıdır. Çünkü illet orada hükmün varlığını gösteren bir vasıf olmalıdır. O halde hem asıl da hem fer'de varlığı anlaşılabilen açık bir vasıf olması lazım gelir. Meselâ: "Sarhoş etme" vasfı şarapta ve başka sarhoş edici herhangi bir nebîzde varlığı hissedilebilen bir vasıftır. Eğer bu vasıf hafi (gizli) olursa hükmün onunla ta'dil edilmesi isabetli olmaz. Çünkü bu takdirde o vasfın var olup olmadığını tesbit etmek mümkün olmaz.

3-  İllet munzabit bir vasıf olmalıdır. Yani şahısların ve durumun değişmesiyle büyük değişiklik göstermeyen mahdut ve muayyen bir hakikati olan bir vasıf olmalıdır. Çünkü kıyasın esası asıl ile fer' arasındaki illet eşitliğidir.

4- İlletin müteaddî (intikal edici) olup sadece asla ait bir vasıf olmamalı­dır. Yani illet çeşitli hallerde tahakkuku mümkün olan ve aslın dışında da bulunan bir vasıf olmalıdır. Eğer illet sadece asla ait bir vasıf olursa onun üzerine kıyas yapmak sahih olmaz. Çünkü illetin böyle kasır olması onun fer'de da bulunmasına mani olur. Halbuki kıyasın temeli fer'in asla hükmün illetinde ortak olmasıdır. Bu ortaklık tahakkuk etmezse kıyas sahih olmaz.

Bu sebeple şarabın haram kılınmasını onun keskinleşmiş üzüm suyu ol­ması ile ta'lil etmek sahih olmaz. Çünkü bu illet başkasında bulunmaz. Ama sarhoş edici olması ile ta'lil edilebilir çünkü bu vasıf şarapta da başkasında da bulunur.

 

İlleti Bulma Yolları

Bundan maksad müctehidi illete ulaştıran yollardır. En önemlileri şunlar­dır:

1-  Nass

Yani her hangi bi vasfın bir şer'î hükmün illeti olduğuna dair Kur'an-ı Kerîm'de veya sünnette varid olan nasdır. Bu nevi illete "mansus illet" denir.

a-) Sarih illet: Nasda "şunun için, şu sebeple, şu illete binâen" gibi Arapçada ta'lil lafzı olarak kullanılan lafızların ifade ettiği illettir. Meselâ Haşr süre­sindeki fey'  ganimetin kime ait olduğunu beyan eden ayette olduğu gibi: "Al­lah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından peygamberlerine verdiği ganimet­ler, içinizden yalnız zengin olanların arasında dolaşmaması için Allah, pey­gamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir." (Haşr:59/7) ayet-i kerimesinde sarih illet "sadece zenginler arasında dolaşan bir (mal) olma­ması için" kısmıdır.

b-) Nassın îmâ ve işaret yolu ile delâlet ettiği illet. Bu bir suâle verilen cevabın içinde bulunabilir. Meselâ: Ramazanda gündüz hanımıyla mukarenette bulunan kişinin bunun hükmünü sorduğunda Rasûlullah (s.a.) ın "Bir köle azad et." demesi gibi. Hükmü bir vasıfla beraber söyleyip hükmü ona bina etme şek­linde olabilir. Meselâ Rasûlullah (s.a.) in "Hakim öfkeli iken hüküm vermez." hadisi şerifinde olduğu gibi. "Takib fası" ile hükmü bir vasfa bina etme şeklinde olabilir: "Hırsız erkek ve kadının ellerini kesin" (Maide: 5/38) ayetinde olduğu gibi. Bir vasıf (özellik) zikredilerek iki şeyin hükümde ayrı olduklarını göstermek şeklinde olabilir. Meselâ, ganimet taksiminde "yayaya bir hisse süvariye iki hisse" hadisinde olduğu gibi.

2- İcmâ

Bu icmânın muayyen bir vasfın şer'î bir hükme illet olduğuna delâlet et­mesidir. Meselâ: Velinin küçük çocuğun malı üzerindeki velayet illetinin "kü­çük olması" olduğunda âlimler icmâ etmişlerdir. O halde evlendirme konusun­daki velayeti de buna kıyas edilir.

 

3- Sebr ve Taksim

Sebr ve Taksim: Asılda illet olduğu zannedilen vasıfları topla­yıp her birini ayrı ayrı gözden geçirmek ve aralarında illet olması uygun olan vasfı seçmektir. Burada müctehidin ameli: zahîr, munzabit, müteaddî, ve hükme münasib bir vasıf olma gibi illetin şartlarının tahakkukunu dikkate alarak, asılda mevcud vasıfları araştırıp illet olamayacakları ayıkladıktan sonra zannına göre "illettir" diye tercih ettiği bir vasfı illet olarak bırakmaktan ibarettir.

 

4- Münâsebe

Bu, hüküm ile vasıf (illet) arasında uygunluk bulunmasıdır, tâ ki o vas­fın olduğu yerde hüküm de bulunarak ya şer'î bir maslahat elde edilsin veya bir mefsedet def edilsin. Meselâ sarhoş edici olma vasfı. Bu, şarabın haram kılın­ması hükmüne uygun bir vasıftır. Halbuki akıcı olması veya filan renkte ol­ması, tadının şöyle olması gibi vasıflar münasip olmayıp sadece sarhoş edici olma vasfı haram kılınmasına uygun bir vasıftır. Müctehid ancak vasfın illet olduğuna dair nas veya icmâ bulunmadığı takdirde bu yola başvurur.

 

Münasib Vasfın Çeşitleri

      Münâsebet, din ona itibar etmedikçe veya münâsip olduğuna dair delil bulunmadıkça ta'lil için bizatihi bir şey ifade etmez. Münasib vasıf, dinin onun münasip olup olmadığına delâlet etmesi açısından dört çeşittir:

 

1- Müessir münasib:

Bu, dinin bir nas veya icmâ ile ona itibar ettiğini gösterdiği münasib vasıftır. İttifakla bu vasıfla ta'lil yapılması sahihtir. Meselâ "Sana kadınların hayız halini sorarlar. De ki: o bir ezadır. Hayız halinde kadınlardan uzak durun" (Bakara: 2/222) ayetindeki "hayız", münasiptir, çünkü din bu vasıfa bu hükümde itibar etmiştir. İşte bu münasib vasfın en yüksek derecesidir.

 

2- Mülayim münasib veya muteber münasib:

Bu, şâri'in üzerine herhangi bir hüküm bina ettiği, ancak bu vasfın bizzat o hükme illet olduğuna dair her hangi bir nas veya icmânın bulunmadığı, lâkin o hükmün cinsine illet olduğu sabit olan veya o vasfın cinsinin muayyen bir hükme veya o hükmün cinsine illet olmasına şâri'in itibar ettiği sabit olan vasıf­tır.

 

3- Mürsel münasib:

Bu, Şâri'in ne itibar ne de ilga ettiği bilinmeyen münasib vasıftır. Bu vasıf münasibtir yani bir maslahat getirir, lakin mürseldir yani ne itibar ne de ilgasına dair delil yoktur. "İstıslah" veya "masalih-i mürsele"den de bu kasdedilir. Kur'an-ı Kerîm'in tedvini ve benzeri amellerde dayandıkları masalih işte bu kabildendir.

 

4-  Mülga münasib:

 Bu, müctehidin nazarında maslahat celbedecek derecede olup lâkin fer'î hükümlerde şâri'in onu ilga ettiğine ve itibar et­mediğine dair delil bulunan vasıftır. Bununla ta'lil sahih olmayacağında âlim­lerin ittifakı vardı. Meselâ, ölenin oğlu ve kızı evlad olma vasfında müşterektirler, bu mirasta eşit olmaları için münasip bir vasıf sayılır. Ancak Allah (c.c.) "Allah size çocuklarınız hakkında erkeğe kadının payının iki misli emreder" (Nisa: 4/11) ayet-i kerimesiyle miras hükümleri konusunda bu vasfın itibarını ilga etmiştir.

 

5-   Tenkîhu'l-Menat

      Tenkîhu'l-Menat, nas veya icmâ ile sabit olan bir hükmün illet olabilecek vasıflarının içinden, hükme tesiri olmayanlarını ayıklamak suretiyle nassın mecmuunun işaret ettiği illeti tayin etmek için yapılan ictihaddır.

 

Tenkîhu'l-Menat ile Sebr ve Taksim arasındaki fark:

      Tenkîh, hükmün illetine bir nassın delâlet ettiği, ancak bu illetin başka vasıflarla karışmış halde bulunup illetlikle alakası olmayan şeylerden tam tem­yiz edilmemiş olduğu hallerde yapılır. Sebr ve taksim ise, hükmün illeti hak­kında herhangi bir nassın bulunmadığı hallerde yapılır. Sebr ve taksim illet olacak vasfı diğerlerinden temyiz etmek için değil illetin ne olduğunu öğrenmek için yapılır.

Doğrusu "Tenkîhu'l-Menat" başlıbaşına illeti bulma yollarından bir yol sayılmamalıdır. O hakkında nas bulunan illetlere mahsus bir yoldur. İstinbât edilen illetler hakkında bulunmaz.

 

Tenkîhu'l-Menat, Tahkîku'l-Menat ve Tahrîcii'l-Menât arasındaki farklar:

      Tenkîhu'l-Menat: Nasda zikredilen vasıflar arasından, illet olmayacak muteber kabul edilmeyen vasıfları çıkartarak Şâri'in hükmü üzerine bina ettiği illeti tayin etmektir.

Tahkîku'l-Menât: Aslın illeti ister nasla sabit olsun ister istinbât edilerek bulunmuş olsun, asıl üzerine kıyası istenen fer'î meselelerden her birinde illetin var olup olmadığını anlamaya çalışmaktadır.

Tahricü'l-menât ise: Münasebet veya sebr ve taksim gibi illeti bulma usûllerinden birini kullanarak, hükme illet yapmak için, hakkında nas veya icmâ bulunan hükme münasip olan vasfı istinbât etme hususunda düşünmek ve ictihad etmektir.

 

Kıyas önce evlâ kıyas, ednâ kıyas ve müsâvî kıyas diye üçe ayrılır. Ayrıca celî kıyas ve hafî kıyas diye de ikiye ayrılır.

1 - Evlâ Kıyas: İllet daha kuvvetli olduğu için fer'in hükme asıldan evlâ olmasıdır. Meselâ, "eza verme" vasfında müşterek olmaları sebebiyle ana-babaya vurmayı, öf demeye kıyas etme meselesinde, vurma fiilinde eza daha ağır olduğu için onun evleviyetle haram olması lazımdır. "Onlara öf deme" (İsra: 17/23) ayet-i kerimesinde öf denilmesi nehyedildiğine göre vurmak evleviyetle nehyedilmiş demektir.

2- Müsâvî kıyas: Bu, tercih edilmeksizin fer'in hükümde asla müsâvî ol­duğu kıyastır. Meselâ, her ikisinin de "itlaf" vasfında müşterek olması sebe­biyle yetimin malını yakmayı yemeye kıyas etme böyledir. Yakmak da yemek gibi haramdır.

3-  Ednâ kıyas: Bu da, fer'in hükmün illetinde asıldan daha zayıf olmasıdır. Yani fer'in hükümle irtibatı asıldan daha az olması, illetin asılda daha kuvvetli, fer'de daha zayıf olmasıdır. Ribe'l-fadlın haram olması meselesinde her ikisi de yenen şey olması vasfında müşterek olmaları sebebiye elmanın buğdaya kıyas edilmesi, içilmesi haram olması ve haddi icab etmesi hususunda nebîzin şaraba ilhak edilmesi bu kabil kıyastır.

Hanefîlere göre celî ve hafî kıyasın manaları şöyledir:

Celî kıyas: İlletin açık olması sebebiyle hemen anlaşılan ve aklın kabul ediverdiği kıyastır.

Ednâ kıyas: Buna "istinsah" da denilir. Bu, illeti kapalı olup hemen zihne gelivermeyen kıyastır.

 

5- İSTİHSAN

Usûlcülerin ıstılahında: Bir delile binaen hafî kıyası celî kıyasa tercih etmektir. Veya istisnayı ge­rektiren hususî bir delile binaen cüz'î bir hükmü küllî bir hükümden veya umumi bir kaideden istisna etmektir. Bu ince bir fakahate, düşüncedeki derinliğe ve meseleleri anlama kudre­tine delâlet eder. Bu, aklına, heva ve heveslerine göre hüküm koymak değildir. Çünkü bu ancak uzak görüşlü, ufku geniş, tefekkürü derin bir kişinin fark edebileceği kuvvetli bir delille amel etmektir.

İstihsan kıyastan ve masalih-i mürseleden farklıdır. Çünkü gördüğümüz gibi kıyas naslarda veya icmâda benzeri veya misli olan olaylarda cereyan eder. Halbuki istihsan benzeri olan fakat bir delilden dolayı umumî bir hükümden is­tisna edilen bir meselede cereyan eder. Masâlih-i mürsele ise dinde üzerine kıyas edilebilecek bir benzeri olmayan olayda tatbik edilir. Masâlih-i mürselede hüküm ancak bazı nasların tamamından elde edilen manaya veya küllî esaslara uygunluğuna binaen müstakil olarak sabit olur.

Dayandığı delile göre istihsan çeşitlere ayrılır. Bu delil, nas veya icmâ veya zaruret veya hafî kıyas veya örf veya maslahat olur.

1- Delili nas olan istihsan: Bu, umumî delil ile sabit olan küllî hükme veya umumi kaideye muhalif olarak, bir mesele hakkında bir hüküm ifade eden mu­ayyen bir nassın bulunmasıdır. Bu nas ya Kur'andan olur veya sünnetten olur.

Nassın Kur'an'dan olmasına misal vasiyettir. Kıyasın veya umumi ka­idenin gereğince vasiyet caiz olmamalıdır. Çünkü vasiyet mülkiyetin bittiği an olan ölümden sonrasına izafe edilerek temlik etmektir. Ancak vasiyet "yapı­lacak vasiyetten ve borçtan sonra" (Nisa: 4/12) ayet-i kelimesiyle bu umumi ka­ideden istisna edilmiştir.

2- Delili icmâ olan istihsan: Bu şer'î bir meselede icmâ hasıl olması se­bebiyle kıyasın muktezasının terkedilmesidir.

Alimlerin istisna akdinin cevazı üzerine icmâ etmeleri buna misaldir. İs­tisna bir zanatkarla muayyen bir ücret mukabili bir şey yapmak üzere anlaşmak­tır. Kıyasa göre bu akit batıl olmalıdır, çünkü yapılacak eşya akid esnasında mevcut değildir. Ancak insanların buna olan ihtiyacına ve her devirde yapıla gelmiş olmasına binaen icmâ ile buna cevaz verilmiştir.

3- Delili örf olan istihsan: Bu, insanların ihtiyaçların zorlaması altında kıyasa veya umumî kaideye muhalif olarak bir şeyi örf haline getirmeleridir. Meselâ: Kullanılacak su mikdarı ve içerde ne kadar kalacağı belli olmadığı halde ücretle hamama gitmek. Kıyasa göre bu caiz olmamalıdır, çünkü bu bazı unsurları meçhul bir kira akdidir. Ancak insanları sıkıntıya sokmamak için ihtiyaçtan dolayı cevaz verilmiştir.

4- Delili zaruret olan istihsan: Bu, müctehidi kıyası terkedip zaruretin veya âdeten zaruret derecesine gelen ihtiyacın gereğince amel etmeye sevkeden bir zaruretin bulunmasıdır. Meselâ içine necaset düşen kuyularda ve havuzlarda kıyasa göre kalan suyun kaynayan su ile karışması ve kovanın devamlı necis suya temas etmesi sebebiyle kirlendiği için suyun tamamının veya bir kısmının çekilmesiyle temizlenmiş olmaması gerekir. Ancak âlimler zaruretten dolayı kıyası terkederek istihsanen, bir miktar su çekilmesiyle kuyunun temizlendiği hükmünü vermişlerdir.

5- Delili kıyas-ı hafi olan istihsan: Kıyası hafî kıyası celîye tekabül eden kıyastır. Meselâ ziraate müsaid arazinin vakfedilmesinde bu iki kıyas iki ayrı hüküm verir. Kıyası celîye göre vakıf, mülkiyetten vazgeçme olduğu için sa­tışa benzer, dolayısıyle geçme hakkı, yol hakkı, sulama ve fazla suyu dışarı atma yolu hakkı gibi irtifak hakları dahil olmaz. Yalnız vakfeden bunları açıkça zikrederse satış akdinde olduğu gibi dahildir. Kıyası hafiye göre ise vakfetme kiraya vermeye benzer, çünkü her ikisi de eşyanın aynından intifa hakkını ifade eder. Dolayısıyle vakfeden açıkça zikretmese de kira akdinde olduğu gibi irtifak hakları da vakfa dahil olur. Çünkü vakıftan maksat intifadır, istifade etmektir. Bu da ancak irtifak haklarıyla beraber mümkün olur. Dolayısıyle bunlar açıkça zikredilmese dahi hükmen arazi vakfına dahil olur.

6- Delili maslahat olan istihsan: Bu, meseleyi umumi bir esastan ve küllî bir kaideden istisna etmeyi gerektiren bir maslahatın bulunmasıdır. Örneğin; Zanaatkara veya gündelikçi işçiye (ecîr-i müşterek) ver­diği zararı tazmin ettirmek. Kıyasa göre ödenmemesi gerekir. Çünkü kendile­riyle icare akdi yapılması sebebiyle emin kişilerdir. Emin kişi, korumada ihmali veya kastı görülmedikçe telef olan şeyi tazmin etmez. Ancak bunların ihmalkar­lığını önlemek ve iş sahiplerinin mallarını koruma altına alabilmek için istihsanen tazmin etmeleri gerekli görülmüştür.

İstihsan konusunda âlimler iki gruba ayrılmışlardır: Cumhura göre istih­san şer'î bir hüccettir. Şafiî, Şia ve Zahiriyyeye göre istihsan hüccet değildir.

Cumhurun bu husustaki delilleri şunlardır:

1 - İstihsanla amelde zorluğu bırakıp kolaylığı alma vardır ki bu da dince bir esastır. Allah (c.c.) ayet-i kerimede "Allah size kolaylık ister zorluk istemez" (BAkara: 2/185) buyurmaktadır.

2- İstihsanın varlığı müttefekun aleyh bir delile dayanmaktadır. Bu delil daha önce de geçtiği gibi ya nasdır veya icmâdır veya zarurettir veya kıyası hafidir veya örftür veya maslahattır. Bütün bunlar kıyası hafinin kıyası celiye tercihini, küllî hükümden cüz'î istisna yapılmasını gerektirir ki bu şer'an makbuldür.

İstihsanı kabul etmeyenlerin delilleri de şunlardır:

1 - Ancak nassla veya nassa kıyas yapılarak hüküm vermek caiz olur. Çünkü böyle olmazsa bu heva ve hevese göre hüküm vermek olur. Halbuki Allah (c.c.) "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma" (Maide: 5/49) buyurmaktadır.

2- İstihsanın temeli akıldır, âlim-cahil bunda müsavidir. O halde her in­sanın yeni bir din getirmesi caiz olmalıydı.

3- Rasûlullah (s.a.) istihsanla fetva vermez vahyi beklerdi.

Bu delillerin heva ve hevese göre hüküm koymayı reddetmeye dair olduğu görülmektedir ki bu ittifakla caiz değildir.

 

6-MASLAHAT-I MÜRSELE

Dinin tasarruf ve gayelerine uygun olup muteber olduğuna veya ilga edildiğine dair herhangi bir delil bulunmayan hükmün kendisine bağlanmasıyle celb-i menfaat veya def-i mefsedet hasıl olan vasıftır. Sahabenin Kur'an-ı Kerîm'i bir mushafta toplanması, divan ve hapishane kurulması, para basılması gibi hükümleri hep maslahata binaen verilmiş hükümlerdir.

       Maslahatlar bazı şer'î hükümlere esas olur ve onlara bu hükümlerin illeti olarak itibar edildiğine dair bir delil bulunursa bunlara şer'an "muteber masla­hatlar" ismi verilir. Muteber maslahatlar üç mertebedir:

1- Zarûriyyat: Bunlar, insanların din ve dünya hayatı için elzem olup bu­lunmadığı zaman dünya hayatının alt-üst olmasına, âhirette de cenneti kaybe­dip azaba duçar olmasına sebep olan şeylerdir. Meselâ şu beş zaruretin muhafa­zası bu cümledendir ki bunlar: dinin, canın, aklın, nesebin ve malın muhafaza­sıdır. Dinin korunması için cihad meşru kılınmış, insanların hayatının korunması için amden (bilerek) öldürene kısas yapılması, aklın muhafazası için içki içene had vurulması, nesebin korunması için zina ve iftira (kazif) cezaları meşru kılınmıştır. Malın muhafazası için de hırsızlık haram kılınmış ve hırsızın eli kesilmesi meşru kılınmıştır.

2- Haciyyat: Bunlar, bir takım sıkıntıların giderilmesi için insanın muh­taç olduğu, yokluğu halinde de hayatın nizamı bozulmadan sıkıntı ve meşak­kate düştüğü şeylerdir. Alış-veriş, kira gibi muamelata dair çeşitli akidler, sefer halinde namazların kısa kılınması, mesh üzerine mesh yapmak gibi çeşitli ruhsatlar bunun için meşru kılınmıştır.

3- Tahsiniyyat: Bunlar, namazlar için yapılan temizlikler, yenilecek şeylerden temiz olmayanların haram kılınması, nazik ve iyi davranmanın emredilmesi, gibi güzel ahlak ve âdetlerin muhafaza edil­mesi hedeflenen maslahatlardır.

 

Vahyin kesilmesinden sonra ortaya çıkan ve haklarında Şâri tarafından muayyen hükümler konulmayan, muteber veya mülga olduğuna dair bir delil de bulunmayan maslahatlara "mürsel münâsip" veya "mürsel maslahat" denir. Nikah akdinin resmi bir vesika ile tespitinin şart olması, mülkiyetin nakli için gayri menkul satış akdinin tescilinin şart koşul­ması gibi hususlar bu kabildendir.

Mesâlih-i mürsele hakkında âlimlerin iki görüşü vardır: Şafiî, Şia ve Zahiriyyeye göre hüccet sayılmaz. Malikî, Hanefî ve Hanbelîlere göre ise hüccet­tir. Masâlih-i mürseleyi hüccet kabul edenler bununla amel etmek için şu üç şartı getirmişlerdir:

1- Maslahat şâri'in maksadına uygun olmalıdır. Yani dinin esaslarından birine, bir nassa veya kat'î delillerden birine ters düşmemeli, bilakis şâri'in mu­radı olan maslahatlardan birinin cinsinden olmak suretiyle ona muvafık olmalı, husûsî bir delil onu muteber olduğuna delâlet etmese de tamamen uzak olma­malı. Buna göre, ramazanda gündüz hanımıyla mukârenette bulunan zengin bir kişiye keffaret olarak, daha caydırıcı olur diye köle azad etme yerine iki ay peşpeşe oruç tutmasına fetva verme gibi özel durumlara göre fetva vermek caiz olmaz. Zira bu, keffaret hakkındaki nassa muhaliftir.

2- Maslahat, maslahat esas alınarak konulan hükümle yarar sağlayacak veya bir zararı defedecek şekilde hakikaten mevcut ve anlaşılır olup vehim mahsulü olmamalı. Meselâ: Yapılan gayri menkul satışlarının ilgili dairede resmî olarak tescil edilmesi yalan şahitliğini azaltacak ve muamelata bir istikrar getirecekse bunu vacip kılmakta şer'an bir mani yoktur.

3- Bu, şahsî bir maslahat değil umuma ait bir maslahat olmalıdır. Çünkü şeriat bütün insanlara gelmiştir. Bundan dolayı özellikle bir emîrin veya başkanın veya bunların yakınlarının maslahatı göz önünde bulundurularak verilen bir hükümle amel etmek caiz olmaz.

 

 

7- ÖNCEKİ ŞERİATLER

      Geçmiş peygamberlerin şeriatleri iki kısımdır:

Birinci kısım: Bizim şeriatımızda -ne Kur'anda ne de sünnette- zikredil­memiş olan hükümler. İttifakla biz bunlarla mükellef değiliz.

İkinci kısım: Kur'anda ve sünnette zikri geçen hükümler. Bunlar üç çe­şittir.

1-Bizim şeriatımızda neshedilip, hükmü sona erenler. İttifakla biz bun­larla mükellef değiliz.

Savaşta düşmandan alınan ganimet mallarının haram olması böyledir. Yani Rasûlullah (s.a.) in "Ganimet bana helal kılındı, halbuki benden önce hiç kimseye helal kılınmamıştı" hadisi şerifi ile bizim şeriatımızda helal kılınmış­tır.

2- Bizim şeriatımızda ibka edilen hükümler. Bunlarla biz de mükellefiz. Meselâ oruç.

3-  Red veya kabul edildiği beyan edilmeksizin Allah (c.c.)’ın Kur'an-ı Kerîm'de kıssa halinde naklettiği veya Rasûlullah'ın lisanıyla anlatılan hüküm­ler. İşte bunlar ihtilaflıdır.

Bu son kısmın hüccet olup olmamasında âlimlerin iki görüşü vardır.

Hanefî ve Malikîlerin çoğunluğu, Şafiîlerden bazıları ve Ahmed bin Hanbel'den gelen râcih kavle göre, eski ümmetlerin tahrif edilmiş kitapları yoluyla değil de Rasûlullah (s.a.) a gelen vahiy ile bize sahih olarak ulaşan eski ümmet­lerin hükümleri bizim için de geçerlidir. Onlarla amel edilir ve onlara ittiba et­memiz vacibdir.

Şafiîlerde râcih olan görüşe ve Eş'arî, Mu'tezile ve Şîaya göre biz önceki şeriatlerle mükellef değiliz.

Bizden önceki şeriatların müstakil teşri' delillerinden bir delil olmadığı, bilakis bunun Kur'an veya sünnetin muktezası ile amel etmekten ibaret olduğu unutulmamalıdır. Çünkü bunlarla amel edilebilmesi için Allah (c.c.) ın ve Rasûlünün, red etmeden veya neshetmeden onu bize kıssa etmiş olması şarttır. Dolayısıyle aslında bu Kur'ana veya sünnete dayanır.

 

 

ÖNCEKİ ŞERİATLER

 

 

Kur’an’da ve Sünnet’te yer Almayanlar: Bunlar Müslümanlar için bağlayıcı değildir.

Kur’an’da veya Hz. Peygamber’in sözlerinde zikri geçenler: Bunlar üç kısımda değerlendirilir.

  

 

 

Mensuh Olduğuna dair Delil Bulunan Hükümler bağlayıcı değildir.

Müslümanlar için de bağlayıcı olduğuna dair delil bulunan hükümler bağlayıcıdır.

Kabul veya red işareti olmaksızın zikri geçen ve mensuh olduğuna dair delil bulunmayan hükümler ise ihtilaflıdır.

 

8-ÖRF

Örf insanların âdet haline getirip yaşattıkları her şeydir. Bu yaygın hale gelmiş bir fiil veya dilde kullanımına alışılmamış özel bir manada kullanılan ve işitildiği zaman başka mana akla gelmeyen bir söz olabilir. Bu tarif amelî örfe de kavlî örfe de şâmildir. Birincisine misal: İnsanların her hangi bir söz konuşmadan yaptıkları alış-veriş (bey'ul-muâtât), mehri müeccel ve muaccel diye taksim etmeyi âdet haline getirmiş olmaları, buğday, pirinç, koyun ve sığır eti yemenin âdet olması gibi fiillerdir.

Kavlî örfe misal: insanların "veled" kelimesini kız için değil sadece erkek için kullanmaları, "et" kelimesini balık için kullanmamaları, "dâbbe" kelimesini sadece at için kullanmaları buna misaldir.

lcmâ ile Farkı: İcmânın esası ümmetin müctehidlerinin ittifakıdır. Ama örfte böyle bir ittifak şart koşulmamıştır. Avamdan ve havastan insanların içinde bulunduğu ekseriyetin yapagelmiş olması kâfidir.

 

Çeşitleri

Örf-i âm: Her hangi bir zamanda belde ahâlisinin çoğunluğunun örf haline getirdiği şeydir.

Örf-i hâs: Bu bir belde veya bölge halkının veya belirli bir gurup insanın adet haline getirdiği şeydir.

Dinin kabul edip etmemesi açısından ise örf, örf-i sahih ve örf-i fâsid olmak üzere iki kısma ayrılır.

Örf-i Sahih, bir haramı helâl veya bir helâli haram yapmadan insanların örf haline getirdiğidir.

Örf-i fâsid: Bazı haramların helâl, bazı helâllerin haram sayılarak örf haline getirilen şeylerdir.

 

Şer'î delillere ve hükümlere ters düştüğü için örf-i fâsidle amel edilmez. Örf-i sahihe gelince bu hüküm koymada, kazâî meselelerde ve ictihadda makbuldür. Örf başlıbaşına bir delil değildir. Çoğu zaman örfle amel maslahatı mürsele ile amel etmektir. Nasların tefsirinde ona müracaat edilerek meselâ âmmı tahsis edilir, mutlak takyid edilir. Bazan örf alınarak kıyas terkedilir, ortaya çı­kan yeni meseleler hakkında ictihad yapılırken örfün muktezası alınır. Bu sebeple fukaha şunu söylemiştir: Naslann mutlak vârid olduğu her meselede, o nassda ve dilde herhangi bir sınırlayıcı kaide de yoksa örfe müra­caat edilir.

 

9- SAHABE KAVLİ

Sahabe mezhebinden maksad Rasûlullah'ın ashabından birinden nakledi­len ictihadî görüş ve fıkhî fetvalarının toplamıdır. Usülcülere göre sahabi mümin olarak Rasûlullah'ı gören ve uzun bir müddet beraber bulunan kişidir.

Görüş ve içtihada mecal olmayan hususlarda sahabe kavlinin (görüşünün) delil olarak alınmasında âlimlerin ittifakı vardır. Çünkü bu Rasûlullah (s.a.) tan  nakledilen tevkifi haber kabîlindendir.

Yine açıkça sahabenin icmâ ettiği veya meselâ ninenin mirasta altıda bir alması meselesinde olduğu gibi her hangi birinin muhalefet ettiği bilinmeyen hususların alınmasında da ihtilaf yoktur.

Aynı şekilde ictihadla söylenmiş bir sahabe kavlinin bir başka sahabe kavline karşı hüccet olmayacağında da ihtilaf yoktur. Çünkü sahabe pek çok meselede ihtilaf etmişlerdir. Birisinin sözü diğerine karşı hüccet olsaydı arala­rında bu farklı görüşler meydana gelmezdi. Âlimlerin ihtilafı, sadece tabiîn ve sonrakiler açısından sahabinin sırf ictihadıyle verdiği fetvalann şer'î hüccet sayılıp sayılmayacağı üzerinedir.

 

Sahabe Mezhebi Hakkında Alimlerin GörüşleriSahabe kavli ile amel edip etmeme hususunda iki meşhur görüş vardır:

Şafiîlere, Eş'arî, Mu'tezile ve Şia'nın cumhuruna ait olan birinci görüşe göre sahabe mezhebi hiç bir şekilde hüccet değildir.

Hanefî, Malikî ve Hanbelîlere ait olan görüşe göre sahabe kavli şer'î bir delildir.

 

10- SEDD-İ ZERAYİ

Mefsedet veya mazarrat ihtiva edene, yasak olana ulaştıran her şeydir. Buna göre nasıl ki vacibe vasıta olan vacib ise harama vasıta olan da haramdır. Meselâ zina haramdır, zinaya vasıta olduğu için yabancı kadına bakmak da ha­ramdır. Çünkü Şâri' kulunu bir şeyle mükellef kılmışsa ona vasıta olarak taay­yün eden her şeyi taleb etmiş demektir. Aynı şekilde bir şeyi haram kılmışsa ona götüren her şeyi haram kılmış demektir.

Şâtıbî zerîayı neticeleri ve getireceği zarar veya mefsedetleri itibarı ile üç çeşide ayırmıştır:

Birincisi: Mefsedete sebep olması kesin olan. Meselâ kapının arkasına çukur kazma bu kabildendir, zira içeri girenin ona düşeceği kesindir. Bu yasak­tır ve verilen zarar tazmin ettirilir.

İkincisi: Nadiren mefsedete sebep olan. Meselâ: İçine birinin düşme ihti­mali çok az olan bir yere çukur kazmak,çoğu zaman kimseye bir zararı olma­yan gıda maddelerini satmak gibi. Bunlara şer'an izin verilmiştir,çünkü şâri' hükümleri maslahatın nadiren görülmesine değil çoğu zaman bulunur olmasına bina etmiştir.Zaten âdeten mefsedetten tamamen arınmış bir maslahat bulun­maz.

Üçüncüsü: Çoğu zaman mefsedete sebep olan, Meselâ: Harbîye silah satma, şarap imal eden kişi ve kuruluşlara yaş üzüm satma bu kabildendir. Gü­nah ve masiyette yardımlaşmaya sebep olduğu ve zannı galib kat'iye dahil ol­duğu için bu satışlar nehyedilmiştir.

Maliki ve Hanbelîlere göre seddi zerâyi' fıkıh usûlünün esaslarından biridir. îmam Ebu Hanîfe ve İmam Şafiî de bazı hallerde kabul edip amel etmişler diğer bazı hallerde amel etmemişlerdir.

 

11-  ISTISHÂB

Geçmişte bir şeyin var veya yok olduğuna binaen -değiştiğine dair delil bulunmadıkça- hali hazırda da varlığına veya yokluğuna hükmetmektir.

Meselâ bir şeyin var olduğu sabit olduktan sonra yok olup olmadığında şüphe edilse onun devam ettiğine hükmederiz. Bir şeyin yokluğu sabit olduktan sonra varlığında şüphe edilse yok olduğuna hükmederiz. Bundan dolayı bir akdin veya tasarrufun hükmünü öğrenmek istesek, hükmüne delâlet eden bir nas da bulunmasa "Eşyada aslolan ibahadır" kaidesine binaen mubah olduğuna hükmederiz.

İstishabın çeşitleri vardır, en mühimleri şunlardır:

1- Haram olduğuna dair herhangi bir delil bulunmayan eşya hakkında asl olan onun mubah olmasıdır. Yani usûlcülerin cumhurunca kabul edilen esas şudur: Nasıl ki zararlı şeyler hakkında aslolan haram olmaları ise faydalı şeyler hakkında da aslolan ibahadır.

2- Berâet-i zimmet esastır: Meselâ: Mükellef sayıldığına dair şer'î bir delil bulunmadıkça insanın zimmetinin şer'î mükellefiyetlerden ve bunlara terettüp eden haklardan uzaktır. Buna göre bir şahıs diğerinde alacağı olduğunu iddia etse delil getirmesi gerekir. Bunu ispat edemezse o şahsın zimmeti beri olur.

3- Sabit olup halen devam ettiğine aklın ve dinin delâlet ettiği istishab; Meselâ abdest alan kişinin halen abdestli sayılması, o abdestin istishaben devam ediyor kabul edilmesindendir. Bozulup bozulmadığı hakkındaki şüphenin tesiri olmaz.

 

Başka bir delil yoksa istishab ile amel edilir, yani fetva için en son delil budur. İstishab, değiştiğine dair bir delil bulunmadıkça var olduğu bilinen şe­yin varlığına hükmetmektir. Meselâ öldüğüne dair delil bulunmadıkça kişinin hayatta olduğuna hükmedilerek tasarrufları sahih kabul edilir, sona erdiğine dair bir delil bulunmadıkça evliliğinin devam ettiğine hükmedilir.

İstishabın hüccet oluşuna dair âlimlerin çeşitli görüşleri vardır. İkisi en önemlisidir:

Hanefîlerin müteahhirlerine göre istishab "def ve nefy" için hüccettir "isbat ve istihkak" için hüccet değildir. Yani sabit olmayan bir şeyi isbata hüccet ve delil olmayıp ancak sabit olan bir şeyin aksine delil bulunmadıkça devamına hükmetmek için bir hüccettir. Önceki halin değiştiğini iddia edene karşı o hali olduğu gibi ibka için delil olur, yeni kazanılan bir hakkın isbatı için delil olmaz.

Malikî, Şafiî, Hanbelî, Zahirî ve Şia'nın cumhuruna göre istishab değiş­tiğine dair delil bulunmadıkça sabit olan hükmün devamına dair mutlak bir hüc­cettir. Def için hüccet olduğu gibi istihkak için de hüccet olabilir. Yani istishab devamına mani bir delil bulunmadıkça hem selbî hem icâbı (leh ve aleyhindeki) her iki hakkın da isbatında hüccettir.

İstishaba Bina Edilen Fıkıh Kaideleri

1- Değiştiği sabit olmadıkça bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıl­dır.

2- Eşyada aslolan ibâhadır.

3- Berâet-i zimmet asıldır.

4- Şek ile yakîn zail olmaz.

 

AHKÂM-I ŞER'İYYE (ŞER'Î HÜKÜMLER)

Hüküm lügatta men etmek demektir.Usûlculere göre ise Allah'ın iktiza  veya tahyîr veya vaz’ yolu ile mükellefin fiillerine taal­luk eden hitabıdır. Fukahâya göre hüküm ise: Vücub, hürmet ve ibaha gibi Şâri'in hitabının fiilde bulunmasını iktiza eden eseridir.

Tarifte geçen "iktiza"dan maksad "talep, istemektir" Bu, ister bir şeyin yapılmasını isterse terkedilmesini talep etmek olsun aynıdır. Yapılmasını taleb eğer kat'î bir ifade ile olursa "icab", kat'î olmayan bir ifade ile olursa "nedb" olur. Terkini talep etme eğer kesin bir ifade ile olursa "tahrim", kesin olmayan bir ifade ile olursa "kerahet" olur.

Tarifteki "tahyîr" den maksat "ibaha" dır, yani yapmakla terketmenin müsâvî olmasıdır, "iktiza" ve "tahyir" kaydıyle beş teklîfî hüküm tarife girmekte­dir.

Vaz'  dan maksat ise bir şeyi bir başka şeye sebep veya şart veya ruhsat veya azîmet kabul etmektir. İşte bunlar vaz'î hükmün çeşitleridir.

 

 Hükmün  Kısımları

       Tarifinden de anlaşılacağı gibi şer'î hüküm Teklîfî ve Vaz'î olmak üzere iki kısma ayrılır. Çünkü şâri'in, mükellefin fiillerine taalluk eden sözü ya talep yolu ile veya tahyir yolu ile veya vaz' yolu ile olur. Eğer mükellefin fiiline talep veya tahyir yolu ile taalluk ederse bu teklîfî hükümdür; vaz' cihetiyle taalluk ederse vaz'î hükümdür.

 

1- Teklîfî hüküm:

Mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını talep etmeyi veya yap­makla yapmamak arasında muhayyer bırakmayı gerektiren hükümdür.

      "Namazı dosdoğru kılın" (Bakara: 2/43). "Size oruç yazıldı" (Bakara: 2/183) gibi ayet-i kerimeler fiili taleb eden ayetlerdir.

"Haksız, yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın." (Enam: 6/151), "Size leş, kan ve domuz eti haram kılındı" (Maide: 5/3) gibi ayet-i kerimeler de yapılmamasını taleb eden ayetlerdir.

"Namazı sefer halinde kısa kılmanızda bir günah yoktur." (Nisa: 4/101), "ihramdan çıktığınız zaman avlanınız." (Maide: 5/2) gibi ayet-i kerimeler de yapmakla yapmamak arasında serbest olmayı ifade eden ayetlerdir.

Buna teklîfî hüküm denilir, çünkü bu bir şeyi yapmak veya terketmek mükellefiyetini getiren veya ikisi arasında muhayyer bırakmayı tazammum eden bir hükümdür.

 

2- Vaz 'î hüküm:

      Bu, bir şeyi bir şeye sebep veya şart veya mâni saymayı iktiza eden hü­kümdür. "Sizden aya şahid olanlar oruç tutsun." (Bakara: 2/185) ayet-i kerimesi sebebe misaldir.

Şarta misal "Ona yol bulup gidebilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insan­lar üzerinde bir hakkıdır." (Âli imran: 3/97) ayet-i kelimesidir. Burada mâlî ve bedenî gücün bulunması haccın farziyeti için şart kılınmıştır.

Mükellefin kudreti dahilindeki "mâni" ye misal "Katil miras alamaz" hadisi şerifidir. Burada sâri' "öldürme" yi mirasa bir mâni, engel saymıştır ve bu mükellefin kudreti dahilindedir. Kudretinde olmayana misal ise "babalık" tır. Babanın oğlunu amden öldürmesi halinde Malikîler hariç cumhura göre katilin, maktulün babası olması kısasa mânidir.

 

Teklifi Hüküm ile vaz'îhüküm arasındaki fark:

      Hükmün bu iki kısmı arasında üç fark vardır:

1 - Teklîfî hüküm ile mükellefin bir fiili yapması veya yapmaması istenir veya yapmakla yapmamak arasında muhayyer olduğu beyan edilir. Vaz'î hükümle ise teklîf veya tahyîr kastedilmez. Belki biri diğerine sebep veya şart veya mâni kılınan iki şeyin aralarındaki irtibat kastedilir.

2- Teklîfî hükümdeki "bir fiili yapmayı veya yapmamayı taleb etme veya ikisi arasında muhayyer kılma" dan şu anlaşılır: Mükellefin bu talebi yerine getirebilmesi için yapmak veya terketmek onun kudreti ve istitâati dahilinde olması lazımdır. Vaz'î hükümler ise bazıları mükellefin kudreti dahilinde olur bazıları olmaz.

3- Teklîfî hükümler sadece "mükellefi ilgilendirir. Vaz'î hükümler ise "insan"ı ilgilendirir. İster mükellef olsun ister sabi ve mecnun gibi mükellef olmasın müsavidir, her ikisi hakkında da vaz'î hükümler geçerlidir. Meselâ çocuğun ahş-verişi sahihtir. Sabi ve mecnun bir şey itlaf ederlerse tazmin ettirilirler ve zimmetlerin de borç sabit olur.

 

Teklîfî hüküm beş çeşittir:

      Bir fiilin yapılması talebi kat'î ise bu icab'dır, kat'î değilse nedb'dir. Fi­ilin yapılmaması talebi kat'î ise bu tahrim (haram) dir, kat'î değilse kerahet'tir. Hitap "tahyîr" şeklinde ise ibaha'dır.

Böylece yapılması veya yapılmaması istenen ve ikisi arasında muhayyer bırakılan fiiller beş çeşit olmaktadır. Yapılması istenenler "vacib" ve "mendub" olmak üzere iki kısımdır. Terki istenenler de "haram" ve "mekruh" olmak üzere ikidir. Yapıp yapmamakta serbest bırakılan ise birdir o da "mübah"tır.

 

1-VACİB

      Tarifi: Vacib, sâri'in kesin bir şekilde mükelleften yapılmasını talep et­tiği şeydir. Talebin kesin ve ilzam edici olduğu ya bizzat talep sığasından veya mükellefin bunu yapmaması halinde cezaya müstehak olacağının bildirilmesi gibi haricî bir karineden anlaşılır. Meselâ namaz kılmak, zekat vermek, haccetmek, akidlerin icabını yerine getirmek vacibtir.

Hükmü: Vacib, yapılması lazım gelen, yapanı sevap terkedeni ceza gören, kat'î bir delil ile sabit ise inkar edeni kâfir olan bir hükümdür.

Cumhura göre farz ile vacib aynıdır, müteradif kelimelerdir. Her birini terkeden şer'an zemme (İcmâmaya) müstehak olur. Hanefîlere göre ise farz, şüphe bulunmayan kat'î bir delil ile sabit olan hükümdür. Meselâ Kur'an-ı Kerîm'le sabit olan İslâmın beş rüknü veya mütevâtir veya meşhur sünnetle sabit olan namazda kıraatin hükmü böyledir. Vacib ise hakkında şüphe bulunan zannî bir delil ile sabit olan hükümdür. Meselâ zannî birer delil -ki haberi vahiddir- ile sabit olan sadaka-i fıtır, vitir ve bayram namazları böyledir.

 

Vacibin Kısımları: Çeşitli açılardan vacibin dört taksini vardır.

A-Edasının vakti itibariyle vacib, mutlak ve mukayyed veya muvakkat diye iki kısma ayrılır.

1 - Mutlak vacib Şâri'in edası için bir vakit tayin etmeden kesin olarak yapılmasını talep ettiği şeydir. Yeminini bozan kişi keffareti ya hemen veya daha sonra eda eder.

2- Mukayyed veya muvakkat vacib Şâri'in muayyen bir vakit içinde yapılmasını kesin olarak taleb ettiği şeydir. Meselâ beş vakit namaz

 

B- Sâri' Tarafından Mikdarı Beyan Edilmiş Olması İtibariyle: Vacib, matlub olan miktarı bakımından da muhadded ve gayri muhadded kısımlara ayrılır.

1-  Muhadded vacib Sâri'in belirli bir miktar tayin ettiği vacibdir. Mükellef bunu ancak sâri'in tayin ettiği şekilde eda ederse zimmeti berî olur. Beş vakit namaz, zekât, mâlî borçlar, satın alınan malların semenleri bu cümledendir.

2-  Muhadded olmayan vacib Şâri'in miktarını tayin etmeden mükelleften yapmasını talep ettiği vacibdir. Meselâ Allah yolunda infak etme, birr = iyilk üzere yardımlaşma, nezir sebebiyle vacib olduğu zaman fakirlere tasadduk etme, gibi sâri' tarafından sınırlandırılmayan vacibler bu kabildendir.

 

C-Yapılması Her Mükellefe Lazım Olup Olmaması itiba­riyle de vacib ayn ve kifaye olmak üzere iki kısma ayrılır.

1- Vacib-i ayn: Şâri'in her mükelleften yapmasını talep ettiği şeydir. Başka bir mükellefin yapması ile eda edilmiş sayılmaz. Meselâ namaz, zekât, hac gibi ibadetlerin edası, içki, kumar, zina ve faiz gibi haramlardan kaçınmak vacibi ayndır.

2-  Vacib-i kifaye: Şâri'in yapılmasını mükelleflerden ayrı ayrı değil toplumundan istediği vacibdir. Bir kısmının eda etmesiyle diğerlerinden sakıt olur. Cenaze namazı, selâm almak, cihad, birer vacib-i kifayedir.

 

D-Taleb Edilenin Taayyün Edip Etmemesi İtibariyle vacip,  muayyen vacib ve muhayyer vacib kısımlarına ayrılır.

1-   Muayyen  vacib:  Şâri'in, o şeyle başkası arasında muhayyer bırakmadan tayin ederek taleb ettiği şeydir. Namaz, oruç gibi vacibler muayyen vaciblerdir.

2-  Muhayyer veya mübhem vacib: Şâri'in, muayyen sınırlar içinde mübhem bir şekilde talep ettiği şeydir. Meselâ zengin bir insana yemin keffaretinde vacib olan şu üç şeyden birini yapmaktır. Ya on fakir doyurur veya giyindirir veya bir köle azad eder. Bunların hiç birini yapamayan kişi ise üç gün oruç tutar.

 

2-MENDUB (SÜNNET)

Usûlcülere göre "kesin olmaksızın şâri'in mükelleften yapmasını talep ettiği şeydir. Bir fiilin mendub olduğu ya bizzat talep sığası ile bilinir ki "Kişi Cuma günü abdest alırsa ne âlâ ne güzel, gusül yaparsa gusül daha faziletlidir." hadisi şerifinde olduğu gibi icbar ve ilzam olmadığına delâlet eder. Veya vacib olmadığını gösteren bir karine ile gelen emir sığasıyle bilinir. Meselâ: Borcun yazılmasını emreden ayet-i kerime: "Ey iman edenler! Belir­lenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın." (Bakara: 2/282).

 

Çeşitleri: Mendub üç kısma ayrılır:

1 - Tekitle yapılması istenen mendub: Bu, terkedenin cezaya müstahak olmayıp ancak levm ve itaba (gazap ve zemme) müstahak olacağı fiildir. Me­selâ, namazı cemaatle kılma, namazda fatihadan sonra Kur-'an'dan bir şey okuma gibi Rasûlullah (s.a.) in devamlı yapıp nadiren terk et­tiği fiiller bu kabildendir. Bu kısma sünnet-i müekkede veya sünnet-i hüdâ denilir. Hükmü: Yapan sevap kazanır, terkeden ikâba müstehak olmaz ancak levm ve itaba maruz kalır.

2- Yapılması meşru olan mendub: Yapan sevap alır, terkeden itâb ve ikâb görmez. Yatsı namazının ilk dört rekat sünneti gibi Rasûlullah (s.a.) in de­vamlı yapmayıp bir veya bir kaç defa yapıp terkettiği ameller, haftanın pazar­tesi ve perşembe günleri oruç tutması gibi bütün nafile ibadetler bu kabildendir. Bunlar müstehap ibadetler denir. Hükmü: Bu vasıftaki ibadetleri yapan sevaba nail olur, yapmayan levm ve itab edilmez.

3- Zâid mendub: Yani mükellefin (sünnete ittibada) kemâline delâlet eden mendub amellerdir. Yemesinde, içmesinde, yürüşünde, uyumasında, giyimi ve benzeri Rasûlullah'ın âdet gereği yaptığı şeylerde ona tabi olmak bu kabil­dendir. Bunlar zevâid sünnetler, âdâb ve faziletler denir, zira kişi bunlarla mü­kellef değildir.

Hükmü: Bu gibi amelleri terkeden levm ve itaba uğramaz. Kişi bu fiilleri Rasûlullah'ı örnek alma ve ona tabi olma niyetiyle yaparsa sevaba nail olur.

 

HARAM

Tarifi: Şâri'in kat'î şekilde terkini talep ettiği şeydir. Terkin kat'î şe­kilde talep edilmesi ya "Allah alış-verişi helâl faizi haram kıldı." (Bakara: 2/275); "Anneleriniz size haram kılındı" (Nisa: 4/23) gibi "haram kılındı, helal olmaz" gibi haram kılındığına delâlet eden bir fiil sîğasıyle veya "Zinaya yaklaşmayın." (İsra: 17/32); "Çocuklarınızı öldürmeyin" (İsra: 17/31) ayetlerinde olduğu gibi katiyyete delâlet eden nehiy siğasıyle veya "O halde pislikten, putlardan sakının, yalan sözden kaçının." (Hac: 22/30); "Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." (Maide: 5/90) ayetlerinde olduğu gibi yine katiyyete delâlet eden kaçınıp uzak durmayı ifade eden emir siğasıyle; veya "haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkmış olurlar, zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir." (Nisa: 4/10), "Hırsız erkek ve kadının ellerini kesin." (Maide: 5/138) ayet-i kerimelerinde olduğu gibi yapılan fiile ceza terettüp ettirilmesiyle anlaşılır.

Çeşitleri: Haram, lizâtihî ve liğayrihî olmak üzere iki kısma ayrılır.

1- Haram lizâtîhî: Zina, hırsızlık, abdestsiz namaz kılma, mahremi nikahlama, içki içme, hınzır eti yeme, gibi bizzat fiilin kendisinde bir mefsedet bulunması sebebiyle Şâri tarafından doğrudan haramlığına hükmedi­len şeydir.

Hükmü: Bu hiç bir şekilde meşru değildir, mükellef yaparsa bâtıl olarak vâki olur. Buna göre meselâ zina neseb ve mirasın sübûtu için bir sebep olmaz.

2-  Haram liğayrihî: Bu, aslında meşru olup ona arız olan bir vasıftan dolayı haram olan şeydir. Meselâ, gasbedilen evde namaz kılma, hileli satış, cuma için ezan okunduğu sırada yapılan satış, bayram günü oruç tutma, iftar etmeden peşpeşe oruç tutma, hülle nikahı, bîd'î talâk... gibi arızî bir vasıftan dolayı haram kılınan ameller liğayrihî haramdır. Yani fiilin kendisi haram değildir ancak mefsedet veya mazarrat getiren haricî bir sebepten dolayı haram kılınmıştır.

Hükmü: Asıl ve zatı meşru, vasfı gayri meşrudur. Bu Hanefîlere göre şer'î bir sebep olur ve üzerine neticeleri terettüp eder. Meselâ gasbedilen bir elbise ile kılman namaz sahihtir ve bu farz sakıt olmuştur, ancak o kişi günah­kardır. Çünkü gasb fiilini işlemiştir.

Bir hüküm ifade etmesinin sebebi şudur: Burada haramlık arizî bir vasıf­tan dolayıdır, amelin rükünleri var oldukça asıl sebebe bir halel gelmez ancak vaasfına gelir. Lizâtîhî haram da ise rüknünü veya şartlarından birini kaybet­mesinden dolayı sebebin aslına da vasfına da halel gelir, dolayısıyle meşru ol­maktan çıkar. "Asıl": Akdin rüknüne yani sigasına veya üzerine akid yapılana veya akid yapanların ehliyetine taalluk eden şeydir. "Vasıf" ise satılan malın veya semenin belirsiz olması veya bir akdin iki akid ihtiva etmesi veya ribevî mallarda fazlalık bulunması gibi akdi ikmal eden tâli hususlara taalluk eden şeydir.

 

MEKRUH

      Tarifi: Sâri'in, kat'iyyet ifade etmeyen ( subutu kat’i delaleti zanni) bir üslub ile terkini talep ettiği şeydir. Kerahet ya "Allah analara âsi olmayı, kız çocuklarım diri diri toprağa gömmeyi ve vermesi vacib olanı vermemeyi hakkı olmayanı istemeyi haram kıldı. Ve üç şeyi de size mekruh kıldı: Kîl ü kâl, çok suâl sorma ve mal zayi etme.", "Allah (c.c.) in en çok gazabını celbeden helal talaktır" hadisi şe­riflerinde olduğu gibi kerahete delâlet eden bir fiil siğasıyle veya "Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın" (Maide: 5/101) ayet-i kerimesinde ol­duğu gibi kerahete delâlet eden bir karine ile varid olan nehiy siğasıyle anlaşı­lır. Burada nehyi kerahete çeviren karine "Eğer Kur'an indirilirken onu sorarsa­nız size açıklanır. Allah onları affetmiştir. Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir" mealindeki yukarıdaki ayetin devamıdır.

Hükmü: Mekruhu işleyen ikâba müstehak olmaz ancak levm ve itaba maruz kalabilir.

Hanefîlere göre mekruh iki kısımdır:

1 - Tahrimen mekruh: Şâri'in haberi vâhid gibi zannî bir delil ile kat'î şe­kilde terkini talep ettiği şeydir. Meselâ, başkasının pazarlığı üstüne pazarlığa girmek, birisinin dünürü üstüne dünüre gitmek gibi. Bu iki fiil, âhâd tarikiyle haklarında nehiy varid olduğu için her ilcisi de mekruhtur.

Haram ile tahrîmen mekruh farklıdır. Şöyle ki: Haram, Kur'an’dan veya mütevâtir veya meşhur sünnetten kat'î bir delil ile sabit olmuştur, inkar eden küfre girer. Meselâ: Hırsızlık, faiz, zina, içki, erkeklerin ipek giymesi, altın

takması bu cümledendir. Tahrimen mekruhu inkar eden ise küfre girmez. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf un dediği gibi aslında tahrimen mekruh harama daha ya­kındır.

2- Tenzîhen mekruh: Bu şâri'in kat'î olmayan bir ifade ile terkedilmesini talep ettiği şeydir. Savaşlarda kullanıldığı için at eti yemenin mekruh olması, kedinin ve yırtıcı kuşun artığı su ile abdest almanın mekruh olması, sünneti müekkede ve diğer sünnetlerin terki bu cümledendir.

Hükmü: Tenzihen mekruhu işleyen ne ikâba ne de zemme maruz kalmaz. Ancak efdal ve evlâ olanın aksine hareket etmiş olur.

Buna göre Hanefî mezhebinde teklîfî hüküm yedi kısım, cumhura göre beş kısım olmaktadır. Râcih olan cumhurun mezhebidir.

 

 

MUBAH

Tarifi: Mubah, lügatta ilan edilen, müsade edilen manasınadır. Usûlcülere göre ise şâri'in mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı şeydir.

Bu "Bu gün size güzel olan (yiyecek) lar helâl kılındı" (Maide: 5/5) ve "Bunların dışındakiler (in nikahı) size helal kılındı" (Nisa: 4/24) ayetlerinde olduğu gibi ya "helal" ve "ibâha" kelimelerinden anlaşılır veya günahın veya vebalin kaldırılmış olmasıyle bilinir. Meselâ: "Allah'ın sınırlarını (emir ve nehiylerini) yerine getirememelerinden korkarsanız kadının fidye vermesinde her iki tarafa da günah yoktur" (Bakara: 2/229); "Kadınlarla evlenme hususunda ki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda size günah yoktur" (Bakara: 2/235); "Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur" (Fetih: 48/17) gibi ayet-i kerimeler hep ibaha ifade eder.

İbâha bazan da karine ile vücûbdan ibahaya sarfedilmiş emir siğasından anlaşılır. Meselâ: "ihramdan çıktığınız zaman avlanın" (Maide: 5/2); "Cuma namazı eda edildiği zaman yer yüzüne dağılın" (Cuma: 62/103) ve "Sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yinin için" (Bakara: 2/187) ayet-i kelimelerindeki emirler ibaha ifade eder.

Bazan da ibaha aslın istishabı yolu ile de bilinir. Çünkü faydalı şeylerde asıl olan ibahadır. Çünkü Allah (c.c.) " Yerdeki her şeyi sizin için yaratan odur" (Bakara: 2/29) buyurmuştur.

Hükmü: Yapılmasına sevap terkedilmesine itab/kınama yoktur.

 

VAZ'Î HÜKÜM VE KISIMLARI

 

Vaz'î hüküm bir şeyin sebep veya şart veya mâni veya sahih veya fasid veya azimet veya ruhsattan biri olduğunu beyan eden Allah'ın hitabıdır. Tariften de anlaşılacağı gibi yedi kısımdır:

 

1-  Sebep

Usülcülere göre: Naklî delilin, bir şer'î hükme alâmet olduğuna delâlet ettiği zahir ve munzabit bir vasıftır. Kıyas bahsinde de gör­düğümüz gibi "sebep" "illet"ten daha umumidir. Yani her illet bir sebeptir ama her sebep bir illet değildir.

Bazan sebep hükme münasib olur; o takdirde buna "illet" denir. Meselâ "sefer" ramazanda oruç tutmamanın cevazı için bir sebeptir. Bu, ruhsat gerekti­ren meşakkati ihtiva ettiği için münasip ve zahir bir vasıftır. Bazan da münasib olmaz. Meselâ güneşin zeval vaktine gelmesi. "Güneş döndüğü vakit namazı kılın" (İsra: 17/78) ayet-i kerimesinde beyan edildiği gibi güneşin dönmesi öğle namazının farz olması için bir sebeptir. Halbuki bizim aklımız bu hükümle sebep arasında açık bir münasebet bulamamaktadır.

 

2- Şart

      Usûlcülere göre şart: Varlığına tesir etmeksizin hükmün üzerine tavakkuf ettiği şeydir. "Varlığına tesir etmeksizin" kaydı ile "sebeb" i dışarda bırakmıştır. Çünkü yukarıda gördüğümüz gibi sebep müsebbebin varlığında müessirdir, zira sebebin varlığı müsebbebin varlığını, yokluğu da yokluğunu getirir. Meselâ namaz kılmak için taharet, abdest, zekatın farz olması için havli havalan, birer şarttır. Bu şartlar bulunmazsa hüküm bulunmaz, ancak şartın bulunmasından meşrutun = hükmün bulunması lâzım gelmez.

Şart sebebi tamamlar ve üzerine terettüp edecek neticeyi gerçekleştirir. Meselâ satış akdi -şartlan tam bulunursa- mülkiyetin intikali için bir sebepdir. Şartla rükün arasındaki fark: Bir şeyin varlığı hem rüknün hem de şartın varlığına bağlıdır. Ancak Hanefîlere göre rükün "bir şeyin varlığı kendine bağlı olup onun hakikatından bir cüz olan şeydir". Meselâ rükû' namazın bir rüknüdür çünkü onun bir parçasıdır. Şart ise "bir şeyin varlığı kendine bağlı olup onun hakikatından hâriç olan şeydir" Meselâ abdest namazın şartıdır ve namazın hakikatından hâriç bir şeydir.

Rükündeki halel, yapılan akdi iptale götürür. Şarttaki yani akdin hakikatından hariç olan akdin vasfındaki halel ise Hanefîlere göre akdi fesada götürür.

Şart ya şer'î olur veya caiî olur. Şer'î şart, akidlerin ibadetlerin ve hadler ikâme etmenin şartları gibi sâri' tarafından konulan şartlardır.

Ca'lî şart ise mükellefin kendi tasarruf ve iradesiyle konulan şartlardır. Meselâ vakıf yapanın, hibe ve vasiyet edenin koştuğu şartlar ca'lî şartlardır.

 

3- Mani'

Mani', varlığı hükmün olmamasını veya sebebin butlanını gerektiren şeydir. Buna göre mâni, hükme mâni olan, sebebe mâni olan olmak üzere iki çeşittir.

Hükme mâni: Bu, sebep var olduğu halde hükmün bu sebebe terettübüne mâni olan şeydir. Meselâ haddin infazına mâni olan şüphe, mirasa mâni olan din farkı bu kabildir.

Sebebe mâni: Varlığı, sebebin var olmasına mani olan şeydir. Meselâ borç. Şafiîler hariç cumhura göre zekâtın farz olmasına mânidir. Çünkü sebebin tahakkukuna yani nisaba malik olmaya mânidir.

 

4, 5- Sahih ve Bâtıl

Sahih, rükünleri ve şer'î şartları tam olup, üzerine şer'î neticeleri terettüp eden şeydir. Fukahaya göre ibadetlerde sahih, fiilin kazayı düşürecek şekilde yapılmasıdır. Buna göre abdestli olduğunu zannederek namaz kılanın namazı fasiddir, çünkü kaza sakıt olmamıştır.

Bâtıl: Siğa veya akdi yapanlar veya üzerine akid yapılan şey gibi asıl ve esasından halel bulunan ve üzerine şer'î bir netice terettüp etmeyen akiddir. Meselâ mecnunun veya gayri mümeyyiz kişinin yaptığı satış akdi batıldır.

Fâsid: Vasıflarından birinde halel bulunan akiddir. Yani akdin tamamlayıcısı sayılan, mahiyet ve rükünlerinin haricindeki şartlardan birinde bir halel bulunup tasarrufun esas ve rükünleri tamam olduğu için üzerine bazı neticeleri terettüp eden akiddir. Meselâ fiyat tesbit edilmeden yapılan veya fâsid bir şartla yapılan satış, şahitsiz nikah akdi fasiddir.

 

6, 7- Azîmet ve Ruhsat

Usûlcülere göre azimet: Her mükellef için her durumda umumî bir kanun olarak meşru kılınan hükümdür. Namaz, zekat, hac ve diğer şeâiri İslâmın hükümleri böyledir. Azimet ya vacib olur, veya mendub veya haram veya mekruh veya mubah olur. Alış-veriş, kira, mudârebe ve kısas gibi maslahatı âmmenin ibtidaen meşru kılınmasını gerektiren hükümleri de azimet cümlesindendir.

Usûlcülere göre "ruhsat" ciddî bir özre binâen, asıl hükmü icab ettiren sebep mevcud olmakla beraber insanların ihtiyaçlarını gözetmek kastiyle veya öze] hallerde mükellefe kolaylık göstermek için meşru kılınan hükümlerdir. Özür: Izdırar, sefer meşakkati, bir rahatsızlıktan dolayı cemaatle namazı terketmenin caiz olması ve benzeri hallerdir.

 

Hanefîler ruhsatı dört kısma ayırmışlardır

1- Zaruret ve ihtiyaç halinde haram olan bir fiilin mubah olması. Meselâ ölüm veya bir uzvunun kesilmesi gibi bir tehdit altında kalan kişinin kalbinde imanın varlığına mutmain olarak "küfür" kelimesini söylemesi mubahtır.

2- Yapılması halinde mükellef meşakkata düşecekse vacib işlememenin mubah olması. Meselâ "Sizden kim hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutsun" (Bakara: 2/184) ayeti gereğince ramazanda yolcu ve hastanın oruç tutmamasının caiz olması böyle bir ruhsattır.

3- Selem akdi gibi mukarrer kaidelere muhalif olmakla beraber insanların ihtiyacı olan akid ve tasarrufların mubah kılınması. İstisna' akdi de böyledir.

4- Geçmiş şeriatlerde meşru olan ağır hükümlerin kaldırılması ve İslâm ümmeti hakkında bunların hafifletilmesi. Meselâ günahtan tevbe etmiş olma için kişinin kendisini öldürmesinin şart kılınması, necaset bulaşan elbisenin temizlenmesi için o kısmın kesilmesinin vacib olması, ibadete mahsus yerlerin dışında kılınan namazın batıl olması... kaldırılan veya hafifletilen hükümler­dendir.

 

Ayrıca ruhsatı, terfih ruhsatı ve iskât ruhsatı olmak üzere ikiye ayırmışlardır.

Terfih ruhsatı: Birinci kısımda beyan ettiğimiz tehdit altında kelime-i küfrü söyleme, başkasının malını telef etme, ramazanda oruç bozma misalle­rinde olduğu gibi azimetin delili ve hükmü bakî kalmakla beraber mükellefe kolaylık olması için terkedilmesine müsade edilen ruhsatlara denir. İskat ruhsatı ise azîmetin hükmü baki kalmayan ruhsattır. Meselâ şiddetli açlık veya susuzluk halinde meyte yenilmesinin veya şarab içilmesinin mubah kılınması. Zira meyte yemenin veya şarab içmenin haramlığı mecburiyet halinde sakıt olur.

Aslında bu taksim manasızdır, çünkü şer'î naslar ikrah = tehdit hali ile izdırar (mecburiyet) halini ayırmamıştır. Çünkü ikrah bir nevi izdırardır, her iki halde de zarurete binaen haram mubah kılınmaktadır. Bütün ruhsatlar, haram hükmü ve delili baki kalmakla beraber terfih ve tahfîf için meşru kılınmıştır.

Ruhsatın vaz'î hükmün kısımlarından biri olduğu açıktır. Zira zaruret haramın mubah kılınmasında bir sebepdir. Bir özrün ortaya çıkması da vacibin terkedilmesindeki tahfîf = kolaylaştırma konusunda bir sebebdir. Meşakkatin defi bazı akidlerin sahih kabul edilmesine bir sebebdir.

 

HÂKİM

       Hükmü ister vahiy ister ictihadla bilinsin şeriatta hâkim Allah'dır. Bunda âlimlerin ittifakı vardır. Onun için "Hüküm Allah'ın, mükellefin fiillerine taal­luk eden hitabıdır" demişlerdir. Buna delil"Hüküm ancak Allah'ındır. O hakkı anlatır, o sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (En'am: 6/57) ayet-i kerimesidir.

Âlimler arasındaki ihtilaf sadece Allah'ın hükmünün ne ile bilineceği hususundadır: Bunun için mutlaka din lazım mıdır yoksa peygamber gönderme­den de aklın bu hükümleri idrak etmesi mümkün müdür? İşte bu hüsn (doğru, iyi ve güzel) ve kubhün (yanlış, kötü ve çirkin) aklî olup olmadığı meseledir.Bu hususta üç mezheb vardır:

1 - Ebulhasen el-Eş'arî'ye (v.324 H.) tâbi olanların mezhebi olan Eş'arî mezhebi: Buna göre hüsn-kubüh şer'îdir. Kitaplar ve peygamberler ol­madıkça akıl, Allah (c.c.) in mükellefin fiilleri hakkındaki hükmünü idrak edemez. Çünkü bu fiiller hakkında akıllar çok farklı olur. Bazı akılların güzel bulduğu fiilleri diğer bazıları kabih bulur. Onun için iman, namaz, hac gibi di­nin emrettiği her şey hasen, küfür ve diğer haramlar gibi nehyettiği şeyler de kabih olur. "Aklın güzel kabul ettiği Allah nezdinde de hasen = güzeldir, ya­pılması matluptur, yapan sevab alır. Aklın kabih gördüğü şey de Allah nez­dinde kabilidir, terkedilmesi matluptur ve yapan ceza görür" demek caiz değil­dir.

Bundan dolayı kendisine din gelmeyen ve bir peygamberin daveti ulaşmayan insan her hangi bir şeyi yapmakla veya terketmekle mükellef olmaz. Ona ne sevap ne de ceza vardır. İnsanlardan uzak tam bir uzlet içinde yaşayan ve kendisine ne bir din ne de bir peygamber daveti ulaşmayan kişi kurtulmuştur, mükellef değildir. İki peygamberin geliş dönemi arasında yaşayan fetret insanı da kurtulmuştur. Hiç bir şeyle mükellef değildir, ne bir sevap ne bir ceza hak etmezler. Nitekim: "Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz" (İsra: 17/15) ayeti buna delildir.

2 - Vasıl bin Ata (v. 131H.) ve Amr b. Ubeyd'e (v. 144 H.) tâbi olanların mezhebi olan Mutezile mezhebi: Buna göre hüsn ve kubh aklîdir. Hiç bir peygamber veya kitap aracılığı olmadan, fiillerde mevcud olan fayda ve zarar sıfatlarından hareket ederek akıl kendi başına Allah'ın, mükellefin fiilleri hakkındaki hükmünü bilebilir. Aklın güzel gördüğü şey Allah'ın taleb ettiği şeydir ve yapan sevab alır, aklın kabih gördüğü şeyin de terki vacibdir ve yapan ıkâb görür.

Binaenaleyh kendilerine peygamber daveti ve Allah'ın ahkamı ulaşmayan herkes akıllarının irşad ettiği şeylerle mükelleftir. Akıllarının güzel gördüğünü yapar, kabih gördüğünü terkederler. Çünkü her akıllı insan meselâ doğrulu­ğun, vefanın, emanete riayet etmenin, nimete şükretmenin, güzel olduğunu, ya­lanın zulmün, hıyanetin ve nimete nankörlük etmenin kabih olduğunu idrak eder.

3 - Ebû Mansûr Matürîdî'ye (v. 333 H.) tâbi olanların mezhebi olan Matürîdî mezhebi ki Hanefî âlimleri de bu mezheptendir. Buna göre hüsn-kubh aklîdir, şer'î değildir. Fiillerden çıkan neticelere bakarak akıl hüsn ve kubhu idrak eder. Aklı selîmin güzel gördüğü güzeldir, yanlış gördüğü yanlıştır. Ancak Allah'ın mükellefin fiilleri hakkındaki hükümleri bizim akıllarımızın idrak ettiği hüsn ve kubha muvafık olması lazım gelmez. Çünkü akıl yanılabilir.

Mezhebler arasındaki bu ihtilafın neticesi sadece kendilerine peygamber daveti ve din ulaşmayan kişiler hakkında görülür. Kendilerine din gelenlerde ise fiillerdeki hüsn ve kubhun ölçüsü şeriatta bulunan şeydir, alimlerin ittifakıyla onların akıllarının idrak ettiği şey değildir. Dinin emrettiği şey hasen nehyettiği şey kabihtir.

 

El-MAHKÛMÜ FÎH

        el-Mahkûmü fih veya el-mahkûmü bih adı da verilir. Gerek iktiza, gerek tahyir gerekse vaz' yoluyle Şâri'in hitabı taalluk eden mükellefin fiilidir.

 

Teklîfî hükümde mahkûmu fih ancak mükellefin kudreti dahilindeki fiil­lerde olur ve onu vacib veya mendub veya haram veya mekruh veya mubah kı­lar. İşte bu sebepten "Teklif ancak fiile olur"demişlerdir. Yani dinin teklîfî hükmü ancak mükellefin fiiline taalluk eder demektir. Haram ve kerahetle mü­kellef olunan şey haram veya mekruh olan fiili işlememektir.

Vaz'î hükümde mahkûmu fîh ise mükellefe ait bir fiil olabileceği gibi mü­kellefe ait olmayıp ona götüren bir sebep de olabilir. Meselâ zeval vaktinde gü­neşin dönmesi mükellefin üzerine namazın farz olması için bir sebebdir. Zira vaz'î hükmün mükellefin fiiline taalluku, onun bir sebep veya şart veya mâni olarak teklîfî hükme taalluku vasıtası ile olur.

 

Bir fiil ile teklif = mükellef tutmanın sahih olması için şu üç husus şart kılınmıştır:

1 - Bu fiil, mükellef nezdinde malum olmalı, Taki onu bilerek yapması ve taleb edildiği gibi yerine getirebilmesi düşünülebilsin. Mesela rükünleri şartlan ve na­sıl eda edilleceği bilinmedikçe insan namazla mükellef olmaz.

2- Mükellef Allah (c.c.) m bu fiili taleb ettiğini bilmelidir ki, mükellefin ameli itaat ve Allah'ın emirlerine imtisal sayılsın. Burada mak­sad Allah'ın taleb ettiğini bilme imkânıdır, bilfiil bilmesi değildir.

 

3- Taleb edilen fiil yapılması mümkün olan bir şey olmalıdır ki mükellef onu  dilediğinde yapabilsin  ve terkedebilsin.  Bu şart şu  üç  neticeyi doğurmaktadır:

 

a) îster lizâtihî ister ligarihî olsun müstehilî teklif sahih olmaz. Lizâtîhî müstehil zıtları birleştirmek, aynı anda iki ayrı yerde bulunmak gibi varlığı aklen tasavvur edilemeyen şeylerdir. Meselâ bir şeyi aynı anda bîr şahsa hem vacib hem haram kılmak gibi.

Ligayrihî müstehil, aklen varlığı tasavvur edilebilen ancak âdeten vaki olmayan şeylerdir. Meselâ insanın aletsiz uçması, dağı taşıması gibi.

 

b) Şer'an insanın, başkasının bir fiili yapması veya yapmaması ile mü­kellef tutulması sahih olmaz, çünkü bu onun imkânı dahilinde değildir. Zira bu kişinin = gücü yetmeyeceği şeyle mükellef tutulması demektir. Meselâ bir insan kardeşinin namaz kılması, babasının zekat vermesi, komşusunun hırsızlık yapmaması ile mükellef tutulmaz. Sadece ona nasihat etme ve emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkerle mükellef olur.

 

c) İnsanın kendisinin iradesiyle olmayan ve onda bir rolü de bulunmayan fıtrî şeylerle onu mükellef tutmak şer'an sahih olmaz. Meselâ utanınca yüzünün kızarması, korkması, sevinmesi, kin tutması, sevmesi, yeme-içme iştihası gibi insanın yaratılışından gelen hususlar bu kabildendir. Çünkü bunlar insanın irade ve ihtiyarına boyun eğmez, onun kudreti haricindedir.

Zahiri bu gibi şeylerle mükellef kıldığını gösteren bir nas vârid olursa o hükmün zahirî manası alınmaz. Meselâ "ve ancak müslüman olarak ölün." (Âli imran: 3/102) ayetiyle İslâmı teşvik kastedilmektedir.

 

el-Mahkûmü fîh'in Kısımları:

       Hanefîler Allah'ın hükmü taalluk eden mükellefin fiilini dört kısma ayır­mışlardır. Bunlar halis Allah hakkı olanlar, halis kul hakkı olanlar, Allah ile kulları arasında müşterek olduğu halde Allah hakkı galib olanlar, Allah ile kul­ları arasında müşterek olduğu halde kul hakkı galip olanlar1.

Allah hakkı: Faydası herhangi bir ferde ait olmasızın umuma taalluk edip menfaatinin şümulünden ve mevkiinin azametinden dolayı Allah'a nisbet edilen haktır. Yani bu topluma ait bir haktır ve hükmü muayyen bir ferdin maslahatı için değil umumun maslahatı için meşru kılınmıştır.

Kul hakkı: Başkasının malının haram olması gibi kendisine hususî bir maslahatın taalluk ettiği haktır.

A- Sadece Allah'a ait olan haklar.

Bunun hükmü: İnsanın vazgeçmesi veya yerine getirmekte ihmal göster­mesi mümkün olmayan haklardır. Meselâ hadler böyledir. Bunlar de sekiz çe­şittir:

1 - Mahza ibadet olanlar: İman ve İslâmın beş rüknü gibi. Bunların meşru kılınmasının hikmeti sırf mükellefin maslahatı değil umumun maslahatını gözetmektir.

2- İçinde meûnet manası olan ibadet. Meûnet: Mal veya can için verilip bunları muhafazasına sebep olan bir çeşit vergidir.

Meselâ sadaka-i fıtır. Bu bir ibadettir. Çünkü muhtaç olanlara tasadduk edilerek Allah'a yakın olunur bu sebeple onda niyet şarttır. Sadaka-i fıtır, kö­lesi ve küçük oğlu gibi başkaları sebebiyle mükellefin üzerine vacib olduğu için bir meûnettir. Nitekim bunların nafakaları da ona vacibdir. Bu sebeple sadaka-i fıtırda mahza ibadetlerde olduğu gibi kâmil ehliyet aranmaz, dolayısıyle sahi­binin ve mecnunun malından da verilmesi vacibdir.

3-  İçinde ibadet manası olan meûnet: Meselâ ziraî arazînin mahsul ve meyvasından alınan öşürler. Bu, arazinin sahibinin elinde kalması ve her hangi bir tecavüze karşı onu muhafaza etmenin karşılığında alınan bir meûnettir.

4- İçinde ukubet = ceza manası olan meûnet: Meselâ haraç. Haraç, arazi­nin sahibi elinde kalması ve onun muhafaza edilmesi karşılığında alınan bir meûnet = vergidir. Ukubet olması ise sahibinin İslâmı kabul etmeyip araziyi işlemeye razı olması karşılığında konulmasından dolayıdır.

5- Ukûbet-i kâmile: Meselâ zina, hırsızlık, içki içme cezaları, tazir ceza­ları. Bunlar sırf Allah hakkı için tatbik edilen cezalardır. Çünkü bunlar umu­mun maslahatı için meşru kılınmıştır birisinin vazgeçmesiyle sakıt olmaz.

6- Ukûbet-i kâsıra: Meselâ katilin, maktulün mirasından mahrum kılın­ması. Bu, eksik bir ukubettir. Çünkü istihkak sebebi olan akrabalık mevcut ol­duğu halde miras alamamakta ve katilin bedenine bir elem, malına bir noksanlık getirmeden sadece mirastan mahrumiyetine sebep olmakta, işte bu sebeple ukû­bet-i kâsıra sayılmaktadır.

7- İçinde ibadet manası olan ukubet: Bu haklar, yemin keffareti, zıhar keffareti, hata ile öldürme keffareti gibi ibadetle ukubet arasında haklardır. İba­det manası da vardır çünkü oruç keffareti köle azadı, fakir doyurma gibi ibadet olan şeylerle eda edilir. Aynca diğer ibadetler gibi kişi bizzat kendisi edâ eder.

8- Kimsenin zimmetine taalluk etmeyip kendiliğinden var olan haklar. Bunlar madenlerden, definelerden, ganimetlerden beşte bir olarak alınan haktır.

 

B- Kul hakları.

Bunlar, asıl maksad ferdin maslahatını korumak olan haklardır. Meselâ telef edilen eşyanın bedeli, satılan malın ve bedelinin mülkiyeti, rehini hap­setme hakkı, şüf'a hakkı gibi haklardır. Hükmüne gelince: Sahibi bunlardan vazgeçebilir. Çünkü her mükellef kendisi hakkında tasarrufta bulunabilir. Ay­rıca bu haklar âmme maslahatına ait haklar değildir.

 

C- Kul hakkı da bulunmakla birlikte Allah hakkı galip olanlar.

Hanefîlere göre bu haddi kaziftir. İnsanların ırzının korunmasına sebep olması onu Allah haklarından kılmaktadır. İftiraya uğrayan kişiden yüz kızartıcı durumu defetmesi ve onun şeref ve namusunu koruması sebebiyle de ferdin veya kulun haklarından sayılmaktadır. Ancak Allah hakkı gâlibdir, bu sebeple iftiraya uğrayanın affetmesiyle ceza sakıt olmaz.

 

D- Allah hakkı da bulunmakla birlikte kul hakkı galip olanlar.

Meselâ kasten adam öldürene kısas tatbiki: Bu, kanın ve emniyetin muha­fazasını sağladığı için Allah hakkıdır. Aynı zamanda kul hakkıdır da. Çünkü maktulün velilerinin maslahatını sağlayıp onların içindeki kin ve gayzı sön­dürmektedir. Dolayısıyle kul hakkı ağır basmaktadır. Bu cinayet toplumdan çok maktul tarafına dokunmaktadır. Bu yüzdendir ki kısas tatbik edilmesi için mutlaka maktulün velisinin talep etmesi lazımdır. Kısastan vazgeçme veya onun yerine mâlî bir bedel isteme hakkı da ona aittir. Hâkim de kısası infaz eder. Hâkimin gözetiminde velînin de infaz etmesi mümkündür.

 

MÜKELLEF (el-MAHKÛMÜ ALEYH)

 

el-Mahkûmü aleyh, fiiline Şâri'in hitabı veya hükmü taalluk eden insandır ki buna "mükellef" denir.

Mükellefte iki şart aranır:

1 - Mükellef, teklifin delilini anlama kudretine sahip olmalı. Çünkü teklif bir hitabdır. Aklı ve idraki olmayana hitap etmek muhaldir. Anlama kudreti akıl ile olur. Çünkü akıl anlama ve idrak vasıtasıdır. Bulûğ aklın mazinnesidir. Yani hayrı-şerri, faydalıyı-zararlıyı, kâmil ve açık şekilde anlamasıdır. Bu sebeple, teklif delilini anlamak için aranan akla tam sahip olmadıkları için ne mecnun ne de sabi mükellef tutulmaz. Uykudaki kişi de mükellef olmaz. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, bulûğa erinceye kadar sabîden, ayihncaya kadar mecnundan."

Sabi ve mecnuna zekatın, hanımının ve yakınlarının nafakasının, telef et­tiği malların tazminin vacib olması ise onlara bir teklif değildir, bu onların ma­lından, malın hakkını eda etmek üzere veliye bir tekliftir.

 

2- Kişi teklîfe ehil olmalıdır. Ehil olma lügatta layık ve uygun olma de­rnektir. Ayet-i kerimede: "Zaten onlar buna pek layık ve ehil kimselerdi." (Fetih: 48/26) buyrulmuştur. Bu da akıl ve idrak ile mümkün olur.

Usûlcülere göre ehliyet insanın hakları elde etmek ve tasarrufları eda et­meye uygun halde olmasıdır. Vücub ehliyeti ve eda ehliyeti olmak üzere iki çeşittir:

Vücub ehliyeti, insanın kendi lehine ve aleyhine olan hakların vacib ol­masına ehil olmasıdır. Bunun esası hayatın varlığıdır.

Vücub ehliyeti, her insanın cenin olarak tekevvün etmesinden itibaren sabit olup ölümüne kadar hayatın bütün merhalelerinde devam eden ehliyettir. Çünkü bunun esası insandaki fıtrî özelliktir.

Eda ehliyeti ise insanın, fiil ve sözlerin kendisinden şer'an muteber ola­cak şekilde sadır olması için uygun olmasıdır. Bu ehliyetin esası akıl ve tem­yizdir, "mesuliyet" ile aynı manadadır. Meselâ bu insan namaz kılsa, oruç tutsa, hac etse bu ibadetleri sahih olur, ondan bir akid veya tasarruf sadır olsa şer'an sahih olur ve hükümleri üzerine terettüp eder. Bir başkasının malı, canı veya ırzına karşı bir cinayet işlese cezalandırılır.

 

Ehliyetin Safhaları

 

İnsan, ana karnında cenin olarak tekevvününden itibaren bulûğ çağına kadar dört merhaleden geçer. Ehliyeti bu safhalarda ya kâmil olur veya nakıs olur. Bu merhaleler:

 

Ceninlik devresi, sabîlik veya çocukluk devresi, temyiz devresi ve bulûğ devresidir. Ehliyet çeşitlerinin her biri bu devrelerde ya kâmil olur veya nakıs olur.

1 - Nakıs vücut ehliyeti: Bu, cenin ana karnında iken sabit olur. Canlı doğması şartıyle miras, vasiyet, vakıftaki istihkakı ve nesep gibi lehindeki haklar sabit olur. Velisi tarafından bile olsa onun hibesi, sadakası ve onun lehine bir şey satın alınması sahih olmaz. Malından akrabalarına nafaka veril­mesi vacib olmaz. Satın alınan şeylerin bedelini ödemesi lazım gelmez. Ehli­yetinin noksan olması şu iki sebeptendir: Annesinin bir parçası olması ve müstakil bir can taşıması. Lehindeki hakların subûtu için canlı olarak dünyaya gelmesi şarttır, ölü doğarsa, miras veya vasiyet veya vakıftan her hangi bir hak sabit olmaz.

2- Kâmil vücub ehliyeti: Bu ehliyet insan için doğduğu andan itibaren sabit olur ve ömür boyu devam eder, lehinde ve aleyhinde hak ve vecibeleri kabul ve üstlenmeye yetkili olur. Bu ehliyeti olmayan hiç bir insan yoktur. Ancak yedi yaşından önce sabî sadece kâmil vücub ehliyetine sahiptir, bir takım haklar kazanır, onun adına velisinin eda etmesi caiz olan nafaka, zekât ve sadaka-i fıtır gibi vecibeler üzerine vacib olur. Bedenen zayıf ve aklının olgunlaşmamış olması sebebiyle mutlak eda ehliyetine sahip değildir. Dolayısıyle bunun ve mecnunun yaptığı akidler batıldır, üzerine her hangi bir şerî' netice terettüp etmez. Başkasının malına ve canına karşı bir cinayet işlemeleri halinde sadece mâlî olarak cezalandırılır, bedenî olarak cezalandırılmazlar. Velîleri bulunan baba veya dede veya vasileri, muhtaç oldukları tasarruf ve akidleri onlar adına yaparlar.

3- Nakıs eda ehliyeti: Bu, kişinin temyiz çağından buluğa kadar geçen devrede sahip olduğu ehliyettir. Temyiz çağındaki sabinin bu ehliyete sahip olacağı açıktır. Bu konuda, temyiz ve idraki zayıf olan ancak bunaklığı aklını kaybettirecek dereye ulaşmayan matuh da sabi mümeyyiz gibidir.

Mümeyyizin iman, namaz, oruç ve hac gibi ibadetleri sahihtir, lakin mü­kellef değildir. İnkârı da sahihtir ancak ukubeti yoktur.

Sabi mümeyyizin tasarrufları üç kısımdır:

a) Mahza faydalı ve lehine olan tasarrufları: Bunlar, velisinin izni olma­dan hibe ve sadaka kabul etmesi gibi karşılıksız olarak mülküne bir şey girme­sine sebep olan tasarrufları, çalışarak ücreti hak etmesi, vekâlet almasının sahih olması... Bütün bunlar geçerlidir. Çünkü bunlar "Yetimleri sınayın." (Nisa: 4/63) ayeti gereğince onu tasarrufa alıştırmaktır.

b)  Bütünüyle zararlı ve aleyhine olan tasarrufları: Bunlar talak, köle azadı, hibe etme, sadaka verme, vakıf yapma, kefil olma gibi karşılıksız olarak mülkünden bir şey çıkmasına sebep olan tasarruflarıdır. Onun bu tasarrufları sahih olmaz. İsterse velinin izniyle olsun, çünkü veli bu tasarrufları yapmaya malik değildir.

c) Hem lehine hem aleyhine neticelenebilecek tasarrufları: Bunlar, alış­veriş, kira ve evlenme gibi hem kâra hem de zarara ihtimali olan tasarruflardır. Mümeyyizden sadır olacak bu tasarruflar velinin izniyle sahih olarak münakid olur. Hanefî ve Malikîlere göre mümeyyizin ehliyeti noksan olduğu için velinin icazetine bağlı kalır, izin verirse geçerli olur vermezse batıl olur.

4- Kâmil eda ehliyeti: Bu, aklı yerinde olarak buluğa eren kişinin sahip olduğu ehliyettir. Bulûğ ya ihtilam olma, hayız görme gibi tabiî emarelerle veya fukahanın cumhuruna göre onbeş yaşını tamamlamakla olur. Bu sıfat ile insan bütün şer'î hükümlerle mükellef olmaya ehil hale gelir ve bunları eda etmesi vacib olur, ibadeti terkettiği taktirde günahkar olur. Bütün akid ve tasarrufları sahih olur, neticeleri terettüp eder, ister cinayet ister başka tasarruflar olsun kendisinden sadır olan bütün amellerden sorumlu olur.

 

     Ehliyet ve devreler

            Vücub ehliyeti

             Eda ehliyeti

 

 

     NAKIS

        TAM

    NAKIS

     TAM

CENİN                             0 YAŞ

          X

           -

          -

          -

GAYR-İ MÜM. ÇOCUK   0-7

           -

          X

          -

          -

MÜMEYYİZ VE ME’ZUN                 ÇOCUK                                  7-15

           -

          X

          X

          -

BULUĞ                                  15

           -

          X

          -

          X

 

 

Ehliyete Arız Olan Haller (Avârız-ı Ehliyye)

Eda ehliyetine bazı mânialar arız olup ehliyeti ya tamamen yok ederek ve noksanlaştırarak veya bazı hükümlerini değiştirmek suretiyle ona tesir edebilir. Avârız iki çeşittir:

Semavî arızalar: Bunlar kişinin kesb ve ihtiyarı olmadan meydana gelen mânialardır. Avârız-ı semaviyye onbir tanedir. Bunlar: Cinnet, küçük olma, ateh = bunaklık, unutma, uyku, bayılma, kölelik, hastalık, hayız, nifas ve ölüm.

 

Semavî olmayan arızalar (avarız-ı müktesebe): Bunlar, ya kişinin kendi eseri veya engellemesi mümkün iken engellemediği mânialardır.

Avarız-ı müktesebe yedi tanedir. Bunlar: Cehalet, sarhoşluk, hezl=ciddi-yetsizlik, sefeh (sefihlik), hata, ikrah (zorlama). Borçluluk da sefehden sayılır.

Arızalar, muayyen maslahatlar için sadece bazı hükümlerin değişmesine sebep olabilir. Meselâ sefîh ve gafilin muâvaza ve teberru cinsinden olan mâlî tasarruflarına hacr (tasavvuflarına kısıtlama) konulur, bu tasarrufları sahih olmaz. Maksad onların malını korumaktır.

İmam Ebu Hanifeye göre insanlık haysiyetlerini korumak için sefahet, gaflet ve borçluluk sebebiyle bu kişilere hacr konulmaz. Çünkü bu avarız insan ehliyetine tesir etmez. Hacrin insana vereceği zarar getireceği maslahattan daha büyüktür.

İster mülci' ister gayri mülci' olsun ikrah da böyledir. Mülci ikrah, ölüm veya bir uzvunu kesmekle tehdit etmedir. Bunun hükmü "ihtiyarı" ifsad etmesi, "rıza" yı yok etmesidir. Mülci olmayan ikrah ise kısa bir müddet hapsetme veya telefe götürmeyecek şekilde vurmakla tehdittir. Bunun hükmü de: "Rıza" yı yok eder, "ihtiyar" ı ifsad etmez.

Tehditle yaptırılmak istenen şey adam öldürme, içki içme ve telef etme gibi bir fiil ise bakılır: ikrah gayri mülci yani nakıs ise asıl mesul tehdit edilen­dir. İkrah mülci olursa bu fiiller üç kısma ayrılır:

a) Bir kısmı tehdit edilen kişinin yapması vacib olup yapmazsa günahkâr olacağı fiillerdir. Bunlar içki içme veya ölmüş hayvan veya domuz eti yemedir. Çünkü burada tehdit altındaki kişinin hali zaruret halidir, "zaruretler haramları mubah kılar".

b) Bir kısmı da yapılmasına ruhsat verilen ancak sabredilmesi efdal olan fiillerdir. Meselâ Allah'ı inkâr etme tehdidi. Eğer kişi sabrederse dinini aziz etmiş olur. Ramazanda orucu bozma, farz namazı terketme, başkasının malını itlaf etme tehdidi de bu cümledendir.

c) Diğer bir kısmı ise yapılması asla helâl olmayan fiillerdir. Bunlar adam öldürme, organ kesme, helake götürecek şekilde vurma fiilleridir. Tehdit edilen kişi bunları yaparsa günahkâr olur, çünkü kendisini başkasına tercih etmiştir. Kısasın hangisine yapılacağına gelince: cumhura göre kısas bizzat fiili işleyene yani katiledir, çünkü zulmen ve haksız yere öldürme fiilini yapan odur. İmam Ebu Hanife ve Mııhammed'e göre kısas tehdid eden üzerinedir. Ancak fail de bu fiiline mâni olunmak için hâkimin uygun gördüğü bir ceza ile tazir edilir. Zina da bu kısma dâhil olabilir. Çünkü hiç bir halde ona ruhsat, verilmez. Ancak hiç birine had tatbik edilmez. Zira ikrah haddin düşmesine sebep olacak bir şüp­hedir.

 

DELALETLER YAHUT DİLE AİT TEMEL KURALLAR

      Bu bölümde, Kur'an-ı Kerim ve hadisi şeriflerdeki şer'î naslardan hükümlerin nasıl istinbât edildiğinden bahsedilecektir. Âlimler, Arapçanın ifade tarzlarından veya şer'î hükümler ve onların illetlerinden, şeriatın esaslarından ve naslardan anlaşılan küllî esaslardan istifade ederek bir takım istinbât kaideleri koymuşlardır.

Bu bölümün konusu, naslardan hükümleri sahih bir şekilde anlamakta yol gösterecek olan "dil kaideleri" dir. Bunlar, Arapça ifade tarzları ve bu dilin müfred ve mürekkeb bütün lafızlarıyla manaya delâlet yolları gözden geçirilerek ibareleri anlamak için konulmuş kaidelerdir. Bunlar şer'î veya sadece dinî kaideler değildir.

Âlimler bu kaideleri Arapça metinlerin dikkatle taranması neticesinde Arapçanın yapısından ve kullanılışından istifade ederek ortaya koymuşlardır.

Bunlar şer'î naslann anlaşılmasında riayet edilen kaideler halindedir. Çünkü lafızlar kapalılık ve açıklıkta aynı derecede değildir. Onun için lafızların manaya delâlet yolları, âm, has, ve müşterekin medlûlü, tevil keyfi­yeti; atfın mugâyaratı gerektirmesi; emrin vücub ifade etmesi, nehyin haram ve yasağa delâlet etmesi gibi hususlarda bu dil kaidelerine müracaat edilir.

 

BİRİNCİ KAİDE:  NASSIN ŞER'Î HÜKME DELÂLET YOLLARI

      Hanefîler lafzın manaya delalet yollarını dört kısma ayırmışlardır. Bun­lar: Nassın ibaresi, nassın işareti, nassm delaleti ve nassın iktizasıdır. "Nass" dan maksad, manası anlaşılan lafızdır.

 

1- Nassın İbaresi

      "Nassın ibaresi" demek, sözün kendisinden kastedilen manaya delalet etmesi demektir. Yani ister asıl ister ikinci derecede kastedilmiş olsun kelime­den hemen anlaşılıveren manadır. Şer'î naslardan her birinin ibaresinin delalet ettiği bir mana vardır. Bu ya kelimeden bizzat kastedilen manadır -ki asıl kas­tedilen budur- veya asıl olmayıp tâbi (ikinci derecede) olarak kastedilen bir mana olur. İşte buna "tebeî mana denir. Bu ikisi arasındaki fark şu misallerle ortaya çıkacaktır:

"Allah alış-verişi helal faizi haram kıldı." (Bakara: 2/275) ayet-i kerimesi­nin bir asıl kastedilen manası vardır ki bu alış verişle faizi ayırmaktır. Çünkü ayet-i kerime "alış-veriş de faiz gibidir" diyen cahiliye insanı ve Yahudilere cevap vermek için nazil olmuştur. Bu ayetin teb'an kastedilen başka bir manası daha vardır ki bununla asıl kastedilen mana anlatılmak istenmektedir. İşte o "alış-verişin helal faizin haram olduğunu" ifade etmektedir. Her iki manâ da murad edilmiştir. Ancak birinci mana aslî ikinci mana tebe'îdir.

 

2- Nassın İşareti

      Bu sözün ne asaleten ne teb'an maksud olmayan lakin sözün bizzat ifade etmek için söylendiği mananın yani lafızdan ilk anlaşılan mananın lâzımı olan bir manaya delâlet etmesidir. Ve nassın, sözün siyakından maksud olmayan, doğrudan kastedilmeyen bir manaya delâleti, ibare ile değil işaretle olur. İşte bu mana iltizamî yani nassdan ilk bakışta anlaşılan aslî hüküm için lâzım olan bir manadır.

Meselâ "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı." (Bakara: 2/187) ayeti ibaresiyle ramazanda fecre kadar gecenin her cüzünde münasebette bulunmanın mubah olduğuna, işaretiyle de oruç halinde cünüp olarak sabahlamanın caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü fecre kadar münasebe­tin mubah olması kişi cünüp iken fecrin üzerine doğması demektir. İşte bu mana ayetin siyakında maksud değildir, ancak bu, maksud olan mana için ay­rılmaz bir manadır. İşaretin delâleti de ibarenin delâleti gibi kat'î hüküm ifade eder.

 

3- Nassın Delâleti

      Bu, lafzın ibare veya işaret yolu ile değil de hükmün menâtı veya illeti yolu ile delâlet etmesidir. Meselâ, iki hâdisenin hükmün illetinde ortak olması veya meskûtün anhın mantûktan evlâ olması (yani nassın sükût ettiği meselenin hükmü, söylediğinden daha açık olması) ve bunun kıyasa veya içtihada ihtiyaç duymaksızın lafızdan anlaşılması gibi. Buna hitabın fahvası yani gaye ve maksadı denir. İmam Şafiî bunu celî kıyasdan sayar ve Şafiîlerce buna "mefhûmu'l-muvafaka" denir. Bu delâlete "nassın delâleti" denir. Çünkü bununla sabit olan hüküm nassın ibaresi ve işaretinde olduğu gibi sadece lafızdan anlaşılmaz bilakis bu delâlet ancak hükmün menâtı ve illeti vasıtasıyla anlaşılır.

Misal: "Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir." (Nisa: 4/10) ayet-i kelimesidir. Bu nass, ibaresiyle "haksız yere yetimlerin mallarını yemenin haram olduğuna delâlet ederken delâlet yoluyla da yakmak veya dağıtmak gibi başka şekillerde itlaf etmenin de mutlak haram ol­duğuna delâlet eder. Çünkü dili bilen herkes bu ifadeden maksadın yetimin malını zayi etmekten nehiy olduğunu anlar. Dolayısıyla itlaf etmek de hükmün illetinde yemeye müsavî olduğu için o da haram olur.

 

4- Nassın İktizası

      Sözün şer'an muteber olabilmesi için takdir edilmesine ihtiyaç duyulan la­fızdır. Bu delâlete iktiza denilmiştir, çünkü iktiza, talep etmek ve istemek ma­nasınadır, söz şer'an doğru ve sahih olması için o mukadder manayı talep eder.

Bunun misali "Ümmetimden hata, nisyan, unutma ve ikrah kaldırılmış­tır" hadisi şerifidir. Bu nass lafzı ve ibaresiyle hata, unutma ve ikrahın bu üm­metten kaldırıldığına delâlet eder ki bu selim bir mana değildir, çünkü fiil ol­duktan sonra kalkmaz. O halde ibareyi düzeltmek için mutlaka bir şey takdir etmek lazımdır ki işte bu "günahın veya hükmün kalkması"dır. Yani hatanın, unutmanın ve ikrahın vebali kaldırılmıştır demektir. "Günahın kalkması" ik­tiza ile anlaşılmaktadır.

 

Bu dört delâletle hüküm kat'î ve yakîn şekilde sabit olur. Ancak tahsis veya tevil gibi bu delâleti zanna çevirecek bir şey bulunursa zannî olarak sabit olur.

Delâlet kuvvetine göre bu delâletlerin mertebeleri şöyledir: İbare işaretten, işaret delâletten, delâlet iktizadan daha kuvvetlidir. Teârüz ettikleri zaman kuv­vetli takdim olunur.

 

İKİNCİ KAİDE: MEFHÛMU'L-MUHÂLEFET

Nassın mefhumu iki çeşittir: Mefhûmu'l-muvâfakat, mefhumu'l-muhalefet.

Mefhûmu'l-muvâfakat: Mezkûr olan şeyin hükmüne delalet eden lafzın, illetle müşterek oldukları için, meskûtün anh olanın hükmüne de delâlet etmesidir. Meselâ, "onlara öf bile deme" ayet-i kerimesinin onlara vurmanın da öncelikle haram olmasına delâlet etmesi gibi. Bunun hükmü, bu mefhum ile amel etmenin vacip olmasıdır. Çünkü o, hükme mantuktan daha münasiptir. Meskûtün anh mantuka müsavi olduğu zaman da hüküm aynıdır. Yetimin ma­lını haksız yere yemenin haram olmasına müsâvî olan onun malını telef etme­nin de haram olması gibi.

Mefhumu'l-muhalefet: Mantûkun şartlarından biri bulunmadığı için kelamın mezkûr için sabit olan hükmünün, meskûtün anh olandan nefyedildiğine delâlet etmesidir. Hanefîlerce kabul edillen esasa göre "mefhumu'l-muhalefetden çıkan hü­küm alınmaz"

 

Mehfumu'I-Muhalefetin Çeşitleri:

"Mehfumu'l-Muhalefet" kaidesinin açıklanabilmesi için onun çeşitlerini açıklamak lazımdır. En mühimleri beş tanedir:

1-Mehfumu's-sıfat Bu, bir sıfatla muttasıf olan lafzın o sı­fatın bulunmadığı yerde hükmün de bulunmadığına delâlet etmesidir. Meselâ "İçinizde, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın" (Nisa: 4/25) ayet-i kerimesi Şafiî, Hanbelî ve Malîkîlere göre imanlı olmadıkları takdirde cariyelerle evlenmenin haram olduğuna delâlet etmektedir. Hanefîlere göre ise onu bu sıfatla takyid etmek o sıfatın bulunmadığı yerde hüküm de bulunmayacağını göstermez, dolayısıyle bu ayet-i kerimede mümin olmayan cariye­lerle evlenmenin hükmüne dair bir delâlet yoktur.

2- Mehfumu'ş-şart Bu, hükmün varlığını bir şarta bağlayan lafzın, şart olmadığı yerde hükmün de olmadığına delâlet etmesidir. Meselâ "(Boşanan kadınlar) eğer hamile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin" (Talak: 65/6) ayet-i kerimesi Şafiî, Malikî ve Hanebelîlere göre mehfum-ı muhalifi ile hamile olmayan kadın için iddeti boyunca kocasına nafaka vacib olmadığına delâlet ettiği halde Hanefîlere göre etmez.

3- Mehfumu'l-gaye: Bu, bir hükmü bir sınırla tahdid eden lafzın, o sınırdan sonra o hükmün zıddının sabit olduğuna delâlet etmesidir. "Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden ayırt edinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın." (Bakara: 2/187) ayet-i kerimesi mehfum-ı muhalifi ile gayeden yani fecrin doğmasından sonra yiyip içmenin haram olduğuna, gurub vaktinde gecenin girmesiyle de iftar etmenin cevazına delâlet etmektedir. Bu cumhura göredir. Hanefîlere göre ise bu mefhum, gayeden sonra hükmün (yani ilk kocasına haramlığın) kalktığına delâlet etmez.

4- Mehfumu'l-aded Bu, hükmü bir adede bağlı ifade eden lafzın, bu adedin olmadığı yerde hükmün olmadığına delâlet etmesidir. Meselâ: "Zina eden kadın ve zina eden erkek, her birine yüzer sopa vurun" (Nur: 24/2) ayet-i kerimesi mehfumu'l-muhalefet'i ile bu sayının yüzden ne fazla ne eksik olmasının caiz olmadığına delâlet eder. Cumhura göre bu mefhum alınır amel edilir Hanefi'lere göre alınmaz.

5-   Mehfumu'l-lakab veya Mehfumu'l-isim Bundan maksad kendisiyle zât anlatılan ismin mefhumudur.  Meselâ: "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür" ün mehfumu'l-muhalefet'i Muhammed'in gayrisi değildir demektir. "Anneleriniz size haram kılındı" ayet-i kerimesinin mehfumu'l-muhalefet'i "annelerden gayrisi haram değildir şeklindedir." "Buğdayda sadaka vardır" hadisi şerifinin mefhumu "buğdaydan gayrisinde yoktur" şeklindedir.

Usûlcülerin ittifakla vardıkları hüküm şudur: Mefhumu'l-lakab hüccet de­ğildir, dolayısıyle lakabın mehfumu'l-muhalefet'i hüccet sayılmaz. Çünkü lakabın zikredilmesi ne takyid ne de tahsis ifade eder ve ne de onun dışındakilerden ihtirazı.

Usûlcüler şer'î nasslarda sıfatta, şartta, gayede ve adette mehfumu'l-muhalefet'i ile istidlal etme hususunda ihtilaf ettiler. Cumhur, örfü ve halkın kullanımını esas alarak mehfumu'l-muhalefet'in şer'î nasslarda mantûkun hükmünün zıddını isbat etmekte bir hüccet olacağı görüşündedir. Hanefîlere göre ise mehfumu'l-muhalefet bu hallerde hüccet değildir. Çünkü Arap dili üslupları ve şer'î nasslann pek çoğunda zikredilenin dışında kalan hükmü nefyetme kastedilmez.

 

ÜÇÜNCÜ KAİDE: DELALETİN AÇIK OLMASI VE MERTEBELERİ

Delâletin açık olması, haricî bir şeye bağlı kalmadan lafzın bizzat sîgasıyla kendisinden murad edilene delâlet etmesidir. delâleti açık olan lafızların mertebeleri dörttür: Zahir, nass, müfesser ve muhkem. Muhkem delâleti en açık olanıdır, sonra müfesser, sonra nass sonra zahir gelir.

 

1. Zahir

Usûlcülere göre zahir haricî bir şeye bağlı kalmadan bizzat sîgası ile kendisinden murad olunana delâlet eden lâkin sevk edilmesinden murad olunan asıl mana bu olmayan ve tevile ihtimali olan lafızdır. Meselâ: "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Adil davranamamaktan korkarsanız bir tane" (Nisa: 4/3) ayeti evlenmenin mubah oldu­ğunda zahirdir, bu ise ayetin sevkinden murad olunmayan bir manadır, zira bu ayet birden fazla evlenmenin mubah olduğunu beyan etmek için sevk olunmuştur.

Zahirin hükmü: Kat'î ve yakîn olarak lafızdan hemen anlaşılıveren mana ile amel etmenin vacib olmasıdır. Ancak bu manayı terk etmeyi gerektiren bir delil bulunur ve tevile ihtimali olursa, yani zahirî manasını terk edip başka bir mana irade edildiğine dair bir delil bulunur neshi de kabul ederse amel vacib olmaz.

 

2- Nass

Nass, kelamın sahibi tarafından beraberinde zikredilen bir karineden do­layı manası zahirden daha açık olup sîgasıyle siyakından aslolarak kastedilen manaya delâlet eden, te'vile ihtimali olup nesih ve tahsis kabul eden lafızdır. Meselâ: Kadınlardan size helal olanlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın" (Nisa: 4/3) ayeti kadınların mubah olmasının dörtle sınırlandırıldığına delâlet eden bir nassdır. Ayet-i kerime de bu mana için sevkedilmiştir. Buna delâlet eden ka­rine de devamındaki "Adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız bir tane" (Nisa: 4/3) ayetidir.

Nassın hükmü zahirin hükmü ile aynıdır ki o da, lafızdan ilk nazarda anlaşılan bizatihî ve asıl olarak kastedilen mana ile amel etmenin vacib olması­dır.

 

3. Müfesser

Müfesser nass ve zahirden daha açık şekilde manasına delâlet eden lafız­dır. Çünkü tevil ve tahsise ihtimal kalmamıştır, ancak Rasûlullah'ın zamanında neshi kabul eder.

Meselâ zina haddi ayeti "Onların her birine yüzer sopa vurun" (Nur: 24/2), kazif haddi ayeti "Onlara seksen sopa vurun" (Nur: 24/4) nasslanndaki "yüz" ve "seksen" lafızları müfesserdir, çünkü bunlar muayyen sayılardır, böyle sayıların ne ziyadeliğe ne noksanlığa ihtimali yoktur.

Mefesserin hükmü: Değişmeyi kabul eden fer'î bir hüküm ise neshe ihti­mali olmakla beraber tevil veya tahsise ihtimal kalmayacak derecede açıklanmış olması sebebiyle, kendisiyle kat'î olarak amelin vacib olmasıdır.

 

4- Muhkem

Tevile, tahsise ve neshe ihtimal kalmayacak şekilde siğasıyle manaya açıkça delâlet eden lafızdır. Bunlar dinin esası sayılan hükümlerdir. Meselâ Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, Allah'ın il­minin her şeyi kuşattığına iman etme gibi iman esasları; adalet, doğruluk, eşit­lik, ahde vefa, emanete riayet, ana-babaya iyilik, akrabayı ziyaret gibi aklı se­limin kabul ettiği ahlak ve fazilet esasları, bunların zıddı olan zulüm, yalan, in­sanları sınıflara ayırma, ahdi bozma, hıyanet, ana-babaya âsi olma, akraba ile ilgiyi kesme gibi kötü ahlaktan sayılan hususlar.

 

Bu dört çeşidin açıklık ve maksada delâletlerinin kuvvet dereceleri kuvvet ve açıklıklarına göre farklılık arzeder: en kuvvetlisi muhkem, sonra müfesser, sonra nass, sonra zahirdir. Aralarında tearuz olursa nass zahire, müfesser zahir ve nassa ve muhkem hepsine takdim olunur. Çünkü tearuz halinde daha kuv­vetli olan zayıf olana takdim olunur.

 

DÖRDÜNCÜ KAİDE: DELALETİ AÇIK OLMAYAN LAFIZLAR VE MERTEBELERİ

Naslardâ delâleti açık olmayanlardan maksad bizzat siğasıyle maksada delâlet etmeyip kendisinden murad edilenin anlaşılması haricî bir şeye bağlı olan lafızlardır.

Delâleti açık olmayan lafızlar Hanefîlere göre dört kısma ayrılır: Hafî, müşkil, mücmel ve müteşâbih. Bunların en kapalı olanı müteşabihtir, sonra mücmel, sonra müşkil, sonra hafî gelir. Eğer kapalılık lafızda değil arızî bir sebepten dolayı ise buna "hafî", lafzın kendisinden geliyor ve akıl ile o lafızdan maksadın ne olduğu anlaşılabiliyorsa buna "müşkil", maksadı akıl ile değil an­cak nakil ile anlamak mümkün oluyorsa buna "mücmel", maksadı ne akıl ne nakil ile anlamak mümkün olmuyorsa buna "müteşâbih" denir.

 

1- Hafî

Hafî: Sığanın haricindeki bir sebepten dolayı kendisinden murad edilene ancak araştırma ile ulaşılabilen lafızdır. Yani lafız olarak manası açık ancak bu mananın bazı fertlere şâmil oluşunda bir kapalılık bulunan lafızdır. Kapalılığın mertebelerinin en aşağı derecede olanı budur. Bunun mu­kabili, mananın açıklık mertebelerinin ilki olan zahirdir.

Hafiye misal: El çabukluğu ve maharetiyle uyanık halde sahibinin ya­nında malını alan kişiye Neşşâl, kabirlerde ölü kefeni soyana da Nebbâş denir. Neşşâlde fazla olarak sahibinin yanında çalma cür'et ve cesaret vasfı da bulun­duğundan hırsızdan farklıdır, dolayısıyle hırsızın hükmü ona da uyar. İttifakla onun eli kesilir, çünkü onda "kesme" nin illeti fazlasıyle bulunduğu için kesmeye daha müstehaktır.

Nebbaş (kefen soyucu) ise, koruma altında bulunan sahipli bir mal alma­mış olması açısından vasfı hırsızdan noksandır, bu sebeple Hanefîlerin cum­huruna göre "hırsız" ismi buna uymaz dolayısıyle eli kesilmez, ancak tazir edi­lir. Çünkü kabir, içindekiler için korunak sayılmaz. Ayrıca kefen âdeten arzulanan bir mal değildir.

Hafinin hükmü: Lafızdan maksad anlaşılıncaya kadar kapalılığına sebep olan husus üzerinde düşünüp araştırmaktır.

 

 2- Müşkil

Müşkil, sığasıyla maksada delâlet etmeyip bilakis maksadı beyan edecek haricî bir karineye ihtiyaç duyan lafızdır. Müşkilin mukabili nassdır.

Hafî ile arasındaki fark: Müşkilde kapalılık lafzın kendisinden kaynakla­nır, maksada delâlet eden bir karîne bulunmadıkça manası anlaşılmaz. Hâlbuki hafideki kapalılık lafzın haricindeki bir sebebtendir, karîne olmadan kastedilen mana anlaşılabilir. Kapalılığı izale için her ikisinde de düşünme ve araştırmada bulunmak lazımdır.

Meselâ “Tarlanıza (hanımınıza) nereden (veya nasıl) ister­seniz gelin" ayet-i kerimesinde اَنّٰى lafzı ile hangi mananın kastedildiği açık değildir. Dü­şünme ve araştırma neticesinde bunun "nasıl" manası tercih edilmiştir. Yani nasıl olursa olsun: İster oturarak, ister ayakta, ister yan veya -ön organına olmak şartıyla- arkadan gelebilirsiniz demektir. Çünkü tarla nesil ve evlat ekilecek yerdir, dübür onun yeri değildir.

Diğer bir misal "Boşanmış kadınlar üç kuru' (beklesinler" (Bakara: 2/228) ayetindeki lafzıdır. Bu kelime hem hayız hem de temizlik mana­sına gelir. Burada hayız mı yoksa temizlik mi murad edildiği açık değildir.

Hanefî ve Hanbelîler "Cariyenin iddeti iki hayızdır" hadisi şerifine daya­narak hayız manasını tercih etmişlerdir. Çünkü iddetin meydana geldiği şeyde cariye ile hür kadın arasında fark yoktur. Malikî ve Şafiîler kur'un "temizlik" manasını tercih etmişlerdir.

Müşkilin hükmü: Müşkil lafızdan ne kastedildiğini anlamak hususunda araştırma yapıp ictihad etmenin, sonra başka nasslar veya teşri' kaideleri veya teşri' hikmeti gibi deliller ve karineler yardımıyla ortaya çıkan mana ile amelin vacip olmasıdır.

 

3. Mücmel

Manası ancak sözü söyleyenin bir ilave bir açıklamasıyla anlaşılabilecek derecede kapalı olan lafızdır. Yani manası akıl ile değil ancak mütekellimden gelen bir nakil ile anlaşılır. Mücmel müfesserin zıddıdır, manası ancak sözün sahibinden istisfar ile anlaşılır. Mücmelde birden fazla mana olduğu için müşkiîden daha kapalıdır. İcmalin sebebi şu üç şeyden biridir:

a- Lafzın birkaç manada müşterek olması. Meselâ: Mevâlî lafzı.

b- Dilde lafzın garib olması. Meselâ: "insan helû' yaratılmıştır" (Maâric: 70/19)

c- Lafzın manasının lugavî manadan ıstılahı manaya nakledil­mesi. "Namaz, zekât, riba = faiz gibi lugavî manasından nakledilip şer'î bir manada kullanılan lafızlar lügat yoluyla anlaşılmadığından Sünnet-i Nebeviyye bunları beyan etmiştir.

Mücmelin hükmü: Muradın tayini hususunda sözün sahibinden bir beyan gelinceye kadar tavakkuf etmektir, çünkü manayı kapalı bırakan odur. Ne laf­zın sığasında ne de haricî karînelerde muradı beyan edecek bir şey bulunmadı­ğından sözün sahibine müracaat edip ne murad ettiğini sormaktan başka yol yoktur.

Eğer, icmal sâri'in sözünde ise, ne murad ettiğini beyan etmesi için ken­disine başvurulur: Beyan yeterli olursa lafız mücmel'den müfessere intikal eder ve onun hükmünü alır. Namaz, zekât, hac ve benzerlerinde olduğu gibi. Eğer beyan kâfî değilse mücmel müşkil olur ve onun hükmünü alır.

 

4. Müteşâbih

Müteşâbih, manası kapalı olup beyan edecek haricî bir karine de bulun­mayan ve sâri'in manasını kendisine saklayıp tefsir etmediği lafızdır. Geçen dört çeşidin en kapalı ve mübhem olanı budur. İstikra' (akıl yürütme) ve inceleme neticesinde tesbit edilmiştir ki müteşâbih bu manasıyla amelî şer'î hükümleri beyan eden naslarda bulunmaz. Meselâ Allah'ın eli, gözü, mekânı, inmesi gibi O'nun insanlara benzediği vehmini veren sıfatları bu kabildendir.

Selefe göre müteşâbihin hükmü: "Onun (müteşâbihin) tevilini ancak Allah bilir" (Âli imran: 3/7) ayet-i kerimesi gereğince bunun manasını Allah'a havale edip zahirine iman etmek ve tevilini araştırmamak. Hurûfu mukattaalara gelince bunlar meydan okuma ve Kur'an-ı Kerîmin başka dilin harflerinden değil Arap dilinin harflerinden meydana geldiğini beyan etmek içindir. Bu sebepten çoğu yerde bu harflerden sonra "kitap" lafzı zikredilir.

Müteahhir âlimlere göre müteşâbih, dile uygun ve Cenab-ı Hakkı O'na layık olmayan şeylerden tenzihe münasib şekilde tevil edilir. Çünkü Cenâb-ı Hakk için el, göz, mekân düşünülemez, dolayısıyle bunların zahirine almak müstehildir ve bu zahiri tevil etmek vaciptir, mecaz tariki ile de olsa bu lafız­lardan muhtemel bir mana murad edilir. Buna göre "Allah'ın eli" nden maksad kudretidir, "O'nun yüzü hariç her şey helak olacaktır." (Kasas: 28/88) ayetinde "yüz" den maksad zâtıdır. "Rahman Arş'ın üzerine istiva etti." (Tâ hâ: 20/5) ayetindeki istivadan maksad mütemekkin şekilde istila etmesi demektir. Bu ihtilafın kaynağı "Onun tevilini ancak Allah bilir" (ÂLİ IMRÂN /7) ayet-i kelimesindeki تَاْوٖيلَهُ اِلَّا اللّٰهُ وَمَا يَعْلَمُ  lafzı üzerinde vakf yapılıp yapılmaması hususundaki ihtilaftır.

Delâleti açık olma mertebesindeki farklılığın esası tevil ihtimali olup olmamasıdır, açık olmama mertebelerindeki farklılığın esası ise bu kapalılığın izale edilip edilmemesidir.

 

ALTINCI KAİDE: ÂMM VE DELÂLETİ

Âmm Kendine uygun olan bütün fertleri istiğrak eden (kapsayan) lafızdır. Meselâ "Her mümin cennettedir, her kâfir cehennemdedir, kim silahını bırakırsa emandadır" sözleri muayyen fertlere hasretmeksizin bu vasfı taşıyan herkese şâmildir.

Umumun bir takım lafızları vardır ki şunlardır:

1-Cemaat-kalabalık ifade eden lafızlar: كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَهينٌ"Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir"(Tur: 52/21);

2- Cins için olan lam-ı tarifle veya izafet sebebiyle marife yapılan müfred ve cemi lafızlar:

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ "Muhakkak müminler kurtuluşa ermiştir." (Müminun: 23/1)

3- Nefide, nehiyde ve şartta nekre umum ifade eder. لَا اِكْرَاهَ فِى الدّينِ Misal: "Dinde zorlama yoktur" (Bakara: 2/256)

4- İsmi mevsuller: لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ “Yerdeki ve göklerdeki şeyler Allah'ındır" (Bakara: 2/284)

5- Şart isimleri: Meselâ: فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُSizden her kim hilâli görürse oruç tutsun" (Bakara: 2/185)

6- İstifham isimleri: meselâ: مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِ Allah'ın yardımı ne zaman?" (Bakara: 2/214);

Âmm lafzı ya umumu üzre kalır veya tahsis edilir. Tahsis edilirse tahsise uğrayan lafzın tahsisten sonra geri kalan fertlerine delâleti cumhura göre kat'î değil zannîdir. Çünkü tahsis illeti tahsisten sonra tahsis edilen diğer fertlerde ta­hakkuk edebilir. Bu sebeple âmmın tahsisten sonra geri kalanlara delâleti kat'î olmaz zannî olur.

Tahsis edilmeyip umumu üzre kalan âmm ise bütün fertlerine delâlet eder. Çünkü lafzın umum siğasından akla ilk gelen umum oluşudur.

 

YEDİNCİ KAİDE: HAS VE DELÂLETİ

Tarifi: Fertleri, olup olmadığına bakılmaksızın tek bir manaya delâlet etmesi için vazedilmiş lafızdır. Bu lafız ya Halid, Muhammed gibi bir isimdir veya erkek kadın gibi bir nevidir veya insan, deve, ağaç gibi bir cinstir. Bir, iki, beş, on, yüz, bin, gibi aded isimleri de hastan sayılır. Kadın, insan, iki, yüz gibi lafızların bir takım fertlere şumûlü olsa da bu fertler bir nevi veya cins altında toplanarak bir cins veya nevi birliği ifade ettik­leri için hepsi birer hastır.

Has lafız, başka bir mana murad edildiğine dair bir delil bulunmadıkça kat'î ve yakînî olarak vazolunduğu manaya delâlet ettiğinde âlimler ittifak etmiş­lerdir. Meselâ "Üç gün oruç tutması vaciptir." (Bakara: 2/196) "O yeminin keffareti on fakiri yedirmektir." (Maide: 5/89) ayetlerindeki "üç" ve "on" sayıla­rından her biri vaz’ olundukları manaya kat'î şekilde delâlet ederler, ziyade veya noksan olması mümkün değildir. Çünkü bunların her biri has lafızdır, mana­sını daha aza veya daha çoğa hamletmek mümkün olmaz.

 

Sîğasına göre has mutlak, mukayyed, emir ve nehiy olmak üzere dört çeşittir.

       1. Mutlak

Mutlak her hangi bir sıfatla mukayyed olmadan ferd-i şayia delâlet eden has lafızdır. Meselâ bir adam, bir kitap, bir kuş, bir talebe. Mutlakın hükmü, takyid edildiğine dair bir delil bulunmadıkça mutlak oluşu üzere devam etmesidir. Takyidine dair delil olursa bu delil onu mutlakhktan çıkarır[2][2]. Meselâ yemin keffareti hakkındaki "veya bir köle azad etmektir" (Maide: 5/89) ayet-i kelimesindeki "bir köle" lafzı mümin veya kâfir olma şartı aramaksızın her hangi bir köle azad etmenin yeterli olacağına delâlet eder. Mutlakın takyidine dair delil bulunursa mukayyedle amel edilir. Meselâ "... yapılan vasıyyetten veya borçtan sonra..." (Nisa: 4/12) ayetinde mutlak olan vasiyet, malın üçte birinden fazlasının vasiyetine cevaz vermeyen hadisle takyid edilmiştir.

 

2. Mukayyed

Mukayyed, her hangi bir sıfatla sıfatlanmış ferd-i şayia delâlet eden has bir lafızdır. Meselâ, imanlı bir adam, iffetli bir kadın gibi.

Hükmü: Bu kaydın ilga edildiğine dair bir delil bulunmadıkça bu lafızla mukayyed şekliyle amel edilir. Meselâ zıhar keffareti hakkında gelen "Buna imkân bulamayan kimse te­mas etmeden önce peşpeşe iki ay oruç tutsun." (Mücadele: 58/4) ayetinde oru­cun peşpeşe tutulması ve bunun zıhar yaptığı hanımıyla temas etmeden önce olması kaydı getirilmiştir. Şu halde bu ayetle bu iki kayda riayet edilerek amel edilir, oruçta ara verirse veya hanımıyle temastan sonra tutarsa keffareti eda etmiş olmaz.

 

3. Emir

Emir: Bir şeyin yapılmasının taleb edildiğine delâlet eden lafızdır. Bu, emir sîğasıyle olabilir. Mesela "Akidleri yerine getirin." اَوْفُوا بِالْعُقُودِ (Maide: 5/1); gibi.

 Başına emir lamı gelmiş muzari sîğasıyle olabilir. Meselâ "Sizden kim o aya erişirse orucunu tutsun." فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ  (Bakara: 2/185);

Kendisinden talep kastedilen haber cümlesiyle olabilir[3][5] Meselâ "Anneler çocuklarını tam iki yıl eınzirirler"وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ  (Bakara: 2/233). Bununla emzirme emri ve annelerden talep edilmesi murad edilmiştir.

Emrin mucebi emredilen şeyin vacib olması veya emredilen veya haber verilen fiilin yapılmasının kesin şekilde talep edilmesidir. Ancak emrin vücuptan alınıp nedb, ibaha, irşad, inzar ve tehdid, dua veya taciz gibi başkasına çevrildiğine delâlet eden bir karine bulunursa vücub ifade etmez. Mesela "Helal olanlardan yiyin" (Müminun: 23/51), "Ya Rabbi! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet" (A'raf: 7/89).

 

4.  Nehy

Nehy: Bir fiilin kat'î bir şekilde yapılmamasının talep edildiğine delâlet eden şeydir. Nehy üslupları: Nehy ya o bilinen sîğasıyle olur. Meselâ "Yetimin malına yaklaşmayın." (En'am: 6/152); Veya "Size meyte ve kan haram kılındı." (Maide: 5/3), "Annneleriniz ve kızlarınız... size haram kılındı." (Nisa: 4/23) ayetlerinde olduğu gibi "Haram" lafzıyla gelir veya "Ey iman edenler kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz." (Nisa: 4/19); "Verdiklerinizden (mehirlerden) bir şey almanız size helal olmaz." (Bakara: 2/229) ayetlerinde olduğu gibi "helal olmadığı" nı ifade etmek şeklinde veya "Günahın açığını da gizlisini de terkedin." (En'am: 6/120); ayetinde olduğu gibi terk edilmesini talep eden bir emir siğasıyla olur.

Cumhura göre ise -ki meşhur ve râcih olan budur- nehy tekrar ve fevr ifade eder. Bu da nehyedilen fiilin derhal ve daima terkini gerektirir. Çünkü matlub olan "terketme" ancak devamlı olursa gerçekleşir, tekrar nehye uymuş olmak için zarurîdir. Fevr de böyledir. Çünkü bir fiil nehyetmek, ondaki zararı defetmek için onu haram kılmaktır ki derhal uyulması vacibtir. Bu imtisal de ancak tekrar ile ve fevr üzere olursa tahakkuk eder.

 

TEŞRİ'DE GAYE VE HEDEFLER

Şâri'in hüküm koymaktaki maksadı, insanlar için faydalı olanı celb, za­rarlı olanı defetmek suretiyle bu dünyada onların maslahatına olanı gerçekleş­tirmektir. Bu maslahatlar zarûriyyât, haciyyât ve tahsîniyyât arasında değişir. Şeriatin hükümlerinin dikkatle gözden geçirilmesi sonucunda tesbit edilmiştir ki hükmü koyan bunları koyarken insanların maslahatını gözetmiş, maslahatlar­dan hiç bir şeyi ihmal etmemiştir, her hükmü ancak insanların maslahatını te­min etmesi için koymuştur. "Peygamberler, müjdeciler ve azab habercileri (gönderdik). Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahane­leri olmasın" (Nisa: 4/165); "Biz seni âlemlere ancak rahmet için gönderdik" (Enbiya: 21/107) gibi ayet-i kerimeler bunu ifade etmektedir.

Makâsıd-ı şerîa: Bütün hükümlerde veya ekseriyetinde din için düşünülen hedef ve manalar demektir. Veya sâri'in şeriatın hükümlerinden her birine yer­leştirdiği gaye ve sırlar demektir. Bunların devamlı ve herkesçe bilinmesi zaruridir: Müctehid hüküm istinbat ederken, nasları anlarken; müctehid olmayan da ahkâmın sırlarına muttali olması için bunların bilinmesi zaruridir.

 

Her hükümde şu üç şeyin bulunduğunu anladığımız zaman şeriat çerçe­vesi içinde bu kaidenin yeri kendiliğinden tesbit edilmiş olur:

a) Hükmün illeti: Bu, kıyasın esası olan zahir, munzabit vasıftır.

b)  Hükmün hikmeti: Bu, sâri'i ahkâm koymaya sevkeden meşakkat ve teysir gibi illetin esası olan amillerdir.

c) Hükmün gayesi: Şâri'in ahkâm koymaktan maksadı insanlar için celb-i menfaat tayda sağlama veya def-i mazarrat yani zararı önlemedir.

İşte bunlar dinin bütün hükümlerinin ayrılmaz özellikleridir. Hiç bir hü­küm yoktur ki onda ya bir maslahat elde etme veya bir mefsedeti kaldırma, dünyayı şerlerden ve günahlardan temizleme gayesi gözetilmiş olmasın. Bu da, şeriatın bir umumi gayeyi gerçekleştirme azminde olduğuna delâlet eden husus­lardandır ki bu ana gaye ferdi ve toplumu mesud etma, nizamı koruma, dün­yayı imar etme insanların maslahatını gözetmektir.

 

Maslahatın Çeşitleri

Masalih-i mürsele bahsinde de açıklandığı gibi kuvvet ve tesir bakımın­dan maslahatlar üç çeşittir:

 

1- Zarûriyyât / Zaruri maslahat: Bu, insanın dinî ve dünyevî hayatının kendisine bağlı olduğu şeydir. O olmadığı zaman dünyada hayatın düzeni bozulur, fesad yayılır, âhirette ebedî cennet kaybedilmiş, azaba duçar olunmuş olur. Maslahatların en kuvvetlisi budur, hiç bir şey bundan ileri olmaz. Bu sebeple zaruri bir şeyin ihlâlinin söz konusu olduğu yerde tahsînî veya hâcî olana artık riayet edilmez.

 İslâm, bu zarûrıyyâtın muhafazası için hükümler meşru kıl­mıştır: mesela;

Dinin muhafazası, himayesi ve devamının garantisi içinde de cihad hü­kümleri, dini iptal etmek, dinden uzaklaştırmak, dinden dönmek veya ahkâmını tahrif etmek isteyenlere, onu yıkmak ve helali haram haramı helal yapmak su­retiyle özünü bozmak için açıktan propaganda yapanlara cezalar koymuştur. Ayrıca zaruri yyâtı muhafaza etmek için zaruret halinde haramları mubah kıl­mıştır.

Beşerin varlığına gelince: İslâm insan türünün varlığı ve devamı için de zaruret miktarı yemeyi, içmeyi ve giyinmeyi, adam öldürene kısası, diyet ve keffaret cezasını farz kılmış, canı tehlikeye atmayı men etmiş ve onu korumayı ve gelecek zararları defetmeyi vacib kılmıştır.

Akıl, insanı diğer yaratıklardan ayıran büyük bir nimettir. Allah (c.c.) aklın selâmeti ve geliştirilmesi için ilim tahsilini ve tecrübeyi meşru kılmış, muhafazası için de sarhoşluk verici ve uyuşturucu maddeler gibi aklı zayıflatıcı ve onu ifsad edici her şeyi haram kılmış ve bunların kullanılmasına karşı caydırıcı cezalar koymuştur.

Neseb veya ırzın bekası için evliliği meşru kılmış, zinayı ve zina iftira­sını haram saymış ve bunların muhafazası, neseb karışmasının engellenmesi, insanlık haysiyet ve şerefinin korunması için zina ve zina iftirasına karşı had (ceza) koymuştur.

Mal ise hayatın temeli ve vasıtasıdır. Kazanılması için din rızık peşinde koşulmasını emretmiş, alış-veriş, kira, hibe, şirket, iare, rehin ve benzeri in­sanlar arasındaki muamelatı meşru kılmıştır. Malın muhafazası için de hırsız­lık yapmayı haram kılmış, hırsızlık cezasını koymuştur. Aldatma, hiyanet, gasb, faiz ve diğer haksız yere insanların malını yeme yollarını haram kılmış, telef edilen malın tazminini vacib kılmış, sû-i tasarrufa, kendisine ve başkala­rına zarar verilmesine mani olmak için sefih, gafil, müşflis ve borçluya mâlî ta­sarruflarında hacir konulmasına cevaz verilmiştir.

 

2. Hâciyyât

İnsanların hayatlarını kolaylaştırmak ve sıkıntıları hafifletmek için muh­taç oldukları maslahatlara hâciyyât denir. Zarûriyyâtta olduğu gibi bulunmadığı zaman hayat düzeni bozulmaz, ancak insanlar bir takım sıkıntılara, meşakkat­lere düşerler. İslâm insanların sıkıntılarını gidermek ve hafifletmek maksadıyle ibadetler, muamelat ve ukûbât çerçevesinde çeşitli hükümler koymuştur:

İbadetlerde: Seferde namazları kısaltma, iki vakti birleştirme, hasta ve yolcunun ramazanda oruç tutmaması, namazı ayakta kılamayanın oturarak eda etmesi, hayızlı ve nifaslılardan namazın sakıt olması, hazerde ve seferde mest­ler üzerine mesh yapılması, hastalıktan veya su bulamamaktan dolayı teyem­mümün caiz olması, hayvan veya araba veya gemi gibi binekler üzerinde yönü kıbleye doğru olmasa da nafile namaz kılınabilmesi gibi şer'î ruhsatlar getiril­miştir.

Âdetlerde, Avlanma, yeme, içme, giyinme ve mesken konularında rızıkların güzel olanlarından istifade etme mubah kılınmıştır.

Muamelâtta: İnsanların ihtiyaçlarını giderecek alış-veriş, kira, şirket, mudarabe, tazmin ve teberru gibi bütün akid ve tasarrufların mubah kılınması, selem, istisna, muzâraa, müsâkât ve müğârase gibi akidlerin umumi kaidelerden istisna edilerek mubah kılınması, istisnaî hallerde icârede olduğu gibi akdin feshedilmesi, ihtiyaç veya zaruretten dolayı boşama yolu ile evliliğe son verme, küçük yaştakilerin maslahat için velileri tarafından evlendirilmeleri, haramların mubah olması konusunda hacetlerin zaruretler gibi sayılması... hep bu kabil­dir.

Ukûbâtta: Veliler için kısastan vazgeçme hakkı meşru kılınmış akraba arasındaki dayanışmanın gerçekleşmesi ve katile kolaylık olması için hata ile öldürmelerde diyet âkileye yüklenmiş, töhmet altındaki kişinin lehine olarak şüphelerden dolayı had (ceza) lar düşürülmüştür.

 

3.   Tahsîniyyât

Bunlar nezaket ve nezâhetin gerektirdiği maslahatlardır ki bununla âdet­lerin ve ahlakın güzelliklerini alma kastedilir, kaybedildiği zaman zarûriyyâtta olduğu gibi hayatın düzeni bozulmaz, hâciyattâ olduğu gibi güçlüklere düşül­mez, ancak aklî ölçülere göre hayat sevimsiz hale gelir.

Bu maslahatlar da diğer zarûriyyât ve hâciyyât gibi ibadetlerde, âdetlerde, muamelâtta ve ukûbatta mevcuttur. Tahsîniyyât için meşru kılınanlar ya farz olur veya şart olur veya nafile ve tâat kabilinden olur.

Meselâ ibadetlerde taharetler (abdest ve gusül), necasetlerden temizlenme, namazda setr-i avret şart kılınmış, her mescide ve toplum içine gidişte güzel giyinme, güzel görünme için koku kullanma meşru kılınmış, namaz, oruç ve sadaka gibi çeşitli ibadetlerle Allah'a yakın olma teşvik edilmiştir.

Muamelâtta: Necasetlerin ve zararlı şeylerin satışı, suyun ve meranın fazlasının satışı, pazarlık üstüne pazarlık, dünür üstüne dünür menedilmiştir. Aldatma, hile, israf ve cimrilik haram kılınmış, insanların eşleri ile muaşere­tinde iyi ve nazik olmaları emredilmiş, kadın bizzat nikah akdi yapmaktan örfen haya edeceği için bunu velinin yapmasına musâde edilmiş, öneminden dolayı nikah akdinin şahitler huzurunda yapılması vacib kılınmıştır.

Adetlerde: Dinimiz yeme-içme âdabını öğretmiş, zararlı yiyecek ve içe­ceklerin alınmasını yeme, içme ve giyim gibi hususlarda israfı haram kılmıştır.

Ukûbatta: Din işkence ile yakarak öldürmeyi menetmiş, savaşta kadınla­rın, çocukların ve râhibler gibi sivil insanların öldürülmesini haram saymış, ahde vefayı vacib kılmış, zulmü ve anlaşmaları bozmayı haram etmiş ve mefsedete götüren yollan kapatmıştır.

 

4.  Tamamlayıcı Hükümler

      Yukarda geçen üç gayenin iyi muhafaza edilmesi ve gerçekleştirilmesi için Allah (c.c.) bu zaruri, hâcî ve tahsînî maslahatları muhafaza edecek hükümlerin tamamlayıcısı olmak üzere başka hükümler de vazetmiştir ki bunlar bulunma­dığı takdirde hükümlerin asıl hikmetlerine bir halel gelmez.

Zarûriyyâtın tamamlayıcısı hükümlere misal olarak şunlar zikredilebilir: Şeâir-i diniyyenin ilanı, tamamlanması ve ikmali için cemaatle namaz, ezan ve kamet. Yeni düşmanlıkların alevlenip daha başka kan dökülmesine mani olmak için kısas tatbikinde mümâselet (işlenen cinayetle kısasın aynı miktarda ol­ması).

Hâciyyâtı tamamlayıcı hükümlere misal olarak şunlar zikredilebilir: Eşler arasında uyum ve ülfetin sağlanması için denkliğin şart olması, nikâh akdi es­nasında mehir konuşulmamış ise evliğin devamı için mehr-i mislin meşru oluşu, alış-veriş, kira, şirket gibi muamelâta ait hükümlerin konulmasında gararın, belirsizliğin ve olmayan şeyin satışının nehyedilmesi, hıyârâtın (alıp-almama serbestliği) meşru kılınması, rızanın tam olması; kin, niza ve husûmetlere sebep olmaması için akidlerde bazı şartların yerine getirilmesinin şart olması.

Tahsîniyyâtı tamamlayıcı hükümlere misal olarak da şunlar zikredilebi­lir: Def-i hacet âdabı, abdest ve güslün mendupları, usûlüne uygun şekilde başladığı ibadetleri iptal etmemek, "Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadı­ğınız pek âdı, bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın" (Bakara: 2/267) ayet-i kerimesi gereğince zekât ve diğer sadakalarda malın iyisinden vermek, kurbanda ve akîka kurbanında en iyisini seçmek.

 

İÇTİHADIN CAİZ OLDUĞU HUSUSLAR

İctihad: Şeriatte, şer'î hükümleri tafsilî delillerinden istinbat etme ameliyesidir. İctihad her asır ve zamanda meşrudur ve matlubdur. Bir hadise hak­kında hüküm beyan edecek bir başkası bulunmazsa var olan müctehid üzerine bu farz-ı ayın olur, bulunursa farz-ı kifaye olur. Birisi îfa ederse diğerlerinden bu vazife düşer, hiç birisi yapmazsa hepsi günahkâr olur.

Usûlcüler içtihadın sahası hakkında "Mevrid-ı nasda içtihada mesağ yok­tur" kaidesini koymuşlardır. Yani hükmü hakkında delâleti kat'î bir nas bulu­nan meselede içtihada mecal yoktur. Meselâ kelime-i şehadeti söylemek, beş vakit namazın, orucun, zekatın, haccm farziyeti, zina, hırsızlık, içki içme, adam öldürmenin haramlığı, şer'an bunlara takdir edilen cezalar,... Bütün bu hükümler naslann, başka her hangi bir manaya ihtimal bırakmayacak şekilde açıkça delâlet ettiği hükümlerdir. Bu naslar ya Kur'an'daki sîgaları veya sünnetin beyan etmesi sebebiyle açıktır, dolayısıyle içtihada ihtiyaç olmadığı gibi mesağ = cevaz da yoktur.

Ama hükmü hakkında sübûtu ve delâleti zannî veya ikisinden birisinde zannî bir nas vârid olan hadise ve hakkında ne bir nas ne de icmâ bulunmayan hadiseler, işte bunlar içtihada mahal meselelerdir.

Eğer nassın sübûtu zannî ise bunun senedi, bize ulaşması, ravilerin ada­leti ve zabt bakımından dereceleri içtihadın cari olduğu hususlardır. Bunların her birinde müctehidlerin takdirleri farklı olur. Bazıları sübûtu hakkında kalbi mutmain olduğu için o nassı alırken bazıları da rivayeti hakkında mutmain olamadığı için reddeder.

Ve eğer nassın delâleti zannî ise burada içtihada mahal olan şey bu nasdan murad olunan mananın anlaşılması ve manaya delâlet kuvvetidir. Belki nas âmm olur veya mutlak olur, emir veya nehiy olur, manaya ibare veya işaret yolu ile delâlet eder, zahir veya müevvel olur. Belki âmm umumu üzre kalır, veya tahsis olunur, mutlak ıtlâkı üzre (kayda bağlı olmadan) kalır veya takyid olunur. Emir ya vücub içindir veya nedb ve ibâha içindir. Nehy ya tahrim içindir veya kerahet için. Müctehid bir görüşü diğerine tercih etmek için Arapça dil kaidelerinden veya makâsıd-ı şeriâdan istifade eder.

Eğer hadise hakkında nas veya icmâ yoksa burada içtihada mahal olan şey, kıyas, istihsan, masalihi mürsele, örf ve ıstıshap gibi akli delillerle hadi­senin hükmünü araştırmaktır. "Haracın def edilmesi esası" da bu delillerden biridir. Şu halde şu iki yerde ictihad cari olur.

 a) Hakkında zaten nas bulunmayan,

 b) Nas bulunup da kat'î olmayan meseleler. Hakkında kat'î nas bulunan meselede ictihad olmaz.

 

İctihad Ehliyeti veya Şartları

İctihad zannedildiği gibi her insanın cüret edeceği herkese şamil bir hak değildir. İctihad ancak muayyen vasıflan haiz, şeriat dairesi içinde bütün ilmî cehdini son haddine kadar harcıyarak şer'i hükmü delilinden istinbat etme meleke ve kudretine sahip, ulemâdan az bir zümreye nasip olan hakikaten ince bir ihtisastır. Onun için dünyadaki diğer ilmî ihtisaslarda olduğu gibi ictihadda da muayyen şartların bulunması zaruridir. Bunları şu şekilde özetlemek müm­kündür:

1 - Müctehidin Arap dili ve ifade özelliklerini ilmen ve dirâyeten kâfi dere­cede bilmesi lazımdır.

2- Fıkıh usûlü ilminden haberdar olmalıdır.

3- Kur'an-ı Kerim'de vârid olan ahkâm ayetlerini bilmelidir: Ayetlerin lü­gat manalarını, yani kelimelerin ve arapça cümle terkiplerinin manalarını, ifade özelliklerini bilmelidir. Şer'î manalarını bilmelidir.

4-  Kur'an-ı Kerim'de olduğu gibi ahkâm hadislerinin de lügat ve şer'î manalarını bilmelidir. Buna ilaveten hadisin senedini de bilmesi zaruridir.

5- Üzerinde icmâ vâki olmuş meseleleri bilmelidir ki icmânın hilâfına fetva vermesin.

6- Kıyas çeşitlerini, gerekli şartlarım, ahkâmın illetlerini ve bu illetleri bulma veya şer'î naslardan istinbat yollarını, insanların maslahatlarını, mekâsıd-ı şerîayı, dinin külli esaslarını bilmelidir. Ayrıca insanların ahvaline, muamelâtına yeteri kadar muttali olmalı, onların yaşayışı hakkında iyi bilgi sahibi olmalıdır.

 

Burada son olarak ictihadla ilgili şu üç meselenin de zikredilmesi uygun olur:

1-"Ictihad farzdır, müctehid me'curdur."

Kur'an-ı Kerim pek çok ayetinde içtihadı vacib kılmıştır. Meselâ: "Haki­kat, biz sana kitabı -Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmet­men için- hak olarak indirdik." (Nisa: 4/105) ve "Ey akıl sahipleri ibret alın" (Haşr: 59/2). Sünnet de müctehid her hal ü kârda ecir alır diyerek içtihada teş­vik etmiştir. Müctehid içtihadında isabet ederse iki ecir alır: Birisi içtihadının ecri, diğeri içtihadında isabet etmenin ecridir. Hata ederse ictihad etmesinin kar­şılığı olarak bir ecir alır. Şu halde ictihad ehliyetini hâiz kişi ictihad eder ve zannı galibi ile amel eder. Çünkü zann-ı galib ile amel etmek vacibdir. İçtihada ehil olmayan ise müctehidi taklid eder ve onun fetvasıyle amel eder. Çünkü dinin hükümlerinin öğrenilmesine vasıta olacak tek yol budur. Allah (c.c.) "Eğer bilmiyorsanız zi­kir ehline (bilenlere) sorun." (Enbiya: 21/7) buyurmuştur.

 

2- İçtihadın tecezzi (belli konulara has olmayı) kabul edip etmemesi: Yani bütün meselelerde ictihad melekesine sahip olmakla beraber meselân sadece ferâizde veya cezalarda veya sadece muamelâtta mütehassıs olup ictihad etmek diğer meselelerde etmemek gibi.

Ulemanın ekserisine göre ictihad tecezzî kabul eder, bu caizdir. Müctehid sadece bir meseleye ait olan ve o konuda mutlaka bilinmesi lazım gelenleri bilip bununla ilgisi olmayan diğer fıkhî meseleler hakkında bilgisi olmayabilir. Çünkü bütün meselelerde ictihad melekesini kullanıp onlar hakkında fi'ilen ictihadda bulunmak âlimlere göre matlup bir şey değildir. Müctehide pek çok mesele sorulur da o bunlardan bir kısmına cevap verir bir kısmında sükût eder.

 

3- içtihadın değişmesi ve nakledilmesi:

Nazarî olarak bir müctehidin içtihadını değiştirmesi caizdir, önceki söy­lediğinden dönebilir. Çünkü içtihadın mesnedi delildir, müctehid ne zaman de­lile ulaşırsa, alınıp amel edilmesi daha evlâ olan ortaya çıktığı için o delilin mûcebini alması vacib olur, çünkü delil hakka ve doğruya daha yakındır.

 

HÜKMÜN NESHİ

Nesh: Şer'î bir hükmü daha sonraki şer'î bir delil ile kaldırmak demektir. İlâhî dinlerde nesih vakidir. Meselâ bizim şeriatımız önceki şeriatlarda var olan fer'î hükümleri neshetmiştir. Nesih bizim şeriatımız içinde de olmuştur. Sonra nesih ancak Rasûlullah hayatta iken düşünülebilir, vefatından sonra nesih yok­tur. Çünkü nesih ancak vahiy ile bilinir, vahiy de Rasûlullah (s.a.) sağlığındadır, vefatından sonra hükümlerden hiç bir şey neshedilmemiştir. Zira artık ne yeni vahiy var ne de Allah tarafından gelen yeni bir din.

Neshin hikmeti: Şer'î hükmün esası olan maslahatın değişmesidir.

Hüküm muayyen bir maslahatı gerçekleştirmek ve muvakkat sebepler için konulmuş olup daha sonra bu maslahat değişmiş ve o sebepler ortadan kalkmış olabilir. Çünkü maslahat zamanın değişmesiyle değişir, hikmet önceki hükmün değişmesini gerektirir ve önceki hükme son verip devamı arzu edilen yeni bir hüküm ortaya koymak insanların maslahatına daha uygun olabilir. Bu, tedricîliği gerektiren teşri' adaletine uygun bir harekettir. İnsanları bir halden başka bir hale aktarmak efdal ve evlâdır ve daha hakîmânedir. Maslahat değişmese dahi hükmün değiştirilip neshedilmesiyle insanları imtihan etme kastedilmiş de olabilir.

Şu hadise maslahatın değişmesine misaldir: Kurban bayramı günlerinde Medine'ye etraf kabilelerden pek çok kafile gelmesi sebebiyle (onlara ikram edilsin gayesiyle) Rasûlullah (s.a.) kurban etlerinin saklanmasını nehyetmişti. Bu kafileler gidince nehyin sebebi ortadan kalktı. Rasûlullah (s.a.) da saklan­masına izin verdi.

Teşri'deki tedricîliğe ise pek çok misal vardır. Bunların birçoğu içkinin haram kılınmasında görülür

Kur'an'ın Kur'an'ı, mütevâtir sünnetin mütevâtir sünneti, haberi vahidin haberi vahidi neshetmesi ittifakla caizdir.

Mütevâtir sünnetin haberi vahidle neshi ise Cumhura göre caizdir. İmam Şafiî "Ne Kur'an sünneti, ne sünnet Kur'anı neshedebilir" diyerek bunu kabul etmemiştir. Ayetin haberi vâhidle neshedildiğine misal "Denizin suyu temiz, meytesi helâldir." hadisinin bütün meyteleri haram kılan ayetleri neshetmesidir. Ayetin mütevâtir haberle neshedildiğine misal de "Vârise vasiyet yoktur" müte­vâtir hadisinin miras ayetlerinin umumunu neshetmesidir.

İcmânın icmâyı, kıyasın Kur'an ve sünneti neshi caiz değildir.

 

MÜCTEHİDLERİN TABAKALARI

1-             Dinde Müctehid: Dört mezhep imamının içinde bulunduğu bu tabaka fakihleri usul ve furu’ da kimseyi taklid etmez. Onlar, kendi tespit ve buluşları olan usule dayanarak dinin ana kaynaklarından fer’i hükümleri çıkarır.

2-             Mezhepte Müctehid: Usulde üstadlarına tâbi olup furu’da bu usule göre kaynaklardan hüküm çıkarır ve bu hükümlerde üstadlarına muhalefet edebilir. İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf vs.

3-             Meselede Müctehid: Usul ve furu’da mezhep imamlarına muhalefet edemez. Yalnızca mezhep imamlarının hüküm vermediği konuları, yine onların usulüne göre ictihad ederek hükme bağlar. Kerhi, Tahavi, Serahsi vb.

4-             Ashabu’t- Tahric: İctihad ehliyetine haiz değildir. Bunlar imamlarının usul ve delillerini bildiği için onlardan nakledilen görüşleri açıklar, birden fazla ihtimal taşıyan sözlerde ihtimallerden birini tercih eder. Cessas vb.

5-             Ashabu’t-Tercih: Tek mezhebe ait ve aynı mesele ile ilgili birkaç görüşten birisini ‘Bu kıyasa daha uygun’, ‘rivayet yönünden daha sağlam’, ‘maslahata daha uygun’ vs. diyerek diğerine tercih eder. Kuduri, Merğinani vb.

6-             Ashabu’t-Temyiz: Kuvvetli, daha kuvvetli ve zayıf görüşleri, zahir ve nadir rivayetleri birbirinden ayıran mukallidlerdir. Kenz, Muhtar, Vikaye, Mecma’ gibi kitapların yazarları.

7-             Tam Mukallidler: Yukarıdaki gruplardan hiçbirine girmeyen, bulduğunu ve gördüğünü –kuru yaş demeden- alan ve nakleden fıkıhçılardır.

 

Bu tasnif -bilhassa iki noktadan- şöyle tenkid edilmiştir.

a-      İlk üç tabakadan sonrasını ayrı ayrı tabaka kabul etmek doğru değildir. Onlar mukallid fıkıh bilginleridir ve tek tabaka teşkil ederler.

b-      Tabakalara örnek gösterilen zevat yerlerine isabetli bir şekilde yerleştirilmemiştir. Mesela Cessas en azından meselede müctehid tabakasında olmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HADİS USÛLÜ[4]

 

Hadis İle İlgili Bazı Terimler

 

1- Sahabi: Müslüman olduğu halde Resul-i Ekrem ile bir miktar buluşan, Resul-i Ekrem'i gören veya Resul-i Ekrem'in gördüğü ve mü'min olarak ölen zata denir.

2- Tabii: Resul-i Ekrem'i göremeyip. Ashabından bir kişiyi görebilen müslümana denir.

3- Muhadrami: Resul-i Ekrem devrinde sağ olup da bu devirde veya daha sonra Müslüman olup da Resul-i Ekrem'i görmek nasib olmayan zata denir.

4- Selef ve Halef: Hadis ilminde selef, yukarda geçen üç sınıfa; bunlardan sonra gelenlere de halef denir.

5- Muhaddis: Hadisin usul ve furuunu ortaya koyan ve bilen zata denir.

6- Hafız: Daha başka tarifleri varsa da, en meşhuru. 100 bin ve daha ziyade hadis ezberleyene denir.

7- Hüccet: 300 bin hadis ezberleyene denir.

8- Hakim: Metin, sened, cerhu ta'dil ve tarihleriyle bütün hadisleri ezberleyene denir. Bu da olsa olsa, Buhari olabilir. Çünkü "Buhari'nin bilmediği hadis, hadis değildir." sözü, ulema arasında meşhurdur. [5]

9-Âli isnâd, en son râviyi haberin kaynağına en az râvi sayısı ile ulaştıran en kısa yoldur. Senette bulunan râvilerin sayısının az olması hata yapma ihtimalini azaltacağı için isnâdda aranan bir özelliktir

10-Nazil İsnad: Nâzil, âlî'nin zıddıdır. Bir hadîs âlî değilse nâzildir.

 

Hadîs Öğrenim ve Öğretim Yolları (Tahammül Ve Edâ Yolları)

1-Sema (İşitme):

Hocanın ezberden veya yazılı bir metinden okuyarak veya imla ettirmek suretiyle rivâyet ettiği hadisi, öğrencinin bizzat hocasının ağzından işitmesidir.

2- Kırâat Ala'ş-Şeyh (Arz, Sunma, Okuma):

Talebe, ezberinde veya elindeki bir kitaptan hocanın huzurunda hadis okur. Hoca da ya ezbere veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinler. Gerekirse, düzeltme yapar. Böylece öğrenci hocadan o hadisleri öğrenmiş olur. Bu usûle kıraat veya arz denir.

3- İcazet (İzin):

Hadis öğrenim ve öğretim yollarından icâzet, hocanın talebesine rivayet hakkına sahip olduğu hadîslerin veya kitapların tamamını yahut bir kısmını rivayet etmesi için, yazılı veya sözlü olarak müsaade etmesidir.

4- Münâvele (Elden Verme):

Hocanın, kendisinden nakil ve rivâyet etmesi için öğrencisine bir kitap ya da yazılı bir metin vermesine münavele denilir

5- Kitabet (Mükatebe-Yazışma):

Hocanın huzurunda bulunan veya bulunmayan bir öğrencisi için kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göstermesine kitabet denilmektedir.

6- İ'lamu'ş-Şeyh (Bildirme):

Hocanın, öğrencisine -icâzetten söz etmeksizin veya rivayetine izin vermeksizin- belli bir hadis veya hadis kitabı hakkında sadece, "Bu hadis -veya kitap- benim mesmuâtımdır, benim duyduğumdur, benim rivayetim işte budur." vb. sözlerle açıklamada bulunmasına i’lam denilir.

7- Vasiyye (Vasiyet):

Ölmek veya seyahata çıkmak üzere olan hocanın, rivâyet izninden söz etmeksizin, rivayet ettiği hadisleri ihtiva eden kitap veya cüz'ü öğrencilerinden birine vasiyyet ederek bırakmasına denilir

8- Vicâde (Bulmak):

Vicâdet, lügat olarak bulmak demektir. Istılah olarak, bir kimsenin, bir muhaddis veya bir şeyhin hattıyla yazılmış bir kitabı veya bazı hadisleri ele geçirmesi demektir.

 

Tahammül ve Eda Yolları :

-  Sema‘ (Hocadan Dinleme)

- Kıraat/Arz  (Hocaya okuma)

-İcaze (Talebeye izin verme)

- Münavele (Hocadan rivayet için öğrenciye kitap, metin vermesi)

- Kitabet (Hocanın yazıp vermesi )

- İ‘lam (Hocanın “Benim rivayetim budur” demesi)

- Vasiyyet (Hocanın izinden söz etmeden kitabını bırakması)

- Vicade (Yazma bir risale, kitap buma)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Rivayet Mahsulleri ( s.142’deki şemaya bakınız.)

A)Tasnif Devri Öncesi Rivayet Mahsulleri:

1) Sahifeler:

 

Hz. Peygamber’in hayatında bazı sahabiler tarafından, Hz. Peygamber’den bizzat duydukları hadisleri yazmalarıyla veya Tabiun tabakasından bazı ravilerce sahabilerden öğrendikleri hadisleri yazdıkları notlarla oluşturulan ve o haliyle daha sonrakilere intikal eden küçük hacımlı vesikalara “sahife” denilmektedir

-Abdullah b. Amr b. El-As’ın (93/712), Hz. Peygamber’den bizzat duyduğu hadisleri yazıp bir araya getirdiği “es-Sahifetu’s-Sadıka”sıdır.

-Hemmam b. Münebbih (101/719)in, Ebu Hureyre’den duyup yazdığı 138 hadisten oluşan “es-Sahifetu’s-Sahiha”  

2) Cüzler:

Küçük hacımlı rivayet mahsullerinden olan cüzler, muhteva olarak birkaç çeşittir:

a) Bir tek ravinin rivayetlerini ihtiva eder. Mecela Cüz’ü hadisi Ebu Bekir gibi.

b) Belli bir konudaki hadisleri ihtiva eder. Buhari’nin Cuz’ul-kırae halfe’l-imam’ı ve “Ref’ul-yedeyn fi’s-salat”ı gibi.

c) Belli sayıdaki hadisleri ihtiva eder. Erbeun (Kırk Hadis) cüzleri gibi.

d) Bir hadisin muhtelif senedlerini ihtiva eder.

Cüz adı verilen rivayet mahsulleri sayı olarak oldukçakabarıktır. Katib Çelebi, Keşfu’z-zunun’da (1/583-590); Kettani de er-risaletu’l-mustatrafe’de (86-94) bütün bu çeşitlerinebir çok örnek cüz isimleri sıralamaktadırlar

3) Erbeunlar:

Musannıf’ın ilgisini çeken herhangi bir konuda veya değişik konularda toplanmış kırk hadisten oluşan erbeun’lar, aslında tedvin ve tasnif dönemi içinde ilk kez vücud bulmuş bir türdür. İlk erbeun müellifi olarak bilinen zat Abdullah b. El-Mubarek (181/797)dir.

B) Tasnif Devri Rivayet Mahsulleri:

1) Ale’r-Rical Rivayet Mahsulleri:

Müsned:

Aslında, daha sonraki dönemlerde yaygınlaşacak olan alfabetik sistemin ilk örneği olan bu sistemde sahabiler, müslüman olmaktaki önceliklerine, Hz. Peygamber’e yakınlık derecelerine ya da kabilelerine göre harf sırasına konulur ve onlardan gelen hadisler, konularına bakılmaksızın o ismin altına dercedilir. Böylece meydana gelen eserlere bu tür adı olarak Müsned denir.

-Ebu Davud et-Tayalisi (v.204/819)nin Müsned’i

-Ahmed b. Hanbel (v.241/855)’in Müsnedi

 

Mu’cemler:

 Hadislerin, sahabe, şuyuh veya beldelere göre ve çoğu kere alfabetik olarak sıralandığı eserlere mu’cem denir.

Mu’cemler, genelde kitap müellifinin hocalarının alfabetik olarak sıralanmasıyla oluşturulan eserlerdir. Bu türün en yaygın örneği ise, Taberani (360/971)’ye ait olan üç mu’cemdir.

 

Etraf kitapları:                  

Bunun en yaygın ve matbu örneği Abdulğani b. İsmail en-Nablusi (1143/1750)nin Zehairu’l-mevaris fi’d-delaleti ala mevazi’ıl-hadis adlı eseridir. Bu kitap, kütüb-i sitte ve Muvatta’da rivayetleri bulunan sahabileri alfabetik olarak sıraladıktan sonra onların rivayetlerinden pasajlar vermek suretiyle bu yedi kitaptaki yerine bölüm adı olarak işaret etmekte, bir çeşit anahtar kitap görevi yapmaktadır.[6]  

2) Ale’l-Ebvab Rivayet Mahsulleri:

Camiler:

Akaid, ahkâm, siyer, adab, tefsir, fiten, eşratu’s-sa’a ve menakib gibi dinin bütün cephelerine dair konuların tamamını kapsayan kitaplardır.

-          Buhari,

-          Müslim ve

-           Tirmizi’nin kitapları bu gruptandır

 

Sünenler:

Merfu nitelikli ahkâm hadislerini fıkıh kitapları tertbi içinde ihtiva eden kitaplara sünen denilmektedir.

-Ebu Davud, -

-Nesai,

-İbn Mace,

-Darimi’nin sünenleridir. Sünen-i erbaa, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve İbn Mace’nin kitaplarıdır. İlk üçüne sünen-i selase de denir. [7]  

 

Musannefler:

Sünen’lerin muhtevasına mevkuf ve maktu’ hadislerin ilavesiyle meydana getirilmiş kitaplardır.

En meşhur olanları, -

-Abdurrezzak b. Hemmam’ın (211/826) el-Musannef’i

- İbn Ebi Şeybe’nin (235/849) el-Musannef’idir.

 

Müstedrek: «Önceki bir muhaddis musannifin şartlarına uygun olmasına rağmen, her nedense eserinde yer almamış olan hadislerin bir başkası tarafından toplanması neticesinde meydana gelen yeni esere müstedrek adı verilmektedir.

-Hâkim’in Buhari ve Müslim üzerine yaptığı müstedrek çalışması.

 

Müstahraçlar: İstihraç, bir hadîs ima­mının, kitabında belirli bir isnadla naklettiği hadîsin bir başka isnadını ara­yıp bulmak ve hadîsi o İsnadla Mustahrec adı verilen kitapta nakletmektir.

 -el-İsmâilî (371/982) Buhârî üzerine müstahrecler i;

-Ebû Avâne (316/928)'nİn Müslim üzerine müstahreci ve

-Ebû Nuaym (430/1038)'in Sahihayn üzerine telif ettiği müstahreci bu alanda meşhurdurlar.

3) Ale’l-Ahruf (Alfabetik) Rivayet Mahsulleri:

a) Metni Alfabetik Olanlar:

- Suyuti, cem’u’l-cevami

- Suyuti, el-Camiu’s-Sağir’

 

b) Bölümü Alfabetik Olanlar: Buna misal olarak;

- İbnu’l-Esir el-Cezeri’nin Camiu’l-usul’ü ile

- Ali el-Muttaki’nin Kenzu’l-Ummal’ı verimektedir

 

Ale’l-Ahruf Sistemli Mahsüller

(Harf sistemine göre yapılmış tasnifler)

 

Bölümü Alfabetik

 

Metni Alfabetik

 

 

 

 

 

Metin Kutusu: Müstedrek: Bir müsannifin şartlarına uyduğu halde eserine almasığı hadislerin toplanmasıdır. Metin Kutusu: Cem‘u’l-Cevâmi‘  -  Suyûti
El-Camiu’Sagîr  -  Suyûti   
Metin Kutusu: Kenzu’l-Ummal - Ali el-Muttaki  
Câmiu’l-Usul  -  Cezerî 
Metin Kutusu: Müstahrec: Bir eserdeki hadislerin başka bir senetle toplanmasıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 Çok Rivayet Eden Sahabeler (Müksirûn):

Kendilerinden rivayet edilen hadisler binden fazla olan sahabiler: (İlk rakamlar Bakıyy b. Mahled, ikinciler Ahmed'in Müsnedindeki rivayetlerdir).

1. Ebu Hüreyre (58/672):  5374-3848 hadis.

2. Abdullah İbn Ömer (73 veya 74/692): 2619-2019 hadis. (2630 diyenler de vardır.)

3. Enes b. Mâlik (93/712): 2286-2178 hadis.

4. Hz. Aişe (58/678): 2210 hadis.

5. Abdullah İbn Abbas (68/687): 1660-1696 hadis.

6. Cabir İbn Abdullah (74 veya 78/693): 1540-1206 hadis. (1640 diyenler de vardır)

7. Ebu Saîd el-Hudrî (74/693): 1170-958 hadis.

8. Abdullah İbn Mesud (32): 848-892 hadis.

9. Abdullah İbn Amr (63): 700-722 hadis.[8]

 

Abadile (Abdullahlar):

Bunlar: Abdullah İbnu Ömer, Abdullah İbnu Abbas, Abdullah İbnu'z-Zübeyr, Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs.

Abdullah İbnu Mes'ud bunlar arasında zikredilmez. Çünkü öbürleri abâdile diye şöhrete erdikleri sırada Abdullah İbnu Mes'ud vefat etmiş bulunuyordu.

En Son Vefat Eden Sahabe:

Ashab'tan en son hayatta kalan Ebu't-Tufeyl Âmir İbnu Vâsile el-Leysî (radıyallahu anh)'dir. Vefat tarihi ihtilaflıdır: 100-110 arasında değişmektedir. Kûfe'de yaşamış ise de Mekke'de vefat ettiği kabul edilmektedir

 

METÂİN-İ AŞERE-TA’N NOKTALARI (s.143’daki şemaya bakınız)

A)Ravinin Adaletini Cerheden Sebepler (Adalet Vasfına Yönelik Ta’n Noktaları):

1- Kizb-Kizbu’r-Ravi:

Raviyi cerheden en ağır suçtur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında yalan uydurmaktır. Bu suretle ortaya konan rivayete mevzu, muhtelak, masnû, müfterâ, müfte'al, kizb gibi çeşitli adlar verilmiştir.

2-İttihamu’r-ravi bi’l-kizb: insanlarla olan münasebetlerinde yalana yer vermesidir. Bunlar metrûk ve matruh addedilerek rivayetleri terkedilmiştir.

3- Fısk-Fısku’r-ravi:

Ravinin söz ve fiillerinden küfrü gerektirmeyen bir kısım kötü davranışların sudûrudur.

Böyle bir ravinin rivayeti münker olarak değerlendirilir.

4- Bid'at-Bid’atu’r-ravi: ravinin akide yönünden ehl-i sünnet dışında kalan kelâmî mezheplerden birine mensûb olduğunu ifade eden bir tabirdir. Bid’at propogandacısı olmamak şartıyla- alınabilir, ancak rivâyet zayıf addedilir.

5- Cehâlet-Cehaletu’r-ravi:

Şöhret'i olmayan yâni "bilinmeyen, tanınmayan" ravinin sıfatıdır. İki çeşittir:

1- Cehâletu'l-ayn: Bu, ravinin zatının bilinmediğini ifade eder.

2- Cehâletu'l-hal: Ravi hakkında cerh ve ta'dîl vâki olmadı ise, onu bu yönleriyle tanımıyoruz demektir.

 

B) Ravinin Zabtını Cerheden Sebepler

1- Vehim:

Râvi'nin, mürsel veya munkatı olan bir hadisi muttasıl olarak yahut da bir hadisin metnini bir başka hadise ithâl ederek rivâyet etmesidir. Vehmin girdiği hadîse usulcüler umumiyetle muallel hadis derler.

2- Gaflet-Fartu’l-ğafle:

Dikkatsizlik demektir. Ravinin aşırı ğafil ve kapılgan olması. Buna münker denir

3- Fuhş-i Galat-Kesretu’l-ğalat:

Yapılan rivayetlerin yarısında veya yarıdan çoğunda hataya düşülürse hafızanın bu hali fuhş-i galat'la ifade edilmiştir. Fuhş-i galat sahibi bir kimsenin rivayetine de münker denir. Bu münker, zaafı şiddetli manasınadır, sikaya muhalif rivayet manasına değil.

4- Sû'i'l-Hıfz:

Ravinin hafızasının pek parlak olmaması, hatasının isâbetinden çok olması, unutma sonucu sık sık yanılması halidir. Sû'i'l-hıfz olan ravilerin bütün rivayetleri merdûddur.

5- Muhalefet-Muhalefetu’s-sikat:

Ravinin, gerek senedde ve gerekse metinde başka ravilere muhalif olan rivayette bulunmasıdır. Bu ya sika'nın evsâk'a veya zayıf'ın sikât'a muhalefeti şeklinde olur

Kendisinden daha sika (=evsak) bir raviye veya sika ravilere muhalefet ederse, rivayetine şâz, muhalefet ettiği evsak'ın veya sikaların rivayetine de mahfuz denir.

Sika'ya muhalefet eden zayıf bir ravi ise, rivayetine münker denir. Bu durumda sika'nın rivayetine de ma'ruf denir.

 

Bu on tenkid noktasının en ağırından en hafifine göre sıralanması da şöyledir:

1) Kizbu’r-ravi

2) İttihamu’r-navi bi’l-kizb

3) Kesretu’l-ğalat

4) Fartu’l-ğafle

5) Fısku’r-ravi

6) Vehm

7) Muhalefetu’s-sikat

8) Cehaletu’r-ravi

9) Bid’atu’r-ravi

10) Suu’l-hıfz. [9]

 

SENEDİN MÜNTEHASI (HADİSİN SÖYLEYENİ-İLK KAYNAĞI) AÇISINDAN HADÎS ÇEŞİTLERİ

 

-Hadis, Allah Teâla’ya izafe edilmişse, Kudsi;

-Hz. Peygamber’e izafe edilmişse, Merfu;

-herhangi bir sahabiye izafe edilmişse, Mevkuf;

-bir tabii veya daha sonraki nesilden birine izafe edilmişse, Maktu’ adını alır.

 

SENETTEKİ İTTİSAL DURUMUNA GÖRE HADÎSLERİN ÇEŞİTLERİ(s. 144’deki şemaya bakınız)

 

A) Muttasıl (Müsned-Mevsûl) Hadîs.

Hadîsi kitabına alan müelliften, hadîsin kaynağına kadar, senette kopukluk yoksa buna muttasıl hadîs denir.

Muttasıl hadise mevsûl ve müsned hadis de denir.

B) Gayr-ı Muttasıl (Munkatı) Hadîs.

Bu senedin herhangi bir yerinde kopukluk olan hadîsdir. Senedde meydana gelen kopukluğun durumuna göre çeşitli isimler alır: [10]

 

1) Muallak Hadîs:

İsnadın baş tarafından(yani hoca) bir veya birbirini takip etmek üzere daha fazla ravisi hazfedilmiş (düşürülmüş)

2) Mu'dal Hadîs:

Senetteki kopukluk peşpeşe iki veya daha fazla râvinin düşmesiyle meydana gelmişse buna mu'dal denir.

3) Munkatı Hadîs:

Senedinde peş peşe olmaksızın hoca ve sahâbenin dışında bir veya daha fazla râvinin düşmüş bulunduğu hadîs.

4) Mürsel Hadîs:

Senetten sahâbî düşmüş ve Tâbiî'nden olan bir zât, rivâyeti doğrudan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den yapmış ise bu rivâyete mürsel denmiştir.

5)Müdelles Hadîs:

Senede dâhil olan bir râvinin ismini düşürmek sûretiyle sanki o vâsıta olmaksızın sema'ın meydana gelişini vehmettiren bir lafız ile isnâdı sevketmeye denir.

 

SENET (RAVİ) SAYISINA GÖRE (VEYA DERECE-İ ŞUYU’ AÇISINDAN) HADÎS ÇEŞİTLERİ(s.145’deki şema.)

A) Mütevâtir Hadîsler:

Mütevatir haber, yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olamayacak kadar çok sayıda râviler topluluğunun, her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, mahsûsâtla (beş duyu ile) ilgili haberlere denir

B- Âhad Hadîsler (Haber-i Vahid):

"haber-i vâhid, mütevâtir olmayan haber" demektir. Haber-i vâhid; "Meşhur", "Aziz" ve "Garîb" olmak üzere üç kısma ayrılır. Şimdi bunları görelim:

1) Meşhur Hadis:

Her tabakada (Sahâbî, Tâbiîn, Etbauttâbiîn) râvi sayısı en az üç olan rivâyetlere denir.

2) Azîz Hadis:

Bu, her tabakada en az iki râvisi olan hadîsdir. Daha teknik tarifiyle ibtidadan intihaya kadar râvisi ikiden az olmayan haberdir.

3) Garîb (Ferd) Hadis:

Hangi tabakada olursa olsun tek bir şahsın rivâyette teferrüd ettiği (yalnız kaldığı) hadistir

 

SIHHAT DURUMUNA GÖRE VEYA HÜKÜM AÇISINDAN HADÎSLER(s. 144’deki şema)

A) Sahîh Hadîs:

Adâlet ve zabt sahibi râvîlerin, yine aynı durumdaki râvîler vasıtasıyla Hz. Peygamber'e kadar ulaşan kesintisiz bir senedle rivâyet ettikleri, şâz ve illetli olmayan hadistir.

Sahîh li-Ğayrihi-Sahih la li Zatihi:

Sıhhat şartlarından bazıları eksik olmakla birlikte dıştan gelen bir destekle derecesi yükselen ve "sahih" addedilen hadîstir. Kusurlu hadîse destek olan ikinci rivâyete âzıd (destekçi) denir.

HASEN+HASEN=SAHİH LİĞAYRİHİ

HASEN+SAHİH= SAHİH LİĞAYRİHİ

HASEN+ 2 ZAYIF= SAHİH LİĞAYRİHİ

B) Hasen Hadîs:

Yalancılıkla suçlanmamış, dürüst ve güvenilir olmalarına rağmen, titizlikleri (itkân) ve hâfızalarının sağlamlığı (zabt) açısından sahih hadis râvîlerinden daha aşağı derecede bulunan ravilerin rivayetidir.

Hasen lî Gayrihi Hadis:

Zaaf derecesindeki fazlalık sebebiyle "zayıf" addedilen bir hadîs başka tariklerden gelen benzerlerinin desteğiyle giderilip hasen derecesine yükseltilen hadîstir.

ZAYIF+ZAYIF= HASEN LİĞAYRİHİ

ZAYIF+HASEN=HASEN LİĞAYRİHİ

ZAYIF+SAHİH= HASEN LİĞAYRİHİ

C) Zayıf Hadîs:

Zayıf hadis, sahih veya hasen hadîsin taşıdığı şartların birini veya birkaçını taşımayan hadistir.

 

İtibar, İstişhad, Mütabi

.İtibar:

 Hadîs ıstılâhı olarak, ferd bilinen bir hadîsin bir başka vecihten de gelip gelmediğini hadîs kaynaklarında araştırma faaliyetidir.

Şahid:

Bir rivayetin, sahâbisi ayrı olan bir başka senedle gelmesidir. Yani âdıtı sahabi olan rivayettir.

Mütabi: Adıtı tabiin ya da sonraki ravilerden oluşan rivayettir.

 

Ravideki Cerhi Gerektiren Hallere Göre Zayıf Hadis Çeşitleri (s. 144’deki şema)

 

A) Mevzu Hadis:

Rasulullah adına yalan uydurmak (kizb) ile cerhedilmiş ravinin rivayetine denir. Bu, aslında hadis değildir. Ona, Hadis diye uydurulmuş söz demek daha doğrudur. Buna hadis denmesi, onu uyduranların zannı ve iddiasına göredir.

B) Metruk-Matruh Hadîs:

Vazgeçilmiş, terkedilmiş, kullanılmaz, yalancılıkla itham edilen râvilerin bilinen kurallara muhalif olarak rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde münferid (yalnız) kaldıkları hadis.

C) Münker Hadîs:

Zayıf bir ravinin sika (güvenilir) ravilere muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadis. "İki zayıf raviden daha zayıf olanın diğerine muhalif olan rivayetidir" diye de tarif edilmiştir

D) Muallel Hadîsler:

Hadîs, zâhiren sıhhatli gözüktüğü halde, herkes tarafından görülemeyen, ancak ihtisas, hıfz, keskin nüfuz ve sezgi sâhibi otoriteler tarafından keşfedilebilen sıhhati bozan bir kusur taşıyorsa buna muallel hadîs denir.

E) Müdrec Hadîs:

Râvisi tarafından isnadına veya metnine hadisin aslında olmayan bazı sözler sokuşturulmuş olan hadis demektir

F) Maklûb Hadîs:

İsnadında bir veya birkaç râvinin isim veya nesebleri yahutta metninde bazı kelimeleri, bilerek veya bilmeyerek takdîm-tehire uğramış veya senet ve metinleri değiştirilmiş hadîslere maklûb hadîs denir

G) Muzdarib Hadîs:

Rivâyetin sıhhatle zaaf arasında kalması, bir tarafı tercih ettirecek bir karînenin bulunmamasıdır.

H) Şâz Hadis:

Makbûl olan ravînin kendisinden daha makbul olana muhalif olarak rivayet ettiği hadis." Bu durumda daha makbul olanın rivayet ettiğine mahfûz denir

I-İ) Musahhaf Ve Muharref Hadîsler:

İbn Hacer, yazılışı aynı olmakla beraber, noktaların değişmesiyle meydana gelen harf veya harflerin değişikliğine musahhaf, şekil ile alâkalı olan değişikliğe muharref adını vermiştir.[11]

 

Muhalefet Şeması:

Maruf(sika)                            Münker(zayıf)           

 

 

Mahfuz(evsak)                                   Şaz(sika)

 

Şemada anlatılan:

Münker hadis; Zayıf ravinin sika raviye muhalif olarak rivayet ettiği hadis.

Şaz hadis; sika ravinin daha sika ya da sikalar grubuna muhalif olarak rivayet ettiği hadis.

Sahîh, Hasen Ve Zayıf Arasında Müşterek Hadîs Nevileri (s.144’deki şema)

A) Merfu, Mevkuf Ve Maktu Hadîsler:

B) Müsned Hadîs:

Müsned ehlü'l-hadîs nezdinde, senedi müntehâya kadar muttasıl olan hadîs

C) Muttasıl (Mevsul):

Senedi kesintisiz olan hadis.

D) Mu'an'an Hadîs:

Ravinin, hadisi tahdis, ihbar ve semâ yolundan hangisiyle aldığını belirtmeksizin yani "haddesenâ", "ahberanâ" ve "semi'tu" gibi tabirler kullanmayıp yalnız an lafzıyla (an fiilân an fiilân diyerek) rivâyet ettiği hadisler.

E) Mü'en'en Hadis:

İsnâdında "haddesenâ fiilânun enne fulânen haddesehü.." (Bize falan kendisine falanca ravinin hadis anlattığını haber verdi) gibi enne harfini ihtivâ eden ibârelerle rivâyet edilmiş hadisler

 

F) Müselsel Hadîs:

İsnadındaki bütün ricalin bazan ravilerinin bazan da rivâyetin belirli bir hal ve sıfatını takib ettikleri hadislere verilmiş bir isimdir

G) Musahhaf Ve Muharref Hadîsler:

Metin veya isnadında bir kelime veya ravilerden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edilmiş hadis.

H) Âlî Hadisler:

Senedde yer alan râvilerin azlığı sebebiyle Hz. Peygamber'e yakınlığı fazla olan hadîslerdir.

I) Nâzil Hadisler:

Nâzil, âlî'nin zıddıdır. Senette râvi sayısı fazla olan hadislere denir.

 

İHTİLAFI GİDERME YOLLARI

1- Cem Ve Te'lif

 Istılah olarak, müteârız iki hadîs arasındaki ihtilafı aklî ve naklî delillerle gidererek her iki hadîsle de amel etme imkânını göstermektir.

2- Nesh

Müteârız hadîslerin aralarında mevcut ihtilaf cem ve te'lîf yoluyla halledilemez ve her ikisiyle de amel etme imkânı gösterilemezse, bunlardan birinin nâsih, diğerinin mensûh olduğu ihtimâli üzerinde durulur.

3- Tercih

İstılah olarak, teâruz halindeki hadîslerden birini diğerine üstün kılacak bir vasfı ortaya çıkarıp buna dayanarak onu öne alıp diğerini terketmek mânâsına gelir.

4- Tevakkuf

 Her iki hadîsi de amel dışı bırakmak. Birini diğerine tercih ettirecek bir karîneyi bizzat buluncaya veya bir başka muhaddisin veya fakihin bulmasına kadar her iki rivâyeti de amel dışı tutmaktır.

İhtilaf Üzerine Te'lifat

 

1- Müteârız hadîslerin ihtilafını gidermek üzere muhtelif eserler yazılmıştır. Bu sahada ilk kitabı İmam Şafiî (150-204h./767-819m.)'nin, -el-Ümm adlı eserinin bir bölümü olarak te'lif ettiği bilinmektedir, eserin adı: Kitâbu İhtilâfı'l-Hadîs'tir.

2- İbnu Kuteybe de (213-276h./828-889m.) Te'vîlu Muhtelifi'l-Hadis'i de ilk yazılanlar arasında yer alır. Kendisi hadisçi olmadığı için eseri bazı tenkitlerden azâde bulunmamıştır. Dilimize tercüme edilmiştir.

3- Ebu Yahya Zekeriyya es-Sâcî'nin (V. 307/919) (eseri hacimlicedir).

4- Ebu Ca'fer Muhammed İbnu Cerir et-Taberî (V.301/913).

5- Ebu Ca'fer Ahmed İbnu Muhammed İbni Selâme et Tahâvî (235-321h./849-933m.). Kitabın adı: Müşkilü'l-Asâr'dır, matbudur.

6- Osman İbnu Saîd ed-Dârimî (V.280/893).[12]

HADİS LİTERATÜRÜ

HADİS USULÜ

A. Mütekaddimun Dönemi Eserleri

Konular bab ve nevilerine göre geğerlendirilir. Konular senedli bilgilerle işlenir. Usul konularının tamamını kapsamamaktadır. 

1)      Ramehurmuzi (360) – el-Muhaddisu'l-Fasıl

2)      el- Hakim en-Neysaburi (405) – Marifeu Ulumu'l- Hadis

3)      el-Hatîb el-Bağdadi (463) – el-Kifaye

B. Müteahhirun Dönemi Eserleri

 Konular modern tarzda ele alınır, senede yer verilmeden işlenir. Konuların münakaşası yapılır. Gelişmeler takip edilir. En son yapılan çalışmalar en çaplı çalışmalardır. 

1)      İbnu's-Salah (643)  - Ulumu'l-Hadis (el-Mukaddime)

Muhtasar ve Şerhler:

a) İmam en-Nevevi (576) – et-Takrib

Şerh: es-Suyuti (911) – Tedribu'r-Ravi

b) İbn Kesir (744) – İhtisaru Ulumu'l-Hadis

Şerh: Ahmet Muhammed Şakir (1958) – Bâisu'l-Hasis

c) İbn Hacer el-Askalan (852) – Nuhbetu'l-Fiker

Şerh: İbn Hacer el-Askalan (852) – Nüzhetü'n-Nazar

HADİS RİVAYET MAHSULLERİ

Kütüb-ü Tis’a diye bilinen eserler:

1)      Buhârî (256/870) -  el-Câmî’( es-Sahîh)

Şerhleri:

a- İbn Hacer  (852/1448) – Fethu’l-Bârî

b- Aynî (855/1451) – Umdetü’l-Kârî

c- Kastallânî (923/1517) – İrşâdü’s-Sârî

 

2) Müslim (261/874) – el-Câmî’ (es-Sahîh)

Şerhleri:

a- Kâdî Iyâz(544/1149) -  İkmâlü’l-Mu’lim

b- Nevevî (676/1277) -  el-Minhâc (Şerhu Müslim)

3) Tirmizî (279/892) -  el-Câmî (es-Sünen)

Şerhleri:

a-Ebû Bekr İbnü’l-Arabî (543/1148) – Ârizatü’l-Ahvezî

b-Mübârekfûrî (1353/1934) – Tuhfetü’l-Ahvezî

 

4) Ebû Dâvûd (275/888) – Sünen

Şerhleri:

a) Şemsü’l-hak Azîmâbâdî (1329/1911) – Avnu’l-Ma’bûd

b)Seheranfûrî (1346/1927) – Bezlü’l-mechûd

5)   İbn Mâce (273/886) – Sünen

6) Nesâî  (303/915) – Sünen

(Bu altı kitap kütüb-i sitte diye bilinir.)

 

7) Ahmed b. Hanbel’in (241/855) – Müsned

Müsnedler içinde üzerinde şerh çalışması yapılan eser ise sadece bu müsneddir. Ahmet el-Bennâ es-Sâatî (1378/1958) müsnedi önce Fethu’r-rabbânî adlı eserinde hadisleri konu başlıkları altında tertip etmiş, daha sonra bu eseri Bülûğu’l-emânî isimli eseriyle şerh etmiştir

8) İmam Mâlik  (179/795)  -  Muvatta

Şerhleri:

a)İbn Abdi’l-Berr (463/1071) – el-İstizkâr / et-Temhîd

b)Zürkânî (1112/1710) – Ebhecü’l-Mesâlik (Şerhu’l-Muvatta’)

9) Dârimî (255/868) – Sünen

Hadisin Ravisine Göre Yazılmış Eserler (Ale’r-Rical Sistemli Eserler)

Müsnedler

Hadislerin ilgili oldukları konular dikkate alınmadan sahabe isimlerine göre tasnif edilen eserlerdir.

1)       Ebû Dâvûd et-Tayâlisî (204/819) – Müsned

2)       Humeydî (219/834) – Müsned

3)       Ahmed b. Hanbel’in (241/855) – Müsned

Bu Müsned’in Ahmed Muhammed Şâkir ve Hamza ez-Zeyn’in 18+2=20 ciltlik tahkikli nüshası tavsiye olunur. Ayrıca mevzû olduğu iddia edilen 24 hadisin değerlendirilmesi için de İbn Hacer’in el-Kavlü’l-müsedded isimli eserine müracaat edilmesi gerekir. Bu.

4)       Bezzâr (292/905) - Müsned

5)       Ebû Ya’lâ (307/919) – Müsned

Mu’cemler

Hadislerin sahabe, hocalar ya da belde isimlerine göre tertip edildiği eserlerdir.

1)       Taberânî (360/971) – el-Mu’cemü’l-Kebîr

Bu eserde Ebû Hureyre’nin hadislerine yer vermemiştir. Çünkü Ebû Hureyre’nin hadislerini müstakil bir eserde toplamıştır.

2)       Taberânî (360/971) – el-Mu’cemü’l-Evsat

Bu eser şeyhlerin isimlerine göre tertip edilmiştir.

3)       Taberânî (360/971) -  el-Mu’cemü’s-Sağîr

1000 şeyhinden birer hadis alarak tertip etmiştir.

Etraflar ve Fihristler

Hadisin belli bir bölümünü ya da başını esas alıp asıl kaynaklara gönderme yapan eserlerdir. 

1)       Concordance (el-Mu’cemü’l-müfehres)

Kütüb-ü sitte haricinde Dârîmî’nin Sünen’i, Mâlik’in Muvatta’ı ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inin fihristidir. Müslim’in Sahîh’i ve Mâlik’in Muvatta’ında bölüm adı ve hadis numarası; Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde cilt ve sayfa numarası; diğerlerinde ise bölüm adı ve bâb numarası verilmiştir. Hadis aramak için en nâdir kelimeyi seçmek ve o kelimenin başlığı altında aranılan hadisin bir parçasını bulmak gerekir. 8. Cilt sadece özel isimlere ayrılmıştır.

2)       İbn Besyûnî Zağlül - el-Mevsûatü Etrâfi’l-Hadis

Bu eser 150 hadis kaynağının fihristidir. Hadisin baş tarafından bir parça veya önemli bir bölümünü alfabetik olarak sıralamış, aslî kaynaklarına rumuz, cilt ve sayfa numaralarıyla işaret etmiştir. 1.ciltte rumuzların açılımı ve bu eserlerin baskı yer ve zamanı belirtilmiştir. Özellikle bu hususa dikkat edilmesi gerekir. Ayrıca, bazen hadisin bir parçası birkaç yerde tekrar edildiği için bulunan ilk kaynak ile yetinilmemelidir.   

Hadisin Konusuna Göre Yazılmış Eserler (Ale’l-Ebvâb Sistemli Eserler)

Camiler:

Dinin bütün konularını ihtiva eden hadis kaynaklarıdır.

2)      Ma’mer b.Râşid’in (152/769) -  el-Câmî

3)      Buhârî (256/870) -  el-Câmî’( es-Sahîh)

Şerhleri:

a- İbn Hacer  (852/1448) – Fethu’l-Bârî

b- Aynî (855/1451) – Umdetü’l-Kârî

c- Kastallânî (923/1517) – İrşâdü’s-Sârî

 

3)       Müslim (261/874) – el-Câmî’ (es-Sahîh)

Şerhleri:

a- Kâdî Iyâz(544/1149) -  İkmâlü’l-Mu’lim

b- Nevevî (676/1277) -  el-Minhâc (Şerhu Müslim)

4)       Tirmizî (279/892) -  el-Câmî (es-Sünen)

Şerhleri:

a-Ebû Bekr İbnü’l-Arabî (543/1148) – Ârizatü’l-Ahvezî

b-Mübârekfûrî (1353/1934) – Tuhfetü’l-Ahvezî

 

*      Buhari ve Müslim Dışında Sahih Adıyla Yazılan Eserler:

a- İbnü’l-Cârûd (306/918) – Sahîh (el-Müntekâ)

b- İbn Huzeyme (311/923) – Sahîh

c- İbnü’s-Seken (353/964) – Sahîh

d- İbn Hıbbân el-Büstî (354/965) – Sahîh (et-Tekâsîm ve’l-Envâ’)

Sünenler:

Bütün fıkhî konulara dair merfû hadisleri ihtivâ eden eserlerdir.

1)       Evzâî (159/775) – Sünen

2)       Şâfiî (204/819) – Sünen

3)       Saîd b. Mansûr (227/842) – Sünen

4)       Dârimî (255/868) – Sünen

5)       İbn Mâce (273/886) – Sünen

6)       Ebû Dâvûd (275/888) – Sünen

Şerhleri:

a) Şemsü’l-hak Azîmâbâdî (1329/1911) – Avnu’l-Ma’bûd

b)Seheranfûrî (1346/1927) – Bezlü’l-mechûd

7)       Tirmizî (279/892) – Sünen

8)       Dârekutnî (385/995) – Sünen

9)       Nesâî  (303/915) – Sünen

10)   Beyhakî (458/1066) - es-Sünenü’l-Kübrâ  (Kitâbü Süneni’l-Kebîr)

Musannefler:

Bütün fıkhî konulara âit merfû, mevkûf ve maktû’ hadisleri içeren hadis kitaplarıdır.

1)       İmam Mâlik  (179/795)  -  Muvatta

Şerhleri:

a)İbn Abdi’l-Berr (463/1071) – el-İstizkâr / et-Temhîd

b)Zürkânî (1112/1710) – Ebhecü’l-Mesâlik (Şerhu’l-Muvatta’)

2)       Abdürrezzâk (211/827) – Musannef

3)       İbn Ebî Şeybe (235/849) – Musannef

Müstedrekler:

Bir musannifin şartlarına (râvîlerine) uygun olmasına rağmen, herhangi bir sebeple eserinde yer almamış olan hadislerin bir başkası tarafından toplanmasıdır.

1)       İbnü’ş-Şarkî  (325/937) Sahîh

2)       Dârekutnî (385/995) – İlzâmât

3)       Hâkim en-Neysâbûrî (405/1014) - el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn

Müstahrecler:

Herhangi bir eserdeki hadislerin başka senedlerle toplandığı hadis kitaplarına verilen isimdir.

1)       İsmâilî  (371/981) – Müstahrec

Sadece Buhari üzerine yapılan bir mustahreçtir.

2)       Ebû Avâne (316/928) – Müstahrec

Sadece Müslim üzerine yapılan bir mustahreçtir.

3)       Ebû Nuaym el-Isfahânî (430/1039) – Müstahrec

Hem Buhari hem de Müslim üzerine yapılan bir mustahreçtir.

Zevaidler:

Bir hadis eserinin bir başka hadis kitap(lar)ıyla karşılaştırılıp birincinin ikinciden fazla olarak içerdiği hadislerin bir araya getirilmesi sonucu ortaya çıkan eserlerdir.

1)       Heysemî  (807/1404) – Mecmeu’z-Zevâid

Bezzâr, Ebû Ya’lâ ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’leri ile Taberânî’nin üç Mu’cemi’nin, Kütüb-ü sitteye (Buhârî ve Müslim’in sahihleriyle, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce’nin Sünen’lerine) zevâididir. Heysemî’nin hadisler hakkında yaptığı değerlendirme mutlaka hadis tahricinde belirtilmelidir.

2)       Bûsırî  (840/1436) – Misbâhu’z-zücâce fî zevâidi İbn Mâce

İbn Mâce’nin Sünen’inin kütüb-ü sittenin diğer beş eserine yapılan zevâiddir.

Belli Konulara Âit (Fıkıh Ve Âdâp vb.) Hadis Kitapları:

Kudsi Hadisleri Derleyen Eserler

1)       Ali el-Kârî (1014/1605) – el-Ehâdîsü’l-Kudsiyye

2)       Münâvî (1031/1622) – İthâfâtü’s-Seniyye

Fıkhî Hadisleri Derleyen Eserler

1)       İbn Teymiye (728/1328) – el-Müntekâ

Şerh: Şevkânî (1255/1839) – Neylü’l-Evtâr

2)       İbn Hacer (852/1448) – Bulûğu’l-Merâm

Şerh: San’ânî (1182/1768) – Sübülü’s-Selâm

Ahlâkî ve Tasavvufî Derleyen Eserler

1)       Münzirî (656/1258) – et-Terğîb ve’t-Terhîb

2)       Nevevî (676/1277) – Riyâzu’s-Sâlihîn ve el-Ezkâr

Sened ve Metin Tenkidi Acisindan Yazilmis Eserler

Sahâbeden Bahseden Eserler

1)       İbn Abdi’l-Berr (463/1071) – el-İstîâb

2)       İbn Hacer – el-İsâbe

Sika Râvîlerden Bahseden Eserler

1)       Iclî (261/875) – es-Sikât

2)       İbn Hıbbân (354/965) – es-Sikât

Zayıf Râvîlerden Bahseden Eserler

1)       Buhârî – ed-Duafâü’l-Kebir’i ve ed-Duafâü’s-Sağîr

2)       Nesâî – ed-Duafâ ve’l-Metrûkûn

3)       Ukaylî (323/935) – ed-Duafâ

Sika-Zayıf Ayrımı Yapmaksızın Râvîlerden Bahseden Eserler

1)       Buhârî – et-Târîhu’l-Kebîr

2)       İbn Ebî Hâtim er-Râzî (327/938) – el-Cerh ve’t-Ta’dîl

3)       Mizzî (742/1341) – Tehzîbü’l-Kemâl

Mizzî’nin eseri üzerinde Zehebî (748/1347) Tezhîbü’t-Tehzîb; İbn Hacer (852/1448) ise Tehzîbü’t-Tehzîb eseriyle ihtisar yapmışlardır. Daha sonra Zehebî el-Kâşif; İbn Hacer ise et-Takrîb isimli eserleriyle bu çalışmalarını özetlemişlerdir. Ayrıca Zehebî’nin Tezhîb’i üzerinde Safıyyüddîn el-Hazrecî’nin (923/1518) Hulâsatu Tezhîbi’t-Tehzîb isimli bir muhtasarı vardır.

Hadislerin İlletli ve İhtilaflı Olma Durumlarından Bahseden Eserler

1)       Ahmed b. Hanbel (241/855) – I’lel

2)       Tirmizî (279/892) – I’lel

3)       Dârekutnî (385/995) – I’lel

Zayıf ve Mevzu Hadisleri İçeren Eserler

1)       İbnü’l-Cevzî (597/1505) – el-Mevzûât

2)       Sâğânî (650/1252) – el-Mevzûât (er-Risâle fî Ehâdîsi’l-Mevzûa)

3)       Suyûtî (911/1505) – el-Leâliu’l-masnûa

Ceşitli Hadis Kitapları

Hadisleri Bir Arada Toplamaya Çalışan Eserler

1)       İbnü’l-Esîr el-Cezerî (606/1209) Câmiu’l-Usûl

Kütüb-ü sitteyi derlemiştir. Bu eseri İbnü’d-Deyba’ (944/1537) Teysîru’l-vüsûl adlı eseriyle özetlemiştir. İbrahim Canan’ın terceme ve şerh ettiği eser de bu özettir.

2)       Ali el-Muttakî (975/1567) Kenzu’l-Ummâl

Kendi eserini üçte birini (15000 hadisi) hazfederek özetlemiş, Müntehâbu Kenzi’l-Ummâl’i kaleme almıştır.

3)       Rûdânî’nin (1094/1683) Cem’ul-Fevâid min Câmiı’l-Usûl ve Mecmeı’z-Zevâid

Hadis Metninin İlk Harfine Göre Yazılmış Eserler

1)       Suyûtî’nin (911/1505) el-Câmiu’s-sağîr

Hadisin değerlendirmesi için vermiş olduğu, hadisin sahih, hasen ve zayıf olduğuna dâir verdiği rumuzlara itimat edilmemelidir. Hadisin tenkid ve şerhi için Münâvî’nin (1032/1623) Feyzu’l-kadîr isimli şerhinden faydalanılmalıdır. Münâvî bu eser için et-Teysîr isimli ayrı bir şerh yazmıştır. Ğumârî (1380/1958) de Münâvî’nin bu iki şerhi ile Suyûtî’nin eserindeki illetleri gösteren el-Müdâvî isimli bir eser te’lif etmiştir.

2)       Suyûtî  -  el-Câmiu’l-Kebîr

Bu eserde 55000 civarında her türden hadis bulunmaktadır.

3)       Gümüşhânevî (1311/1893) Râmûzu’l-Ehâdîs

Hadislerin tenkid, tahriç ve şerhi için öncelikle yine kendi şerhi olan Levâmiu’l-ukûl’a bakılması gerekir.

Halk Dilinde Meşhur Olan Hadisleri Derleyen Eserler

1)       Zerkeşî (794/1392) – et-Tezkira

2)       İbn Hacer (852/1448) – el-Leâliü’l-Mensûra

3)       Sehâvî (902/1496) – el-Makâsıdu’l-Hasene

4)       Aclûnî (1162/1749) – Keşfü’l-hafâ

Garîbu’l-Hadis (Hadis Lugatleri)

1)    Zemahşerî (538/1143) el-Fâik

2)    İbnü’l-Esîr el-Cezerî (606/1209) en-Nihâye

Tahric Edebiyatı

Tefsir Kitaplarına Yapılan Tahricler:

1)       Zeylaî (762/1361) Tahrîcü ehâdîsi’l-Keşşâf

Zemahşerî’nin (538/1143) Keşşâf’ının hadislerinin tahricidir.

2)       Münâvî (1031/1622) – Tuhfetü’r-Râvî / el-Fethu’s-Semâvî

Beyzâvî’nin (685/1286) Tefsirinin hadislerinin tahricidir.

Fıkıh kitaplarına yazılan tahriçler:

3)       Zeylaî – Nasbu’r-Râye / İbn Hacer – ed-Dirâye

Merğınânî’nin (593/1197) Hidâye’sinin tahriçleridir.

4)       İbn Kutluboğa (879/1474) et-Ta’rîf

Mevsılî’nin (683/1284) İhtiyâr’ının tahricidir.

Âdâp, tasavvuf ve duâ kitaplarına yazılan tahriçler:

5)       Irâkî (806/1403) el-Muğnî

Ğazzâlî’nin İhyâ’sının tahricidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HADİS USÛLÜ ŞEMALARI


 

Hadis Rivayet Mahsülleri

 

Metin Kutusu: Müstahrec: Bir eserdeki hadislerin başka bir senetle toplanmasıdır.

Metin Kutusu: Müstedrek: Bir müsannifin şartlarına uyduğu halde eserine almasığı hadislerin toplanmasıdır.

Metin Kutusu: es-Sahifetu’s-Sadıka  - Abdullah b. Amr b. As
es-Sahifetu’s-Sahiha  -  Hemmam b. Nünebbih

Yuvarlatılmış Dikdörtgen:  Abdurrezzak b. Hemmam
  İbn. Ebi Şeybe

Yuvarlatılmış Dikdörtgen:   Zehâiru’l-Mevâris - Nablusi

Metin Kutusu: Mu’cem (Senedin ibtidası)

Metin Kutusu: Kenzu’l-Ummal - Ali el-Muttaki  
Câmiu’l-Usul  -  Cezerî

Yuvarlatılmış Dikdörtgen: es-Sağîr
el-Evsat
el-Mu’cem
el-Kebîr

Yuvarlatılmış Dikdörtgen:    Ebu Davud,  İbn Mace
   Tirmizi,   NesaÎ

Yuvarlatılmış Dikdörtgen:    Buhari, Müslim, Tirmizi

Metin Kutusu: Cami’ (Dinin bütün konuları ile ilgili hadisleri ihtiva eder)

Metin Kutusu: Sünen (Merfu nitelikli ahkam hadisleri fıkıh kitapları tertibi ile ihtiva eder.)

 

 

 

Metin Kutusu: Musannef (Merfu,mefkûf ve maktu‘ nitelikli ahkam hadisleri fıkıh kitapları tertibi ile ihtiva eder.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yuvarlatılmış Dikdörtgen:   Ahmed b. Hanbel
  Tayalisi

Metin Kutusu: Müsned (Senedin Müntehası)

Metin Kutusu: Etraf (Senedin müntehası sonra ibtidası)

Tasnif Devri Öncesi Rivayet Mahsülleri

 

Tasnif Devri Rivayet Mahsülleri

 

Metin Kutusu: Cem‘u’l-Cevâmi‘  -  Suyûti
El-Camiu’Sagîr  -  Suyûti

Bölümü Alfabetik

 

Metni Alfabetik

 

Metin Kutusu: Nevevi 
Abdullah b. el-Mübarek

Metin Kutusu: Belli sayıdaki hadisler
Bir hadisin değişik senedleri
Bir konudaki hadisler
Bir ravinin hadisleri

Cüz

 

Erbaûn

 

Sahife

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                                                                                     

 

 

Ale’r-Rical Sistemli Mahsüller

(Ravi ismine göre yapılmış tasnifler)

 

Ale’l-Ebvâb Sistemli Mahsüller

(Konu sistemine göre yapılmış tasnifler)

 

Ale’l-Ahruf Sistemli Mahsüller

(Harf sistemine göre yapılmış tasnifler)

 

Ravi ile İlgili Konuların Genel Şeması

 

Ravi

 

Râvilerin Tanıtımı

 

Râvilerin Tenkidi

 

Vasıfları

 

Tabakaları

 

Adalet

 

Zabt

 

Cerh ve Ta’dil

(Ta’n Noktaları)

 

 

Cerh ve Ta’dil Sonuçları

 

Adalete Yönelik

 

Zabta Yönelik

 

Ma’ruf

 

Mechul

Metin Kutusu: Mechulu’l-Hal (Mestur): Durumuyla ilgili bilinmezlik olan raviMetin Kutusu: Mechulu’l-Ayn: Zatıyla ilgili bilinmezlik olan raviMetin Kutusu: Muaddel: Ta’dil, tezkiye edlimiş raviMetin Kutusu: Suu’l-Hıfz: Ravinin hafızasının pek parlak olmaması, unutkanlık olmasıMetin Kutusu: Muhaleftu’s-Sikat: Zayıf bir ravinin sika bir raviye muhalif rivayette bulunmasıMetin Kutusu: Vehm: Ravinin, senet, metin hatta cerh ta’dilde doğru sanarak hatalar yapması Metin Kutusu: Fartu’l-Gafle: Ravinin aşırı gafil ve kapılgan omasıMetin Kutusu: Kesretu’l-Galat: Ravinin rivayette çok yanlış yapması Metin Kutusu: Cehaletu’r-Ravi: Ravinin zatının ya da durumunun bilinmemesidirMetin Kutusu: Bidatu’r-Ravi: Ravinin bid’at ehlinden olmasıMetin Kutusu: Fısku’r-Ravi : Ravinin günahkarlığı, İslam’ın emir ve yasaklarına uymamasıMetin Kutusu: İttihamur-Rabi bi’l-Kizb: Yalancılıkla itham edilme, günlük hayatta yalan söylemeMetin Kutusu: Kizbu’r-Ravi: Ravinin hadis ilminde yalancılığıMetin Kutusu: Etbau’t-TabiinMetin Kutusu: TabiinMetin Kutusu: SahabeMetin Kutusu: Akıllı olmakMetin Kutusu: Buluğa ermiş olmakMetin Kutusu: Müslüman olmakMetin Kutusu: Mecruh: Cerhedilmiş raviMetin Kutusu: Takva sahibi olmakMetin Kutusu: Hıfz, hadis hafızadan ise ezberlemiş olmakMetin Kutusu: Teyakkuz, uyanık olmak, dalgın olmamakMetin Kutusu: Zabt, hadis kitaptan ise kitabı iyi korumuş olmakMetin Kutusu: İlim, mana rivayetinde manayı bozacak şeyleri bilmekMetin Kutusu: Muruetli, vakur olmak 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


                                                     

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Maktu‘ Hadis

 

Sıhhat ve Hüküm Açısından Hadisler

 

Sahih

 

Hasen

 

Zayıf

 

Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl bir senedle rivayet ettikleri şaaz ve muallel olmaya hadistir.

 

Zabtı biraz zayıf olan ravilerin muttasıl bir senedle rivayet ettikleri şaaz ve muallel olmaya hadistir.

 

Sahih ve hasen hadisin şartlarından birini veya bir kaçını taşımamakla beraber mevzu (uydurma) olduğu da söylenemeyen hadislerdir.

 

Sahih li Zatihi:

Hadisin bütün sıhhat şartlarını en üst seviyede taşıyan hadislerdir.

 

Sahih li Gayrihi:

Hadisin sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamakla beraber kendisini sahih derecesine  yükseltecek başka bir desek (Âdıd) rivayet bulunan hadislerdir.

 

Hasen li Zatihi:

Hasen hadisin şartlarını bizzat taşıyan hadistir.

 

Hasen li Gayrihi:

Hasen seviyesinde olmamakla beraber başka bir rivayet(Âdıd) vesilesiyle hasen seviyesine yükselen hadislerdir.

 

Senetteki Kopukluk Nedeniyle Zayıf Hadis

 

Ravide Cerhi Gerektiren Bir durum Nedeniye Zayıf Hadis

 

Mürsel: Tabinin sahabeyi atlayarak Hz Peygambere izafe ettiği hadistir.

 

Munkatı‘: Senedinde ortasında peş peşe olmayarak bir veya birkaç râvi düşürülmüş, atlanmış, yahut müphem olarak zikredilmiş olan hadistir.

 

Mu’dal: Senedinde peş peşe iki veya daha fazla ravi atlanmış, ismi zikredilmemiş olan hadistir.

 

Muallak: Senedinin başından bir veya birkaç ravi ya da müntehasına kadar tümüyle senedin hazfolduğu hadislerdir.  Muallak hadis “falan dedi “ şeklinde cezm sigalarıyla ravayet edilir.

 

Müdelles:

a- Bir râvinin mülâki olduğu şeyhten işitmeden, yahut ta muasırı olmakla beraber mülâki olmadığı şeyhten işitmiş gibi rivâyet ettiği hadislerdir.

b- Râvisi tarafından bir kusuru gizlenerek söz konusu kusurun bulunmadığını vehmettirecek bir şekilde rivâyet edilmiş hadislerdir.

 

Müen’en: Müdellis bir râvinin senedinde (أن ) veya (ان ) kelimeleri kullanılarak rivayet ettiği hadistir.

 

Muan’an: Müdellis bir râvinin hangi yolla (kıraat ile mi, sema ile mi) aldığını belirtmeden ( عن فلان ) diye naklettiği hadislerdir.

 

Mübhem: Senedi veya metninde adı zikredilmeyen kadın ve erkek birisinin (رجل – امرأة - أعرابيّ) gibi umûmî lafızla ifade edilmesiyle nakledilen hadislerdir.

 

Mevzu’: Hz. Paygamber adına yalan uydurmakla (kizb) cerhedilmiş ravinin rivayetine denir.

 

Metruk: Yalancılıkla itham edilmiş ravinin rivayetinde yalnız kaldığı (teferrüd ettiği) hadise denir.

 

Münker: Zayıf bir ravinin güvenilir bir raviye muhalif olarak rivayette bulunmasıdır.

Münkerin zıddı “ma’ruf”tur.

 

Muallel(Ma’lul): Görünürde sahih olmakla bereber, bu sıhhati yok edecek gizli bir illet taşıyan hadislerdir.

 

Müdrec: Sened veya metnine, aslında olmayan bir şey ilave edilmiş olan hadislerdir.

 

Maklub: Senedinde, bir veya birkaç ravinin isim veya nesepleri; metninde bazı kelimeler veya cümleleri, bilerek veya bilmeyerek değiştirilmiş hadislerdir.

 

Muzdarip: Ravi veya ravilerin birbirlerine muhalif olarak rivayet ettikleri ve aralarında tercih imkanı bulunmayan hadislerdir.

 

Şâz: Sika bir ravinin, kendinden daha sika birine zıt olarak rivayet ettiği hadistir.

 Şâz hadisin zıddı “Mahfuz”dur.

 

Musahhaf: Kelimenin yazılışı (hattı) bozulmaksızın nokta ve harekenin değişmesiye sika ravilere muhalif olmaktır.

 

Muharref: İçinde hareke ve harf hatası yapılmış olan hadislerdir.

 

 

İtibar (Birbirini Destekleme) Açısından Hadisler

 

Adıdı (Destekçisi) Bulunalar:

1. Mütabi: Lafızları aynı ya da benzer olan bir iki hadisin aynı sahabide birleşmek üzere, senedin bir yerinde, başka bir ravi tarafından rivayet edilmesidir.

2. Şahit: Lafızları aynı ya da benzer iki hadisin sahabelerinin farklı olmasıdır. Birbirinin şahidi olan iki hadis arasında mutabata bakılmaz.

 

- Şedidu’d-daaf seviyesindeki bir hadi âdıdla bir üst seviyeye çıkamaz, kendisi âdıd olamaz.

 - Yesiru’d-daaf seviyesinde bir hadisin hasen li gayrihi seviyesine çıkması için zayıf,  hasen veya sahih âdıdlerden bir tane gerekmektedir.

- Hasen bir hadisin sahih li gayirihi seviyesine yükselebilmesi için iki zayıf ya da bir hasen veya sahih âdıd gerekmektedir.

 

 

 

 

 

 

Ravi Sayıları Bakımından Hadisler

 

Mütevatir:

Aklın ve âdetin “yalan söylemek” üzere birleşmelerini imkânsız gördüğü çok sayıda (en az on kişilik) bir topluluğun, senedin başından sonuna kadar, yine kendileri gibi topluluktan görerek veya işiterek ittifakla rivâyet ettikleri hadistir.

 

Meşhur(Müstefiz)

 

Ahad (Haber-i Vahid):

Tevatür derecesine ulaşmayan kişilerin rivâyet ettiği hadislerdir.

 

Aziz

 

Garib (Ferd)

 

Lafzi:

Tüm rivayetlerinde lafızları aynı olan mütevatir hadisler.

Sayıları çok azdır. Örn: “Kim bile bile bana isnat ederek yalan uydurursa…” hadisi.

 

Manevi:

Aralarında ortak nokta bulunan değişik hükümlerin tevatür şartlarını taşıyan raviler tarafından nakledilmesiyle oraya çıkan ortak manaya denir.

Örn: 100 kadar sahabi peygamberimizin (s.a.) dua ederken elerini kaldırdığını ifade etmiştir. Buradaki mütevatir mana dua ederken ellerin kaldırılmasıdır.

 

Mütevatir Hadisin Hükmü:

- Zaruri olarak kesin bilgi ifade eder.

- Mütevatir hadisle amel etmek vaciptir.

- Hadis Usulü kaidelerine göre tetkik ve tenkide tabi değildir.

- Senedin herhangi bir yerinde tevatür şartını yitirmiş hadisler daha sonra tekrar tevatür derecesine ulaşsa bile mütevatir olarak kabul edilmezler. 

 

Her tabakada en az üç kişinin rivâyet ettiği, veya en az üç farklı senedle rivâyet edilmiş hadistir..

 

Baştan sona kadar her tabakada râvileri ikiden az olmayan hadistir.

 

“Her hangi bir tabakasında râvi sayısı bir’e inen hadistir.”

Tabakalardaki Ravi Saysına Göre

 

Senetlerdeki Ravi Saysına Göre

 

Âli İsnad:

Râvi ile veya muhaddisle peygamber arasında vasıtası az olan isnaddır.

 

Nâzil İsnad:

Râvi ile veya muhaddisle peygamber arasında vasıtası çok olan isnaddır.

 

 

Senetlerine Göre Meşhur Hadis

Şöhret Bulduğu Yere Göre Meşhur Hadis

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynağı (Müntehası) Bakımından Hadisler

 

Kudsi

 

Nebevi

 

Mânâsı Allah'a, lâfızları Hz. Peygamber'e âit olan hadislere kudsi hadis denir.

"İlâhî hadis" ve "Rabbânî hadis" diye de adlandırılan kudsî hadis: Hz. Peygamber'in, anlam bakımından Allah'a dayandırdığı, başka bir deyişle O'ndan nakiller yaparak söylediği sözdür.

 

Mânâ ve lâfzı Hz. Peygamber'e âit olan hadislere de nebevî hadis denir.

 

Söz, fiil, takrir, fıtri veya ahlaki vasıf olarak, -senedi muttasıl veya munkat’ olsun- açıkça veya dolaylı bir şekilde (hükmen) Hz. Peygambere nisbet olunan hadise "merfû hadis" denir.

 

Rivâyet edilen söz, fiil veya takrir'in kaynağı sahâbî ise (rivayet munkatı veya muttasıl olsun) buna mevkuf hadîs denir.

Rivâyet edilen söz, fiil veya takrir'in kaynağı sahâbî ise (rivayet munkatı veya muttasıl olsun) buna mevkuf hadîs denir.

 

Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'e ait rivâyetlere verilen addır. Bunlar da söz, fiil veya takrîr olabilir.

 

Merfu Hadis

 

Mevkuf Hadis

 

Maktu‘ Hadis

 

Sarahaten (Açık) Merfu:

Açık bir şekilde Hz. Muhammed’e (s.a.) izafe edilen söz, fiil ve tatrirlerdir.

 

 Hükmen Merfu:

Bir sahabinin, şahsi görüş ve kanaatine dayanması mümkün olmayan konularda verdiği haberlerdir.

 

Kavli

 

Fiili

 

Takriri

 

 

 

 

 

 

Kavli

 

Fiili

 

Takriri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Metin Kutusu: Ferdi Mutlak:
Sahabeden tek râvinin rivâyet ettiği garip hadistir.
Metin Kutusu: Ferd-i Nisbî:
Tabiinden sonraki her hangi birinden nakledilen, râvi sayısın bire indiği hadistir. Bazen de beldelere göre Nisbi olur.
Metin Kutusu: Sahih-MeşhurMetin Kutusu: Hasen-MeşhurMetin Kutusu: Zayıf-MeşhurMetin Kutusu: Hadisçiler nezdindeMetin Kutusu: Hadisçiler, ulema, halk nezdindeMetin Kutusu: Fakihler nezdindeMetin Kutusu: Usulcüler nezdindeMetin Kutusu: Halk nezdinde

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


                                                                                                                                                                                


USÛLÜ’T-TAHRÎC

 

Tahriç: Sözü, en son söyleyenden (hocadan) ilk söyleyene ulaştırmaktır.(mütekaddimunun tarifi). Sözü, derecesini, hükmünü beyan ederek asli hadis kitaplarında tahricini yapana nisbet etmektir.(müteehhirunun tarifi)

Tahriç ıstılahları ile maksat hadisin merfu, mevkuf veya mürsel mi olduğunu veya hadisin nasıl ulaştığını bilmektir.

Sadece metin yönünden hadisin tahrici yapılırken şu ıstılahlar kullanılır:

A)Araştırdığımız hadis kaynaktaki ile bire bir aynı ise(   مثله/ بلفظه/ به )

B) Aradığımız hadis kaynaktaki ile aynı fakat takdim-tehir varsa(بلفظه مع تقديم و تاخير  )        C) (Benzeri lafız) Kaynakta bulduğumuz hadisle çoğunlukla örtüşüyorsa az bir farklılık varsa(       بلفظ مقارب او نحوه ),

D) (Aynı manada)  Lafız yönünden tamamen farklı mana bakımından aynı manada ise   (                 بمعناه ),

E) Bir kısmı mevcutsa bir kısmı yoksa(                        ببعضه / بعضه ),

F) Ziyade ile birlikte lafız aynı fakat bu ziyadenin başta, ortada, sonda oluşu ziyadeye göre belirtilmişse  وصطه اخره بلفظه مع زيادةl  في اوله

G) Metnin ortasındaysa,في اثناء الحديث

H) Hadisin metni kaynakta dağıtılmış haldeyse,اخرجه مفرقا

I) Birleştirilmiş haldeyse,اخرجه ملفقا gibi ifadeler kullanılır.

MASADIR-I ASLİYYE:   Musannifin hadisleri senedli derlediği eserlerdir. Bazıları:

(36 tane sayılmış kitapta, ben hadis literatüründe geçebilecekleri yazmadım)

Ebu Hanife’nin (ö.150)Müsnedi; Şafi’nin (ö.204)Müsnedi ve Süneni; İbn Sa’d’ın (ö.230) Tabakatı; Ahmed b. Hanbel’in (ö.241) Zühdü ve Fezailül Ashabı; Taberani’nin (ö.369) Mu’cemü’l-Kebir, Evsat ve Sağir’i; Hatıp El-Bağdadi (ö463), Tarih-i Bağdat; İbn Asakirin (ö.571) Tarihi Dımeşki…..

MASADIR-I ĞAYR-I ASLİYYE: Senedsiz olarak yazılan hadis kitaplarıdır. Nevevi’nin Riyazüs-Salihin, İbn Hacer’in Büluğu’l- Meram gibi

Bazı Tahriç Kitapları:

Fıkıhla ilgili olanlar: Hidaye (Mergınani (ö.593) için Zeylainin Nasbü’r-raye’si; İhtiyar (Mevsıli, ö.683)için ibn Kutluboğa(ö.879)nın Et-Tarifi gibi

Tefsirle ilgili Keşşaf üzerine hadislerle ilgili, Zeylai, ö.762, Tahric-ü Ehadisi’l-Keşşaf

 

TAHRİÇTE TAKİP EDİLEN YOLLAR:

Bir Söz Araştırıyoruz. Bu sözü eğer metninden hareketle araştıracaksak iki durum söz konusudur; ya hadistir ya da hadis olup olmadığı belli değildir.

I- HADİS İSE; dört yönden hareket edilir:

(1) Metin biliniyorsa; ya herhangi kelimesinden ya da ilk kelimesinden araştırırız.

1.YOL: Metnin herhangi kelimesi bilinirse hadis metninin herhangi bir yerinde bulunan ve kullanımı yaygın olmayan ğarip bir kelimeden yola çıkarak hadis metnine ulaşmayı sağlayan eserlerden yararlanma. Örnek:

el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfazi’l-hadisi’n-nebevi (CONCORDANCE); İçerdiği kitaplar: Kütüb-i Sitte, Muvatta ve A. Hanbel’in Müsnedi

Ayrıca Cocordans’ta bölüm(kitap) adından sonra bab numarası verilenler: Buhari, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace, Nesai, Darimi’nin kitaplarıdır. Bölüm adından sonra hadis no’su verilen Müslimin Sahihi ve Malik’in Muvatta’ıdır. Cild ve sayfa verilen de A.Hanbelin Müsned’idir.

Metnin baş kısmı, ilk kelimesi bilinirse

2.YOL: a- Hadis metninin ilk lafzı esas alınan eserlerden yararlanma, genelde halk dilinde meşhur hadis kitaplarıdır. Bazı örnekler:

Sehavi ( ö.902) Makasıdü’l-Hasene, İbn Tulun, ö.953, Şezera; Acluni, ö.1162, Keşfü’l-Hafa,

b-İçindeki rivayetlerin alfabetik tarzda derlendiği eserler:

Özellikleri: Rivayetler çeşitli asli hadis kitaplarından alınmıştır. Senedler mahzuftur. Hadisle ilgili hükümler vardır. Eserler:

Süyuti, ö.911. el-Camius-Sağir ve Camiul-Kebiri; Gümüşhanevi, ö.1311, Ramuzül-Ehadis

c-Anahtar Nitelikli Kitaplar ve Fihristler: Bunlar son dönemde hazırlanmış, belli başlı hadis kitapları için tertip edilmiştir. Tokadinin Miftahus-sahihayn gibi

(2)Sahabi ismi biliniyorsa

3.YOL: Sahabi (ravi) ismine göre tertip edilmiş eserlerden yararlanma.

(bu eserler hadis literatüründe geçebilir diye tanımlara ve detaya yer verilmedi)

A – MÜSNEDLER (el-Mesanid) Tertiplerinde hece harfleri, islama giriş önceliği, kabilesi, beldesi vs göz önünde bulundurulmuştur. Örnekler:

a-Et-Tayalisi, ö.204; b- Humeydi,(ö.219); c- Ebu Ya’la,(ö.307); müsnedleri…

Hanbel’in Müsnedine yapılan tahkik ve tahriçler: Ahmed Muhammed Şakir ile Hamza Ahmed Zeyn Tahkiki (20 cilttir.) ve birde Şuayp Arnavut tahkik ve tahrici(50 cild)

B – MU’CEMLER (el-Meacim): Sahabeye veya hocalara ya da beldelere göre çoğunlukla alfabetik olan eserlerdir. Bazıları: Taberaninin Mucemleri (Kebir, evsat, sağir)

Not: M. Kebirdeki bir hadisin hükmünü Mecmau’z-Zevaid de (Heysemi) bulabiliriz.

C –ETRAF KİTAPLARI:  Fihrist kitaplarıdır. Hadisin bir bölümünü ya da baş kısmını esas alarak hazırlanmıştır. Genellikle Buhari ve Müslim ile Kütüb-i Sitte için yazılmıştır. Masadır-ı ğayrı asliyyedendir. Tertipler müsned tarzındadır.(sahabeye göre).İlk dönem sahabe ismi esas alınmış, sonraki dönemde hadisin ilk harfi esas alınmıştır sahabe ismi yer almamıştır. Örnekler:

1-İbn Beysuni Zağlül’ün Mevsua Etrafi-l-hadisi (150 kaynağın fihristidir. Asli kaynaklara rumuzlarla işaret eder. Hadis metnine göre alfabetiktir.)

2-Dımeşkinin Etrafüs-Sahihayn; 3-Mizzi,ö.741,Tuhfetül-Eşraf (kütüb-i sitte için), 4-Nablusi,(ö.1143), Zehairul-Mevaris’i ise kütübi sitte ve Muvatta içindir.

(3)Konusu biliniyorsa

 4.YOL: Konusuna göre tertip edilmiş eserlerden yararlanma,

Miftahu Künüzi’s-Sünne, Camiul Usul, Mecmau’z-Zevaid, et-Tac vb bakılır

a-Dinin bütün konularına göre düzenlenmiş olanlar:

1-CAMİLER (el-cevami): Buhari ve Müslim’in dışında Ma’mer b. Raşid’in, Tirmizi’nin, Abdürrezzak’ın, İbn Uyeyne’nin de cami’leri vardır.                                

2-Camiler üzerine yazılan MÜSTAHREÇLER: Yalnız Buhari için, İsamili, nin Müstahreci; yalnız Müslim için, el-İsferayaninin Müstahreci, her ikisine yazılan, Ebu Nuaym el-İsfehaninin Müstahreci.

3-MÜSTEDREKLER: Hâkim en-Neysaburi, ö.405,el-Müstedrek Ales-Sahihayn

4-MECMA’LAR: İbnül- Esirin, ö.606, Camiul-Usulü( kütüb-i sitteninin cem’i, konular alfabetiktir.); Ali el-Müttaki, Kenzül-Ummal, ( Süyuti’nin Cemul cevami, C. Sağir, ez-Ziyade ala Camiis-sağir adlı eserlerinin cem’i)

5-ZAİDLER(ez-Zevaid): Heysemi’nin Mecmauz-Zevaidi gibi. Kütüb-i siteye altı eserin ziyadesidir. Hanbel’in, Ebu Ya’la’nın, el-Bezzar’ın Müsnedleri ile Taberani’nin Üç Mu’cemi. Kütübü sitte de bulunmayıp mezkûr 6 eserde bulunan rivayetleri derlemiştir.

6-MİFTAHU KÜNUZİ’S-SÜNNE; Wensinck yazmış, M.Fuad Abdülbaki Arapçaya çevirmiştir. Alfabetiktir. Konusuna göre önce ana konu tespit edilir, sonra da tali konulara bakılır. Kütüb-i Sitte dışında Dariminin Süneni, Muvatta, Hanbel, Müsned; Müsned-i Tayalisi; Siret-i İbn Hişam; Tabakat-ı İbn Sad; Meğazi’l Vakidi, Müsned-i Zeyd b Ali’yi de içerir.

b-Fıkıh Konularına Göre Düzenlenen Eserler:

1-Sünenler. Genellikle merfu hadisler içerir.

2-Musannefler: Merfu, mevkuf, maktu hadisleri içerir.

3-Muvattalar: musanneflere benzer.

c –Dinin belli Bir Konusunu İçeren Eserler:

1-Cüzler 2-et-Tergib ve-t-Terhip 3-Zühd, Ahlak(Riyazüs-Salihin)   4-el-Ahkâm (Büluğul Meram)  5-Hadis kitapları dışındaki bazı çalışmalar(Tefsir, fıkıh, tarih gibi) Taberi tefsiri, tarihi gibi.

(4) Sözün pek belirgin bir özelliği biliniyorsa5.YOL: Hadisin farklı açılardan incelemeye tabi tutulduğu eserlerden yararlanma

a-Özellik Metindeyse:

 Mevzuatla ilgili hadis kitaplarına bakılır.  (“hadis diye uydurulmuş söz ise” başlığında eserler verilmiştir.) Bazısı alfabetiktir. Ali El-Kari el-Herevinin (ö.1014); Masnu’ ; İbnül Cevzi, Kitabül mevzuat

Kudsi hadis kitaplarına bakılır. Ali el-Kari’nin Kitabü’l-Ehadisi’l-Kudsiyye veya Nevevi’nin el-Ehadisü’l-Kudsiyye adlı eserlerine bakılır.

b-Özellik Senedde ise

Müselsel eserlere;    , Süyuti’nin el-Müselselatü’l-Kübra’sına,

Merasil eserlere; Ebu Davud es-Sicistani, El-Merasiline,

Babanın oğlundan rivayet ettiği eserlere; H. El-Bağdadinin Rivaytü’l-Aba ani’l-Ebna’sına bakılır.

c-Özellik Sened ve Metindeyse; illet ve ibham gibi belirgin vasıflar hadisin hem senedinde hem metninde bulunabilir. Buna göre,

İbn Hatim er-Razi, ö.327, İlelü’l-Hadisine,

Ebu Zür’a el-Iraki, ö.826, el-Müstefad min Mübhemati’l-Metn ve’l-İsnad

İbnu’l Cevzi, ö.597, el-İlelü’l-Mütenahiye gibi eserlere bakılır.

II- HADİS OLUP OLMADIĞI BELLİ DEĞİLSE

A-Halk Dilinde Dolaşan Sözlerden Olabilir

El-Makasıdü’l-Hasene,  Sehavi ve Keşfü’l-Hafa, Acluni, gibi eserlere bakılır

 

B- Hadis Diye Uydurulmuş Sözlerden Olabilir

Tenzihu’ş-Şeria, İbn Arraki ve El-Esaru’l-Merfua, Ali el-Kari ve El-Masnu’, Ali el-Kari gibi mevzuat edebiyatına dair eserlere bakılır. Ve ilk kelimesi biliniyorsa alfabetik olanlara, konusu biliniyorsa alel-ebvap olanlarına bak.

Eğer Hadis Rical (Ravileri)ini Araştıracaksak Rical Edebiyatına Dair Eserlere Bakılır

TANITIM EDEBİYATI

1-Genel Nitelikli Tanıtım Edebiyatı Eserleri

Tabakatü’l-Kübra, İbn Sa’d / Tarihu’l-Kebir, Buhari,/ Siyeru A’lamin’Nübela, Zehebi

2-Özel Nitelikli Tanıtım Ed. Eserleri

Belli Ravi Tabakalarına Dair Olanlar:

Sahabeye dair;

İbn Abdilberr, ö.463, El-İstiab; İbnül-Esir, Üsdül Ğabe; İbn Hacer, el-İsabe

Belli Kitap Ricaline Dair:

1-Sahihayna dair; el-Cem’u Beyne Ricali’s-Sahihayn, Ebu’l-Fadl Makdisi, ö.507

2-Muvatta’ya dair; is’afü’l-Mubatta’ Bi-Ricali’l-Muvatta, Süyuti

3-Kütüb-i Sittenin Ricaline dair;

El-Makdisi, (ö.600); el-Kemal

 Tehzibül-Kemal’i bunun üzerine Mizzi ö.742; yazmıştır. Bu iki eser üzerine de şu eserler yazılmıştır. Zehebi, Tezhibüt Tehzib bunu da el-Kâşif ismiyle özetlemiştir. İbn Hacer de, Tehzibüt-tehzib’i yazmış, bunu da Takribü’t-Tehzib olarak özetlemiştir.

Belli Bölge Ricaline dair;

Tarihu Bağdad,(Hatıp el-Bağdadi); T. Dimeşk,(İbn Asakir); T.İsfahani,(Ebu Nuaym el-İsfehani); T.Vasıt, T.Afrika, T.Endülüs

Belli vasıflara sahip ricale dair;

Hafızlar: Tezkiretü’l-Huffaz, Zehebi

Sikat:   el-Icli, ö.260, Kitabü’s-Sikat; el-Büsti, ö.354, K.Sikat

Zuafa/Metrukin: Mizanü’l-İ’tidal; Lisanü’l-Mizan

B -TENKİT EDEBİYATI

Kitabü’l-Cerh ve’t-Ta’dil er-Ref’ ve’t-Tekmil, İbn EbiHatim er-Razi h.240

TEFSİR USÛLÜ

                                                                                             

Tefsir usûlü müstakil olarak tedvin edilmiş bir ilim dalıdır. Bu ilim dalında kaynak kabul edilen, âlimlerin pek çok eseri mevcuttur. Bunlardan bir kaçı şöyle sıralanabilir:

ez-Zerkeşî, el-Burhan; es-Suyûtî, el-İtkan; İbn Teymiye, Mukaddime fî Usûli’t-Tefsîr; ez-Zerkânî, Menâhilu’l-İrfân; Dr. Suphi Salih, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’an

Allah’ın kitabındaki ayetlerin hepsi aynı açıklıkta olmaması sebebiyle, derin düşünme ve usûl bilgisine ihtiyaç vardır ki bu işi tefsir usûlü üslenmiştir.

Tefsir kelimesi Arapça فَسَرَ   kökünden türemiş olup, تَفْعِيل  kalıbından mastardır. Beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi anlamlara gelir. Bu kelime sadece Kur’an’a tahsis edilmemiş, diğer ilmî sahalarda da kullanılmıştır.

Kur’an tefsirinin sağlıklı yapılabilmesi için Kur’an’ın nazil olduğu sosyokültürel ortamın iyi bilinmesi gerekir. Bu sebeple de öncelikli olarak İslam’dan önce Arapların yaşadıkları hayatın, dünyanın durumunun, vahiy ortamının ve vahyin geldiği kitlenin muhatap oldukları dinî olguların bilinmesi zaruridir. Araplar ihtilafsız bir şekilde Samî ırka mensupturlar. Cahiliye devrinde Arapların pek az bir kısmı şehirler etrafında toplanmış ve medenî bir durum almaya başlamışlardı. Bunlar ticaretle meşgul iken diğer Araplar göçebe idi. Hayvancılıkla uğraşmak onları göçebe hayata mahkûm etmiştir.

 

Kur’an Kelimesinin Anlamı

Kur’an kelimesinin kökü hakkında hemzeli قُرْآن   ve hemzesiz قُراَن  olmak üzere iki görüş belirtilmiştir. Tercih edilen görüşe göre Kur’an kelimesi  قرأ   kökünden gelmekte, masdar anlamından nakledilip, masdarın ism-i mef’ûl anlamını taşıyan ve Hz. Peygambere indirilen mu’ciz kelamın ismidir. Kur’an kelimesinin hemzesiz okunuşu, onu hafifletmek içindir, yoksa onun hemzesiz olduğuna delalet etmez.

Kur’an-ı Kerim tanımlamalarından birisi şudur: Hz. Peygambere vahiy yoluyla indirilmiş, mushaflarda yazılmış, tevatürle nakledilmiş, tilavetiyle taabbüd olunan mu’ciz kelamdır.

Yazı ile tespit edilmiş bulunan bu mukaddes mecmuaya el-Mushaf denir.

Allah Teâla Kur’an-ı Kerim’i 55 isimle isimlendirmiştir. Bunlardan en meşhur birkaç tanesini kaydedersek şunları yazabiliriz: el-Kitab, Ummu’l-Kitab, Furkan, Nur, Hüda, Hablullah, Urvetu’l-Vüskâ, Ahsenu’l-Hadîs vb.

VAHİY

Vahiy kelimesi و ح ي    fiilinin masdarı olup, lugatta, gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, ima ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak gibi çeşitli anlamlara gelmektedir.

Vahiy İlahi Vahiy ve Gayr-ı İlahi Vahiy olmak üzere iki bölümde incelenebilir. Gayr-ı ilahi vahiy kelimenin lugat anlamından kaynaklanmakta ve gerek Kur’an’da gerekse de Kur’an dışında kullanılmaktadır. Şeytanların fısıldamaları, gizlice söylenen sözler, cinlerin düşmanlıkları hep bu fiille 

( أوحى ) ifade edilmiştir. İlahi vahiy ise Allah’ın canlılarla irtibatı anlamında kullanılır ki Allah Teâla tarafından peygamberlerine ve bilhassa Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ulaştırılan vahiy bunun bir bölümüdür ve buna Hakiki Vahiy denir. İlahi vahiy ise anlam itibariyle daha geneldir. Allah’ın bal arısına vahyi, Musa

(a.s.)’ın annesine olan vahyi, meleklere yapılan vahiyler ve ilham bu bölüme girer. ( أوحى ) kelimesi İlham, ima, emir anlamlarında kullanılmıştır.

Vahiyle İlgili Bazı Terimler

el-Hadarî: Seferde değilken, yerleşik ortamda gelen vahiy

es-Seferî: Seferde, savaşta bulunduğu esnada gelen vahiyler

en-Nehârî: Gündüz nazil olan ayetler

el-Leylî: Gece vahyedilen ayetler

es-Sayfî: Yaz mevsiminde nazil olanlar

eş-Şitâî: Kışın nazil olanlar

el-Firaşî: Yatakta nazil olan ayetler

en-Nevmî: Uykuda iken nazil olanlar

el-Ardî: Yeryüzünde nazil olan ayetler

es-Semâî: Semada iken nazil olan ayetler

 

KUR'ÂN'IN TESBİTİ

1- Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde Yazılması Ve Ezberlenmesi

Olaylara uygun olarak zaman aralıklarıyla inen ve 23 senede tamamlanan Kur'ân'ı, Hz. Peygamber vahy kâtiplerine yazdırmıştır. Kendisi okuma yazma bilmeyen, ümmî Peyganiber'in, Kur'ân'ı yazdır­dığını bir çok belge ve bilgiler ortaya koymaktadır. Bunların bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:

1- Hz. Peygaber'in okuma yazma bilmediğini ve yazı yazmadığını ve ümmiliğini ifade eden âyetler

2- Kur'ân'a ancak temiz olanların dokunabileceğini belirten Vâkı'a sûresi 77-79. âyetler. Kur'ân'ın ayrı zamanda birşeyler üzerin­de yazılı olmasının gereğini vurgulamaktadır.

3- Gerek hadis gerekse tarih mecmualarında yazım olayına ve kullanılan malzemelere dair çeşitli haberler yer almaktadır.

4- Hz. Ebû Bekir Devrinde, Kur'ân'ın cem'i sırasında âyetlerin" yazılı olarak iki şahitle birlikte getirilmesinin istenmesi de yazım ola­yının açık delilidir.

5- Hz. Ömer'in îslâma girişi sırasında, kız kardeşinin elinde Taha sûresinin yazılı bulunduğu bir sahifeye rastlaması, sefer sıra­sında düşman toprağında mushaflann taşınmasının yasakîanması, yazım olayını teyid etmektedir.

6- Hz. Peygamber'in, Kur'ân'ın dışında hadisler dahil her şeyin yazılmasını yasaklaması, yazma işinin sâdece Kur'ân'a hasredil-diğini vurgulamaktadır.

Sayılan hususlar ve benzeri bir çok rivayetlerden anlıyoruz ki bütün Kur'ân Hz. Peygamber'in hayatında yazılmıştır. Yalnız vahy de­vam ettiği için sırayla, toplamaya imkân olmadığından bu yazılanlar dağınık halde idi. Âyetler yazılırken Hz. Peygamber'in yanında kal­mak üzere bir nüsha kendisine veriliyordu. Bazı Ashâb da kendileri için özel Mushaf yazmışlardı. Yalnız bu yazma işi belirli bir kaideye ve tertibe dayanmıyordu. Kaynaklar Kur'ân'ı toplayan (cem' eden) Sahâ-bîlerin isimlerine yer vermişlerdir. Bunlar içinde özellikle Zeyd b. Sabit, Muaz b. Cebel, Ubey b. Kal), Ebû Zeyd, Ebu'd-Derdâ, İbn Mes'ûd, Hz. Ali ve Hz. Osman temayüz etmişlerdir. Anılan Sahâbîlerin bir kısmı, Kur'ân'ın tamamını Hz. Peygamber hayatta iken toplamayı gerçek­leştirirken bir bölümü de Peygamber'in vefatından sonra tamamla­mıştır. Bu kaynaklar, Mushaf ı özel olarak toplamaya girişen Sahâbenin sayısını 4'ten başlatıp 7 ve daha yukarısına çıkarmaktadırlar.

Bu arada yazılan Kur'ân tümüyle ezberlenmişti. Hz. Peyganı-ber'in Kur'ân'ı öğrenmeye ve öğretmeye teşvik eden hadiseleri, bu yöndeki gayretlere hız katmıştı. Ashâb arasında Kur'ân'ı ezber bilen­lere "Kurrâ" adı verilirdi. Sahabeden meşhur olan 29 Kurrânın isimleri sayılmaktadır.

Erkeklerden:

     1- Abdullah b. Mes'ûd     2- Salim     3- Muaz     4- Ubey b. Ka'b hafız Sahâbîierdendir.

Kadınlar arasında da:

     1- Hz. Aişe     2- Hafsa     3- Ümmü Seleme de Kur'ân'ı ezberlemişlerdir.

2- Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde Kitap Haline Getirilemeyişinin Sebep ve Hikmetleri

Hz. Peygamber hayatta iken yazılan ve ezberlenen Kur'ân'ın resmen bir cilt halinde kitap haline getirilmeyişinin sebep ve hikmet­lerini şöyle sıralayabiliriz:

1- Hz. Peygamber hayatta olduğu sürece vahy devam etmişti. Bazı âyetlerin neshedilme ihtimali mevcuttu. Kitap haline gitirilmesi bir takım karışıklıklara sebep olabilirdi,

2- Aralıklı olarak indiği bilinen âyetler, bir cilt halinde toplansaydı, bu durum yazmaya, ezberlemeye ve neşre çalışanlara bir takım zorluklar getirecekti.

3- Sûreler nuzûl tarihine göre tertip edilmediği için inen âyet­lerin daha önce inen bir sûreye ilâve edilmesi gibi durumlar söz konu­su olduğundan kitap haline getirme girişimi karışıklıklara sebep olabilirdi.

4- Allah Resulünün müslümanların başında bulunduğu birçok hafız Sahâbînin de Kur'ân'ı ezberlediği Peygamber döneminde, böyle bir ihtiyaç da duyulmamıştır.

5- Vahyin tamamlanmasıyla Hz. Peygamber'in vefatı arasındaki süre 81 günü, âlimlerin çoğunluğuna göre de 9 gece gibi çok kısa bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu kadar kısa sürenin Kur'ân'ı bir kitap halinde toplamaya yetmeyeceği de aşikârdır.

3- Kur’an'ın Hz. Ebû Bekir Devrinde Toplanması

Hz. Peygamber'in vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekir Devrinde bir takım yalancı peygamberler türemiş, irtidat ve irtica hareketleri baş göstermişti. Halife Ebû Bekir bu karışıklıkları önlemek için bazı teşebbüslerde bulunmuş, bu arada sahte peygamber Müsey-leme üzerine de bir ordu göndermişti. Yemâme'de (12/633) yılında yapılan savaşta 70 Kadar hafız şehit düşmüştü. Hatta bu savaştaki şehit sayısının 500, 700 ve daha fazla olduğunu söyleyenler de vardır.

İşte bu durum Hz. Ömer'i telaşlandırmış, endişesini belirtmek üzere Halife Hz. Ebû Bekir'e gitmiş ve Kur’an’ın toplanmasını teklif etmiştir. Hz. Ebû Bekir ilk anda Hz. peygamber'in yapmadığı bir işi yapma durumuyla karşı karşıya geldiği için çekinmişse de daha sonra, gönlü bu işe ısınmış ve Hz. Ömer'in düşündüğü gibi düşünmüştür. Hemen Zeyd b. Sâbit'i çağırmış ve ona Kur'ân'ı inceleyip toplama göre­vini vermiştir. Zeyd b. Sabit ilk anda bu görevi yapmaktan çekinmiş ise de halifenin telkin ve tavsiyelerine uyarak hemen Kur'ân'ı topla­maya koyulmuştur.

Kur'ân'ı toplama görevi kendisine verilen Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamber'in vahiy kâtibiydi. Kur’an’ın tamamını Hz. Peygamber'in sağlığında toplamıştı. Akıllı, zekî ve yetişkin bir genç olarak tanınmış­tı.

Zeyd b. Sabit'in Kur'ân'ı toplama işiyle görevlendirilişinden he­men sonra, durum Hz. Ömer tarafından halka duyuruldu ve Hz. Peygamber'den alman Kur'ân'a dair bilgi ve belgelerin getirilmesi is­tendi. Getirilen âyet ve sûrelerin kabul edilebilmesi için şu şartlar ara­nıyordu:

a) Getirilen âyetlerin ezberlenmiş Olması

b) Peygamberimizin huzurunda yazılmış olması

c) Bunun da en az iki şahidin şehâdetiyle isbat edilmesi.

Aranan prensiplere son derece riayet ederek yazılı metinleri bir araya getiren Zeyd b. Sabit bu işi yaklaşık bir yılda tamamlamıştır. Toplanan bu sayfalar Hz. Ebû Bekir'e teslim edilmiş, vefat edinceye kadar onun yanında kalmıştır. Böylece Resûlüllah tarafından oku­nan, tebliğ edilen, yazılan ve ezberlenen Kur’an Hz. Ebû Bekir Devrin­de, başta Zeyd b. Sabit olmak üzere Sahabenin gayretleriyle toplanıp tek kitap haline getirilmiştir. Toplanan Mushaf m Hz. Peygamber Dev­rinde yazılan ve bilinenlerden hiç farkı yoktur.

Toplanıp kitap haline getirildikten sonra Mushaf adını alan bu nüshayı şu özellikleriyle tanımak mümkündür:

a)  En ince ilmî tesbit usulleriyle toplanmıştır.

b)  Nüshaya ancak tilâveti mensûh olmayan âyetler alınmıştır.

c)  Nüshanın doğruluğu, tevatür yoluyle sabittir ve icmâ'-ı üm­met vardır.

d) Bu nüsha "7 harfi" içine almaktadır.

Hz. Ebü Bekir'e teslim edilen bu Mushaf, onun vefatından sonra, Hz. Ömer'e, Hz. Ömer'den sonra da kızı Hafsa'ya teslim edil­miştir. İstinsah sırasında Hz. Osman istemiş, sonra iade etmiştir. Hafsa'nın vefat etmesinden sonra Medine valisi Mervan b. Hakem tarafından da yaktinlmıştır. Bunun sebebi, istinsah edilen nüsha­larla bu nüsha arasında muhalefet olabileceği iddialarını ve bu yönde doğacak fitneyi ortadan kaldırmaktır.

4- Kur'ân’ın Hz. Osman Zamanında Çoğaltılması

Hz. Osman Devrinde İslâm Devleti sınırlan Arabistan'ı aşmış, fetihler sebebiyle insanlar grup grup İslâm'a girmiş, her şehir halkı Kur'ân-ı Kerîm'i o beldedeki kurrâ Sahabenin okuyuşuna göre oku­maya başlamıştı. Çünkü Sahabenin Kur'ânl-ı Kerîm'deki bazı kelime ve harfleri Peygamberimizin ağzından farklı şekilde rivayet etmeleri farklı kıraat vecihlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Başlan­gıçta ümmete kolaylık olmak üzere Peygamberimizin uyguladığı bu farklı okuyuş, daha sonra bir takım tereddüt ve şüpheleri beraberinde getirmiş, her belde insanları, başka kıraatları görünce şaşırmışlar kendi kıraatlannm daha doğru ve fasih olduğunu iddia etmişlerdir. Öyle ki, farklı okuyuş sebebiyle nisanlar birbirlerini günahkârlık ve hatta küfirle itham edecek kadar ileri gitmişlerdir.

Nitekim Ermenistan ve Azerbeycan fetihlerine (25/646) katılan kumandan Huzeyfe b. Yemân, bu durumu açıkça görmüş ve derhal halife Osman'a müracaat ederek, bu işin çaresine bakmasını iste­miştir. Bunun üzerine Hz, Osman Hafsa'ya haber göndermiş, Mushaf'ın sonradan iade edilmek üzere kendisine gönderilmesini istemiştir. Hz. Hafsa da Mushaf ı halife Osman'a göndermiştir.

Hz. Osman, gönderilen Mushaf ı istinsah edip çoğaltmaları için sşu dört kişiyi görevlendirmiştir:                                             

1-Zeydb. Sabit           2- Abdullah b. Zübeyr                       3- Said b. As              4- Abdurrahman b. Haris

Bunlardan Zeyd Medîne'li Ensâr'dan, diğerleri ise Mekke'li Kureyşlilerdi. Bazı haberlerde bu heyetin 12 kişiden oluştuğu bildiril­mektedir. İstinsah heyetine halife tarafından ihtilâf halinde Kureyş lehçe­sinin esas alınması talimatı verilmiş, heyet de aşağıdaki prensipleri göz önünde bulundurarak çoğaltma İşlemini gerçekleştirmiştir:

1-  İstinsah, Hz. Ebû Bekir zamanında toplanan Mushaf esas alınarak yapılacaktır.

2- Son arzadaki durum gözetilerek, tilâveti mensûh olan âyetler alınmayacaktır.  

3- İhtilâf halinde Kureyş lehçesi tercih olunacaktır.

4- Mushafm istinsahı bir kaç nüsha halinde yazılarak gerçek­leştirilecek ve muhtelif beldelere gönderilecektir. Gönderilen Mushaf-lara uymayan ve tashihi mümkün olmayan sayfa ve Mushaflar imha edilecektir.

5- Sûreler, bugün elimizde bulunduğu şekliyle tertıb edilecektir.

6-Bu Mushaflara, daha önceki Mushaf veya sayfalara yazılmış, açıklama mahiyetindeki ibareler yazılmayacaktır.

Komisyon belirtilen esaslar çerçevesindeki çalışmasını bir riva­yete göre beş sene zarfında tamamlamış, çoğaltılan nüshalardan birisi Medine'de bırakılmış, diğerleri Küfe, Basra ve Şam'a gönderilmiştir. Bu arada çoğaltılan nüshaların sayısının 5 veya 7 olduğu söylenerek, Mekke, Yemen ve Bahreyn'e de Kur'ân nüshalarının gönderildiği belir­tilmiştir.

İstinsah işlemi tamamlanınca esas Mushaf, Hz. Hafsa'ya iade edilmiş, çoğaltılan Mushaflar üzerinde Ashâb ve Tabiîlerin icmâ'ı ger­çekleşmiştir. Sonuç olarak Hz. Osman'ın gerek kendisinde bulun­durduğu ve gerekse diğer şehirlere gönderdiği bu Mushaflar derhal benimsenmiş, kısa zamanda bunlardan istinsahlar yapılarak, birçok müslünıamn elinde Kur'ân nüshaları görülmeye başlamıştır. Bugün taşıdığımız ve okuduğumuz Kur'ân-ı Kerîm nüshaları Hz. Osman’ın çoğalttığı nüshaların ayrısıdır.

5- Kur'ân’ın Harekelenme Ve Noktalanması

Hz. Osman zamanında çoğaltılan Mushaflar, harekesiz ve nok­tasız olarak yazılmıştı. Bunun gerekçesi de Kur’an’ın çeşitli kıraat ve-cihlerine göre harekesiz ve noktasız metinde okunabilmesini sağla­maktı.

Fakat arap olmayanların İslâm'a girmeleri ve bunların Arapçaya vâkıf olmamaları sebebiyle Kur'ân-ı Kerîm'i yanlış okuma olaylarına sık sık rastlanılır olmuştu. Dolayısiyle Kur'ân'ı sağlıklı ve kolay okumayı sağlayacak nokta ve hareke gibi bir takım düzenlemelere gitmek gereği belirmişti.

Kur'ân'ı ilk defa harekeleme yoluna giden Ebu'l-Esved ed-Düelî (69/688)'dir. 'Bu zat başlangıçta Basra valisi Ziyad b. Ebîh'den gelen teklifi kabul etmemiş, daha sonra bir şahsın, Tevbe sûresinin 3. âyetinde yer alan "Ve resûlühü" kelimesini "Ve resûlihi" şeklinde okuduğunu duymuş, hemen vali Ziyad'a başvurarak harekeleme işine girişmiştir. Çünkü geçen âyetin "Allah ve Rasûlü müşriklerden beri­dir." şeklindeki anlamı, duyduğu okuyuşa göre "Allah müşriklerden de Rasûlünden de berîdir." şekline dönüşmüştü. Bu yüzden Mushaf yazısındaki renkteki farklı renkteki bir mürekkeble fetha hareke için harfin üstüne bir nokta, kesre için altına bir nokta, zamme için önüne bir nokta koymak suretiyle bu işi tamamladı. Tenvin için de iki nokta kullanılmıştı.

Harekeleme işinden hemen sonra da harflerin noktalanması işi gerçekleştirilmiştir. Bu işi de Irak valisi Haccac b. Yusuf (95/713)'un emriyle Düelî'nin talebesi Nasr b. Asım (89/708) yapmıştır. Bazı rivayetlerde de bu noktalama işini Yahya b. Ya'mer (129/746)'in ger­çekleştirdiği belirtilmektedir. Şu var ki Basra'da bu iki zatın başlattıkları noktalama hareketi, daha sonra Medine'ye ve diğer îslâm beldelerine yayılmıştır.

îlk dönemlerde uygulanan ve noktalarla gösterilen harekelerle, benzer harfler için uygulanan noktalar Mushaflarda farklı renklerle işaretlenmiştir. Bir süre devam eden bu uygulama Halil b. Ahmed (175/791)'in bildiğimiz hemz, teşdid, sıla, revm ve işmam gibi diğer noktalama işaretlerini tamamlamasıyla son şeklini almıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'e hareke ve nokta konulması meselesi başlangıç­ta tartışma konusu olmuş aralarında Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes'ûd ve İmam Maîik'in de bulunduğu bir grup selef âlimleri bu ha­reketi hoş karşılamamışlardır. Fakat sonraki dönemlerde, hareke ve noktalama hareketinin Kur'ân-ı Kerîm'e herhangi bir zarar değil, ya­rar getireceği düşüncesi ağırlık kazanmışır. Bu yüzden nokta ve hare­kelemeye ruhsat verilmiş, hatta müstehab olduğu söylenmiştir.

Kur'ân'ın nokta ve harekelenmesiyle ilgili birçok eser yazılmış­tır. Bunlar arasında ed-Dânî (444/1053)'nin "el-Muhkem Fi Naktil-Mesâhif adlı eseri meşhur olanıdır.

6- Yedi Harf Ve Kıraat Meselesi

Kur'ân-ı Kerîm'in kıraatiyle doğrudan ilgili meşelerden olan yedi harf ve kıraat meselesi ilgili âlimlerin en çok üzerinde durdukları ko­nular arasında yer almıştır. Bu iki konu birbirine karıştırılmış, bazan ayrı şeyler olduğu söylenmiş, bazan da ayrı ayrı şeyler oldukları belir­tilmiştir. Kanaatimizce birbirinden ayrı olan bu meseleleri anahatla-rıyla tanıyalım:

a) Yedi Harf Meselesi:

Bize ulaşan ve sayısı 46'yı bulan hadislerde rivayet edildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm yedi harf üzere inmiştir. Özellikle Ubey b. Ka"b ve Hz. Ömer'den rivayet edilen hadislerde bu durum vurgulanmıştır. Nitekim Ubey b. Kaş'ın rivayet ettiği hadiste belirtildiğine göre Cebrail Hz. Peygamber'e 3 defa gelmiş ve her gelişinde Kur'ân'in bir, iki ve üç harfle okunuşuna ilişkin ilâhî emri tebliğ etmiştir. Hz. Peygamber, Kur’an’ın üç harfle okunuşunun bile ümmete zor geleceğini Cebrail'e bildirmesi üzerine melek dördüncü gelişinde şöyle demiştir: "Allah sana ümmetinin Kur'ân ı yedi harf üzere okumalarını emrediyor, hangi harfle okurlarsa doğruyu bulmuşlardır."

Hz. Ömer'in rivayet ettiği hadiste ise, Hişam b. Hâkim’in Furkân sûresini okuyuşuna ilişkin olarak Hz. Ömer'in gösterdiği tepki anlatılmış, karşılıklı tartışan bu iki Sahâbînin Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek anılan sûreyi farklı biçimde okudukları nakledil­miş, sonunda Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu kaydedilmiştir. "... Bu Kur'ân yedi harf üzere indirilmiştir. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyunuz."

Yedi harfin ne anlama geldiği ve neye delâlet ettiği hususunda âlimler farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Konuyla ilgili görüşleri 40'a kadar çıkaranlar varsa da bunların belli başlıları şunlardır:

1- Yedi Harf (el-Ahrufu's-Seb'a) tabiri kendi başına müşkil bir terimdir. Bu kapalılık hem "Harf", hem de 'Yedi" kelimesinden gelmek­tedir. Çünkü "Harf' kelimesi, birçok anlamlara- gelen müşterek bir lâfızdır. "Yedi" rakamı ise, bilinen sayı olduğu gibi, çokluktan kinaye olarak kullanılabilir.

2- Yedi Harf, meşhur Yedi Lehçedir. Bu lehçeler ise, Kureyş, Hüzeyl, Sakif, Hevâzin, Kinâne, Temim ve Yemen kabilelerine aittir.

3- Yedi Harf, Yedi Vecihtir. Yani bir şeyin ayrı anlama gelen çe­şitli lâfızlarla söylenmesidir. "Akbil, Helümme, Teâl" lâfızlarının "Gel" anlamını ifade etmesi gibi.

4- Yedi Harf, yedi çeşit Kelâmdır. Emir, Nehiy, helâl, haram, muhkem, nüteşâbih ve emsal gibi.

5- Yedi Harf, Kur’an’ın, mutlaka Yedi Lehçe ile değil, yer yer farklı lehçelerle okunabileceğinin ifadesidir. -

6- Yedi Harf, kıraat imamlarına nisbet edilen Yedi Kıraat değil­dir.

7- Yedi Harf, Kur’an’ın okunuşu hususunda yüce Allah'ın, Peygamber'in isteğini kabul ederek kullarına tanıdığı bir ruhsat, kolaylık ve genişliktir.

8- Yedi Harf,  Kur'ân'daki bazı kelimelerin okunuşlarında görülen bir tür çeşitliliktir. Bu çeşitlilik hiçbir zaman, anlamda her­hangi bir çelişkiye ve farklılığa sebeb olmamaktadır. Şimdi de Yedi Harf uygulamasına ilişkin bazı örnekler verelim:

Enes b. Mâlik,  ayetini şeklinde okuyarak: kelimelerinin ayrı anlama geldiığini belirt­miştir. Hz. Ömer kelimesini biçiminde okumuştur. Ebu'd-Derdâ. Kelimelerini bir türlü okuyamayan kimseye okumasını söylemişti.

Âyette geçen kelimesinin yerine îbn Mes'ûd'un kıraatine rastlanmıştır.

Sonuç olarak Yedi Harfle ilgili şunu söyleyebiliriz: Birinci asrın ilk yansından itibaren Kureyş lehçesinin ve eğitir minin yaygınlaşması üzerine Yedi Harf meselesi, önemini kaybetmiş­tir. Zaruretten dolayı, kısa bir süre için ruhsat olarak getirilen bu uygulama artık sona ermiştir. Bugün ise, ilmî bir mesele olarakince-lenrhekten başka bir değeri yoktur.

b) Kıraat Meselesi

Kur'ân kelimeleri üzerinde med, kasr, hareke, sükûn, nokta ve i'râb yönünden farklı okuyuşlara kıraat denmiştir. Hz. Osman zama­nında çoğaltılarak belirli merkezlere gönderilen Mushafların hereke-siz ve noktasız oluşu muhtelif kıraatlerin ortaya çıkmasına sebep ol­muştur. Hicrî I. asrın ikinci yarısından itibaren Medine, Mekke, Küfe ve Basra'da kıraat mektepleri açılmaya başlanmış, II. asrın başların­dan itibaren de çok çeşitlenen kıraatler içinde tercih edileni belirtmek üzere Yedi Kıraayt (Kıraati Sefa'a) tabiri yaygınlaşmıştır. Konuyla ilgili çalışmalar yapılmış, yazılan eserlerle kıraat bir ilim olarak tesbit edilip uygulanmıştır. Nihayet Ebû Bekr b. Mücâhid (324/925) yazdığı "Kitâ-bu's-Seb'a" isimli eseriyle kıraatlan yedide sınırlarken sahih kıraatlan da toplamıştır. Yalnız bu yedi kıraatin Yedi Harften ayrı olduğu, ara­larında bir ilginin kurulmaması gerektiği unutulmamalıdır. Daha sonra İbnü'l-Cezerî (833/1429) başta olmak üzere bir grup âlim. Yedi îmama üç meşhur imamın da kıraatlann eklenmesini uygun bulmuş­lar, dolayısıyla kıraatlann sayısı ona (Kıraat-ı Aşere) yükselmiştir. Böylece Yedi harfin yedi kıraatla açıklamasına yönelik arayışlar da sona erdirilmiştir. Bu on kıraate dört kırâaün da ilâve edilmesiyle 14'ü bulduğu görülmektedir.

Belirtilen ve sayısı 14'ü bulan sahih kıraatlarda müslümanlar içiyn ezberleme, anlama ve hüküm çıkarma gibi kolaylıkların söz ko­nusu olduğu bilinmelidir. Kıraat uygulaması sünnettir. Farklı kıraat­lere Hz, Peygamber tarafından müsaade edilmiştir. Kıraatler sahih ve şazz olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Tevatür derecesine ulaşan sahih kıraatlere mütevatir, tevatür derecesine ulaşmayan veya gramer ölçü­lerine göre ortaya konan kıraatlara da şazz denir. Kıraat imamlarının aralarındaki ihtilâf1 "kıraat" adını alırken, ravilerinin ihtilâflarına "Rl-vâyet" denilmiştir. Diğer ihtilâflara ise "Vecih" denilmiştir. Kıraat imamlarına "Kâri, Kurrâ" veya "Mukri, Mukrİûn" denilirken, rivayet edenler de "Râvi, Ruvfit" diye isimlendirilmişlerdir.

Kur'ân kelimelerinin madde ve lâfızda değil, sadece şekil ve su­retinde beliren kıraatle ilgili bazı örnekleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Harflerin tek veya çift noktalarının, harflerin üst veya altında yerini alması (Ya, Ta, Bâ ve Nûn harflerindeki gibi.)

2- Hareke değişmeleriyle olabilir, kelimesinin şeklinde okunuşu gibi.

3- zamiri harekelendirilir gibi.

4- Lehçe farkları gözetilebilir gibi.

 

Mütevatir sayılan on kıraatin imamları ise şunlardır:

1- Ebû Abdurrahman Nâfi (169/785) Nâfi'nin râvileri, Kalûn ve Verş'tir.

2- Abdullah b Kesîr (120/738) 3-Ebû Amr (154/771)

4- Abdullah b. Âmir (118/736)

5- Asım b. Ebi'n-Necûd (127/745). Asımın râvisi Hafs'dır.

6- Harrıza b. Habib (156/773)

7- Ali b. Hamza el-Kisâî (189/805)

8- Halef b. Hişam (229/844)

9- Ebû Ca'fer el-Ka'ka (130/748)

10- Ebû Muhammed Ya'kub b. İshak

Sayılan on mütevatir kıraatin bugün üç tanesi fiilen kullanıl­makta olup diğerleri bir ilim olarak tetkik edilmektedir. Pratik olarak uygulanan üç kıraat şunlardır:

1- Ebû Amr kıraati, sadece Sudan'ın bir kısmında kullanılan bu kıraat yaygın değildir.

2-  Nâfi1 kıraati, Mısır hâriç. Kuzey Afrika'da tutunmuş bir kıra­attir,

3-Asım kıraati, yeryüzündeki müslümanların büyük çoğunluğu Asım kıraatini ve Hafs rivayetini kullanmaktadır. Mushaflar da bu kıraata göre basılmaktadır.

7- Kur’an’ın Bölüm Ve Parçalarıyla İlgili Bilgiler

Kur'ân-ı Kerîm'in 114 sûre ve 6666 (veya 6236) âyetten meydana geldiğini görmüştük. Şimdi de Kur’an’ın bölümleri ve parçalara ayrılışına ilişkin bazı bilgileri verelim:

1- Kur'ân'dakİ kelime sayısı: 77.934 veya 77.437'dir.

2- Kur'ân'dakİ harf sayısı: 326.048 veya 323.67l'dir kelime ve harf sayısındaki farklılık, imlâ ve kıraattaki ihtilâftan ileri gelmektedir.

3- Cüz: Mushaflar 30 cüze ayrılmıştır. Her cüz 20 sayfadan oluşmaktadır. Mushafların sol tarafındaki sayfa kenarına konan işaretlerle gösterilmiş, içine cüz yazısı ve sayısı yazılmıştır.

4- Hizib: Cüzün dörtte birini oluşturan beş sayfalık bölümün adıdır. Toplam hizib sayısı 120'dir. Bunlar sayfa kenarlarına konulan ve içine hizb yazılan işaretlerle gösterilir.

5- Kur'ân ilk ve ikinci yarısı, birinci, ikinci ve üçüncü üçte birleri, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü dörttebirleriyle, beş, altı ve yedide birleri çeşitli eserlerde gösterilmiştir.

6- Duraklar: Âyetleri birbirinden ayırmak için konulan işaret­lerdir. İlk zamanlarda Mushaflarda bulunmayan duraklar, daha sonra daire meyilli çizgiler halinde yapılmıştır. Daha sonraları yalnız daire halinde gösterilmiştir. Zamanla bu daireler gül şeklini almış veya içi süslü daireler olarak kalmıştır. Zamanımızda basımı yapılan Mushaflarda çeşitli şekillerde durak işaretlerine rastlanmaktadır. Çoğunlukla da bu durakların içinde âyet numaraları yazılıdır.

7-  Secâvendler: Okunan yerin anlamı göz önünde bulundu­rularak konulmuş bir tür noktalama işaretleridir. Secâvendler, işaret­lerin büyük bölümünü ilk defa uygulayan Muhammed b. Tayfur Secâvendî (560/1165)'nin ismiyle anılmışlardır. Her biri vakf ve vasılın çeşitli durumlarıyla, konuları ifade eden bu işaretler "Mim, Tı, Cim, Sâd, Kâf' gibi harfler, "Kıf' ve "SıT gibi kelimeler veya üçlü noktalarla gösterilmiştir.

8- Tahmis ve Ta'şir: Sûrenin her beş âyetinin sonuna "Hams" kelimesinin yazılmasına "Tahmis", her on âyetin sonuna da "Aşr" ke­limesinin yazılmasına "Ta'şir" denilir. Bunların "Ha" ve "Ayrı" harfle­riyle işaretlendiği de görülmektedir. Türkiyede basılan Mushaflarda bu işaretlere rastlanmamaktadır. Ancak bu Mushaflarda görülen "Aşr" işaretinin ise konu başlangıç ve bitimini ifade eden "Rükû alâ­metleri" olduğu bilinmelidir.   

9- Sûre Başlıkları: Her sûrenin başında o sûrenin adının, nere­de nazil olduğunun ve âyet sayısının belirtildiği kısımdır.

10- Secdeler: Kur'ân'da 14 yerde geçen secde âyetini belirten işaretlerdir. Bu işaretler secde âyetinin hizasına konulmuş ve içine "Secde" yazılmıştır.

SÛRE

1- Sûrenin Anlamı ve Sûrelerin Sayısı

Sûre kelimesi lügatte: yüksek makam, yüce derece, şan ve şeref, binanın kısım veya katlan anlamına gelir. Çoğulu "Suver"dir.

Istılahta ise, Kur'ân-ı Kerîm'in biri diğerinden ayrılmış 114 bö­lümden oluşan parçalanna sûre denilir. Gerçekten her sûre Allah'ın kelâmını ihtiva etmekte, yüksek ve şerefli bir konumda bulunmak­tadır. Âyetleri toplayan ve birbirinden ayrılan sûreler, önemli bir özel­lik ve güzelliği sergilemektedirler.

Kur'ân'da en uzun sûre Bakara'dir ve 286 âyettir. En kısa sûre de 3 âyetten oluşan Kevser süresidir. 114 olarak kabul edilen sûre sayısını bazıları Enfâl ile Tevbe'yi ya da Duhâ ile înşirâh'ı birleştirerek 113 sayarlar. Sûre sayısını 112 veya 115 kabul edenler de vardır.

2- Sûrelerin Tertibi, Tasnifi ve İsimleri

Sûrelerin tertibiyle ilgili, îslâm âlimleri arasında üç görüş belir­tilmiştir:

a) Sûrelerin tertibi Hz. Peygamber tarafından yapılmıştır, yani tevkifidir.

b) Sûrelerin tertibi Sahabelerin ictihâdiyle meydana gelmiştir.

c) Bu tertib kısmen Hz. Peygamber, kısmen de Sahabe icti­hâdiyle gerçekleşmiştir.

Sayılan bu görüşlerin münakaşa edilebilecek tarafı mevcut ol­makla birlikte, akla ve olaylara uygun düşen durum, sûrelerin ço­ğunun tertibinin de Hz. Peygamber tarafından yapıldığı, dolayısiyle birçok sûrenin tertibinin tevkifi olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır. İmanı Mushaf m dışında bazı Sahabede tertibleri farklı nüshaların bulunuşu bu tür farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sûre tasnifleri uzunluklarına göre yapılmıştır.

Buna göre süreler:

1- Tıvâl 2- Miûn 3- Mesanî 4- Mufassal çeşitlerine ayrılırlar.

1- Tival, uzun sûrelerdir. Bakara, Ali îmrân. Nisa, Maide, En'am, A'raf, Yunus ve Kehf ten oluşan yedi uzun sûre "Seb'u't-Tıvâl" adını almaktadır.

2- Miûn, âyetleri yüz dolayında veya fazla olan sûrelerdir ki bunlar Tevbe sûresinden sonra gelmektedirler.

3- Mesânî, âyetleri yüzden az olanlardır. Hâmim'ler, Elif lâm'lar ve Tâsîn'ler bu gruptandır.

4- Mufassal, âyetleri kısa ve Besmelelfr fasılaları çok olan sûre­lerdir. Bunlar, Hucûrat'tan başlamakta ve Kur'ân'ın sonunda yer almaktadır. Kendi aralarında Tıvâl (Uzun), Evsat (Orta) ve Kısar (Kısa) olmak üzere bölünmektedir.

Sûrelerin İsimlerine gelince, sûreler çoğunlukla baştaki lâfzın ismini alırlar. Yasin, Tâsîn gibi. Bir kısmı ilk âyette geçen bir kelime­nin ismini alır. Necin, Asr, Kevser gibi. Bazı sûreler de isimlerini için­deki mevzularından alırlar. Yusuf, İbrahim gibi. Çeşitli kavim ve kabilelerden söz eden sûreler, bunların isimlerini almıştır. Benî İsrail, Melâike, Münafıkûn gibi. Fakat mutlaka konulara göre isimlenme şartı da aranmamıştır.

Bazı sûrelere birden fazla isim verildiği gibi, iki veya ikiden fazla sûreler de tek isimle anılmıştır. Meselâ Fatiha sûresine yirmi kadar isim verilirken Felâk ve Nâs sûrelerine "Muavvİzeteyn" denilmiştir.

3- Sûrelerin Mekkî ve Medenî Oluşundaki Ölçüler

Sûrelerin Mekkî ve Medenî oluşu şu üç görüş esas alınarak taksim edilmiştir:

a) Vahyin nazil olduğu mekân dikkate alınmıştır. Buna göre sadece Mekke'de nazil olanlar Mekkî, Medine'de nazil olanlar Mede-nî'dir. îki şehrin civarında inenler, yakın olduğu şehrin ismini alarak Mekkî veya Medenî kabul edilebilirse de Seferde inen vahyler bu tak­simin kapsamına girmemektedir.

b) Muhataplar dikkate alınmıştır. Bu görüşe göre Mekkelilere hitab eden âyetler Mekkî, Medinelilere hitab eden âyetler ise Medenî­dir. Başka bir ifade ile "Yâ eyyuhe'Ilezîne Âmenû" hitabıyla başlayan âyetler Medenî, "Yâ eyyuhennâs" hitabıyla başlayan âyetler ise Mekkîdir. Fakat bu hitabların sürekli biçimde Medine ve Mekke'de inme­dikleri tesbit edildiğine göre bu taksim de şümullü görülmemiştir.

c) Hicret esas alınmıştır. Buna göre, hicretten önce nazil olan vahyler Mekkî, hicretten sonrakiler de Medenî sayılmıştır. Meşhur ve kapsamlı olan görüş de budur.

îşte belirtilen görüşler ve taksimin ışığında sûrelerin Mekkî veya Medenî olduğu belirlenmiş olmaktadır. Bu belirlenişin çeşitli faydalan vardır. Meselâ Nâsih-Mensûhun bilmişi, teşri' tarihinin ortaya çıkışı, Kur’an’ın tahrif ve tağyirden korunması gibi faydalar bu cümledendir.

Bu arada Mekkî ve Medenî sûrelerin sayısı üzerinde de ittifak edilmemiştir. Suyûü ve Ubey b. Kaş'ın farklı görüşlerinin yanısıra son olarak Mısır kiralı Fuat'ın bastırdığı Kur'ân'da Mekkî sûre 86, Medenî sûre 28 olarak kabul edilmiştir. Bu arada sûrelerin tamamı Mekkî veya Medenî olduğu gibi Mekkî sûre içinde Medenî âyetler ya da Medenî sûre içinde Mekkî âyetler bulunabilmektedir.

 4- Mekkî ve Medenî Sûrelerin Alâmet ve Özellikleri

Sahabe ve Tâbiîn'den gelen haberler ve Kur'ân araştırmalarıyla ortaya çıkan bilgilere göre Mekkî ve Medenî sûrelerin bir takım alâmet ve özellikleri vardır.

a)  Önce alâmetlerini görelim:

Mekkî sûrelerin alâmetleri:

1- Kur'ân'da "Kellâ " lâfzının geçtiği sûreler Mekkîdir. Bu lâfız 15 sûrede 33 defa geçmiştir.

2- İçinde Secde âyeti bulunan her sûre Mekkîdir.

3-  Bakara ve Ali İmran'ın dışında başında hecâ harfi (Hurûfu Mukatta'a) bulunan her sûre Mekkîdir.

4- Bakara sûresi hariç içinde Peygamberlerin, geçmiş milletlerin, Âdem ve İblis'in kıssasını ihtiva eden her sûre Mekkîdir.

5-  İstisnasına rağmen çoğunlukla "Yâ eyyuhennâs" ibaresi bulunan her sûre Mekkîdir.

 

Medenî sûrelerin alâmetleri ise şunlardır:

1-  Şer'î cezalar (Hudûd) ve miras paylarını (Ferâiz) ihtiva eden sûreler,

2- Cihad ve hükümlerini ihtiva eden sûreler,

3-  Ankebut hariç münafıklardan bahseden her sûre Medenî­dir.

b) Özelliklerine gelince:

Mekkî Sûreler:

1- Kısa ve vecizdirler.

2- Şirk ve putperestliğe karşı ve kesin tavır alınmıştır.

3- Allah'ın birliği başta olmak üzere, itikad ve âhiretle ilgili iman esasları işlenmiştir.

Medenî sûreler ise:

1- Şeriatın konulması ve uygulanmasına İlişkin esasları,

2- îbadetler, Muameleler ve Cemiyet ilişkilierini,

3- Yahudi ve Hıristiyanların durumlarını açıklamıştır.

4- Meseleler ve durumlar uzun âyetlerle belirtilmiştir.

ÂYET

1- Âyet Kelimesinin Anlamı ve Âyetlerin sayısı

Âyetin lügat anlamı: açık alâmet, işaret, nişane, ibret, şaşırtıcı iş, mucize, burhan ve delil demektir. Kur'ân âyetleri, bu anlamların hepsini ifade etmektedir. Âyet kelimesinin çoğulu "Ây" veya "Âyâf'dır.

Istılahta âyet: Sûrelerin içinde yer alan, başından ve sonundan ayrılan, bir veya bir kaç cümleden oluşan kelâmdır. Kur'ân'ı âyetlere ayırma kesin bir kaideye tabi değildir. Yani âyetlerin belirlenmesi vahye bağlı (tevkifi) bir durumdur. Bu yüzden birçok hükümleri ve cümleleri ihtiva eden uzun âyetler olduğu gibi, kendi başlarına hüküm ifade etmeyen, harfler ve kelimelerden oluşan âyetler de vardır. Meselâ (Elif, Lâm, Mîm), (Elif, Lâm, Sâd) harfleriyle, (er-Rahmân, er-Rahîm ve Müdhâmmetân) kelimeleri birer âyettirler. Durum böyle iken (Elif, Lâm, Râ) tam bir âyet değildir.

Âyetler birbirinden "Fasıla" ile ayrılır. Fasıla, âyetin son kelimesi demektir. Çoğulu "Fevâsıl" gelir. Fâsıîa'nm son harfine de "Harfu'l- Fâsıla" denir ki bunlar âyetlerin birbiriyle sağladıkları ahengi yan­sıtırlar. Âyetlerin sayısı yuvarlak rakam olarak 6666 olarak tanınmış ise de bazılarınca daha azdır. Çünkü mukatta'a harflerini bir âyet sayıp saymama ihtilaflıdır. Sûre başlarındaki 113 Besmele de birer âyet sayılmıştır. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre âyet sayısı 6616 olmakla birlikte, daha çok kabul gören görüş bu sayının 6236 olduğudur. Yapılan taksime göre:

1-  1000'er âyet: Emir, Nehiy, Vaad, Vaîd, Haberler ve Kıssalar, Mesel ve İbretlerle,

2- 500 âyet: Ahkâmla,

3-100 âyet: Teşbih ve Dua ile,

4- 66 âyet de: Nâsih ve Mensûhla ilgili olmak üzere toplam âyet sayısı 6666'yı bulmaktadır.

2- Âyetlerin Tertibi, İlk ve Son Nazil Olan Âyetler:

Âyetlerin tertibi tevkifidir, yani vahye dayalıdır. Bu hususta îcmâ-ı Ümmet varıdır. Cebrail, Hz. Peygamber'e vahy getirdikçe, her âyetin yerini de söylemiştir. Dolayısıyla âyetlerin yazılışı, okunuşu ve ezberlenişi vahyle belirlendiği şekilde gerçekleşmiştir. Âyetlerin terti­biyle ilgili rey ve ictihad söz konusu değildir. Üstelik âyetlerin tevkifi olduğunu teyid eden pek çok haber bize kadar ulaşmıştır.

Âlimlerin çoğunluğu ilk nazil olan âyetlerin Alâk sûresinin ilk beş âyeti olduğunu bildirmektedirler. Bu arada el-Müddessir, el-Fâti-ha ve Besmele'yi ilk nazil olanlar arasında sayanlar da mevcuttur.

Son nazil olan âyetler hakkında tam bir ittifak mevcut değildir. Bu hususta Bakara 278, Bakara 281, Nisa 176, Tevbe 128-129, Nasr 1-3 ve Mâide 3. âyetlerin son inen âyetler olduğu belirtilmiştir.

3- Kur'ân'ın Bir Defada İnmemesinin Sebep ve Hik­metleri:

Kur'ân'ın bir defada indirilmeyip 23 yıl kadar süren zaman için­de bazan âyet veya âyetler bazan da bir sûre olarak indirilişinin pek çok sebep ve hikmetleri vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1- Müslümanlara kolaylık sağlanmıştır. Eğer Kur'ân'ın tamamı birden indirilseydi, nıüslümanlar bir anda hükümlerin tümüyle mükellef tutulacaktı. Bu durumda asırların birikimi olan bir takım bâtıl itikad, âdet, töre ve alışkanlıklardan birden kurtulmak gibi, yaratılışa aykırı durumlarla karşı karşıya kalınacaktı.

2- Çoğunluğu okuma yazma bilmeyen ümmî araplann ezberleme ve anlamaları kolaylaşmıştır.

3- Hz. Peygamberin risâletinden vefatına kadar geçen süre için­de meydana gelen olaylar ve insan gruplarıyla ilgili hükümler konup açıklamalar ve uyanlar yapılabilmiştir.

4- Hz. Peygamber'e müslümanlar, müşrikler ve münafıklar taraf­ından zaman zaman sorulan hususların cevabı Kur'ân diliyle verile­bilmiştir.

5- Çeşitli sıkıntılarla karşılaşan Hz. Peygamber ve müslüman-ların zaman zaman inen âyetlerle cesareti artırılmış ve tesellî edilmiş­lerdir.

 

B. Esbabu’n-Nüzul Hz. Peygambere bir sual veya bir hadise dolayısıyla bir kaç ayetin veyahutta bir surenin tamamının nazil olmasına amil olan şeye sebeb-i nüzul demekteyiz. Bu ilim tarihle müştereken çalışır fakat onun rolü sadece tarihi olmayıp, hükmün teşrii, tahsisi, Allah kelamının anlaşılması gibi yönlerde onun kapsam alanına dahildir. Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında ve hayata doğru olarak katılmasında, sebep, illet, hikmet gibi şeylerin iyi bilinmesi ve birbirinden iyi tefrik edilmiş olması gerekir.

Esbab-ı Nüzulün faydaları şunlardır:

1.     Bu ilim sayesinde Kur’an-ı Kerim’de emredilen şeylerin hikmeti anlaşılabilir.

2.     Şüphe ve yanlışlıklar izale edilmiş olur.

3.     Hasr tevehhümü ortadan kalkar.

4.     Nüzul sebebi ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.

5.     Bu bilgi vahyin tespit, anlayış ve hıfzına kolaylık sağlar.

Sebeb-i nüzul hakkındaki haberler Merfu olarak peygambere veya sahabeye ulaşmazsa makbul addedilmezler.

Tefsirlerde sebeb-i nüzul şu ifadelerle kullanılır:(سبب نزول الآية كذا) (فنزلت... ) (فأنزل الله... )

 

Nasih ve Mensuh (Nesh)

Nesh kelimesi lugatte, izale etmek, gidermek, yok etmek, değiştirmek, tebdil, tahvil ve nakletmek manalarına gelir. Istılahta ise, Bir nassın hükmünü daha sonra gelen bir nass ile kaldırmaktır. Tahsisten farklıdır. Çünkü tahsis umumi olan bir şeyin bazı fertlerini hükümden muaf tutmak iken, nesh hükmün tamamını kaldırmaktır.

Kur’an-ı Kerim’de neshin var olup olmaması hususunda iki görüş vardır. İslam âlimlerinin çoğunluğu neshin Kur’an’da mevcud olduğunu kabul etmişlerdir. Nesh hükümlerde cereyan eder. Akaidde nesh olmaz. Kur’an-ı Kerim’i Kur’an’ın neshetmesinin yanında Kur’an-ı Kerim’i mütevatir sünnetin nesh etmesi de İslam âlimleri yanında kabul görmüştür.

Çeşitli Eserlerde Neshin Üç Çeşidine Rastlanır:

1.     Hükmü mensuh metni baki kalan ayetler (Kıblenin tahvili)

2.     Metni mensuh hükmü baki kalan ayetler (Recm ayeti)

3.     Hem metni hem de hükmü mensuh ayetler (Âdem oğlunun iki vadi malı olsa üçüncüyü istemesindeki hırsı)

Muhkem ve Müteşabih

Kur’an’da ahkâma dayalı namaz, oruç, zekât, helal, haram gibi konular muhkem sahasına girerler. Bunun dışında da anlamda çeşitlilik arzeden ve bazen içinden çıkılması zor bir alan vardır ki bu alan da müteşabihler alanıdır. Muhkem kitabın ana muhtevasını oluşturur. Müteşabihler de, neredeyse insanın acziyetini, bilemeyeceği şeyler de olabileceğini göstermek için konulmuş, ya da insanın kusurluluğu, Allah’ın ise mükemmelliğinden kaynaklanan anlam zorluklarıdır. Ekser ulema müteşabih ayetlerin tevilini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği görüşünü savunurlar. Akaid imamı İmam Eş’ari ise bu görüşün tersine sahiptir.

Genel olarak usul uleması müteşabihatı iki kısma ayırmışlardır:

1.     Muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen

2.     Hakikatini bilmeye imkân bulunmayan ayetlerdir.

Müteşabihlik şu üç durumda karşımıza çıkar:

a. Müteşabihlik bazen sadece lafızda olur. Abese suresi 31. ayetindeki (أباً) lafzı buna örnektir ve birinci maddeye dâhildir. Yani muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilir.

b. Müteşabihlik sadece manada olur. Allah’ın sıfatları, kıyamet ahvali, cennet nimetleri, cehennem azabı gibi hususlar bunun örneğidir.

c. Müteşabihlik hem lafız hem de manada olur. Bakara suresinin 189. ayeti  (... و ليس البرّ بأن تأتوا البيوت من ظهورها) yani “İyilik ve taat evlere arkalarından gelmeniz değildir.” bunun örneğidir. Arapların cahiliyedeki adetlerini bilmeyen kimseler Kur’an’ın bu nassını anlayamazlar.

Kur’an muhkem ve müteşabih ayetlerden teşekkül ettiğine göre, bir kısmını diğerine tercih ve te’vil etmekte, lugat, sarf nahiv, maâni, beyan, usulü fıkıh... gibi bir çok ilimlerin öğrenilmesine ihtiyaç duyulur.

El-Hurufu’l-Mukatta’a (Bazı Sure Başlangıç Harfleri)

Bazı surelerin başında bazen basit, bazen de bir kaç harfin birleşmesinden meydana gelmiş rumuzlar bulunmaktadır. Bu kesikli harflere el-Hurufu’l-Mukatta’a denir. Bütün âlimler bu kesikli harflerin metüşabihattan olduğunda ittifak halindedirler. Bu harfler Kur’an-ı Kerim’in 29 suresinde bulunur. Bu surelerin 27 si Mekkî, 2 si Medenîdir. Harflerin toplam adedi 14 dür. Bir kelime gibi yazıldıkları halde ayrı ayrı okunurlar. Ez-Zemahşeri onların ayet olup olmaması meselesinin kıyasî olmayıp tevkifî olduğunu söylemiştir.

Bu harfler hakkında başlangıçtan bu tarafa iki görüş vardır:

Bu harfler Kur’an’ın esrarındandır. Bu sebeple bunların manalarına erişilemez. Üzerinde durmamak gerekir.

Bu harflerle ilgili peygamberimizden de bir açıklama yoktur. Yalnız Kur’an’ın her harfine bir sevap verileceğini belirten hadiste “Ben الم  bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, lam bir harftir, mim bir harftir” buyurmuştur. Bu harfler hakkında başlangıçtan bu tarafa iki görüş vardır: 1. Bu harfler Kur’an’ın esrarındandır. Bu sebeple bunların manalarına erişilemez. Üzerinde durmamak gerekir.

Bu harflerle ilgili peygamberimizden de bir açıklama yoktur. Yalnız Kur’an’ın her harfine bir sevap verileceğini belirten hadiste “Ben الم  bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, lam bir harftir, mim bir harftir” buyurmuştur.

2. Mütekellimler birinci görüşe muhaliftirler. Allah’ın kitabında, mahlûku için mefhumu olmayan şeyleri irad etmesini uygun görmeyip ayet, hadis ve aklî delilleri ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü savunanlar çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır. Bunlardan bir kaçı şöyledir;

a.      Bu harfler surelerin isimleridir. Mütekelliminin ekserisin görüşü budur.

b.     Bu harflerin her biri Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından birine delalet eder. Bu konuda İbni Abbas’tan da bazı rivayetler vardır.

c.      Bu harflerin bazısı Allah’ın isimlerine, bazısı da Allah’tan başka isimlere delalet eder.

d.     Bu harfler Kur’an’ın isimleridir.

e.      Bu harflerle Allah yemin etmektedir.

f.      Bu harfler münferid harflerdir. Bu harflerin gayesi müşriklerin dikkatini çekmek içindir. Bu görüş ekseri ulema tarafından kabul edilmiştir.

g.      Harflerin gizlilik elbisesinden faydalanılarak gurupların kendi hoşlarına gidebilecek anlamlar da verilmiştir. Mesela sofilerden bir gurup “elif lam mim’in elifi şeriata, lamı tarikata, mim de fena fillaha riayete  işarettir.” demişlerdir.

h.     Müsteşrikler de “Bunlar mukaddes metne dikkatsizlikle sokulmuş basit tasarruflardır.” demişlerdir.

Ortaya atılan bu görüşler bazı yönlerden akla uygun geliyorsa da hemen hepsinin tenkide açık bir kapı bıraktıkları gözden kaçmamaktadır. İnsan düşüncesine gem vurmak mümkün değildir. Fakat ortaya çıkan görüşle ihtiyatla yaklaşmak gerekir.

Huruf-u Mukatta’a harfleri dışında, tefsir usulü âlimleri, surelerin başlangıçlarını da tasnif etmişlerdir. Böylece Kur’an-ı Kerim’e kapsamlı bir bakış açısı oluşturmuşlardır. Toplam 10 bölümde incelenen “Fevatihu’s-Suver” hakkında geniş bilgi için Tefsir usulü kitaplarına müracaat edilebilir.

GARİBU’L-KUR’AN

Garib kelimesi, yabancı ve acib manasınadır. Istılahta ise Kur’an ve hadislerin yabancı kelimelerini, hadis ilminde peygamberin ashabından biri tarafından rivayet edilmiş olan münferid hadisleri ifade için kullanılır.

Kelamda garibin iki yönü olduğu zikredilir:

a.      Kelimenin mana itibariyle kapalı ve idrakten uzak oluşu.

b.     Arap kabilelerindeki şaz olan kelimelerin bir beldeye uzak oluşu.

Allah’ın kelamında Kureyş lehçesi ekseriyeti teşkil etmekle beraber, diğer lehçelerden de birçok kelimenin bulunmuş olması Garibu’l-Kur’an meselesini ortaya çıkarmıştır.

İkinci asrın sonlarından itibaren filologlar, Kur’an’ın garib kelimelerinin, kıyas dışı kalan nahvi meselelerin cevaplandırılmasına, kendilerini vermişlerdir.

Bidayette sahabe bile, manasına nüfuz edemedikleri bazı kelimelerin mevcudiyetini zikretmişlerdir. Hz. Ömer Abese suresindeki (أبّا) kelimesinin manasını bilmediğini söylemektedir. Abdullah b. Abbas da ( فاطر السموات ) kelimesinin manasını iki bedeviden öğrendiğini söylemiştir.

ÜSLÛBU’L-KUR’AN

Kur’an-ı Kerim’in kendine has bir üslûbu vardır. Onun üslubu insanların telif ettiği diğer eserlere benzemediği gibi, geçmiş kitaplara da benzemez. Kur’an bu üstünlüğünü tahaddi (meydan okuma) ayetleriyle delillendirir. Kur’an’ın bu üslubu Arap ediplerini hayrete düşürdüğü gibi ilim ilerledikçe çağdaş bilgin ve üstadları da etkilemeye devam etmektedir.

O sadece Kur’an’dır. Ne şiir, ne nesir ne de başka bir şeydir. O Allah kelamıdır. Onda edebi üsluplar öyle yerli yerince kullanılmıştır ki muhatap bu kelamın Allah kelamı olduğunu itiraftan başka bir yol bulamaz.

Tertibinden, tilavetine; davetinden, bahislerine kadar, meselleriyle, hitabıyla, ikna sistemiyle o mükemmel bir eserdir.

İ’CAZU’L-KUR’AN

Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamberin en mühim ebedi bir mucizesidir. O bu özelliğiyle, insanların bir benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları bir kitaptır. Kur’an aciz bırakıcı vasfını öyle bir kullanmıştır ki, Kur’an’ın bir benzerini oluşturamayacaklarını bildiği insanlara, “hiç değilse bir sure meydana getirin. Bunun için de güvendiğiniz herkesi yanınıza toplayın” çağrısında bulunmuştur. Buna karşın ne o gün ne de bugün muhatapların böyle bir şey oluşturmaları mümkün değildir.

Bu anlattıklarımız bir takım insanların Kur’an’ın benzerini oluşturma gayretinden uzak durdukları evhamını oluşturmamalıdır. Hz. Peygamberden bu güne bu uğraş hep sürmüştür. Ama bu gayretler Kur’an üzerinde tereddütler oluşturmak ve cahilleri kandırmaktan öte bir fonksiyon icra edememektedir. Müseylemetü’l-Kezzab (Yalancı peygamber) Kur’an’a nazire oluşturmuş ve o gün peygamberi inkâr edip kendisine uyanlardan Talha en-Nemerî adında birisi onun ve yazdıklarının hakkında şöyle söylemiştir: “Şehadet ederim ki, sen muhakkak yalancısın, Muhammed ise sadıktır. Fakat Rebia kabilesinin yalancısı bana Mudar’ın doğrusundan daha sevimlidir.” Ünlü Arap Muallaka şairlerinde Lebid, Bakara ve Âl-i İmran sureleri nazil olduktan sonra “Artık bundan sonra bana şiir yazmak düşmez” dedirten de Kur’an’ın üslubudur.

Kur’an-ı Kerim’in İ’cazını 6 Başlık Halinde Sıralayabiliriz:

1.     Kur’an’ın telif yönünden i’cazı

2.     Kur’an’ın ihtiva ettiği ilimler yönünden i’cazı

3.     beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılaması yönünden i’cazı

4.     Tabia ilimleri yönünden i’cazı

5.     Gayb haberleri yönünden i’cazı

6.     Kur’an’ın peygamber tarafından bile tebdil edilememesi yönünden i’cazı

AKSAMU’L-KUR’AN (Kur’an-ı Kerim’de Yeminler)

Yemin Kur’an üslubunda yer alan bir hitap şeklidir. Kur’an-ı Kerim’de 17 surenin başında yemin bulunmaktadır. Allah Teâla pek çok kez kendine, peygamberlere, peygamberlerin ortaya çıktığı yerlere, Kur’an’a meleklere, kıyamet gününe, kâinatta ve tabiatta bulunan mühim varlıklara yemin etmiştir.

 

Yeminin muhtelif sebepleri vardır ki bir kaçı şöyle sıralanabilir:

1.     Arapların hayatında yeminin önemi büyüktür. Bu sebeple Kur’an bu üslubu muhafaza etmiştir.

2.     Allah Teâla ayet ve delillerini yeminle teyid etmiştir.

3.     Yemin sadece teyid için değil, yemin edilen şeyin kadir ve kıymetine işaret etmek için de kullanılmıştır.

KISASU’L-KUR’AN ( Kur’an-ı Kerim’deki Kıssalar)

Kur’an-ı Kerim’de kıssaların bulunmasının tabii ki pek çok hikmeti vardır. Fakat onlar yalnızca tarihi, kronolojik bilgi vermek maksadıyla Kur’an’da bulunmadıkları gayet açıktır. Kıssaların en açık ve görünen özelliği bizlerin geçmiş kavimlerin hallerinden ibret dersleri çıkarmamızdır. Bazı âlimler kıssaların hüküm çıkarmadaki yararlarından bile söz etmişlerdir. Bazı kıssalar Kur’an’ın muhtelif yerlerinde tekrar edilmişler buna rağmen ayrı bir tazelik ve tatlılıkla sunulmuşlardır.

KUR’AN-I KERİM’DE TEKRARLAR

Kur’an-ı Kerim’de bazen bir kelime, bazen bir ayet çeşitli oranlarda tekrar edilmiştir. Bu Arap dilinin özelliğinden kaynaklanan bir üsluptur da aynı zamanda.

Kamer suresinde ( فكيف كان عذابي و نذير ) 4 kere tekrarlanmaktadır.

Yine Kamer suresinde bir başka ayet 4 kez; Mürselat suresinde 10 defa; Rahman suresinde 31 defa tekrar edilmiştir.

Ayetlerin tekrarından başka kıssalar da tekrar edilmiştir. Mesela Hz. Âdem kıssası, Bakara. A’raf, Hicr, İsra, Kehf ve Taha surelerinde tekrarlanmıştır. Fakat her bir surede kıssanın bir başka özelliği vurgulanmıştır.

KUR’AN-I KERİM’DE MESELLER

Mesel kelimesi lugatta, şibih, nazir, halk arasında kabul görüp yayılmış sözlerdir ki bunlara atasözü de denilir. Bunların yerince söylenmesine darb-ı mesel denir, çoğulu da emsaldir.

Beyhaki’nin Ebû Hureyre’den rivayet ettiği bir haberde, Hz. Peygamber “Kur’an beş vecih üzerine nazil oldu: Helal, haram, muhkem, müteşabih ve emsal. Helali işleyin, haramdan kaçının, muhkeme tabi olun, müteşabihe inanın ve emsallerden de ibret alın.” buyuruyordu. İmam eş-Şafii, bu ilmi, müctehidin bilmesi lazım gelen Kur’an ilimlerinden biri olarak kabul eder. Ez-Zemahşerî de, Kur’an’daki bu emsaller, insanları, manaları keşfetmeye yöneltir.” der.

Kur’an’daki emsalleri başlıca iki guruba ayırabiliriz:

a.      Sarih ve zahir olanlar: (أنزل من السماء ماء فسالت اودية)

b.      Gizli, remizli ve imalı olanlar ki herkes bunu idrak edemez: (و البلد الطيب يخرج نباته بإذن ربه...) İslam alimleri içerisinde Kur’an’daki meseller hususunda uzmanlaşanlar olmuş, diğerleri bu meselleri onlardan öğrenmişlerdir.

HAKİKAT VE MECAZ

Kur’an-ı Kerim’de, kelimeler hakiki manalarında kullanıldıkları gibi, bazen de mecazi manalarda kullanılırlar. İslam âlimlerinin çoğunluğu, Kur’an’da mecazın varlığını kabul etmişlerdir. Kur’an’da mecazın olamayacağını çünkü “mecazın yalanın kardeşi olduğunu” söyleyenler de olmuştur. Fakat Kur’an’ın esas güzelliği ondaki mecazlara dayanmaktadır. Mecaz yalan değil bir belağat çeşididir.

Mecaz iki kısımda ele alınabilir:

a.     el-Mecaz fi’t-Terkib veya el-Mecazu’l-Aklî: ( فما ربحت تجارتهم... )

b.     el-Mecaz fi’l-Müfred veya el-Mecazu’l-Lugavî: ( كل شيء هالك إلا وجهه  )

MÜŞKİLİ’L-KUR’AN

Kur’an-ı Kerim ayetleri arasında ihtilaf ve tenakuz gibi görülen keyfiyettir ki, aslında Allah’ın kelamında böyle bir halin mevcudiyeti bahis konusu olamaz. Allah Teâla Nisa 82. ayette kitabında bir ihtilaf bulunmadığını belirtmiştir. İmam Gazali’ye bu ayetin manasını sorduklarında, ihtilaftan maksat, manalar arasındaki müşterek lafızların ihtilafıdır. Yoksa bu husustaki insanların ihtilaflarını nefyetmek değil, belki Kur’an’ın zatı hakkındaki ihtilaflara nefiydir. İnsan kelamı ihtilaflardan beri olamaz.

En-Nisa 3. ayette “Şayet adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir tane” denilirken en-Nisa 129. ayette “Kadınlar arasında adalet icra etmenize ne kadar hırs gösterseniz asla güç yetiremezsiniz” denilmektedir. Bu ayetler konumuza misal teşkil etmektedir. Ayette Adl kelimesinde müşkil vardır. Birinci ayette hukuki adaletten bahsedilmektedir ki bu mümkün olabilecek şeylerdendir. İkinci ayette ise duygusal adaletten bahsedilmektedir ki bu mümkün olamayacak bir şeydir.  Kur’an-ı Kerim’de buna benzer müşkiller bulunmaktadır. Tefsir âlimlerinin ihtilafı bu gibi konulara dayanır.

MÜCMEL VE MÜBEYYEN

Mücmel, lugat manasından da anlaşılacağı gibi müphem, anlamı kapalı bir lafızdır. Davut ez-Zahirî Kur’an’da mücmellerin varlığını kabul etmez. Bu kapalılık birkaç sebepten kaynaklanır:

a.     Kelimenin iki zıt manada birleşmesi: ( عسعس )  kelimesi hem gelen hem de geçen gece manasınadır. ( قروء ) kelimesi hem hayz, hem de temizlik haline delalet eder.

b.     Zamirin mercii ihtilafı: Bazen cümledeki zamirlerin hangi isme döndürüleceğinde zorlanılır. Mesela Fatır 10. ayet ve Alâk suresi.

c.     Atıf ihtimali veya istinaf sebebiyle: Al-i İmran 7. ayetteki ( و الراسخون إلا الله )  da Allah lafzında mı yoksa atıf sebebiyle Rasihun da mı durulacağında ihtilaf edilmiştir.

d.     Lafzın garabeti: Bakara 232 de ki ( فلا تعضلوهن ) örneği gibi.

e.     Lafzın çok kullanılmaması: eş-Şuara 223 de ( يسمعون ) yerine ( يُلْقوُن السمْع ) nin kullanılması gibi.

f.      Takdim ve tehir: ( يسألونك كأنك حفي عنها ) Araf 187. ayeti takdim tehirsiz (يسألونك عنها كأنك حفي ) şeklinde olması gerekirdi.

g.     Asıl lafzın başka bir şekle kalbolması: ( سينا ) kelimesi et-Tur 2 de ( و طور سينين ) şeklinde kullanılmıştır.

Birkaç madde halinde zikredilen bu haller, ayetlerin anlaşılmasını güçleştirmekte ve onları mücmel kılmaktadır.

Mübeyyen ise açıklamak, beyan etmek demektir. Ayetteki kapalılıkları açıklayan ayetlere mübeyyen denir. Mübeyyen lafız kapalı lafza ya bitişik (muttasıl) olur ya da ayrı (munfasıl) olur. Yani mübeyyen kapalı colan ayetin hemen arkasından gelebileceği gibi ayrı bir sure ve ayette de gelebilir.

EL-VUCÛH VE EN-NEZÂİR

Bir kelimenin farklı farklı ayetlerde ayrı manalara gelmesine vucûh; birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine de nezâir denir. Hz. Ali hariciler üzerine Hz. Abbas’ı gönderirken bu hususa değinmiş, Kur’an zû vucûh kelimeleri barındırdığı için onlarla sünnet ile mücadele etmesini tavsiye etmiştir. Hüda kelimesi vucûh örneğidir. Kur’an’da tam 17 manada kullanılmıştır. Cehennem, nar, sakar, hutame, cahim kelimeleri de tek bir mana için kullanılan nezâir örneğidir.

KUR’AN’DAKİ MÜPHEMLER

Es-Suyutî ve Kâtib Çelebi’nin nakline göre, mübhemat ilminin mercii sadece nakildir. Bu hususta rey hiçbir mana ifade edemez. Mübhemat hakkındaki bilgiler, nakle dayandığına göre, o haberlerin sağlam senetlerle, peygamber, sahabe ve tabiuna ulaşması gerekir.

Kur’an’da müphemlerin bulunma sebebi İslam âlimlerince şöyle sıralanmıştır:

a.       Bir başka yerde mübeyyen hale getirilen mübhemle manaya zenginlik katılmıştır.

b.       Müpheme dikkat çekerek, müphemi meşhur etmek için.

c.       Müphemin gizlenmesi atfedilenin daha önemli olduğunu göstermek

d.       Müphemin beyanında fayda olmadığı için….

FADAİLU’L-KUR’AN (Kur’an’ın Faziletleri)

Kur’an’ın faziletine ait haberleri iki kısımda mütalaa edebiliriz.

a.       Kur’an’ın bütününün faziletine ait hadisler

b.      Bazı muayyen sure ve ayetlerin faziletlerine ait hadisler.

Kur’an faziletine dair haberlere dikkatle yanaşılması gerektiği doğrudur. Çünkü bu gibi konularda pek çok hadis uydurulmuştur. Bununla beraber her konuda olduğu gibi bunda da ölçü bilgileri bize intikal ettiren güvenilir âlimlerin eserleridir. Mevzu ile sahihi bizim ayırabilmemiz mümkün değildir. Bu sebeple akla uymuyor mantığıyla Buhari, Müslim gibi sahih hadis kitaplarına geçmiş hadisleri iptal etmeye kimsenin hakkı yoktur. Bu konudaki itirazlardan birisi de Kur’an’ın ayetlerinin birbirine üstünlüğü olmayacağı hususudur. Hâlbuki buradaki üstünlük şeklî bir üstünlük değil içerik üstünlüğüdür. Neredeyse her gün imanını yenilemesi gereken cahil halkın bir iman yenileme cümlesi gibi karşımızda duran Bakara’nın son iki ayetini (Amene’r-Resulu) okumaları şaşılacak bir şey değildir. Ya da Kur’an’ın iman boyutunun bir özeti mahiyetinde olan İhlas suresinin insanların gündeminde kalmasının sağlanmasında şaşılacak bir şey yoktur.

 

KUR’AN-I KERİM’DE SUAL VE CEVAPLAR

Kur’an-ı Kerim’de çeşitli sualler ve bunlara verilen çeşitli cevaplar vardır. Bunlar kendi aralarında bir tasnife tabi tutulursa, 13 bölümde mütalaa edilebilir. Bu bölümler kitapta kayıtlıdır. Fakat bu konuda unutmamak gereken şey Kur’an’da sorulan her soru soru özelliği taşımaz. Kimi kınamak, kimi, azarlamak, kimi bilgilendirmek kimi dikkat çekmek, kimi hayret etmek için sorulmuştur. Verilen cevaplarda Kur’an’ın takip ettiği üslûba uygundur. Cevap bazen muttasıl (soruya bitişik) olarak gelirken. Bazen sorudan ayrı (munfasıl) gelmektedir. Cevap bazen aynı surede gelirken, bazen farklı surede gelebilmektedir. Cevap bazen o kadar açık olur ki, muhatabın zihnine havale edilir. Bu da Kur’an’la uğraşacak kimsenin Kur’an’ın bütünlüğüne hâkim olmasını zorunlu kılar.

AYETLER VE SURELER ARASINDAKİ TENASÜB VE İNSİCAM (UYUM)

Ayetler çeşitli zamanlarda ve çeşitli sebeplere binaen nazil olmakla beraber, aralarında öyle bir irtibat var ki, onlardan birini yerinden oynatmak mümkün değildir. Onun terkipleri gibi terkipler yapmak insanoğlunun kudretinde değildir. Ayetler gelişi güzel serpiştirilmemiştir. Gerek üslubunun anlaşılması, gerekse insicama örnek olması bakımından buraya sorulan bir soruya Kur’an’ın verdiği cevabı kaydetmekte fayda vardır. Bakara suresi 189. ayette “Sana hilâllerden soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için de, hac için de vakit ölçüleridir. Bununla beraber iyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyiliğe eren, kötülükten korunan kimsedir. Evlere kapılarından gelin, Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.” buyurulmaktadır. Hilallerin durumuyla, eve girme arasında ne gibi bir bağlantı olabilir? Burada soru soranların ters soruşları bir temsille izah edilmektedir. Açık olan bir şeyi niçin soruyorsunuz da, asıl sizin için menfaat olan yönünü sormuyorsunuz demektedir. Nasıl evinin kapısından çıkan bir kimse, evinin kapısının arkasından girmezse -ki bu iyilik değildir- o halde siz de suallerinizi eve ters girenler gibi aksi şekilde sormayın demek istemektedir.


KUR’AN-I KERİM’DE HİTAPLAR

Umumiyetle Kur’an-ı Kerim’deki hitaplar üçe ayrılır:

a.       Hz. Peygambere olan hitaplar

b.       Hz. Peygamberin dışındakilere yapılan hitaplar

c.       Her ikinse birden olan hitaplar

Kur’an tefsirinde önemli olan konulardan birisi de Kur’an’ın hitap tarzıdır. Çünkü Kur’an edebî hitaplardan pek çoğunu kullanmaktadır. Bazen umumi bir hitaptan hususîlik; bazen de hususi bir hitaptan umumîlik kastedilmektedir. Hitap tarzını bilmek bunun için önem arzetmektedir. Bu hitap tarzları şöyle örneklendirilebilir:

1. (خطاب العام والمراد به العموم) Umuma hitap ve kastedilen umum

2.      (خطاب الخاص والمراد به الخصوص ) Hususa hitap ve kastedilen husus

3.      (خطاب العام المراد به الخاص ) Umuma hitap ve kastedilen husus.

4.      (خطاب الخاص المراد به العموم ) Hususa hitap ve kastedilen umum.

5.   ( خطاب الجنس ) Cinse hitap

6.    (خطاب النوع ) Nev’e hitap

7.    (خطاب العين ) Zata hitap

8.    (خطاب المدح ) Medh (övgü) hitabı

9.    (خطاب الزم ) Zemm (kötüleme) hitabı

10.  (خطاب الكرامة ) Şeref verme hitabı

11.  (خطاب الإهانة ) Aşağılama hitabı

12.  (خطاب التهكم ) Muhatapla alay etme

13.  (خطاب الجمع بلفظ الواحد ) Tek bir lafızla çoğa hitap

14.  (خطاب الواحد بلفظ الجمع ) Çoğul lafızla teke hitap

15.  (خطاب الواحد بلفظ الإثنين ) İki lafızla teke hitap

16.  (خطاب الاثنين بلفظ الواحد ) Tek lafızla ikiye hitap

17.  (خطاب الجمع بعد الواحد ) Tekten sonra çoğa hitap

18.  (خطاب العين والمراد غيره ) Hitap zata, murad gayrısına

19.  (خطاب الإعتبار ) Vazu nasihat ve ibret hitabı

20.  (خطاب الشخص ثمّ العدول إلى غيره ) Şahsa hitaptan sonra başkasına yönelmek

21.  (خطاب التلوين ) Hitapta çeşitlilik (Gaibten muhataba; muhataptan gaibe)

22.  (خطاب الجمادات خطاب من يعقل ) Akledenlere hitap gibi cansızlara hitap

23.  (خطاب التهييج ) Heyecan verme, tahrik hitabı

24.  (خطاب الإغضاب ) Gazap ve tehdid hitabı

25.  (خطاب التشجيع والتحريض ) Kahramanlığa teşvik hitabı

26.  (خطاب التنفير ) Nefret ettirme hitabı

27.  (خطاب التحنن والإسنعطاف ) Meyl ve iştiyak hitabı

28.  (خطاب التحبيب ) Muhabbet, sevgi hitabı

29.  (خطاب التعجيز ) Âciz bırakma

30.  (خطاب التكذيب ) Yalanlama hitabı

31.  (خطاب التحسير والتلهف ) Hayıflanmak hitabı

32.  (خطاب التشريف ) Şereflendirme hitabı

33.  (خطاب المعدوم ) Olmayana hitab

 

MÜSTAKİL VE KAPSAMLI TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:

 Zerkani’nin bildirdiğine göre h. 4. asırdan önce derli toplu bir şekilde Tefsir Usulü, başka bir deyişle Ulumu’l-Kur’an’la ilgili yazılmış bir eser yoktur. Çünkü o zamana kadar böyle bir eser yazmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Aslında Kur’anî ilimler bir kitapta toplanmamıştır. Fakat alimler bu bilgilerin tamamına sahipti. Zerkani’nin bu ifadesinden anlaşıldığına göre, Tefsir usulünde müstakil ve kapsamlı te’lif çalışmaları, konularına göre gerçekleştirilmiş çalışmalardan daha sonra başlamıştır.

Zerkani, müstakil ve kapsamlı tefsir usulü çalışmasının Ali b. İbrahim b. Said Hufi’nin (450/1038) “El-Burhan fi ulumi’l-Kur’an” adlı eseriyle başladığını belirtirken Subhi es-Salih, söz konusu alanda ilk çalışmanın eserine “Kur’an İlimleri” ismini de vererek te’lif etmesi açısından İbn Merzeban tarafından yapıldığını öne sürmüştür. Ancak araştırmalar ve incelemelerimize göre Haris el-Muhasibi’nin (243/857) te’lif ettiği “El-Akl ve Fehmu’l-Kur’an” adlı eseri, ilk sayılacak değerdedir. Tahkiki yapılarak neşredilen bu kitabın belli başlı tefsir usulü konularını ihtiva ettiği görülmektedir. Muhasibi’nin anılan eserini tefsir usulü çalışmalarının ilki kabul edersek müstakil ve kapsamlı çalışmaların başlangıcını hicri 3. asra kadar götürmüş oluruz.

Tefsir usulünün başlangıcını h. 3. veya 4. asır kabul eden münakaşaları burada belirttikten sonra günümüze kadar bu yönde yapılan çalışmaları ve müellifleri tanıyalım.

 3. Asır

Haris El Muhasibi: (243/857) Bağdat’lıdır. Tefsir usulünün ilki olabilecek özellik ve değerde görülen “Fehmu’l-Kur’an” adlı eserin sahibidir. Va’zu nasihat kitapları ve Mutezileye cevap kitabı vardır.

4. Asır

1) Muhammed b. Halef el-Merzebân: (309/921) Bağdat’lıdır. Tarih ve edebiyat alimidir. Farsçadan Arapçaya 50’den fazla kitap tercüme etmiştir. El-Havi fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.

2) Ebu’l-Haseni’l-Eş’ari: (324/935) Basra’da doğmuş Bağdat’ta vefat etmiştir. Eş’ari mezhebinin kurucusudur. Mütekellim ve müctehid imamlardandır. Önceleri Mutezili iken daha sonra Ehl-i Sünnet’e dönmüştür. El-Muhtezen fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir. 300’den fazla eseri vardır.

3) Ebu Bekir el-Enbari: (328/939) Bağdat’lıdır. Arap dil ve edebiyat alimidir. Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamak için 300 bin şiiri (şevahid) ezberlemiştir. Acaibu Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.   

4) Ebu Muhammed el-Kassab Muhammed b. Ali el-Kereci: (360/970) Katıldığı savaşlarda bir çok kişiyi öldürdüğü için kassab diye tanınmıştır. Nüketu’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.

5) Muhammed b. Ali el-Udfuvi: (388/998) Kahire’lidir. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-İstiğna’ fi ulumi’l-Kur’an adlı 20 ciltlik eseri vardır.

 5. Asır

 1) Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfi: (430/1038) Mısır’lıdır. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-Burhan fi ulumi’l-Kur’an adlı 30 ciltlik eseri vardır.

2) Ebu Davut Süleyman b. Necah: (496/1103) Kurtuba’lıdır. Tefsir alimidir. El-Beyanu’l-Cami’ li Ulumi’l-Kur’an adlı 300 bölümden oluşan eserin ve Et-Tibyan li-Hecai’t-Tenzil adlı 6 ciltlik eserin sahibidir.

 6. Asır

 1) Ebu’l-Kasım el-Hüseyin b. Muhammed el-Mufaddal: (503/1109) Rağıb el-İsfehani adıyla ün yapmıştır. Bağdat’lıdır. Mutezili olduğu söylenir. Hanefi mezhebindendir. Felsefe, Ahlak, Edebiyat ve Tefsir alimidir. Tefsirini tamamlayamamıştır. “El-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an ve Mukaddimetü’t-Tefsir adlı kitapların sahibidir.

2) Abdulhak b. Ebi Bekr b. Abdulmelik b. Atıyye: (543/1148) İbn Atıyye ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Tefsir alimidir. “El-Camiu’l-Muharraru’s-Sahihu’l-Veciz fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz” adlı tefsirine ait 45 sayfadan oluşan bir mukaddimesi vardır.

3) Muhammed b. Abdullah b. Muhammed el-Mearifi: (546/1151) İbn Arabî ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Maliki mezhebindendir. Fıkıh, Hadis ve Tefsir alimidir. Muvatta, Tirmizi şerhleri, Ahkamu’l-Kur’an adlı eseri vardır. El-Kanun fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz adlı eserin sahibidir.

4) Cemaluddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali: (510-517/1116-1200) İbn Cevzi ismiyle ünlenmiştir. Bağdat’lıdır. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih, Ahlak ve Edebiyat alimidir. 300’den fazla kitap yazmıştır. Fununu’l-Efnan fi Ulumi’l-Kur’an, Zadu’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir, El-Müdhiş, Nevasihu’l-Kur’an, El-Erib Fi Tefsiri’l-Ğarib, Nüzhetu’l-Uyuni’n-Nevadir fi’l-Vucuh ve’n-Nezair, el-Musaffa gibi eserlerin sahibidir.

8. Asır

 1) Süleyman b. Abdu’l-Kavi et-Tufi: (716/1316) Bağdat’lıdır. Fıkıh, Edebiyat, Tarih alimidir. El-İksir fi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.

2) Takıyyüddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdulhalim: (728/1327) İbn Teymiyye ismiyle ünlenmiştir. Harran’lıdır. Tatar zulmünden dolayı Şam’a göçetmiştir. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık konularında bir çok eser yazmıştır. Mukaddime fi usuli’t-tefsir ve Tefsiru Suretu’l-İhlas adlı kitapların sahibidir.

3) Ebu Abdullah Bedreddin Muhammed b. Behadur b. Abdullah ez-Zerkeşi: (794/1392) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. El-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.

 9. Asır

 1) Celaleddin Ebi’l Fadl Abdurrahman b. Ömer b. Rislan b. Nusayr b. Salih Bulkini: (824/1421) Kahire’lidir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. Mevakiu’l-Ulum min Mevakiu’n-Nucum adlı eserin sahibidir.

2) Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman Kafiyeci: (879/1478) Bergama’lıdır. Mısır’da vefat etmiştir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık, Edebiyat alimidir. 60’tan fazla eseri vardır. Et-Teysir fi Kavaidi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.

 10. Asır

 Celaleddin b. Kemaleddin es-Suyuti: (911/1506) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih ve Edebiyat alimidir. 500’den fazla eseri vardır. Tefsiru Celaleyn, Ed-Dürrü’l-Mensur fi’t-Tefsir bi’l-Me’sur, El-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.

 11. Asır

 İbrahim Bergamavi: (1014/1605) Bergama’lı bir Osmanlı alimidir. Tefsir, Hadis ve Kelam alimidir. Tefsir usulü ile ilgili bir eseri vardır. 

 12. Asır

 Ahmed b. Abdurrahim Şah Veliyyullah ed-Dihlevi: (1176/1764) Hindistan’lıdır.Tefsir, Hadis ve Fıkıh alimidir. Fethu’r-Rahman, El-Fevzü’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir adlı eserlerin sahibidir.

14. Asır

 1) Şeyh Tahir b. Ali el-Cezairi: (1338/1919) Tefsir, Hadis, Dinler Tarihi, Kelam, Edebiyat, Tarih alimidir. 30’a yakın eseri vardır.Tefsiru’l-Kur’an, Et-Tibyan li Ba’dı’l-Mebahis el-Müteallika bi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.

2) Muhammed Abdulazim Zerkani: (1367/1948) Kahire’lidir. Mısır Üniversitesi Usuli’d-din fakültesinden mezun oldu. Menahilu’l-İrfan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.

3) Muhammed Hüseyin ez-Zehebi: Irak Hukuk Fakültesi İslam Hukuku Eski Bölüm Başkanı, Ezher Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur’an ve Hadis İlimleri Öğretim üyesidir. Et-Tefsir ve’l-Müfessirin adlı eserin sahibidir.


TEFSİR ÇEŞİTLERİ (TABLO)

 

 


1.Mevziî /tecziî /âyet âyet tefsîr                  2. MEVDUİ /KONULU TEFSİR

 

 


a.Tahlîlî tefsîr,                       b. İcmâlî tefsîr,                       c. Mukâren/karşılaştırmalı tefsîr.

 

 

 

a.Rivâyet tefsîri,                               b.Dirâyet tefsîri.

 

 

 


a.Mutlak dirâyet tefsîri. (Yani hiçbir görüş ile kayıtlanmamış tefsîr.)                      b.Mukayyed dirâyet tefsîri.

                                                                                                             ( Belli bir görüşün hâkim olduğu tefsîr.)

a.Tasavvufî/Sûfî tefsîr,

                                                                                                                      b. Felsefî tefsîr,

c. Fıkhî tefsîr,

d. Fennî tefsîr,

e. Edebî-İçtimaî tefsîr,

f. Lügavî tefsîr,

g. Tarihî tefsîr,

h. Fırka tefsîrleri,

                                                                                                                       ı. İlhâdî tefsîr.

 

DİĞER TEFSİR ÇEŞİTLERİ

a. Tarihsel tefsir medotu                   

b. Modemist tefsir ekolü

c. Aksiyon ve dava ekolü                 

d. İktisadî tefsir ekolü

e. Sosyolojik tefsir ekolü,                 

f.  Psikolojik tefsir ekolü

g. Kıssacı tefsir ekolü

 

Tahlîlî tefsîr kısmında ele aldığımız tefsirlerden bazılarının adı ve müellifi:

 

a.Rivâyet tefsîri

 

1. İbn Cerîf et-Taberî (310/922).   Câmiu'l- Beyân an Te'vîli Âyi'l- Kur'ân.

2. İbn Ebî Hatim (327/939).   Tefsiru'l- Kur'âni'l- Azîm Musneden an Rasûlillâhi ve's- Sahabeti ve't- Tabiîn.

3. Ebu'l- Leys Semerkandî (383/993).   Tefsiru Ebi'l- Leys.

4. el-Vâhidî (468/1075).   el-Vecîz fî Tefsiri'l- Kur'âni'l- Azîz.

5. el-Begavî (516/1122).   Meâlimu't- Tenzil.

6. İbn Atiye (546/1151).   el-Muharraru'l- Vecîz fî Tefsiri Ki-tâbi'l- Azîz.

7. İbn Kesîr (774/1372).   Tefsiru'l- Kur'âni'l- Azîm.

8. Celâluddîn es-Suyutî (911/1505).   ed-Dürrü'l- Mensur fi't-Tefsir bi'l- Me'sûr.

 

b.Dirâyet tefsîri

a.Mutlak dirâyet tefsîri. Yani hiçbir görüş ile kayıtlanmamış tefsîr.

1. Fahruddin er-Razî (606/1209).   Mefâtîhu'l- Gayb (Tefsir-i Kebîr).

2. Kâdî Beydâvî (685/1288).   Envâru't- Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl.

3. Nesefî (710/1310).   Medârikü't- Tenzîl ve Hakâkiku't-e'vîl.

4. el-Hâzin(741/1340).   Lübâbu't- Te'vîl fî Meâni't- Tenzîl.

5. Ebu Hayyân el-Endelûsî (745/1344).   el-Bahru'l- Muhît.

6. Ebussuûd Efendi (982/1574).   İrşâdü'l- Akli's-Selîm İlâ Mezâye'l- Kur'âni'l-Kerim.

 

Genel olarak tefsirler bu iki kısma ayrılır: a. Rivayet Tefsirleri b. Dirayet Tefsirleri (Kısaca izah edelim)

A. Rivayet Tefsiri

Buna me’sur veya naklî tefsir de denilir. Selefden nakledilmiş eserlere dayanan tefsirdir. Hadis usulünde nakledilen bir takım usullerle bilgi günümüze kadar aktarılarak gelmiştir. Rivayet tefsirinin za’f noktası genel olarak 3 ana noktada toplanmıştır.

1.Tefsirde uydurma haberlerin çokluğu

2.İsrailiyatın girişi

3.İsnadların hazfı

Birinci ve üçüncü maddeler hadis usulüyle alakalı olduğu için burada sadece 2. madde üzerinde durulacaktır. Ahmed b. Hanbel tefsire ait olan haberlerin güvenilirliğinin azlığını belirtmek kabilinden güvenilmeyecek üç şeyden birinin de tefsir olduğunu belirtmiştir

 

B. Dirayet Tefsiri

Buna Re’y ve makul tefsir de denilir. Rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Re’y tefsiri başta tartışılmış ve bir kısmı yerilmiştir. Re’y ile tefsir yapmaya girişenler yaptıklarını teyid için, Kur’an’daki tedebbür ayetlerine ve peygamberin sözlerine istinad ettiler.

 

TEFSİR LİTERATÜRÜ

1. Rivayet Tefsiri

Rivayet tefsirine “me’sür” veya “nakli” tefsir de denir. Ayeti bir başka ayet, hadis, sahabe ve tabiûndan gelen rivayet ile ilahi murat çerçevesinde açıklamaya “rivayet tefsiri” denir.

Felsefi fikirlerin ve mezheplerin ortaya çıkması, diğer taraftan da nübüvvet asrından uzaklaştıkça bilgi ve kültürün zayıflaması, ayetlerin yeniden ele alınmasını zorunlu hale getirdi. Müfessir hem rivayet tefsir kaynaklarını kullanabilecek alt yapıya sahip olmalı hem de Kur'an ve sünnetin ruhunu uygun sentez yapabilmelidir. Müfessir kendi yerini, metne hükmeden ve onu açıklayan değil de, metne teslim olup ona kulağını ve kalbini açarak dinleyen olarak belirlemesi gerekir. İslam bilginlerinin bir kısmı içtihadi tefsiri caiz görmemiştir.Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme”… (İsra 17/36) ayetini ve başka ayetleri de delil getirirler. Nahl suresi 44. ayette Kur'an'ı tefsir etmeye sadece Hz. Peygamber yetkili olduğu görülmektedir derler. "Kim bilmeden Kur'an hakkında bir şey söylerse, cehennemdeki yerini hazırlasın." (Tirmizi, Tefsir, 1) hadisini de hatırlatırlar.

      Dirayet tefsirini caiz görenler ise, seleften gelen rivayetler, ayetler hakkında bilgisizce konuşanlar içindir derler. Eğer dirayet tefsiri caiz olmasaydı sahabe Kur'an tefsirinde içtihada kalkışmazdı. Hz. Ebu Bekir Nisa 4/176. ayetinde yer alan "kelale" lafzı hakkında,"onu kendi re'yimle tefsir ediyorum. Eğer doğru ise Allah'tan, yanlış ise bendendir. Kelâle, çocuğun ve babanın dışındaki mirasçılardır." demiştir. Yine Hz. Peygamberin Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken ona, Allah'ın kitabı ve Rasulüllah'ın sünnetinde bulamadığı bir konuyu kendi içtihadıyla hükme bağlama izni vermiştir. Sonuç olarak, müfessirin yapacağı yorum, lafızların zahiri manalarına, Kur'an ve sahih sünnete ters düşmemeli ve yorumunu destekleyen bir delil ve karinenin bulunması gerekir.

Rivayet Tefsirleri

1- Ebu Ca'fer Muhammed ibn Cerir et-Taberî(310) ,Camiu'l-Beyan an Tev'îli Âyi'l-Kur'an

2- Ebu'l-Leys es-Semerkandî (373), Bahru'l-Ulum

3- Sa'lebî(427), el-Keşf ve'l-Beyan an Tefsiri'l-Kur'an

4- Ebu’l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî (468),el-Vecîz fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîz

5-Hüseyin b. Mes‘ûd Beğavî(516), Maalimu't-Tenzil

6-İbn Atiyye(546), el-Muharreru'l-Veciz fi Tefsiri'l-Kitabi'l-Aziz

7-İbnu'l-Cevzî(597), Zadu'l-Mesir

8-Kurtubî(671), el-Cami'u li Ahkami'l-Kur'an

9-İbn Kesir(774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim

10- Sealibî(876), el-Cevahir'ül-Hisan fi Tefsiri'l-Kur'an

11-Suyutî(911), ed-Dürrü'l-Mensur fi't-Tefsiri'l-Me'sur

12- Cemâleddîn Muhammed b. Muhammed Kâsımî (v. 1332/1914), Mehâsinu’t-Te’vîl

2. Dirayet Tefsiri

Dirayet tefsiri, “re’y” ya da “ma’kul” tefsir diye de bilinir. Arap Dili, söz sanatları, lafızların manaya delalet yönleri, cahiliyye şiiri, ayetlerin iniş sebepleri, nasih-mensuh başta olmak üzere tefsir için gerekli olan bütün bilgilere vakıf olan müfessirin Kur’an’ı içtihadıyla tefsir etmesine “dirayet tefsiri” denir.

Dirayet Tefsirleri

1-Zemahşerî(538), el-Keşşaf

2-Fahreddin er-Razî(606), Mefatihu'l-Ğayb

3-Kadı Beydavî(691), Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil

4-Nesefî(710), Medariku't-Tenzil

5-Hazin(741), Lübabu't-Te'vil

6-Ebu Hayyan el-Endülüsî(745), el-Bahru'l-Muhit

7-Nisaburî(730), Ğaraibu'l-Kur'an

8-Hatib eş-Şirbinî(976), es-Siracu'l-Münir

9-Ebu's-Suud Efendi(982), İrşadu Akli's-Selim

10-Alusî(1270), Ruhu'l-Meanî

3. İşarî Tefsir

Sadece tasavvuf erbabına açık olan bir takım gizli işaretlerle Kur’an’ı te’vil etmeye “işarî tefsir”denir. “İşarî tefsir” araştırma ve öğrenme ile elde edilmez. O, takva ve istikametin neticesi olan “vehbi” bir bilgidir. Şu ayette bu anlamı desteklemektedir: “Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” İşari tefsirin sistemleşmesi, Ebu Abdurrahman es-Sülemi'(v. 412) nin kaleme aldığı "Hakâiku't-Tefsir" adlı eseriyle olmuştur. Bu eser batini tefsirde, Taberi'nin zahiri tefsirde yaptığını yapmıştır.

Yakın Dönem Tefsir Telakkileri

Yakın dönemde neş u nema eden tefsir telakkilerinin bir kısmı “Kur’an ilimleri”ni referans kabul ederken, bir kısmı da bütünüyle reddetmektedir. Bu yüzden yakın dönem tefsir telakkileri klasik dönem tefsirlerine uzaklık itibariyle farklı konumdadırlar. Bir kısmı ile klasik dönem tefsirleri arasında nüanslar varken diğerleri ile ise müşterek değerler parmakla sayılacak kadar azdır. Yine yakın dönem tefsir telakkilerinin tamamı, usul kitaplarında genellikle dirayet tefsirinin alt başlıkları olarak ele alınır.

Yakın dönem tefsir telakkileri Kur’an ilimlerine dolayısı ile de klasik dönem müfessirlerine karşı olan yakınlık derecelerine göre şöyle tasnif ve tahlil edilebilirler:

1. İlmî Tesir

Tefsirde ilmî ıstılahları hâkim olarak kullanan ve çeşitli ilmi ve felsefi görüşleri ondan çıkarmaya çalışan anlayışa “İlmî tefsir” denir. Bu anlayışı benimseyen tefsircilere göre Kur’an bütün ilimleri içermektedir. İlmi tefsirin Kur’an-ı Kerim tefsirindeki yerini anlatırken şunları söylemektedirler: “Kur’an-ı Kerim’de astronomi, fizik, biyoloji, tıp gibi bilim dallarıyla alakalı yüzlerce ayet bulunmaktadır. Ayrıca Kur’an birçok ayette insanı akıl ve duyu organlarını kullanarak araştırma yapmaya davet etmektedir. Bütün bunlar Kur’an-bilim ilişkisinin boyutlarını göstermektedir.

Muhammed Ahmed el-İskenderani (ö. 1888), Abdurrahman el-Kevakibi ( 1900), Şeyh Tantavi Cevheri (ö. 1940) bu anlayışın önde gelen savunucularıdır.

İlmi tefsir anlayışını benimseyen müfessirler ayetleri modern ilmin verileriyle birlikte açıklamaya itina göstermişlerdir.

Muhammed Reşid Rıza ve Mustafa el-Meraği gibi içtimai tefsir ekolünü benimseyen müfessirler başta olmak üzere birçok kişi Kur’an’ın asıl gayesi olan insanları hidayete götürme davetine engel oluyor gerekçesiyle ilmî tefsir ekolünü tenkit etmişlerdir.

Niyetleri itibariyle samimi oldukları gözden kaçmayan ilmi tefsir müntesipleri, yaptıkları tefsirlerle Kur’an-ı Kerim’i bir fizik ya da biyoloji kitabı gibi tefsir ettiklerinden O’nun insanları hidayete taşıma hedefini gölgede bırakmışlardır. Ayrıca bilimsel verilerin sürekli değiştiği dikkate alındığında, onlar esas alınarak tefsir edilen ayetlerin de değişen verilere paralel olarak yeniden yorumlanması söz konusu olacaktır. Bu, hem Kur’an’ın hem de tefsirin itibarını yaralayacaktır.

2. Konulu Tefsir

Kur’an-ı Kerim’deki konulardan herhangi birine dair ayetleri bir araya getirerek Kur’an’ın o konudaki görüşünü ortaya koymaya “konulu tefsir” denir.

Konulu tefsir kendi içinde “genel konulu” ve “özel konulu” olmak üzere iki kısma ayrılır. Bir başlık altında toplanabilen pek çok konuyu işleyen eserlere genel konulu tefsir denir. Kur’an’ı Kerim’deki hüküm ayetlerini açıklayan “ahkam tefsirleri” bu bağlamda değerlendirilir. “Kur’an’da insan”, “Kur’an’da kadın” gibi özel bir konuyu içeren eserlere ise “özel konulu tefsir” denir.

Klasik dönem alimleri içerisinde “Te’vî’l-u Müşkili’l-Kur’an” isimli çalışmanın sahibi İbn Kuteybe (ö. 276/889) ve “Ahkamu’l-Kur’an” adlı tefsirin müellifi Cassâs (ö. 370/980) “genel konulu tefsir” anlayışının ilk temsilcilerinden kabul edilir.

Günümüzde “Kur’an’da insan”, “Kur’an’da ahlak” gibi eserler kaleme alanlar ise “özel konulu tefsir” anlayışını temsil etmektedirler.

Konulu tefsir müelliflerinin araştırmada izledikleri yöntem şu şekildedir:

a. Araştırılacak konunun çerçeve ve sınırları belirlenir.

b. Konu ile ilgili ayetler bir araya getirilir.

c. Ayetler iniş sıraları dikkate alınarak tertip edilir.

d. Ayetin varsa nuzül sebebi gözden geçirilir.

e. Bir araya getirilen ayetler toplu bir şekilde değerlendirilip aralarında gerekirse takdim-tehir yapılır.

f. Ayetlerde geçen kelimelerin hem sözlük anlamları hem de Kur’an-ı Kerim’deki kullanımları dikkate alınır.

Klasik dönem müfessirleri tarafından telif edilen “genel konulu tefsir”ler ayetleri bağlamlarından koparmadan bütüncül bir bakış açısıyla ve hadislerin gölgesinde tefsir ettiklerinden “Kur’an ilimleri” literatürüne uygundurlar. Belli konuları derinlemesine incelediklerinden tefsir disiplinine ciddi anlamda katkıda da bulunmuşlardır. Çağdaş müellifler tarafından telif edilen “özel konulu tefsirler” ise, “Kur’an’da ahlak”, “Kur’an’da eğitim” gibi çalışmalarla Sünnet’i devre dışı bıraktıklarından, Allah Resulü’ne ittibayı bizzat emreden Kur’an-ı Kerim’le çelişmektedirler.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de bir konu farklı surelerde ele alınmıştır. Konulu tefsir yapılırken bir araya getirilen ayetler bağlamlarından koptuklarından Kur’an’ın hedeflediği anlamı da verememektedirler. Bu durum anlatılanın tam zıddı manaların anlaşılmasına yol açabilmektedir.

  3. İçtimai Tefsir


Ayet-i kerimeleri sosyal hayatın kanunlarıyla mukayese ederek inceleyen tefsire “içtimai tefsir” denir. İçtimai tefsir anlayışının kurucusu kabul edilen Muhammed Abduh (ö. 1905) tefsirdeki hedeflerini şu şekilde açıklamıştır: “Tefsir, İslam’ın insanları dünya ve ahirette mutluluğa götüren bir din olması cihetiyle, Kur’an’ı anlamaktır. Tefsirde ki en üst amaç budur. Gerisi ya bu amaca bağlı ya da bunun gerçekleşmesi için birer vesiledir.”

İçtimai tefsir ekolünün Muhammed Abduh’tan sonra en meşhur müfessirleri Reşid Rıza (ö. 1935), Muhammed Mustafa el-Meraği (1945) ve Ferid Vecdi (ö. 1954)’dir. Muhammed Abduh’un şekillendirdiği ekol en meşhur tefsirini Reşid Rıza ile vermiştir. Müellifin “Menar” adını koyduğu eserde Abduh’un ruh halini ve fikrini aynen görmek mümkündür.

İçtimai tefsir anlayışını benimseyen tefsircilerin özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

a. Kur’an’ı hiçbir mezhebe bağlı olmaksızın tefsir etmişler, mezheplerin taklit edilmesine karşı çıkmışlardır.

b. Tefsirle alakalı bir çok rivayeti İsrailiyyât iddiasıyla reddetmişlerdir. Mütekaddimin ulemaya ait tefsirlere Kur’an’ın maksadına engel oluyor gerekçesiyle itibar etmemişlerdir.

c. Tefsir literatüründe yer alan bir çok rivayetin zayıf ya da mevzu olduğunu iddia etmişlerdir.

d. Kur’an’ı içtimai ve edebi bir metodla tefsir etmişler fakat kelime tahlilleri noktasında ayrıntıya girmekten uzak durmuşlardır.

İçtimai tefsir ekolü akılcıdır. Akla çok geniş bir özgürlük alanı tanımasından dolayı Kur’an’daki bazı gerçekleri Mu’tezile’den iktibas ettiği akli kriterlerle te’vil etme yoluna gitmiştir. Bu yüzden “Çağdaş Mu’tezile Ekolü” olarak da nitelendirilmiştir.

Reşid Rıza başta olmak üzere bu anlayışı benimseyen bir çok tefsirci cinlerin varlığından şüphe etmiş, insanların gördüklerini iddia ettikleri yaratıkların cin değil maymun gibi garip hayvanlar olduğunu iddia etmiştir. Allah Resulü’nün Kur’an-ı Kerim dışında mucizesinin olduğunu da reddetmişlerdir.

Onlara göre, Kur’an’ın hedefi fertlerin hidayeti ve toplumun ıslahıdır. Hidayetten bahsetmelerine ve pozitivist bilim mantığına karşı olduklarını söylemelerine rağmen ayetleri söz konusu mantık çerçevesinde açıklamaktan da kurtulamamışlardır. Nitekim Muhammed Abduh Fil Suresi’nin tefsirinde Ebabil Kuşları’nı önce sinek ardından mikrop, taşları da sineklerin ayaklarına bulaşan toz zerreleri olarak tevil etmiştir.

Modern bilimden aşırı derece etkilendiklerinden çağdaş insanların takdirini alabilmek için uzak tevillerde bulunmuşlardır.

Vahiy olan Kur’an-ı Kerim’i aklı referans kabul ederek tefsir eden ekol mensupları, insan bilgisine ilahi bilgi üzerinde bir otorite tayin etmiştir. Bu ise, Allah Teala’Nin bilgisinin kuşatıcılığı ve her an faal oluşu ile çelişmektedir.

4. Edebi Tefsir

Kur’an’ı sırf edebi açıdan inceleyen anlayışa “Edebi Tefsir” denir. Ekolün kurucusu kabul edilen Emin el-Hûlî’ (ö.1966) geliştirdiği tefsir tarzıyla alakalı şunları söylemektedir: “Çağımızdaki tefsirin asıl hedefi sırf edebi olmaktır. Tefsirden amaç ne olursa olsun bundan sonra gelir ve buna dayanır.”

El-Hûlî’nin açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, Kur’an’ı esas itibariyle bir hidayet kitabı kabul eden klasik dönem alimlerinin Kur’an’ın edebi yönünü ortaya çıkarmak için yaptığı çalışmalarla “Edebi Tefsir” birbirinden farklıdır. Çünkü ikincisinde asıl olan Kur’an’ın yol gösterici olması değil sırf edebi olmasıdır.

Aişe Abdurrahman, eşi el-Hûlî’Nin geliştirme ve örneklendirme imkanı bulamadığı “Edebi Tefsir” anlayışını kaleme aldığı eserleriyle somutlaştırmaya çalışmıştır. “Edebi Tefsir” anlayışından hareketle Kur’an’ı tefsir etmeye çalışan bir diğer yazar ise Muhammed Ahmed Halefullah’tır. Halefullah “el-Kasasu’l-fenniyyu fi’l-Kur’ani’l-Kerîm” adlı teziyle Kur’an’ı Kerim’deki kıssaları “Edebi Tefsir” usulü çerçevesinde tenkit ve tahlil etmiş, onların gerçekte hiç olmadığını iddia etmiştir. Halefullah’ın tezi ekolün ciddi bir şekilde tenkit edilmesine neden olmuştur. Neticede tezle direkt ya da dolaylı yoldan alakası bulanan Muhammed Ahmed Halefullah, Abdulkadir el-Mağribi, Muhammed el-Mubarek, Şevki Dayf, Tahir b. Aşur gibi akademisyenlerin üniversitedeki görevlerine son verilmiştir.]

Kur’an’ın haber verdiği Hz. İbrahim ve Hz. İsmail kıssalarının gerçek olmadıkları, bir takım siyasi ve dini maksatlara mebni oldukları iddiasını gündeme taşıyan Taha Hüseyin gibi yazarların “ilhadi tefsir” anlayışları, kıssalar mevzuunda “Edeb-i Tefsir” usulüyle paralellik arz etmektedir.

Aişe Abdurrahman başta olmak üzere, Ahmed Halefullah ve “Edebi Tefsir” ekolünün diğer mensupları el-Hûlî’nin sistematize ettiği tefsir anlayışını Kur’an’a tatbik etmeye çalışmış, bu noktada eserler vermişlerdir. Fakat söz konusu anlayışın temellendirilmesi noktasında en kapsamlı çalışma, günümüz yazarlarından 1943 Mısır doğumlu Nasr Hamid Ebu Zeyd’e aittir.

Ebu Zeyd, “Edebi Tefsir” anlayışı başta olmak üzere bünyesinde modernizmin kodlarını barından bilcümle tefsir tarzlarına meşruiyet kazandırabilmek için sünnet ve cemaat mezhebinin “Ulum-u Kur’an” literatürüne mesnetsiz ve insafsız tenkitlerde bulunmuştur. Bu çerçevede kaleme aldığı “Mefhumu’n-nass dirase fi ulumi’l-Kur’an” adlı çalışma ilmi ve tarihi hakikatlere muhalif, ümmetin genel kabulleriyle çelişen görüşlerle doludur.

5. Tarihselci Tefsir

Tarihselcilik ilk olarak Batı’da ortaya çıkmıştır. Gayesi ise, efsanevi anlatımlarla insanüstü bir yaratık haline getirilen Hz. İsa’yı yaşadığı tarihi ortam içerisinde değerlendirmektir.

Tarihselcilik, zaman içerisinde izafilikle, evrimcilikle, tarih ideolojisiyle ve nihilist uydurmacılıkla eş anlamlı görülmüştür. Bugünkü anlamı dışında uygulama alanları bulan tarihselciliği; geçmişte olup biten her şeyin geçmişte kalmasına rağmen etkisini sürdürmesi diye tarif edebiliriz.

Tarihselciliğe göre tarihsel bir olay yalnız mazinin tarihi-sosyal yapısına gidildiğinde anlaşılabilir. Fakat tarihi bir olay, tarihi bir kimlik aynıyla yarınlara taşınamaz. Çünkü tarihsel şeyler evrensel addedilmezler.

Batı’da geliştiği şekliyle tarihselci yaklaşım daha sonra müsteşrikler tarafından Kuran’a uygulanmıştır. Müsteşriklerin tarihsel açıdan Kuran’a yaklaşımlarını Rudi Paret’in ‘Kuran Üzerine Makaleler’ adını taşıyan eserinde görmek mümkündür. Rudi Paret, söz konusu eserinde şöyle demektedir: “Kuran’ı anlamaya giden en kestirme yol tarihsel bakış açısından geçmektedir. Bu yolu izlerken Kur’ani tebliğleri hemen genel geçer mutlak ifadeler olarak kabul etmemek gerekir. Kur’anî ifadeler yedinci asrın şartlarına karşı Peygamber’in takındığı somut tarihsel duruşun tezahürleridir.”

Önceki tefsir ekollerine göre daha yeni olan tarihselciliğin temsilcileri arasında Fazlurrahman, Mısırlı felsefe hocası Hasan Hanefi, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Cezayirli Muhammed Arkoun, Fransız Roger Garaudy ve Muhammed Abid el Cabiri önemli bir yer tutmaktadır. Fakat, Kur’an’ın tarihselliği fikrinin neler önerdiğini anlayabilmek için İslam dünyası ve özellikle de Türkiye’de tarihselciliğin öncü ismi olarak kabul edilen Fazlurrahman’ın görüşleri ayrı bir öneme sahiptir.

Müslümanları Kuran’ın indiği devre dönmeye çağıran Fazlurrahman önerdiği “etkin tarih” teziyle Allah’ın kelamı Kuran’ı, tarihi ve kültürel değerlerin karşı konulamaz yönlendiriciliği altında şekillenmekle izah ederken şunları söyler: “Kuran’ın anlaşılması için O’nun nesnel ortamı şüphesiz ki olmazsa olmaz bir usuldür; çünkü özellikle Müslümanlar için mutlak kuralsal olması açısından Kur’an, Allah’ın tarih içerisinde cereyan eden durumlara Peygamber’in zihni vasıtasıyla verdiği cevaplar olduğu için bu zorunluluk daha da güçlenmektedir.”

Fazlurrahman, vahyi Hz. Peygamber ile irtibatlandırırken klasik dönem müfessirlerini, Hz. Peygamber’in Kuran’a karşı olan konumunu pasifize etmekle ithameder. O’na göre vahyin anlamsal yönü Cenab-ı Hakk’a lafza aktarılışı ise Allah Resulü’ne –sallallahu aleyhi ve sellem- aittir: “Kur’an yanılmaz olması ve mutlak olarak yanlıştan beri olması ciheti ile tamamen Allah’ın kelamıdır; ancak Peygamber’in kalbine (zihin anlamında kullanmaktadır) ve buradan O’nun diline intikal etmesi açısından O’nun şahsiyeti ile derinden ilgilidir.’

Kur’an’ın hükümlerini tarihin belli bir devresine hapseden tarihselci tefsir anlayışı, ayetlerin evrensel olduğunu reddetmektedir. Bu ise bizzat Kur’an ile çelişmektedir. Zira Kuran-ı Kerim açıkça evrensel olduğunu ifade etmektedir: “Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.” Bu ayet, Kuran’ın ve ilk muhatabı Allah Resulü’nün mesajının belli bir zaman, coğrafya ve milletle sınırlı olmadığı, bilakis O’nunla aynı asrı paylaşanlar dahil kıyamete kadar gelecek bütün ins ve cinni kapsadığı, yani tarih üstü olduğu gerçeğini ifade eder.

“O (Kur’an), bütün alemler için ancak bir uyarıdır.” (En’am 6/ 90) Yani sadece indiği toplumu değil, bütün alemleri irşad etmek O’nun uhdesindedir. Daveti zaman ve mekanla sınırlı değildir.

“Kuşkusuz o, alemler için bir zikirdir.” (Tekvir 81/ 27) Kur’an’ı Mübin, bütün mükelleflere şamil olan bir kitaptır.

Evrensel olduğunu açıkça beyan eden Kur’an, ihtiva ettiği hükümleri de evrensel ölçülerde vaz etmiştir. Bu bağlamda O’nun hükümlerinin evrenselliği bir yönü ile Hz. Adem’e, bir yönü ile de kıyamete uzanır. Hz. İbrahim’in Müslüman olarak tavsifi, -özel durumlar hariç- semavi dinlerdeki bir çok hakikatin değişmeden İslam’da da var olması, bütün İlahi dinlerin İslam üst başlığında cem edilişi, ilahi hitabın öz itibariyle değişmeden bütün zamanlarda aynı kaldığını göstermektedir.

İslami bir asıldan mahrum olan, Kur’an’ın ne söylediğini anlamaktan ziyade ideolojisini Kur’an’a tasdik ettirerek meşruiyet kazanmayı amaçlayan ve bu yüzden de murad-ı ilahi’yi doğru kavrayamayan anlayış usulleri içinde –ilhadi tefsir müstesna- Kur’an’a en uzak olanı tarihselci tefsirdir.

6. İlhadi Tefsir (!)

Dini yıkmak isteyen kişilerin batıl te’villerle Kur’an’ı tahrif etmesine ya da ayetleri inkar ederek yorumlamalarına “ilhadî tefsir” denir.

Mansur Fehmi (ö. 1959), Taha Hüseyin, İsmail Mahzar, ilhadî tefsir ekolünün öncü isimleridir.

İlhadi tefsir anlayışını benimseyen yazarlardan Mansur Fehmi “Muhammed dinin hükümlerini bütün herkese tatbikeder, fakat kendini bundan istisna eder.” demektedir. Taha Hüseyin ise Kur’an’ın haber verdiği Hz. İbrahim –aleyhisselam- ve Hz. İsmail –aleyhisselam- kıssalarının gerçekte olmadıklarını, bu nev’i kıssaların masal olabileceklerini iddia etmiştir. Tefsirde ilhadî boyutu gündeme taşıyan bazı yazarlar, iki akla sahip olduklarını, alimlik akıllarıyla -Taha Hüseyin örneğinde olduğu gibi- kıssaları reddettiklerini, dini akılları ile onlara iman ettiklerini söylemişlerdir.

İlhadî tefsir ekolünü benimseyen yazarların bir kısmı doğrudan Kur’an’da ki hükümleri inkar ederken diğer bir kısmı ise etkisinde kaldığı bir düşünce ya da benimsediği bir felsefi hareketin tesiriyle cin ve melek gibi bazı varlıkları batıl te’villerle reddetmektedir.

 

 



[1] Bu bölüm Vehbe Zuhayli’nin Fıkıh Usûlü kitabından hazırlanmıştır.

 

 

[4] Bu bölüm; İbn Hacer, Nüzhetü'n-Nazar Şerhu-Nuhbeti'l fiker, İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü ve Hadis Edebiyatı; Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis Usulü eserlerinden istifade edilerek hazırlanmıştır.

[5] Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 8.

[6] Bu türe giren eserlerin geniş tanıtımları için bk. İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı: 28-43; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 71-72.

[7] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 72-73.

[8] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 278-279; Sahâbelerin rivayetleriyle ilgili rakamlar. Endülüs'ün meşhur muhaddisi Ebu Abdirrahman Bakiy İbnu Mahled el-Kurtubi (276/889)'in Müsned'ine dayanır. Ancak bugün bu değerli eser hiçbir kütüphanede mevcut değildir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/533.

[9] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 95-96.

[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/73.

[11] İbn Hacer, Nüzhetü'n-Nazar Şerhu-Nuhbeti'l fiker, Mısır, (t.y) s. 47.

[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/166; Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis Usulü, 12. sınıf: 94.


0 Yorum - Yorum Yaz


Bülent EROĞLU

Doktora Öğrencisi 2015-16 Bahar Dönemi

Tefsir Bölümü No: 15922722

TEFSİR, FIKIH VE HADİSE BÜTÜNCÜL BİR BAKIŞ DENEMESİ

            İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nisbetinde Allah’ın muradına delalet etmesi bakımından Kur'an-ı Kerim metninin içerdiği manaları ortaya koymak anlamına gelen Tefsir ilminin, Hz Peygamber’den nakledilen söz, fiil ve takrirler demek olan Hadis İlminden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Nihayetinde bir vahiy mahsulü olan Kur'an-ı Kerim’in anlaşılmayan yerlerini açıklayan, onun her hükmünü insanlara tebliğ etmekle yükümlü olan, sünnetine itaatin emredildiği kişi Hz Muhammed (sas)’dir. Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim ve Sünnetten elde edilen bilgilerle iman, ibadet, sosyal nizam ve ahlaka dair pek çok bilgi dalını kapsayan Fıkıh İlmi de Hadis ve Tefsir İlmi ile ilgilidir. Her üçü de Kur'an-ı Kerim’i temel alır. Ancak ele alışları farklı farklıdır. Bilginin bir bütün olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu üçünü birbirinden ayrı düşünmek doğru olmayacaktır. Konuları, alanları her ne kadar farklı da olsa, birbirlerinden bağımsız değildirler.

Tefsir tarihi bizlere nüzul ortamını, o dönemdeki insanların zihin yapılarını ve bu doğrultuda Kur'an-ı Kerim’e bakışlarını resmederken, Hadis tarihi, Sünnetin Kur'ân-ı Kerim’in umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah etiğini belirtir. 4. asrın ilk yarısından itibaren hadis ilminin konularını içine yer alan müstakil kitaplar telif edilmeye başlanmıştır. Bu konulardan birisi de nâsih ve mensûh hadisler konusudur. Fıkıh, anlamak derinlemesine kavramak, tam bilgi sahibi olmak anlamına gelir. Aynı zamanda kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer’i hükümleri bir meleke halinde bilmesi anlamına da geldiği söylenmiştir. Görüldüğü gibi Fıkıh da kaynağını önce Kur'ân-ı Kerim’den almıştır. Daha sonra hadisleri de hüküm vermede kullanmıştır. Aslında bakılan olay, kişiler, mekân aynıdır. Hepsi bir bütünsellik arz eder. Ama olayı ele alışlarında farklılıklara rastlanmaktadır.           

Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihinin tarih sahnesindeki gelişimlerine bakarak, bu ilimlerin birbirleriyle nasıl ilişki içerisinde olduğunu bir kere daha görelim. İlk dönemlerde gelen vahiyler Hz. Muhammed’in vahiy kâtipleri tarafından yazılıyordu. Ancak başlarda hadislerin yazımına ayetler ile karışır endişesiyle izin verilmemişti. İkinci dönemde sahifeler yazılmaya başlanmıştır. İslam’ın bidayetiyle birlikte ise hadis yazımının çoğaldığı görülmektedir. Fıkıh ise, tarihin ilk devirlerinde oluşmaya başlamış, hicri ikinci yılın başlarında yazılmıştır. Kur'ân-ı Kerim’in yazıldığı, hadislerin ise yazımına izin verilmediği dönemde ispat delilleri ise şahitlik, itiraf ve yemin ile olmaktaydı. Sünnetin düzensiz ve müsned tarzında tedvini fıkıh tedvininden önce olsa da konularına göre tasnifi daha sonradır.

Zamanın geçmesiyle bir taraftan tedvin hareketi geniş bir şekilde faaliyet gösterirken, diğer tarafta fıkhi, itikadi ve siyasi fırkalar teşekkül etmiş, her fırka bir hüküm için lazım olan nassı aramaya koyulmuş, onlar kendilerini teyid edecek bir delil aramışlardır. Mesela Sahabilerin Hz. Peygamber’den sonra hadisleri nakletmedeki rolleri büyüktür. Hadis toplama ve muhafaza işi Hz. Peygamber döneminde yalnız hafızalara tevdi edilip, yazıdan istifade edilmediğini daha önce de belirtmiştik. Bazıları muhkem ve müteşâbih ayetleri anlamaya çalışırken, bazıları sadece Hz. Peygamber’in sözlerini toplamaya çalışmıştır. Hz. Peygamber hayatta olduğu için hüküm çıkarmayla doğrudan ilgilenmeseler de, bunun yollarını Hz. Peygamber’den öğrenmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim de ilmin başkalarına öğretilmesini tavsiye ediyordu.” Yine Sahabiler tefsirde sebeb-i nüzûle vakıftılar. Ayetlerin izahını peygamberden işiterek ya da ictihadlarıyla yapmışlardır. Görüldüğü gibi Hadis tarihinin yakından ilgilendiği, Hz. Peygamber ve ashabının durumları, aslında Kur'ân-ı Kerim’i anlama faaliyeti olduğundan, Tefsir tarihi içinde de pek çok kere yer almıştır.

Vahyin hukuk nizamını oluşturmasında; bazı olayların ortaya çıkmasının ardından, Sahabilerin Hz. Peygamber’den çözüm istemeleri, bazen problem çıkmadan hükümler çıkması, bazen de probleme rağmen vahiy gelmeyince Hz. Peygamber’in içtihada başvurması etkili oluyordu. Sonraları Kur'ân-ı Kerim ve Sünnette açıkça bulunmayan meseleler ortaya çıktığında istişareye başvurulmuştur.

            Tâbiun dönemine baktığımızda İslâmiyete yeni giren unsurlar nedeniyle müslüman olmayanları bir çatı altında toplamak ve onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu yüzden yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler, Müfessirler Kur'ân-ı Kerim’e sarılıyorlardı. Şahsi görüşlerde böylece rol oynamaya başlamıştı. Siyasi ihtilaflar ve bu ihtilafların neticesi ortaya çıkan şia ve havâric fırkaları, hadis vaz’ının başlamasında başlıca âmil olmuşlardır.

            Yine tarih içerisinde dikkatimizi çeken bir durum da her bir alana ait ihtilaflar ve onların sebepleri olmuştur. Sınırların genişlemesi ve İslam’ın yayılmaya başlamasının beraberinde getirdiği bir takım olgular tabi ki bazı ayrılıkların da oluşmasına neden olmuştur. Yaşadıkları çevreler farklı olduğundan ihtiyaçları da değişikti. Hadislerin sahabe devrinde tedvin edilerek, Müslümanların arasında neşredilmemesi ayrılıklara neden olmuştur. İhtilaf sebepleri, Hz. Peygamber’den uzakta bulunan bazı Sahabilerin bu arada geçen ayet ve hadislerden haberdar olmamaları, hadisi sağlam bir kaynaktan elde etmemiş olmak, farklı anlamak ve yorumlamak, yanılmak ve unutmak olmuştur.

            Her üç tarih kitabından aktardığımız ihtilaf sebeplerine bakınca, hepsinin de bu konuyla ilgilendiğini görüyoruz. Çünkü bu ihtilafların doğurduğu bir takım olgular tefsiri, hadisi ve fıkhı etkilemiştir.

            Bu alanların birbirleriyle olan ilişkilerinin bir başka yönünde de Elimizdeki en eski örnek olan Şâfii’nin er-Risâle ismindeki eserinde, Kur'ân-ı Kerim ve onun hükmünü açıklama metodu, nâsih-mensûh, haber-i vâhid, kıyas, istihsan gibi konuları işlediğini görüyoruz. Tefsirin konularından biri olan nâsih-mensûh ve hadisin bir yönünü teşkil eden haber-i vâhidin bir İslâm hukukçusu tarafından ele alındığını görmekteyiz. Yine islâmın ilk dönemlerimde “fıkıh” kelimesinin, Ebû Hanife’nin akaid alanına dair eserine verdiği “el-fıkhu’l ekber” adından, tüm ilimler için kullanıldığını fark ediyoruz. Yani bilgi bütün olarak görülmüş, derin düşünme anlamındaki “fıkıh” kelimesi farklı ilimlerde de kullanılmıştır.

             İslâm Hukuku Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete dayanır. Din, ibadet, ahlak ve hukuk birbirini tamamlamaktadır. Kur'ân-ı Kerim ve Sünnette ifade edilen hukuk kâideleri ve hükümlerin sayısı azdır ve teferruattan ziyade genel esaslara dayanır. Oysaki tefsir ilminde her ayetin farklı tezahürlerde üzerinde durulmaktadır. Hukuk bu bağlamda sadece kâide ifade eden ayetlerle ilgilenmektedir.

            Tüm bu örneklerden anlaşılacağı üzere, farklı birer disiplin olarak gelişen tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinin tarihlerine baktığımızda aslında aynı kaynaktan beslenip, farklı bir ihtiyacın tezahüründe oluştuğunu görmekteyiz. Her üçünün de aslında bu anlamda birbiriyle ilişkili olduğu göz ardı edilmeyecek bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

FIKIH TARİHİ    12.05.2016

                                                    NAZIM ÇETİN

                                       DOKTORA- BAHAR DÖNEMİ- 15922739

                                                   

           FIKIH TARİHİ

1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür([1])

Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” ([2]), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” ([3]) ayetleri bu özelliktedir. 

Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. ([4])

Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.

Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.

 Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır. 

Bu  sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir  problem  olarak ortaya çıkmamıştır.

2- Sahabe Dönemi

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı.

Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir ([5])

Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır ([6].)

Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır.

Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir. ([7])

3- Tabiun Dönemi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.

Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.

Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur.[8] Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.

Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.

a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.

c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.[9]

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması ([10])

Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.

İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.

 

5- Taklid ve Duraklama Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu. ([11])

Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.”  ([12])

Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. ([13])

Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.

Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.

Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur.

İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır.

 

6- Kanunlaştırma Dönemi

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak  şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

 

 

 

 

 



[1] - Fahrettin Atar, M.Ü.İ.F.Dergisi, “İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, Sayı: 3, sayfa:21-22, İstanbul 1985

[2] - Bakara, 217

[3] - Maide, 4

[4] - Darimi, Sünen, I, 86

[5] - İbn Kayım, İ’lâmü’l-muvakkıin, I, 17

[6] - Fahreddin Atar, M.U.İ.F. Dergisi, “ İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, sayı 3, s.26) Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır

[7] - Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İstanbul 1989, s. 115.

 

 

 

 

 

 

 

[8]  Muhammed el-Hudarî, İslam Hukuku Tarihi, terc. Haydar Hatipoğlu, İstanbul 1987, s.159.

[9]  Hudarî, İslam Hukuku Tarihi, terc. Haydar Hatipoğlu, s.159-169; Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.161-167; Fahreddin Atar, Fıkıh Usulü, s.355-359

[10] - Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.170-171; Atar, Fıkıh Usulü, s.361-362

[11] - Atar, M.U.İ.F. Dergisi, “İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, sayı:3, s.30

[12] - Hudarî, İslam Hukuku Tarihi (terc. Haydar Hatipoğlu), s.320

[13] - Atar, Fıkıh Usulü, s..365-366.


0 Yorum - Yorum Yaz


                                                              NAZIM ÇETİN

  DOKTORA- BAHAR DÖNEMİ- 15922739

  Fıkıh Usulünün Tarihçesi

 

 

Hz Peygamber Devri:

Bu dönemde fıkhın kaynakları Kur’an sünnet ve ictihad idi. Fıkhın tatbikiyle birlikte teşri usulleri de tayin ve tespit ediliyordu, ancak bunlar şifahi olup tedvin edilmiyordu.

- Sahabe Devri:

Sahabe devrinde fıkhın kaynakları Kur’an, sünnet, icma ve ictihad idi.  

 Bir takım kurallara bağlı olarak hükümler çıkarılıyordu. Kıyas gibi bazı fıkıh usulü kavramları bu dönemde oluşmaya başladı. Bu devrede de teşri usulleri şifahi olup tedvin edilmemişti.

- Tabiun Devri:

Bu dönemde ehli rey ve ehli hadis ekolleri ortaya çıkmış ve kendilerine has bir takım teşri metotlarını benimsemişlerdir.  Ehli hadis daha ziyade Kur’an ve sünnet ekseninde kalırken, ehli rey bulundukları şartlar gereği ictihad ve istihsana daha çok başvurmuştur.

- Müctehid İmamlar Devri:

 Bu dönemde fıkıh usulünün haram, vacip, farz, mubah gibi terimleri ortaya çıktı. Mezhepler kendilerine ait bir takım usuller benimseyip ona göre hüküm çıkardılar. Hanefiler daha ziyade istihsanı kullanırken Malikiler ıstıslah metodunu kullanmıştır.

İmam Şafii’nin er-Risale adlı usul çalışması günümüze kadar ulaşan ilk fıkıh usulü kitabı olmuştur.

 

Fıkıh:

 Müctehidlerin, tafsili şer’i delillerden istinbat ettiği şer’i ameli hükümlerdir.

Fıkıh Usulü:

 Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.

Fıkıh Usulünün Konusu:

Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller ve hükümlerdir.

Fıkıh Usulünün Gayesi:

İlmin gayesi şer’i hükümlerin şer’i delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir.

Fıkıh Usulünün Faydaları:

Kur’an ve sünnetin lafızlarını öğrenmeyi; hüküm çıkarma yollarını görmeyi sağlar.

Fıkıh ile Fıkıh Usulü Arasındaki Fark:

- Fıkıh ilminin konusu kişinin hukuk ve hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiillerin hükümleridir.

- Fıkıh usulü ise şer’i hükümleri tafsili delillerden istinbat etme için gerekli kaideleri öğreten ilimdir.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 HADİS TARİHÇESİ

Hadis ile Sünnet’in kapsamları ko­nusunda farklı görüşler bulunmakla be­raber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resûlullah’ın söz, fiil ve takrirleri için kul­lanılması, özellikle hadis âlimleri arasında daha fazla kabul görmüştür. Sünnet ve Hadis’in çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber’in ahlâkını, şemailini, pey­gamberlikten önce söylediklerini ve yap­tıklarını da bu çerçeve içine alanlar ol­muştur. H. II. (M. VIII.) yüzyıldan iti­baren Hadis’i ifade etmek üzere kullanılan terimlerden biri de “ilim”dir. İlk dönemlerde ilim kelimesinin kapsamına Kur’an, Hadis ve Fıkhın girdiği, fakat son­raları “ilim” sözüyle daha çok Hadis’in kas­tedildiği anlaşılmaktadır.

 

---------------------------------------------------------------------------------------------------

KUR’ÂN-I KERÎM’ İN TEFSİRİNE DUYULAN İHTİYAÇ

 

 

Kur’ân’daki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen Hz. Peygamberdir ki O, Kur’ân Tefsiri’nin aslı ve esasıdır. Zira Kur’ân-ı Kerîm, O’na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur’ân’ı, insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bundan dolayıdır ki Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri denilince, ilk olarak Hz. Peygamber gelir. Kendi üzerinde düşünmeyi emreden ve bu işi yapmayanları yeren Kur’ân-ı Kerîm’i anlayabilmek için, O’nun tefsirine ihtiyaç vardır. Kur’ân’ın, Kur’ân ile tefsirinden sonra, O’nun en yetkili ve ilk müfessiri Hz. Peygamberdir.

Hz. Peygamber vahyi tebliğ etmek ve onu açıklamakla görevli idi. Bu yüzden Kur’ân’ı açıklamada Sünnet’in önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber’i Kur’ân tefsirine sevk eden en önemli âmil, İslâmiyet’in kendisinden olan emirdir. Bu, peygamberlik görevinin bir gereğidir. O, teybîn ve tebliğle mükellefti. Sünnet, Kur’ân’ın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder.

Hz. Peygamber’in tefsiri, daha ziyade sahabe sorularına cevap verme şeklinde gerçekleştiği için, her şeyin kendisine sorulmadığı düşünülürse, tefsirinin de az olduğu söylenebilir. Muteahhirûn’un tefsir anlayışında, lügat, belagat ve bunun gibi daha pek çok hususlar aranır. Halbuki ilk tefsirde bu gibi teferruat yoktur, onda şeriat ve ahkamda Allah’ın muradını beyan vardır.

Tefsir ve Te’vil Kelimeleri, muhtelif zamanlarda birbirinin yerine kullanılmış olsalar da aynı şeyler değildir. Zira Tefsir, Te’vil’ den daha geneldir, daha önce kullanılmıştır ve mana ile ilgili değil lafızla alakalıdır. Te’vil kelimesi, ise Kur’ân’ı ve O’ndaki fikirleri müdafaa devrinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime, Kur’ân-ı Kerîm’ de birçok yerde başka başka anlamlarda geçmektedir. Tefsir, Te’vil’ den daha umumîdir. Te’vil, makbul olma ve olmama bakımından iki kısma ayrılmaktadır.

SAHABE’NİN TEFSİRDEKİ YERİ

 

Hz. Peygamber’den sonra tefsir sahasında en önemli rolü, sahabe üstlenmiştir. Sahabe’yi tefsir sahasında iki husus üstün kılmaktadır:

a. Sarsılmaz mutlak imanları,

b. Hadise ve sebepleri müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası nüzûl sebeplerine vakıf olmaları idi.

Sahabe Kur’ân’ı anlamakta insanların en muktediri sayılır. Çünkü onlar Kur’ân ayetlerinin izahını ya Hz. Peygamber’den işitmek suretiyle ya da içtihatlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla ayetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak suretiyle tefsir yapmışlardır. Ancak Sahabe, kendi dilleriyle nazil olan bu Kur’ân’ı duyar duymaz gerek müfredat gerekse terkipler bakımından hemen anlıyorlardı demek hakikate aykırıdır. Buna rağmen olaylarla hükümler arasındaki münasebetlere vakıf olan Sahabe, sonradan gelenlere nispetle Kur’ân’ı şüphesiz daha iyi anlıyorlardı. Kendi içtihatlarıyla yapmış oldukları tefsirlerde, umumî olarak ya edebî ya da dinî yöne önem vermişlerdir.

TABİÛN’UN TEFSİRDEKİ YERİ:

 

Tabiîler, tefsiri Sahabe’den ya işittikleri şekilde nakletmişler ya da kendi içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Anlayış farklarının tefsir hareketinde meydana getirdiği çeşitli görüşlerden biri –belki de en önemlisi– “İsrailiyyât” dediğimiz harekettir. Aslında Sahabe Devri’ne kadar indirilebilecek olan bu hareket, Tabiîler Devri’nde artarak devam etmiştir. Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden gelen rivayetler, tefsir kitaplarına girmiştir. Onlar re’y ile yaptıkları tefsirlerinde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemişler, bununla beraber aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikrî tasavvurlarını ve yaşayışlarını, hurafeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.

 

ETBÂU’T-TÂBİÎN’İN TEFSİRDEKİ YERİ

 

Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri ilimi, İslâm’ın zuhuru ile başlamış, bizzat Kur’ân’ın kendisi, kendinin tefsir edilmesini istemiştir. Rivayetle başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar böylece devam etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri ilimi, gerek cemiyetin gerekse müfessirinin durumuna göre değişiklik arz etmiş ve ilk günlerden itibaren içinden çıkılmaz bil karışıklık göstermiştir. Ortaya çıkan fikrî, siyasî ve dinî cemiyetler devamlarını sağlayabilmek için, Kur’ân’a dayanmak mecburiyetini hissetmişlerdi. Hele ilk asırdan itibaren zuhur etmeye başlayan fırkalar, kendi fikirlerinin asıl olduğu noktasından hareket ederek, kendilerini teyit edecek mahiyette Kur’ân’dan deliller aramaya başlamışlardır.

GÜNÜMÜZDE TEFSİR HAREKETLERİ

 

     Asrımızdaki tefsir hareketinin “Dirayet Tefsiri Ekolü” içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Ancak aralarındaki farklılıklar sebebiyle bunları dört gruba ayırabiliriz:

 

     1.) İlhâdî Tefsirler:  İlim, iman ve İslâm’a aykırı düşen fikirlerle ortaya konan tefsirlere “ İlhâdî Tefsirler ” denir. Bu tip tefsirler çoğunlukla şahıslar tarafından yapılmış, fakat fırka ve mezhep görünümüne girmemiştir. İlhâdî Tefsire yönelenler genellikle Kur’ân’ın modern çağın ihtiyaçlarını karşılayamayacağı görüşünden hareketle, O’nun fikirlerini tenkit ederler. (Mısır’da Mansur Fehmi, Taha Hüseyin, İsmail Mazhar; Türkiye’de İlhan Arsel, M. Faruk Güventürk, Cemil Sena)

 

     2.) Mezhebî Tefsirler: Mu’tezile, Şia ve Hariciler çeşitli isimlerle günümüze kadar devam etmişse de bunlar içinde en etkilisi Şia’nın Bâtınıyye koludur olmuştur. Bunlar kendini savunmak için en kuvvetli delilin Kur’ân’da olacağına inandıklarından O’nu, kendilerini savunacak şekilde tefsir veya tevil etmişlerdir.

 

     3.) İlmî Tefsirler: Günümüzde en fazla kabul gören ve ağırlık kazanan tefsir türlerinden biridir. İlmî Tefsir, Kur’ân ibarelerindeki ilmî ıstılahları açıklamaya, onlardan çeşitli ilmî ve felsefî görüşler çıkarmaya çalışan bir tefsir çeşididir. 19. asırdan itibaren ilmî tefsir canlanmış, Kur’ân-ı Kerîm’ deki çeşitli ilimlere ait ayetler bir araya getirilerek yeni ilmî görüşlerle karşılaştırılmıştır.

     4.) İçtimaî – Edebî Tefsirler: Zamanımızdaki tefsirlerin çoğunluğu içtimaî-edebî mesleğe temayül etmişlerdir. Bu çeşidi ile tefsir, kuruluktan ve durgunluktan kurtulmaya çalışmış, Kur’ân-ı Kerîm’in hidayetinden, insanların faydalanması amaçlanmıştır. Tefsirdeki bu yeni hareket tarzında, naslara ittiba ve Kur’ân’daki ince noktaların açıklanması öne çıkmaktadır. Bu çeşit tefsirde,  Kur’ân’ın asıl hedefi olan manalar, en yüksek üslûbu ile ele alınır, sonra bu nasların oluş, içtimaiyat ve tekâmül kanunlarıyla olan münasebetleri incelenir.

TEFSİR ve TEFSİR TARİHİ

 

Lügatte “beyan etmek, keşfetmek, izhâr etmek, üzeri kapalı bir şeyi açıklamak” anlamına gelen tefsir; “ eski felsefî ve ilmî eserlerin açıklanışı ve izâh edilişi” manasına da kullanılmaktadır. Istılahta ise; “müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek” demektir.

Kur’ân’ın tefsiriyle ilgili olarak konan bu ölçüler ve usûller “Tefsir Usûlü” veya “Usûlü’t-Tefsir” biçiminde bir ıstılahın kullanılmasına neden olmuştur. Kur’ânî İlimler ilk asırda   “Ulûmu’l-Kur’ân” adıyla nitelenirken, müteakip dönemlerde “Tefsir Usûlü” tabiriyle de ifade edilmeye çalışılmıştır.

 

 Kur’ân İlimleri ve Tefsir Usûlü kavramları ile bunların benzer ve ayrı yönleri:

1.) Kur’ân İlimleri, ilk dönem ve ilk asırlarda belli konulara ilişkin Kur’ânî çalışma ve araştırmalara verilen isimdir.

2.) Kur’ân İlimleri, zamanla tüm Kur’ânî meseleleri kapsayan müstakil tefsir usûlü çalışmasının adı olmuştur.

3.) Başlangıçtan günümüze kadar Tefsir Usûlü’ne ilişkin çalışmalara “Kur’ân İlimleri” (Ulûmu’l-Kur’ân) tabiri kullanılmıştır.

4.) Usûl’ü-Tefsir tabiri, ilk asırlarda çok fazla kullanılmamakla beraber, sonradan Kur’ân İlimleri yerine kullanılan bir ıstılahtır.

5.) Tefsir Usûlü, konulu Kur’ânî İlimleri bünyesinde taşımakla beraber, diğer meseleleri de ihtiva eden kapsamlı bir kavramdır.

 

KUR’ÂN-I KERÎM TEFSİRİNDE İHTİLAF SEBEPLERİ

Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirinde, Sahabe ve Tabiîn’ den itibaren birçok ihtilafın olduğu sabittir. Tefsirdeki ihtilaf iki çeşittir: Birinin dayanağı sadece nakildir, İkincisi ise naklin gayrı ile bilinir.

* Müfessirler arasındaki ihtilafın sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

1. Kıraat ihtilafları, (Bir ayet hakkında Sahabe’den iki tefsir gelir ki gerçekte bir ihtilaf yoktur.)

2. Î’rab yönündeki ihtilaflar,

3. Bir kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı,

4. Bir lafzın iki veya daha fazla manada iştiraki,

5. Itlak ve Takyît ihtimali,

6. Umum ve Husus ihtilafı,

7. Hakikat ve Mecaz ihtimali,

8. Kelimenin ziyadeliği,

9. Hükmün Mensûh veya Muhkem olma ihtimali,

10. Hz. Peygamber ve Selef’ten gelen tefsir rivayetlerinin ihtilafı.

 

TEFSİR ÇEŞİTLERİ

 

* Müfessirler Kur’ân’ın çeşitli yönlerini ele alarak tefsirler yapmışlardır. İbn Abbas’dan rivayet edildiğine göre, O tefsiri dörde ayırmaktadır:

A. Kimsenin bilmekten müstağni olmadığı tefsir,

B. Arap dilini bilmekle mümkün olan tefsir,

C. İlimde rusûh (derin bilgi ) sahibi olanların bilebileceği tefsir,

D. Allah’tan başkasının bilmesine imkân olmayan tefsir.

* Genel olarak Tefsir Kitapları üç kısma ayrılır:

             Rivayet Tefsiri (Me’sur ve Naklî Tefsir): Ayetlerin, yine Kur’ân’daki ayetlerle, Hz. Peygamber’in ve Sahabe’nin sözleriyle açıklanmasıdır. Hatta bazıları buna Tâbiîn’ in sözlerini de ilave ederler. Bu tür tefsir başlangıçta rivayetle başlamış, Hz. Peygamber’den Sahabe’ye, onlardan da Tâbiînlere intikal etmiştir. Daha sonra rivayetler toplanmış, tefsirler tedvin edilmiştir.

               Dirâyet Tefsiri (Re’y veya Ma’kul Tefsir) : Sadece rivayetle yetinmeyip dil, edebiyat, din ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Burada bahsedilen “re’y” den maksat içtihattır. Bu tefsir çeşidi bir zarurete, bir maslahata mebni olarak doğmuştur. Genişleyen İslâm sınırları içinde, Arap olmayanlara kurallara dayalı Arapçayı, dolayısıyla Kur’ân’ı öğretme ihtiyacı, Dirâyet Tefsirleri’nin yapılmasına neden olmuştur.

 

               İşari Tefsirin Mânâsı: İşarı Tefsir: Allah Teala'nm kalplerini nurlandınp da Kur'an'ın sır­larını anlayan ilim sahiplerinden bazılarının veya nefisleriyie cihad eden arif billah olanların İlahî ilham veya rabbani fetih vasıtasıyla zihinlerinde parlayan ince mânâları birtakım gizli İşaretlere göre Kur'an'ı, zahirinin hilafına tefsir etmektir.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Tefsir

 Tefsir kelimesi, "fesr" veya taklip tarikiyle "sefr" kökünden gelen "tef’il" vezninde bir masdardır. "Fesr", sözlükte bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak, ve üzeri örtülü bir şeyi açmak gibi manalara gelmek­tedir. İfade ettiği bu manalardan dolayı herhangi bir hastalığı teşhisi için yapılan tahlile de "fesr" denilmektedir [2].

Tefsir kelimesi terim olarak ise: "Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir" şeklinde tarif edilmiştir [7]. Bir ilim olarak ele alındığı zaman da tefsir: "İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nisbetinde Allah'ın muradına delâlet etmesi bakımından Kur'ân metni­nin içerdiği manaları ortaya koymak" [8] demektir.

Sahabe devrinde tefsir denilince akla tevkîfî beyanlar geliyordu. Yani bu söz onlara göre Allah'ın veya O'nun elçisinin açıklamalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Yani onda hata ihtimali asla söz konusu değildi. Böylece denilebilir ki ashab döneminde "tefsir" lafzı Allah ve Hz. Peygamber'in beyanları için söz konusu iken daha sonraları muhtevası biraz daha genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başladı. Çünkü onlar Kur'ân'ın inişine şâhid olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi kavramışlardı.

Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle vahye dayanan bu kaynağa müracaat etme imkânının ortadan kalkmış olması diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğ­rafyalarda yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmeye yöneltmiştir.

Tefsirde Yorum Farklılığına Yol Açan Sebepler

1.   Kıraat  ihtilâfları: Kur'ân'ın okunmasında çeşitli kırâatlar söz konusu­dur. Bu kırâatların bir kısmı sahih bir kısmı da şaz olarak nitelendiril­mektedir. Ancak ekseriyetin anlayışına göre şaz kırâatlarla amel caiz değildir.

2. Çok anlamlılık

3. Itlak ve takyid anlayışı: Kur'ân'ın bazı âyetleri de hem mutlak anlama alınabilecek hem de takyide gidilerek manaları sınırlandırılabilecek konumdadırlar.

4. Umûm-husûs ihtilâfı: Kur'ân tefsirinde bazen de herhangi bir lafzın umûmî veya husûsi bir anlama hamledilmesinden dolayı ihtilâf ortaya çıkmıştır.

5. Mensûh - muhkem ihtimâli: Bu anlamdaki bir ihtilâf da, hem Kur'ân-ı Kerîm'de neshin varlı­ğını kabul edenlerle etmeyenler, hem de neshi kabul ettikleri halde bir ayetin neshi konusunda ittifak edemeyenler arasında söz konusudur.

6. Seleften gelen farklı rivayetler: Herhangi bir konuda seleften nakledilen farklı rivayetler, bazen müfessirlerin de farklı neticelere ulaşmalarına sebep olmuştur.

7. Mezhep Taraftarlığı

8. Tefsirde Rivayet ve Dirayet Olgusu

Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı Tefsir Tarzları

 Resûlullah (sav)'a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen âyet veya âyetleri tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı. İşte o zaman da genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç kadar tefsir ederdi.

1. Mücmelin tebyîni

2. Mübhemin tafsili

3. Mutlakın takyidi

4. Müşkilin tavzihi

Sahabenin Tefsir Yöntemi

Hz.  Peygamber  (sav)'in vefatından  sonra Kur'ân'ı  tefsir etme durumunda kalan sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsir ederken öncelikle Kur'ân'a, sonra da Resûlullah (sav)'ın sünnetine başvuruyorlardı. Her iki kaynakda da aradıklarını bulamazlarsa, o takdirde kendi içtiha larıyla tefsir ederlerdi. İçtihadî tefsirlerinde de genel olarak ya da din olgusuna çok önem verirlerdi. Zira Kur'ân, kendi ana dilleriyle nazil olduğu için onun lafız ve terkiplerini ve bu terkiplerin incelikle­rini elbetteki Peygamber (sav)'den sonra en iyi bilenler onlardı. Bu bakımdan sahâbiler yapmış oldukları dil tahlilîeriyle Kur'ân'ı, daha sonraki nesillere ışık tutacak şekilde tefsir etmişlerdir.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Te'vîlin Anlamı Ve Tanımı

 "Te'vil" kelimesi, sözlük manası itibariyle aslına dönmek anlamına gelen "evl" kökünden "tefil" vezninde masdar olup, "döndürmek" ve "herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak" demektir. Ayrıca bir lafzın manasını belirleyip "takdir ve tefsir etmek" manalarını da ifade etmektedir.

 

 Te'vîl İle Tefsir Arasındaki Farklar

Te'vîl ile tefsir arasındaki farkları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Te'vil, bir karineden dolayı lafzın muhtemel manalarından biri­sini tercih anlamı taşıdığı için katiyyet ifade etmez. Fakat tefsir, lafızdaki mananın açıklığa kavuşturulmasında kesinlik arzeder. Çünkü tefsir, Hz. Peygamber ve vahye şâhid olan sahâbîlerden gelen nakle dayanır. Bu yönüyle tefsirin tevkîfî olduğu söylenebilir. Halbuki te'vil, içtihada dayalıdır. Kısacası te'vil, kastedilen manayı dirayet­le, tefsir ise rivayetle ortaya çıkarır.

2. Te'vil ekseriya nasslarm manalarında, tefsir ise lafızlarda görü­lür. Başka bir ifade ile te'vil, lafızlarda kastedilen manayı ortaya koyar, tefsir ise lafzın konusunu beyân eder.

3. Te'vil, tefsire göre daha hususî bir anlam taşır. Çünkü te'vil ila­hiyat konularında yazılmış eserlerde, tefsir ise hem bu tür kitaplarda hem de bunların dışında kaleme alman eserlerde söz konusudur.

4. Te'vil kavramı, bâtınî manaları ortaya koymak, tefsir ise haki­kat veya mecaz yoluyla lafızların zahirî manalarını beyân etmek için kullanılır.

 

Tefsir Usulü: Tefsir usulü, Kur’ân-ı Kerîm’i doğru anlamanın yolu ve yöntemiyle ilgili düzenli bilgidir. Sahâbe ve onları takip eden nesilde şifahî olarak oluşturulan, bir sonraki nesilde yazıya geçirilen ve bize kadar gelen ilk örneğini İmam Şâfiî’nin er-Risâle’sinin teşkil ettiği “fıkıh usulü” aynı zamanda bir tefsir usulüdür. Bu ilim dalının önemli bir bölümü, insanlara söz şeklinde intikal eden vahyin nasıl anlaşılacağı konusuna (elfâz) tahsis edilmiştir. Geçen asrın sonlarından itibaren tefsir usulü konusunda daha öncesine nispetle esaslı değişiklikler içeren yeni yaklaşımlar ve teklifler ortaya çıkmıştır.

1-) Klasik Usul: İmam Şâfiî “Nasıl anlaşılır?” sorusu yerine “Nasıl açıklıyor?” sorusunu koymuş ve kitabının baş tarafında “Allah’ın, kendi hükmünü nasıl ve hangi lafızlarla, kavramlarla açıkladığını” tespit etmeye çalışmıştır.

            Gazzâlî, el-Müstasfâ min ‘ilmi’l-usûl isimli usul kitabında (I, 339–340), “Hz. Peygamber’den duyulan ilâhî kelâmdan Allah’ın muradını anlama” problemini ele almış, bunun için hitapta kullanılan dilin bilinmesinin şart olduğunu kaydettikten sonra sözü şöyle sürdürmüştür: “Eğer lafız, ‘başka bir mânaya ihtimali bulunmayan’ anlamında ‘nas’ ise anlamak için dili bilmek yeterlidir. Eğer sözün birden fazla mânaya ihtimali varsa, yanında bir de karîne bulunmadıkça ilâhî murat anlaşılamaz.

2-) Modernistlerin Usulü: Batı etkin bir kültür odağı haline gelince orada görülen bazı gelişmeler İslâm dünyasını ve düşüncesini de etkilemiş; bu cümleden olarak bazı müslüman düşünürler Kur’an’ı, tarihselci kritik yöntemleriyle yorumlama yolunu tutmuşlardır.

            Fazlurrahman’ın teklif ettiği ve uyguladığı anlama yöntemi, “Kur’an’ın nâzil olduğu çağa giderek onu anlama” bakımından, klasik anlayış ve yönteme göre önemli bir fark getirmemektedir; çünkü eskiden beri uygulanan ve “evrenselci yaklaşım” olarak adlandırılan yöntemde de Kur’an’ı anlama çabasında onun nâzil olduğu çağa gitme yolu önemle izlenmiş ve izlenmektedir. Ancak sıra “Allah’ın muradını çağımıza yansıtma” konusuna gelince tarihselci yöntem çok önemli bir değişiklik getirmektedir. Fazlurrahman’a göre müslümanların çağdaş dünyada varlıklarını sürdürebilmelerinin iki yolu bulunmaktadır: Ya bütünüyle laik Batı’ya entegre olmak ya da İslâm’ı yeni bir ictihad metoduyla (sistematik, tarihsel yorum usulü) yorumlayarak yeniden hayatın bütün alanlarına sokmak, böylece çağdaş dünyaya / insanlığa, laik/seküler olmayan, fakat İslâmî geleneğe değil Kur’an’ın ahlâkî ve sosyal amaçlarına uygun yeni kurum ve kurallara dayanan bir alternatif model sunmak. Ona göre tutulması gereken yol bu ikincisidir.


0 Yorum - Yorum Yaz

USUL KAİDELERİ    12.05.2016

                                                            NAZIM ÇETİN

    DOKTORA- BAHAR DÖNEMİ- 15922739

LAFZİ USUL KAİDELERİ

GİRİŞ

A- Nasslardan Hüküm Çıkarma Ve Kaideleri

İslam Hukukunun şer’i delilleri nass olup olmamaları bakımından ikiye ayrılır.

1.  Nasslar (en-Nusûs): Bunlar, Kur'ân ve sünnettir.

2. Nass olmayan deliller: Bunlar icma, kıyas, istihsân, istishab, masâlih, zerâyi gibi delil­lerdir. Bu deliller, esasen nasslara dayanan ve onlardan çıkarılmış olan delillerdir.

İslâm Hukukunda istinbât, Kur'ân ve sünnet nasslarına dayanır. Fıkıh usû­lü, nasslardan istinbât yollarını gösteren ve bunları genişçe açıklayan bir ilimdir. Fakîh, bu ilim sayesinde nasslardan isabetli hüküm çıkarabilir.

Müctehid, hakkında açık hüküm ve kesin nass bulunmayan yerlerde: Kı­yas, istihsân, mesâlih ve zerâyi' ve benzeri yollar ile ictihâd ve istinbât eder. Kur'ân ve sünnet nasslarının bulunduğu yerlerde ise ictihâd ve istinbât, onların lafızları­nı, bunların delâlet ettiği umûm, hususu anlama esasına dayanır. Fakîh, istinbât için konan kaidelere uyarsa, hüküm çıkarırken hataya düşmekten korunmuş ve ilk kaynağı teşkil eden nasslardan islâm'ın neler kas-detmiş olduğunu bilmiş olur.

Nasslardan hüküm çıkarma (istinbât) konusunu üç bölüm halinde ince­lenir:

1.  Lafzı usul kaideleri.

2.  Tearuzu 'l-edille.

3.  Mekâsidu'ş-şerîa (şeriatın maksat ve gayeleri)

 

B. Lisana Aît Usûl Kaideleri:

Lafız, ağızdan çıkan şey (söz) demektir; ister bir mana ifade etsin isterse bir mana ifade etmeyip mühmel olsun. Dini hükümler Kur’an ve Sünnet’in lafızlarında çıkarılabilir. Bu nedenle lafızlar hakkındaki bir takım lisan kaideleri, bilgileri teorik anlamda ele alınmalıdır.

Usûlcülere göre lafız (tabir, ifade, kelime, söz) manaya nispetle ve mana ile alakası bakımından dört kısma ayrılır:

1.  Lafızların manaya va'zları (konulmaları, kullanılmaları): Bunlar, hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır.

2. Lafızların vaz' olundukları (kullanıldıkları) manaya açık veya kapalı bir tarzda delâletleri: Manası açık lafızlar, zahir, nass, müfesser ve muhkem; mana­sı kapalı lafızlar ise, hafî, müşkil, mücmel ve müteşâbih kısımlarına ayrılır.

3.  Lafızların, vaz olundukları lügat ve ıstılah manasında veya bir münase­betle başka bir manada açık veya kapalı bir halde kullanılması: Bunlar; hakikat, mecaz, sarîh ve kinaye kısımlarına ayrılır.

4. Lafızların ne gibi manalara delâletleri ve hangi maksatlarla söylenmiş ol­duklarına işitenlerin vukufları itibariyle taksimi: Bunlar, dâl bi’l-ibâre, dâl bi’l-işâre, dâl bi’d-delâle, dâl bi’l-iktizâ kısımlarına ayrılır. Sözlü delâlet iki kısma ayrılır: Mantûka, Mefhume.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞÜMUL YÖNÜNDEN LAFIZLAR

 

I- HASS

A- Hâss

 

a.Tarifi

Hâss,   tek   başına   bir   mana   ifade   etmek   üzere   konulmuş   lafızdır. 

 

b. Çeşitleri:

Hâssın çeşitleri şunlardır:

1.  Özel isimler: İbrahim, Güneş, Ay, İstanbul vs.

2.  Cins isimler ve nev'ileri:

a.  Cins isimler: İnsan, deve, ağaç, meyve, nehir, şehir vs.

b.  Cins isimlerin nev'ileri: Erkek, kadın, hurma ağacı, elma vs.

3.  Aded (sayı) isimleri: Bir, iki, beş, yüz gibi.

4.  Emirler

5.  Nehiyler

6.  Mutlak

7.  Mukayyed

8.  Tesniye. (Şeyhayn, Sâhibeyn, Ebeveyn gibi).

 

 c. Hükmü:

Hâssın hükmü, delâlet ettiği manayı kat'î surette ifade etmektir. Yani hâss olan lafız açıktır. Anlaşılmasında bir güçlük bulunmaz. Bu sebeple, konulduğu manaya kat'î olarak delâlet eder. Medlulü hakkındaki hüküm -zannî değil- kat'î olarak sabittir.

Nasslarda Hâs Lafız Örnekleri:                                     

1. Allah Teâlâ, yemin keffâretine ilişkin,"…Fakat kim (bunları) bulamaz ise, üç gün oruç (tutması gerekir)"[1] buyurmuş­tur. Bu âyetin lafzından çıkarılan hüküm, üç gün oruç tutmanın gerekli olduğudur. Çünkü "üç" (selâse) hâss lafızlarından olup anayı kat'î olarak ifade eder. Üçten aza veya çoğa ihtimali yoktur.

2. Kur'ân'da zikri geçen miras hisseleri, hâss lafızlarla ifade edildiği için katiyet ifade ederler.

3. Peygamberin (s.a.) "Her kırk koyunda bir koyun zekât olarak verilir" hadisinde, koyunda zekâtın nisabının kırk olduğu ifa­de edilmektedir. Bunun, kırktan aza veya çoğa ihtimali yoktur. Şu halde 40 koyunda bir koyun zekât verilmesi vâciptir.

 

d. Hâssın Te'vili:

Hâssın te'viline dair bir delil bulunursa, yani hâss lafızla, lafzın tayin edildiği manadan başka bir mananın kastedildiğine dair bir delil varsa, bu durumda hâss, delilin iktizâ ettirdiği şeyle izah olunur. Örneğin, koyun zekâtıyla ilgili hadiste, "şât" (bir koyun) lafzını, Hanefîler, koyunun kendisi ve değeri olarak izah etmişlerdir. Hanefîlere göre Allah Teâlâ, zekâtı meşru kılmakla, yoksulların ihtiyacına cevap vermeyi ve onlara bir fayda temin etmeyi amaçlamıştır. Bu amaç, koyunun kendisini zekât olarak vermekle gerçekleşeceği gibi, koyunun kıymet ve değerini vermekle de gerçekleşebilir.

 

B. Mutlak

a. Tarifi: 

Mutlak hâss bir lafızdır ki, delâlet ettiği fertlerden herhangi birini ifade eder. Mutlak ile 'âmm arasındaki fark: Mutlak, delâlet ettiği fertlerden herhangi birini, âmm ise delâlet ettiği fertlerin hepsini ifade eder. Örneğin, "Bir köle azad etmek" sözü, azad edilecek kölenin mümin olup olmamasını, sayısın birden fazla olmasını ifade etmez. Sadece bir kölenin azat edilmesini ifade eder.

"O küfredenlerle (muharebede) karşılaştığınız zaman boyunlarım vurun" âyetindeki "boyunlar" sözü âmm olup bütün kâfirlere şâmildir.

 

b. Hükmü:

Mutlak, itlakı üzere caridir ve manasına delâleti kat'îdir.

Örnek: "İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceleri kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler"[2]] âyetinde, "zevceler" kelimesi mutlaktır. Bu nass, nikâhlı olup gerdeğe girmiş veya girmemiş bütün zevceleri kapsar. Böyle zevcelerin koca­ları ölünce iddetleri dört ay on gündür. Ancak bu âyet, sonradan neshedilmiştir.

 

C. Mukayyed

 a. Tarifi:

Mukayyed, bir vasıf, bir hal, bir gaye veya bir şart kaydına bağlı olarak kendi cinsinden şuyû' bulmuş bir medlûle delâlet eden hâss bir lafızdır. Örneğin, "mü­min bir köle azad etmek" âyetindeki köle lafzı, müminlik vasfıyla mukayyeddir.

 

b. Hükmü:

Mukayyed, takyidi üzere cari olup, kat'î hüküm ifade eder,

Örnek: Zihâr'ın hükmü izah edilirken "Fakat kim bunu bulamazsa, yine birbirleriyle temas etmezden önce aralıksız iki ay oruç tutsun"[3] âyetindeki iki ay ifadesi fasılasız kaydı ile mukayyeddir.

 

c. Mutlakın Mukayyede Hamli

Bir zorunluluk olmadıkça mutlak mukayyede hamledilmez.

1. Hem hükümleri hem de sebepleri aynı ise mutlak mukayyede hamledilir: Bir âyette[4] mutlak olarak kan'ın diğer bir âyette[5] ise mukayyed olarak akan kan'nın haram kılındığı ifade edilmiştir. Her iki âyette akan kanın yenilmesinin haram olduğu hükme bağlanmıştır.

2.  Hükümleri ve sebepleri farklı ise mutlak mukayyede hamledi­lemez: Bir ayette[6] hırsızlık eden erkek ve kadının ellerinin kesilmesinin gerektiği, diğer bir âyette ise[7]  abdest alırken ellerin dirseklere kadar yıkanma­sının farz olduğu ifade edilmiştir. Birinci ayette "eller" lafzı mutlak, ikinci âyet­te ise esler lafzı "dirseklere kadar" ifadesiyle mukayyeddir. Ayetlerin hüküm ve sebepleri farklı olduğundan burada mutlak mukayyede hamledilemez.

3.  Sebepleri aynı, hükümleri farklı ise mutlak mukayyede hamledilemez: Mâide suresinin 6. âyetinde, abdest alırken ellerin dirseklere kadar yıkan­ması gerektiği, teyemmümde ise toprağın ellere sürülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Burada sebep aynı, fakat hükümler farklı olduğu için mutlak mukayyede hamle­dilemez.

4. Hükümleri aynı, sebepleri farklı ise mutlak mukayyede hamledilemez: Bu durumda mutlak ıtlakı üzere, mukayyed de takyidi üzere kendi konularında câri olurlar. Bu Hanefilerin görüşüdür. Şafiilere göre ise bu durumda mutlak mu­kayyede hamledilir. Örneğin, Cenab-ı Hak zihar keffaretine dair "...birbirleriyle temas etmezden önce, bir köle âzat etmek lazımdır"[8] âyeti, hataen adam öldürme keffaretine dair ise "mümin bir köleyi azat etmesi lazımdır"[9] âyeti bulunmaktadır. Köle lafzı birinci âyette mutlak, ikinci âyette ise mukayyeddir. Burada mutlak ve mukayyedin hükümleri aynı, fakat sebepleri fark­lıdır. Bu nedenle Hanefilere göre mutlak mukayyede hamledilemez.

 

D. Emir

a. Tarifi:

Emir, otorite sahibinin bir fiilinin kesin (taleb) için konmuş bir lafadır. Namaz kıl, oruç tut gibi…

Emrin meydana gelme şartları:

1. Lafız olmak (sözlü olmak): Emir sözlü olur fiil ve işaret emir meydana gelmez.

2. Talep: Emir sîgası ile bir işin yapılması talep edilir. Tehdîd ve ta'cîz gibi manalarda kullanılan emir sîgaları sarih emir değildir.

3. Kesinlik (cezm): Nedb ve ibâhe gibi manalarda kullanılan emir sîgaları, emir manasını ifade etmezler. Ancak vücûb manasında kullanılan emir sıyga­ları emir manasım ifade ederler.

4.  Emir sîgası: Emir sîgası, bir işin yapılmasını istemek için konmuştur.

5. İs'ti'lâ (üstünlük): Bundan maksat, âmirin me'mura göre daha üstün ol­masıdır. Bir kimsenin otorite yönünden müsavi olan bir kişiden bir işin yapılma­sını istemesi, emir değil bir rica ve tavsiyedir.

 

b. Emir Sîgaları:

1. Hakiki (sarih) emir sîgaları: Bir İşin yapılması, emir kipleriyle isteniyorsa, ona hakiki (sarih) emir denir. Emr-i hâzır ve emr-i gâib sîgaları hakiki (sarih) emir sîgalarıdır.

"Genişliği (zenginliği) olan, genişliğinden-nafaka versin", "Namaz kılın zekât verin..." "sizden her kim ramazan ayında hazır bulunursa o ay'ı iç tutsun" âyetlerindeki emir sîgaları hakiki emir sîgalarıdır.

2. Mecazi (gayr-i sarih) sîgaları: Bazen bir işin yapılması hakiki (sarih) emir sîgalarıyla değil de haber cümleleriyle veya başka üslûplarla istenir. Hakiki emir sîgalarının dışındaki sîga ve üsluplarla bir işin yapılması istenirse ona da mecazi (gayr-i sarih) emir denir.

"Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç adet müddeti beklerler" âye­tinde "beklerler" kelimesi "beklesinler" manasında kullanılmıştır, "hakim, kızgın iken iken hüküm vermez" hadisinde "hüküm vermez" kelimesi, "hüküm vermesin" manasında kullanılmıştır.

 

c. Emir Sîgasının Manalan:

Arapçada emir sîgası, bir çok mana için kullanılır. Bu manalar arasında vücûb, ibâha, nedb, tehdîd, irşâd, te'dib, ta'ciz, dua, tesviye, ikram ve diğer ma­nalar vardır.

1. Vücûb: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecile­re itaat edin"

2. Nedb: "Kölelerinizden mükatebe isteyenleri de, eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız, hemen kitabete (sözleşmeye) bağlayın"

3.  İbâhe: "İhramdan çıktığınız zaman (isterseniz) avlanın"

4.  Tehîd: "Artık dilediğinizi yapın"

5. İrşâd: "Ey iman edenler, muayyen bir vade ile birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın"

6.  Te'dib: "Önünden ye."

7. Ta'cîz: "Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzerinden bir sûre getirin"

8. Dua: "Ey Rabbimiz, hesabın kurulacağı gün beni, ana-babamı ve bütün müminleri bağışla"

9.  İkrâm: "Girin oraya (cennete); selametle, emin olarak"

10.  Tesviye:   "Girin oraya  (cehenneme),  ister azabına sabredin,  ister etmeyin"

11.  Tahkîr: "...zelil ve hakir maymunlar olun"

 

d. Emrin Mûcebi (Gerektirdiği Hüküm):

Emir sîgasının, hangi manada kullanıldığı kelâmın siyakından ve hal karine­lerinden anlaşılır.

Emir sîgası vücûp, nedb ve ibaha ifade ediyor olabilir.

Âlimlerin çoğunluğuna göre emir vücûp ifade eder: yani mutlak olan emir sîgası, vücûba delalet etmesi için vaz’ edilmiştir; vücûp ifade etmesi hakikat, vücûp dışında­ manalara gelmesi mecazdır. Karine olmadan emir, vücûbun dışındaki manalara de­lalet etmez. Karine nedbe delalet ediyorsa, emrin mucebi nedbdir. Karine ibâhe'ye delalet ediyorsa, emrin mucebi ibâhadır.

 

e. Emr'in Derhal Yapılıp Yapılmaması

Geniş vakit ile mukayyed emrin ye­rine getirilmesi vaktin sonuna kadar te'hir edilebilir. Örneğin, beş vakit farz namaz…

Dar vakitle mukayyed emrin yerine getirilmesinin geciiktirilmeye tahammülü yoktur. Ramazan orucu gibi…

Keffâretler gibi belli bir vakitle mukayyed olmayan emir, gelecekte ifa edilebilir. Bunu geciktirmekte bir sakınca yoktur. Yani vakitle mukayyed ol­mayan vacibler, derhal yapılabileceği gibi te'hir edilip sonradan da yapılabilir.

 

f.  Emrin Tekrara Delâlet Edip-Etmemesi

Emredilen bir şey bir kere yapılmakla emre uyulmuş ve memurun vazifesi son bulmuş olur. Örneğin, bir kadını evlendirmeye memur olan kimse, onu bir kere evlendirince, vazifesi son bulmuş olur.

İbadetlerin tekrar tekrar ifâ edilmesi, haklarındaki emirlerin tekrarı gerektirdiğinden dolayı değil, bu ibadetlere mahsus sebeple­rin tekerrürüne mebnîdir. Örneğin, namazların vâcib olmasının sebebi vakitleri­dir. Hacc'ın sebebi Kâ'be’dir. O halde bir kere hac edince hac farizası ifâ edilmiş olur. Cünüp insanın "Eğer cünüp iseniz temizlenin" âyeti gereğince gusul abdesti alması vâ­cib olur. Guslu icab ettiren hal tekrarlanınca yıkanmak emri de tekrarlanmış sayılır.

 

g. Nehiyden (yasaktan) Sonra Gelen Emir:

Hanbelî, Malikî ve Şafiî mezheplerine mensup bazı hukukçulara göre ne­hiyden sonra emir, ibâha ifade eder.

"...Siz ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helal saymamak şartıyla..." âyeti, hac vazifesini ifâ eden bir Müslümanın ihramda iken avlanmasını yasakla­mıştır. Bundan sonra gelen "ihramdan çıktığınız zaman, avlanın" ayetiyle ise ihramdan sonra avlanma emredilmiştir. İşte bu emir, avlanmanın mübahlığına delalet etmektedir.

Hanefîlerin çoğunluğunun dâhil olduğu diğer bir kısım âlimlere göre nehiy­den sonra emir, vücûp ifade eder. Örneğin, sarhoş olanlar hakkında "sarhoş iken namaza yaklaşmayın" şeklinde ilahi yasak bulunmaktadır. Bunlar, bu halin zevalinden sonra yine namaz kılmakla memurdurlar. Bu konudaki emir vücûb ifade eder. Aynı şekilde masum olan bir şahsın öldürülmesi yasak ve haramdır. Ancak böy­le bir şahsın yol kesiciliği suçu işlemesi halinde ceza olarak öldürülmesi hakkın­da Şari'in bir emri vardır. İşte bu emir nehiyden sonra vücûb ifade etmektedir.

 

h. Emrin Muktezâsi:

Emrin muktezâsı, emredilen şeyin (memurun bih’in) güzel ve iyi olması (hasen) nedeniyle yerine getirilmesidir. Meselâ namaz kılmak emredilmiştir. Emredildiği için namaz güzeldir. Güzel olan bir emrin yerine getirilmesi ise farzdır.

 

E- Nehiy

a. Tarifi:

Nehiy, otorite sahibinin, bir fiilinin yapılmamasını kesin olarak istemesi için konmuş bir lafızdır. Öldürme, zulüm yapma, zina yapma, haram yeme gibi...

 

b. Nehy Sîgaları:

Nehiy sîgaları iki kısma ayrılır:

1.  Hakiki (sarih) nehiy sıygaları: Nehy-i hâzır ve nehy-i gâib sîgaları, hakiki (sarih) nehiy sîgalarıdır. Bu sîgalarla bir işin yapılmaması istenirse ona hakiki (sarih) nehiy denir. "Zinaya yaklaşmayın" gibi.

2.  Hakiki (sarih) nehiy sıygalarının dışındaki bazı sîga kelime, cümle ve üsluplar ile de bir işin yapılmaması istenir: Bu şekilde bir işin yapılmamasını is­temeye mecazi (sarih olmayan) nehiy denir. Bir şeyin helal olmadığını, haram olduğunu belirtmek bir şeyin kötü olduğunu ifade etmek, bir fiil yapıldığı za­man ona ceza verileceğini zikretmek gibi.

Örneğin, "De ki: "Rabbim, ancak çirkin fiillerin açık olanını da, açık olma­yanını da haram kıldı" âyetinde çirkin şeylerden insanların uzak durması is­tenmiştir.

 

c.  Nehiy Sîgasmın Manaları:

Arapçada nehiy sîgasının bir çok manası vardır. Bunlardan bazıları şun­lardır:

1.  Haram kılmak (tahrîm): "Allah'ın muhterem kıldığı nefsi (canı) haksız yere öldürmeyin"

2.  Kerahet: "develerin çöktüğü yerlerde namaz kılmayın"

3.  Dua: "Rabbimiz, Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma"

4. Ümit kırma (te'yis): "Ey kâfirler, bugün özür dilemeyin; siz, ancak yap­tıklarınızın cezasını çekeceksiniz"

5.  İrşâd: "Ey iman edenler! Öyle şeylerden Peygambere sormayın ki, size açıklanırsa fenanıza gidecektir"

 

d.  Nehyin Mûcebi (gerektirdiği hüküm)

Nehiy sigası kerahet, kerahet ile tahrim ve tahrim ifade edebilir.

Hanefiler tahrim yerine hürmet tabirini kullanırlar. Âlimlerin çoğunluğuna göre nehyin mûcebi, tahrimdir. Nehyin hakiki manası budur. Bu mana dışında­ki manalar için nehiy sîgası mecaz olarak kullanılır. Şu halde nehyedilen fiilin haram olması sebebiyle, o fiilin devamlı olarak terk edilmesi gerekir.

 

e. Nehyin Muktezâsı:

Nehyin muktezâsı, nehyedilen fiilin kabîh (çirkin-kötü) olmasıdır. Yani neh­yedilen bir fiili işleyen dünyada zemmedilir. Ahirette ise o fiilden ötürü cezalan­dırılır. Örneğin "haram yeme, yalan söyleme" sözleriyle insan haram yemeden ve yalan söylemekten menedilmiş olur. Bu sözlerle, yalan söylemenin, haram lok­ma yemenin kötü olduğu anlaşılır.

Ancak muvakkat olduğuna delalet eden bir karineye mukarin olan nehyin devamlı olarak terk edilmesi gerekmez. "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın" buyrulması gibi ki, namazdan yasaklanma, sarhoş­luk zamanına münhasırdır.

2. ÂMM

A- Âmm                       

a. Tarifi: 

Sınırsız   olarak   fertleri   içine   alan   lafza   âmm   denir. Yani âmm bir lafızdır ki, delalet ettiği fertlerin bütününü (sınırsız ve sayısı olarak) içine alır.

Burada âmm lafzın şartları:

1. İçine aldığı fertler üç ve daha fazla olmalı (teaddud).

2. Sınırsız ve sayısız olmalı: Âmm bir lafızdır ki, onun birçok fertleri (müsemmaları) vardır. Örneğin, “şehirin âlimleri” gibi lafızlar…

3. Bütün fertleri içine almalı: Yani âmm, sınırsız ve sa­yısız fertlerin tamamını içine alacaktır.

Birden fazla manası olan müşterek lafızlar da âmm değildir. Çünkü müşte­rek lafız, birçok manaya delalet eder.

Mutlak ile âmm arasındaki fark: Mutlak, bir defada ya yaygın (şayi’) bir ferdi, veya yaygın olan fertleri şümulüne almakta, bütün fertlere şa­mil olmamaktadır. Âmm ise, fertlerin bütününü içerisine almaktadır.

Emir vücub, nehiy ise tahrim hususunda hâss olmakla birlikte, muhatabları itibariyle âmmdırlar.

Arapçada(kim), (ne), (nezaman) (her ne zaman), (hangisi) gibi lafızlar âmmdır. Bu lafızlar, bütün fertleri içerisi­ne alır. Hiçbir ferdi dışarda bırakmaz. Mesela, "Kim zerre kadar iyilik yaparsa, karşılığını görür" cümlesindeki "kim" lafzı âmm'dır.

 

b. Âmm Lafızları

Âmm Lafızların Nev'ileri:  Âmm lafızlar iki çeşittir.

1.  Hem sîgası, hem de manası âmm olan lâfızlar: Bu tür âmm'a "mecmuu'l-lafz ve mustağraku'l-mana" denir. “er-rical”, “en-nisa” gibi marife cemiler bu kabildendir.

2.  Yalnız manaları âmm olan lafızlar: Bu tür âmm'a "   müferdü'l-lafz ve müstağraku'l-mana" denir..

“el-kavm”, “el-cinn”, “el-ins”, “el-cemi'”, “el-ceyş” kelimeleri gibi...

Âmm lafızlar: Marife cem'iler, marife müfretler, lafzı müfret olup manası umûm ifade eden kelimeler ism-i mevsuller, istifham isimleri, şart isimleri, şart, nehiy ve nefiy siyakında gelen nekreler umum ifade eder.

 

c. Âmm'ın Delaleti ve Hükmü: 

Fakihler âmm'ın fertlerine delaletinin kat'î veya zannî oluşunda ihtilaf et­mişlerdir. Bu konuda iki görüş ortaya çıkmıştır. Görüşlerden biri Hanefilere, di­ğeri Maliki, Hanbelî ve Şafiilere aittir.

1. Hanefilerin Görüşü:

 Hanefilere göre âmm da hâss lafız gibi kat'iyyet ifade eder. Dolayısıyla âmm lafzın hükmü, tahsis olunmadıkça delalet ettiği fertlerin hepsi hakkında birden sabit olur. Yâni âmm, bunların hepsine birden şamil olur. Örneğin, "sizden ölen­lerin bıraktıkları karılar, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler." âyeti, kocası zifaftan önce veya sonra ölen her kadına delalet eder.

Ancak Hanefiler, tahsis olunan âmm'ın ifadesinin dışında kalan fertlere delaletinin kat'î değil, zannî olacağını ifade ederler. Örneğin, muharip olan müşriklerin tamamı­nın öldürülmesiyle ilgili bir âyet[10] nazil olmuştur. Bu âyetin hükmü, umûmidir. Bütün müşrik muharipleri içerisine almaktadır. Ancak başka bir âyette[11], müstemenlerin öldürülmemesi istenmiştir. Görüldüğü gibi birinci âyet, ikinci âyetle tahsis edilmiştir. Artık böyle muhassas (tahsis olunan) bir âmm, son­radan zannî bir delille tahsis edilebilir. Nitekim muharip olan müşriklerin öldürülmesiyle ilgili ayet müstemenlerin öldürülmemeleriyle ilgili ayetle tahsis edildiğinden haber-i vahid kabilinden olan “ihtiyar erkek ve kadınları öldürmeyiniz” hadisiyle ikinci bir kez tahsis edilmiştir. Çünkü âmm önceden kati bir delil ile tahsis edilmiş olunca şümul kuvvetini kaybetmiş olacağından sonra zanni bir delil ile de tahsise mahal bulunmuş olur.

 

2 .Maliki, Şafiî Ve Hanbelîlerin Görüşü:

Bu mezheplere göre tahsisten önce de sonra da, amm, içine aldığı fertlerin tamamına kati değil zanni olarak delalet eder. Çünkü araştırmalar göstermiştir ki amm olan her lafız (bazı istisnalar dışında)tahsis edilmiştir. Amm lafzının tahsis ekseriyetle olmuşsa tahsis ihtimalini kabul etmek bir vehim ve kuruntu değildir. O halde tahsis edilen veya  tahsis edilmesi mümkün olan âmm’ın bütün fertlerine delaleti katidir denemez.

ca. Âmm Lafzın Delaletindeki İhtilâfın Neticesi:

Fakîhler, Kur'ân'daki âmm lafzın, Kur'ân ile veya mütevatir veyahut meş­hur sünnet ile tahsis edileceğinde ittifak halindedirler. Fakat haber-i vâhid ile tahsis edilip edilemeyeceğinde ihtilaf etmişlerdir. Hanefiler Kur'an'ın sübütû kat'î, haber-i vâhid'in ise zannî olduğunu, tahsisin de bir tağyir olduğunu ileri sürerek zannî olanın kuvvetliyi tahsis ve tağyir edemeyeceğini ifade etmişlerdir. On­lara göre Kur'an'ın âmmı, ancak kendi kuvvetindeki bir muhassıs ile tahsis olu­nabilir.

 

cb. Kur'an'ın Amm'ınm, Haber-i Vahid'Ie Tahsisi:

Hanbeli, Şafii ve Malikilere göre tahsis, tağyir değil, bir tefsirdir. Dolayı­sıyla zannî bir delil ile de âmm lafzı tefsir edilebilir.

Bir başka açıdan, Kur'ân'daki âmm lafız, haberi vahitteki hâss lafız ile tahsis edilebilir. Çünkü haber-i vahid sübut bakımından zannî ise de, hâss olduğundan delalet bakımından kat'îdir ve Kur'ân'ın âmm lafzı sübut bakımından kat'î ise de delalet bakımından zannîdir. Böylece Kur'an'ın âmmı ile haberi vahidin hassı birbirlerine müsavi olurlar. Bundan dolayı haberi vahidin hassı ile Kur'an'ın ammının tahsisi caizdir.

Meselâ  "meytenin eti size haram kılındı” âyetini, bir haberi vâhid olan “deniz suyu temiz, ölü­sü helâldir" hadisi tahsis etmiştir.  Aynı şekilde Kur'an'ın miras âyetlerini "Müslüman din mensupları ile gayr-ı müslimler arasında miras hukuku cereyan etmez"  "Murisini öldüren katil, mirasçı olamaz" hadisleri tahsis etmiştir.  Bu misaller gös­teriyor ki, Kur'an'ın âmm'nı, haber-i vâhid tahsis edebilir.

Hanefîlere göre yukarıdaki hadislerle Kur'an'ın âmmlarının tahsisi iki se­bebe dayanmaktadır.

1. Kur'an'ın âmmını tahsis eden kâfi bir nasstan sonra, onun diğer fertle­rine delaleti zanni olur.

2. Yukarda zikredilen hadisler, meşhur hadislerdir. Zaten meşhur hadisler­le Kur'an'ın âmmı tahsis edilebilir.

d. Âmm İle Hâss'ın Tearuzu:

Hanefîlere göre bir hadise, bir konu bir mes'ele hakkında biri âmm, diğeri hass olmak üzere zahiren birbirine muarız (zıd) görülen iki kat'î delil bulunursa, delil âyet ise nüzul, hadis ise vürûd tarihine bakılır. Şayet nüzul ve vürûd tarihle­ri biliniyorsa üç durum, bilinmiyorsa bir durum ortaya çıkar.

da. Âmm Ve Hâs'ın Tarihleri Biliniyorsa:

1. İki delilden her ikisi de aynı zamanda nüzul ve vürûd olmuş ise hâs âmm'ı tahsis eder.   âyetinde, bey'in helal olduğu umumî bir halde beyan edilmiş iken sonradan gelen kı­sım üe riba suretiyle bey'in helalhğmdaki umumiyet, bir hâss lafız olan riba ile tahsis edilmiştir.

2. Hass olan delil, âmm olan delilden sonra nazil ve varid olursa, hass, kapsadığı miktar nispetinde âmm'ın hükmünü nesheder. Örneğin, âmm olan bir âyete göre kocası ölen bir kadının -gebe olsun olmasın- dört ay on gün iddet bek­lemesi gerekir. Bu âyetten sonra na­zil olan diğer bir âyete göre de gebe olan bir kadının iddeti hamlini doğurmakla son bulur. İşte hâss olan ve nüzul tarihi sonra olan ikinci âyet, âmm olan birinci âyetin hükmünü, gebe olan kadınlar hakkında neshetmiştir.

Şafiilere göre âmm, zannî olduğundan, kat'î olan hass ile her halde tarihleri bilinsin bilinmesin tahsis olunur. Yani onlar, Hanefilerin nesh dediklerine tahsis demektedirler.

3. Âmm olan delil, hâss olan delilden sonra gelmişse, hassın hükmünü neshetmiş, ortadan kaldırmıştır. Örneğin, Medine'ye gelip hasta bulunan bir kabile­nin fertleri hakkında Medine'nin dışında bulunan sadaka develerinin sütlerinden ve bevillerinden istifade etmeleri emrolunmuştu. Sonradan "bevilden sakınınız" hadisiyle bevilden sakınılma­sı emredilmiştir. İşte bu ikinci hadis âmm ve sonradan vârid olduğundan, önce­den vârid olan birinci hass hadisin hükmünü neshetmiştir.

Ebu Hanife'ye göre "Beş vesk'ten az olan mahsulden zekât alınmaz"  hadisi "yağmurla sulanan mahsulden öşür vermek gerekir.” hadisi ile neshedilmiştir. Çünkü zaman itibariyle birinci hadis, ikinci hadisten sonra vârit olmuştur. Hanefilerin dışındaki mezhepler birinci hadisi, ikincisinin açıklayıcısı olarak kabul ederler. Çünkü ikinci hadis âmm olup nelerden zekât verileceğini ve bunun mahiyetini belirtmekte, birinci de zekâtın nisabını açıkla­maktadır. Ebu Yusuf ile Muhammed de bu görüştedir.

 

db. Âmm ile Hâss'ın Nüzul ve Vürûd Tarihleri Bilinmiyorsa:

Amm ile hassın nüzul ve vürûd tarihleri kesin olarak bilinmiyorsa, ikisi bir­likte gelmiş oldukları kabul edilir. Bu durumda her ikisi ile de amel etmek müm­kün ise amel edilir, mümkün değil ise, hangisi tercihe şayan görülürse onunla amel olunur. Diyelim ki nasslardan biri bir şeyin helal olduğuna, diğeri de haram olduğuna de­lalet ediyorsa, ihtiyatlı davranmak bakımından haram olduğuna delalet eden delil tercih edilir.

Ebû Yusuf ile İmam Muhammed, yukarıda zekât ile ilgili verdiğimiz hadis­lerin vürûd tarihlerinin kesin olarak bilinmediğini ileri sürerek iki hadisle de amel edileceğini ifade etmişlerdir.

Hanefiler dışındaki mezheplere göre, âmm ile has'ın tearuzu düşünülemez. Çünkü amm ile hass aynı konuda gelmişse, hass âmmı beyan eder.

 

e. Erkeklere Olan Hitaba Kadınların Dahil Oluşu

Arapça'da cemilerin erkek ve kadınlara delalet etmeleri bakımın­dan kısımları şunlardır:

1. Hem erkek ve hem de kadınları birden içerisine alan cemilerer: Bazı cemi sîgaları vardır ki bunlar kullanılmaları bakımından erkek ve kadınlara şâmil­dir.

2. Kadınlara has cemiler: Cemi müennez sigasıyla kurulan cümleler sadece kadınları ifade eder.

3.  Erkeklere has cemiler: Erkeklerin isimlerinin (ricâl gibi…) geçtiği cümleler, cemisi cemi müennesten farklı olarak kurulan emir vb. kipinde cemiler bulunan ifadeler.

 

f. Ümmete Olan Hitaba Peygamberin (s.a.) Dahil Olup Olmadığı

Kur'an'da “ey kullarım…, ey insanlar…, ey inananlar…” gibi âyetlerde ümmete hitaplarda bulunulmuştur. Kur'an'daki bu hitapların kapsamına Pey­gamberimiz (s.a.v.) dahil midir? Cumhura göre dâhildir. Çünkü bu sîgalar her insana ve her mümine şamildir. Şu halde aksi bir delil bulunmadıkça Peygamber bu hitap­ların dışında kalamaz.

 

g. Hz. Peygamber'e (s.a.v.) Olan Hitaba Ümmetin Dahil Olup Olmadığı

Kur'an'da  "Ey Nebi, Allah'dan kork ve kâfirlere uyma" âyetinde olduğu gibi Pey­gambere yöneltilmiş hitaplar bulunmaktadır. Bu hitaplara ümmet de dâhil mi­dir? Lisan kaidelerine göre bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir.

Ancak şer'i örfe göre pey­gamberin ümmete örnek olması hasebiyle bu hitaplar, bütün mükelleflere de şa­mildir. Eğer, Peygambere yapılan bir hitabın sadece ona ait olduğuna bir delil, bir karine bulunursa o zaman o hitap mükelleflere şamil ol­maz.

 

h. Cem'i (çoğul) Sîgasımn İfade Ettiği En Az Sayı:

Fakihler, cemi' (çoğul) sîgasının ifade ettiği en az sayının kaç olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Malikî, Şafiî ve Hanbelîlere göre cemi sîgasının şamil oldu­ğu en az sayı ikidir.

Hanefîlere göre cemi' sîgasının şamil olduğu en az sayı üçtür. Ancak mi­ras, vasiyet konularında cemi sîgası en az ikiye şamil olabilir.

 

 

 

B. Tahsis

 

a. Âmm'ın Tahsisi.

Tahsis âmm'ın içine aldığı bazı fertleri onun hükmünden çı­karmaktadır.

aa. Hanefilerin görüşü

Hanefîler, muhassısın âmm ile birlikte (âmm'a mukarin) olmasını yani muhassısın amm ile beraber gelmiş olmasını ve muhassısın bulunduğu kelâm'dan ayrı (müstakil) bulunmasını şart koşarlar. Eğer muhassıs âmm'a mukarin değil­se yani onunla beraber aynı zamanda gelmemişse, muhassıs olamaz; nâsih olur. Aynı şekilde muhassıs, âmm lafızdan ayrı (müstakil) olmaz ise -meselâ istisna gibi- muhassıs olamaz. Hanefîlere göre muhassısın kat'î delillerden olması gerekir. Yani zannî bir delil ile âmm'ın tahsis edilmesi mümkün değildir. Ancak kat'î bir delil ile tahsis edi­len ânm, artık ikinci defa zannî bir delille de tahsis edilebilir.

bb.Hanbelî, Şafiî ve Mâlikî Mezheplerinin Görüşü:

Bu mezhepler Hanefilerin muhassısta koştukları şartları aramamaktadır­lar. Bunlara göre tahsîs, âmm olan nassa mukarin olan veya mukarin olmayan bir delille yapılabilir. Ancak bu delildeki şart, âmm olan nass ile amel edilme vaktinden sonra vârid olmamasıdır. Âmm ile amelden sonra vârid olan delil, muhassıs değil, nâsih olarak kabul edilir. Bu mezheplere göre âmm'ın delaleti zannîdir, dolayısıyle onu zannî bir delil de tahsis edebilir.

b. Tahsîs Yönünden Âmm'ın Nev'ileri:

Tahsisi mümkün olup olmama itibariyle âmm üç kısma ayrılmaktadır:

1. Tahsisi mümkün olmayan amm: "Allah   her  şeyi   bilir" âyetinde “biküllişey" tahsis edilemez.

2. Tahsis edilmiş Ammlar: “Allah alışverişi helal ribayı haram kıldı” ayetinde bey’ âmmdır ve ondan sonra  gelen kısım onu tahsis etmiştir.

3. Kendilerinde tahsis murad edilen âmmlar: “Ona gü­cü yetenlerin Kâ'be'yi hacc etmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" âyetlerinde olduğu gibi. Ayette âmm olan “insanlar” lafzı “gücü yetenler” ifadesiyle tathsis edilmiştir.

 c. Tahsis Nevileri

Âmm'ı tahsis eden deliller muttasıl (bitişik) ve munfasıl (müstakil) olmak üzere iki nev'idir:

Muttasıl delil, kendi başına müstakil değildir. Amm ile birlikte zikrolunmuştur; manası kendisinden önceki lafızla alakalıdır ve amm olan kelimeyi içeren sözün bir parçasıdır.

Müstakil delil ise, başlı başına müstakil ve ayrı olup, âmm lafzı içine alan bir sözün parçası değildir.

ca. Muttasıl Muhassıs Ve Ney'ileri:

Bunlar. İstisna, şart, sıfat ve gayedir.

1. İstisna ile âmm'ın tahsisi: Bazı istisna edatlarıyla âmm'ın hükmün­den, fertlerden bazıları çıkarılır. Meselâ, müdayene âyetinde Cenab-ı Hak, vere­siye alış-verişlerle bir borç doğduğu takdirde, yazarak senet ile tespitini emrettikten sonra, An­cak elden ele devrettiğiniz -peşin yaptığınız- ticaret işlerinde senet yapmamakta bir vebal yoktur" buyurur.

2. Şart ile âmm'ın tahsisi: Bazı şart edatlarıyla âmm tahsis edilmektedir. "Çocuklarınızı emzir­mek isterseniz, ücreti uygun verdiğiniz takdirde size vebal yoktur" âyetinde “günah yoktur” lafzı âmmdır ve sonra gelen “ücretini verdiğiniz takdirde” şartı kısmıyla tahsis edilmiştir.

3. Sıfat ile âmm'ın tahsisi: "Aranızda hür ve mü'min kadın almaya serveti ve gücü yetmeyenler, mü’minlerin cariyesi olan mü'min kızlardan alsın" âyetinde, "mü'min kızlardan" kısmı bir sıfattır ve "cariyelerden alsın" kısmını tahsis eder.

4. Gaye ile âmm'ın tahsisi: Gaye bir şeyin sonu ve sınırıdır ve sîgaları "Orucu geceye kadar tamamlayın" âyeti orucun ge­ceye kadar devam ettiğini gösterir.

 cb. Munfasıl Muhassıs Ve Nev'ileri:

Bu muhassıs dört nev'idir:

1.  Âmm ile muttasıl, müstakil kelam: Müstakil demek, tek başına tam olan demektir. Âmm'a muttasıl demek, âmm ile birlikte zikredilmiş, âmm'ın akabinde yer alan demektir. Örneğin, Yüce Al­lah'ın "İçinizden kim (Ramazan) ayı­na erişirse, orucunu tutsun" âyeti gibi. Bu ayete göre, Ramazan ayına erişen herkese oruç tutmak farzdır. Fakat bu âyetteki umumilik, kendisine muttasıl, müstakil bir kelam olan, "Kim hasta olur­sa..." âyetiyle tahsis edilmiştir. Şu halde, Ramazan ayına erişmiş olan orucun farz olduğu hükmündeki nassın umumiliği, hasta ve yolculara şamil değildir.

2.  Âmm'dan ayrı (munfasıl) müstakil kelam: Kendisi tam olmayan, fakat amm lafzın bulunduğu nassla bağlantısı olma­yan kelamdır. Mesela, Yüce Allah'ın, “boşanmış kadınları kendi kendilerine üç kuru’ beklerler”  ayetindeki “boşanmış kadınlar” lafzı, amm'dır. Zifafa girmiş ve girmemiş olan boşanmış kadınlara şamildir. Fakat bu âyet, “ey inananlar, mü’min kadınları nikahladığınızda” âyeti ile, zifafa girmiş ve boşanmış kadınlar olarak tahsis edilmiştir.

3.  Akıl: Âmm bazen akıl ile tahsis olunabilir. Meselâ, “Allah her şeyin yaratıcısıdır” âyetin­deki, "her şey" tabiri âmm'dır. Ancak akıl, Cenab-ı Hakk'ın buna dâhil olmadığını anlar.

4.  Örf: Âmm, örf ile de tahsis olunabilir. Bir kimse, "Ben baş yemem" diye yemin etse, kuşun başını yemekle yemin etmiş olmaz. Çünkü böyle âmm olarak söylenilen baş­tan, örf ve âdete göre mutat olan koyun başı gibi başlar kastedilir.

 

d. Amm'ın Nüzul Veya Vürûd Sebebi İle Tahsis Edilip-Edilmemesi:

Bazı nassların, nüzul ve vurûd sebepleri vardır. Bir âmm lafzı sadece nüzul veya vurûd sebebine hasretmek doğru değildir. Âmm lafız, o sebepte müşterek olan bütün fertlere şamildir.

Bir olay üzerine gelen âmm lafız, umûmu üzere kalır. Buna göre nass âmm siga ile vârid olmuşsa, nassın umûmu üzere amel etmek gerekir. Hanefî, Hanbelî mezhepleri ile diğer bazı fakihler bu görüştedirler. Bu konu ile ilgili bazı mi­saller verelim:

1. Bir şahıs, "deniz suyu ile abdest alalım mı?" diye sorunca Peygamberi­miz (S.), "onun suyu temiz, ölüsü helaldir" buyurdu. "Onun suyu temizdir" lafzı, âmmdır. Zaruret hali ve gayr-i zaruret haline şamildir. Bu nassın hükmü, sadece soru sorana ait olmayıp âmm bir lafız olduğu için herkese şamildir.

2. Hırsızlık âyeti, Safvan adlı bir şahabının hırkasının çalınması üzerine na­zil olmuştur. Bu âyetin hükmü, sadece Safvan'ın hırkasını çalmış olana ait de­ğildir; bu hüküm, bütün hırsızlar hakkında geçerlidir.

3. Bir rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.), Meymûne'nin ölmüş olan koyu­nunun yanından geçti ve "Tabaklanan deri temizlenmiştir" buyurdu. Burada peygamberimizin kullandığı ifade, âmmdır. Gördüğü o koyunun derisine hass değildir, bu hükme bütün deriler dâhildir.

4. Lian ayeti, Bilal b. Ümeyye hakkında nazil olmuştur. Bu âyet, onun hakkında nazil olmuşsa da, âmm lafzı ile geldiğinden, ondan başka şahıslar da bu âyetin hükmüne dâhildirler.

 

e. Âmm'ın Mütekellimin Maksat, Niyyet Ve Arzusu İle Tahsis Edilip-Edilmemesi:

 Âmm'ı mütekellimin maksadına tahsis, yani, mütekellimin kelâmı, âmm sîgası ile vârid olsa bile, lafzın muktezasına bakmayıp hükmü sadece mütekelli­min o kelâmdan maksadı ne ise, ona bina etmek ve mütekellimin maksat ve niyeti olmayan yerlerde sözün hükmünü icra etmemek demektir olur ki, Hanefilere göre bu, fasit istidlallerdendir.

Şafiilere göre bir âmmın vârid olmasından maksat, mütekellimin sözünde zikredilmiş gibidir. O halde şekil olarak âmm görünen bir lafız, manen hass olacağı için, o maksat ve niyete münhasır olur. Örneğin, “Ebrar (iyiler) naîm cennetlerindedir.” âyetindeki “ebrar”dan Allah'ın muradı, ashâbı kiramdır. Buna göre, bu âyetteki cennetle müjdelenme hükmü, sadece ashaba mahsus olup diğer “ebrar”a şamil değildir. Hanefilere göre, âyet, ebrar olanların ni­metlere kavuşacaklarını müjdeliyor, ashap da ebrar olduklarından dolayı, bu müjde onlara da, diğerine de şamildir.

 

3. MÜŞTERER

 

 a. Tarifi:

Müşterek, iki veya daha fazla mânâya ayrı ayrı vaz'larla vaz'olunmuş (konulmuş) olan ve tebâdül suretiyle delâlet eden lâfızdır. Yani söylenişi aynı olup manaları farklı olan (eşsesli) lafızlar.

Bu tarifte, "iki ve daha fazla mânâya" kaydıyla, müşterek, hâssdan ayrılmış olur. Çünkü hâss bir mânâya delâlet eden bir lâfızdır. Ayrı ayrı (müteaddid) kaydıyla da, âmm lafızlar dışarıda kalır. Çünkü âmm, tüm fertlerini kapsayan bir vaz' ile konulmuştur.

Örneğin, "ayn” lâfzı, göz, pınar, casus, ticâret malı, altın, diz kapağı gibi mânâlara; “câriye” lâfzı, köle kadın, gemi mânâsına konulmuştur.

 

B. Müşterekin Hükmü:

Müşterek bir lâfzın hükmü, ayrı ayrı (müteaddid) mânâlarından hangisinin kastedildiği anlaşılıncaya kadar mevkuftur. Mânâlarından biri, teemmül ve tet­kik sonucunda tercih edilince, bu mana kabul edilir, diğer manaları artık dikkate alınmaz. Yani, müşterek bir lafzın manalarından biri, delil, karine ve emarelerle tercih edilince, lafız müşterek olmaktan çıkar ve müevvel hale gelir.

Örneğin, “boşanmış kadınlar kendin kendilerine üç kuru’ beklerler”  âyetindeki kuru’, müşterek bir lafızdır. Kuru' lügatte hem hayız, hem de tuhur manasına gelir. Buna göre müctehid, burada bu lafızdan hangi mananın kastedildiğini anlamak için var gücünü sarf edecektir. Çünkü Cenab-ı Hak, iki manadan birini kastetmiştir. Şafiîler, kuru'un "tuhr" manasına geldiğini söyler­ken, Hanefîler, hayız manasında kullanıldığını ifade etmişlerdir.

 

c. Müşterek'in Umumu

Umümu'l-müşterekten maksat, müşterek lafzın kullanılıp, hangi manalara tayin ve tahsis olunmuşsa, o manaların hepsinin birden kastedilmesidir

Şâfiilere göre, umumi müşterek, caizdir. Yani onlara göre, müşterek bir laf­zın, tek söyleyişte, müteaddit manalarının hepsi birden kastedilebilir. Fakat Hanefîler göre, böyle bir şey bazen iki zıt mananın birden kastedilmesini gerektireceğinden, caiz görülmemiştir. Örneğin, "cevn" lafzı, hem siyah, hem de beyaz manasına gelir. Buna göre, "Şu şey cevndir" denilirse, bunun hem siyah hem de beyaz olduğu nasıl kastedilmiş olur.

Şâfiiler, delil olarak  “Allah ve melekler nebiye salât etti…” âyetini delil getirir­ler. Onlara göre bu âyette sâlat, Allah'dan rahmet, meleklerden istiğfar manala­rında kullanılmıştır. Hanefîlere göre ise buradaki salât, inayet (yardım) manasınadır. Rahmet ve istiğfar manaları inayet lafzında bulunmaktadır.

 

d. Müşterek Lafızlar:

Müşterek, bazen isim, bazan fiil, bazen de  edat(harf) olabilir.

1. İsim olan müşterek: "Hırsız erkek ve kadınların ellerini kesin" ayetinde geçen “el” lâfzı, parmakların ucundan, koltuk altına kadar olan kola, parmak uçlarından dirseğe kadar, pazu ile avuç arasındaki kısma; (parmak' uçlarından, bileğe kadar olan) avuca, sağ ve sol ele denir. Müctehidler bu­nu ameli sünnete dayanarak tayin etmişler ve “parmak uçlarından, bileğe kadar olan kısım” sonucuna varmışlardır. Abdest ayetindeki “el” (yed) ise, parmak uçlarından, dirseğe kadar olan kısmı ifade eder.

2. Fiil olan müşterek: Bu da emir sıygalarında görülür. Emir sîgası, vucûb ve mendubluğu ifade eder. Ancak bunu, Hanefî mezhebi alimleri kabul etmez.                                                 

3.  Harf olan müşterek: "Allah'ın adının üzerinde anılmadığı hay­vanın etini yemeyin ve o şüphesiz fıskdır" ayetindeki “ve” atıf harfi ve hal olabilecek şekilde müşterektir.

 

 

 

4. MÜEVVEL

 

a. Tarifi:

Müevvel, "evl" kökünden türemiş bir kelime olup, lügatte, aslına döndür­mek manasına gelir.

Müşterek lafzın müteaddit (ayrı ayrı)   manalarından birisi, zannî bir delil ile veya re'y-i galib (ictihâd) ile diğer manalara tercih edilirse, buna müevvel lafız denir.

Bazı­larına göre müevvel sadece müşterekin tercih edilen manalarından biri için değil, aynı zamanda, hâfî, müşkil, mücmel, zahir ve nassın tercih edilen manaları için de kullanılır. Bu sebeple hâfî, müşkil, mücmelin kapalılığı, haber-i vâhid, kı­yas gibi zannî bir delille giderilirse o da müevvel adını alır. Zahir ve nass için de aynı durum söz konusudur.

Kesin(kat’î) bir delille müşterek lafız açıklığa kavuşursa, ona müfesser denir.

Örneğin, "nikâh" lafzı, hem evlilik akdi manasına, hem de cinsi münasebet manasına konulmuştur. “başka bir kocayla nikâhlanıncaya (münasebette bulununcaya) kadar…”  âyetindeki nikâhlanmak anlamındaki "tenkihe" lafzı, vat' (cinsi münasebet) manasına hamledilmiş olması münasebetiyle, bu manasında mü­evvel bulunmaktadır.

b. Müşterekin te'vilinde tutulacak yol:

Müşterekten kastedilen mana tespit edi­lirken başvurulacak yollar şunlardır:

1.  Lafzın sigasına bakılır: Müşterek lafzın hangi kökten türediği, türediği kökün ne manaya geldiği araştırılır. Hanefîler, kur'un asıl manasına top­lamak anlamını göz önüne alarak ulaşmışlar ve bu kelimenin hayız manasına gelmesini tercih etmişlerdir. Çünkü hayız halinde kan rahimde toplanır.

2. Lafzın sibakına bakılır: Müşterek lafızdan önceki kelimeye bakılır. Ha­nefîler, "kuru" kelimesinden önce gelen lafzının hass bir lafız olduğu­nu ve hassın kesinlik ifade ettiğini, kuru'nun hayız manasına geldiğini kabul etmekle, hassın kesinlik ifade edebileceğini ileri sürmüşlerdir.

3. Lafzın siyakına (gelişine) bakılır: Müşterekten kastedilen mananın tespitinde, siyak karinesinden de yararlanılır. Ra'd sûresinin 15. ayetinde secde laf­zının boyun eğmek manasında kullanıldığı siyaktan anlaşılmıştır.

4. Müşretek lafızla ilgili diğer delillere bakılır: Müşterek lafzı açıklayan başka nasslara bakılır. Mesela, “hayızdan umudunu kesenler” âyetinde üç ay ta­biri, diğer âyetteki üç kur' tabirine bedeldir. Ye's (Ümit kesme) de ancak hayızla olur. Çünkü temizlikten kesilme diye bir şey yoktur. İşte başka bir delil de yine kur'un temizlikle değil hayızla te'viline yardımcı olmaktadır.

 

c. Müevvelin Hükmü:

Hata ihtimali ile birlikte, müevvel ile amel etmek gerekmektedir. Serahsî, müevvel ile amel olduktan sonra hata olduğu anlaşılırsa, bu durumda o amelden rücû edilmesi ve doğru olan şeyin yapılması gerektiğini ifade eder.

 

5. el-CEM'U'L-MÜNEKKER  (HARF-İ TARİFLİ OLMAYAN ÇOĞUL)

a. Tarifi:

"Şumûl olmaksızın sınırsız birçok fert için bir defada konulmuş (vaz edil­miş) lâfza münekker cem'i denir." Cemi münekker lafzın, bir defada konulmuş olması, müşterekten,  "sınırsız birçok fert” ifadesi hâsstan, "şumûl olmaksızın" kaydı âmmdan ayırmaktadır.

Bu tarifin içerisine, başlarında harf-i tarif bulunmayan, gibi cem'i kelimeler ile “kavm” gibi çokluk ifâde eden isimler girmektedir.

 

b. Hükmü:

Cemiler en az üçü gösterdikleri için, el-cem'ul-münekkerler de (ister cem-i kıllet, ister cem-i kesret olsun) en az üçe ve daha fazla ferde şâmildir. Fakat bu şumûl, âmm'da olduğu gibi sınırsız ve sayısız değildir. Sınırsız ve sayısız olmadı­ğı için üçten fazlaya olan şümulü meçhul bulunmuştur. Âmm olan kelimelerden tahsis ve istisna yapıldığı halde, bunlardan yapılmaz.

Bazılarına göre böyle cem'iler, ikiye de şâmildir. Örneğin; “O kişinin birden fazla kardeşi varsa, anasına altıda bir hisse...” âyetindeki "ihvetun (kardeş)" lafzı ikiye de şâmildir.

 

 

 

MANASI AÇIK VE KAPALI LAFIZLAR

 

1. MANASI AÇIK LAFIZLAR

 

A. Zahir

 a. Tarifi:

Zahir, kedisi işitilince manası hemen anlaşılan, açıkça bir manaya delalet eden bir lafızdır; ancak kelâmın sevk ediliş sebebi bu manayı açıklamak değildir.

Örneğin, "Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların, 'zaten alış-veriş faiz demektir' demelerindendir. Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi haram kıldı."[12] âyeti, alım-satım ile faiz arasındaki farkı bildirmek üzere inmiştir. Yani bu ayetin sevk sebebi budur. Bu yönüyle nasstır. Fakat bu âyetin ifadesinde alış-verişin helal, faizin ise haram olduğu an­laşılır. Bu yönüyle de zahirdir. Hâlbuki bu âyet alış-verişin helal, faizin haram olduğunu açıklamak üzere inmemiştir.

"Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksız­lık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz. Şayet aralarında adaletsizlikten korkarsanız, bir tane almalısınız."[13] âyeti, yetim kızlara iyi ve adaletli muamele edilmesi için sevk edilmiştir. Bu âyetin nüzul sebebi budur ve bu yönüyle nasstır. Fakat bu âyetten şu manalar da anlaşılmaktadır:

1.  Dörde kadar kadınla evlenmek caizdir.

2.  Aralarında adaletsizlikten korkulması halinde, bir kadınla yetinmek gerekir.

İşte bu manalar da zahirdir. Hâlbuki âyet bu manaları açıklamak üzere gön­derilmemiştir.

"Peygamber size neyi verirse onu alın, neden nehyederse ondan kaçının.”[14] âyeti, ganimet taksiminde Peygamber'e (s.a.v.) itaat edilmesi gerektiğini açıkla­mak üzere inmiştir. Bu yönüyle nasstır. Yine bu âyet, her emrettiği ve her yasak ettiği şeyde Peygamber'e itaat etmenin vâcib olduğuna delalet etmesi bakımından da zahirdir.

d. Zahirin Hükmü:

1. Zahir lafızla amel etmek vaciptir.

2. Zahir bir lafız, hâss ve âmm olabilir. Bu yönüyle zahirin, te'vil ve tahsise ihtimali vardır.

3. Zahir lafız, sadece Peygamber zamanında neshedilebilir.

 

B.Nass

A.Tarifi

Lügatte, söz manasına gelir. Genellikle Kur'ân ve Sünnetin lafızlarına da nass denir.

Fıkıh usulünde nass, sevk edildiği manaya açıkça delalet eden lafız­dır. Nass lafzın manası, sözün söylenmesinin asıl gayesidir. Hâlbuki zahir manası, sözün söylenmesinin asıl (birincil) gayesi değil, tâli (ikincil) gayesidir.

Nass, âmm olabileceği gibi, hass da olabilir. Nass lafzın manası, zahirden daha açıktır. Zahir lafız ile nass lafız tearuz etse, nass zahire tercih edilir.

 

b. Hükmü:

1.  Nass lafzın gereğiyle amel etmek vaciptir.

2.  Nass lafız âmm ve hass olabileceğinden, te'vile ve tahsise ihtimali vardır.

3.  Sadece Peygamber zamanında neshe ihtimali vardır.

 

C. Müfesser 

a. Tarifi: 

Nass lafızdan, manası daha açık olan ve sevk edildiği manaya açıkça delalet eden lafızdır.

Örneğin: "...Müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşırlarsa, siz de müşriklerle topyekûn savaşın"[15] âyetinde, "müşfikler" kelimesi, manası açık ve âmm bir la­fızdır. Fakat tahsise ihtimali vardır. "Topyekûn (Kaffeten)" lafzı zikredilmekle tahsis ihtimali ortadan kalkmış ve müşrikler kelimesi müfesser bir lafız haline gelmiştir.

"Meleklerin hepsi (kulluhum) birlikte (ecmeun) secde ettiler"[16] âyetin­de, "melekler" sözü, manası açık ve âmm olan bir lafızdır. Bü kelime, "kulluhum ecmeun" lafızları sebebiyle müfesser olmuştur.

Kur'an'da bulanan salât, zekât gibi mücmel kelimeler, Peygamber (s.a.) tarafından açıklanmıştır. Böylece bu mücmel kelimeler, müfesser haline gelmiş­tir. "Namaz kılın ve zekât verin."[17] âyetindeki salât, "Ben nasıl namaz kılıyorsam, siz de öyle kılın" hadisiyle; zekât da, "Mallarınızın kırkta birini zekât verin.” hadisiyle müfesser olmuştur.

 

b. Hükmü

1. Müfesserlerle amel etmek vaciptir.

2. Tahsis ve te'vile ihtimali yoktur.

3. Müfesser, Peygamber zamanında neshi kabul eder.

D. Muhkem

a. Tarifi:

Muhkem, manasına delâleti müfesserden daha fazla açık olan ve te'vil ve neshi kabul etmeyen bir lafızdır.

Örneğin, cennet ehlinin, cennette devamlı kalacaklarını müjdeleyen âyetteki, "ebediyyen" kelimesi muhkemdir. Çünkü bunların cennette ebedi kalacaklarını "ebeda" kaydıyla te'kid etmiştir.

Muhkemler iki nevidir:

1. Liaynihi Muhkem: “Cihad, kıyamete kadar vakit vakit vuku bulacaktır.” hadisi muhkemdir. Hadis, cihadın kıyamete kadar devam ede­ceğini ifade etmektedir. Bunun neshe ihtimali yoktur. Bu sebeple Iiaynihi muh­kem olmuştur.

2. Ligayrihi Muhkem: Muhkem bazen, Peygamberin (s.a.) vefatı ile vahyin kesilmesinden do­layı olabilir. İşte bu tür muhkeme, muhkem ligayrihi denir. Burada, muhkem denilince, bu tür muhkem kastedilmez. Namaz, oruç, zekât gibi farizalar hak­kındaki emirler ligayrihi muhkemdir.

 

b. Hükmü:

Muhkem bir lafzın mana ve hükmüyle amel etmek vaciptir. Bu lafzın nesh, te'vil ve tahsise ihtimali bulunmaz.

Muhkem, tearuz söz konusu olduğunda, zahir, nass ve müfessere tercih edilir. Zira zahir, nass, müfesser ve muhkem sayılan deliller arasında bir tearuz olduğunda, bunlardan daha kuvvetli olanlar, o kadar kuvvetli olmayanlara tercih edilir. Yani nass zahire, müfesser nassa, muhkem ve müfessere tercih edilir.

2. MANASI KAPALI LAFIZLAR

 

A. Hafî

 

a. Tarifi:

Hafi, sîgası itibariyle manası açık olduğu halde, arız olan bir sebepten do­layı mütekellimin maksadına delalet hususunda kapalı olan lafızdır.

Örneğin, "Katil mirasçı olamaz" hadisinde, "katil" lafzı hafîdir. Bu kelimenin, kasten adam öldürene kimseye delaleti açıktır. Ancak hataen adam öldüren kimseye şamil olup olmaması noktasında kapalılık vardır. Bazı âlimlere göre hataen adam öldü­ren de katildir. Bu sebeple, o da mirastan mahrum olur. Diğer bazı âlimlere gö­re ise, "katil" kelimesi, hataen öldürmeye şamil değildir. Bu nedenle hataen adam öldüren, mirastan mahrum olmaz.

 

 b. Hafinin Hükmü:

Hafi lafız hakkında, onu açıklığa kavuşturuncaya kadar araştırma ve tetkik yapmak ve araştırma neticesinde varılan hükme göre amel etmek vaciptir. İslam âlimleri araştırma neticesinde, bazen aynı hükme var­dıkları gibi bazen de farklı hükümlere varabilirler. Meselâ, alimler, sarık (hırsız) hakkındaki hükmün, terrâra (yan kesiciye) şamil olduğunu kabul ettikleri halde, bu hük­mün kefen soyucuya şamil olup, olmaması hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

 

B. Müşkil

a. Tarifi:

Manasında kapalılık bulunan veya birden fazla manaya ihtimali bulunduğu için hangi manaya delalet ettiği hususunda kapalılık bulunan lafza müşkil denir.

Hafide kapalılık lafzın bizzat kendisinden değil, lafzın uygulama sahasının şümûlünden ileri gelmektedir. Müşkildeki kapalılık ise, lafzın bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır. Bununla hangi mananın kastedildiği bilinmez, ancak harici bir delil ve karine ile onun manası anlaşılabilir. Müşkil için, müşterek kelimeleri misal olarak verebiliriz.

Örnek: Kadınlarınız sizin (evlat yetiştiren) tarlalarınızdır. O halde tarlanıza istediğiniz gibi gelin"[18] âyetinde, “ennâ” lafzı müşkil bir lafızdır. Bu kelime, hem "eyne" (nerede) ve hem de "keyfe" (nasıl) manalarım ifade eder. Âlimler, araştırma neticesinde, buradaki "ennâ" lafzının, "keyfe" (nasıl) anlamında kullanıldığını tespit etmişlerdir.

 

b.  Müşkilin Hükmü:

Müşkilin hükmü, müşkil lafızdan kastedilen mananın ne olduğunu göste­ren delil ve karineleri araştırıp tetkik etmek, tetkikin neticesine göre amel etmektir.

 

C. Mücmel

a. Tarifi:

Mücmel, söyleyen tarafından tefsir ve izah olunmadıkça manası anlaşılma­yan kapalı bir lafızdır. Ahkâm âyetlerinin geneli mücmeldir. Bu mücmelleri Pey­gamberimiz (s.a.) açıklamıştır. Meselâ, namaz, zekât, talak lafızları böyledir.

b. Mücmelin Hükmü

Mücmel lafız için, söyleyen tarafından açıklanıncaya kadar beklemek, yeterli dere­cede açıklama yapılmadığı zaman da muradın ne olduğunu düşünmek ve araştırmak gerekir. Mücmel lafız, söyleyen tarafından tam olarak açıklanırsa, müfesser adını alır ve onunla amel etmek vacip olur.

Örneğin, Peygamberimiz (s.a.), "ben nasıl namaz kılıyorsam, siz de öyle kılın" buyurmuştur ve bununla, mücmel olan "salât" lâfzını müfesser hale getirmiştir. Mücmel lafız, zannî bir şekilde açıklanırsa ona da müevvel denir.

Eğer açıklama, tam ve yeterli bir şekilde yapılmazsa, mücmel lafız, müşkil olur; bu takdirde kendisinden kastedilen mananın ne olduğunu araştırmak gerekir. Örneğin, ribâ, mücmel olarak vârid olmuştur. Peygamberimiz (s.a.), hakkın­da faiz muamelesi cereyan eden altı malın isimlerini bir hadisinde zikretmiştir. Ancak bu hadiste sadece aralarında ribâ muamelesi cereyan eden altı malın ismi zikredilmiştir. Bu altı malın dışında hangi mallarda ribâ muamelesinin cereyan edeceği açıklanmamıştır. Bu bakımdan hadis, aralarında ribâ cereyan eden mal­ları tam manasıyla açıklamamıştır. Bu konuda fakihler, kıyas yoluyla farklı ictihadlarda bulunmuşlardır.

D. Müteşâbih

Bu, manası kapalı olan, Kitap ve Sünnette tefsirine rastlanmayan ve manası sadece Allah tarafından bilinen lafızdır. Huruf-u mukatta, müteşabihe örnek verilebilir. Aynı şekilde, "Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir" âyetindeki "yed" lafzı da müteşabihtir. İlk müfessirler, müteşabih âyetlerin manalarını Allah'a havale ederken, sonradaki âlimler bunları te'vil cihetine gitmişlerdir.

 

KULLANDIĞI YER VE HALE GÖRE MANALARI DEĞİŞEN LAFIZLAR

1. HAKİKAT

 Tarifi, Nevileri Ve Mahiyeti:

Hakikat, vaz' olunduğu (konulduğu) ve tahsis edildiği manada kullanılan lafızdır. Bu hakikat, lugavî, şer'î, örfî, ıstılahı olabilir.

1. Luğavî Hakikat: Bu, konulduğu lugavî manasında kullanılan lafızdır. Ka­mer (ay), nücûm (yıldızlar), şems (güneş) gibi...

2.  Şer'î Hakîkat: Bu, şer'î manasında, başka bir ifadeyle Şâri'in kastettiği manada kullanılmış lafızdır. Hac, salat, zekât gibi lafızların malûm ibâdetler için kullanılması gibi. Aynı şekilde talâk, hul' gi­bi lafızların, hukukta konulduğu manalarda kullanılması da bu kabildendir.

3.  Örfî Hakîkat: Bu, lafzın manaya vaz’ı (konulması), halkın örfü ve âdeti sonucu olur. Bu örf-âdet, umumî bir örf olabileceği gibi bir mes­lek erbabına yahut özel bir ilme mahsus da olabilir.

a. Umumî Örf: "es-seyyare" lafzı, umumî örfte bildiğimiz nakil vasıtası (otomobil, otobüs) için kullanılır, "ed-dâbbe" lafzı, aslında kaç ayaklı olursa olsun hayvan manasına geldiği halde, umumî örfte dört ayaklı hayvan için kullanılır.

b.  Hususî örf (veya ıstılahı hakikat): İlim ve meslek sahipleri, kendilerine mahsus ıstılahlar kullanırlar. Örneğin, İslam Hukukçularının kullandıkları fıkıh, istihsân, akit, fesih, butlan lafızları (kelimeleri); kelâmcıların kullandıkları cev­her, araz gibi kelimeleri gibi…

Menkûl, mürtecel ve müşterek kelimeler, tahsis edildikleri manalarda birer hakikattir.

Meselâ, "salât" lafzı, din lisanında bildiğimiz ibadet manasına nakledil­miştir. Bu sebeple “salât” lafzının bildiğimiz ibadet manasında kullanılması, fıkıh bakımından hakikattir. Hâlbuki bu lafzın dua manasında kullanılması mecaz ol­duğu gibi, ibadet manasında kullanılması da lügat itibariyle mecazdır.

Menkûl lafızlarda, lafzın lügat ve ıstılah manası arasında bir münasebet bu­lunur. Burada salâtın lügat ve ıstılah manası arasında bir münasebet vardır. İki­si de duadır, niyazdır ve tazarrudur.

Mürtecel lafızlarda, lafzın lügat manası ile lügat dışında kullanıldığı mana arasında bir münasebet bulunmaz. Meselâ, isimler hep mürtecel lafızlardır. Bir çocuk doğar doğmaz, ona, Kerem, Furkan, Mustafa gibi bir isim konulur. Konulan bu isim, mürtecel bir lafız olmakla birlikte, hakikat manası ifâde eder.

b. Hakikatin Hükmü:

Hakikat ile ilgili 3 hüküm meydana gelir:

1. Hakikat lafzı için konulan mana sabittir: Söyleyenin bu manayı kastedip etmemesi arasında fark yoktur.  Bu lafız, âmm, hâss, emir ve nehiy ola­bilir. Meselâ, "Ey iman edenler, rükû ve secde ediniz" âyetinde lafzın manası sabittir muhataplar, bu manaların gereklerini yerine getirmek zorundadır.

2. Hakikat lafzı için konulan mana, bu lafzından ayrılmaz: Mese­lâ baba (eb) kelimesi, "baba" manasını ifade etmez denilemez.

3. Hakikat, mecaza tercih edilir: Mecelle'de, "Kelamda aslolan, mana-i hakikattir" kaidesi bunu ifade eder. Lafzın hakiki manasıyla anlaşılması müm­kün ise, hüküm, hakikat hakkında sabit olur, mecaz sabit olmaz. Örneğin; bir kimse bir şahsa hitaben, "Bu evimi sana sattım" dese, bununla bey’ manası sabit olur. Bir karine bulunmadıkça, "Bu sattım lafzıyla icâre ma­nasını kastettim" diyemez.

Mecaz da, müştereke tercih edilir. Meselâ, "nikâh" kelimesi, hakikat ola­rak vat' (cinsi münasebet), mecaz olarak da evlilik akdi manasına gelir. Bazen bu kelime vat’ evlilik akdi manalarında müşterek olabilir. Bu durumda lafzın mecaz manası, müşterek manasına tercih edilir.

 

B. Mecaz

 

a. Tarifi:

Lâfzın ilk konulduğu manasının, bir alâka (ilgi), bir münasebet sebebiyle kendisi dışındaki bir manada kullanılmasına mecaz denir. Yani, konuldu­ğu ilk manadan başka bir manada kullanılan lafza mecaz denir. Mecazda, hakiki mana ile kullanılan ikinci mana arasında bir alâka ve o lafızdan hakiki mananın kastedilmediğini gösteren bir karine bulunur.

Alâkadan maksat, lafzın hakiki manasıyla, kullanıldığı ikinci mana arasında, lafzı işitende meydana gelen zihni bir irtibat ve bağdır. Şecaatli bir insan için, "aslan" denilmesi gibi. Buradaki alâka, aslan lafzının, aslî ve hakiki manasıyla, lafzın kullanıldığı bu ikinci manayı bağlayan mana şecaattir.

Karineden maksat, konuşanın, lafzın hakiki manasını söylemek istemeyip, mecazi manayı ifade etmek istediğini göstermeye yarayan alâmet ve işarettir.

 

b. Alâka Ve Nevileri:

Mecazda kullanılan mânâ ile hakikatin manası arasında bir alaka ve mü­nasebet bulunur.

1. Müşabehet: Lafzın hakiki manasıyla, mecazi manasının muayyen ortak bir vasıfta benzemesi ve birleşmesidir. Örneğin, Halid b. Velid’e (r.a.) arslan denilmesi, bu zât ile arslanın "yiğitlik-atılganlık"taki ortak vasfına istinadendir.

2. el-Kevnu's-Sâbık: Bu, bir şeyin daha önceki vasfı ile isimlendirilmesidir. "yetimlere mallarını veriniz" âyetinde geçen "yetimler" ifa­desi, bu tip bir mecazdır. Çünkü bu âyette, buluğa ermiş ve reşit olmuş olduğu halde ona mecazen yetim denmiştir.

3. el-Kevnu'l-Lâhık veya evl: Bir şeyin gelecekteki hal ve durumu ile isim­lendirilmesi demektir. "Kim bir maktulü öldürürse, kısasla hükmolunur" ifade­sinde,  öldürülene maktul demek, sonradan olacağı hale göre isimlendirilmektir.

4. el-İsti'dâd: Muayyen bir netice elde etmek için kendisindeki kuvvet ve istidat (kabiliyet) ile o şeyin isimlendirilmesi demektir. "Zehir öldürücüdür" ifadesinde, zehirde öldürme kabiliyeti, kuvveti var demektir.

5. Hulul: Mahal zikredilip, zikredilen bu mahal ile o mahalde bulunanların kastedilmesi demektir. "İstersen köye sor" âyetinde geçen "köye sor" ifa­desinde, "köylülere sor" manası kastedilmektedir.

6. Cüz'iyyet ve aksi (kül): Bir şeyin cüz'ünü veya bir parçasını söyleyerek, o şeyin bütününün (küllünün) kastedilmesi, bir şeyin tamamım (küllünü) söyle­yerek bir cüz'ünün veya bir parçasının kastedilmesidir. "Boyun çözmektir.", "Bir boyun hürriyete kavuşturmak" âyetlerinde zikredilen boyundan (rakabe) maksat, kölenin şahsıdır ve kölenin hürriyete kavuşturulması kastedilmek­tedir. 

7. Sebebiyet ve aksi (Müsebbeb): Bu, sebebin zikredilip, müsebbebin kaste­dilmesi yahut müsebbebin zikredilip sebebin kastedilmesidir. Örneğin, Ko­nuşan iki kişiden birinin, "Falanca, kardeşinin kanını yedi" derse, kardeşinin, "Diyetini yedi" demiş olmaktadır. Kocanın karısına boş olmasını kastederek, "iddetini gör" sözünü söyleme­si müsebbebi söyleyip sebebi kastetmeye örnektir.

Alâkası müşabehet olan mecaza istiare, alâkası müşabehet olmayan mecaza da mecâz-ı mürsel denir.

 

c. Fakihlere Göre Alâka:

Fakihler, mecazda kullanılan mâna ile hakikatin manası arasındaki alaka­ya "ittisal" derler ve alaka yerine ittisal tabirini kullanırlar. İttisali iki kısma ayrılır:

1.  Manevi ittisal (Bu, istiarenin alâkasıdır): Mecazî mana ile hakiki mana arasında manevi (mana ve vasıf yönünden) bir birleşme varsa, bu istiaredir. Meselâ, "havile" kelimesi, vekâlet manasında kullanılmıştır. Yani, vekâlet manası için istiare edilmiştir. Çünkü bu iki lafız arasında anlam bakımından ittisal vardır. Her ikisi de "nakil" manasını ifade ederler. Havale "borcu nakil", vekâlet ise "velayeti nakil"dir.

2.  Sûrî ittisal (Bu, mecâz-ı mürselin alâkasıdır): Sebep ile müsebbeb gibi müşabehetin dışındaki alâkalar mana olarak ittisali söz konusu değildir. Örneğin, "yağmur" denildiğinde bundan "bitki" kastedilirse, sebep zikredilip, mü­sebbep kastedilerek mecaz yapılmış olur.

 

d. Karine ve nevileri:

Mecazî mananın doğru ve kabul olabilmesi için, hakiki manayı kastetmeye mâni bir karinenin bulunması gerekir. Karine: Kastedilen manayı tayin ve sözün hakiki manası kastedilmediğini beyan için ileri sürülen delildir.

 

1. Kastedilen mecazi manayı tayin eden karineye, "el-karînetü'l-muayyine", hakiki mananın kastedilmediğini gösteren karineye ise "el-Karînetu'l-mânia" denir.

2.  Sözlü karîneye,  "makaliyye", hal ve durum gösteren karineye ise, "hâliyye" denir.

3. Hissi karine: "Bu ağaçtan yedim" cümlesinden, "Bu ağacın meyvesin­den yedim" manasının his ve tecrübelerle çıkarılmasıdır.

4. Âdet ve hâl karinesi: Örneğin, Satmaya vekil olan bir kişi, malı peşin ve veresiye satabilir. Ancak âdet olmayan bir şekilde uzun vâde ile satması caiz değildir.

5. Şer'î karîne: Husûmete tevkil (dava vekilliği) tabirinden, mahkemede karşı tarafın iddialarına cevap verip, müvekkili müdafaada bulunmak manası kastedilir. Bu tabirden, lügat manası olan, "düşmanlığa, kavgaya vekâlet" gibi bir mana anlaşılmaz. Çünkü İslam'da kavga, düşmanlık gibi hususlar yasaktır.

Muteber bir alâka bulunanca mecaz, lügatte câri olduğu gibi, şer'i konular­da da câri olur. Nitekim, hibe veya bey'in nikâh manasında kullanılması bu ka­bildendir.

e. Mecazın Hükmü:

a. Lafız hakkında mecazi mananın sabit olması halinde hükmün bu manaya ta­alluk eder: Meselâ, yahut kadınlarınıza dokunduğunuzda…" âyetinde "dokunma", mecazi olan cinsi münasebet manasınadır. Hakiki mana­sı olan, el ile dokunma manasına değildir.

b. Hakikî mananın anlaşılması mümkünse, mecazî manaya itibar olunmaz: Çünkü hakikat asıl, mecaz ise, hakikatin halefidir. Asıl dururken, halefe bakıl­maz. Fakat lafızdan hakiki mananın anlaşılması imkânsız olursa, mecazi mana­sına bakılır. Zira sözün bir mana ifade etmesi, manasız sayılmasından daha iyidir.

 

f. Hakîkat Ve Mecazın Birleştirilmesi (İctimâsı):

Bir söyleyişte, hem hakikî, hem de mecazî mananın kastedilmesi mümkün değildir. Meselâ, "Aslanı öldürmek" sözüyle, hem vahşi hayvanın, hem de yiğit insanın öldürülmesi kastedilmiş olmaz. Burada vahşi hayvanın öldürülmesi an­laşılır. Ancak yiğit insanın öldürülmesine dair bir karine varsa, bu durumda la­fız mecazî manâya tahsis edilmiş olur. Bu durumda hakiki mananın anlaşılması imkânsızlaşır.

Yahut, "Kadınlarınıza dokunduysaız" âyetindeki dokunmadan maksat, me­cazi olarak cinsi münasebette bulunmaktır. Hakiki mana ise, el ile tutmaktır. Buna göre, dokunma ile hem cinsi münasebet, hem de el ile tutmak manaları birleşemez.

 

 

C. Sarih:

 

a. Tarifi:

 

İster mecaz ister hakikat olsun, bir lafız kendisinden kastedilen ma­nanın çokça kullanılmasından dolayı açık (zahir) olursa ona sarih denir.

Hakikat cinsinden sarihe örnek: Kocanın karısına, "Sen boşsun" şeklin­de söylediği söz, boşama manasında kullanılması bakımından şer'î hakikattir. Nikâhın izâle edilmesinde ise sarih bir tabirdir. Bey', icâre, hibe, vakıf sözleri de, sarihin, şer'î hakîkat kısmındandır.

Mecaz cinsinden sarihe örnek: "Şu tencereden yemem", "Bu ağaçtan yemem" gibi sözler de, sarihin mecaz kısmındandır. Çünkü bunlardan maksat, "Şu tencerede pişen yemekten yemem", "Bu ağacın meyvesinden yemem" de­mektir. Bu lafızların, bu maksatları ifade etmeleri çok kullanılmalarından dola­yı çok açıktır.

 

b. Sarihin Hükmü:

Sarihin hükmü, niyete bakılmaksızın, mucebinin (muktezasının ve gereğinin) sabit olmasıdır. Yani konuşanın niyeti ne olursa ol­sun, hükmün, kelâmın kendisine taalluk etmesidir.

Örneğin, bir kimse, "Bu ma­lımı sana sattım" deyince, satış akdi meydana gelir. Satanın, "Bu sözümle kiralamayı kastetmiştim" şeklindeki beyanına itibar edilmez. Çünkü söylediği söz, satım akdi için sarihtir.

 

D. Kinaye

 

a. Tarifi:

Lügat manası, örtmek ve gizlemektir. Bir şeyi söylerken, söylenenle söyle­nenden başka bir şeyi kastetmektir. Istılahta ise kinaye, az kullanılmasından dolayı söyleyenin kastettiği mana kapalı olan ve gerçek manası ancak bir karine ile anlaşılan lafızdır. Yani bu sözün manası anlaşılırdır. Fakat söyleyenin bundan ne kastettiği kapalı olduğu için, anlamakta güçlük çekilir. Bir karine ile asıl maksat anlaşılmış olur.

Belagat ilminde kinayeler, hakikat ile mecazdan farklıdır. Örneğin, "Filanın kapısı açıktır" sözü, o şahsın misafirperver olduğundan kinayedir. Çünkü kapının açık olması, misafirperverlik için bir lâzımedir.

Usûl âlimlerine göre, kinayeler, birer hakikat olabileceği gibi, birer mecaz da olabilir. Şöyle ki, terk edilmiş hakikatler, kinayeden olduğu gibi, her­kes tarafından bilinen, meşhur olmayan mecazlar da kinayeden sayılır. Örneğin, kocanın karısına talâk niyyeti ile, "ipin boynunda, istediğin yere git", "Ailene dön", "İddetini bekle", "Rahmini temizle", "sen haramsın", "sen tek basmasın" gibi sözler söylemesi mecazi olup kinayedir. Bu ifadeler, talâkdan ki­nayedir.

 

b. Kinayenin Hükmü:

Kinayenin hükmü, muktezasının ve mucebinin an­cak niyet veya halin delaletiyle sabit olur, niyet veya halin delâleti olmadığında ise sabit olmaz.

Örneğin, bir kimse karısına, "Sen bâinsin" dese, bu söz, şar'î ve usûlcü açısından kinaye sayılır. Şöyle ki, "Bâin" lafzı, beynûnet, firkat ve ayrılık manası olan "Beynûnet" kelimesinden türemiştir. Bu sözün manası şudur: "Sen ayrısın, aramızda ayrılık hâsıl oldu." Bu ayrılık, maddi olduğu gibi, mânevi de ola­bilir. Evden, şehirden ayrı kalmak, maddi bir ayrılıktır. Nikâh bağının kopup ayrılması manasındaki ayrılık ise, manevî bir ayrılıktır. İşte bu ikinci mana için ifade kapalıdır. Burada kişinin niyeti ve halin delâleti önemli bir rol oyna­maktadır.

İslâm Hukukunda, şüphe ile cezası düşecek hususların (hadlerin) ki­naye bir lafız ile sabit olmaması da, kinayenin hükmündendir. Meselâ, "Falan, falana tekarrub etmiştir" cümlesinde tekarrub lafzı, zinadan kinaye olarak kul­lanılmıştır. Bu, kinevi bir lafız olduğu için, zinadan başka bir manaya da delâlet edebilir. Böylece ceza düşer.

DELÂLET YÖNÜNDEN LAFIZLAR

I. LAFZ'IN MANAYA DELÂLETİ

 

İnsan, duygu ve düşüncelerini çoğunlukla "söz"lerle anlatır. Yani söz (la­fız) konuşanın dinleyicilere duygu ve düşüncelerini anlatmada ilk önce başvur­duğu bir vasıtadır. Ancak insan sözün dışında bazen yazı, işaret ve fiilleriyle de duygu ve düşüncelerini başkalarına anlatabilir. Ancak bu konuda yani anlatmada en müessir vasıta, söz (lafız)dır. Söz manalı ve manasız (mühmel) olmak üzere iki kısma ayrılır. Hiç şüphesiz, mütekellim meramını muhatabına manalı bir söz ile ifade edebilir. Çünkü "söz" mananın kisvesidir. "Lafız mananın kalıbıdır" denir. Yani söz bir mana ve hüküm ifade etmek üzere konulmuştur, insan zihni onu işitir işitmez onun delâlet ettiği manaya intikal eder.

Fakihler Delaleti lafzi olan delalet ve lafzı olmayan delalet diye ikiye ayırır­lar. Hanefîler lafzi olmayan delâlete zaruret beyanı adını verirler ve beyanla ilgilidir.

Manaya delâleti yönünden lafızlar, nassın ibaresi, işareti, delaleti ve iktizası olmak üzere dört kısma ayrılır. Bu dört delâlet kısmına, Hanelilerin dışındaki mezhepler, özel bir delâlet şekli olan mefhumu muhalifi de ilâve etmişlerdir.

 

A- Nassın İbaresi: (Dâl Bi'l-İbâre)

Nassın ibaresi lafzın kendi siygasından derhal anlaşılan manaya delâletidir. Buna "nassın harfî manası" da denir. Bu, cümledeki kelimelerden anlaşılan ma­nadır. Nass bu hüküm için sevk edilmiştir. Nassın ibaresi, zahir, nass, müfesser, muhkem, âmm, hâss olabilir.

Örnek: "Namaz kılın, zekâtı verin" âyeti ibaresiyle namaz ve ze­kâtın farziyetine delâlet etmektir. Nass, bu hükmü ifade etmek üzere sevk edil­miştir.

"Allah alış-verişi helâl, faizi haram kıldı" âyetinin ibaresi iki manaya delalet etmektedir:

a. Alış-veriş ile faiz arasında bir fark vardır. İlk kastedilen mana budur. Lafzın bizzat kendisi bu manaya delâlet etmektedir.

b. Alış verişin helâl, faizin haram olduğudur. Nassın bizzat ibaresinden bu mana da anlaşılmaktadır.

 

B. Nassın İşareti: (Dâl Bi'l-İşâre)

Nassın işareti, lafzın ibaresinin dışında delâlet ettiği şeydir ve ibarenin bir neticesi olarak meydana gelir. Yani kelâmdan anlaşılır, fakat bizzat ibareden el­de edilmez. Nass, bu hüküm için sevk edilmemiştir.

Örnek: "Ey iman edenler, birbirinize belli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızda bir kâtip adaletli yazsın" âyeti, yazılı vesikanın bir delil ol­duğuna işaret etmektedir.

"Annelerin maruf veçhile (örf ve âdete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk ken­disinin olana (babaya) aittir." âyeti çocuğun nesebinin babaya ait olduğuna işa­ret etmektedir.

"Oruç (günlerinizin) gecelerinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı" âyeti ibaresiyle sahur vaktinin sonuna kadar cinsi münasebetin mübahlığına delâlet etmektedir. Bu âyet işaretiyle de oruç tutan insanın cünüp ola­rak sabahlamasının caiz olduğuna delâlet etmektedir.

"Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorup öğreniniz" âyeti, ibaresiyle bil­meyenlerin bilmedikleri hususları bilenlere sorup öğrenmelerinin gerektiğine de­lalet etmektedir. Bu âyet, işaretiyle kendilerine soru sorulabilmesi için âlimlerin yetiştirilmesinin gereğine delalet etmektedir.

"İş hususunda onlarla müşavere et" âyeti, ibaresiyle, devlet idaresinin sura esasına dayandığına delalet etmektedir. Bu âyet, işaretiyle şura üyeleri­nin yetiştirilmesinin gereğini ifade etmektedir.

 

C. Nassın Delâleti (Dâl Bi'd-Delâle)

Nass'ın delâleti, mantukun yani nassta zikredilen şeyin hükmünün müşte­rek illet sebebiyle, meskûtun anh yani nassta zikri geçmeyen şey hakkında, sabit olduğuna delalet eden bir lafızdır.

Buradaki illet tetkik ve ictihada ihtiyaç duyulmadan, lafzı duyan herkes ta­rafından hemen anlaşılabilecek türdendir. Bazı fakîhler nassın delaletine, mefhûmu'l-muvafakat, fehvâl-hitâb adını vermişlerdir. Çünkü delâlet ile çıkarılan hüküm ile ibareden anlaşılan hüküm arasında bir uygunluk bulunmaktadır. Bazı fakîh­ler ise, el-kıyâsu'l-celî, delâletu'l-evlâ adını vermişlerdir. Çünkü illetten hareket edilerek hükme varılmaktadır.

Örnek: "Ana babana öf (bile) deme" ayeti, ibaresiyle, ana babaya öf demenin haramlığına delâlet etmektedir. Öf demekle anne-babaya eziyet ve­rilmiş olur. Onlara öf demek haram olursa, onları dövmek, onlara sövmek evleviyetle haram olur. Çünkü öf demenin haram oluşunun illeti, ezadır. Sövmek ve dövmekte daha büyük ezâ bulunmaktadır. O halde bunlar da haramdır. İşte bu nassı işiten herkes, ictihad ve tetkike ihtiyaç duymadan, baba ve anneyi dövmenin ve onlara sövmenin haram olduğu hükmüne varabilir. 

Mantûk: Anne-babaya Öf demek.

Hüküm: Haram.

İllet: Ezâ.

Meskutun anh: Anne-babayı dövmek, onlara sövmek.

 "Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınla­rına ancak bir ateş yemiş olurlar." âyeti ibaresiyle haksız olarak yetimlerin mallarının yenmesinin haramlığım ifade etmektedir. Ayetten, nassın delaletiyle anlaşılmaktadır ki, yetimlerin mallarının yakılması, dağıtılması, telef edilmesi ha­ramdır.

Delâletü'n-nass ile kıyas arasındaki fark şudur: Delâlettü'n-nassta illet, tet­kike ihtiyaç duyulmadan anlaşılabilir. Kıyas da ise, illet ancak ictihad ve tetkik ile anlaşılıp bilinebilir.

 

D .Nass'ın İktizâsı (Dâl Bi'l-İktizâ)     

 

Nassın iktizâsı, kendisi olmadan nassla amel edilmesi mümkün olmayan, nassın hüküm ifade edebilmesi için nassta takdir olunması şart olan bir fazlalıktır.

Örnek: "Analarınız, kızlarınız... size haram kılındı" âyetinde anne ve kızların haram kılındığı ifade edilmektedir. Haddizatında haram kılınan anne ve kızlar değil, onlarla nikâhlanmadır. Şu halde âyetin manası: "Anala­rınızın, kızlarınızın nikâhı... size haram kılındı." şeklindedir.

"Ölü, kan, domuz eti... size haram kılındı" âyetinde, ölü, kan, do­muz etinin haram kılındığı ifâde edilmektedir. Haddizatında haram kılınan ölü, kan, domuz eti değil bunların yenilmesi, satılması, vs.dir.

"Ümmetimden hata, nisyan ve zor karşısında yaptıkları şeyler kaldırıldı" hadisinde, ümmetten hata, nisyanın kaldırıldığı ifade edilmektedir. Haddi za­tında ümmetten kaldırılan hata, nisyan değil, hata ve nisyan ile yapılan bir işten meydana gelen günah ve sorumluluktur.

 

 

2. MEFHÛM'UL-MUHÂLİF

a.Kapsam

Delâlet: Alâmet, işaret yol gösterme manasına gelir. Fakîhler, delâleti söz­lü olan ve olmayan diye ikiye ayırmışlardır. Zihnin söylenen sözden konulduğu manaya intikal etmesine delalet denir.

Sözlü (Lafzi) delalet mantûka (söylenen) ve mefhûme (anlaşılan) olmak üzere iki kısma ayrılır.

Mantûka: (Söylenen), lafzın (sözün) söylendiği yere ve hususa delaletidir. İbare, işâre ve iktizânın delâletleri gibi. Meselâ, "bu kitabı satın aldım" denilirse, bu sözün mantûku o kitabın satın alınmış olmasıdır.

Mefhûme: Lafzın (sözün) söylenmediği yere ve hususa delaletidir. Örneğin, bir kişi, "bu kitabı sattım" derse onun bu sözü o kitapta mülkiyet hakkının ken­disinden zevaline delalet eder.

Mefhûme, mefhûmu'l-muvâfık (uygun anlam) ve mefhûmu' l-muhâlif (zıt anlam) olarak ikiye ayrılır.

Mefhûmu'l-muvâfakat: Meskûtun anh (susulan, söylenmeyen)'in mantûk (söylenen)'a hükümde müsbet (olumlu) veya menfi (olum­suz) olarak muvafık (uygun) olmasıdır.

Örneğin, "zerre kadar iyilik yapan karşılığını görür" âyetinin mefhûmu, zerreden fazla iyilik yapanların da yaptıkları iyiliğin karşılığını göreceklerine uygundur.

Mefhûmu muhalefet: Meskutun anhin mantûka  ve mezkûre  hükümde muhalif  olmasıdır.

Başka bir ifadeyle bir lafız, bir kayıtla mukayyed bir yerde bir hüküm almışsa, kaydın kalktığı yerde muhalif (zıt) bir hüküm alır.

Mefhûmu muhalife, mefhûmu'n-nassi'l-muhâlif, delilü'I-hitâb denir.Hanefîler ise buna tahsîsu'ş-şey bi'z-zikr olarak isimlendirirler.

Örnek "de ki bana vahyolunanda leşten, akan kandan... başka bir şeyin haram olduğunu görmedim" âyetinde kan lafzı akan kaydıyla kayıtlanmıştır. Bunun mefhûmu'l-muhâlifi, akmayan kandır. Bu âyet mantûkuyla akan ka­nın haram olduğunu, sarahaten bildirilmektedir. Mefhûmu'l-muhâlefetiyle de akmayan kanın helâl olduğuna delâlet etmektedir.

"Boşanmış kadınlar üç hayız (müddeti) kendi kendilerine beklerler" âye­tinde hayız, üç lafzı ile sınırlandırılmıştır. Bu âyetin mefhûmu'l-muhâlifi, üç'den az ve üç'den fazladır.

 

B. Mefhûmu'l-Muhâlifin Nevileri

a. Mefhâmu's-Sıfat (Vasıf)

Bu vasıfla kayıtlanmış lafzın, o vasfın bulunmadığında, hükmünün zıddına delâlet etmesidir. Örneğin, "mer'ada otlayarak beslenen koyun­lar zekâta tabidir" hadisinin mefhûm-u muhalifi, mer'ada otlamayıp evlerde beslenen koyunların (ma'lûfe) zekâta tabi olmadığıdır.

b. Mefhumu's-Şart:

Şarta bağlı bir hüküm ifade eden lafzın, şart bulunmadığında zıddının sübutuna delalet etmesidir.

Örneğin, "Eğer onlar gebe iseler, doğuruncaya kadar nafakalarını temin edin" âyeti, ibare delaletiyle bâin olarak boşanan zevce gebe ise, doğuruncaya kadar nafakasının kocası tarafında temin edilmesinin farz olduğunu ifade eder. Âyet, mefhûmu'l muhâlifi ile de gebelik yoksa nafaka hükmünün de olmadığına dela­let eder.

c. Gaye Mefhûmu

Kendisindeki hükmün bir gaye ile kayıtlı bulunduğu lafzın, sonrası ve ötesi hakkında bu hükmün zıddına delâlet etmesidir.

Örneğin, "Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra kadın kendisinden başka bir erkeğe nikâhlanıp, varıncaya kadar, ilk kocasına helâl ol­maz." Bu nass zevcenin kendisini üç defa boşayan kocasına helâl olmadığı­na delâlet ediyor. Bu hüküm bir gaye ile kayıtlanmıştır. Gaye kendisini boşayan kocasından başka bir erkek ile evlenmesidir. Bu nass, mefhûmu'l-muhâlif ile ga­yeden sonra yani evlendiği ikinci kocadan iddeti bittikten sonra, zevcenin kendi­sini üç defa boşayan erkekle evlenmesinin helal olduğuna delalet etmektedir.

d.  Adet Mefhûmu:

Kendisindeki hükmün bir adet (sayı) ile kayıtlı bulunduğu lafzın, bu adet (sayı) dışında o hükmün zıddına delalet etmesidir.

Örneğin, "Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı ile) iftira atan, sonra (bu konu­da) dört şahit getiremeyen kimselerin her birine de seksen değnek vurun" aye­tinin muhalif mefhûmu, bu sayıdan (yani seksen) az veya çok değnek vurmanın caiz olmadığıdır.

e.  Lakab Mefhumu:

Kendisindeki hükmün özel veya cins isme bağlanmış bulunduğu lafzın, bu hükmün başka özel ve cins isimlerde olmadığına delalet etmesidir. Burada özel isimden maksat sıfata delalet etmeyen ve zata delalet eden lafızdır. Cins isimden maksat, sıfata delalet etmeyen ve cinse veya neve delalet eden lafızdır.

Örneğin, "Muhammed Allah'ın resulüdür" âyetinin mefhûmu'l-muhâlifi Muhammed'den başkası Allah'ın resulü değildir.

"Buğday zekâta tabidir" nassının mefhumu'l-muhâlifi, buğdayın dışın­daki toprak mahsulleri zekâta tabi olmadığıdır.

c. Mefhumu’l-Muhâlifin Hüccetliği

a. Lakab Mefhûmu:

Bütün mezhepler, lakab mefhumuyla amel olunmayacağı görüşünde ittifak halindedirler. Mesela: "Muhammed Allah'ın elçisidir", sözünden ondan başka­sı Allah'ın elçisi değildir anlamı çıkarılamaz.

 

b. Vasıf, Şart Gaye Ve Aded Mefhûmları:

Usûlcüler, bu mefhûmlarla nasslar haricinde ictihadda bulunma hususunda ittifak halindedirler. Şer'i nasslarda ise ihticâcda bulunma konusunda ihtilaf et­mişlerdir. Henefiler bu mefhûmlarla şer'i nasslarla ihticadda bulunmazken, di­ğer mezhepler ihticâcda (delil, hüccet getirme) bulunulabileceğini ifade etmiştir.

 

ba. Hanelilerin Görüşü:

Hanefîlere göre, vasıf, şart, gaye ve aded mefhûm­ları, muhavere, muhabere, rivayet ve musannif ve hukukçuların sözlerinde mu­teberdir. Yani bu mefhûmlar, ticari akitlerde, konuşmalarda, sözleşmelerde, hukukçuların, müelliflerin sözlerinde delil ve hüccet olarak kabul edilmektedir. Meselâ bir kimse, bir şahıstan bir koç almasını istese, dişi koyun alamaz. Aynı şekilde kendi malından A şahsına şu kadar para vermesini istese, B şahsına vere­mez. Aynı şekilde bir fıkıh kitabı almasını istese, hadis kitabı alamaz.

Aynı şekilde bir şahıs, "Malımı öğrencilere vakfettim" dese, öğrenci olma­yanlar bunun dışında kalır.

Hanefîler, bu mefhumlarla şer'î nasslarda ihticâcda bulunmayı caiz görmezler ve bunu fâsid bir istidlal tariki olarak ifade ederler. Bu konudaki delilleri şunlardır:

1. Nasslardaki kayıtların birçok maksadı, gayesi, manası bulunur. İnsanla­rın, Şâri'in nasslardaki gaye ve maksatlarının tamamına muttali olması müm­kün değildir. Halbuki insanların maksatları böyle değildir onları öğrenmek mümkündür. Bu sebeple, mefhumu'l-muhâlif, insanların sözlerinde delil ve hüccettir; Şâri'in nasslarında delil ve hüccet değildir.

2.  Arap dilinde, "Mantûkun hükmünün zıddı, meskûtun anh hakkında sabittir" şeklinde umumî bir kaide ve anlayış yoktur. Meselâ bir şahıs, diğer bir şahsa, "Falanca sabahleyin geldiği zaman ona ikramda bulun" dese, ikinci şa­hıs, "O şahıs akşamleyin gelirse ona ikramda bulunayım mı?" diye sorabilir. Şayet birinci sözün mefhumu muhalifi muteber olsaydı, ikinci şahıs bu soruyu sormayacaktı. İkinci şahsın bu soruyu sorması diğer şahsında bu soruyu yadırgamaksızın cevaplandırması, mefhûmu'l-muhâlifin muteber olmadığını gösterir. Mefhumu'l-muhâlif insanların sözlerinde bile, bazı durumlarda muteber olma­yınca, şer'i nasslarda onunla ihticâcda bulunulması uygun değildir.

3.  Bazı nasslarda kayıt bulunduğu halde, bu kayıtlara göre mefhumu mu­halif muteber olmamış ve aynı hüküm o kaydın bulunmadığı yerlerde de sabit olmuştur. Örneğin, "Kâfirlerin başınıza bir iş açmasından korkarsınız." âye­tinde, namazın korku halinde ikişer rekât kılınacağı ifade edilmektedir. Hâlbuki korkunun bulunmadığı bazı hallerde de namazlar ikişer rekât kılınmaktadır. Bu da mefhûmu'I-muhâlifin kat'î bir delil olmadığına işaret etmektedir.

4.  Mehfûmu'l-muhâlifle amel caiz olduğunu kabul edersek, bazı nasslann manalarını anlamakta güçlük çekeriz. Meselâ, "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah'a göre ayların sayısı 12'dir. Bunlardan dördü haram ay­lardır. Bu, dosdoğru nizamdır. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyiniz" âyetinin mefhûmu'l-muhâlifini alırsak,  zulmün sadece dört ayda haram olduğunu, bu dört ay dışında onun haram olmadığını söylemiş oluruz. Hâlbuki zulüm her zaman haramdır.

"Sizden birisi durgun suya idrar etmesin ve o suda cünüplükten ötürü gusül yapmasın"hadisinin mefhumu muhalifiyle, cünüplüğün dışında bu suyla gusül edilebileceği neticesi çıkmaktadır. Hâlbuki durgun ve içerisine idrar yapılmış bir suda, hem cünüplükten ötürü, hem de başka bir sebeple gusül edilmesi, diğer hadislerde yasaklanmıştır.

5. Cenâb-ı Hak, mefhumu'l-muhâlifi delil olarak kullanacaksa, bunu sara­haten beyan etmektedir. Örneğin "Te­mizlendikleri vakte kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size müsaade ettiği yerden onlara gidin" âyetinde, ikinci âyet mehfumu'l-muhâlifi beyan etmektedir.

 

bb. Hanbelî, Şafii ve Mâlikilerin Görüşleri:

Bu mezhepler, vasıf, şart, gaye ve adet mefhumlarıyla hem şer'i nasslarda, hem de onların haricinde ihticâcda bulunmayı caiz görmüşlerdir. Bu duruma göre şer'i bir nass veya insanların her türlü sözleri, bir olayın hükmüne delalet ediyor, bir vasıf, bir şart,  gaye, adet ile sınırlandırılmış ise bu nass, bu söz, bu kayıtla­rın bulunmadığı durumlarda bu hükmün zıddına delâlet eder. Bu mezheplerin, şer'î nasslarda mefhumu'l-muhâlifle amel edileceğini ifade ederken dayandıkları delilleri şunlardır:

1. Nasslardaki kayıtlar, manasız ve boşuna değildir, bunların bir gayesi, bir maksadı vardır. Kayıtların hükmü, kaydın bulunduğu yere has kılmaktan başka maksatları yoksa, o takdirde kaydın bulunmadığı yerde hükmün olmadığını ka­bul etmek gerekir. Bu, kaydı manasız ve maksatsız kılmamak için şarttır.

2. Arap dilinde alışılagelmiş üslup, hükmün bir kayıtla kayıtlanışının, kay­dın kalkmasının hükmün de kalkmasına delalet etmesidir. İbareden ilk anlaşılan şey, budur. Örneğin “Zenginin oyalayıp, borcunu geciktirme­si haksızlıktır" hadisini duyan, fakirin oyalayıp geciktirmesinin haksızlık olma­dığını anlar.

3. Hz. Peygamber, "Sâimede zekât vardır" buyurmuştur. Bu hadise göre, yılın ekserisini, meralarda yayılarak beslenen deve ve koyun gibi hayvanlar (sâime) için zekât vâciptir; sâime olmayanlar için ise zekât gerekmez. Bunu Hanefîler de dâhil olmak üzere, fakihler kabul etmişlerdir. Ancak İmâm Malik, yılın ekse­risini içeride geçirerek beslenen hayvanlar (ma'lûfe) için de zekât verileceğini söy­lemiştir.

4.  Bütün fakîhler, hür bir kadınla evli olan kimsenin, bir cariye ile evlene­meyeceğini kabul etmişlerdir. Onlar bu sonuca, "Sizden hür ve mü'min kadın­larla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizdeki mü'min cariyelerinizden alsın" âyetinden varmışlardır. Böyle bir hükme, ancak mefhumu'l-muhâlifi kabul etmekle varılabilir. Şayet mefhûmu'l-muhâlif delil olarak kabul edilmez­se, her halükârda cariye ile evlenmek caiz olacaktır. Çünkü bunu yasaklayan hiç­bir nass bulunmadığı gibi, "Bunlardan başkası sizin için helal kılındı" âyeti de buna cevaz verecektir.

d. Mefhumu'l-Muhâlifle Amel Etmenin Şartları:

Mefhumu’l-muhâlifin, sahih bir istidlal yolu olduğunu kabul eden fakîh­ler, bu mefhumla amel olunabilmesi için, aşağıda zikredilen şartların bulunma­sını şart koşarlar:

1. Nasslardaki kayıtlar, mübalağa, teşvik, sakındırma gayesi taşımamalıdır. Çünkü bazı nasslarda kayıtlar hükmü kayıtlamak için değil, teşvik, mübalağa ve sa­kındırmak maksadıyla zikredilmiştir.

Örnek: "Zimmîlerin mallarına tecavüz edilmemelidir" sözünden Müslümanların mallarına tecavüz etmenin cevazı anlaşılmaz. Bu ifade ile zimmîlerin hu­kukuna daha fazla riayet etmenin gereğine işaret edilmiş olur.

"Dört haram ayda zulüm yoktur" âyetinde, dört ayda zulüm haram kılın­mıştır. Bunun muhalif mefhumuyla amel edilmez. Yani, dört ayın haricinde zu­lüm yapılır anlamı çıkmaz. Bunun manası şudur: Zulüm her zaman haramdır, özellikle dört ayda hiç zulümde bulunmayın.

2. Kelâmdaki kayıt, âdet olan bir şeyi (tatbikatı) ifade eder bir mahiyette bulunmamalıdır. Böyle bir kaydın bulunduğu nassın, mefhumu’l-muhalifiyle amel edilmez. Mesela, "Hicir ve terbiyenizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" âyetinde "hicir ve terbiye" kaydı, zamanın âdet ve teamülünü ifade etmektedir. Çünkü bu kızlar genellikle üvey babalarının yanında bulunurlar. Bu se­beple, bu âyetin mefhumu muhalifiyle amel olunamaz. Şu halde üvey kız, üvey babasının himaye ve terbiyesinde bulunsun, bulunmasın, üvey baba üvey kızıyla evlenemez.        

"Ey iman edenler,   faizi kat kat yemeyin"  âyetinde, kaydı, zamanın vâki tatbikat ve teamülünü ifade etmektedir. Dolayısıyla bu nassın mefhumu muhalifiyle amel edilmez. Yani, riba kat kat olmasa da haramdır.

3. Meskûtun-anh, hüküm itibariyle mantûktan evlâ veya ona müsavi bu­lunmamalıdır. Aksi takdirde, Mefhumu’l-muhâlifle amel edilemez. "Ebeveyni­nize öf demeyin" âyeti, anne-babaya sövme ve dövmenin caiz olduğunu göstermez. Çünkü meskûtun-anh olan sövme ve dövme, ezâ bakımından, öf demekten daha fazladır.

4. Mantûkun zikri, muhatapça meçhul olmasından dolayı olmamalıdır. Me­selâ, Hanbelî fakîhlerinin durumu hakkında bilgi sahibi olmayan bir şahsa, "Hanbeli fakîhleri faziletli kimselerdir" denilse, bu sözden, Hanefî veya Şafiî mezhebi fakîhleri faziletli olmadıkları anlamı çıkarılamaz.

5. Mantûkun zikri, bir soru veya olaya cevap olarak vuku bulmuş olma­malıdır. Örneğin, sâime develerden zekât lazım gelip, gelmeyeceğini soran kimseye, "Sâime olan develerden zekât lazım gelir" denilse, bu söz, sâime koyunlardan ve diğer hayvanlardan zekâtın lazım gelmeyeceğine delalet etmez.

6. Mefhûmu'l-muhâlifin sabit olduğu yerde, bunun aksini gösteren özel bir delil bulunmamalıdır. Örneğin, "Ey iman edenler öldürülenler hakkında size kı­sas yazıldı. Hür ile hür, köle ile köle ve kadınla kadın kısas edilir.” âyetinin mefhumu'l-muhâlifine göre, bir kadını öldüren erkek kısas yoluyla öldürülmez. Fakat kadını öldüren erkeğin kısas yoluyla öldürüleceğini, "Orada onlara cana can..."  âyeti belirtmiştir.

 

3.FÂSİD İSTİDLALLER

İstidlal, delil ikâme etmek, delile bakmak manasındadır. Aynı zamanda, zih­nin eserden müessire intikal etmesine de istidlal denir.

Güneşin yeryüzündeki ışın­larını görülünce, onun doğduğu anlaşılır. Dumanı görülünce, orada ateşin mevcut olduğuna hükmedilir. Bazen zihnin müessirden esere geçmesine istidlal denir. Burada söz konusu olan, müessir olan delilden, onun eseri olan hükme intikal etmektir.

Nassla istidlal sahih ve fasit olarka iki kısma ayrılır.

Âlimler,dâl-bi’l-ibâre, işâre, delâle ve iktizâ ile istidlali muteber kabul etmiş­lerdir.

Hanefîlere göre Mefhûmu'l-muhâlif, mutlakın mukayyede hamli, âmmı sebebine tahsis, âmmı mütekellimin garazına tahsis, yakınlıkla istidlali fâsid istidlaller olarak kabul etmişlerdir.  

Yakınlık İstidlali:

Bir kelimenin, diğer bir kelimeye veya müstakil bir cümlenin, diğer müsta­kil bir cümleye atıf harflerinden biriyle atfedilmesi suretiyle, ikinci kelimenin ve­ya ikinci cümlenin hükmünün birinci kelime veya cümlenin hükmünün aynı olup olmayacağı şeklindeki bir sorusuna Hanefîler müspet cevap vermezler. Şafiiler ise, iki kelime ve iki cümlenin hükümlerinin eşit olacağı kanaatindedirler.

Şâfiilere göre, "Ahmed ve Muhammed geldi" denilse, Ahmed tek başına bir hüküm ifade etmez. Bu hüküm hem Ahmet, hem Muhammed için geçerlidir.

Aynı şekilde, "Namaz kılınız ve zekât veriniz" âyetinde, "Zekât veriniz" cümlesi, "Salat kılınız" cümlesi üzeri­ne atfedilmiş olduğu için, iki cümlenin hükmü aynıdır. Namaz kılmakla mükel­lef olanlar, zekât vermekle de mükelleftirler. Çocuklar ise, namaz kılmakla mükellef olmadıkları için, zekât vermekle de mükellef değildirler. Bu istidlal yo­lu Hanefilere göre doğru değildir. Çünkü bu âyette çocuğun namaz kılmakla mü­kellef olduğuna dair bir delil ve emare yoktur. Çocuğun namazla mükellef olmadığı, hadisle sabittir. Üstelik bu iki cümle müsta­kildir ve her birinin hükmü de müstakildir.

"Ahmet ve Muhammed geldi" cümlesinde, ma'tuf nakıs bir cümledir. Ahmet ve Muhammed aynı hükmü taşımaktadır. Cümle, "Ahmet geldi ve Muham­med gitti" şeklinde olsaydı, iki müstakil cümle olacağından, iki cümlenin hükmü de değişik olacaktı.

Bunlar da gösteriyor ki, Hanefilere göre yakınlıkla istidlal, muteber bir yol değildir. Bununla şer'i bir hüküm çıkarılamaz.

 

 

4. BEYÂN VE EDATLAR

I- Beyân

 

a.  Beyânın Tarifi

Beyân, lügatte izhar etmek, tebyin etmek ve açıklamak manalarına gelir.

Istılahta beyân, bir şeyin -fiil olsun, söz olsun- sonrasında o şeyden maksadın ne olduğunu geçen söz ya da fiille ilişkili bir söz veya fiille açıklamaktır.. Yani söylenen bir sözden veya­ yapılan bir işten ne kastedildiğini söz veya fiil ile açıklamaya beyan denir. Örneğin, “namaz kılınız" âyetini Peygamberimiz (s.a.), “ben nasıl namaz kılıyor isem siz de öyle kılınız" hadisiyle beyan etmiştir (açıklamıştır). Bu hadis, peygamberin namaz ile ilgili fiilini beyan eden bir delildir.

Beyân bir tür delildir; gayesi yeni bir şey ortaya koymak değil, mevcut olan fakat kapalı olan hususu açıklığa kavuşturmak ve keşfetmektir.

b.  Beyânın Nevileri

 

1. Beyânu't-Takrîr:

Beyânu't-Takrîr, bir kelâmı (sözü) mecaza veya hususa hamletmeye ihtimal vermeyecek şekilde bir şey ile tekit etmektir. Yani kelam hakikat ise mecaz ihtimalini, kelam âmm ise husus (has) ihtimalini kendisinden bir şey ile kesip atan bir şeyle açıklamağa beyânu't-takrîr denir.

Hakikate örnek: "İki kanadıyla uçan bir kuş yoktur ki..." âyetinde "kuştan maksat bildiğimiz havada uçan kuştur. Çünkü iki kanadıyla" kelamı, bunun hakika­ten kuş olduğunu tekit ve teyit etmektedir.

Âmma örnek: "Meleklerin hepsi birlikte secde ettiler" âyetinde melâike; melekler lafzı âmmdır. Bu âmm lafzın akabinde "hepsi" lafzı kullanıldığı için tah­sise ihtimali kalmamıştır. İşte "küllühüm (hepsi)" lafzı beyânu't-takrîrdir.

 

2. Beyânu't-Tefsîr:

Beyânu't-tefsîr, kendisinde kapalılık olan bir hususu açıklığa kavuş­turmaktadır. Mesela mücmel, müşterek, müşkil, hafi lafızları, manası açık ol­mayan lafızlardandır. İşte kendilerinde mana yönünden kapalılık bulunan bu lafızlarla ne kastedildiğini, bir söz veya bir fiil ile açıklamaya beyânu't-tefsîr denir. Beyânu’t-tefsîr için kapalılık kesin bir delille açıklanmalıdır. Şa­yet kapalılık zannî bir delil ile açıklanırsa buna müevvel ismi verilir.

Örnek:"Namaz kılınız" âyetinde namaz(salât) lafzı mücmeldir. Peygamberimiz (s.a.) bunu kendi fiilleriyle izhar etmiş ve "ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılınız" buyurmuştur. İşte Peygamberimizin (s.a.) bu fiilleri ve sözleri bir beyanu't-tefsir mahiyetindedir.

 “Boşanmış kadın­lar kendi kendilerine üç kur beklerler" âyetinde kur müşterek bir lafızdır. Eş sesli olan bu kelime, hayız ve tuhur manalarını ifade etmektedir. Ancak bu lafız “Kuru’ (hayız) günlerinde namazı bırakın.”hadisiyle hayız olarak tefsir edilmiştir.

 

3. Beyânu't-Tağyîr:

Kelâmın öncesinin yani sözün evvelinin mucebini, ona bitişik bir diğer söz ile tağyîr ederek (değiştirerek), ilk sözden asıl maksadı açıklamaya beyânu't-tağyîr denir. Bi­lindiği gibi kelâmın bir başı, bir de sonu vardır. İşte kelâmın sonuyla, kelâmın başının muktezasının değiştirilmesi, beyânu't-tağyîrdir.

Hanefîlere göre, istisna, tahsîs, şart, sıfat, gaye ve bedel-i ba'z, beyânu't-tağyîr kabilindendir. Mütekellimin fukahâsına göre bunlar beyânu't-tağyîr değil beyânu't-tefsîrdir. Mütekellimin fukahâsı; istisna, şart, sıfat, gaye ve bedel-i ba'z'ı, tahsis'in bölümleri olarak kabul ederler. Meselâ, “Allah alışverişi helal ribayı haram kıldı” âyetinde “ribayı haram kıldı” kavli, tahsis kabilinden bir beyânu't-tağyirdir. Çünkü “Allah alışverişi helal kıldı” kavlini tahsis etmiştir.

 

a.Tahsîs: Şâfiiler tahsîs deliline beyânu't-tefsîr derken Hanefîler buna beyânu't-tağyîr demektedirler.

Hanefîler tahsîs delili, âmma mukârin (onunla beraber) olunca ona beyânu't-tağyîr derler. Ondan sonra gelirse, yani tarih itibariyle ondan sonra gelirse, ona da cüz'î nesh olarak isimlendirirler. Hanefîler, kelâm'ın bir bölümü olan istisna, gaye, sıfat ve şart'a tahsîs ismini vermezler.

Şafiiler, tahsîs delili, ister âmmla beraber (muttasıl) ve kelâmın bir parçası olsun, ister kelâm'dan ayrı (munfasıl) olsun ona beyânu't-tefsir derler. Bu ihtilâfın neticesi şudur: Hanefilere göre mutlak âmm, hass gibi, içerisine aldığı fertler bakımından katiyet ifade eder. Âmm katiyet ifade ettiği için, tahsîs delili onun hükmünü tağyîr eder. Bu bakımdan tahsîs bir beyânu't-tağyîrdir ve ancak âmmla beraber (muttasıl) olacak, kelamın bir bölümü olmayacağı gibi ke­lâm'dan ayrı (munfasıl) olmayacaktır. Ayrı tarihte gelen delile tahsîs değil cüz'î nesh denir.

Özetle Hanefilerin Görüşleri:

1.  Âmm katiyet ifade eder.

2.  Tahsis delili, âmma mukarin yani onunla beraber olacak, fakat kelâmın bir bölümü olmayacaktır.

3.  Tahsise beyânu't-tağyîr denir.          

4. Âmmdan tarih itibariyle sonra gelen ve onun fertlerinden bir kısmını hü­kümden çıkaran delile cüz'î nesh denir.

5. Şart, sıfat, gaye ve istisna gibi kelamın bir parçası olan delil tahsisin bö­lümleri değil, fakat beyânu't-tağyîrin bölümleridir.

Şafiîlerin Görüşleri:

1. Âmm zan ifade eder,

2.Tahsis delili âmma mukarin olduğu gibi ondan ayrı da olabilir.

3.Tahsis beyânu't-tefsîrdir, beyânu't-tağyîr değildir.

4. Âmmdan ayrı olan delil, âmm ile amel olunmadan önce gelmiş ise ona beyânu't-tefsîr denir, nesh denmez. Ancak amelden sonra gelirse nesh denir.

5. İstisna, gaye, sıfat, şart gibi kelamın bir bölümü olan deliller de tahsistir.

b. İstisna: İstisna, illa: gibi bir edat ile ilk cümlenin hükmünden bazı fertlerin dı­şarıda bırakılmasına denir. Hükmün dışarısında bırakılan fertlere müstesna, hük­me dâhil olan fertlere ise müstesna minh denir.

Örneğin, mecnun ve çocuklar hariç (müstesna) her insan mükelleftir cümlesinde, “her in­san” sözü müstesna minh, “mecnûnlar ve çocuklar” sözü de müstesnadır.

İstisna, istisha-i muttasıl ve istisna-i munkatı kısımlarına ayrılır.

İstisna-i muttasılda müstesna ile müstesna minh cins bakımından aynıdır. Örneğin, "Kısıtlanmışların hibesi müstesna, her hi­be caizdir" ibaresinde olduğu gibi.

İstisna-i munkatı'da müstesna ile müstesna minh aynı cinsten değildirler. Örneğin, “Her hibe caizdir, gasb müstesna” cümlesinde ol­duğu gibi.

Hanefilere göre, istisna-i muttasılda müstesna min'in hükmü malumdur, fa­kat müstesnanın hükmü beyan edilmemiştir.

Örneğin, “Herkesin alışverişi caiz­dir, kısıtlı olanlarınki müstesna.” ifadesinde kısıtlı olanların bey' ile ilgili hükmü belli değildir. Fakat Şafiilere göre, istisna-i muttasılda hem müstesnanın, hem de müstes­na minh'in hükümleri malumdur. Buna göre kısıtlı olmayanların alışverişleri caiz, kısıtlı bulunanların alışverişleri ise caiz değildir.

c. Şart: Bir işin meydana gelmesini, diğer bir işin meydana gelmesine bağlamaya şart enir.

"Boş ol" sözü, talâkın gerçekleşmesi için bir sebep ve illettir. Fakat "şu eve gider­sen, boş ol" sözünde talâkın gerçekleşmesi bir şarta bağlanmıştır. Şart tahakkuk etme­dikçe, talâk da meydana gelmeyecektir. Buna göre "şu eve gidersen" şartı, talâkın illet ve sebebi olan "boş ol" sözünü etkisiz hâle getirmiştir. "Boş ol" sözünün etkisinin olması için, şartın tahakkuk etmesi gerekmektedir.

Şafiilere göre şart, illeti etkisiz hâle getiremez. Ancak bu şart talâk olayına manî olur. Yâni illet vardır, hükmün meydana gelmesine şart mânidir. Şart ta­hakkuk ederse, hüküm de meydana gelir.

Hanefîler ile Şafiilerin bu konudaki görüş farkını ortaya koymak üzere bir örnek: Bir adam bir kadına "seninle evlenirsem boş ol" derse, Hanefilere göre, o kadınla evlenirse talak vuku bulur, Şafiilere göre vuku bulmaz. Çünkü Şafiiler, "boş ol" sözünü söyleyince hemen işleme tabi tutarlar ve bu iki­si arasında evlilik akdi bulunmadığı için bu sözü lağv olarak kabul ederler. Hanefiler ise, "boş ol" sözünü şartın meydana gelmesinden sonra işleme tabi tutarlar. Evlilik akdinden sonra talak hadisesinin meydana geldiğini ifade ederler.

Bazen bir işin meydana gelmesi, birden fazla şartın meydana gelmesine bağlı olabilir. Mesela bir şahıs, "şu eve gidersem, şununla konuşursam zevcem boş olsun" dese, iki şart tahakkuk etmeden talak hadisesi meydana gelmez.

d. Sıfat: Örneğin, "Bu akarın gelirini, fakîh olan fakirlere vakfettim" sözünde "fakîh" kelimesi, "fakirler" kelimesinin sıfatıdır. İşte burada akarın geliri fakih olan fa­kirlere tahsis edilmiştir.

e. Gaye: Örneğin, "bu fakire bu ayın sonuna kadar yardım et" denilse, "bu ayın so­nuna kadar" sözü, bir gaye olarak "bu fakire yardım et" sözünü takyit ve tağ­yir etmiş olur. Bu duruma göre ayın sonundan sonra yardım yapılması uygun olmaz.

f. Bedel-i Ba'z: Bedel-i ba'z da beyân-ı tağyir kabilindendir. Örneğin, “Oraya bir yol bulabilen her insana, Allah için Beyt’i haccetmesi gereklidir.” âyetinde, “Allah için her insan gereklidir” kısmı, her insana haccın farz olduğunu ifade etmektedir. “Oraya yol bulabilen” kısmı ise, bedel-i ba'z olup, haccetmenin gücü ye­tenlere farz olduğunu beyan etmiştir.

 

4.  Beyânu’t-Tebdîl:

Beyânu't-tebdîl, nesh demektir.

 

5. Beyânu'z-Zarûret:

 

Delâlet, lafzî olan ve lafzî olmayan (gayr-i lafzî) kısımlarına ayrılır. Hanefiler lafız olmayan delalete zaruret beyanı derler.

Beyân-ı zaruret, açıklamaya ihtiyaç duyulan bir hususu, söz yerine genellik­le sukut veya fiil ile bir nevi açıklamaktır.

Bu da dört kısma ayrılır:

1. Mantûk (söylenen) hükmünde olan meskûtun anh (söylenmeyen): Örneğin, "Eğer (ölenin) çocuğu yoksa ve ebeveyni varis olmuşsa, anasına üçte bir (hisse) vardır" âyetinde an­nenin miras hissesi söylenmiş, fakat babanın hissesi söylenmemiştir. Fakat ba­banın söylenmeyen hissesi söylenmiş gibidir. Çünkü babadan başka varis yoktur. Şu halde annenin hissesi üçte bir olduğuna göre, geri kalan 2/3 (üçte iki) hissenin babaya ait olduğu anlaşılır.

Bir kişi, ortağına "Kazandığımız malın yansı senin olsun" dese, diğer yarı­sı da benim olsun demiş gibi olur.

2.  Hz. Peygamber'in (s.a.) herhangi bir fiili görüp, bir sözü duyup susması: Bu beyân-ı zarurettir. Çünkü O'nun, başkalarının fiil ve sözleri karşısında sükûtları, o şeylerin meşru oldukları hakkında birer beyandır, onları tas­vip etmektir.

Müctehidlerin de herhangi bir ilmi konuda sükût etmeleri, o fikri kabul et­tiklerine delalet eder. Çünkü "Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır" sö­zü, müctehidlerin fikirlerini beyan etmelerini gerektirir.

3. İhtiyaç zamanında sükût dahi beyân-ı zaruret kabilindendir: Mecelle de (madde: 67) "Sâkite bir söz isnad olunamaz. Fakat marız-ı hacette sükut, beyandır" denilmektedir. Örneğin, reşit bir kızın nikâh esnasında susması, nikâha razı olduğuna dela­let eder.

Aynı şekilde velinin reşit olmayan, mümeyyiz bir çocuğunu alış-veriş ya­parken görüp, onun alış-verişine müdahale etmemesi, ona izin verdiğine delalet eder.

4. Söz uzamasın diye bazı kelimeleri söylememek (hazfetmek) zaruret beya­ndır: Örneğin, “Benim yüz ve bir dirhem borcum vardır.” Sözünde “üzerimde yüz var” ifadesinde dirhem” kelimesi, söz uzamasın diye söy­lenmemiştir. Fakat ikinci dirhem (…ve bir dirhem…) buna delalet etmektedir.

 

2 EDATLAR (HURÛFU'L-MEÂNİ)     

Kelimeler, bilindiği gibi isim, fiil ve harf kısımlarına ayrılır. Harfler iki kı­sımdır. Bir kısmı, manası olmayıp kelimeleri meydana getiren harflerdir ki bun­lara hurûfu'l-mebâni denir. Diğer bir kısım ise müstakil bir mana ifade etmeyip ancak başka bir kelime ile bulunduğu takdirde bir mana ifade eden harflerdir ki bunlara da "hurûfu'l-meâni" "edat", "bağlaç", "zarf" denir. Atıf harfleri, cer harfleri, istisna edatları gibi.

 

A. Atıf Harfleri:

 

B. Cer Harfleri: İstisna kelimeleri, zarf isimler, şart kelimeleri, istifham edatları… 

 

Hurûfu'l-Meânî'nin, hukukî hükümlere nasıl tesir ettiğine bir örnek: "Şayet namaz kılmaya kalkarsanız, yüzünüzü, ellerinizi dirsekle­re kadar yıkayınız, başınızı mesh ediniz, ayaklarınızı topuklara kadar yıkayınız''. İslam hukukçuları, bu âyette bulunan “ilâ” ve “bâ” harfi cerleri ile “vav” ve “fâ” atıf harflerini değişik şekillerde değerlendirmişlerdir, İmâm Züfer, ellerin dirseklere kadar yıkanacağını, dirseklerin yıkamaya dâhil olmadı­ğını ifade etmiştir. Ebû Hanife, Ebû Yusuf, İmam Muhammed ise “ilâ” harfi cerrinin “meâ” (beraber) manasına geldiğini ileri sürerek, dirseklerin yıkamaya dâhil olduğunu ifade etmişlerdir. İmam Şafiî, "fâ”nın tâkib manasını ifade etti­ğini ileri sürerek, abdeste sıra tertibinin farz olduğu kanaatine varmıştır. Hanefiler ise "vâv"ın mutlak cem ifade ettiğini ileri sürerek abdeste sıra tertibinin farz olmadığını ifade etmişlerdir.

 

 



[1] Mâide, 89

[2] Bakara, 234

[3] Mücâdele, 4

[4] Mâide, 3

[5] En'âm, 145

[6] En'âm, 145

[7] Mâide, 6

[8] Mücâdele, 3

[9] Nisa, 92

[10] Tevbe, 5

[11] Tevbe, 7

[12] Bakara, 275

[13] Nisa, 3

[14] Haşr, 7

[15] Tevbe, 36

[16] Hicir, 30; Sa'd, 73

[17] Bakara, 43

[18] Bakara, 288


0 Yorum - Yorum Yaz

TEFSİR TARİHİ    12.05.2016

                                                         NAZIM ÇETİN

  DOKTORA- BAHAR DÖNEMİ- 15922739

 

 

  TEFSİR TARİHİ        

Tefsir

 Tefsir kelimesi, "fesr" veya taklip tarikiyle "sefr" kökünden gelen "tef’il" vezninde bir masdardır. "Fesr", sözlükte bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak, ve üzeri örtülü bir şeyi açmak gibi manalara gelmek­tedir. İfade ettiği bu manalardan dolayı herhangi bir hastalığı teşhisi için yapılan tahlile de "fesr" denilmektedir [2].

Tefsir kelimesinin yağmur damlalarının taş üzerine düşüp parçalan­masını ifade için kullanılan "fesereti'n-nûnetu" terkibinden alındığı da ileri sürülmüştür [3]. Buna göre de tefsir: "Açıklanması istenilen meseleyi, daha iyi anlaşılması için parçalara ayırmak" manasını ifade etmek­tedir.

Tefsir kelimesinin taklib tarikiyle türediği iddia edilen "sefr" masdarı da, Araplar arasında kapalı birşeyi açmak, aydınlatmak ve orta­ya çıkarmak gibi manalarda kullanılmaktadır [4]. Bundan dolayıdır ki kadın yüzünü açtığında Araplar "sefereti'l-mer'etü" derler [5]. Burada zikrettiğimiz söz konusu iki kelimenin anlam bakımından benzerlikler taşıması ve Arap dilinde mevcut olan "taklib sanatı" göz önüne alına­cak olursa "tefsir" kelimesinin bu iki kökten de türediği ileri sürülebilir. Durum böyle olmakla beraber Emin el-Hûlî: "Fesr" veya "sefr" masdarlarının her ikisinde de keşfetmek, ortaya çıkarmak anlamı vardır. Ancak "sefr" kelimesinde maddî zahiri bir keşf, "fesr" sözcüğünde ise manevi bir keşf söz konusudur, diyerek mana ile ilgili olması bakımın­dan "tefsir" lafzının "fesr" den türemiş olduğunu ileri sürmektedir [6].

Tefsir kelimesi terim olarak ise: "Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir" şeklinde tarif edilmiştir [7]. Bir ilim olarak ele alındığı zaman da tefsir: "İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nisbetinde Allah'ın muradına delâlet etmesi bakımından Kur'ân metni­nin içerdiği manaları ortaya koymak" [8] demektir.

Sahabe devrinde tefsir denilince akla tevkîfî beyanlar geliyordu. Yani bu söz onlara göre Allah'ın veya O'nun elçisinin açıklamalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Yani onda hata ihtimali asla söz konusu değildi. Böylece denilebilir ki ashab döneminde "tefsir" lafzı Allah ve Hz. Peygamber'in beyanları için söz konusu iken daha sonraları muhtevası biraz daha genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başladı. Çünkü onlar Kur'ân'ın inişine şâhid olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi kavramışlardı.

 

[1][2] İbn Manzûr, Lisânu'l-arab, Beyrut ts., IV, 369; el-Cevheri, es-Sıhah, Mısır 1376, II, 781; ez-Zebidî, Tâcu'l-arûs, Mısır 1306, III, 470.

[1][3] Bkz. et-Tûfî, Süleyman b. Abdulkavî, el-İksîr fî ilmi't-tefsîr, (thk. Abdulkadir Hüseyn), Kahire 1977, s. 1-2.

[1][4] İbn Manzûr, Lisânu'l-arab, IV, 369; ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi'l-Kur'ân, (Muhammed Ebu'1-Fadl İbrahim), Mısır 1972, II, 147.

[1][5] ez-Zerkeşî, el-Burhân, II, 147.

[1][6] el-Hûlî, Emin, et-Tefsîr ma'âlimu hayâtihi ve menhecuhıı'l-yevm, Mısır 1944, s. 5.

[1][7] İbn Manzûr, Lisâmı'l-arab, IV, 369; ez-Zebidî, Tâcu'l-arûs, Mısır 1306, III, 170.

[1][8] ez-Zerkânî, Menâhilu'l-irfân ft ulûmi'l-Kur'ân, Mısır ts., I, 471; ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, Mısır 1396/1976, I, 15.

 

Te'vîl

 

A. Te'vîlin Anlamı Ve Tanımı

 "Te'vil" kelimesi, sözlük manası itibariyle aslına dönmek anlamına gelen "evl" kökünden "tefil" vezninde masdar olup, "döndürmek" ve "herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak" demektir. Ayrıca bir lafzın manasını belirleyip "takdir ve tefsir etmek" manalarını da ifade etmektedir.

Te'vil kelimesi, Kur'ân bütünlüğü içerisinde farklı anlamlarda kullanılmıştır. Bunları kısaca şöyle sıralamak mümkündür:

1. Tefsir: "Onun te'vilini (tefsirini) ancak Allah bilir..."

2. Sebep: "Hakkında sabredemediğin şeylerin te'vilini (sebebini) sana  bildireceğim"

3. Sonuç: "Bu daha iyidir ve te'vil (sonuç) bakımından daha güzeldir".

4. Rüya tabiri:  "Ve Yûsuf dedi ki:  Babacığım! İşte bu daha önce gördüğüm rüyanın  te'vili (tabiri)dir".

Te'vil terim olarak da: "Meşru bir sebep veya delilden ötürü âyeti zahirî manasından alıp, kendisinden önce ve sonraki âyete mutabık, kitâb ve sünnete uygun manalardan birine hamletmek"  demektir.

 b. Te'vilin Şartları

İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre nasslardan hüküm çıkarmada esas olan, te'vile gitmemektir. Başka bir ifade ile nasslann zahirî manalarıyla amel etmek vâcibtir ve kuvvetli delil olmadıkça zahirî manalarını bırakıp te'vile gitmek caiz değildir. Meselâ genel manalı bir nass, kendisini tahsis eden hususî bir nass olmadıkça umum, mutlak manalı bir nass da takyid edici bir nass olmadığı müddetçe mutlak anlam taşır. Emirler de aynı şekilde aksi bir delil bulunmadıkça vücûb ifade ederler. Ancak birbiriyle anlam yönünden çelişir gibi görünen müşkil âyetler in te'lifi ve manaları gizli bir anlam için sembol teşkil eden âyetlerin yani müteşâbih nasslann açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda da te'vil kaçınılmazdır. İşte bu hallerde şu şartlar göz önünde bulundurulmalıdır:

1. Te'vile esas alınan mana, lafzın muhtemel bulunduğu, mecaz yoluyla da olsa kendisine delâlet ettiği manalardan olmalıdır. Şayet lafız, ihtimâli olmayan bir anlam ile te'vile zorlanırsa, o takdirde yapılan te'vil sahih ve makbul sayılmaz.

2. Te'vil, lafzın ilk akla gelen zahirî manasından alınıp başka manaya çekilmesine elverişli şer'î bir delile dayanmalıdır. Bu delil nass, icmâ ve kıyas olabileceği gibi, İslam hukukunun genel prensiple­rinden biri de olabilir. Eğer böyle bir delile dayanmadan te'vile gidi­lirse bu da sahih kabul edilmez. Zira, Şâri'in koyduğu hükümlerde asıl olan nassların zahirî manalarıdır.

3.  Te'vilin şartlarından biri de, yapılan te'vîlin manası açık bir nassa muhalif olmamasıdır. Şayet yapılan te'vil, sahih ve sarih bir nassa ters düşerse, böyle bir te'vil de fâsiddir. Çünkü şartlar tamamlan­mış değildir.

Burada şunu da ifade edelim ki, sözünü ettiğimiz şartlar mevcut olmadan yapılan te'viller gayr-i sahih olarak nitelendirilmiştir. Demek ki, makbul ve sahih bir te'vilden söz edebilmek için öncelikle söz konusu şartların bulunması gerekmektedir.

 c. Te'vîl İle Tefsir Arasındaki Farklar

Te'vîl ile tefsir arasındaki farkları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Te'vil, bir karineden dolayı lafzın muhtemel manalarından biri­sini tercih anlamı taşıdığı için katiyyet ifade etmez. Fakat tefsir, lafızdaki mananın açıklığa kavuşturulmasında kesinlik arzeder. Çünkü tefsir, Hz. Peygamber ve vahye şâhid olan sahâbîlerden gelen nakle dayanır. Bu yönüyle tefsirin tevkîfî olduğu söylenebilir. Halbuki te'vil, içtihada dayalıdır. Kısacası te'vil, kastedilen manayı dirayet­le, tefsir ise rivayetle ortaya çıkarır.

2. Te'vil ekseriya nasslarm manalarında, tefsir ise lafızlarda görü­lür. Başka bir ifade ile te'vil, lafızlarda kastedilen manayı ortaya koyar, tefsir ise lafzın konusunu beyân eder.

3. Te'vil, tefsire göre daha hususî bir anlam taşır. Çünkü te'vil ila­hiyat konularında yazılmış eserlerde, tefsir ise hem bu tür kitaplarda hem de bunların dışında kaleme alman eserlerde söz konusudur.

4. Te'vil kavramı, bâtınî manaları ortaya koymak, tefsir ise haki­kat veya mecaz yoluyla lafızların zahirî manalarını beyân etmek için kullanılır.

Tercüme

 

a. Tercümenin Anlamı

 Kök itibariyle, dört harfli/rubâî "terceme" veya üç harfli/sülâsî "receme" fiilinden türediği iddia edilen "tercüme" kelimesi, sözlükte, "bir kelâmı bir dilden bir başka dile çevirmek", "bir sözü diğer bir dilde tefsir ve beyân etmek", "bir lafzı, kendisinin yerini tutacak bir lafızla değiştirmek" gibi manalara gelmektedir. Tercüme kelimesinin zikredi­len bu anlamları yanında başka manaları da vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Tercüme "bâb" başlığı yani bir kitapta yer alan bölüm adı anla­mına gelmektedir. Bunun en çarpıcı örneklerini el-Buhârî'nin Sahih’inde bulmak mümkündür. Bu kitapta bazen "bâb" isimleri -"bâbu terceme-ti'l-hükkâm" gibi- tercüme kelimesiyle zikredilmektedir.

2. Tercüme bir kimsenin hayatını ya da çalışma hayatında başından geçen olayları anlatması manasını da ifade eder. Türkçede kullandığı­mız "terceme-i hal" ya da "hal tercümesi" bu anlamdadır.

3. Bir sözü, ondan haberi olmayan bir kimseye ulaştırmak da tercü­me kelimesiyle ifade edilmektedir.

4. Yine tercüme, bir sözü söylendiği dilde tefsir etmek demektir. Abdullah b.  Abbâs  (öl.68/687)  hakkında  kullanılan  "tercümânu'l-Kur'ân" unvanı da bu anlamdadır.

5. Tercüme kelimesine verilen anlamlardan biri de, maksadın açık ve net bir şekilde anlaşılmasını temin etmek için bir sözü, kendi dilinden başka bir dile çevirip tefsir etmek demektir.

Tercüme terim olarak da: "Bir kelâmın manasını diğer bir lisanda dengi bir tâbirle aynen ifade etmek" demektir. Tabiatıyla sözü bir dilden diğer bir dile nakletmek de, o sözün anlamını diğer dildeki keli­melerle ortaya koymaktan ibarettir. Bu durumda da tercüme edilecek dildeki sözlerin tüm mana ve maksatlarına bağlı kalmak ve tercümeyi buna göre yapmak gerekmektedir. Aksi halde mükemmel bir tercümeden söz etmek mümkün olmaz.

b. Tercüme Çeşitleri

 

ba. Harfî Tercüme

Lafzı tercüme diye de isimlendirilen bu tercüme, "nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen" tercümedir. Bu şekildeki tercü­me, tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların her yönden gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde yapılan bir tercümedir. Bu bakımdan çoğunlukla bu tür bir tercüme, asıl metnin anlamını çok zor aksettirmektedir. Onun içindir ki, bu tercüme tarzı edebî eserlerde özellikle Kur'ân-ı Kerim'de kullanımı son derece güç, hatta bazen imkânsız   görülen   bir   tercümedir. Meselâ,  (el-Hicr 15/9) âyeti, "İnnâ nahnu nezzelna’z-zikra veinnâ lehu lehafizun: Şüphesiz o Kur'ân'ı biz indirdik, muhakkak onu yine biz koruyacağız" şeklinde tercüme edilir. Halbuki söz konusu âyetteki “veinnâ lehu lehafizun” cümlesinde 3 tane te'kid unsuru vardır. Bunlar: "inne", "te'kid lâm"ı ve bir de, cümlenin fiil değil isim cümlesi olarak zikredilmiş olmasıdır. Belki bu te'kid unsurlarını gözeterek söz konusu âyeti, "Şüphesiz, muhakkak surette, Kur'ân'ı biz kesin olarak koruyacağız" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Ancak bu da aslın vecizliği karşısında çok gülünç bir tercüme olur. Kaldı ki, Kur'ân'da harfi tercüme tarzı ile çevrilmesi hiç mümkün olmayan âyetler de bulunmaktadır. Bundan dolayı diyebiliriz ki, Allah'ın mûciz bir kelâmı olan Kur'ân'ı, belagat, fesahat, icaz ve üslubuyla başka bir dile harfi tercüme yoluyla tercüme etmek mümkün değildir.

bb. Tefsiri Tercüme

Asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nak­letmektir. Bu tercüme tarzında önemli olan, tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların güzel bir şekilde ifade edilebilmesidir. Yani harfi tercümenin esas niteliği sayılan "nazmında ve tertibinde asla benzeme" özelliği bu tefsir tarzında söz konusu değildir. Bundan dolayı tefsiri tercüme, harfi tercüme gibi zor bir tercüme olarak görülmemektedir. İşte bu özelliği sebebiyledir ki günümüz tercümelerinde daha çok tefsiri tercümeye itimat edilmekte ve bu tercüme tarzı daha üstün tutulmakta­dır. Burada tercümesi söz konusu olan metin eğer Kur'ân metni olursa, bu durumda onun için yalnız tefsiri tercüme tarzı önerilebilir, Çünkü Kur'ân'ın pekçok harfi, edatı, kelimesi çeşitli manalara gelmektedir. Yine Kur'ân'da pekçok edebî sanat vardır. Bunlarla bazen aslî manadan başka anlamlar da kastedilmiş olabilir. Ayrıca onda değişik kıraat vecihleri ve bazen bunlardan kaynaklanan farklı anlamlar da söz konusu olabilmektedir. Dolayısıyla bunları harfi tercümeyle nakletmek pek mümkün değildir. Çünkü bu tercüme şeklinin, edebî değeri olmayan, sıradan eserler için bile imkânsız denecek kadar zor olduğu itiraf edilmiştir. Meselâ, Hindistan'ın meşhur Brahman şâiri Rabindranath Tagore'un Mısır'a yapmış olduğu bir seyahat esnasında İngilizce yazdığı eserler dışında Hinduca yazdığı kitaplarını da İngilizceye tercüme etmesini isteyenlere verdiği şu cevap bu itirafın açık bir delilidir: "Hinduca yazdığım eserler, kendi fikirlerimi içermiş olsalar bile, ben onları İngilizceye tercüme etmekten âcizim. Zira bu tercümede İngiliz dili, Hinduca için elverişli bir dil değildir".

Bu beyandan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür. Bir insan eğer çok iyi bildiği iki dilden biri ile ifade ettiği şahsî fikirlerini diğer dile çevirmekte zorluk çekiyorsa, başkalarına ait düşünceleri bir başka lisa­na aktarmakta bundan daha fazla zorlukla karşılaşabilir. Bir de tercü­mesi yapılacak eser, Kur'ân gibi kelâmî yapısı itibariyle insan gücünü aşan bir eser olursa, bu durumda işin daha da zor olacağı kolayca anla­şılmış olur. Bütün bu zorluklarına rağmen Kur'ân, tabii ki tercüme edi­lecektir. Ancak bu tercümeyi tefsiri tercümeden başka bir tarz ile gerçek­leştirmek pek mümkün görünmemektedir.

3. Meal

Söz konusu kelime de, te'vil kavramı gibi aynı şekilde "evl" kökün­den türemiş "mimli masdar" ya da bir şeyin varacağı yer ve gaye mana­sında "ism-i mekân" dır. Sözlükte "bir şeyin özü, hülâsası ve akıbeti" anlamına geldiği gibi, "eksik bırakmak" manasını da içermektedir. Kavram olarak da: "Bir sözün manasını her yönüyle değil de, biraz noksamyla ifade etmek"  demektir.

Bilindiği gibi Kur'ân, hem lafız hem de mana yönüyle Allah kelamı olduğundan, onun tam olarak tercümesini yapmak mümkün değildir. Yani insan, bütün gücünü ortaya koyarak Kur'ân'ı tercüme etse de, bu hiçbir zaman, onun bütün mana ve maksatlarını mükemmel şekil­de ortaya koyacak bir tercüme olarak nitelendirilemez. İşte söz konusu imkânsızlık nedeniyledir ki, yapılan Kur'ân çevirilerine, "tercüme" denilmekten çekinilmiş, onun yerine daha ılımlı ve yapılan işin mahiyetine daha uygun olan "meal" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü bu kelime, yukarıda da belirtildiği gibi "eksik ve hatalı tercüme" demek­tir. Kur'ân'ın ifade ettiği bütün manaları tercüme yoluyla aksettirmenin imkânsızlığı düşünülürse, tercüme yerine "meal" kavramını kullanmanın ne derece isabetli olduğu kolayca görülebilir.

Tefsirin Gerekliliği

Şu bir gerçek ki, vahiy kaynaklı kitapların sonuncusu ve en mükem­meli Kur'ân-ı Kerîm'dir. Hz. Peygamber'e verilen bu ebedî mucize, yer­yüzüne inişinden itibaren kıyamete kadar bütün insanlığın dünya ve âhiret mutluluğunu gaye edinmiş bir kitaptır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân, gerek fert ve gerekse toplumsal planda insanın bütün davranışla­rına yön vermeyi esas almış, itikadı, ahlâkî ve hukukî alanlarda getirmiş olduğu esaslarla her dönemde insanlığa yol göstermiştir. İşte bu özellikleri sebebiyle söz konusu kitabın tefsir edilmesi elbetteki tabiî ve zarurîdir. Bu amaçladır ki,

"Ey Peygamber!  Sana  Rabbinden gönderileni  tebliğ et.  Eğer bunu yapmazsan O'nun elçilik görevini (insanlara) ulaştırmamış olursun...", "Sana Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açtklaya-sın" âyetlerinde de ifade edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç hissedilen nassları açıkla­mıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğ­rafyalarda yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmeye yöneltmiştir. Böylece ashâb döneminde başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki:

1. Kur'ân'ın bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin tefsir edilmesini istemektedir.

2. Kur'ân, ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât", "zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve mefhumlar  kazandırmıştır. Hicrî  II. asırda "el-vücûh ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.

3. Kur'ân'da   manaları  kolayca   anlaşılabilecek  nitelikte  âyetler olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç göste­ren müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır. Dolayısıyla  bu   tarz  nasslarm  anlaşılması  için   de   ihtisas   ehlinin tefsirine ihtiyaç vardır.

4. Kur'ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün değildir. O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir.

5. Kur'ân'da mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir. Aksi halde söz konusu sanatların delâletlerini anla­mak zorlaşacaktır.

6. Kur'ân'da ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır. Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.

Tefsirde Yorum Farklılığına Yol Açan Sebepler

1.   Kıraat  ihtilâfları

Bilindiği gibi Kur'ân'ın okunmasında çeşitli kırâatlar söz konusu­dur. Bu kırâatların bir kısmı sahih bir kısmı da şaz olarak nitelendiril­mektedir. Ancak ekseriyetin anlayışına göre şaz kırâatlarla amel caiz değildir. Onun için biz burada sahih olanların Kur'ân tefsirine yansıyan ihtilafları üzerinde durmaya çalışacağız. Meselâ, "Ey İmân edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yahut sizden biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsel birleşmede bulunmuşsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin..." ayetinde geçen "lâmese" fiilini Hamza ve el-Kisâî elifsiz olarak sülâ-sıden  "lemestüm",  diğer  kıraat  imamları  da   "müfâale"  babından lâmestüm" şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat şekline göre fiil, tek dişide cereyan etmektedir. Buna göre "lems" in anlamı, "dokunmak" demektir. Yani söz konusu fiil, elle dokunmak veya öpmek gibi cinsel ılışki dı§ı bir eylemi ifade etmektedir. Nitekim İbn Ömer de "Dokun- cimanm dışında bir şeydir" derken elle dokunmayı kastetmiş, İbn Mes'ûd, Sa'îd b. Cübeyr, İbrahim b. Yezîd en-Nehaî ve ez-Zührî de aynı görüşü benimsemiştir.

İkinci kıraat tarzına göre de fiil "müfâale" babından geldiği ve "müşareket" ifade ettiği için meydana gelen eylemin iki kişi arasında vuku bulduğunu göstermektedir. Buna göre "lâmese" fiili, cinsel ilişkiden kinayedir.

Böylece sözünü ettiğimiz bu iki kıraat tarzından hareketle, İslâm hukukçuları farklı sonuçlara ulaşmışlardır.

2. Çok anlamlılık

"O   bahçe   simsiyah   kesiliverdi" âyetinde geçen kelimesi bu hususa Örnek teşkil etmektedir. Çünkü bu kelime, "meyvası kesilmiş bağ, ürünü alınmış tarla, gecenin bir kısmı, hiçbir şey bitirmeyen kumluk arazî" ve "yangından arta kalan siyahlıklar" gibi manalara gelmektedir. Bu anlamları âyete uyarla­madan önce meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için söz konusu âyetin geçtiği sûrede konu edinilen bahçe ile ilgili kıssayı nakletmemiz gerek­mektedir.

Müfessirlerin beyanına göre söz konusu bahçe Sakifli cömert bir insana aitti. Bu şahıs her yıl hasat zamanında elde ettiği üründen fakirlere çokça dağıtırdı. Ancak söz konusu şahsın ölümünden sonra çocukları bir araya gelerek: "Bizim çoluk çocuğumuz fazladır, bu mal bize bile yetecek durumda değildir. Onun için biz babamızın yaptığı gibi yapmayalım yani fakirlere vermeyelim" dediler. İşte âyet, bu istişa­reden sonra hurmaları toplamak üzere bahçeye giden o insanların karşı­laştıkları manzarayı gözler önüne sermektedir. Buna göre denilebilir ki, "Bahçe, meyvası kesilmiş bağ yahut hasılatı toplanmış tarla veya gece gibi simsiyah yahut da yanıp kül ölmüş bir arazi oluverdi " şeklinde manalar ifade eder.

3. Itlak ve takyid anlayışı

Kur'ân'ın bazı âyetleri de hem mutlak anlama alınabilecek hem de takyide gidilerek manaları sınırlandırılabilecek konumdadırlar. Meselâ,

"Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dola­yı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti, ailenize yedirdiğiniz yemeyin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır..." âye­tinde yer alan üç gün oruç tutma hükmü, takyidle hareket eden Ebû Hanife, es-Sevrî ve onlara tâbi olanlara göre mutlak değildir. Yani ard-arda tutulmalıdır. Çünkü bu fakihler bahis konusu âyetten çıkaracak­ları hükme, Ubeyy b. Ka'b ve İbn Mes'ûd'un mushaflarında yer alan "mütetâbiât" lafzını esas almışlardır. Dolayısıyla bu onlar için bağla­yıcı bir karine demektir. Buna göre bir kimse bilerek yaptığı yeminim yerine getirmemeden dolayı üç gün oruç tutma keffâretiyle karşı karşıya kaldığı zaman söz konusu günlerin arasını açması caiz değildir.

Ancak İmam Şafii, Ubeyy b. Ka'b ve İbn Mes'ûd'un mushafmda yer alan söz konusu kelimeyi mütevâtir kırâatlarda bulunmadığı için şazz olarak değerlendirerek onun, hükme delil olamayacağını ileri sürmüş ve âyete mutlak bir anlam vermiştir. Bu yüzden İmam Şafii'ye göre sözü edilen üç günlük orucun arasını açmak yani değişik günlerde tutmak caizdir.

4. Umûm-husûs ihtilâfı

Kur'ân tefsirinde bazen de herhangi bir lafzın umûmî veya husûsi bir anlama hamledilmesinden dolayı ihtilâf ortaya çıkmıştır. Meselâ, "Yoksa onlar Allah'ın faz­lından insanlara verdiği şeylere karşı hased mi ediyorlar?..." âyetinde geçen "en-nâs" kelimesinin manasında bu anlamda bir ihtilâf vardır. Zira, "en-nâs" ile hem Hz. Peygamber'in, hem de onunla beraber aile fertleri ve ashabının kastedildiği ifade edilmektedir. Gerçi bahis konusu kelimenin çoğul olması, onunla Hz. Peygamber'in tek olarak kas-tedilmesi hususunda tereddüde yol açabilir. Ancak Kur'ân'ın Hz. ibrahim'i bir topluluğa eş değerde görüp onu tek başına "ümmet" olarak nitelendirdiğini düşünürsek, "en-nâs" ile de Resûlullah'm kastedil-mesinin mümkün olduğunu söyleyebiliriz.

5. Mensûh - muhkem ihtimâli

Bu anlamdaki bir ihtilâf da, hem Kur'ân-ı Kerîm'de neshin varlı­ğını kabul edenlerle etmeyenler, hem de neshi kabul ettikleri halde bir ayetin neshi konusunda ittifak edemeyenler arasında söz konusudur. Meselâ, "Ey imâm edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun..." âyetini bir kısım müfessirler mensûh, bir kısmı da muhkem olarak kabul etmektedirler. Bahis konusu âyetın mensûh olduğunu ileri sürenlere göre, "Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkmak" bir müslümanın bütün varlığıyla Allah'ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından uzak durmaya çalışması demektir Nitekim İbn Abbâs: "Bu âyet nazil olduğu zaman müslümanlara çok ağır geldi. Çünkü gerçek anlamda Allah'a kulluk etmek, bir an bile isyan etmeyip O'na itaat etmek, nankör olmayıp şükretmek ve Allah'ı hiç unutmaksızın hep hatırda tutmak demektir ki, kulların buna güç yetirmeleri mümkün değildir. İşte bundan dolayıdır ki Yüce Allah, "O  halde gücünüz  yettiği  kadar Allah'tan korkun..." âyetini indirerek Âl-i İmrân 102. âyetini neshetti" demek­tedir.

Ancak müfessirlerin çoğunluğuna göre de söz konusu âyetler arasında herhangi bir şekilde nesih vuku bulmuş değildir. Çünkü her iki âyet de aynı şeyi ifade etmektedir. Yani bir insan gücünün yettiği kadar Allah'tan korkarsa, O'na gerçek anlamda kulluk etmiş demektir. Zaten hiçbir zaman insana, kendi gücünün üstünde bir sorumluluk yüklenmiş değildir. Nitekim Kur'ân da, Allah'ın her şahsı ancak gücü oranında mükellef kıldığını belirterek bu hususta genel bir prensip ortaya koymuştur. Bu da, sözü edilen âyetin neshedilmediğini göstermektedir.

6. Seleften gelen farklı rivayetler

Herhangi bir konuda seleften nakledilen farklı rivayetler, bazen müfessirlerin de farklı neticelere ulaşmalarına sebep olmuştur. Meselâ, "Bu ikisi, Rableri hakkında tartışan iki hasımdır,.." âyetinde geçen iki grubun kim olduğu hususunda selef âlimlerinden farklı görüşler nakledilmiştir. İbn Abbâs'tan gelen bir rivayette o, bahis konusu âyette geçen iki zümreden maksadın, "müminler ve kâfirler" olduğunu, ifade etmiş, bir başka rivayetinde ise, "rnüslümanlarla ehi-i kitabın" Allah'a kimin daha layık kul olduğu konusundaki tartışmaları üzerine âyetin indiğinden söz etmiştir.

Ebû Hureyre ve İkrime ise bu âyette zikredilen iki gruptan maksa­dın, "cehennem" ve "cennet" olduğunu nakletmişlerdir. Zira İkrime'den gelen rivayete göre, cehennem: "Allah beni, insanlara ceza vermek kasdıyla yarattı" cennet de: "Beni de merhametini göstermek için yarattı" diyerek, Ebû Hure'yre'nin nakline göre de, cehennem: "Bana zorbacı ve mütekebbirler girecek", cennet ise: "Bana da zayıf ve miskinler girecektir" şeklinde konuşarak tartışmışlardır.

Aynı durum, "İnsanlar   arasında   haccı ilan et..." âyeti için de bahis konusudur. Zira, İbn Abbâs ve İbn Cübeyr bu âyetteki emrin Hz. İbrahim'e ait olduğunu naklederken, selef âlimle­rinden bazıları da bu emrin muhatabının Hz. Peygamber olduğunu ifade etmişlerdir.

Görüldüğü gibi selef âlimlerinden gelen farklı anlayışlar da, daha sonra Kur'ân'ı tefsir eden âlimlere ışık tutarak, onların tercihlerinde etkili olmuştur.

7. Mezhep Taraftarlığı

8. Tefsirde Rivayet ve Dirayet Olgusu

NEBEVİ TEFSİRİN FONKSİYONU VE DEĞERİ

FONKSİYONU:

İslam bilginlerine göre Hz. Peygamber’in tefsiri iki fonksiyon icra etmektedir. Bunlarda birine beyan denilir ki o, Allah Rasulü’nün Kur’an’î nassları gerektirdiği şekilde açıklaması anlamına gelir.

Diğerine de teşri fonksiyonu denir. Bununla da Peygamberimiz gerektiği durum ve şartlara göre hüküm koymaktadır.

Esasen mutlak anlamda şâri(yasa koyucu) Allah’tır. Ancak Allah’ın verdiği bu yetkiye dayanarak Hz. Peygamber de Kur’an ‘ın boş bıraktığı alanlarda hüküm koyabilir. Buna göre Allah mutlak, Hz. Peygamber de mecazi anlamda şâri demektir.

DEĞERİ:

İslam bilginleri kaynak olması bakımından Kur’an ile Sünnet arasında fark gözetmemişlerdir.

İslam bilginlerini vahiy olarak Kur’an ile sünnet arsında fark gözetmemeye sevk eden tek faktörün Resulullah’ın, ismet sıfatının bir uzantısı olarak devamlı vahyin kontrolünde bulunmasıdır. O gerek sözlerinde gerek fiillerinde hata etmek,yanılgıya düşmek,tebliğde ihmal göstermek,çağrı yapmakla görevli olduğu dinin ayrıntılarını bilmemek gibi hususlardan uzak tutulmuştur.

Hz. Peygamber'in Tefsirine Vesile Teşkil Eden Hususlar

 Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber (sav)'in ashabına açıklamış olduğu Kur'ânî hakikatler, tamamen onları irşâd maksadına yönelikti. Allah Resulü bu irşâd fonksiyonunu, öğrencilerine bir program dahilinde ders veren öğretmen tarzıyla değil, bir takım vesilelerle gerçekleştiriyordu. Bu vesileleri şöyle sıralamak mümkündür:

1. Herhangi bir âyeti okuyarak kendiliğinden tefsir etmesi Bu durumda Hz. peygamber ya bir âyeti, nüzulünü müteakip açıklar yahut kıraat esnasında veya hutbe irad ederken tefsir ederdi.

2.  Bir âyet hakkında soru sorduktan sonra açıklamada bulunması

Bu da, Hz. Peygamber'in zaman zaman herhangi bir âyet hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatlerini çekerek açıklaması şeklinde ortaya çıkardı. Soru, bazen âyette geçen bir kelimeyle ilgili olur, bazen de bir meseleyle alakalı olarak sorulmakla birlikte herhan­gi bir âyetin açıklanmasına vesile teşkil ederdi.

3. Hz. Peygamber'in, sözünü delillendirmek kasdıyla âyet okuyup açıklaması

Hz. Peygamber bazen de, bir hükmü belirttikten sonra yahut bir nasihatin ardından veya ashâb için lüzumlu olan bir hususu beyan ederken mana bakımından ilgili gördüğü bir âyeti okur ve onu açıklardı ki buna, "Resûlullah'ın âyeti temessül etmesi" denilmektedir. Bu tefsir tarzı, Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı açıklamada en çok kullandığı bir tarz olarak görülür.

4. Sahâbilerin sorusu üzerine açıklama yapması

Kaynakların belirttiğine göre sahâbiler daha ziyade ne şekilde amel edecekleri konularında Resûlullah (sav)'tan soru soruyorlardı. Ancak bazen de, iki veya daha çok ihtimalin bulunduğu hallerde onlardan birinin tercihi yahut meraklarının tahrik etmesi sonucunda gaybî veya uhrevî bir meseleyi öğrenme konularında Resûlullah (sav)'a sorular yöneltiyorlardı, işte bu durumlarda da Allah Resulü onların anlayışlarını dikkate alarak açıklamalarda bulunuyordu.

Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı Tefsir Tarzları

 Resûlullah (sav)'a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen âyet veya âyetleri tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı. İşte o zaman da genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç kadar tefsir ederdi. Meselâ, Allah Taâlâ namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış ancak bunların nasıl yapılacağını, şart­larını, mânilerini, sebep ve sonuçlarını açıklama işini sünnet üstlen­miştir. Ayrıca avlanma, usûlüne göre hayvanları boğazlama, nikâh hükümleri ve buna bağlı olarak "talak", "zihar", "Han", "alış-veriş",. ve "ceza hukuku" ile ilgili birtakım hükümler, aynı şekilde sünnetle açıklığa kavuşturulmuştur.

Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı tefsir şekli de daha önce de ifade etti­ğimiz gibi ya mücmeli tebyîn ya mübhemi tafsil ya mutlakı takyîd ya da müşkili tavzih şeklinde olurdu. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Mücmelin tebyîni

"Haklı olmadıkça Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın ..." âyetindeki mücmelliği Hz. Peygamber (sav)'in: "Allah'tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah'ın Resulü olduğuma imân eden hiçbir müslüman kişinin kanı helal olmaz. Ancak şu üç şeyden birini yaparsa (o zaman helal olur): Adam öldürmek, evli iken zina etmek ve dinden çıkıp (irtidât) müslüman-lardan ayrılmak" şeklindeki hadisi açıklamıştır.

2. Mübhemin tafsili

Namazlara (özellikle) Orta namaza devam edin ..." âyetindeki orta namazdan maksadın ne olduğu açık değildir. Yani cins bir isim olan "namaz" ve onu sifatlayan "vustâ" lafzından dolayı âyette anlam yönüyle bir mübhemiyet söz konusudur. Ancak Resûlullah (sav)'ın: "Orta namaz ikindi namazıdır" sözü, bu durumu ortadan kaldırıp âyeti anlaşılır hale getirmektedir.

3. Mutlakın takyidi

Sünnet bazen de, Kur'ân'ın mutlak olarak zikrettiği bir hükmü takyid etme yani sınırlarım belirleme cihetine gitmiştir. Meselâ, "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin Allah izzet ve hikmet sahibidir" şeklinde mutlak bir hüküm ortaya koyan Kur'ân âyetini, Hz. Peygamber: "Elin bilekten kesileceğini" zikretmek suretiyle kayıt­lamış olmaktadır.

4. Müşkilin tavzihi

"İçinizden oraya (cehen­neme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür" buyurularak, istisnasız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok âyette ise, "Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır" denilmek­tedir. Tabiatıyla bu da bir çelişkiye yol açmış olmaktadır, işte Hz. Peygamber: "(Âyette geçen) vurûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günah­sız ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiçkimse kalmayacaktır. An­cak cehennem müminlere, Hz. İbrahim'e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryaa edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz  üstü  çökmüş olarak bırakacaktır"  hadisiyle bu  müşkil  durumu halletmiş  yani âyetler arasındaki çelişki zannını  ortadan kaldırmış olmaktadır

Hz. Peygamber’in Kur'ân'ın Bir Kısmını Tefsir Ettiği İddiası

Bu görüşü ilk defa el-Gazzalî (Öİ.505/1111) ortaya atmış, daha son­ra da es-Suyûtî (öl.911/1505) onu savunmuştur. Son dönem alimlerinden Ahmed Emin ve Kasım el-Kaysî nin de aynı görüşü paylaştıkları ifade edilmektedir. Hz. Peygamber'in Kur'ân'dan çok az bir kısmı tefsir ettiğini ileri süren bu bilginlerin dayandıkları delilleri şöylece sırala­mak mümkündür:

1. Hz. Âişe'den nakledilen: "Hz. Peygamber,  Cebrail'in  kendisine öğrettiği  belirli âyetlerden  başka  Kur'ân'dan  bir şey  tefsir etmezdi" hadisi, söz konusu tefsirin mahdut âyetlerle ilgili olduğunu ifade etmektedir.

2. Hz. Peygamber'in Kur'ân'a dair beyanları onun, sadece manası anlaşılmayan âyetleriyle ilgilidir.   Dolayısıyla   manaları açık olan ayetlerin  Resûlullah  (sav)  tarafından tefsir edilmesinin bir  anlamı yoktur. Çünkü bu, "malûmu i'lâm" demektir.

3. Bugün elimizde bulunan hadis kitaplarında, Kur'ân'm ancak bir  âyetlerini tefsir edici mahiyette, Hz. Peygamber'e isnâd edilebilecek müsned ve merfû haber bulunmaktadır.

4. Resûlullah  (sav)  Kur'ân'daki her  âyetin manasını  açıklamış olsaydı, o zaman, İbn Abbâs için, "Allah'ım onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret" diye dua etmesinin bir anlamı olmazdı. Çünkü bu dua, kendisinden sonra İbn Abbâs'ın, gerektiğinde Kur'ân'ı tefsir etmesi konu­sundaki temennisini ifade etmektedir.

5. Kaynakların bildirdiğine göre Ahmed b. Hanbel (Öİ.241/855) gibi rivayete önem veren bir zat bile, "megâzi", "melâhim" ve "tefsir" gibi üç şeyin ash yoktur"  demiştir. Eğer Hz. Peygamber Kur'ân'ın tamamını tefsir etmiş olsaydı Ahmed b. Hanbel tefsiri, asıl-sız olarak nitelendirdiği megâzi ve melâhimin yanında saymazdı.

  Kur'ân'ın Tamamını Tefsir Ettiği İddiası

 Bu iddiayı da ilk olarak İbn Teymiyye (öl.728/1328)'nin ortaya attığı, daha sonra da bazı âlimlerin aynı kanaati paylaştıkları ifade edilmektedir. Bu iddia sahipleri de görüşlerini şöyle delillendirmek-tedirler:

1. "İnsanlara, kendile­rine İndirileni beyan etmen için sana da Kur'ân'ı indirdik..." âyeti, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ı tefsir etme sorumluluğu yüklemektedir. Ayrıca âyetteki "beyân" lafzı, Kur'ân'm bütününü içine alan bir lafızdır. Buna göre Hz. Peygamber Kur'ân'ın lafzılarım olduğu gibi manasını da beyan etme durumundadır. Eğer o böyle yapmamış olsaydı, o zaman Allah'ın kendisini sorumlu tuttuğu "açıklama" görevinde kusur işlemiş olurdu.

2. Ashabın Resûlullah (sav)'tan on âyet öğrendiklerinde manalarını kavrayıp onlarla amel etmedikçe, başka âyetlere geçmediklerini ifade eden rivayetler, Hz. Peygamber'in sahâbilerine bütün âyetlerin anlam­larım açıkladığını göstermektedir.

3. Herhangi bir ilim dalında yazılmış bir kitabın bile izaha muhtaç olduğu düşünülürse, insana dünya ve âhiret saadetinin yollarını gösteren Kur'ân'ın bir bütün olarak tefsire ihtiyacının olmadığını ileri sürmek âdeten mümkün değildir.

Her iki tarafın delillerini serdettikten sonra şunu hemen belirtelim ki, sahih hadis mecmuaları incelendiği zaman görülür ki, Resûlullah'm Kur'ân'a dair beyanları, itikâd, ibâdet ve amelî hükümlere ait âyetler yanında, âhiret ahvâliyle ilgili nassları da ihtiva etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber terğib ve terhib ifade eden âyetlerle beraber, bazen muğayyebâta dair âyetleri de tavsif ve tasvir ederek, zaman zaman da temsil yolunu kullanarak tefsir etmiştir. Yani ne Allah Resulü Muhammed (sav) Kur'ân'ın pek az âyetini tefsir ederek onu, kendi görüşleri istikametinde açıklamak isteyenlere meydanı boş bırakmıştır, ne de tamamını kafi bir tefsire kavuşturmak suretiyle, lafızlarını oldu­ğu gibi manalarını da sırf nakledilen konumuna getirerek aklı dondur­mak istemiştir

Sahabenin Tefsir Yöntemi

Hz.  Peygamber  (sav)'in vefatından  sonra Kur'ân'ı  tefsir etme durumunda kalan sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsir ederken öncelikle Kur'ân'a, sonra da Resûlullah (sav)'ın sünnetine başvuruyorlardı. Her iki kaynakda da aradıklarını bulamazlarsa, o takdirde kendi içtiha larıyla tefsir ederlerdi. İçtihadî tefsirlerinde de genel olarak ya da din olgusuna çok önem verirlerdi. Zira Kur'ân, kendi ana dilleriyle nazil olduğu için onun lafız ve terkiplerini ve bu terkiplerin incelikle­rini elbetteki Peygamber (sav)'den sonra en iyi bilenler onlardı. Bu bakımdan sahâbiler yapmış oldukları dil tahlilîeriyle Kur'ân'ı, daha sonraki nesillere ışık tutacak şekilde tefsir etmişlerdir.

Bunun   dışında  ashâb âyetleri, nüzul sebeplerini zikretmek, Kur'ân'ın nâsih ve mensûhuna yer vermek suretiyle açıklama cihetine gitmiştir. Onlar bazen de âyetleri ya tahsis yoluyla ya da tarihi bir yöntemle tefsir etme yolunu  seçmişlerdir.  Meselâ, "Allah'ın   nimetini   nankörlüğe çevirenleri görmedin mi?..." âyetini İbn abbâs, "Onlar Mekke kâfirleridir" diyerek tahsis etmiştir.

"Hani onlar size üstünüzden ve alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözler kaymış, yürekler hançere'ye dayanmıştı..." âyeti hakkında da Hz. Âişe, "Bu olay Hendek gününde meydana gelmişti" demek suretiyle bahis konusu nassın anlattığı o şiddetli ve korkulu hâdisenin meydana geldiği tarihe işaret edip âyeti açıklamak istemiştir.

Ancak sahabe arasındaki zekâ, anlayış ilim ve kültür farklılığı, ayrıca sahâbilerden bir kısmının daima Hz. Peygamber'in yanında bu­lunma imkânına sahip olması, nüzul sebepleri, örf, âdet ve gelenekleri iyi bilenlerle bilmeyenler arasındaki farklılıklar, sahâbiler arasında azda olsa bazı ihtilâflara sebep olmuş âyetleri anlayışta içtihâd görüş ayrılıklarını meydana getirmişti.

SAHABE TEFSİRİNİN BAĞLAYICILIĞI

Kaynakların verdiği bilgilere göre sahabe sözleri ya merfu hadis hükmünde veya mevkuf haberdir. Eğer sahabelerin yapmış oldukları tefsirler ayetlerin nüzul sebepleri, Mübhematu’l-Kur’an, nasih-mensuh veya gaybi konularla ilgili olup üzerinde içtihat etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı bir alana ait ise ,bunlar hükmen merfu haber olarak değerlendirilmiştir.Fikir yürütülmesi ve içtihat edilmesi mümkün olan alanlara ait olmakla birlikte, sahabelerin kendi bilgi birikimlerine dayanıyorsa bu tarz haberlere de mevkuf haber ismi verilmiştir.

Sahabe Tefsirinin Belirgin Vasıfları

 yapmış olduğu tefsirin temel niteliklerini şöylece sıra- mümkündür:

1. Sâhâbilerin tefsirdeki en önemli özellikleri, âyeti âyetle, nüzul sebepleri ve Hz. Peygamber'den işitmiş oldukları açıklamalarla tefsir etmeleridir.

2. Sahâbîler Kur'ân'ı âyet âyet baştan sona tefsir etmiş değillerdir. Çünkü onlar, Kur'ân'm tümünü tefsir etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, manası kapalı ve zor anlaşılan lafız­larla sınırlı idi.

3. Kur'ân'ı açıklarken sahabenin yaptığı tefsir daha çok garip lafızlarla ilgili kısa açıklamalardan  ibaretti.  Yani   onlar,  ekseriya icmali anlamla yetinmişlerdir.

4. Zaman zaman sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştır. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı   olmaktan   ziyade tenevvü/çeşitlilik  ihtilâfı  idi. Kılıç  için,  "mühenned", "seyf" ve "sârim" denilmesi gibi.

5.  Ahkâm âyetlerini geniş bir tahlile tâbi tutarak hüküm istinba-tmda bulunmuş değillerdir.

6.  Yaptıkları açıklamalar kendi dönemlerinde henüz tedvin edilme­mişti.

 Tefsirde Temayüz Eden Sahâbîler

es-Suyûtî, başta Hülafâ-i râşidîn olmak üzere tefsirde şöhret bulmuş sahâbî müfessirleri şöyle sıralamaktadır:

1.  Hz. Ebû Bekr (Öİ.13/634). 2. Hz. Ömer (Öİ.23/644). 3.  Hz. Osman (ÖI.35/655). 4.  Hz. Ali (Öİ.40/660). 5. Abdullah İbn Abbâs (Öİ.68/687). 6. Abdullah İbn Mes'ûd (Öİ.34/654). 7. Ubeyy b. Ka'b (Öİ.30/650). 8.  Zeyd b. Sabit (Öİ.45/665). 9. Abdullah b. Zübeyr (Öİ.73/692). 10. Ebû Musa el-Eş'arî (Öİ.44/664).

Tâbiûn Tefsirinin Genel Nitelikleri

 Tâbiûn tefsirinin genel olarak niteliklerini şöylece sıralayabiliriz.

1. Tâbiûn döneminde bir taraftan Kur'ân baştan sona âyet âyet tefsir edilirken diğer taraftan da ortaya konulan görüş ve iddiaların delillen-dirilmesi için bazı kelime ve tâbirlerin izahına geniş yer verilmiştir.

2.  Tâbiûn  tefsirinde  kelime  açıklamaları yanında,  geniş  fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlal yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.

3.  Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir.

4. Tabiilerin,  Kur'ân'da  geçen  kıssalarla manası  müphem  olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için ehl-i kitap âlimlerine rnüracaat ettikleri  bir  vakıadır.   Dolayısıyla  isrâiliyat  denilen   gayr-i  İslâmî bilgiler, bir önceki döneme kıyasla daha çok bu devirde Kur'ân tefsirine girmiştir.

5. Bu dönemde de tefsir, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine şifahî nakil yoluyla aktarılmıştır. Ancak bu haberler Mekke, Medine ve Irak gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş, böylece tâbiûn döne­mindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir

Tefsirin Müstakil Olarak Tedvini

 İlk defa hadis ilminin bir kolu halinde tedvin edilen tefsir, çok kısa bir süre sonra müstakil bir ilim haline getirildi. Öyle anlaşılıyor ki, bu bir zaruretin sonucuydu. Çünkü tâbiûn döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla gelen tefsir rivayetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve yeni yeni birtakım hâdiselerin meydana gelmesi sonucu aklî/içthâdî tefsir de ortaya çıkmaya başlamıştı. Rivayet tefsiri, Hz. Peygamber ve ashabtan nakledilen rivayetlerin hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda muhafaza altına alınmıştı. Aklî tefsir için de eğer aynı şey yapılırsa, söz konusu bu malzeme de korunmuş olacaktı. Bunun için yapılması lazım gelen şey, başlanmış bir geleneği devam ettirmekti. Bunda da herhangi bir zorluk söz konusu olmadığına göre bunun bir an önce başlamasında sayısız faydalar vardı. İşte muhtemelen bu anlayıştan hareket eden ilk dönem müfessirleri, bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin edilen malzemeyi vakit geçirmeden kendi alanına taşımak, diğer taraftan da daha sonra bir açılım göstererek devam edecek olan tefsirin temellerini atmak maksadıyla müstakil telif   hareketini   başlattılar.   Elimizdeki   dokümanlar   Kur'ân'a   dair nakilleri bir araya toplayarak onu bir bütün olarak baştan sona tefsir eden ilk şahsın, Mukâtil b. Süleyman (51,150/767) olduğunu göstermekte­dir. Gerçi ilk müfessir olarak Ali b. Ebî Talha (01.143/760)'nın ismine de yer verilmektedir. Ancak şunu hemen ifade etmek gerekir ki, Ali b. Ebî Talha'ya nisbet edilen tefsir sahifesi, Kur'ân'm bazı âyetleriyle ilgili İbn Abbâs'tan nakledilen birtakım rivayetlerden ibarettir. Yani tam bir tefsir değildir.

İlk tefsirlerden olduğu ileri sürülen bir diğer tefsir de Zekeriyya Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ (öl,207/822)'nm "Maâni'l-Kur'ân" ı dır. Ancak bunu da tedvin döneminin ilk eseri olarak görmek mümkün değildir. Zira, böyle bir şeyi iddia etmek ya el-Ferrâ'dan yarım asır Önce vefat eden Mukâtil'in tefsirinden habersiz olmak, ya da onun yazdığı eseri tefsir olarak kabul etmemek demektir. Mukâtil b. Süleyman bir tefsir kaleme aldığına göre, bundan çok sonra yazılan bir eseri onun Önüne geçirmek, pek isabetli olmasa gerektir. Kaldı ki el-Ferrâ'mn "Meâni'l-Kur'ân" adıyla kaleme almış olduğu tefsir, Kur'ân'm her âyetini ele alan bir tefsir de değildir. O, genellikle Kur'ân'm müşkil ve garip kelimelerini açıklayan bir eserdir. Yani el-Ferrâ bahis konusu eserinde herhangi bir âyetin tek veya birkaç kelimesini sarf ve nahiv yönünden izah etmekle birlikte, ne ele aldığı âyetin tüm olarak manasını ortaya koymakta, ne de aynı ameliyeyi her âyet için söz konusu etmektedir. Bu bakımdan onun bu kitabını ne tam bir tefsir, ne de ilk tefsir olarak nitelendirmek mümkün değildir. Çünkü Mukâtil b. Süleyman'ın tefsiri her iki yönden de el-Ferrâ'nın tefsirinin Önündedir. Buna göre ilk yazılan tefsirin, Mukâtil'in kaleme aldığı tefsir olduğu söylenebilir.

Müstakil olarak tedvin edilen ilk tefsiri böylece tesbit ettikten sonra bu hususta yazılan eserleri tarih itibariyle şöyle sıralamak mümkündür

1.  Mukâtil b. Süleyman (Öİ.150/767), et-Tefsîru'l-kebîr, (Eser henüz yazma halindedir).

2.  Süfyânu's-Sevrî  (öl.161/778), Kitâbu't-tefsîr, (Bu tefsir Hindistan'ın Rampor şehrinde bulunarak 1385/1965 senesinde bir cild halinde tab edilmiştir).

3.  Yahya b. Sellâm (01.200/815), Tefsîru  Yahya, (Bu eserin birkaç yazma nüshasının Tunus'da bulunduğu ifade edilmektedir)

4.  el-Ferrâ, Ebû zekeriyya Yahya b. Ziyâd (Öİ.207/822), Meâni'l-Kur'ân, Kahire 1374/1955.

5.  Ebû Ubeyde Ma'mer b. el-Musennâ (Öİ.2Î0/825), Mecâzu'l-Kur'ân, Mısır 1374/1955.

6.  Abdurrezzâk b. Hemmâm (Öİ.211/827), Tefsîru'l-Kur'ân, (Bu tefsir de henüz tab edilmiş değildir)

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Adı ve  Soyadı: Faruk ÇELİK

Öğrenci No: 15922721 (DOKTORA)

Dönem: 2016 BAHAR DÖNEMİ

 

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE FIKIH, HADİS, TEFSİR USULLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

 

Bilgi insanlığın ortak mirasıdır. Doğuşu, gelişimi bir süreç halinde devam etmiş ve devam edecektir.

Vahye dayanan bilgiler de bir bütündür. Sonra gelen vahiyler önce gelen vahiyleri reddememiş, tasdik edici, tamamlayıcı, tashih edici  olarak gelmişlerdir.

İslami ilimlerden olan tefsir, fıkıh ve hadis ilmi veya bu ilimlerin usulleri de birbirine benzer tespit, tedvin ve tasnif, ayrıca  usulleşme dönemleri yaşamışlardır.

Ancak en önce cem edilen şüphesiz Kur’an’ı Kerim’dir. Kur’an’ın cem’ edilmesi olayı diğer ilimlerin benzer süreçlerden geçmesini tetiklemiştir. İslami ilimlerin en temel kaynağı Kur’an’ı Kerimdir.

 

  1. TEFSİR USÛLÜ

Tefsir kelimesi sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.

Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.

Ashab döneminde tefsir lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha sonraları sahâbe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır. Çünkü onlar Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi kavramışlardı.

Usûl kelimesi sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarıda vardır. Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey

Tefsir usûlünün gayesi ise Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmak

Kur’ân’ın metinleşme süreci

A.           Vahyin tanımı

Sözlükte: gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, ilhâm etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi manalara gelen vahiy Allah Teâlâ’nın peygamberleri aracılığıyla insanlara mesajını iletmesi şeklinde tarif edilmiştir.

B.           Vahyin mahiyeti

Vahyin mâhiyetini kavrayabilmek, onun iç yüzünü yani ne olup ne olmadığını bilmekle mümkündür. Vahiy 4 varlık münasebetli bir olgu ve tek yönlü bir iletişimden ibarettir. Bu dört varlık: Allah, aracı melek, peygamber ve insandır. Her peygambere kendi dilinde vahyedilmiştir: Tevrât İbrânice, İncil Ârâmice ve Kur’ân Arapçadır. Hz. Peygamber vahiy alma anında beşerî özelliklerinin ve irâdesinin dışına çıkarak tamamen ilâhî irâdenin yönetimine giriyor ve aracı meleğin getirdiği vahyi, manevî yönden onunla aynı seviyeye geldikten sonra alıyordu.

C.           Vahyin geliş şekilleri

Kur’ân-ı Kerim Allah Teâlâ’nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir, “Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûrâ 42/51)

 

Kur’ân

 

A.           Kur’ân Lafzının Lügat Ve Terim Anlamı

Farklı köklerden geldiği söylensede en yaygın görüş Kur’ân lafzı “okudu” manasını ifade eden قرٲ fiilinden türemiş “ڧعلان” vezninde bir masdardır; ama ism-i mef’ûl manasında kullanılmaktadır.

Terim anlamı ise, Hz. Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.

B.           Kur’ân’ın Nüzûlü

Kur’an nüzulünün amacı,insanları Allah’ın irâdesi doğrultusunda ıslah etmektedir. 23 yıllık süre içerisinde inmiştir.

C.           Kur’ân Vahyinde Tedricilik

Kur’ân’ın tedrîcen indirilmesinde bir takım hikmetler söz konusudur. Kur’ân’ın tedrîcen indirilişinde esas olan, vahyin yeni gelişmelere paralel olarak indirilmesidir. Hükümlerde önem sırasının gözetilmiş olması, bu asıl hükümlerin önce tamamlayıcı ya da tâli derecedeki hükümlerin genellikle sonra indirilmesi şeklinde ifade edilebilir. Kolaylık ve zorluk açısından da vahyin muhtevasında yer alan hükümlerde bir tedricilik söz konusudur. Kur’ân’ın çeşitli zaman aralıklarıyla nâzil olması İslâm hukukçuları açısından da büyük önem taşımaktadır. Her vahiy kendisine ihtiyaç duyulduğunda bir sebep veya olay üzerine o sorunu çözmek için geliyordu. Böylece hukukçulara sebeplerle olaylar arasında münasebet kurarak nasların manalarını anlama, yorumlama ve hüküm çıkarmada kolaylık sağlanmış oluyor.

Kur’ân’ın Metinleşmesi Süreci

A.    Kur’ân’ın tespiti

Hz. Peygamber’in aslî görevi vahiy yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale getirmekti. Bu yüzden Allah Resûlü, bir taraftan tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahâbileri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu. Ayrıca ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu Hz. Peygamber.

1.             Kur’ân’ın yazılması

Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Hz. Peygamber ümmî olduğundan dolayı risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy gelse hemen birini çağırır yazdırırdı.

2.             Yazılan metnin muhafaza edilmesi

vahiy kâtipleri tarafından yazılan her metin tashih edildikten vahiy katiplerinin ve müstensihlerin evlerinde muhafaza edilmiştir.

3.             Kur’ân metninin mushaf haline getirilmemesi

Allah Resûlü hayatta iken Kur’ânı Mushaf haline getirmemiştir. Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın bir araya toplanması ve Hz. Osman devrinde de istinsah edilmesi hep bir ihtiyaç sonucu olmuştur. Resûlullah {sav} devrinde böyle bir ihtiyaç ortaya çıkmamıştır. Çünkü “emînu’l-vahy” yani vahyin güvencesi olan zât hayatta idi, bu yüzden de Kur’ân’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi ve kaybolma endişesi söz konusu değildi.

B.           Kur’ân’ın derlenmesi (cem’)

Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır.

Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında birçok kurrâ sahâbinin şehit edilmesi.

Âyetlerin kaybolma tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’I derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanların Kur’ân’ı ezberlemede gevşeklik gösterebilecekleri endişesi ve Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan çekinme kaygısı.

Derlenme görevinin Zeyd b. Sâbit’e verilmesi, Zeyd’in Hz. Peygamber tarafından özel olarak görevlendirilen vahiy kâtiplerinden olması, Zekâsıyla sahâbiler arasında temayüz etmiş bulunması, Zeyd’in, Resûlullah [sav] daha hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberlemesi ve çok düzgün bir şekilde okuması neden olarak gösterilebilir.

Derlemede takip edilen yöntem: Kur’ân’ı derleme işinde hem Hz. Peygamber (sav)’in huzurunda yazılana hem de insanların ezberlerinde bulunanlara birlikte itibar edilmiştir. Metinlerin kabul edilmesi için Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına şahitlik edecek 2 şahit istenmiştir. Bu metodun sebebi ortaya çıkma ihtimali bulunan herhangi bir şüpheye hiçbir şekilde imkân vermemekti. Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük sahâbilerden bazılarının da  yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı derleyebilmişti.

Derlenen Mushaf’ın özellikleri: Kur’ân’ı dağınık görüntüden kurtarmak hem de istifadeyi kolaylaştırmak amacıyla Zeyd, söz konusu Kur’ân bölümlerini deri üzerine yazdırarak yeni bir nüsha meydana getirdi. Bu nüshanın özellikleri:

  • Derleme işi, en sağlam ilmî usûllerle gerçekleştirilmiştir.

  • Tilâveti mensuh olan âyetler Kur’ân metnine alınmamıştır .

  • Söz konusu nüsha içinde yer alan âyetlerin tevâtür yoluyla bize intikal etmiş olduğunda ümmetin icmâı vardır.

  • Derlenen Mushaf yedi harfi içermektedir.

  • Zeyd b. Sâbit tarafından yazdırılan bu Kur’ân’a Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle “Mushaf” ismi verilmiştir.

    Bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr’in onun vefatından sonra da Hz. Ömer’in yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir. Hz. Osman’ın zamanında çoğaltılma meselesi gündeme gelince Hz. Hafsadan ödünç alınarak istinsahın ardından iade edilmiştir.

     

    C.  Kur’ân’ın çoğaltılması (istinsâh)

    Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Ömer’in vefatından 3 gün sonra halife olarak kendisine biat edilip,10 seneyi aşkın bir süre bu görevde kalan Hz. Osman’ın devlet başkanlığı esnasında yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğüdür.

    Çoğaltmayı gerektiren sebepler

    Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi bir faaliyet içersine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında ise Mushaftan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir.

O dönemde hem Medine hem de Medine dışında bir takım kıraât ihtilafları zuhûr etmişti. İhtilaflar öyle bir boyut kazanmıştıki savaşa kadar gidilirdi.

Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa’dan Kur’ân nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler üzerine yazılan nüshalarında yakılmasını emretti.

  1. Çoğalmada esas alınan prensipler

Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltmak üzere kurmuş olduğu heyete, bazı prensipler doğrultusunda çalışmaları talimatını da vermişti:

  • Çoğaltmada, Hz. Ebû Bekr tarafından derlenen Mushaf esas alınacaktır.

  • Çoğaltılacak Kur’ân’lara son arzada takarrur etmiş yani Kur’âniyeti kesinleşmiş olan okuma tarzı yazılacaktır. Hz. Peygamber’in son arzada okumuş olduğu bir harf alınıp, altı harf terk edilecektir.

  • Tilâveti neshedilmiş yani lafızları yürürlükten kaldırılmış olan âyetler bu nüshalara kaydedilmeyecektir.

  • Eğer komisyon üyeleri arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf ortaya çıkarsa, Kureyş lehçesi esas alınacaktır.

  • Birkaç Kur’ân nüshası yazılacak muhtelif beldelere gönderilecek, daha önce yazılıp kıraâtı ve kitâbeti bu örnek nüshaya uymayan Mushaflar ya da sahifeler yakılarak imha edilecektir.

     

    Çoğaltılma esnasında yapılan faaliyetler

    Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır. 7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir. Beklenen sonuç ise hem kıraât hem de kitâbette birlik sağlanmasıdır. İstinsah edilip İslâm merkezlerine gönderilen Mushaflardan 4 tanesi yangınlar, savaşlar veya benzeri olaylar sonucu yok olup gitmiştir. Ancak bunlardan 3ü günümüze kadar gelebilmiştir. (Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)

    Kur’ân’a Hareke Ve Nokta Konulması

    Arap yazısı İslâm’dan önce oldukça basit bir halde bulunuyordu. Ancak İslâm’dan sonra bu yazı gelişmeye ve yayılmaya başladı. Müslümanların Medine’ye hicret etmelerinin ardından geniş bir okuma yazma faaliyetinin başlaması neticesi yazı, yaygınlaşmış olmakla birlikte, henüz mükemmel bir hale gelmiş değildi.

     

    Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı hatasız okuyordu. Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu.

Bunu ilk düşünen Basra valisi, dönemin büyük dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak bir sistem geliştirmesini söyler. Oda valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer. Ed-Düeli’nin Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde bulunan yazılı nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koymasından ibarettir.

Büyük lügat âlimi, Halil b. Ahmed bügün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.

Kur’ân metninin tertibi

Kur’ân vahyedildiği andan itibaren bir tertibe tâbi tutulmuştu. Hz. Peygamber (sav) vahiy kâtiplerine yazdıkları vahyin hangi sıraya konulacağını söylüyordu. Hz. Peygamber bizzat kendisi de her sene Ramazan ayında gelen bir yıllık vahiy metnini Cebrâil’e arz ediyordu.

 Âyet

Sözlükte “herhangi bir şeyin varlığını gösteren alâmet”anlamına gelir. “Açık işaret,” “delil” , “ibret”, “ mucize” gibi anlamlara da gelir. Mutlak anlamda 2 kısma ayrılır: Fiilî ve kavlî âyetler

Âyetlerin tertibi

Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Sûre

a.     Genel bilgiler

Sûre kelimesi sözlükte, “yüksek makam” , “ üstün derece”, “şan”, “ şeref”, “binanın kısım veya katları” anlamına gelir. Çoğulu “süver” dir. Istılahta ise “âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân bölümü” demektir.

Kur’ân sûrelerine verilen isimlerin tevkîfî olduğunu söylemek daha isabetli olur. Çünkü eğer ictihâdî olduğunu kabul ettiğimizde, bu olgunun hâlâ devam ettiğini düşünürsek, her müfessire sûrelere isim koyma şansını tanımış oluruz.

Âyet sayısı bakımından surelerin tasnifi:

  • Tuvel = âyet sayısı 100 den fazla olan sûreler

  • Miûn = âyetlerin yüz dolayında veya biraz geçenler

  • Mesânî = yüzün altında bulunanlar

  • Mufassal = kısa ve besmeleli fasılaları çok olan sûreler

 

Mekkî ve Medenî âyetler: Bilginlerin bir kısmı mekânı bir kısmıda zamanı/hicreti  bir kısmıda hitâbı esas almıştır. En çok tercih edilen yaklaşım, zamanı esas alanların görüşüdür. O da hicretten önce inen âyetler = Mekkî, hicretten sonra inen âyetler = Medenî

b.     Sûrelerin tertibi

İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak mümkündür:

  1. Sûrelerin tertibi içtihâdîdir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Mâlik (ö. 179/795) gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber’den işittikleri Kur’ân’ı kendi içtihadları doğrultusunda tertip etmişlerdir. Aynı görüşte olan el-Bâkillânî (ö. 403/1012) de Mushaflardaki tertibin sahâbe içtihadına dayandığını ifade etmektedir.

    Ebu’l-Huseyn Ahmed b. Fâris’in görüşü: Kur’ân için 2 tertip söz konusudur.

    1. Birisi sûrelerin tertibidir. Bu tertip sahâbenin yapmış olduğu bir tertiptir.

    2. İkinciside âyetlerin bir kısmının diğerine eklenmesi, bir kıssanın diğer bir kıssayı takip etmesidir ki Cebrâil bunu Allah’tan aldığı emir üzerine Resûlullah (sav)’a tebliğ etmiş, o da bu emri yerine getirmiştir.

Eğer sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in cem ettirdiği ve Hz. Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi bir farklılık olmazdı. Veya da hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını kendi içtihadleri doğrultusunda yapamazlardı.

  1. Sûrelerin tertibi tevfîkîdir. Bu görüşte olan âlimlerden biri İbnu’l Enbârî  (ö. 328/940)’dir. Ona göre sûreler genellikle meydana gelen bir hâdise, âyetler de soru soranlara cevap vermek üzere nâzil oluyordu. Cebrâil vahiy getirdiği zaman Hz. Peygamber’e her sûrenin yerini bildirirdi. Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi.

  2. Kısmen tevfîkî kısmen de içtihadîdir. Kur’ân’daki bir kısım sûrelerin tertibi bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da ümmete bırakılmıştır.

Kur’ân’ın okunması

A.    Yedi harf

1.        Yedi harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) kavramı

“el-Ahrufu’s-Seb’a” bir sıfat terkibidir. Harf sözlükte: bir şeyin ucu, kenarı, sivri ve keskin taraf demektir. Ayrıca vecih, üslup, kıraât ve lehçe anlamına gelmektedir. Seb’a lafzı hakkında 2 görüş vardır: biri yedi sayısını ifade ettiği yönünde diğeri ise mecâzî mana ifade edip, genişlik ve kolaylık demektir.

2.        Yedi harf hakkında ileri sürülen görüşler ve tenkidi

a.      Zayıf görüşler

  • Yedi harften maksat nâsih, mensûh, umûm, husûs, mücmel, mübeyyen ve müfesserdir.

  • Emir, nehiy, taleb, duâ, haber, istihbâr ve zecr.

  • Va’d, va’îd, mutlak, mukayyed, tefsir, te’vil ve i’râb.

  • Helâl, harâm, muhkem, müteşâbih, inşâ ve ihbâr.

  • Mukaddem, muahhar, ferâiz, hudûd, mevâiz, müteşâbih ve emsâl.

  • Mutlak-mukayyed, umûm-husûs, nass-müevvel, nâsih-mensûh, mücmel-müfesser, istisnâ ve kısımlarıdır.

  • Meşhur yedi imamın kıraâtıdır.

  • İsbât ve icâd ilmi, tevhid ilmi, tenzih ilmi, zât sıfatları ilmi, fiil sıfatları ilmi, af ve azâb ilmi, haşr ve hesâb ilmi, nübüvvet ilmi ve imâmet ilmidir.

  • Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, İbn Mes’ud, İbn Abbâs ve Ubeyy b. Ka’b kıraâtlarıdır.

b.      Kuvvetli görüşler

  • Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.

  • Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.

  • Yedi harfle kastedilen yedi vecih{tarz}dır.

3.    Değerlendirme

Yedi harf, lehçe değişiklikleri, yaş farkı ve bilgi seviyesindeki değişikliklerden doğan okuma farkları, bazı lafızlarda ve cümle tertibinde, asıl manayı bozmayacak ihtilaflardan ibarettir.

  • Hz. Peygamber, Kur’ân’ı bütünüyle yazdırdığı halde, vahy katiplerine değişik bir metin yazdırdığını gösteren bir rivayet yoktur.

  • Fethten sonra pek çok kabile Medine’ye gelerek müslüman olduklarını bildirmişlerdi. Bunlar çok kısa süre Medine’de kalıp geri gidiyorlardı. Bu kısa müddette ne öğrenirlerse onunla kalıyorlardı. Bu kişiler eğitim görmediklerinden öğrenmeleri de güçtü. Bu nedenle Kur’ân’ı kendi ifade tarzlarına göre okumalarına müsade edildi. Ama manayı bozmayacaklardı ve bu bir ruhsattı.

  • Bu okuyuşları Rasûlüllâh’tan almış olsalar bile bu farklar vahy değildir. Çünkü, Rasûlüllâh’tan alınmayan şekiller de vardır. Belki, yapacakları değişiklikleri bilene onaylatmaları gerekmekteydi.

  • Bu durum Osman dönemine kadar sürdü. Orijinal Kur’ân metni Ebû Bekr zamanında toplanmış olmakla birlikte farklı okuyuşlara ve nüshalara ses çıkarılmamıştı. Osman zamanında ise, kıraat farkları birbirini küfre nisbet ettirmeye kadar gittiğinden Osman bu metni çoğalttı ve bu metne aykırı düşen okumaları yasakladı. Bu yazı şekline (resm) uyan okuyuşlara ise ses çıkarmadı.

 

  1. Kırâat

1.      Kırâatın tanımı ve kırâatle ilgili bazı kavramlar

Kırâat, “Karee” fiilinden masdardır. sözlükte: okumak demektir.  Terim olarak: herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik.

 

Kurrâ  sözlükte: okuyucu, okuyan anlamına gelir ve “Kâri” kelimesinin çoğuludur.  Istılahta ise: yedi ya da on kırâatın kendilerine nisbet edildiği imamlara denir. Ayrıca Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve ondaki kırâatlara hakkıyla vâkıf olan kimselere de kurrâ denir. Hz. Peygamber dönemindeki anlamı, nâzil olan herhangi bir vahiy metnini ezberleyen kimse demekti.

Rivâyet,  kırâat imamlarının râvileri arasındaki ihtilaflara denilmektedir. Tarîk,  râvilerden sonra gelenlerin ihtilaflarını ifade etmektir.

2.      Kırâatlerin tespiti

Ashâbın Resûlullah (sav)’tan kırâatı alış tarzları çeşitli idi. Bu kırâatleri okuyan kurrâlar çeşitli İslâm beldelerine dağılmışlar ve onların okudukları kırâatler de, okuyucuların isimleriyle anılır olmuştu.

Hicrî ikinci asrın sonlarında İslâm bilginleri ellerinden gelen gayreti göstererek bütün kırâatleri bir araya topladılar. Vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara nisbet ettiler, sahih ve şazz kırâatlerin arasını, belirlemiş oldukları birtakım usûl ve esaslara göre ayırdılar.

3.      Kırâat çeşitleri

Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve gayr-i sahih (şazz).

  • Sahih: mütevâtir ve meşhûr

  • Gayr-i sahih: âhâd, müdrec ve mevzû

a.      Sahih kırâatler

  • Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşan.

  • Bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olan.

  • Kitâbet bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlerdir. Mütevâtir ve meşhûr olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar okunan ve inanılması vacip olan kırâatlerdir.

(aa.) Mütevâtir kırâat

Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da bünyesinde taşıyan kırâat demektir.

Cumhûra göre bu kırâat, kırâat-ı seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.

(ab.) Meşhûr kırâat

Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan, ancak gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş kırâatlere de meşhûr kırâat denmektedir.

b.      Sahih olmayan (Şazz) kırâatler

Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.

(ba.) Âhâd kırâat

Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman (ra)’ın Mushafına veya Arap dili  gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.

(bb.) Müdrec kırâat

Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler Kur’ân’dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan ibarettir.

(bc.) Mevzû/Apokrif kırâat

Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan uydurma kırâatlerdir.

Kırâat imamları ve râvileri

  • Nâfi: Ebû Abdirrahman Nâfi b. Ebi Nuaym el-Leysî [ö 169-785]. Aslen İsfahanlıdır. Kırâatı 70 kadar Medine’li kurrâdan almıştır. Kedisi Medine’de ikâmet edip pek çok kimseye kırâat öğretmiştir.

  • İbn Kesîr: Abdullah b.Kesîr el-Mekke [ö 120-738]. Mekkelilerin kırâat imamları sayılan İbn Kesir tâbiûndandır.

  • Ebû Amr: Ebû Amr b. el-A’lâ el-Mâzinî [ö 154-770]. Basralıların kırâatta imamıdır. Zühd ve takva sahibi bir zât olduğu söylenmektedir. Kırâatı birçok tâbiûndan almıştır.

  • Ibn Âmir: Abdullah b.Amr el-Yahsûbî [ö 118-736]. Şamlıların kırâat imamı olarak bilinmektedir.

 

Kırâatlerin bugünkü durumu

“Kırâat-ı aşere” diye bilinen on kırâattan 3 tanesini bugün Müslümanlar pratik olarak kullanmakta. Tamamını ise ancak bu işi ehlinden özel ders almak suretiyle öğrenen bazı kimseler okumaktadır. 3 kırâat:

  1. Âsım kırâatı: Zamanımızda Müslümanların çok büyük bir çoğunluğunun okuduğu kırâattır.

  2. Nâfi kırâati: verş rivâyeti bugün Mısır hariç, Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerinde okunmaktadır.

  3. Ebû Amr kırâatı: yeryüzünde en az okunan kırâattır.

     

    on kırâat imamına nisbet edilerek okunan kırâatlerin hepsi sahihtir, haktır ve  hepsi Peygamberimize dayanmaktadır. Sahih kırâatlerin nisbet edildiği imamların hepsi de bu kırâatleri kendi hocaları vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaşan bir senetle ondan almışlardır. Bundan dolayı sahih kırâatler arasında doğruluk veya güzellik bakımından bir ayırıma gitmek câiz görülmemiştir.

 

 

 

KUR’ÂN İLİMLERİ

 

Kur’an ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmliştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini toplayıcı kapsamları eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser ez-Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanıılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.

  1. KUR’AN’IN LAFZIYLA İLGİLİ İLİMLER

Kur’ân, yüce Allah’ın insanlara iletmek istediği son mesajını içeren ilâhî sözler bütünüdür. Bu sözler l olarak Arap toplumuna, onların konuştukları dille/Arapça söylenmiş kelâmdan ibarettir. Söz konusu kelâm, orijinal ve itantik şekliyle ilâhi lafılzlardan oluşmaktadır. Çünkü Kur’an’ın gerçek mütekellimi Allah’tır. Bu yüzden Kur’an’ın hâkim üslup tarzı Allah-merkezlidir ve o, esas itibariyle yazılı değil sözlü bir metindir. Anlatım biçimi bakımından Kur’ân’da bir üslup birliği söz konusu değildir.

Kur’an içerdiği manaları Yüce Allah tarafından seçilen lafızlarla anlatmaktadır. İşte, Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak maksadıyla ortaya çıkarılan Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun ifade tarzıyla ilgilenmektedir.

A. ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN

Tanımı ve Mahiyeti

Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.

 

Kur’an’ın Üslup Özellikleri

Kur’an üslup bakımından öyle üstün bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir ki, beşeri eserlerde bu tarz bir güzelliğe rastlamak asla mümkün değildir:

  1. Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk:

    Kur’an’da kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med yahut kasrların nizâmında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Arapça bilmelenler dahi bunu anlayabiliyorlar. Ondaki lafızlar ve bu lafızları meydana getren harfler öylesine güzel bir şekilde yerşetirilmiştir ki, bunların toplamından insana hayranlık eren bir ses armonsi meydana gelmektedir.

  2. Lafız ve mana dengesi:

    Kur’an, içerdiği lafızları manayı tam ifade edebilecek bir şekilde kullanmaktadır. Bu kullanımda aslî veya tamamlayıcı herhangi bir unsur noksan olmadığı gibi, garip bir fazlalık da söz konusu değildir. Her harf bir fonksiyon icrâ etmektedir. Örnek için bkn. S.149

  3. Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi:

    Kur’an’ın bu husûsiyyeti sayesindedir ki, avâm/halk tabakası kendi bilgi ve tecrübesine göre sathî bir manayı, ihtisas ehli ise lafızların köklerine nüfüz ederek değişik manaları kavrayabilmektedir.

  4. Konuların iç içe bulunması:

    Kur’an, ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi temel konuları içerisine almaktadır. Temel konularla birlikte bütün konular bir tek küllî mananın etrafında dönüp dolaşmaktadır; ‘insanları kendi hür iradeleriyle Allah’a kullupa çağırma’. Kur’an şayet beşerî telif usûllerine göre hareket edip her konuyu ilgili bölümde anlatma yoluna gitmiş olsaydı, bu merkezi gayeyi gerçekleştiremezdi. Bu yüzden Kur’an, muhataplarını hep teyakkuz (:uyanıklık) durumunda tutmak için muhtevâsındaki konuları iç içe bir tarzda anlatmıştır.

  5. Beyân tarzının çeşitliliği:

    Farklı beyân tarzları sebebiyle Kur’an, mükelleften yapılmasını istediği bir şeyi çeşitli şekillerde ifade etmiştir. Bunu bazen açıkca emir olarak bazen emir manası taşıyan kalıplar kullanarak bazen de yapılması istenen fiilin hayır olduğunu belirterek vs. gerçekleştirir.

     

B. MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN

 

Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.

Mübhemâtın Kur’ân’da Yer Almasının Sebepleri

            İfade zenginliği sağlamak. Önce bir kavramın bir ayette mübhem bırakılarak daha sonra başka bir ayette o kavramı belirgin hâle getirilerek hem anlamı açıklığa kavuşturuluyor hem de üslup farklılığıyla bir zenginlik temin edilmiş oluyor.

  1. Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek.

  2. Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmek, adının anılmasına dahi layik görmemek.

  3. Fâil meşhur (:herkesçe bilinen) olduğu için açıklama cihetine gitmemek.

  4. Mübhemin belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz konusu olmaması. Önemli olan ana fikrin anlaşılması.

 

C. GARİBU’L-KUR’ÂN

 

Tanımı ve Önemi

Garîb kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir.

Tarihi Seyri

Hz. Peygamber (sav) tebliğ görevi dolayısıyla zaman zaman sahâbîlerin anlayamadıkları âyetleri tefsir ederdi. Ancak onun Kur’an’a dair beyanları kelime bilgisinden ziyade ayetlerdeki hükümlei açıklamaya yönelikti. Bundan dolayı olmalıdır ki sahâbîlerden bir kısım, bazı kelimelerin manalarını bilmediklerini itiraf etmişlerdir. Ashab içerisinde Kur’an tefsiri cihetiyle en önde yer alan İbn Abbâs bile bazı kelimelerin manalarını bilmediklerini açıklamıştır. Ayrıca denildiğine göre o, Kur’an’ın garipleriyle ilgili lafızlara mana verirken eski Arap şiirinden çok yararlanmış. Bu da gösteriyor ki garîbu’l-Kur’ân ile ilgili ilk faaliyetler sahâbe döneminde başlamıştır. Ancak bu dönemde İslâmî ilimler tedvin edilmediği için söz konusu ilim dalıyla ilgili bilgiler henüz şifâhî yolla naklediliyordu. Hicrî II. yüzyıla gelindiğinde tefsir ve diğer ilimlerle beraber garîbu’l-Kur’ân konusundaki bilgiler de yavaş yavas yazıya geçirilmeye başlandı.

 

D. VÜCÛH ve NEZÂİR

 

Tanımı

 

Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kelimesinin Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.

Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler. Yani vücûh da teaddüd/anlam çokluğu, nezâir de ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalar da, nezâir de lafızlarda söz konusudur.

Vücûh ve Nezâir İlminin Önemi

Vücûh ve nezâir ilmine konu olan lafızlara, muhtevâlarında bulunan manalar açısından tam bir netlik kazandırılamazsa, o durumda söz konusu lafızların yer aldığı nasların delâletlerini tam ve doğru bir şekilde anlamak mümkün olmaz. Herhangi bir kimse vücûh kavramının çerçevesi içerisine giren bir kelimeye her geçtiği yerde aynı manayı vermiş olsa, hatalı neticelerin doğmasına yol açabilir. Aynı şey nezâir içinde geçerli. İşte bu sebepledir ki İslâm bilginleri daha ilk dönemler (II. hicrî asırda) vücûh ve nezâir konusunda müstakil eserler kaleme almışlardır.

E. AKSÂMU’L-KUR’ÂN

Anlamı ve Mahiyeti

Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.’ Mezheplerin ittifakına göre Allah’tan başka hiçbir varlık üzerine yemin etmek câiz değildir. Yapılan yeminler bozulduğu takdirde, Mâide 89’da geçen cezalardan birini hak etmiş olur.

Kur’an’daki yeminlere gelince: Kur’an’da söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir. Allah’ın Kur’an’da yapmış olduğu yeminleri gruplandırabiliriz:

  1. Tevhide dair yeminler.

  2. Kur’an’ın hak bir kitap olduğuna dair yeminler.

  3. Peygamberlerin hak olduğuna dair yeminler.

  4. Âhirette cezânın vâki olacağına dair yeminler.

Yüce Allah, Kur’an’da çeşitli varlıklar üzerine yemin ettiği gibi üç ayette de Hz. Peygamber’e yemin etmesini emretmiştir. Söz konusu âyetlerde Hz. Peygamber’den yemin etmesi istenen husular, ‘öldükten sonra dirilme’, ‘kıyamet’ ve ‘azab’ tır. Bunlar da, insanlık tarihi boyunca inkârcıların bir türlü inanmaya yanaşmadıkları ancak vuku bulması muhakkak olan unsurlardır.

Kasemlerin Kur’an’da Yer Almasının Sebepleri

Kaynaklar bize bu hususta üç sebepten söz etmektedirler:

  1. İslâmiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında yeminin çok büyük bir rolu vardır. O dönemde Arap toplumunun böylesine önemli gördüğü ve üzerine titrediği bir geleneği yeni dinin kitabı görmezlikten gelemezdi.

  2. Yeminler te’kid maksadına yöneliklerdir. Yani hakikatın vurgulanmasından ibarettir.

  3. Üzerine yemin edilen varlığın kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymaktadır.

           

III.    KUR’AN’IN ANLAMIYLA İLGİLİ İLİMLER

            Anlam, bir kelimenin, bir önermenin, tasarımın, bir düşüncenin ya da bir eserin anlatmak istediği şeydir. Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun bu anlam boyutuyla ilgilenerek, metninin doğru anlaşılmasına yardımcı olmaktadırlar. Bu ilim dalları, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında, onu okuyup anlama durumunda olan insanlara pekçok yarar sağlayabilirler.

A. MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN

            Müteşâbihin Manası ve Niteliği

            Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise: ‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.’ Yani müteşâbih ayetlerde üç ayrı nitelik bulunmaktadır. ‘Bilinmezlik ’ vasfı, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin mana itibariyle, ancak Mutlak Kudret’in bigisi dahilinde olduğunu gösterir. ‘Kapalılık’ söz konusu olduğunda, o tür ayetlerin yorumlanmasında mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bir kısım âyetler de farklı anlamlara müsaittir ve bu anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede bir benzerlik mevcuttur. Dolayısıyla bu nevi âyetlerin yorumlanmasında da hem bazı zorluklar bulunmaktadır, hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin isabetli ve mutlaka doğru olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir.

            Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.

           

Kur’ânî Nasları Sınıflandıran Âyetlerin Tahlili

            Bu konuda üç ayet vardır. Ayetin birine göre Kur’an’ın tamamı muhkemdir (Hud;1). Başka bir âyete göre de Kur’an’ın tamamı müteşâbihtir (Zümer;23). Diğer ayette de bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşâbih olduğu (Âl-i İmrân;7) beyân edilmektedir. İlk bakışta bir çelişki olduğu düşünülebilir. Ancak ilk ayette muhkem lafzı, her yönüyle bozulmadan uzak, sağlam, ve sonsuz hikmetleri ihtiva etmek manasına gelmektedir. İkinci ayetteki müteşabihlikten kasıt ise âyetlerin belâgât, fesâhat ve icâz yönleriyle birbirlerine benzedikleri ve birbirini tasdik ettikleri anlamına geldikleridir. Son ayette ise muhkem ve müteşabih kelimeleri ıstılâhî anlamda kullanılmıştır.

            Yani ilk iki  ayette kavramlar sözlük manalarıyla, son ayette de ıstılâhi manalarıyla kullanılmışlardır.

 

            Müteşâbihlerin Çeşitleri

            Eş-Şâtıbî’ye göre müteşabihler mutlak (mahiyetlerini sadece Allah’ın bildiği) ve izafî (rüsûh sahibi âlimlerin anladığı) olmak üzere ikiye ayrılır.

  1. Mutlak Müteşâbihler

                Bu müteşabihler beşerin gücü dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği müteşâbihlerdir. Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, Rûh, Sûr ve Dâbbetu’l-arz gibi kesin anlamları meçhul olan kavramlardır. Bir kaçını açıklayacak olursak:

    1.  
      1. RÛH: ‘Sana rûhtan soruyorlar. De ki: “Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az şey verilmiştir.” ’ (İsrâ;85) Ruh ile kastın tam olarak kim ve ne olduğunu bilmiyoruz. Kur’an, Cebrail as, bedenlere hayat veren ruh vs. kastedilmiş olabilir. Rûh, Rabbimin emrindendir  sözünde ise iki ayrı anlam vardır. Cebrâil as Allah emriyle hareket eder, onun emriyle vahiy getirir. İkinci anlam ise âyetteki emir lafzı, iş ve fiil manasına alınarak, rûhu Allah yaratmıştır, dolayısıyla mahiyetini de ancak o bilir. İnsanların bu konuda bilgileri azdır anlamı da verilebilir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir hitabının da genel anlamda insanlığa mı yoksa husûsî olarak soruyu soranlara mı ait olduğu da açık değildir. Kimi müfessire göre bütün insanlar, kimi müfesssirlere göre de yalnızca Yahudiler kast edilmiştir.

         

      2. SÛR: Kur’an’ın on ayrı âyetinde zikredilir. Müteşâbihliği, sûrun hakikat ve mahiyeti, üfürülme zamanı ve sûrlar arasındaki sürenin uzunluğu gibi hususların hâlâ birer sır olmalarından kaynaklanıyor. Âyetlerden anlaşılıyor ki söz konusu âletin üç ayrı zamanda kullanılacaktır. İlk üfleyişte bütün insanları şidddetli bir ölüm korkusu saracaktır. İkincisinde bütün mahlukatın ölümüne yol açacaktır ve üçüncü defa da bütün insanlar dirilecek, kabirlerinden doğrulup kalkacak ve ilâhî mahkemeye doğru yürüyeceklerdir.

         

      3. DÂBBETÜ’L-ARZ: “O söz başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız; o onlara insanların, âyetlerimize inanmadıklarını söyler.” (Neml;82) âyetinde, kıyâmetten önce çıkarılacak olan bir canlıdan söz edilmektedir. Dâbbetü’l-arz denilen bu canlılın şekli, büyüklüğü, yaratılış özellikleri, nereden, ne zaman ve nasıl ortaya çıkarılacağı konusunda çeşitli rivâyetler mevcuttur. Ancak bu bilgilerin âyette bulunmadığı gibi sünnete de tek bir rivayet dışında bu konu hakkında bilgi yoktur. Bu bilgiler Yahudilerden veya başka din mensuplarından Araplara geçmiş olan haberlerdir.

            Hakiki müteşâbihlerin manaları Allah’ın ezelî ilmi içerisindedir. Bu yüzden bu tür ayetler üzerinde yapılan açıklama ve yorumlar hiçbir zaman o âyetlerin hakiki anlamlarını ortaya koyucu nitelikte değildir.

 

  1. İzafî Müteşâbihler

                Bu müteşabihler, kastedilen mananın anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı âyetlerle garib kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip olan müfessirlerin başka konularda olduğu gibi bu konuda da karîneleri (:belirti) doğru tespit ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. İzafî müteşâbihler ikiye ayrılır:

     

  1. LAFZÎ MÜTEŞABİHLER: Kelimenin yapısında görülen bu nevi müteşâbihlik, lafzın ya garip ya da müşterek olması durumunda söz konusudur:

     

    1.  
      1. Garip lafızlar: Kur’an’ın bazı kelimelerinin garabetten dolayı müteşâbih olduğu ileri sürülmektedir. Mesela Hz. Ebu Bekr (ra)’e وَفَاكِهَةً وَاَبًّا  (“Meyva (lar) ve çayır (lar) itirdikAbese;31) âyetinin manası sorulduğunda, “Şâyet Allah’ın kitâbı hakkında bilmediğim bir şeyi söylersem, hangi semâ beni altında gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde barındırır?” demiştir. Görüldüğü üzere Hz. Ebu Bekr kendi kabilesi tarafından kullanılmayan kelimesinin hakiki anlamda neye delâlet ettiğini bilmediğini açıkça beyân etmiştir. Ayêt belirli bir manaya delâlet etsede bu kesinlik arz etmez. Bu yüzden denilebilir ki ‘ebben’ kelimesinin manasını tayinde ve bununla hangi çeşit bir bitkinin kastedildiğini belirlemede bir zorluk vardır. Çünkü bu kelime lügatta çayır, otlak, sebze, saman ve çerez gibi anlamlara gelmektedir.

      2.  Müşterek lafızlar: Şayet bir lafız birden çok mana ifade eder ve bu manalardan birini tercihde zorluk olursa, o takdirde böyle bir lafız, manasındaki iştirakten dolayı müteşabih kabul edilir. Mesela, فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَمٖينِ (“Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu.Sâffât;93) âyetinde yer alan ‘el-yemîn’ kelimesinde bu anlamda teşâbüh vardır. Çünkü bu lafız, sağ el, kuvvet ve yemin manalarına gelmektedir.

  2. MANEVÎ MÜTEŞABİHLER: Müteşâbihlik bazen de âyetlerin manalarında görürlebilir. Bu, söz konusu âyetlerin mana bakımından açık olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden kaynaklanmaktadır.

         

          Müteşabihlerin Hikmetleri

  1. Bir imtihan vesilesidir. İnsanın gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar.

  2. Söz konusu âyetlerin, ne derece kabiliyyetli ve bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini göstermesi hem de Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir.

  3. Müteşabihlerin varlığı, birden fazla kelâmî mezhebin doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi görüşlerini teyet edici delilleri bulmak için Kur’an’a yönelmesine zemin hazırlamıştır.

  4. Müteşabih ayetlerin ihtivâ ettikleri manalar genişce açıklanmış olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve muhafaza edilemeyecek kadar genişleyebilirdi.

  5. Müteşâbihlerin manalarını tespitte zorluk ve meşakkat vardır. Meşakkatın olması da sevabın fazla olmasına yol açar. Bu gibi âyetler üzerinde düşünmek ve tevil yapmak sevâba vesile olur.

  6. İnsan aklî delillere başvurmaya kendisini mechur hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce dar kalıplar içinde kalmış olabilirdi ve insan taklit karanlığından kurtulamazdı.

  7. Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, te’vile ihtiyaç hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi eşit seviyeye gelirdi.

B. HURÛF-I MUKATTAA

Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla gelmiştir.

Genel Bilgiler

Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Müfessirlerin beyânına göre vahiy geldikçe Hz. Peygamber bunları insanlara tebliğ ederdi. Ancak Kur’an’ın meydan okuması karşısında âciz kalan müşrikler ve gayr-i müslim unsurlar diyorlardı ki, “...Sakın çu Kur’an’ı dinlemeyin, okundukça gürültü edin, belki bastırır galip gelirsiniz.” (Fussilet;26) Ancak hurûf-u mukattaanın yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler, kâfirlerin de dikkatlerini çekmiş böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a kulak vermeye başlamışlardı.

Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet değildir.

Hurûf-u Mukattaanın Yorumu

Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda iki görüş vardır:

  1. Selefin görüşü: Selef âlimleri, mukattaa harflerini Kur’an’ın özü ve sırrı kabul etmektedirler. Onlara göre bu harflerin mutlaka manaları vardır, ama onları Hz. Peygamber’den başkası kavrayamaz. Çünkü bu hususta tek selahiyetli odur. Allah katında bulunan bilgilerden resûllerine lüzumu kadar verilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki, peygamberler âlimlere, onlar da insanlara tahammül edebilecekleri kadar bilgi sunmuşlardır. Her grup kendisine verilenden fazlasını kaldıramaz. Çünkü akıl tam ve mükemmel değildir. Göz, güneş işiğina tahammül edemediği gibi akıl da sırlara dayanamaz.

     

  2. Halefin görüşü: İkinci görüş de halefin yani Müteahhirûn Ehl-i Sünnet kelâmcıların görüşüdür. Onlara göre de, Allah Teâlâ’nın muhatapları için anlamı olmayan şeyleri inzal etmesi uygun değildir.

    Peki, Hz. Peygamber bu harflerin manalarını neden açıklamadı?

Bu konuda Hz. Peygamber’den nakledilen tek bir hadis mevcuttur o da harflerin manalarıyla ilgili herhangi bir mana vermemektedir. Bu durumda üç ihtimal var; Ya Allah Teâlâ bu harflerin Resûlü ile kendi arasında birer sır olarak kalmasını istemiştir, ya sahâbîler bu konuda Peygamber’e birşey sormadıkları için oda herhangi bir açıklama yapmamıştır yahut da esasen sahâbîler de kendi bilgi ve zekâ seviyelerine göre bu harflerin manalarını anlıyorlardı, o yüzden de Hz. Peygamber bu harflerin manalarıyla ilgili olarak herhangi bir beyânda bulunma ihtiyacı hissetmemişti. En doğruşu Allah bilir...

 

C. İ’CÂZU’L-KUR’ÂN

İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kend benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir.

Kur’an’ın Mûcize Oluşunun Delilleri

Kur’an’ın mûcize oluşunun üç delili vardır:

  1. Kur’an’ın beşer üstü bir kitap oluşu

  2. Muhâliflerine Meydan Okuması

  3. Benzerinin Getirilememesi

    Kur’an’ın İcâz Yönleri

Kur’an ilim, hüküm ve beyân bakımından beşer gücünü aşan meziyetlerle dolu bir kitaptır. Bütün bu meziyetler, aynı zamanda onun mûcizeviliğini gösteren delillerdir.

  1. Nazım ve te’lif: dizmek, tertip etmek ve sıraya koymak demektir. Kur’an’ın harfleri, kelimeleri ve âyetleri o şekilde dizilmiştir ki, daha güzel olsun diye tek bir harfini bile yerinden oynatmak mümkün değildir. Nüzûlündeki 23 senelik uzun sürece rağmen harflerin kelimelere, kelimelerin âyetlere, âyetlerin sûrelere yerleştirilmesindeki tertip gibi, sûrelerin birbirleriyle irtibatlı olarak Kur’an’ın içerisine yerleştirilmesi de ondaki vahdet, münâsebet ve insicâmı

  2. Gaybî haberler içermesi: Kur’an, insanların bilme imkânına sahip olamayacağı gayb haberlerini de içermektedir. Kur’an ve sahih hadislerden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber okuma yazması olmayan ümmî biriydi. Bundan dolayı geçmiş ümmetlerin kitaplarını okuyarak onların kıssalarını ve haberlerini öğrenme imkânına sahip değildi.

  3. Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması: Kur’an’ın, beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılamasından maksat, onun her asırda ve her yerde, hiç bir dinde ve nizamda görülmeyecek tarzda insanlara doğruyu göstererek, onları dünya ve âhirette mutlu etmeyi amaçlamasıdır.

  4. Fenni mûcizelere işaret etmesi: Kur’an’ın asıl amacı insanları hidâyete sevketmektir. Ancak Kur’an bu noktayı dikkate alarak ibret için zaman zaman fen ve tabiat ilimleri gibi ilimlere de çok genel anlamda temas etmiştir. Mesela arzın yuvarlaklığı (Zümer;5 ve Nâz’iat;30) ve güneşin kendi yörüngesinde döndüğü (Yasin;38). Modern bilimin henüz keşfetmeye çalıştığı bütün bu husulardan Kur’an’ın asırlar öncesi söz etmesi onun mûcizeliğinin kesin bir işaretidir.

     

  5. Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından değiştirilmemesi: Kur’an’ın bize, müşriklerin Hz. Peygamber’den hoşlarına gidecek, onların durumlarına ve yaşadıkları zamana uygun hükümler taşıyacak nitelikte bir kitap istediklerini haber vermektedir. (Yunus;15-16). Bu âyetler bir taraftan müşriklerin, Kur’an’ın tebdili (:değiştirilmesi) konusundaki taleplerini dile getirmekte, diğer taraftan da onların bu taleplerini asla dikkate almaması hususunda Hz. Peygamber’i uyarmaktadır. Dolayısıyla bu da onun, ilahî bir kaynaktan geldiğinin ve mûcize bir kitap olduğunun apaçık bir delilidir.

D. MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN

Müşkil Kavramı

Müşkil’in manası, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır.

İşkâle Yol Açan Sebepler

Kur’ân’da bulunduğu zannedilen müşkilâtın sebepleri vardır.

  1. Mevzû ihtilâfı: Bazen herhangi bir konu Kur’ân bütünlüğü içerisinde ele alındığı zaman, o mevzu ile ilgili âyetler arasında bir tezat olduğu, yani bir ya da birkaç âyetteki mananın bir başka âyetle çelişki teşkil ettiği zannedilebilir.

  2. Hakikat ve mecâz imkânı: Kur’an’daki âyetler bazen hakiki bazen de mecâzî anlamda kullanılmışlardır. Bazı âyetlerde hem mecâz hem de hakiki mana aynı anda görülebilmektedir. Meselâ: “..insanları sarhoş bir halde görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir..” (Hâcc;2) âyetinde ilk anda çelişki varmış gibi gözükse de kıyâmetin dehşetine izâfetle mecâzen insanların sarhoş olacakları ifade edilirken, sarhoşluğun şaraptan geleceği düşünülerek hakikate izâfetle de sarhoş olmadıkları dile getirilmiştir.

     

  3. Fiilin isnadıyla meydana gelen müşkilât: Bazı Kur’ân âyetlerinde de yapılan bir işin isnâdı konusunda ihtilâf olduğu zannedilmektedir. Meselâ “Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı...” (Enfâl;17) Bu âyet Bedir savaşındaki Müslümanlar hakkında inmiştir. Ancak âyette zâhiren fâil müminler ise de, hakîkatte Allah’tır. Yani âyetteki öldürme ve atma olayını yapmak kullara, dileme ve yaratma Allah’a aittir. O halde fâil-i hakiki Allah’tır ve bu yüzden de fiil O’na isnad edilmiştir.

     

  4. Zıt anlamlılığın sebep olduğu ihtilaf: Meselâ “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d;28) âyetiyle, “Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yörekleri titrer..” (Enfâl;2) âyetinde zikredilen kalplerin sükûnetiyle kalplerin titreyişi çelişkili gözükmekte. Ancak demek istenilen müminin kalbi Allah’ın zikriyle huzurludur, ancak haktan ve hidâyetten sapma korkusuyla da her an titremekte ve ürpermektedir. Dolayısıyla söz konusu anlamlar bir bütünü tamamlayan iki unsur konumundadır.

     

  5. Bir hakikatın farklı biçimlerde anlatımı: Kur’an, Hz. Âdem’in yaratılışından söz ederken farklı ifadeler kullanmıştır. Meselâ, onun topraktan (Âl-i İmran;59), kokuşmuş kara çamurdan, balçıktan (Hicr;26), cıvık çamurdan (Sâffât;11), kupkuru balçıktan (Rahmân;14), yaratıldığını belirtmiştir. Bu âyetler arasında ilk etapta bir tezat olduğu düşünülebilir. Esasen söz konusu âyetlerde geçen şeyler aynı şey olmamakla birlikte cevher itibariyle hepsinin menşei (:kaynağı) topraktır ve bütün bu ifadeler toprağın farklı biçimlerini ortaya koymaktadır. Yani bu ifadeler ilk insanın yaratılış aşamalarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aralarında anlam itibariyle herhangi bir çelişki yoktur.

     

İşkâli Giderme Yolları

Kur’ân müşkillerini gidermek için ortaya iki yol çıkmıştır:

  1. Te’vil ve te’lif yolu: Yukardaki işkâle yol açan sebepler altında verilen bütün örnekler bu konu için de örnek teşkil etmektedir.

  2. Nesih yolu: Allah Teâlâ’nin eski bir hükmü yenisiyle yürülükten kaldırmasını ifade eder ve özellikle müfessirler ve fakihlerin çelişkili görünen bazı âyetleri uzlaştıramadıkları zaman başvurmuşmus oldukları bir yol olarak görünmektedir. Aşşağıda bu konu genişce açıklanacaktır.

     

E. MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN

Münâsebetin Manası ve Alanı

Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.

Münâsebâtu’l-Kur’ân İlminin Tarihi Gelişimi

Kaynaklar, Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki münâsebetten ilk defa söz eden İslâm bilgininin Ebû Bekr en-Nîsâbûrî (ö.324/936) olduğunu zikretmektedir. Bu zât hem münâsebet hem de münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüştür ve bu ilme çok katkısı olmuştur. Kur’ân’ın insicâmı konusundaki düşünce ve yorumlarını kitabîleştirmek suretiyle bu ilmin daha kalıcı olmasını sağlayan ilk müfessir er-Râzî (ö.606/1209)’dir. ‘Kur’an’ın tamamı tek bir sûre hatta tek bir âyettir’ tezinden hareket eden er-Râzî, âyet ve sûreler arasındaki münâsebete zaman zaman yer vererek, Kur’an’daki anlam bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir.

VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Hayyân’ın hocası Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır. Daha sonraki asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla oldukçca hacimli sayılabilecek bir tefsir yazmış ve söz konusu eserinde müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını böylesine derin ve engin bir şekilde ele bir başka tefsir mevcut değildir.

F. FEZÂİLU’L-KUR’ÂN

Anlamı

Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.

Kur’an’la ilgili Fazilet Hadisleri

Hz. Muhammed (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir:

  1. Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. (Buhârî)

  2. Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir. (Buhârî; Ahmed b. Hanbel)

Kur’an’ın tümü hakkındaki bu fazilet hadisleri güvenilir hadis kitaplarında mevcuttur ve sahih olduklarında şüphe yoktur.

 

            TARİH İÇERİKLİ İLİMLER

 

            Kur’an tarihe ve tarihi olaylara özel bir önem atfetmektedir. Hedefi, olayların arkasında kalan gizli degerleri, önemli mesajları muhataplarına ulaştırmaktır. Kur’an sadece tarihi bilgileri anlatmakla kalmaz, zaman zaman da Yüce Allah’ın yaratıcı kudretini, tarihin akışıyla birlikte hep var olan İlâhi yasaları (Sünnetullah) görme imkanı sağlayan jeolojik ve biyolojik özelliklere de dikkatlerimizi çeker.

A. KISASU’L-KUR’ÂN

Kıssaların amacı, sadece insaların ahlâkî davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve neticeler üzerinde durmak değildir. Kur’an’ın kendi sunu mantığı ve yöntemi içerisinde kıssalar, bir nakil ve aktarımın ötesinde, toplumsal değişmelere paralel olarak ele alınması ve üzerinde derinliğe düşünülerek birtakım yorum ve prensiplere ulaşılması gereken tarihsel veriler konumundadırlar. Bunlar, İlâhi bir tarih yorumunu elde etmemiz için mevcutturlar.

Kıssaların Gayeleri

  1. Hz. Muhammed’in nübüvvetini ispat etmek

  2.  Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmek

  3. Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak

  4. İslâm’in evrenselliğini ortaya koymak

  5. Semâvî dinlerin esasta bir olduğunu beyân etmek

     

B. ESBÂBU’N-NÜZÛL

Kur’an âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler. Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir.

Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı

Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’. Örnek için bkn. S.232-234

Esbâbu’n-nüzûl Rivâyetleri İçin Kullanılan Tâbirler

Rivâyetler bazı hususî tâbirlerin kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. İfadeler:

  • Âyetin nüzûl sebebi şudur.
  • Bunun üzerine Allah şu âyeti indiridi.
  • Bu hâdise üzerine şu âyet nâzil oldu.

Esbâbu’n-nüzûlle İlgili Rivâyetlerin Sıhhati

Tefsir âlimleri, nüzûl sebebpleriyle ilgili rivâyetlerin sıhhatini tesbitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:

  1. Hadis ilminin, sahih hadisler için öne sürdüğü şartların bu rivâyetlerde de mevcut olmalı.

  2. Anlatılan olayların, Hz. Peygamber döneminde meydana geldiği tespit edilmiş olacak.

  3. Anlatılan husularla ilgili âyet/sûrelerin muhtevaları arasında bir münasebet bulunacak.

  4. Eğer haber mürsel ise, başka bir mürselle takviye edilecek ve hadis rivâyet etmekle meşhur olan tâbiûn müfessirlerinin birinden nakledilmelidir.

Rivâyetlerin Çeşitliliği

Çeşitlilikten maksat, bir âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak birden çok rivâyetin nakledilmesidir. Eğer rivayette geçen sebep aynı, şahıs ve zaman bakımından farklılık söz konusuyla bir problem yok demektir. Ancak bu farklılıklarla birlikte bir de sebep de farklı ise ozaman sırayla takip edilmesi gereken bazı yollar vardır:

  1. Önce rivâyetlerin sıhhat dereceleri araştırılarak sahih olanı alınacak.

  2. Her ikisi de sahih ise, aralarında bir tercih sebebi aranacak. Mesela bir rivâyetin müşahede (:bizzat görme) dayanması yahut Buhârî sahihinde yer alması tercih sebebleri olabilir.

  3. Bu da mümkün değilse olayların zaman bakımından birbirine yakın olup olmadığına bakılır. Eğer zaman bakımından yakınlık var ise rivâyetler arası cem ve te’lif edilir.

  4. Bu da mümkün değilse, o zaman o rivâyetlere konu olan âyet veya sûrenin mükerrer nâzil olduğu kabul edelir. Ancak iki defa bir âyetin nâzil olmasının izahı çok zor görünmektedir. Bunun hikmeti bazı âyetlerin hatırlatma amacıyla tekrar ‘inmiş’ olduğunu düşünebilir. En doğrusunu Allah bilir... (Ayrıntılı bilgi için bkn. S.239-240)

Esbâbu’n-nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Sonuçlar

  1. Olumlu sonuçlar:

  1. Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı olur.

  2. Âyetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.

  3. Müphem âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırır.

  4. Âyet/sûreler arasında münâsebet kurmaya yardımcı olur.

  5. Hasr veya tahsis (:anlamların darlığı?) şüphesini ortadan kaldırır.

  1. Olumuz sonuçlar:

  1. Âyetleri nüzûlüne sebep olan olay ve tarihî şartlarla sınırlı görmek.

  2. Yorum zenginliğine engel olmak.

  3. Müfessirleri gereğinden fazla meşgul ederek onların mesailerini verimsizleştirmek.

  4. Ortaya çıkan birtakım yeni problemlerin Kur’an’ın genel perspektifi içinde değerlendirilmesini önlemek.

C. NÂSİH-MENSÛH

İslâm’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir perspektiften ele alınması gereğini düşünüyoruz.

Neshin Tanımı

Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak ve birşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.

Kur’an’da Neshin Varlığı Tartışması

Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni (ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.

  1. Neshi Kabul Edenlerin Delilleri:

  1. Kur’an da yer alan üç ayrı âyet, neshin varlığından söz etmektedir: “Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye Kâdirdir.” (Bakara; 106). Ayrıca Nahl;101 ve R’ad;39.

  2. Neshin Kur’an’dan bulunduğuna konusunda icmâ mevcuttur.

  3. Sahabeden yaılan nakiller de Kur’an’da neshin var olduğunu göstermektedir.

  4. İki âyet arasında çözülemeyen bir çelişki söz konusu ise akıl neshe müracaatı zaruri görmektedir. Yani nesh aklen de mümkündür.

  1. Neshi Kabul Etmeyenlerin Delilleri:

  1. Neshin varlığına dair açık bir şekilde delâlet eden bir âyet yoktur. Yukarda bahsedilen âyetler, Kur’an’ın, kendinden önceki kitapları yürürlükten kaldırdığını ifade eder.

  2. Neshin söz konusu olduğunu açık bir şekilde ortaya koyacak üzerinde ittifak edilmiş herhangi bir hadis de mevcut değildir.

  3. Mensûh olduğu ileri sürülen âyetlerin sayıları konusunda da ittifak edilmemiş.

  4. Çoğu zaman mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olduğuna dair kesin bir delil yoktur.

  5. Nesih, akâidle ilgili olmayıp, tefsir ilminde bir sistem niteliğindedir. Reddi küfrü gerektirmez.

Esasen Kur’an’da neshin bulunmadığını ileri süren âlimler, bu hususu tahsîs kavramıyla açılmaktadırlar. Onlara göre Kur’an’da yer alan herhangi bir hüküm hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmamış; ancak bazı durumlarda bir nassın daha sonra gelen bir nasla anlam alanı darltılmıştır.

Nesih ile Tahsisin Farkları

  1. Nesih hükmün bütün cüzlerini ilga eder, tahsis hükmün sadece bir kısmını kaldırır.

  2. Nesih sadece emir ve nehiylerde mümkün olur, tahsis haberlerde de yapılabilir.

  3. Nesihte mensûhun nâsihten önce nâzil olması gerekirken tahsiste bu şart yoktur.

  4. Nesih yalnız kitap ve sünnette, tahsis bu iki aslın dışında da söz konusudur.

Neshin Şartları

  1. Nâsıh ve mensûh âyetler arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.

  2. Nasların şer’î hüküm taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.

  3. Mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olmuş olması

  4. Neshe konu olan hükmün, iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).

  5. Hüküm açısından nâsıh nassın mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.

Neshin Tespiti

Peygamber Efendimiz önceden koymuş olduğu bir yasağı sonradan kaldırarak sünnetteki neshe işaret etmiştir ancak Kur’an’da neshin varlığına dair herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Neshin tespiti konusunda o yüzden sahâbenin bilgisine başvurmak gerekmektedir. Çünkü onların verdiği bilgiler, sonrakiler için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır. Belirleyici diğer bir hususta icmâ’dır.

Neshin Kısımları

  1. Metni Mensûh Hükmü Bâki Naslar: Nesih savuncuları bu kısma örnek olarak ‘recim âyeti’ diye nitelendirilen “evli erkek ve evli kadın zina yaptıkları zaman Allah’tan bir cezâ olarak muhakkak onları recmedin. Allah mutlâk gâlip ve hikmet sahibidir” anlamındaki metni zikretmektedirler. Bu anlayışa göre söz konusu metin daha önce âyet olarak indirilmiş, ancak Yüce Allah belli bir zaman sonra onun hükmünü yürülükte bırakıp, lafızlarını iptal etmiştir.
    Bu konuda açıklama için bkn. S.251-256

     

  2. Metni Bâki Hükmü Mensûh Naslar: Neshin varlığını savunanlar, mensûh âyetler üzerinde ittifak etmiş değillerdir ancak hepsi için geçerli olan lafızlarının okunmasına karşılık hükümleriyle amel edilmemesidir. Bu konuda örnek olarak içki âyetlerini verebiliriz. Mâide;90’nın, Nahl;67, Bakara;219 ve Nisâ;43 âyetlerini neshettiği ifade edilmektedir.
    Daha çok örnek için bkn. S.256-260

     

  3. Hem Hükmü Hem Tilâveti Mensûh Naslar: Bu hususta ileri sürülen nas şöyledir: Buhârî’nin rivâyetine göre Hz. Âişe söz konusu naklinde şöyle demiştir: ‘bilinen on defa emzirme haramlık hükmü doğurur’ âyeti, Kur’an’ın içinde yer almakaydır. Ancak daha sonra bu, ‘beş bilinen emme’ ile neshedildi. Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği zaman onlar Kur’an âyetleri arasında okunmaktaydı. (Müslim;İmam Mâlik;Tirmizî,Dârimî, Ebû Dâvûd) Nesih taraftarlarına göre ilk önce on emzirmenin evlilikte haramlık hükmü doğurduğunu ifade eden âyet nâzil olmuştu, ancak bu daha sonra beş emzirmeyi hüküm olarak ortaya koyan âyetle neshedildi. Ardından da beş emzirmeyi ifade eden âyet tilâvet yönüyle Mushaf’tan çıkarıldı. İlk âyet hem hükmen hem de tilâveten yürürlükten kaldırılırken, ikinci âyet yalnızca lafız yönüyle nesh edilip hükmü ibkâ edilmiş oldu.

 

 

2.                  FIKIH USÛLÜ

 

Fıkhın usul ve füru kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okutulması, kitaplara geçirilmesi sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber gerek usulün gerekse fürüun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmıştır. Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur ' an-ı Kerim yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde düşünme, kafa yorma (ictihad: kıyas, istidlal). yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icma) yoluyla intikal etmektedir.

Fıkıh usulü, fıkhın kaynaklarını ve ve bunlardan hüküm çıkarma yöntemlerini inceleyen bilim dalıdır.

 Fakihin kaynak ve yöntem bilgisi mahiyetindeki usûl-i fıkıh İslâm ilimleri içinde çok önemli bir yer tutar.

Islamiyetin ilk yıllarında özellikle Hz. Peygamber döneminde fıkhi hükümlerde ihtilaf yaşanmamıştır. Yaşansa da Hz. Peygamber hayatta olduğundan ihtilafların onun vasıtasıyla çözümlenmesi mümkündü.

Dinî meselelerle ilgili kaynak ve yöntem bilgisi konusunda sahâbe devrinde oluşmaya başlayan farklı anlayış ve eğilimleri belirtmek için “ehl-i Hicâz” ve “ehl-i Irâk” şeklindeki coğrafî adlandırma yanında “ehl-i eser” ve “ehl-i re’y” şeklinde soyut bir anlatıma yönelme ekolleşme sürecinin hızlandığının açık bir göstergesiydi. Ancak bu isimlendirmeler sadece iki ana çizgiyi belirtmekteydi. Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde bütün zamanını ilim öğrenme ve öğretme yanında benimsenen veya karşı çıkılan görüşlerin temellerini teorik incelemeye tâbi tutmaya adayan ilim halkaları teþekkül edince fıkhî hükümlere dayanak kılınan rivayetlerin ve dinin iki ana kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’ten sonuç çkarmada izlenen yöntemlerin sorgulanması hızlanmıştı.

Fıkıh Usulü Alanındaki İlk Tedvin:

Bu ilmin kurallarını müstakil bir eser halinde İlk defa biraraya getiren kimse Hicri 204 yılında vefat eden İmâm Muhammed b. İdrîs eş-Şâfıî'dir. Şafiî, usûl alanındaki meşhur "Risâle"sinde  özellikle şu konulan incelemiştir: Kur'ân ve Kur'ân'ın hükümleri açıklayış şekilleri, Sünnet ve Kur'ân'a nisbetle Sünnet'in yeri, Sünnet'e uymanın Kitab'ın emriyle farz kılınmış olduğu, nâsih ve mensuh, hadislerin illetleri, haber-i vâhid, icmâ, kıyas ve istihsânın hüccet olarak kullanılıp kullanılamayacağı, hangi durumlarda ihtilâfın caiz olacağı ve hangi durumlarda caiz olmayacağı. Böylece İmâm Şâfıî, hüküm çıkarma metodlarını ve kurallarını ilk defa biraraya getiren bilgin olmuştur. Şu var ki bu metodları ilk defa ortaya koyan o değildir. Çünkü bunlar daha önce oluşmuştur. Herbir imamın, ictihad ederken takip ettiği kendine has metodu vardı. Bu metod, imâmın, İslâm hukukunun kaynakları üzerindeki araştırmaları sonucu (kendi zihninde) özümlediği birtakım kurallara dayanıyordu.Şafiî'den sonra başka bilginler bu ilmin meselelerini derlemeye devam ettiler. Meselâ Ahmed b. Hanbel "Kitâb'u tâati'r-rasûl'ü, "Kİtâb'un-nâsih vel'-mensuh"u ve "Kitâbu'l-ıîel'M yazdı. Sonra Hanefî bilginler ve kelâm bilginleri bu alanda eserler verdiler, geniş incelemelerde bulundular ve bu ilmin kurallarını sağlam esaslara bağladılar. Bütün bu. müellifler, bu ilimden maksadın "şer'î delillerinden amelî hükümleri çikarabilmeyi sağlamak" olduğu kanaatindeydiler. Şu halde ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak, bu delilden hükmün çıkarılması yönünde zihnî bir faaliyet ortaya konacak ve delilden hükmü çıkaran bir kimse bulunacaktı. İşte bunun için usûlcüler incelemelerini şu dört ayrı konu üzerinde yürüttüler:

1- Şer'î hükümler: Vücûb, hürmet, kerahet... vb.

2- Şer'î deliller: Kitâb, Sünnet... vb.

3- Delillerden hüküm çıkarma yollan, yani delillerin hükümlere delâlet şekilleri.

4- Hüküm çıkaran kişi, yani müctehid.

Ne var ki bütün bu müellifler, incelemelerinde aynı metodu takip etmediler. Çünküayrı bölgelerde bulunuyorlardı ve bu alanda eser yazarken hepsinin güttüğü gaye aynı değildi. Böylece usûl eserlerinin kaleme alınışı konusunda iki ayrı metod ortaya çıktı.

 

Birincisi: "Mütekellimin metodu" idi. Bu metodun böyle anılmasının sebebi, bu metoda göre yazanların çoğunluğunun kelâm bilgini olmalarıdır. Bu metod "Şâfıîyye metodu" diye de isimlendirilmiştir, çünkü bu metoda göre yazan ilk müellif İmâm Şafiî'dir.

İkincisi: "Hanefiyye metodundur. Bu metod Hanefî bilginler tarafından ortaya konmuş ve takip edilmiş olduğundan böyle adlandırılmıştır.

1. Mütekellimîn Metodu:

Mütekellimîn metodunun özelliği usûl kurallarının, delillerin ve burhanların gösterdiği yönde vaz'edilmesidir. Bu metoda göre yazan usûlcüler, belirli bir mezhep lehinde taassup göstermeksizin ve ulaşılan usûl kuralının mezhep imamlarından nakledilmiş fıkhı çözümlere uygun olup olmadığına bakmaksızın, delillerin desteklediği kuralları tesbit ve kabul etmişler, delillere aykırı düşen kuralları reddetmişlerdir. Böylece onların usûlü, furû'u'l- fıkhın ffer'î fıkıh çözümlerinin) hizmetçisi değil, furû'î hükümlere hakim bir usûl, bir istinbat yolu olmuştur. Bu yüzden onlar, izah ve örnek kabilinden zikrettikleri bir yana bırakılırsa, furû hükümlerine kitaplarında pek yer vermemişlerdir. [17]

3.      Hanefiyye Metodu:

Hanefiyye metodunun özelliği ise, mezhep imamlarının ictihad ederken ve fıkhî meselelerin hükmünü verirken takip ettiklerine kanaat getirilen usûl kurallarının tesbit edilmesidir. Bu metoda göre usûl yazanların bu kuralları tesbit ederken dayandıkları esas malzeme, mezhep imamlarından nakledilen fıkhî çözümlerdir. Hanefi bilginlerinin bu metodu takip etmelerinin temelinde yatan sebep şudur: Hanefi mezhebinin imamları onlara, Şafiî'nin kendi talebelerine bıraktığı gibi derli-toplu bir kurallar kolleksiyonu bırakmış değildi, sadece çok sayıda ve çok çeşitli fıkhî meselelere ait çözümler ve bu çözümlerin içine serpiştirilmiş bazı kurallar bırakmışlardı. İşte Hanefi bilginler bu çözümlerin üzerine eğildiler, birbirine benzeyenlerini biraraya getirdiler ve bunları özümleyerek bir takım kurallar ortaya çıkardılar. Gerek imamlarından nakledilen çözümleri desteklemek, cedel ve münazara meclislerinde bu çözümlerin müdafaasında silah olarak kullanmak, gerekse mezhep imamlarından nakledilen İctihadların ele almamış bulunduğu yeni olayların hükümlerini çıkarırken kendilerinden yararlanmak üzere bu kuralları mezheplerinin usûlü haline getirdiler.Bu tutum onları, bazen şu sonuca götürüyordu: Önce mezhep imamlarından nakledil­miş çözümlerin gerektirdiği şekilde usul kuralları koyuyorlar, sonra koydukları bir kuralın mezhep içinde yerleşmiş furû çözümlerinden biriyle çatıştığını görüyorlar ve usûl kuralını değiştirip ona.bu fıkhı çözümle uyuşan bir şekil veriyorlardı.

 Mütekeüimîn Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları. Şu dört eser, mütekellimîn metodunun temel kitaplarıdır:

- Kadı Abdülcebbâr el-Mu'tezilî'nin (v. 415/1024) "el-Umde"si[20]

- Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mu'tezilî'nin (v. 463/1071) "el-Mu'temed"i ("el-Umde"nin şerhi),

- İmâmu'l-Harameyn Abdülmeiik b. Muhammed b. Abdillah el-Cüveynî'nin (v. 478/1085) "el-Burhân"ı,

- Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî'nin (v. 505/1111) "el-Mustasfâ"sı.Daha sonra bu metodla yazılan eserler, bu dört kitabın telhisi (özünün alınması) ile meydana getirilmiştir. Meselâ, Fahreddin Muhammed b. Ömer er-Râzî'nin (v.606/1209) "el-Mahsûl"ünü ve Seyfüddin el-Amidî'nin (v.631/1233) "el-İhkâm"ını burada zikretmeliyiz.İşte bu iki kitabı daha sonraki bilginler ihtisar etmişler (özetlemişler), ihtisarları başka ihtisarlar takip etmiştir. Birinciyi (Râzî'nin "el-Mahsûl"ünü) Sirâcüddin el-Urmevî (v. 682/1283) "et-Tahsîr isimli kitabında, Tâcüddîn el-Urmevî (v. 656/1258) de "el-HâsiP' isimli kitabında özetledi. Şihâbuddîn el-Karâfî (v. 684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüğü bazı temel bilgi ve kuralları iktibas ederek bunları "et-Tenkîhât" adını verdiği küçük bir kitapta topladı. Kadî Abdullah b. Ömer el-Beydâvî (v. 685/1286) de "el-Minhâc" isimli eserinde bu işin bir benzerini gerçekleştirdi.İkincisini (Âmidî'nin "el-İhkâm"ım) ise Ebû Amr İbn Hâcib (v. 846/1442) "Müntehâ's-sü'l ve'1-emel fî ılmey'il-usûl ve'1-cedel" adlı kitabında, bunu da "Muhta-sar'ul-müntehâ" isimli kitabında özetlemiştir. Daha sonra bu muhtasar eserleri, bunlara yazılan şerhler takip etmiştir. [21]

Hanefîyye Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları. Hanefîyye metoduna göre yazılmış usûl eserlerinin en meşhurları şunlardır:

- Ebûbekr Ahmed b. Ali el-Cessâs'm (v. 370/980) "el-Usûl"ü,

- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsi'nin (v.430/1038) "Takvîmü'l-edille"si,

- Şemsül'eimme es-Serahsî'nin (v. 483/1090) "el-Usûİ"ü,

- Fahru'l-İslâm Ali b. Muhammed el-Bezdevî'nin (v. 482/1089) "el-Usûl"ü. Pezdevî'nin eseri, bu kitapların en güzeli ve doyurucusudur. Bunu Abdüiaziz b. Ahmed el-Buhârî (v. 730/1329) "Keşfu'l-esrâr" adını verdiği kitabında şerhetmİştir.Bir de, gerek Hanefîlerin gerek diğerlerinin müteahhirin bilginlerinden bir gurup bulunmaktadır ki bunlar, mütekellimîn metodu ile Hanefîyye metodunu birleştiren ve her ikisini bir tek eserde toplayan kitaplar yazmışlar, böylece şu iki faydayı birlikte sağlamak istemişlerdir:

a) Usûl kurallarım fıkıh meseleleri üzerine uygulayarak ve fıkıh hükümlerini usûl kurallarına bağlayarak fıkha hizmet etmek,

b) Usûl kurallarının sağlam temellere dayalı olduğunu gösterip buna dair deliller getirmek.Bu bilginlerden meselâ Îbnü's-Sâ'âtî diye meşhur Muzafferuddîn Ahmed b. Ali (v. 694/1294) "Bedî'u'n-nİzâm el-câmi' beyne kitâbey el-Bezdevî ve'1-ihkâm" adlı eseri kaleme almıştır.

ŞER’İ DELİLLER

 

Delil;Üzerinde doğru bir mantıkla düşünüldüğünde kendisiyle matlub bir habere ula­şılması mümkün olan şeydir. Şer'î delil: İster kat'î (yakınî) ister zannî (yani zann-ı galib) bir yolla olsun kendisinden şer'î amelî bir hüküm istinbât edilen her şey şer'î delildir. Bunun için delil, delâleti kat'î olan ve zannî olan olmak üzere iki kısma ayrılır.

 

Deliller iki kısımdır:

 

 a) Âlimlerin cumhuru tarafından kabul edilen müttefekun aleyh (üzerinde ittifak edilen) deliller -ki bunlar Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyastır-,bunlarla istidlal yapılırken şu tertibe riâyet edilir: Önce kitap, sonra sünnet, sonra icmâ, sonra kıyas. Bunlarla istidlal ederken aralarında tertip olduğuna dair delil Bağavî, İbnü Abdilber ve daha başkalarının Muaz b. Cebel'den rivayet ettikleri hadis-i şeriftir:

 

 b) Muhtelefun fîh (üzerinde ihtilâf edilen) deliller. Bunların da en meşhurları İstihsan, Mesâlih-i mürsele veya İstislah, İstishab, Örf, Sahabe mezhebi, Önceki şeriatler ve Şeddi zerâyi' olmak üzere yedi tanedir.

 

 

 

1-KİTAP

 

Meşhur olma­sına ve bilinmesine ve Allah (c.c.) in ona Kitap, Mushaf, Tenzil, Furkan ve Zikir gibi bir çok isim vermesine rağmen usûlcüler onu başkalarından ayırmak için şöyle tarif etmişlerdir: "O, en kısa süresiyle dahi mu'ciz olarak Arap lisanıyla Rasûlullah'a indirilen, mushaflarda yazılı olan, tevatür yolu ile nakledi­len, okunarak ibadet edilebilen, Fatiha süresiyle başlayıp Nâs süresiyle biten Allah (c.c.) in kelâmıdır."

 

Yukarıda geçen tariften Kur'an-ı Kerîm'in şu özelliklere sahip olduğu görülüyor:

 

1-O, lafzı ve manasıyla Allah kelâmıdır.

 

2- Kur'an-ı Kerîm'in tamamı Arapçadır, onda Arapça olmayan dillerden bir şey yoktur.

 

3- Kur'an-ı Kerîm nesilden nesile tevatür yoluyla nakledilmiştir.

 

Şaz kıraatler hüccet olmaz, zira bunlar ne Kur'an ne de sünnettir diye nakledilmediği için ne Kur'an ne de sünnet sayılmaz.

 

Besmeleye gelince: Neml sûresinin içinde bulunan besmele müslümanların ittifakıyla bir ayettir. Sûrelerin başında bulunan besmeleler ise hanefîler ve şafiîler gibi bazı mezheplere göre yine Kur'an'dan bir ayettir.

 

Kur'an'ın Hükümleri

 

 

Kur'an'ın hükümleri, ister din, ister dünya, ister âhiret hakkında olsun birini diğerinden ayırmadan- İslâm'ın yapısı ve mesajına uygun olan her şeye amildir. Bunlar üç nevidir.

 

1 - İtikada ait olanlar: Bunlar Allah'ın varlığı, birliği, melekler, kitaplar, peygamberler ve âhiret günü hakkında inanılması insana farz olan esaslarla ilgili hususlardır.

 

2- Ahlâka ait olanlar: Bunlar mükellefin bezenmesi lazım gelen faziletlere uzak durması lazım gelen bayağılıklarla ilgili olanlardır.

 

3- Ameller: Bunlar mükelleften sadır olan sözler, fiiller, akideler ve tasar­ruflardır. Kur'an'ın fıkhı işte budur. Bunlar da şu iki nevi içine alır:

 

a) Namaz, oruç, hac, zekat, nezir, yemin, kurban gibi insanın, Rabbi ile olan alâkasını tanzim eden ibadetlere ait hükümler.

 

b) Akidler, tasarruflar, cinayetler, cezalar gibi insanlarla olan alâkasını tanzim eden muamelata ait hükümler. Bu gurupta şu hükümler bulunur: Evlenme, boşanma, nafaka gibi aileye ait hükümler (el-Ahvâlü'ş-Şahsiyye hükümleri), Alış-veriş, kira, rehin ve şirket gibi mâlî akitlere ait hükümler (el-Ahkâmü'l-Medeniyye),

Cinayetler ve cezalara ait hükümler (el-ahkâmü'l-cinâiyye), Davalar, deliller, yeminler gibi mahkeme huzurunda tamamlanan medenî veya cezaî icrââtlara ait hükümler (Ahkâmü'l-Mürâfaât).

 

 

2-SÜNNET

 

Usûlcülere göre ise Rasûlullah'tan (s.a.) den sadır olan her türlü söz, fiil ve takrire denir. Bu tarif sünnetin üç çe­şidine de işaret etmektedir:

 

1- Kavlî sünnet: Bu, Rasûlullah (s.a.)'in çeşitli maksat ve münasebetlerde söylediği hadisi şeriflerdir.

 

2-  Fiilî Sünnet: Bu, Rasûlullah (s.a.)'in yaptığı fiillerdir.

 

3- Takrîrî Sünnet: Bu, Rasûlullah (s.a.) in yanında meydana geldiği veya zamanında meydana gelip de haberdar olduğu halde sükût ettiği veya açıkça "olur" verdiği veya kendilerinden onu güzel bulduğuna ve memnun olduğuna delâlet edecek bir tavrın sadır olduğu şeydir.

 

 

Sened Bakımından Sünnetin Kısımları

 

                Sünnet senedi bakımından cumhura göre iki kısımdır: Mütevâtir sünnet, âhâd sünnet. Hanefîlere göre ise üç kısımdır: Mütevâtir sünnet, meşhur sün­net, âhâd sünnet.

 

                Mütevâtir sünnet: İlk üç asırda yalan üzerine ittifakı âdeten mümkün ol­mayan bir topluluğun Rasûlullah (s.a.) den rivayet ettiği hadistir. kesin bilgi ve yakîn ifade eder, inkâr eden kâfir olur.

 

 

 

Meşhur sünnet: Rasûlullah'tan rivayet edenlerin sayısı -bir veya iki kişi olabilir- mütevâtirde aranan sayıya ulaşmayan, fakat sahabeden sonra ikinci hicrî asırda yayılıp yalan üzerinde ittifakları mümkün görülmeyen bir mütevâtir rivayet topluluğunun nakledegeldiği sünnettir. Üçüncü hicrî asırdan sonra meş­hur olması muteber değildir. Onu rivayet eden sahabeden nakledilişi kat'îdir, ancak Rasûlullah (s.a.) den rivayet kat'î değildir. Dolayısıyle itmi’nan ve yakîne yakın zan ifade eder, inkar edenler fasık olur. Mütevâtir sün­nette olduğu gibi meşhur'la da Kur'an-ı Kerîm'in umûmu tahsis, mutlakı takyid edilebilir.

 Âhâd sünnet: Rasûlullah'tan (daha sonraki asırlarda da) rivayet edenlerin sayısı, bir veya ikiyi geçmeyen veya tevatür seviyesine ulaşmayan hadistir. Hadislerin pek çoğu âhâddır. Buna haber-i vâhid denir. Hükmü: Bu sünnet zan ifade eder. İtminan veya yakîn ifade etmez. Bu hadisin Rasûlullah'tan sudûru zannîdir. Ancak, sübûtunda şek olduğundan itikadı vacib olmasa bile onunla amel edilmesi vacibtir. Alimlerin cumhurunun görüşü budur. Çünkü sahih ha­dis râvilerinde adalet, zabt ve itkan sıfatları kamilen mevcut olması sebebiyle bu zan, vukuu râcih (Yani Rasûlullah'ın bu hadisi söylemiş olması kuvvetle muhtemel) olan bir zandır. Bu da bu hadisle amel etmenin vacib olması konu­sunda kâfidir.

İçinde varid olan hükümler açısından sünnetin yeri dört kısımdır:

 

1- Sünnetin Kur'anı teyid etmesi: Namaz kılmayı, zekat vermeyi, rama­zan orucunu tutmayı, hacca gitmeyi emretmesi, Allah'a şirk koşmayı, yalan şahitliği, ana-babaya âsî olmayı, haksız yere adam öldürmeyi nehyetmesi Kur'an'ı teyiddir. "Hiç bir müslümanın malı gönül rızası olmadan helal olmaz" hadisinde olduğu gibi başkasının malını yemeyi nehyeden bu hadis "Ey iman edenler, aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyin" (Nisa: 4/29) ayetini, "Ka­dınlara hayrı tavsiye edin" hadisi "Onlarla iyi geçinin" (Nisa: 4/193 ayetini te­yid etmektedir.

 

2- Sünnetin Kur'anı beyan etmesi: Bu beyan üç çeşittir:

 

a) Kur'an'ın mücmelini beyan etmesi: Meselâ kavlî ve fiilî sünnetler iba­detlerin şeklini, muamelâtın esaslarını beyan etmiştir.

 

b) Kur'an'ın âmm (umumi olan) lafızlarını tahsis etmesi: Meselâ "Kadın, ne halası ne teyzesi, ne erkek kardeşinin kızı, ne kız kardeşinin kızı üzerine nikahlanmaz" hadisi "... bunların gerisindekiler size helâl kılınmıştır" (Nisa: 4/24) ayetini tahsis etmiştir.

 

c)  Kur'an'ın mutlakını takyid etmesi: Meselâ: Rasûlullah (s.a.) in hırsızın elinin bilekten kesileceğini bildirmesi "Erkek hırsızın ve kadın hırsızın ellerini kesin" (Maide: 5/38) ayetinde mutlak gelen "el" i takyid etmiştir.

 

3- Sünnetin Kur'anı neshetmesi: Meselâ "Vârise vasiyyet yoktur" hadisi "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir şekilde vasiyet vardır" (Bakara: 2/180) mealindeki vârise vasiyeti emreden ayeti nesh etmiştir. Şâfıî hariç cumhurun görüşü budur.

 

4- Kur'an-ı Kerîm'in sukut ettiği hususlarda sünnetin yeni bir hüküm ge­tirmesi: Meselâ, muhsan (evli) olan zâninin recmedilmesi, bir şahid ve bir ye­minle hükmedilmesi, erkeklere ipek ve altın kullanmanın haram olması, sadaka-i fıtır, âkile (katilin akrabaları) üzerine diyet yüklenmesi, ehlî eşek etinin haram olması, esirlerin kurtarılması gibi haberler bu cümledendir.

 

                Hanefîler haber-i vahidle amel etmek için şu üç şartı getirmişlerdir.

 

1 - Râvi rivayet ettiğinin hilâfına amel etmiş olmamalı. Amel etmiş ise rivayetiyle değil görüşü ile amel edilir.

 

2- Hadis, çok vuku bulan ve herkesi ilgilendiren bir konuda olmamalı. Çünkü böyle olursa onun tevatür veya şöhret (meşhur hadis) yolu ile rivayet edilmesi için sebepler mevcut olduğu halde âhâd tariki ile rivayet edilmesi hadi­sin sübûtu hakkında şüphe uyandırmaktadır. Bu sebeple namazda rükûya gi­derken ellerin kaldırılmasına dair rivayetle amel etmemişlerdir.

 

3- Eğer ravi fakih değil ise rivayet ettiği haber şer'î esaslara ve kıyasa muhalif olmamalıdır. Bu sebeple Hanefîler Ebu Hüreyre'nin sütü sağılmadan bir kaç gün beklettikten sonra "bol sütlü" zannedilerek satın alınan koyun sa­ğıldıktan ve sütsüz olduğu anlaşıldıktan sonra bir sa' hurma ile beraber geri verileceğine dair rivayet ettiği hadisle amel etmemişlerdir. (Bu hadis Bir malın kâr ve geliri onun mülkiyeti ve tazmin riski mukabilindedir, yani nimet külfet mukabilindedir, hadisine ters düşmek­tedir.)

 

İmam Malik de haber-i vahidle amel edilebilmesi için hadisin Medine ehli­nin ameline muhalif olmamasını şart koşmuştur.

 

İmam Şafiî de haber-i vahid ile amel etmek için şunları şart koşmuştur: "Râvinin, dininde güvenilir, doğru, yaptığı rivayeti anlayan ve iyi zapt eden birisi olmalı ve ilim ehlinin (aynı konudaki) hadisine muhalif olmamalıdır demiştir." Bu şartların neticesi haber-i vahidi kabul etmemektir.

 

İman Ahmed bin Hanbel de İmam Şafiî gibi senedin sıhhati dışında haber-i vahidle amel etme hususunda başka şart koşmamıştır.

 

                Mürsel Hadis

 

                Usülcülerin ıstılahında mürsel hadis, ister munkati' veya mu'dal veya muallak olsun Rasûlullah'la görüşmemiş âdil kişinin "Rasûlullah şöyle dedi" şeklinde rivayet ettiği hadistir.

Sahabenin mürselinin kabul edileceğinde ihtilaf yoktur. Çünkü sahabenin hepsi adalet sıfatına sahiptir. Sahabenin haricindekilerin mürsellerine gelince Şafiî hariç Cumhurun nezdinde makbuldür. Çünkü âdil ve sika (güvenilir) olan râvi bir hadisi Rasûlullah'ın söylediğine kesin inanmadıkça irsal yapmaz ve rivaye­tini caiz görmez.

 

İmam Şafiî aşağıdaki beş şeyden birisiyle takviye edilmedikçe mürsel hadisi kabul etmez:

 

1- Said bin Müseyyib, Zührî, Hasan el-Basrî, Şa'bî ve İbni Şîrîn gibi tabiînin büyüklerinin mürsellerinden olmalıdır.

 

2- Müsned bir hadisin onu mana yönünden teyid etmesi lazımdır.

 

3- Âlimler nazarında makbul olan bir mürselin ona muvafık olması la­zımdır.

 

4- Bir sahabe kavli onu teyid etmelidir.

 

5- Âlimlerin çoğunluğunun fetvasıyla takviye edilmiş olmalı.

 

                Peygamber (s.a.) in fiilleri üç çeşittir:

 

1- Fıtrî hareketleri: Bunlar oturup kalkma, yeme, içme, uyuma, yürüme gibi insan olmanın gereği zat-ı âlilerinden sadır olan fiillerdir. Bunlar kendisi için mubah hareketler olduğu gibi ümmeti için de mubah hareketlerdir, dolayısıyla bunları yapmak ve bu davranışlarında Rasûlullah'a ittiba etmek bize vacib değildir.

 

2- Sadece Rasûlullah'a ait olduğu sabit olan fiiller. Meselâ: iftar etmeden oruca devam etmek, kuşluk namazının, kurban kesmenin, vitir ve teheccüd namazlarının ona vacib olması, dörtten fazla kadınla evlenme, bir davanın isbatında yalnız Huzeyme'nin şahitliğini yeterli görmesi Hasâis-i Nebî'den (Rasûlullah'a mahsus fiillerden) sayılır. Bunların hükmü şudur: Hasâisde Rasûlullah'a tabi olunmaz, kendine mahsus sayılır.

 

3-  Yukarıda geçenlerin dışında olup dinî bir hüküm kastedilen fiiller. Bunlar uymamız istenilen fiillerdir.

 

                3-İCMA

 

Usülcülerin ıstılahında icmâ: "Ümmet-i Muhammed'den müctehidlerin Peygamberin vefatından sonra her hangi bir asırda bir şer'î hüküm üzerinde ittifak etmeleridir." İcmanın;

 

1-     mutlaka ictihad ehliyetini hâiz müctehidler tarafından yapılmış olması lazımdır. Mevcut bütün müctehidlerin çoğunluğunun ititfakı bağlayıcı bir icmâ sayılmaz.

 

2-     müctehidlerin ümmet-i Muhammed'den olması şarttır.

 

3-     Rasûlullah hayatta iken icmâ vaki olmaz.

 

4-     icmâ ancak vacib, haram, sahih, fasid gibi şer'î bir hüküm üzerinde olur. Buna göre meselâ "Fe harfi takib içindir" gibi lügatla ilgili bir şey veya bu âlemin sonradan var olması gibi aklî bir şey üzerindeki ittifak icmâ sayılmaz.

 

5-     İcmâ edenlerin, icmâlarında nasdan veya kıyastan şer'î bir müstenede (dayanağa) dayanmaları şarttır.

 

                İcmânın Hüccet Oluşu

 

Bir mesele hakkında müctehidlerin tamamının görüşlerinin bir hüküm üzerinde ittifak etmesi suretiyle yukarıda matlup olduğu şekilde icmâ meydana gelirse bu hüküm bağlayıcı olur, uyulması vacibdir, muhalefeti caiz olmaz. Daha sonra herhangi bir asırda âlimler onu bozamaz. Çünkü artık o şer'î hü­küm, ne muhalefete ne de neshe mecal bırakmayacak şekilde kat'î bir hüküm olmuş, Kur'an ve Sünnet gibi icmâdan da yakînî bir şekilde maksad hasıl ol­muştur.

Ancak icmâ delili kat'î olursa, icmâ müstakil bir hüccet olmaz, belki o delili takviye etmiş olur. Eğer icmâ delili zannî olursa icmâ müstakil bir delil olur, yani sadece icmâyı delil almak kâfidir, icmânın müstenedi olan delili araştırmaya hacet yoktur. Bu icmâ kendi başına şer'î hüküm koyuyor manasına gelmez. Çünkü gerçek manada teşri (hüküm koyma) kaynağı dindir.

îcmâ, âlimlerin çoğuna göre kat'î bir hüccettir. Öyle ki eğer icmâ bize te­vatür yoluyle nakledilmişse muhalefet eden tekfîr edilir veya dalâlette veya bid'at içinde olduğu kabul edilir. Ama bize âhad yolla gelmişse veya sükûtî icmâ ise bu, o hüküm hakkında kat'iyyet değil zan ifade eder.

Âmidî, Cüveynî, İsnevî ve İbni Hâcib gibi bazı âlimler nazarında da icmâyı inkâr eden tekfir edilmez.

 

                İcmânın Çeşitleri

 

                İcmâ tekevvün (oluşum) yollarına göre iki çeşittir: Sarih icmâ sükûtî icmâ.

 

a) Sarih icmâ: Müctehidlerin, muayyen bir meseledeki hüküm üzerinde söz veya fiil halinde görüşlerinin ittifak etmesidir. Bu, âlimlerin bir mecliste toplanıp her birinin o mesele hakkında görüşünü açıklaması ve görüşlerin bir hüküm üzerinde birleşmesi şeklinde veya o mesele hakkında ayrı yerlerde de olsalar her âlimin aynı fetvayı vermesi ve fetvaların tek bir şey üzerinde birleşmesidir.

 

b) Sükuti icmâ: Bu, bir mesele hakkında aynı asırdaki müctehidlerden bazılarının bir hüküm söylemesi, buna muttali olan diğerlerinin bunu reddet­meyerek sükût etmesi şeklinde olur. Bu icmâ hakkında âlimlerin çeşitli görüş­leri vardır, en önemlileri şu ikisidir:

 

Malikî ve Şafiîlere göre bu ne bir icmâ ne de bir hüccettir.

 

Hanefî ve Hanbelîlere göre ise bu bir icmâdır ve kat'î bir hüccettir

 

Sükûtî icmâyı kabul etmeyen birinci görüş sahibleri görüşlerini şu esasa dayandırdılar: Diğer müctehidlerin susması, duydukları o hükmü kabul ettikle­rine dair bir karine sayılmaz. Zira bu sükût, belki meselede ictihad etmedikleri veya fetvayı verenden çekindikleri veya görüşünü açıkladıkları takdirde bir za­rar geleceğinden korktukları veya "Her müctehid isabet eder" görüşünde olduk­ları için sükût etmiş olabilirler. Bu ihtimaller mevcud olduğundan diğerlerinin sükûtu verilen fetvaya muvafakat ettikleri manasına gelmez ve icmâ vaki olmuş sayılmaz.

 

Sükûtî icmâyı kabul eden ikinci görüş sahiplerinin delilleri de şunlardır:

 

1-Her müctehidin görüşünü sarahaten duymak âdeten mümkün değildir. Çünkü âdet, âlimlerden birinin fetvasına diğerlerinin sukut etmesi şeklindedir.

2-Yine âdet bir asırda bir meselede âlimlerin büyüklerinin fetva vermesi küçüklerinin de bir teslimiyet ve muvafakat olarak susması şeklindedir. Bu se­beple sükût zımnî bir muvafakattir.

 

İcmanın  Oluşma İmkanı

 

                Nazzam ile Mutezile ve Şiadan bazılarına göre icmânın oluşması âdeten mümkün değildir. Çünkü icmânın var olması her hangi bir asırdaki müctehid­lerin ittifakına bağlıdır. Bunun gerçekleşmesi için de şu iki hususun bulunması lazımdır:

 

 a) Mesele ortaya çıktığında İslâm âleminde bulunan müctehidlerin bi­linmesi

 

                b) Bunların tamamının görüşlerinin bilinmesi. İkisi de mümkün değil­dir. Çünkü müçtehidi müctehid olmayandan ayırt edecek tespit edilmiş bir ölçü bulunmamaktadır: Ayrıca âlimler bir beldede toplu olduğu halde değil her tarafta dağılmış vaziyette bulunurlar, dolayısıyla bunları toplamak güvenilir şe­kilde görüşlerini öğrenmek mümkün olmaz.

 

Diğer taraftan icmâ edenlerin delili ya te'vile ihtimal bırakmayacak şekilde kat'î olur ve o takdirde icmâya ihtiyaç kalmaz veya zannî olur, o takdirde de itti­fak mümkün olmaz. Çünkü zannî delil, müctehidlerin bakış açılarının ve zekâ seviyelerinin farklı olması, her birinin nazarında kendisini bu hükme götüren şahsî ve mezhebî sebeplerin farklı olmasının yanında hak olanı kabul etmedeki farklılıkları sebebiyle de ihtilâf kaynağıdır.

 

Bu delillere verilecek cevap şudur: Bunlar, fiilen vaki olmuş bir şey (icmâ) hakkında mücerred şüphe ve tereddütlerdir, itibar edilmez.

Âlimlerin cumhuru âdeten icmânın mümkün olduğuna onun fiilen vaki olmasını delil gösterdiler, mümkün olduğuna vukuundan daha kuvvetli bir delil ise olmaz. Nitekim sahabe, zekat vermeyenlerle harp edilmesi, Kur'an-ı Kerîm-'in bir mushafta toplanması, altı sınıf eşyada faizin carî olacağı gibi bir çok ahkâm üzerinde icmâ etmişlerdir.

İmam Şafiî: "Hakkında ihtilâf olduğu bilinmeyen şeye icmâ denilmez" demiştir. Ahmed b. Hanbel'in "Kim icmâ iddiasında bulunursa yalancıdır" sözünden ne kastedildiğine gelince: Bu, icmâların naklinde ve vaki olup olmadığında insanları araştırmaya sevketmek, muttali olmadan, naklin sıhhatine ve haberin doğruluğuna dair başkalarının da muvafakatini araştırmadan icmâ iddiasında bulunmamaları içindir. Yoksa maksadı icmânın vukuunu inkar etmek değildir.

İcma, ancak o konuda icma eden alimlerin tamamının ölümünden sonraki dönem için bağlayıcıdır. Zira icmada bulunan alimler hayatta olduğu müddetçe görüşlerinden dönme ihtimali vardır.

 

 4-KIYAS

 

Usûlcülerin ıstılahında kıyas: Aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunmayan şer'î hükmü, hakkında nass bulunan bir hükme ilhak etmektir. İlhakın manası var olan hükmü açmak ve ortaya çıkarmak demektir. Zaten yok olan bir hüküm çıkarmak değildir. Müctehidin yaptığı, hükmün illetindeki ortaklıklarından dolayı asılda var olan hükmün fer'de de var olduğunu ortaya koymaktan ibarettir.

 

                Rükünleri

 

                Kıyas dört rükün üzerine oturur: Asıl, fer', asıl ile fer'i birleştiren vasıf -ki bu illettir-, ve aslın hükmü.

 

1 - Asıl: Nass veya icmâ ile sabit olan hükme konu olan şeydir. Şaraba kı­yas edilerek nebîzin de haram kılınması misalindeki şarap asıldır.

 

2-  Fer': Hakkında herhangi bir nass veya icmâ bulunmayandır ki yu­karıdaki misalde bu nebîzdir.

 

3-  İllet: Aslın hükmünün üzerine bina edildiği vasıftır. Yukarıdaki misaldeki "sarhoş etme" vasfı illettir.

 

4- Aslın hükmü: Asıl hakkında varid olan nass veya icmânın ifade ettiği ve fer'a nakledilmesi istenilen şer'î hükümdür. Geçen misaldeki "şarabın haramlığı" aslın hükmüdür.

 

Örneğin; Hadis-i şerifte belirtildiği gibi altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz dan ibaret olan altı sınıf mal kendi cinsleriyle takas edildiğinde birinin ölçek miktarı diğerinden fazla olursa faiz olur ve haramdır. Bunlar asıldır. Mısır, pirinç, bakla gibi bu altı sınıfa kıyas edilenler ise fer'dir. Hüküm ise bunlarda faizin haram olmasıdır. İllete gelince: Hanefî ve Hanbelîlere göre illet aynı cins olmasının yanında ölçü veya tartı ile satılır olmalarıdır. Şafiî ve Malikîlere göre ise illet altın ve gümüşte semeniyet (değer ölçüsü), geri kalan dört yenilir maddede ise illet Şafiîlere göre yenilir şey olmaları, Malikîlere göre de aynı cins olmanın yanında depolanıp bozulmadan bekletilebilir olmalarıdır.

 

 

 

 

 

Kıyasın   Hüccet  Olması

 

                 Kıyasın hüccet olup olmadığında iki meşhur görüş vardır: Cumhura göre kıyas amelî hükümler çerçevesinde şer'î bir hüccettir ve Şeriatın asıllarından biridir. Şer'î deliller arasında dördüncü sırada yer alır. Bunlar kıyası hüccet olarak kabul edenlerdir.

 

Mu'tezileden Nazzam'a, Şia'dan İmamiyye'ye ve Zahirî mezhebine göre kıyas ahkam için şer'î bir hüccet değildir. Bunlar da kıyası kabul etmeyenler­dir.

 

Kıyasın   Şartları

 

Kıyas sahih olması için kıyasın rükünleri olan asıl, fer', aslın hükmü ve illetten her biri için muayyen şartların bulunması lazımdır.

 

Asılda aranan şartlar: Asıl, hakkında nas veya icmâ varid olan hükmün mahallidir. Usûlcüler bu asıl hakkında bir takım şartlar zikrederler ki bunlar gerçekte aslın hükmünün şartlarıdır. Bir şart hariç, sadece asla mahsus her hangi bir şarta rastlamadım. O bir şart da aslın başka bir aslın fer'i olma­masıdır. Çünkü mantık, esas olan asla kıyas ederek hüküm verir, asıl kabul edilen fer'e kıyas ederek değil.

 

Aslın hükmünün şartları:

 

1-Aslın hükmünün sadece kendi mahalline mahsus olmaması lazımdır. Çünkü kıyas yapabilmesi için aslın hükmü fer'a intikal edebilmelidir, şayet başka bir delil ile hükmün asla mahsus olduğu sabit olursa bunun aktarılması mümkün olmaz.

 

2- Aslın hükmünün manası makul olmalıdır. Yani aklın idrâk etmesi mümkün olan bir illeti bulunmalıdır. Çünkü illet kıyasın esasıdır. Bu sebeple namazların rekatleri, zekatların miktarları gibi taabbudî olan hükümlere kıyas yapılmaz. Çünkü bu hükümlerin il­letlerini aklın idrak etmesi mümkün olmaz.

 

3- Fer'in hükmü hakkında nas bulunmamalı: Yani aslın hükmüne delâlet eden delil fer'in hükmüne de delâlet edip ona da şâmil olmamalı. Zira delil fer'in hükmüne de şâmil olursa o takdirde fer'in hükmü kıyasla değil aslî delil ile sabit olmuş sayılır, dolayısıyle kıyasa ihtiyaç kalmaz. Meselâ, şarabın haramlığına ayetle değil de "Her sarhoş edici şey haramdır." hadisi delil alınırsa bu nass aynı zamanda nebîz = şıranın haram olduğuna da delâlet eder, kıyasa hacet kalmaz.

 

4- Aslın hükmü fer'in hükmünden önce meşru kılınmış olmalıdır.

 

 

Fer'in Şartları:

 

1- Fer'de de aslın illetine benzer bir illet bulunmalıdır. Bu şart tahakkuk etmeden yapılan kıyasa "kıyas maa'l-fârık" denilir.

 

2-Aslın hükmü fer'de değişmemelidir.

 

3- Kıyas neticesinde fer'in aslın önüne geçmesi gibi bir hal olmamalıdır.

 

4-  Fer' hakkında kıyasa muhalif bir hükme delâlet eden bir nass veya icmâ bulunmamalıdır.

 

 

 

İlletin Şartları:

 

İlletle hikmet arasındaki fark: Hikmet şârii hüküm koymaya sevkeden asıl âmil ve ondan hedeflenen nihâî gayedir ki o da hüküm koyucu (sâri') nun hüküm koyarken tahakkukunu veya ikmalini istediği maslahat veya ortadan kalkmasını veya azalmasını istediği mefsedettir.

 

İllet ise üzerine hükmün bina edildiği, var olduğunda hüküm de var olan bulunmadığında hüküm de bulunmayan, hükmü tarif eden zahir ve munzabit bir vasıftır.

 

"Sebep"e gelince usûlcülerin cumhuruna göre sebep delâlet bakımından illetten daha umumidir. Buna göre, her illet sebepdir ama her sebep illet değil­dir. Eğer hüküm ile vasıf arasında akılla idrak edilebilecek bir münasebet (maslahat) varsa o vasfa hem illet, hem sebep denilir. Şayet bu münasebet akılla idrak edilir cinsten değil ise bu vasfın adı sadece "sebep" olur.

 

1- İllet hükme münasib bir vasıf olmalıdır. Yani hükmün konulmasın­daki hikmetin tahakkuku muhtemel bir vasıf olmalıdır. Hükmü, ona münasip olmayan vasıfla ta'lil etmek sahih olmaz. Meselâ alkolün haram kılınmasını onun kırmızı bir sıvı olması veya şişeye doldurul­muş olması ile ta'lil etmek gibi.

 

2- İllet açık bir vasıf yani duyulardan biri ile varlığı anlaşılabilen bir va­sıf olmalıdır. Çünkü illet orada hükmün varlığını gösteren bir vasıf olmalıdır. O halde hem asıl da hem fer'de varlığı anlaşılabilen açık bir vasıf olması lazım gelir. Meselâ: "Sarhoş etme" vasfı şarapta ve başka sarhoş edici herhangi bir nebîzde varlığı hissedilebilen bir vasıftır. Eğer bu vasıf hafi (gizli) olursa hükmün onunla ta'dil edilmesi isabetli olmaz. Çünkü bu takdirde o vasfın var olup olmadığını tesbit etmek mümkün olmaz.

 

3-  İllet munzabit bir vasıf olmalıdır. Yani şahısların ve durumun değişmesiyle büyük değişiklik göstermeyen mahdut ve muayyen bir hakikati olan bir vasıf olmalıdır. Çünkü kıyasın esası asıl ile fer' arasındaki illet eşitliğidir.

 

4- İlletin müteaddî (intikal edici) olup sadece asla ait bir vasıf olmamalı­dır. Yani illet çeşitli hallerde tahakkuku mümkün olan ve aslın dışında da bulunan bir vasıf olmalıdır. Eğer illet sadece asla ait bir vasıf olursa onun üzerine kıyas yapmak sahih olmaz. Çünkü illetin böyle kasır olması onun fer'de da bulunmasına mani olur. Halbuki kıyasın temeli fer'in asla hükmün illetinde ortak olmasıdır. Bu ortaklık tahakkuk etmezse kıyas sahih olmaz.

 

Bu sebeple şarabın haram kılınmasını onun keskinleşmiş üzüm suyu ol­ması ile ta'lil etmek sahih olmaz. Çünkü bu illet başkasında bulunmaz. Ama sarhoş edici olması ile ta'lil edilebilir çünkü bu vasıf şarapta da başkasında da bulunur.

 

                İlleti Bulma Yolları

 

Bundan maksad müctehidi illete ulaştıran yollardır. En önemlileri şunlar­dır:

 

1-  Nass

 

Yani her hangi bi vasfın bir şer'î hükmün illeti olduğuna dair Kur'an-ı Kerîm'de veya sünnette varid olan nasdır. Bu nevi illete "mansus illet" denir.

 

a-) Sarih illet: Nasda "şunun için, şu sebeple, şu illete binâen" gibi Arapçada ta'lil lafzı olarak kullanılan lafızların ifade ettiği illettir. Meselâ Haşr süre­sindeki fey'  ganimetin kime ait olduğunu beyan eden ayette olduğu gibi: "Al­lah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından peygamberlerine verdiği ganimet­ler, içinizden yalnız zengin olanların arasında dolaşmaması için Allah, pey­gamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir." (Haşr:59/7) ayet-i kerimesinde sarih illet "sadece zenginler arasında dolaşan bir (mal) olma­ması için" kısmıdır.

 

b-) Nassın îmâ ve işaret yolu ile delâlet ettiği illet. Bu bir suâle verilen cevabın içinde bulunabilir. Meselâ: Ramazanda gündüz hanımıyla mukarenette bulunan kişinin bunun hükmünü sorduğunda Rasûlullah (s.a.) ın "Bir köle azad et." demesi gibi. Hükmü bir vasıfla beraber söyleyip hükmü ona bina etme şek­linde olabilir. Meselâ Rasûlullah (s.a.) in "Hakim öfkeli iken hüküm vermez." hadisi şerifinde olduğu gibi. "Takib fası" ile hükmü bir vasfa bina etme şeklinde olabilir: "Hırsız erkek ve kadının ellerini kesin" (Maide: 5/38) ayetinde olduğu gibi. Bir vasıf (özellik) zikredilerek iki şeyin hükümde ayrı olduklarını göstermek şeklinde olabilir. Meselâ, ganimet taksiminde "yayaya bir hisse süvariye iki hisse" hadisinde olduğu gibi.

 

2- İcmâ

 

Bu icmânın muayyen bir vasfın şer'î bir hükme illet olduğuna delâlet et­mesidir. Meselâ: Velinin küçük çocuğun malı üzerindeki velayet illetinin "kü­çük olması" olduğunda âlimler icmâ etmişlerdir. O halde evlendirme konusun­daki velayeti de buna kıyas edilir.

 

 

 

3- Sebr ve Taksim

 

Sebr ve Taksim: Asılda illet olduğu zannedilen vasıfları topla­yıp her birini ayrı ayrı gözden geçirmek ve aralarında illet olması uygun olan vasfı seçmektir. Burada müctehidin ameli: zahîr, munzabit, müteaddî, ve hükme münasib bir vasıf olma gibi illetin şartlarının tahakkukunu dikkate alarak, asılda mevcud vasıfları araştırıp illet olamayacakları ayıkladıktan sonra zannına göre "illettir" diye tercih ettiği bir vasfı illet olarak bırakmaktan ibarettir.

 

                4- Münâsebe

 

Bu, hüküm ile vasıf (illet) arasında uygunluk bulunmasıdır, tâ ki o vas­fın olduğu yerde hüküm de bulunarak ya şer'î bir maslahat elde edilsin veya bir mefsedet def edilsin. Meselâ sarhoş edici olma vasfı. Bu, şarabın haram kılın­ması hükmüne uygun bir vasıftır. Halbuki akıcı olması veya filan renkte ol­ması, tadının şöyle olması gibi vasıflar münasip olmayıp sadece sarhoş edici olma vasfı haram kılınmasına uygun bir vasıftır. Müctehid ancak vasfın illet olduğuna dair nas veya icmâ bulunmadığı takdirde bu yola başvurur.

 

Münasib Vasfın Çeşitleri

 

      Münâsebet, din ona itibar etmedikçe veya münâsip olduğuna dair delil bulunmadıkça ta'lil için bizatihi bir şey ifade etmez. Münasib vasıf, dinin onun münasip olup olmadığına delâlet etmesi açısından dört çeşittir:

 

1- Müessir münasib:

 

Bu, dinin bir nas veya icmâ ile ona itibar ettiğini gösterdiği münasib vasıftır. İttifakla bu vasıfla ta'lil yapılması sahihtir. Meselâ "Sana kadınların hayız halini sorarlar. De ki: o bir ezadır. Hayız halinde kadınlardan uzak durun" (Bakara: 2/222) ayetindeki "hayız", münasiptir, çünkü din bu vasıfa bu hükümde itibar etmiştir. İşte bu münasib vasfın en yüksek derecesidir.

 

                2- Mülayim münasib veya muteber münasib:

 

Bu, şâri'in üzerine herhangi bir hüküm bina ettiği, ancak bu vasfın bizzat o hükme illet olduğuna dair her hangi bir nas veya icmânın bulunmadığı, lâkin o hükmün cinsine illet olduğu sabit olan veya o vasfın cinsinin muayyen bir hükme veya o hükmün cinsine illet olmasına şâri'in itibar ettiği sabit olan vasıf­tır.

 

3- Mürsel münasib:

 

Bu, Şâri'in ne itibar ne de ilga ettiği bilinmeyen münasib vasıftır. Bu vasıf münasibtir yani bir maslahat getirir, lakin mürseldir yani ne itibar ne de ilgasına dair delil yoktur. "İstıslah" veya "masalih-i mürsele"den de bu kasdedilir. Kur'an-ı Kerîm'in tedvini ve benzeri amellerde dayandıkları masalih işte bu kabildendir.

 

4-  Mülga münasib:

 

 Bu, müctehidin nazarında maslahat celbedecek derecede olup lâkin fer'î hükümlerde şâri'in onu ilga ettiğine ve itibar et­mediğine dair delil bulunan vasıftır. Bununla ta'lil sahih olmayacağında âlim­lerin ittifakı vardı. Meselâ, ölenin oğlu ve kızı evlad olma vasfında müşterektirler, bu mirasta eşit olmaları için münasip bir vasıf sayılır. Ancak Allah (c.c.) "Allah size çocuklarınız hakkında erkeğe kadının payının iki misli emreder" (Nisa: 4/11) ayet-i kerimesiyle miras hükümleri konusunda bu vasfın itibarını ilga etmiştir.

 

5-   Tenkîhu'l-Menat

 

Tenkîhu'l-Menat, nas veya icmâ ile sabit olan bir hükmün illet olabilecek vasıflarının içinden, hükme tesiri olmayanlarını ayıklamak suretiyle nassın mecmuunun işaret ettiği illeti tayin etmek için yapılan ictihaddır.

 

Tenkîhu'l-Menat ile Sebr ve Taksim arasındaki fark:

 

                Tenkîh, hükmün illetine bir nassın delâlet ettiği, ancak bu illetin başka vasıflarla karışmış halde bulunup illetlikle alakası olmayan şeylerden tam tem­yiz edilmemiş olduğu hallerde yapılır. Sebr ve taksim ise, hükmün illeti hak­kında herhangi bir nassın bulunmadığı hallerde yapılır. Sebr ve taksim illet olacak vasfı diğerlerinden temyiz etmek için değil illetin ne olduğunu öğrenmek için yapılır.

Doğrusu "Tenkîhu'l-Menat" başlıbaşına illeti bulma yollarından bir yol sayılmamalıdır. O hakkında nas bulunan illetlere mahsus bir yoldur. İstinbât edilen illetler hakkında bulunmaz.

 

                Tenkîhu'l-Menat, Tahkîku'l-Menat ve Tahrîcii'l-Menât arasındaki farklar:

 

                Tenkîhu'l-Menat: Nasda zikredilen vasıflar arasından, illet olmayacak muteber kabul edilmeyen vasıfları çıkartarak Şâri'in hükmü üzerine bina ettiği illeti tayin etmektir.

 

Tahkîku'l-Menât: Aslın illeti ister nasla sabit olsun ister istinbât edilerek bulunmuş olsun, asıl üzerine kıyası istenen fer'î meselelerden her birinde illetin var olup olmadığını anlamaya çalışmaktadır.

 

Tahricü'l-menât ise: Münasebet veya sebr ve taksim gibi illeti bulma usûllerinden birini kullanarak, hükme illet yapmak için, hakkında nas veya icmâ bulunan hükme münasip olan vasfı istinbât etme hususunda düşünmek ve ictihad etmektir.

 

                Kıyas önce evlâ kıyas, ednâ kıyas ve müsâvî kıyas diye üçe ayrılır. Ayrıca celî kıyas ve hafî kıyas diye de ikiye ayrılır.

 

1 - Evlâ Kıyas: İllet daha kuvvetli olduğu için fer'in hükme asıldan evlâ olmasıdır. Meselâ, "eza verme" vasfında müşterek olmaları sebebiyle ana-babaya vurmayı, öf demeye kıyas etme meselesinde, vurma fiilinde eza daha ağır olduğu için onun evleviyetle haram olması lazımdır. "Onlara öf deme" (İsra: 17/23) ayet-i kerimesinde öf denilmesi nehyedildiğine göre vurmak evleviyetle nehyedilmiş demektir.

 

2- Müsâvî kıyas: Bu, tercih edilmeksizin fer'in hükümde asla müsâvî ol­duğu kıyastır. Meselâ, her ikisinin de "itlaf" vasfında müşterek olması sebe­biyle yetimin malını yakmayı yemeye kıyas etme böyledir. Yakmak da yemek gibi haramdır.

 

3-  Ednâ kıyas: Bu da, fer'in hükmün illetinde asıldan daha zayıf olmasıdır. Yani fer'in hükümle irtibatı asıldan daha az olması, illetin asılda daha kuvvetli, fer'de daha zayıf olmasıdır. Ribe'l-fadlın haram olması meselesinde her ikisi de yenen şey olması vasfında müşterek olmaları sebebiye elmanın buğdaya kıyas edilmesi, içilmesi haram olması ve haddi icab etmesi hususunda nebîzin şaraba ilhak edilmesi bu kabil kıyastır.

 

Hanefîlere göre celî ve hafî kıyasın manaları şöyledir:

 

Celî kıyas: İlletin açık olması sebebiyle hemen anlaşılan ve aklın kabul ediverdiği kıyastır.

 

Ednâ kıyas: Buna "istinsah" da denilir. Bu, illeti kapalı olup hemen zihne gelivermeyen kıyastır.

 

                5- İSTİHSAN

 

Usûlcülerin ıstılahında: Bir delile binaen hafî kıyası celî kıyasa tercih etmektir. Veya istisnayı ge­rektiren hususî bir delile binaen cüz'î bir hükmü küllî bir hükümden veya umumi bir kaideden istisna etmektir. Bu ince bir fakahate, düşüncedeki derinliğe ve meseleleri anlama kudre­tine delâlet eder. Bu, aklına, heva ve heveslerine göre hüküm koymak değildir. Çünkü bu ancak uzak görüşlü, ufku geniş, tefekkürü derin bir kişinin fark edebileceği kuvvetli bir delille amel etmektir.

İstihsan kıyastan ve masalih-i mürseleden farklıdır. Çünkü gördüğümüz gibi kıyas naslarda veya icmâda benzeri veya misli olan olaylarda cereyan eder. Halbuki istihsan benzeri olan fakat bir delilden dolayı umumî bir hükümden is­tisna edilen bir meselede cereyan eder. Masâlih-i mürsele ise dinde üzerine kıyas edilebilecek bir benzeri olmayan olayda tatbik edilir. Masâlih-i mürselede hüküm ancak bazı nasların tamamından elde edilen manaya veya küllî esaslara uygunluğuna binaen müstakil olarak sabit olur.

Dayandığı delile göre istihsan çeşitlere ayrılır. Bu delil, nas veya icmâ veya zaruret veya hafî kıyas veya örf veya maslahat olur.

 

1- Delili nas olan istihsan: Bu, umumî delil ile sabit olan küllî hükme veya umumi kaideye muhalif olarak, bir mesele hakkında bir hüküm ifade eden mu­ayyen bir nassın bulunmasıdır. Bu nas ya Kur'andan olur veya sünnetten olur.

 

Nassın Kur'an'dan olmasına misal vasiyettir. Kıyasın veya umumi ka­idenin gereğince vasiyet caiz olmamalıdır. Çünkü vasiyet mülkiyetin bittiği an olan ölümden sonrasına izafe edilerek temlik etmektir. Ancak vasiyet "yapı­lacak vasiyetten ve borçtan sonra" (Nisa: 4/12) ayet-i kelimesiyle bu umumi ka­ideden istisna edilmiştir.

 

2- Delili icmâ olan istihsan: Bu şer'î bir meselede icmâ hasıl olması se­bebiyle kıyasın muktezasının terkedilmesidir.

 

Alimlerin istisna akdinin cevazı üzerine icmâ etmeleri buna misaldir. İs­tisna bir zanatkarla muayyen bir ücret mukabili bir şey yapmak üzere anlaşmak­tır. Kıyasa göre bu akit batıl olmalıdır, çünkü yapılacak eşya akid esnasında mevcut değildir. Ancak insanların buna olan ihtiyacına ve her devirde yapıla gelmiş olmasına binaen icmâ ile buna cevaz verilmiştir.

 

3- Delili örf olan istihsan: Bu, insanların ihtiyaçların zorlaması altında kıyasa veya umumî kaideye muhalif olarak bir şeyi örf haline getirmeleridir. Meselâ: Kullanılacak su mikdarı ve içerde ne kadar kalacağı belli olmadığı halde ücretle hamama gitmek. Kıyasa göre bu caiz olmamalıdır, çünkü bu bazı unsurları meçhul bir kira akdidir. Ancak insanları sıkıntıya sokmamak için ihtiyaçtan dolayı cevaz verilmiştir.

 

4- Delili zaruret olan istihsan: Bu, müctehidi kıyası terkedip zaruretin veya âdeten zaruret derecesine gelen ihtiyacın gereğince amel etmeye sevkeden bir zaruretin bulunmasıdır. Meselâ içine necaset düşen kuyularda ve havuzlarda kıyasa göre kalan suyun kaynayan su ile karışması ve kovanın devamlı necis suya temas etmesi sebebiyle kirlendiği için suyun tamamının veya bir kısmının çekilmesiyle temizlenmiş olmaması gerekir. Ancak âlimler zaruretten dolayı kıyası terkederek istihsanen, bir miktar su çekilmesiyle kuyunun temizlendiği hükmünü vermişlerdir.

 

5- Delili kıyas-ı hafi olan istihsan: Kıyası hafî kıyası celîye tekabül eden kıyastır. Meselâ ziraate müsaid arazinin vakfedilmesinde bu iki kıyas iki ayrı hüküm verir. Kıyası celîye göre vakıf, mülkiyetten vazgeçme olduğu için sa­tışa benzer, dolayısıyle geçme hakkı, yol hakkı, sulama ve fazla suyu dışarı atma yolu hakkı gibi irtifak hakları dahil olmaz. Yalnız vakfeden bunları açıkça zikrederse satış akdinde olduğu gibi dahildir. Kıyası hafiye göre ise vakfetme kiraya vermeye benzer, çünkü her ikisi de eşyanın aynından intifa hakkını ifade eder. Dolayısıyle vakfeden açıkça zikretmese de kira akdinde olduğu gibi irtifak hakları da vakfa dahil olur. Çünkü vakıftan maksat intifadır, istifade etmektir. Bu da ancak irtifak haklarıyla beraber mümkün olur. Dolayısıyle bunlar açıkça zikredilmese dahi hükmen arazi vakfına dahil olur.

 

6- Delili maslahat olan istihsan: Bu, meseleyi umumi bir esastan ve küllî bir kaideden istisna etmeyi gerektiren bir maslahatın bulunmasıdır. Örneğin; Zanaatkara veya gündelikçi işçiye (ecîr-i müşterek) ver­diği zararı tazmin ettirmek. Kıyasa göre ödenmemesi gerekir. Çünkü kendile­riyle icare akdi yapılması sebebiyle emin kişilerdir. Emin kişi, korumada ihmali veya kastı görülmedikçe telef olan şeyi tazmin etmez. Ancak bunların ihmalkar­lığını önlemek ve iş sahiplerinin mallarını koruma altına alabilmek için istihsanen tazmin etmeleri gerekli görülmüştür.

 

İstihsan konusunda âlimler iki gruba ayrılmışlardır: Cumhura göre istih­san şer'î bir hüccettir. Şafiî, Şia ve Zahiriyyeye göre istihsan hüccet değildir.

 

Cumhurun bu husustaki delilleri şunlardır:

 

1 - İstihsanla amelde zorluğu bırakıp kolaylığı alma vardır ki bu da dince bir esastır. Allah (c.c.) ayet-i kerimede "Allah size kolaylık ister zorluk istemez" (BAkara: 2/185) buyurmaktadır.

 

2- İstihsanın varlığı müttefekun aleyh bir delile dayanmaktadır. Bu delil daha önce de geçtiği gibi ya nasdır veya icmâdır veya zarurettir veya kıyası hafidir veya örftür veya maslahattır. Bütün bunlar kıyası hafinin kıyası celiye tercihini, küllî hükümden cüz'î istisna yapılmasını gerektirir ki bu şer'an makbuldür.

 

İstihsanı kabul etmeyenlerin delilleri de şunlardır:

 

1 - Ancak nassla veya nassa kıyas yapılarak hüküm vermek caiz olur. Çünkü böyle olmazsa bu heva ve hevese göre hüküm vermek olur. Halbuki Allah (c.c.) "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma" (Maide: 5/49) buyurmaktadır.

 

2- İstihsanın temeli akıldır, âlim-cahil bunda müsavidir. O halde her in­sanın yeni bir din getirmesi caiz olmalıydı.

 

3- Rasûlullah (s.a.) istihsanla fetva vermez vahyi beklerdi.

 

Bu delillerin heva ve hevese göre hüküm koymayı reddetmeye dair olduğu görülmektedir ki bu ittifakla caiz değildir.

 

 

 

6-MASLAHAT-I MÜRSELE

 

Dinin tasarruf ve gayelerine uygun olup muteber olduğuna veya ilga edildiğine dair herhangi bir delil bulunmayan hükmün kendisine bağlanmasıyle celb-i menfaat veya def-i mefsedet hasıl olan vasıftır. Sahabenin Kur'an-ı Kerîm'i bir mushafta toplanması, divan ve hapishane kurulması, para basılması gibi hükümleri hep maslahata binaen verilmiş hükümlerdir.

 

                Maslahatlar bazı şer'î hükümlere esas olur ve onlara bu hükümlerin illeti olarak itibar edildiğine dair bir delil bulunursa bunlara şer'an "muteber masla­hatlar" ismi verilir. Muteber maslahatlar üç mertebedir:

 

1- Zarûriyyat: Bunlar, insanların din ve dünya hayatı için elzem olup bu­lunmadığı zaman dünya hayatının alt-üst olmasına, âhirette de cenneti kaybe­dip azaba duçar olmasına sebep olan şeylerdir. Meselâ şu beş zaruretin muhafa­zası bu cümledendir ki bunlar: dinin, canın, aklın, nesebin ve malın muhafaza­sıdır. Dinin korunması için cihad meşru kılınmış, insanların hayatının korunması için amden (bilerek) öldürene kısas yapılması, aklın muhafazası için içki içene had vurulması, nesebin korunması için zina ve iftira (kazif) cezaları meşru kılınmıştır. Malın muhafazası için de hırsızlık haram kılınmış ve hırsızın eli kesilmesi meşru kılınmıştır.

 

2- Haciyyat: Bunlar, bir takım sıkıntıların giderilmesi için insanın muh­taç olduğu, yokluğu halinde de hayatın nizamı bozulmadan sıkıntı ve meşak­kate düştüğü şeylerdir. Alış-veriş, kira gibi muamelata dair çeşitli akidler, sefer halinde namazların kısa kılınması, mesh üzerine mesh yapmak gibi çeşitli ruhsatlar bunun için meşru kılınmıştır.

 

3- Tahsiniyyat: Bunlar, namazlar için yapılan temizlikler, yenilecek şeylerden temiz olmayanların haram kılınması, nazik ve iyi davranmanın emredilmesi, gibi güzel ahlak ve âdetlerin muhafaza edil­mesi hedeflenen maslahatlardır.

Vahyin kesilmesinden sonra ortaya çıkan ve haklarında Şâri tarafından muayyen hükümler konulmayan, muteber veya mülga olduğuna dair bir delil de bulunmayan maslahatlara "mürsel münâsip" veya "mürsel maslahat" denir. Nikah akdinin resmi bir vesika ile tespitinin şart olması, mülkiyetin nakli için gayri menkul satış akdinin tescilinin şart koşul­ması gibi hususlar bu kabildendir.

 

Mesâlih-i mürsele hakkında âlimlerin iki görüşü vardır: Şafiî, Şia ve Zahiriyyeye göre hüccet sayılmaz. Malikî, Hanefî ve Hanbelîlere göre ise hüccet­tir. Masâlih-i mürseleyi hüccet kabul edenler bununla amel etmek için şu üç şartı getirmişlerdir:

 

1- Maslahat şâri'in maksadına uygun olmalıdır. Yani dinin esaslarından birine, bir nassa veya kat'î delillerden birine ters düşmemeli, bilakis şâri'in mu­radı olan maslahatlardan birinin cinsinden olmak suretiyle ona muvafık olmalı, husûsî bir delil onu muteber olduğuna delâlet etmese de tamamen uzak olma­malı. Buna göre, ramazanda gündüz hanımıyla mukârenette bulunan zengin bir kişiye keffaret olarak, daha caydırıcı olur diye köle azad etme yerine iki ay peşpeşe oruç tutmasına fetva verme gibi özel durumlara göre fetva vermek caiz olmaz. Zira bu, keffaret hakkındaki nassa muhaliftir.

 

2- Maslahat, maslahat esas alınarak konulan hükümle yarar sağlayacak veya bir zararı defedecek şekilde hakikaten mevcut ve anlaşılır olup vehim mahsulü olmamalı. Meselâ: Yapılan gayri menkul satışlarının ilgili dairede resmî olarak tescil edilmesi yalan şahitliğini azaltacak ve muamelata bir istikrar getirecekse bunu vacip kılmakta şer'an bir mani yoktur.

 

3- Bu, şahsî bir maslahat değil umuma ait bir maslahat olmalıdır. Çünkü şeriat bütün insanlara gelmiştir. Bundan dolayı özellikle bir emîrin veya başkanın veya bunların yakınlarının maslahatı göz önünde bulundurularak verilen bir hükümle amel etmek caiz olmaz.

 

 

 

  

7- ÖNCEKİ ŞERİATLER

 

                Geçmiş peygamberlerin şeriatleri iki kısımdır:

 

Birinci kısım: Bizim şeriatımızda -ne Kur'anda ne de sünnette- zikredil­memiş olan hükümler. İttifakla biz bunlarla mükellef değiliz.

 

İkinci kısım: Kur'anda ve sünnette zikri geçen hükümler. Bunlar üç çe­şittir.

 

1-Bizim şeriatımızda neshedilip, hükmü sona erenler. İttifakla biz bun­larla mükellef değiliz.

 

Savaşta düşmandan alınan ganimet mallarının haram olması böyledir. Yani Rasûlullah (s.a.) in "Ganimet bana helal kılındı, halbuki benden önce hiç kimseye helal kılınmamıştı" hadisi şerifi ile bizim şeriatımızda helal kılınmış­tır.

 

2- Bizim şeriatımızda ibka edilen hükümler. Bunlarla biz de mükellefiz. Meselâ oruç.

 

3-  Red veya kabul edildiği beyan edilmeksizin Allah (c.c.)’ın Kur'an-ı Kerîm'de kıssa halinde naklettiği veya Rasûlullah'ın lisanıyla anlatılan hüküm­ler. İşte bunlar ihtilaflıdır.

 

Bu son kısmın hüccet olup olmamasında âlimlerin iki görüşü vardır.

 

Hanefî ve Malikîlerin çoğunluğu, Şafiîlerden bazıları ve Ahmed bin Hanbel'den gelen râcih kavle göre, eski ümmetlerin tahrif edilmiş kitapları yoluyla değil de Rasûlullah (s.a.) a gelen vahiy ile bize sahih olarak ulaşan eski ümmet­lerin hükümleri bizim için de geçerlidir. Onlarla amel edilir ve onlara ittiba et­memiz vacibdir.

 

Şafiîlerde râcih olan görüşe ve Eş'arî, Mu'tezile ve Şîaya göre biz önceki şeriatlerle mükellef değiliz.

 

Bizden önceki şeriatların müstakil teşri' delillerinden bir delil olmadığı, bilakis bunun Kur'an veya sünnetin muktezası ile amel etmekten ibaret olduğu unutulmamalıdır. Çünkü bunlarla amel edilebilmesi için Allah (c.c.) ın ve Rasûlünün, red etmeden veya neshetmeden onu bize kıssa etmiş olması şarttır. Dolayısıyle aslında bu Kur'ana veya sünnete dayanır.

 

                ÖNCEKİ ŞERİATLER

 

Kur’an’da ve Sünnet’te yer Almayanlar: Bunlar Müslümanlar için bağlayıcı değildir. Kur’an’da veya Hz. Peygamber’in sözlerinde zikri geçenler: Bunlar üç kısımda değerlendirilir.

 

Mensuh Olduğuna dair Delil Bulunan Hükümler bağlayıcı değildir. Müslümanlar için de bağlayıcı olduğuna dair delil bulunan hükümler bağlayıcıdır. Kabul veya red işareti olmaksızın zikri geçen ve mensuh olduğuna dair delil bulunmayan hükümler ise ihtilaflıdır.

 

8-ÖRF

 

Örf insanların âdet haline getirip yaşattıkları her şeydir. Bu yaygın hale gelmiş bir fiil veya dilde kullanımına alışılmamış özel bir manada kullanılan ve işitildiği zaman başka mana akla gelmeyen bir söz olabilir. Bu tarif amelî örfe de kavlî örfe de şâmildir. Birincisine misal: İnsanların her hangi bir söz konuşmadan yaptıkları alış-veriş (bey'ul-muâtât), mehri müeccel ve muaccel diye taksim etmeyi âdet haline getirmiş olmaları, buğday, pirinç, koyun ve sığır eti yemenin âdet olması gibi fiillerdir.

 

Kavlî örfe misal: insanların "veled" kelimesini kız için değil sadece erkek için kullanmaları, "et" kelimesini balık için kullanmamaları, "dâbbe" kelimesini sadece at için kullanmaları buna misaldir.

 

İ              cmâ ile Farkı: İcmânın esası ümmetin müctehidlerinin ittifakıdır. Ama örfte böyle bir ittifak şart koşulmamıştır. Avamdan ve havastan insanların içinde bulunduğu ekseriyetin yapagelmiş olması kâfidir.

 

 

 

 

Çeşitleri

 

Örf-i âm: Her hangi bir zamanda belde ahâlisinin çoğunluğunun örf haline getirdiği şeydir.

 

Örf-i hâs: Bu bir belde veya bölge halkının veya belirli bir gurup insanın adet haline getirdiği şeydir.

 

Dinin kabul edip etmemesi açısından ise örf, örf-i sahih ve örf-i fâsid olmak üzere iki kısma ayrılır.

 

Örf-i Sahih, bir haramı helâl veya bir helâli haram yapmadan insanların örf haline getirdiğidir.

 

Örf-i fâsid: Bazı haramların helâl, bazı helâllerin haram sayılarak örf haline getirilen şeylerdir.

 

                Şer'î delillere ve hükümlere ters düştüğü için örf-i fâsidle amel edilmez. Örf-i sahihe gelince bu hüküm koymada, kazâî meselelerde ve ictihadda makbuldür. Örf başlıbaşına bir delil değildir. Çoğu zaman örfle amel maslahatı mürsele ile amel etmektir. Nasların tefsirinde ona müracaat edilerek meselâ âmmı tahsis edilir, mutlak takyid edilir. Bazan örf alınarak kıyas terkedilir, ortaya çı­kan yeni meseleler hakkında ictihad yapılırken örfün muktezası alınır. Bu sebeple fukaha şunu söylemiştir: Naslann mutlak vârid olduğu her meselede, o nassda ve dilde herhangi bir sınırlayıcı kaide de yoksa örfe müra­caat edilir.

 

9- SAHABE KAVLİ

 

Sahabe mezhebinden maksad Rasûlullah'ın ashabından birinden nakledi­len ictihadî görüş ve fıkhî fetvalarının toplamıdır. Usülcülere göre sahabi mümin olarak Rasûlullah'ı gören ve uzun bir müddet beraber bulunan kişidir.

 

Görüş ve içtihada mecal olmayan hususlarda sahabe kavlinin (görüşünün) delil olarak alınmasında âlimlerin ittifakı vardır. Çünkü bu Rasûlullah (s.a.) tan  nakledilen tevkifi haber kabîlindendir.

 

Yine açıkça sahabenin icmâ ettiği veya meselâ ninenin mirasta altıda bir alması meselesinde olduğu gibi her hangi birinin muhalefet ettiği bilinmeyen hususların alınmasında da ihtilaf yoktur.

 

Aynı şekilde ictihadla söylenmiş bir sahabe kavlinin bir başka sahabe kavline karşı hüccet olmayacağında da ihtilaf yoktur. Çünkü sahabe pek çok meselede ihtilaf etmişlerdir. Birisinin sözü diğerine karşı hüccet olsaydı arala­rında bu farklı görüşler meydana gelmezdi. Âlimlerin ihtilafı, sadece tabiîn ve sonrakiler açısından sahabinin sırf ictihadıyle verdiği fetvalann şer'î hüccet sayılıp sayılmayacağı üzerinedir.

Sahabe Mezhebi Hakkında Alimlerin GörüşleriSahabe kavli ile amel edip etmeme hususunda iki meşhur görüş vardır: Şafiîlere, Eş'arî, Mu'tezile ve Şia'nın cumhuruna ait olan birinci görüşe göre sahabe mezhebi hiç bir şekilde hüccet değildir. Hanefî, Malikî ve Hanbelîlere ait olan görüşe göre sahabe kavli şer'î bir delildir.

 

                10- SEDD-İ ZERAYİ

 

Mefsedet veya mazarrat ihtiva edene, yasak olana ulaştıran her şeydir. Buna göre nasıl ki vacibe vasıta olan vacib ise harama vasıta olan da haramdır. Meselâ zina haramdır, zinaya vasıta olduğu için yabancı kadına bakmak da ha­ramdır. Çünkü Şâri' kulunu bir şeyle mükellef kılmışsa ona vasıta olarak taay­yün eden her şeyi taleb etmiş demektir. Aynı şekilde bir şeyi haram kılmışsa ona götüren her şeyi haram kılmış demektir.

 

Şâtıbî zerîayı neticeleri ve getireceği zarar veya mefsedetleri itibarı ile üç çeşide ayırmıştır:

 

Birincisi: Mefsedete sebep olması kesin olan. Meselâ kapının arkasına çukur kazma bu kabildendir, zira içeri girenin ona düşeceği kesindir. Bu yasak­tır ve verilen zarar tazmin ettirilir.

 

İkincisi: Nadiren mefsedete sebep olan. Meselâ: İçine birinin düşme ihti­mali çok az olan bir yere çukur kazmak,çoğu zaman kimseye bir zararı olma­yan gıda maddelerini satmak gibi. Bunlara şer'an izin verilmiştir,çünkü şâri' hükümleri maslahatın nadiren görülmesine değil çoğu zaman bulunur olmasına bina etmiştir.Zaten âdeten mefsedetten tamamen arınmış bir maslahat bulun­maz.

 

Üçüncüsü: Çoğu zaman mefsedete sebep olan, Meselâ: Harbîye silah satma, şarap imal eden kişi ve kuruluşlara yaş üzüm satma bu kabildendir. Gü­nah ve masiyette yardımlaşmaya sebep olduğu ve zannı galib kat'iye dahil ol­duğu için bu satışlar nehyedilmiştir.

 

Maliki ve Hanbelîlere göre seddi zerâyi' fıkıh usûlünün esaslarından biridir. îmam Ebu Hanîfe ve İmam Şafiî de bazı hallerde kabul edip amel etmişler diğer bazı hallerde amel etmemişlerdir.

 

                11-  ISTISHÂB

 

Geçmişte bir şeyin var veya yok olduğuna binaen -değiştiğine dair delil bulunmadıkça- hali hazırda da varlığına veya yokluğuna hükmetmektir.

 

Meselâ bir şeyin var olduğu sabit olduktan sonra yok olup olmadığında şüphe edilse onun devam ettiğine hükmederiz. Bir şeyin yokluğu sabit olduktan sonra varlığında şüphe edilse yok olduğuna hükmederiz. Bundan dolayı bir akdin veya tasarrufun hükmünü öğrenmek istesek, hükmüne delâlet eden bir nas da bulunmasa "Eşyada aslolan ibahadır" kaidesine binaen mubah olduğuna hükmederiz.

 

İstishabın çeşitleri vardır, en mühimleri şunlardır:

 

1- Haram olduğuna dair herhangi bir delil bulunmayan eşya hakkında asl olan onun mubah olmasıdır. Yani usûlcülerin cumhurunca kabul edilen esas şudur: Nasıl ki zararlı şeyler hakkında aslolan haram olmaları ise faydalı şeyler hakkında da aslolan ibahadır.

 

2- Berâet-i zimmet esastır: Meselâ: Mükellef sayıldığına dair şer'î bir delil bulunmadıkça insanın zimmetinin şer'î mükellefiyetlerden ve bunlara terettüp eden haklardan uzaktır. Buna göre bir şahıs diğerinde alacağı olduğunu iddia etse delil getirmesi gerekir. Bunu ispat edemezse o şahsın zimmeti beri olur.

 

3- Sabit olup halen devam ettiğine aklın ve dinin delâlet ettiği istishab; Meselâ abdest alan kişinin halen abdestli sayılması, o abdestin istishaben devam ediyor kabul edilmesindendir. Bozulup bozulmadığı hakkındaki şüphenin tesiri olmaz.

Başka bir delil yoksa istishab ile amel edilir, yani fetva için en son delil budur. İstishab, değiştiğine dair bir delil bulunmadıkça var olduğu bilinen şe­yin varlığına hükmetmektir. Meselâ öldüğüne dair delil bulunmadıkça kişinin hayatta olduğuna hükmedilerek tasarrufları sahih kabul edilir, sona erdiğine dair bir delil bulunmadıkça evliliğinin devam ettiğine hükmedilir.

 

İstishabın hüccet oluşuna dair âlimlerin çeşitli görüşleri vardır. İkisi en önemlisidir:

 

Hanefîlerin müteahhirlerine göre istishab "def ve nefy" için hüccettir "isbat ve istihkak" için hüccet değildir. Yani sabit olmayan bir şeyi isbata hüccet ve delil olmayıp ancak sabit olan bir şeyin aksine delil bulunmadıkça devamına hükmetmek için bir hüccettir. Önceki halin değiştiğini iddia edene karşı o hali olduğu gibi ibka için delil olur, yeni kazanılan bir hakkın isbatı için delil olmaz.

 

Malikî, Şafiî, Hanbelî, Zahirî ve Şia'nın cumhuruna göre istishab değiş­tiğine dair delil bulunmadıkça sabit olan hükmün devamına dair mutlak bir hüc­cettir. Def için hüccet olduğu gibi istihkak için de hüccet olabilir. Yani istishab devamına mani bir delil bulunmadıkça hem selbî hem icâbı (leh ve aleyhindeki) her iki hakkın da isbatında hüccettir.

 

İstishaba Bina Edilen Fıkıh Kaideleri

 

1- Değiştiği sabit olmadıkça bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıl­dır.

 

2- Eşyada aslolan ibâhadır.

 

3- Berâet-i zimmet asıldır.

 

4- Şek ile yakîn zail olmaz.

 

                AHKÂM-I ŞER'İYYE (ŞER'Î HÜKÜMLER)

 

Hüküm lügatta men etmek demektir.Usûlculere göre ise Allah'ın iktiza  veya tahyîr veya vaz’ yolu ile mükellefin fiillerine taal­luk eden hitabıdır. Fukahâya göre hüküm ise: Vücub, hürmet ve ibaha gibi Şâri'in hitabının fiilde bulunmasını iktiza eden eseridir.

 

Tarifte geçen "iktiza"dan maksad "talep, istemektir" Bu, ister bir şeyin yapılmasını isterse terkedilmesini talep etmek olsun aynıdır. Yapılmasını taleb eğer kat'î bir ifade ile olursa "icab", kat'î olmayan bir ifade ile olursa "nedb" olur. Terkini talep etme eğer kesin bir ifade ile olursa "tahrim", kesin olmayan bir ifade ile olursa "kerahet" olur.

 

Tarifteki "tahyîr" den maksat "ibaha" dır, yani yapmakla terketmenin müsâvî olmasıdır, "iktiza" ve "tahyir" kaydıyle beş teklîfî hüküm tarife girmekte­dir.

 

Vaz'  dan maksat ise bir şeyi bir başka şeye sebep veya şart veya ruhsat veya azîmet kabul etmektir. İşte bunlar vaz'î hükmün çeşitleridir.

 

                 Hükmün  Kısımları

 

                Tarifinden de anlaşılacağı gibi şer'î hüküm Teklîfî ve Vaz'î olmak üzere iki kısma ayrılır. Çünkü şâri'in, mükellefin fiillerine taalluk eden sözü ya talep yolu ile veya tahyir yolu ile veya vaz' yolu ile olur. Eğer mükellefin fiiline talep veya tahyir yolu ile taalluk ederse bu teklîfî hükümdür; vaz' cihetiyle taalluk ederse vaz'î hükümdür.

 

                1- Teklîfî hüküm:

 

Mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını talep etmeyi veya yap­makla yapmamak arasında muhayyer bırakmayı gerektiren hükümdür.

 

      "Namazı dosdoğru kılın" (Bakara: 2/43). "Size oruç yazıldı" (Bakara: 2/183) gibi ayet-i kerimeler fiili taleb eden ayetlerdir.

Buna teklîfî hüküm denilir, çünkü bu bir şeyi yapmak veya terketmek mükellefiyetini getiren veya ikisi arasında muhayyer bırakmayı tazammum eden bir hükümdür.

 

 

 

2- Vaz 'î hüküm:

 

                 Bu, bir şeyi bir şeye sebep veya şart veya mâni saymayı iktiza eden hü­kümdür. "Sizden aya şahid olanlar oruç tutsun." (Bakara: 2/185) ayet-i kerimesi sebebe misaldir.

 

Şarta misal "Ona yol bulup gidebilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insan­lar üzerinde bir hakkıdır." (Âli imran: 3/97) ayet-i kelimesidir. Burada mâlî ve bedenî gücün bulunması haccın farziyeti için şart kılınmıştır.

 

Mükellefin kudreti dahilindeki "mâni" ye misal "Katil miras alamaz" hadisi şerifidir. Burada sâri' "öldürme" yi mirasa bir mâni, engel saymıştır ve bu mükellefin kudreti dahilindedir. Kudretinde olmayana misal ise "babalık" tır. Babanın oğlunu amden öldürmesi halinde Malikîler hariç cumhura göre katilin, maktulün babası olması kısasa mânidir.

Teklifi Hüküm ile vaz'îhüküm arasındaki fark:

 

                Hükmün bu iki kısmı arasında üç fark vardır:

 

1 - Teklîfî hüküm ile mükellefin bir fiili yapması veya yapmaması istenir veya yapmakla yapmamak arasında muhayyer olduğu beyan edilir. Vaz'î hükümle ise teklîf veya tahyîr kastedilmez. Belki biri diğerine sebep veya şart veya mâni kılınan iki şeyin aralarındaki irtibat kastedilir.

 

2- Teklîfî hükümdeki "bir fiili yapmayı veya yapmamayı taleb etme veya ikisi arasında muhayyer kılma" dan şu anlaşılır: Mükellefin bu talebi yerine getirebilmesi için yapmak veya terketmek onun kudreti ve istitâati dahilinde olması lazımdır. Vaz'î hükümler ise bazıları mükellefin kudreti dahilinde olur bazıları olmaz.

 

3- Teklîfî hükümler sadece "mükellefi ilgilendirir. Vaz'î hükümler ise "insan"ı ilgilendirir. İster mükellef olsun ister sabi ve mecnun gibi mükellef olmasın müsavidir, her ikisi hakkında da vaz'î hükümler geçerlidir. Meselâ çocuğun ahş-verişi sahihtir. Sabi ve mecnun bir şey itlaf ederlerse tazmin ettirilirler ve zimmetlerin de borç sabit olur.

 

 

Teklîfî hüküm beş çeşittir:

 

                Bir fiilin yapılması talebi kat'î ise bu icab'dır, kat'î değilse nedb'dir. Fi­ilin yapılmaması talebi kat'î ise bu tahrim (haram) dir, kat'î değilse kerahet'tir. Hitap "tahyîr" şeklinde ise ibaha'dır.

 

Böylece yapılması veya yapılmaması istenen ve ikisi arasında muhayyer bırakılan fiiller beş çeşit olmaktadır. Yapılması istenenler "vacib" ve "mendub" olmak üzere iki kısımdır. Terki istenenler de "haram" ve "mekruh" olmak üzere ikidir. Yapıp yapmamakta serbest bırakılan ise birdir o da "mübah"tır.

 

 

1-VACİB

 

                Tarifi: Vacib, sâri'in kesin bir şekilde mükelleften yapılmasını talep et­tiği şeydir. Talebin kesin ve ilzam edici olduğu ya bizzat talep sığasından veya mükellefin bunu yapmaması halinde cezaya müstehak olacağının bildirilmesi gibi haricî bir karineden anlaşılır. Meselâ namaz kılmak, zekat vermek, haccetmek, akidlerin icabını yerine getirmek vacibtir.

 

Hükmü: Vacib, yapılması lazım gelen, yapanı sevap terkedeni ceza gören, kat'î bir delil ile sabit ise inkar edeni kâfir olan bir hükümdür.

 

Cumhura göre farz ile vacib aynıdır, müteradif kelimelerdir. Her birini terkeden şer'an zemme (İcmâmaya) müstehak olur. Hanefîlere göre ise farz, şüphe bulunmayan kat'î bir delil ile sabit olan hükümdür. Meselâ Kur'an-ı Kerîm'le sabit olan İslâmın beş rüknü veya mütevâtir veya meşhur sünnetle sabit olan namazda kıraatin hükmü böyledir. Vacib ise hakkında şüphe bulunan zannî bir delil ile sabit olan hükümdür. Meselâ zannî birer delil -ki haberi vahiddir- ile sabit olan sadaka-i fıtır, vitir ve bayram namazları böyledir.

 

                Vacibin Kısımları: Çeşitli açılardan vacibin dört taksini vardır.

 

A-Edasının vakti itibariyle vacib, mutlak ve mukayyed veya muvakkat diye iki kısma ayrılır.

 

1 - Mutlak vacib Şâri'in edası için bir vakit tayin etmeden kesin olarak yapılmasını talep ettiği şeydir. Yeminini bozan kişi keffareti ya hemen veya daha sonra eda eder.

 

2- Mukayyed veya muvakkat vacib Şâri'in muayyen bir vakit içinde yapılmasını kesin olarak taleb ettiği şeydir. Meselâ beş vakit namaz

 

 

 

B- Sâri' Tarafından Mikdarı Beyan Edilmiş Olması İtibariyle: Vacib, matlub olan miktarı bakımından da muhadded ve gayri muhadded kısımlara ayrılır.

 

1-  Muhadded vacib Sâri'in belirli bir miktar tayin ettiği vacibdir. Mükellef bunu ancak sâri'in tayin ettiği şekilde eda ederse zimmeti berî olur. Beş vakit namaz, zekât, mâlî borçlar, satın alınan malların semenleri bu cümledendir.

 

2-  Muhadded olmayan vacib Şâri'in miktarını tayin etmeden mükelleften yapmasını talep ettiği vacibdir. Meselâ Allah yolunda infak etme, birr = iyilk üzere yardımlaşma, nezir sebebiyle vacib olduğu zaman fakirlere tasadduk etme, gibi sâri' tarafından sınırlandırılmayan vacibler bu kabildendir.

 

                C-Yapılması Her Mükellefe Lazım Olup Olmaması itiba­riyle de vacib ayn ve kifaye olmak üzere iki kısma ayrılır.

 

1- Vacib-i ayn: Şâri'in her mükelleften yapmasını talep ettiği şeydir. Başka bir mükellefin yapması ile eda edilmiş sayılmaz. Meselâ namaz, zekât, hac gibi ibadetlerin edası, içki, kumar, zina ve faiz gibi haramlardan kaçınmak vacibi ayndır.

 

2-  Vacib-i kifaye: Şâri'in yapılmasını mükelleflerden ayrı ayrı değil toplumundan istediği vacibdir. Bir kısmının eda etmesiyle diğerlerinden sakıt olur. Cenaze namazı, selâm almak, cihad, birer vacib-i kifayedir.

 

 

 

D-Taleb Edilenin Taayyün Edip Etmemesi İtibariyle vacip,  muayyen vacib ve muhayyer vacib kısımlarına ayrılır.

 

1-   Muayyen  vacib:  Şâri'in, o şeyle başkası arasında muhayyer bırakmadan tayin ederek taleb ettiği şeydir. Namaz, oruç gibi vacibler muayyen vaciblerdir.

 

2-  Muhayyer veya mübhem vacib: Şâri'in, muayyen sınırlar içinde mübhem bir şekilde talep ettiği şeydir. Meselâ zengin bir insana yemin keffaretinde vacib olan şu üç şeyden birini yapmaktır. Ya on fakir doyurur veya giyindirir veya bir köle azad eder. Bunların hiç birini yapamayan kişi ise üç gün oruç tutar.

 

                2-MENDUB (SÜNNET)

 

Usûlcülere göre "kesin olmaksızın şâri'in mükelleften yapmasını talep ettiği şeydir. Bir fiilin mendub olduğu ya bizzat talep sığası ile bilinir ki "Kişi Cuma günü abdest alırsa ne âlâ ne güzel, gusül yaparsa gusül daha faziletlidir." hadisi şerifinde olduğu gibi icbar ve ilzam olmadığına delâlet eder. Veya vacib olmadığını gösteren bir karine ile gelen emir sığasıyle bilinir. Meselâ: Borcun yazılmasını emreden ayet-i kerime: "Ey iman edenler! Belir­lenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın." (Bakara: 2/282).

 

                Çeşitleri: Mendub üç kısma ayrılır:

 

1 - Tekitle yapılması istenen mendub: Bu, terkedenin cezaya müstahak olmayıp ancak levm ve itaba (gazap ve zemme) müstahak olacağı fiildir. Me­selâ, namazı cemaatle kılma, namazda fatihadan sonra Kur-'an'dan bir şey okuma gibi Rasûlullah (s.a.) in devamlı yapıp nadiren terk et­tiği fiiller bu kabildendir. Bu kısma sünnet-i müekkede veya sünnet-i hüdâ denilir. Hükmü: Yapan sevap kazanır, terkeden ikâba müstehak olmaz ancak levm ve itaba maruz kalır.

 

2- Yapılması meşru olan mendub: Yapan sevap alır, terkeden itâb ve ikâb görmez. Yatsı namazının ilk dört rekat sünneti gibi Rasûlullah (s.a.) in de­vamlı yapmayıp bir veya bir kaç defa yapıp terkettiği ameller, haftanın pazar­tesi ve perşembe günleri oruç tutması gibi bütün nafile ibadetler bu kabildendir. Bunlar müstehap ibadetler denir. Hükmü: Bu vasıftaki ibadetleri yapan sevaba nail olur, yapmayan levm ve itab edilmez.

 

3- Zâid mendub: Yani mükellefin (sünnete ittibada) kemâline delâlet eden mendub amellerdir. Yemesinde, içmesinde, yürüşünde, uyumasında, giyimi ve benzeri Rasûlullah'ın âdet gereği yaptığı şeylerde ona tabi olmak bu kabil­dendir. Bunlar zevâid sünnetler, âdâb ve faziletler denir, zira kişi bunlarla mü­kellef değildir.

 

Hükmü: Bu gibi amelleri terkeden levm ve itaba uğramaz. Kişi bu fiilleri Rasûlullah'ı örnek alma ve ona tabi olma niyetiyle yaparsa sevaba nail olur.

 

                HARAM

 

Tarifi: Şâri'in kat'î şekilde terkini talep ettiği şeydir. Terkin kat'î şe­kilde talep edilmesi ya "Allah alış-verişi helâl faizi haram kıldı." (Bakara: 2/275); "Anneleriniz size haram kılındı" (Nisa: 4/23) gibi "haram kılındı, helal olmaz" gibi haram kılındığına delâlet eden bir fiil sîğasıyle veya "Zinaya yaklaşmayın." (İsra: 17/32); "Çocuklarınızı öldürmeyin" (İsra: 17/31) ayetlerinde olduğu gibi katiyyete delâlet eden nehiy siğasıyle veya "O halde pislikten, putlardan sakının, yalan sözden kaçının." (Hac: 22/30); "Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." (Maide: 5/90) ayetlerinde olduğu gibi yine katiyyete delâlet eden kaçınıp uzak durmayı ifade eden emir siğasıyle; veya "haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkmış olurlar, zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir." (Nisa: 4/10), "Hırsız erkek ve kadının ellerini kesin." (Maide: 5/138) ayet-i kerimelerinde olduğu gibi yapılan fiile ceza terettüp ettirilmesiyle anlaşılır.

 

Çeşitleri: Haram, lizâtihî ve liğayrihî olmak üzere iki kısma ayrılır.

 

1- Haram lizâtîhî: Zina, hırsızlık, abdestsiz namaz kılma, mahremi nikahlama, içki içme, hınzır eti yeme, gibi bizzat fiilin kendisinde bir mefsedet bulunması sebebiyle Şâri tarafından doğrudan haramlığına hükmedi­len şeydir.

 

Hükmü: Bu hiç bir şekilde meşru değildir, mükellef yaparsa bâtıl olarak vâki olur. Buna göre meselâ zina neseb ve mirasın sübûtu için bir sebep olmaz.

2-  Haram liğayrihî: Bu, aslında meşru olup ona arız olan bir vasıftan dolayı haram olan şeydir. Meselâ, gasbedilen evde namaz kılma, hileli satış, cuma için ezan okunduğu sırada yapılan satış, bayram günü oruç tutma, iftar etmeden peşpeşe oruç tutma, hülle nikahı, bîd'î talâk... gibi arızî bir vasıftan dolayı haram kılınan ameller liğayrihî haramdır. Yani fiilin kendisi haram değildir ancak mefsedet veya mazarrat getiren haricî bir sebepten dolayı haram kılınmıştır.

 

Hükmü: Asıl ve zatı meşru, vasfı gayri meşrudur. Bu Hanefîlere göre şer'î bir sebep olur ve üzerine neticeleri terettüp eder. Meselâ gasbedilen bir elbise ile kılman namaz sahihtir ve bu farz sakıt olmuştur, ancak o kişi günah­kardır. Çünkü gasb fiilini işlemiştir.

 

Bir hüküm ifade etmesinin sebebi şudur: Burada haramlık arizî bir vasıf­tan dolayıdır, amelin rükünleri var oldukça asıl sebebe bir halel gelmez ancak vaasfına gelir. Lizâtîhî haram da ise rüknünü veya şartlarından birini kaybet­mesinden dolayı sebebin aslına da vasfına da halel gelir, dolayısıyle meşru ol­maktan çıkar. "Asıl": Akdin rüknüne yani sigasına veya üzerine akid yapılana veya akid yapanların ehliyetine taalluk eden şeydir. "Vasıf" ise satılan malın veya semenin belirsiz olması veya bir akdin iki akid ihtiva etmesi veya ribevî mallarda fazlalık bulunması gibi akdi ikmal eden tâli hususlara taalluk eden şeydir.

 

                MEKRUH

 

                Tarifi: Sâri'in, kat'iyyet ifade etmeyen ( subutu kat’i delaleti zanni) bir üslub ile terkini talep ettiği şeydir. Kerahet ya "Allah analara âsi olmayı, kız çocuklarım diri diri toprağa gömmeyi ve vermesi vacib olanı vermemeyi hakkı olmayanı istemeyi haram kıldı. Ve üç şeyi de size mekruh kıldı: Kîl ü kâl, çok suâl sorma ve mal zayi etme.", "Allah (c.c.) in en çok gazabını celbeden helal talaktır" hadisi şe­riflerinde olduğu gibi kerahete delâlet eden bir fiil siğasıyle veya "Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın" (Maide: 5/101) ayet-i kerimesinde ol­duğu gibi kerahete delâlet eden bir karine ile varid olan nehiy siğasıyle anlaşı­lır. Burada nehyi kerahete çeviren karine "Eğer Kur'an indirilirken onu sorarsa­nız size açıklanır. Allah onları affetmiştir. Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir" mealindeki yukarıdaki ayetin devamıdır.

 

Hükmü: Mekruhu işleyen ikâba müstehak olmaz ancak levm ve itaba maruz kalabilir.

 

Hanefîlere göre mekruh iki kısımdır:

 

1 - Tahrimen mekruh: Şâri'in haberi vâhid gibi zannî bir delil ile kat'î şe­kilde terkini talep ettiği şeydir. Meselâ, başkasının pazarlığı üstüne pazarlığa girmek, birisinin dünürü üstüne dünüre gitmek gibi. Bu iki fiil, âhâd tarikiyle haklarında nehiy varid olduğu için her ilcisi de mekruhtur.

 

Haram ile tahrîmen mekruh farklıdır. Şöyle ki: Haram, Kur'an’dan veya mütevâtir veya meşhur sünnetten kat'î bir delil ile sabit olmuştur, inkar eden küfre girer. Meselâ: Hırsızlık, faiz, zina, içki, erkeklerin ipek giymesi, altın takması bu cümledendir. Tahrimen mekruhu inkar eden ise küfre girmez. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf un dediği gibi aslında tahrimen mekruh harama daha yakındır.

 

2- Tenzîhen mekruh: Bu şâri'in kat'î olmayan bir ifade ile terkedilmesini talep ettiği şeydir. Savaşlarda kullanıldığı için at eti yemenin mekruh olması, kedinin ve yırtıcı kuşun artığı su ile abdest almanın mekruh olması, sünneti müekkede ve diğer sünnetlerin terki bu cümledendir.

 

Hükmü: Tenzihen mekruhu işleyen ne ikâba ne de zemme maruz kalmaz. Ancak efdal ve evlâ olanın aksine hareket etmiş olur.

 

Buna göre Hanefî mezhebinde teklîfî hüküm yedi kısım, cumhura göre beş kısım olmaktadır. Râcih olan cumhurun mezhebidir.

 

                MUBAH

 

Tarifi: Mubah, lügatta ilan edilen, müsade edilen manasınadır. Usûlcülere göre ise şâri'in mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı şeydir.

 

Bu "Bu gün size güzel olan (yiyecek) lar helâl kılındı" (Maide: 5/5) ve "Bunların dışındakiler (in nikahı) size helal kılındı" (Nisa: 4/24) ayetlerinde olduğu gibi ya "helal" ve "ibâha" kelimelerinden anlaşılır veya günahın veya vebalin kaldırılmış olmasıyle bilinir. Meselâ: "Allah'ın sınırlarını (emir ve nehiylerini) yerine getirememelerinden korkarsanız kadının fidye vermesinde her iki tarafa da günah yoktur" (Bakara: 2/229); "Kadınlarla evlenme hususunda ki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda size günah yoktur" (Bakara: 2/235); "Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur" (Fetih: 48/17) gibi ayet-i kerimeler hep ibaha ifade eder.

 

İbâha bazan da karine ile vücûbdan ibahaya sarfedilmiş emir siğasından anlaşılır. Meselâ: "ihramdan çıktığınız zaman avlanın" (Maide: 5/2); "Cuma namazı eda edildiği zaman yer yüzüne dağılın" (Cuma: 62/103) ve "Sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yinin için" (Bakara: 2/187) ayet-i kelimelerindeki emirler ibaha ifade eder.

 

Bazan da ibaha aslın istishabı yolu ile de bilinir. Çünkü faydalı şeylerde asıl olan ibahadır. Çünkü Allah (c.c.) " Yerdeki her şeyi sizin için yaratan odur" (Bakara: 2/29) buyurmuştur.

 

Hükmü: Yapılmasına sevap terkedilmesine itab/kınama yoktur.

 

                VAZ'Î HÜKÜM VE KISIMLARI

 

                Vaz'î hüküm bir şeyin sebep veya şart veya mâni veya sahih veya fasid veya azimet veya ruhsattan biri olduğunu beyan eden Allah'ın hitabıdır. Tariften de anlaşılacağı gibi yedi kısımdır:

 

                1-  Sebep

 

Usülcülere göre: Naklî delilin, bir şer'î hükme alâmet olduğuna delâlet ettiği zahir ve munzabit bir vasıftır. Kıyas bahsinde de gör­düğümüz gibi "sebep" "illet"ten daha umumidir. Yani her illet bir sebeptir ama her sebep bir illet değildir.

 

Bazan sebep hükme münasib olur; o takdirde buna "illet" denir. Meselâ "sefer" ramazanda oruç tutmamanın cevazı için bir sebeptir. Bu, ruhsat gerekti­ren meşakkati ihtiva ettiği için münasip ve zahir bir vasıftır. Bazan da münasib olmaz. Meselâ güneşin zeval vaktine gelmesi. "Güneş döndüğü vakit namazı kılın" (İsra: 17/78) ayet-i kerimesinde beyan edildiği gibi güneşin dönmesi öğle namazının farz olması için bir sebeptir. Halbuki bizim aklımız bu hükümle sebep arasında açık bir münasebet bulamamaktadır.

 

                2- Şart

 

                Usûlcülere göre şart: Varlığına tesir etmeksizin hükmün üzerine tavakkuf ettiği şeydir. "Varlığına tesir etmeksizin" kaydı ile "sebeb" i dışarda bırakmıştır. Çünkü yukarıda gördüğümüz gibi sebep müsebbebin varlığında müessirdir, zira sebebin varlığı müsebbebin varlığını, yokluğu da yokluğunu getirir. Meselâ namaz kılmak için taharet, abdest, zekatın farz olması için havli havalan, birer şarttır. Bu şartlar bulunmazsa hüküm bulunmaz, ancak şartın bulunmasından meşrutun = hükmün bulunması lâzım gelmez.

               

Şart sebebi tamamlar ve üzerine terettüp edecek neticeyi gerçekleştirir. Meselâ satış akdi -şartlan tam bulunursa- mülkiyetin intikali için bir sebepdir. Şartla rükün arasındaki fark: Bir şeyin varlığı hem rüknün hem de şartın varlığına bağlıdır. Ancak Hanefîlere göre rükün "bir şeyin varlığı kendine bağlı olup onun hakikatından bir cüz olan şeydir". Meselâ rükû' namazın bir rüknüdür çünkü onun bir parçasıdır. Şart ise "bir şeyin varlığı kendine bağlı olup onun hakikatından hâriç olan şeydir" Meselâ abdest namazın şartıdır ve namazın hakikatından hâriç bir şeydir.

 

Rükündeki halel, yapılan akdi iptale götürür. Şarttaki yani akdin hakikatından hariç olan akdin vasfındaki halel ise Hanefîlere göre akdi fesada götürür.

 

Şart ya şer'î olur veya caiî olur. Şer'î şart, akidlerin ibadetlerin ve hadler ikâme etmenin şartları gibi sâri' tarafından konulan şartlardır.

 

Ca'lî şart ise mükellefin kendi tasarruf ve iradesiyle konulan şartlardır. Meselâ vakıf yapanın, hibe ve vasiyet edenin koştuğu şartlar ca'lî şartlardır.

 

                3- Mani'

 

Mani', varlığı hükmün olmamasını veya sebebin butlanını gerektiren şeydir. Buna göre mâni, hükme mâni olan, sebebe mâni olan olmak üzere iki çeşittir.

 

Hükme mâni: Bu, sebep var olduğu halde hükmün bu sebebe terettübüne mâni olan şeydir. Meselâ haddin infazına mâni olan şüphe, mirasa mâni olan din farkı bu kabildir.

 

Sebebe mâni: Varlığı, sebebin var olmasına mani olan şeydir. Meselâ borç. Şafiîler hariç cumhura göre zekâtın farz olmasına mânidir. Çünkü sebebin tahakkukuna yani nisaba malik olmaya mânidir.

 

                4, 5- Sahih ve Bâtıl

 

Sahih, rükünleri ve şer'î şartları tam olup, üzerine şer'î neticeleri terettüp eden şeydir. Fukahaya göre ibadetlerde sahih, fiilin kazayı düşürecek şekilde yapılmasıdır. Buna göre abdestli olduğunu zannederek namaz kılanın namazı fasiddir, çünkü kaza sakıt olmamıştır.

 

Bâtıl: Siğa veya akdi yapanlar veya üzerine akid yapılan şey gibi asıl ve esasından halel bulunan ve üzerine şer'î bir netice terettüp etmeyen akiddir. Meselâ mecnunun veya gayri mümeyyiz kişinin yaptığı satış akdi batıldır.

 

Fâsid: Vasıflarından birinde halel bulunan akiddir. Yani akdin tamamlayıcısı sayılan, mahiyet ve rükünlerinin haricindeki şartlardan birinde bir halel bulunup tasarrufun esas ve rükünleri tamam olduğu için üzerine bazı neticeleri terettüp eden akiddir. Meselâ fiyat tesbit edilmeden yapılan veya fâsid bir şartla yapılan satış, şahitsiz nikah akdi fasiddir.

 

                6, 7- Azîmet ve Ruhsat

 

Usûlcülere göre azimet: Her mükellef için her durumda umumî bir kanun olarak meşru kılınan hükümdür. Namaz, zekat, hac ve diğer şeâiri İslâmın hükümleri böyledir. Azimet ya vacib olur, veya mendub veya haram veya mekruh veya mubah olur. Alış-veriş, kira, mudârebe ve kısas gibi maslahatı âmmenin ibtidaen meşru kılınmasını gerektiren hükümleri de azimet cümlesindendir.

 

Usûlcülere göre "ruhsat" ciddî bir özre binâen, asıl hükmü icab ettiren sebep mevcud olmakla beraber insanların ihtiyaçlarını gözetmek kastiyle veya öze] hallerde mükellefe kolaylık göstermek için meşru kılınan hükümlerdir. Özür: Izdırar, sefer meşakkati, bir rahatsızlıktan dolayı cemaatle namazı terketmenin caiz olması ve benzeri hallerdir.

 

                Hanefîler ruhsatı dört kısma ayırmışlardır

 

1- Zaruret ve ihtiyaç halinde haram olan bir fiilin mubah olması. Meselâ ölüm veya bir uzvunun kesilmesi gibi bir tehdit altında kalan kişinin kalbinde imanın varlığına mutmain olarak "küfür" kelimesini söylemesi mubahtır.

 

2- Yapılması halinde mükellef meşakkata düşecekse vacib işlememenin mubah olması. Meselâ "Sizden kim hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutsun" (Bakara: 2/184) ayeti gereğince ramazanda yolcu ve hastanın oruç tutmamasının caiz olması böyle bir ruhsattır.

 

3- Selem akdi gibi mukarrer kaidelere muhalif olmakla beraber insanların ihtiyacı olan akid ve tasarrufların mubah kılınması. İstisna' akdi de böyledir.

 

4- Geçmiş şeriatlerde meşru olan ağır hükümlerin kaldırılması ve İslâm ümmeti hakkında bunların hafifletilmesi. Meselâ günahtan tevbe etmiş olma için kişinin kendisini öldürmesinin şart kılınması, necaset bulaşan elbisenin temizlenmesi için o kısmın kesilmesinin vacib olması, ibadete mahsus yerlerin dışında kılınan namazın batıl olması... kaldırılan veya hafifletilen hükümler­dendir.

 

                Ayrıca ruhsatı, terfih ruhsatı ve iskât ruhsatı olmak üzere ikiye ayırmışlardır.

 

Terfih ruhsatı: Birinci kısımda beyan ettiğimiz tehdit altında kelime-i küfrü söyleme, başkasının malını telef etme, ramazanda oruç bozma misalle­rinde olduğu gibi azimetin delili ve hükmü bakî kalmakla beraber mükellefe kolaylık olması için terkedilmesine müsade edilen ruhsatlara denir. İskat ruhsatı ise azîmetin hükmü baki kalmayan ruhsattır. Meselâ şiddetli açlık veya susuzluk halinde meyte yenilmesinin veya şarab içilmesinin mubah kılınması. Zira meyte yemenin veya şarab içmenin haramlığı mecburiyet halinde sakıt olur.

 

Aslında bu taksim manasızdır, çünkü şer'î naslar ikrah = tehdit hali ile izdırar (mecburiyet) halini ayırmamıştır. Çünkü ikrah bir nevi izdırardır, her iki halde de zarurete binaen haram mubah kılınmaktadır. Bütün ruhsatlar, haram hükmü ve delili baki kalmakla beraber terfih ve tahfîf için meşru kılınmıştır.

 

Ruhsatın vaz'î hükmün kısımlarından biri olduğu açıktır. Zira zaruret haramın mubah kılınmasında bir sebepdir. Bir özrün ortaya çıkması da vacibin terkedilmesindeki tahfîf = kolaylaştırma konusunda bir sebebdir. Meşakkatin defi bazı akidlerin sahih kabul edilmesine bir sebebdir.

 

                HÂKİM

 

                Hükmü ister vahiy ister ictihadla bilinsin şeriatta hâkim Allah'dır. Bunda âlimlerin ittifakı vardır. Onun için "Hüküm Allah'ın, mükellefin fiillerine taal­luk eden hitabıdır" demişlerdir. Buna delil"Hüküm ancak Allah'ındır. O hakkı anlatır, o sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (En'am: 6/57) ayet-i kerimesidir.

 

Âlimler arasındaki ihtilaf sadece Allah'ın hükmünün ne ile bilineceği hususundadır: Bunun için mutlaka din lazım mıdır yoksa peygamber gönderme­den de aklın bu hükümleri idrak etmesi mümkün müdür? İşte bu hüsn (doğru, iyi ve güzel) ve kubhün (yanlış, kötü ve çirkin) aklî olup olmadığı meseledir.Bu hususta üç mezheb vardır:

 

1 - Ebulhasen el-Eş'arî'ye (v.324 H.) tâbi olanların mezhebi olan Eş'arî mezhebi: Buna göre hüsn-kubüh şer'îdir. Kitaplar ve peygamberler ol­madıkça akıl, Allah (c.c.) in mükellefin fiilleri hakkındaki hükmünü idrak edemez. Çünkü bu fiiller hakkında akıllar çok farklı olur. Bazı akılların güzel bulduğu fiilleri diğer bazıları kabih bulur. Onun için iman, namaz, hac gibi di­nin emrettiği her şey hasen, küfür ve diğer haramlar gibi nehyettiği şeyler de kabih olur. "Aklın güzel kabul ettiği Allah nezdinde de hasen = güzeldir, ya­pılması matluptur, yapan sevab alır. Aklın kabih gördüğü şey de Allah nez­dinde kabilidir, terkedilmesi matluptur ve yapan ceza görür" demek caiz değil­dir.

 

Bundan dolayı kendisine din gelmeyen ve bir peygamberin daveti ulaşmayan insan her hangi bir şeyi yapmakla veya terketmekle mükellef olmaz. Ona ne sevap ne de ceza vardır. İnsanlardan uzak tam bir uzlet içinde yaşayan ve kendisine ne bir din ne de bir peygamber daveti ulaşmayan kişi kurtulmuştur, mükellef değildir. İki peygamberin geliş dönemi arasında yaşayan fetret insanı da kurtulmuştur. Hiç bir şeyle mükellef değildir, ne bir sevap ne bir ceza hak etmezler. Nitekim: "Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz" (İsra: 17/15) ayeti buna delildir.

 

2 - Vasıl bin Ata (v. 131H.) ve Amr b. Ubeyd'e (v. 144 H.) tâbi olanların mezhebi olan Mutezile mezhebi: Buna göre hüsn ve kubh aklîdir. Hiç bir peygamber veya kitap aracılığı olmadan, fiillerde mevcud olan fayda ve zarar sıfatlarından hareket ederek akıl kendi başına Allah'ın, mükellefin fiilleri hakkındaki hükmünü bilebilir. Aklın güzel gördüğü şey Allah'ın taleb ettiği şeydir ve yapan sevab alır, aklın kabih gördüğü şeyin de terki vacibdir ve yapan ıkâb görür.

 

Binaenaleyh kendilerine peygamber daveti ve Allah'ın ahkamı ulaşmayan herkes akıllarının irşad ettiği şeylerle mükelleftir. Akıllarının güzel gördüğünü yapar, kabih gördüğünü terkederler. Çünkü her akıllı insan meselâ doğrulu­ğun, vefanın, emanete riayet etmenin, nimete şükretmenin, güzel olduğunu, ya­lanın zulmün, hıyanetin ve nimete nankörlük etmenin kabih olduğunu idrak eder.

 

3 - Ebû Mansûr Matürîdî'ye (v. 333 H.) tâbi olanların mezhebi olan Matürîdî mezhebi ki Hanefî âlimleri de bu mezheptendir. Buna göre hüsn-kubh aklîdir, şer'î değildir. Fiillerden çıkan neticelere bakarak akıl hüsn ve kubhu idrak eder. Aklı selîmin güzel gördüğü güzeldir, yanlış gördüğü yanlıştır. Ancak Allah'ın mükellefin fiilleri hakkındaki hükümleri bizim akıllarımızın idrak ettiği hüsn ve kubha muvafık olması lazım gelmez. Çünkü akıl yanılabilir.

 

Mezhebler arasındaki bu ihtilafın neticesi sadece kendilerine peygamber daveti ve din ulaşmayan kişiler hakkında görülür. Kendilerine din gelenlerde ise fiillerdeki hüsn ve kubhun ölçüsü şeriatta bulunan şeydir, alimlerin ittifakıyla onların akıllarının idrak ettiği şey değildir. Dinin emrettiği şey hasen nehyettiği şey kabihtir.

 

                El-MAHKÛMÜ FÎH

 

                el-Mahkûmü fih veya el-mahkûmü bih adı da verilir. Gerek iktiza, gerek tahyir gerekse vaz' yoluyle Şâri'in hitabı taalluk eden mükellefin fiilidir.

 

 

 

Teklîfî hükümde mahkûmu fih ancak mükellefin kudreti dahilindeki fiil­lerde olur ve onu vacib veya mendub veya haram veya mekruh veya mubah kı­lar. İşte bu sebepten "Teklif ancak fiile olur"demişlerdir. Yani dinin teklîfî hükmü ancak mükellefin fiiline taalluk eder demektir. Haram ve kerahetle mü­kellef olunan şey haram veya mekruh olan fiili işlememektir.

 

Vaz'î hükümde mahkûmu fîh ise mükellefe ait bir fiil olabileceği gibi mü­kellefe ait olmayıp ona götüren bir sebep de olabilir. Meselâ zeval vaktinde gü­neşin dönmesi mükellefin üzerine namazın farz olması için bir sebebdir. Zira vaz'î hükmün mükellefin fiiline taalluku, onun bir sebep veya şart veya mâni olarak teklîfî hükme taalluku vasıtası ile olur.

 

                Bir fiil ile teklif = mükellef tutmanın sahih olması için şu üç husus şart kılınmıştır:

 

1 - Bu fiil, mükellef nezdinde malum olmalı, Taki onu bilerek yapması ve taleb edildiği gibi yerine getirebilmesi düşünülebilsin. Mesela rükünleri şartlan ve na­sıl eda edilleceği bilinmedikçe insan namazla mükellef olmaz.

 

2- Mükellef Allah (c.c.) m bu fiili taleb ettiğini bilmelidir ki, mükellefin ameli itaat ve Allah'ın emirlerine imtisal sayılsın. Burada mak­sad Allah'ın taleb ettiğini bilme imkânıdır, bilfiil bilmesi değildir.

 

                3- Taleb edilen fiil yapılması mümkün olan bir şey olmalıdır ki mükellef onu  dilediğinde yapabilsin  ve terkedebilsin.  Bu şart şu  üç  neticeyi doğurmaktadır:

 

                a) îster lizâtihî ister ligarihî olsun müstehilî teklif sahih olmaz. Lizâtîhî müstehil zıtları birleştirmek, aynı anda iki ayrı yerde bulunmak gibi varlığı aklen tasavvur edilemeyen şeylerdir. Meselâ bir şeyi aynı anda bîr şahsa hem vacib hem haram kılmak gibi.

 

Ligayrihî müstehil, aklen varlığı tasavvur edilebilen ancak âdeten vaki olmayan şeylerdir. Meselâ insanın aletsiz uçması, dağı taşıması gibi.

 

                b) Şer'an insanın, başkasının bir fiili yapması veya yapmaması ile mü­kellef tutulması sahih olmaz, çünkü bu onun imkânı dahilinde değildir. Zira bu kişinin = gücü yetmeyeceği şeyle mükellef tutulması demektir. Meselâ bir insan kardeşinin namaz kılması, babasının zekat vermesi, komşusunun hırsızlık yapmaması ile mükellef tutulmaz. Sadece ona nasihat etme ve emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkerle mükellef olur.

 

c) İnsanın kendisinin iradesiyle olmayan ve onda bir rolü de bulunmayan fıtrî şeylerle onu mükellef tutmak şer'an sahih olmaz. Meselâ utanınca yüzünün kızarması, korkması, sevinmesi, kin tutması, sevmesi, yeme-içme iştihası gibi insanın yaratılışından gelen hususlar bu kabildendir. Çünkü bunlar insanın irade ve ihtiyarına boyun eğmez, onun kudreti haricindedir.

 

Zahiri bu gibi şeylerle mükellef kıldığını gösteren bir nas vârid olursa o hükmün zahirî manası alınmaz. Meselâ "ve ancak müslüman olarak ölün." (Âli imran: 3/102) ayetiyle İslâmı teşvik kastedilmektedir.

 

                el-Mahkûmü fîh'in Kısımları:

 

                Hanefîler Allah'ın hükmü taalluk eden mükellefin fiilini dört kısma ayır­mışlardır. Bunlar halis Allah hakkı olanlar, halis kul hakkı olanlar, Allah ile kulları arasında müşterek olduğu halde Allah hakkı galib olanlar, Allah ile kul­ları arasında müşterek olduğu halde kul hakkı galip olanlar1.

 

Allah hakkı: Faydası herhangi bir ferde ait olmasızın umuma taalluk edip menfaatinin şümulünden ve mevkiinin azametinden dolayı Allah'a nisbet edilen haktır. Yani bu topluma ait bir haktır ve hükmü muayyen bir ferdin maslahatı için değil umumun maslahatı için meşru kılınmıştır.

 

Kul hakkı: Başkasının malının haram olması gibi kendisine hususî bir maslahatın taalluk ettiği haktır.

 

A- Sadece Allah'a ait olan haklar.

 

Bunun hükmü: İnsanın vazgeçmesi veya yerine getirmekte ihmal göster­mesi mümkün olmayan haklardır. Meselâ hadler böyledir. Bunlar de sekiz çe­şittir:

 

1 - Mahza ibadet olanlar: İman ve İslâmın beş rüknü gibi. Bunların meşru kılınmasının hikmeti sırf mükellefin maslahatı değil umumun maslahatını gözetmektir.

 

2- İçinde meûnet manası olan ibadet. Meûnet: Mal veya can için verilip bunları muhafazasına sebep olan bir çeşit vergidir.

 

Meselâ sadaka-i fıtır. Bu bir ibadettir. Çünkü muhtaç olanlara tasadduk edilerek Allah'a yakın olunur bu sebeple onda niyet şarttır. Sadaka-i fıtır, kö­lesi ve küçük oğlu gibi başkaları sebebiyle mükellefin üzerine vacib olduğu için bir meûnettir. Nitekim bunların nafakaları da ona vacibdir. Bu sebeple sadaka-i fıtırda mahza ibadetlerde olduğu gibi kâmil ehliyet aranmaz, dolayısıyle sahi­binin ve mecnunun malından da verilmesi vacibdir.

 

3-  İçinde ibadet manası olan meûnet: Meselâ ziraî arazînin mahsul ve meyvasından alınan öşürler. Bu, arazinin sahibinin elinde kalması ve her hangi bir tecavüze karşı onu muhafaza etmenin karşılığında alınan bir meûnettir.

 

4- İçinde ukubet = ceza manası olan meûnet: Meselâ haraç. Haraç, arazi­nin sahibi elinde kalması ve onun muhafaza edilmesi karşılığında alınan bir meûnet = vergidir. Ukubet olması ise sahibinin İslâmı kabul etmeyip araziyi işlemeye razı olması karşılığında konulmasından dolayıdır.

 

5- Ukûbet-i kâmile: Meselâ zina, hırsızlık, içki içme cezaları, tazir ceza­ları. Bunlar sırf Allah hakkı için tatbik edilen cezalardır. Çünkü bunlar umu­mun maslahatı için meşru kılınmıştır birisinin vazgeçmesiyle sakıt olmaz.

 

6- Ukûbet-i kâsıra: Meselâ katilin, maktulün mirasından mahrum kılın­ması. Bu, eksik bir ukubettir. Çünkü istihkak sebebi olan akrabalık mevcut ol­duğu halde miras alamamakta ve katilin bedenine bir elem, malına bir noksanlık getirmeden sadece mirastan mahrumiyetine sebep olmakta, işte bu sebeple ukû­bet-i kâsıra sayılmaktadır.

 

7- İçinde ibadet manası olan ukubet: Bu haklar, yemin keffareti, zıhar keffareti, hata ile öldürme keffareti gibi ibadetle ukubet arasında haklardır. İba­det manası da vardır çünkü oruç keffareti köle azadı, fakir doyurma gibi ibadet olan şeylerle eda edilir. Aynca diğer ibadetler gibi kişi bizzat kendisi edâ eder.

 

8- Kimsenin zimmetine taalluk etmeyip kendiliğinden var olan haklar. Bunlar madenlerden, definelerden, ganimetlerden beşte bir olarak alınan haktır.

 

                B- Kul hakları.

 

Bunlar, asıl maksad ferdin maslahatını korumak olan haklardır. Meselâ telef edilen eşyanın bedeli, satılan malın ve bedelinin mülkiyeti, rehini hap­setme hakkı, şüf'a hakkı gibi haklardır. Hükmüne gelince: Sahibi bunlardan vazgeçebilir. Çünkü her mükellef kendisi hakkında tasarrufta bulunabilir. Ay­rıca bu haklar âmme maslahatına ait haklar değildir.

 

                C- Kul hakkı da bulunmakla birlikte Allah hakkı galip olanlar.

 

Hanefîlere göre bu haddi kaziftir. İnsanların ırzının korunmasına sebep olması onu Allah haklarından kılmaktadır. İftiraya uğrayan kişiden yüz kızartıcı durumu defetmesi ve onun şeref ve namusunu koruması sebebiyle de ferdin veya kulun haklarından sayılmaktadır. Ancak Allah hakkı gâlibdir, bu sebeple iftiraya uğrayanın affetmesiyle ceza sakıt olmaz.

 

                D- Allah hakkı da bulunmakla birlikte kul hakkı galip olanlar.

 

Meselâ kasten adam öldürene kısas tatbiki: Bu, kanın ve emniyetin muha­fazasını sağladığı için Allah hakkıdır. Aynı zamanda kul hakkıdır da. Çünkü maktulün velilerinin maslahatını sağlayıp onların içindeki kin ve gayzı sön­dürmektedir. Dolayısıyle kul hakkı ağır basmaktadır. Bu cinayet toplumdan çok maktul tarafına dokunmaktadır. Bu yüzdendir ki kısas tatbik edilmesi için mutlaka maktulün velisinin talep etmesi lazımdır. Kısastan vazgeçme veya onun yerine mâlî bir bedel isteme hakkı da ona aittir. Hâkim de kısası infaz eder. Hâkimin gözetiminde velînin de infaz etmesi mümkündür.

 

                MÜKELLEF (el-MAHKÛMÜ ALEYH)

 

 

 

el-Mahkûmü aleyh, fiiline Şâri'in hitabı veya hükmü taalluk eden insandır ki buna "mükellef" denir.

 

Mükellefte iki şart aranır:

 

1 - Mükellef, teklifin delilini anlama kudretine sahip olmalı. Çünkü teklif bir hitabdır. Aklı ve idraki olmayana hitap etmek muhaldir. Anlama kudreti akıl ile olur. Çünkü akıl anlama ve idrak vasıtasıdır. Bulûğ aklın mazinnesidir. Yani hayrı-şerri, faydalıyı-zararlıyı, kâmil ve açık şekilde anlamasıdır. Bu sebeple, teklif delilini anlamak için aranan akla tam sahip olmadıkları için ne mecnun ne de sabi mükellef tutulmaz. Uykudaki kişi de mükellef olmaz. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, bulûğa erinceye kadar sabîden, ayihncaya kadar mecnundan."

 

Sabi ve mecnuna zekatın, hanımının ve yakınlarının nafakasının, telef et­tiği malların tazminin vacib olması ise onlara bir teklif değildir, bu onların ma­lından, malın hakkını eda etmek üzere veliye bir tekliftir.

 

                2- Kişi teklîfe ehil olmalıdır. Ehil olma lügatta layık ve uygun olma de­rnektir. Ayet-i kerimede: "Zaten onlar buna pek layık ve ehil kimselerdi." (Fetih: 48/26) buyrulmuştur. Bu da akıl ve idrak ile mümkün olur.

 

Usûlcülere göre ehliyet insanın hakları elde etmek ve tasarrufları eda et­meye uygun halde olmasıdır. Vücub ehliyeti ve eda ehliyeti olmak üzere iki çeşittir:

 

Vücub ehliyeti, insanın kendi lehine ve aleyhine olan hakların vacib ol­masına ehil olmasıdır. Bunun esası hayatın varlığıdır.

 

Vücub ehliyeti, her insanın cenin olarak tekevvün etmesinden itibaren sabit olup ölümüne kadar hayatın bütün merhalelerinde devam eden ehliyettir. Çünkü bunun esası insandaki fıtrî özelliktir.

 

Eda ehliyeti ise insanın, fiil ve sözlerin kendisinden şer'an muteber ola­cak şekilde sadır olması için uygun olmasıdır. Bu ehliyetin esası akıl ve tem­yizdir, "mesuliyet" ile aynı manadadır. Meselâ bu insan namaz kılsa, oruç tutsa, hac etse bu ibadetleri sahih olur, ondan bir akid veya tasarruf sadır olsa şer'an sahih olur ve hükümleri üzerine terettüp eder. Bir başkasının malı, canı veya ırzına karşı bir cinayet işlese cezalandırılır.

 

                Ehliyetin Safhaları

 

 

 

İnsan, ana karnında cenin olarak tekevvününden itibaren bulûğ çağına kadar dört merhaleden geçer. Ehliyeti bu safhalarda ya kâmil olur veya nakıs olur. Bu merhaleler:

 

                Ceninlik devresi, sabîlik veya çocukluk devresi, temyiz devresi ve bulûğ devresidir. Ehliyet çeşitlerinin her biri bu devrelerde ya kâmil olur veya nakıs olur.

 

1 - Nakıs vücut ehliyeti: Bu, cenin ana karnında iken sabit olur. Canlı doğması şartıyle miras, vasiyet, vakıftaki istihkakı ve nesep gibi lehindeki haklar sabit olur. Velisi tarafından bile olsa onun hibesi, sadakası ve onun lehine bir şey satın alınması sahih olmaz. Malından akrabalarına nafaka veril­mesi vacib olmaz. Satın alınan şeylerin bedelini ödemesi lazım gelmez. Ehli­yetinin noksan olması şu iki sebeptendir: Annesinin bir parçası olması ve müstakil bir can taşıması. Lehindeki hakların subûtu için canlı olarak dünyaya gelmesi şarttır, ölü doğarsa, miras veya vasiyet veya vakıftan her hangi bir hak sabit olmaz.

 

2- Kâmil vücub ehliyeti: Bu ehliyet insan için doğduğu andan itibaren sabit olur ve ömür boyu devam eder, lehinde ve aleyhinde hak ve vecibeleri kabul ve üstlenmeye yetkili olur. Bu ehliyeti olmayan hiç bir insan yoktur. Ancak yedi yaşından önce sabî sadece kâmil vücub ehliyetine sahiptir, bir takım haklar kazanır, onun adına velisinin eda etmesi caiz olan nafaka, zekât ve sadaka-i fıtır gibi vecibeler üzerine vacib olur. Bedenen zayıf ve aklının olgunlaşmamış olması sebebiyle mutlak eda ehliyetine sahip değildir. Dolayısıyle bunun ve mecnunun yaptığı akidler batıldır, üzerine her hangi bir şerî' netice terettüp etmez. Başkasının malına ve canına karşı bir cinayet işlemeleri halinde sadece mâlî olarak cezalandırılır, bedenî olarak cezalandırılmazlar. Velîleri bulunan baba veya dede veya vasileri, muhtaç oldukları tasarruf ve akidleri onlar adına yaparlar.

3- Nakıs eda ehliyeti: Bu, kişinin temyiz çağından buluğa kadar geçen devrede sahip olduğu ehliyettir. Temyiz çağındaki sabinin bu ehliyete sahip olacağı açıktır. Bu konuda, temyiz ve idraki zayıf olan ancak bunaklığı aklını kaybettirecek dereye ulaşmayan matuh da sabi mümeyyiz gibidir.

 

Mümeyyizin iman, namaz, oruç ve hac gibi ibadetleri sahihtir, lakin mü­kellef değildir. İnkârı da sahihtir ancak ukubeti yoktur.

 

Sabi mümeyyizin tasarrufları üç kısımdır:

 

a) Mahza faydalı ve lehine olan tasarrufları: Bunlar, velisinin izni olma­dan hibe ve sadaka kabul etmesi gibi karşılıksız olarak mülküne bir şey girme­sine sebep olan tasarrufları, çalışarak ücreti hak etmesi, vekâlet almasının sahih olması... Bütün bunlar geçerlidir. Çünkü bunlar "Yetimleri sınayın." (Nisa: 4/63) ayeti gereğince onu tasarrufa alıştırmaktır.

 

b)  Bütünüyle zararlı ve aleyhine olan tasarrufları: Bunlar talak, köle azadı, hibe etme, sadaka verme, vakıf yapma, kefil olma gibi karşılıksız olarak mülkünden bir şey çıkmasına sebep olan tasarruflarıdır. Onun bu tasarrufları sahih olmaz. İsterse velinin izniyle olsun, çünkü veli bu tasarrufları yapmaya malik değildir.

 

c) Hem lehine hem aleyhine neticelenebilecek tasarrufları: Bunlar, alış­veriş, kira ve evlenme gibi hem kâra hem de zarara ihtimali olan tasarruflardır. Mümeyyizden sadır olacak bu tasarruflar velinin izniyle sahih olarak münakid olur. Hanefî ve Malikîlere göre mümeyyizin ehliyeti noksan olduğu için velinin icazetine bağlı kalır, izin verirse geçerli olur vermezse batıl olur.

 

4- Kâmil eda ehliyeti: Bu, aklı yerinde olarak buluğa eren kişinin sahip olduğu ehliyettir. Bulûğ ya ihtilam olma, hayız görme gibi tabiî emarelerle veya fukahanın cumhuruna göre onbeş yaşını tamamlamakla olur. Bu sıfat ile insan bütün şer'î hükümlerle mükellef olmaya ehil hale gelir ve bunları eda etmesi vacib olur, ibadeti terkettiği taktirde günahkar olur. Bütün akid ve tasarrufları sahih olur, neticeleri terettüp eder, ister cinayet ister başka tasarruflar olsun kendisinden sadır olan bütün amellerden sorumlu olur.

 

Ehliyet ve devreler: Vücub ehliyeti, eda ehliyeti

 

                Ehliyete Arız Olan Haller (Avârız-ı Ehliyye)

 

Eda ehliyetine bazı mânialar arız olup ehliyeti ya tamamen yok ederek ve noksanlaştırarak veya bazı hükümlerini değiştirmek suretiyle ona tesir edebilir. Avârız iki çeşittir:

 

Semavî arızalar: Bunlar kişinin kesb ve ihtiyarı olmadan meydana gelen mânialardır. Avârız-ı semaviyye onbir tanedir. Bunlar: Cinnet, küçük olma, ateh = bunaklık, unutma, uyku, bayılma, kölelik, hastalık, hayız, nifas ve ölüm.

 

                Semavî olmayan arızalar (avarız-ı müktesebe): Bunlar, ya kişinin kendi eseri veya engellemesi mümkün iken engellemediği mânialardır.

 

Avarız-ı müktesebe yedi tanedir. Bunlar: Cehalet, sarhoşluk, hezl=ciddi-yetsizlik, sefeh (sefihlik), hata, ikrah (zorlama). Borçluluk da sefehden sayılır.

 

Arızalar, muayyen maslahatlar için sadece bazı hükümlerin değişmesine sebep olabilir. Meselâ sefîh ve gafilin muâvaza ve teberru cinsinden olan mâlî tasarruflarına hacr (tasavvuflarına kısıtlama) konulur, bu tasarrufları sahih olmaz. Maksad onların malını korumaktır.

 

İmam Ebu Hanifeye göre insanlık haysiyetlerini korumak için sefahet, gaflet ve borçluluk sebebiyle bu kişilere hacr konulmaz. Çünkü bu avarız insan ehliyetine tesir etmez. Hacrin insana vereceği zarar getireceği maslahattan daha büyüktür.

 

İster mülci' ister gayri mülci' olsun ikrah da böyledir. Mülci ikrah, ölüm veya bir uzvunu kesmekle tehdit etmedir. Bunun hükmü "ihtiyarı" ifsad etmesi, "rıza" yı yok etmesidir. Mülci olmayan ikrah ise kısa bir müddet hapsetme veya telefe götürmeyecek şekilde vurmakla tehdittir. Bunun hükmü de: "Rıza" yı yok eder, "ihtiyar" ı ifsad etmez.

 

Tehditle yaptırılmak istenen şey adam öldürme, içki içme ve telef etme gibi bir fiil ise bakılır: ikrah gayri mülci yani nakıs ise asıl mesul tehdit edilen­dir. İkrah mülci olursa bu fiiller üç kısma ayrılır:

 

a) Bir kısmı tehdit edilen kişinin yapması vacib olup yapmazsa günahkâr olacağı fiillerdir. Bunlar içki içme veya ölmüş hayvan veya domuz eti yemedir. Çünkü burada tehdit altındaki kişinin hali zaruret halidir, "zaruretler haramları mubah kılar".

 

b) Bir kısmı da yapılmasına ruhsat verilen ancak sabredilmesi efdal olan fiillerdir. Meselâ Allah'ı inkâr etme tehdidi. Eğer kişi sabrederse dinini aziz etmiş olur. Ramazanda orucu bozma, farz namazı terketme, başkasının malını itlaf etme tehdidi de bu cümledendir.

 

c) Diğer bir kısmı ise yapılması asla helâl olmayan fiillerdir. Bunlar adam öldürme, organ kesme, helake götürecek şekilde vurma fiilleridir. Tehdit edilen kişi bunları yaparsa günahkâr olur, çünkü kendisini başkasına tercih etmiştir. Kısasın hangisine yapılacağına gelince: cumhura göre kısas bizzat fiili işleyene yani katiledir, çünkü zulmen ve haksız yere öldürme fiilini yapan odur. İmam Ebu Hanife ve Mııhammed'e göre kısas tehdid eden üzerinedir. Ancak fail de bu fiiline mâni olunmak için hâkimin uygun gördüğü bir ceza ile tazir edilir. Zina da bu kısma dâhil olabilir. Çünkü hiç bir halde ona ruhsat, verilmez. Ancak hiç birine had tatbik edilmez. Zira ikrah haddin düşmesine sebep olacak bir şüp­hedir.

 

                DELALETLER YAHUT DİLE AİT TEMEL KURALLAR

 

                Bu bölümde, Kur'an-ı Kerim ve hadisi şeriflerdeki şer'î naslardan hükümlerin nasıl istinbât edildiğinden bahsedilecektir. Âlimler, Arapçanın ifade tarzlarından veya şer'î hükümler ve onların illetlerinden, şeriatın esaslarından ve naslardan anlaşılan küllî esaslardan istifade ederek bir takım istinbât kaideleri koymuşlardır.

 

Bu bölümün konusu, naslardan hükümleri sahih bir şekilde anlamakta yol gösterecek olan "dil kaideleri" dir. Bunlar, Arapça ifade tarzları ve bu dilin müfred ve mürekkeb bütün lafızlarıyla manaya delâlet yolları gözden geçirilerek ibareleri anlamak için konulmuş kaidelerdir. Bunlar şer'î veya sadece dinî kaideler değildir.

 

Âlimler bu kaideleri Arapça metinlerin dikkatle taranması neticesinde Arapçanın yapısından ve kullanılışından istifade ederek ortaya koymuşlardır.

 

Bunlar şer'î naslann anlaşılmasında riayet edilen kaideler halindedir. Çünkü lafızlar kapalılık ve açıklıkta aynı derecede değildir. Onun için lafızların manaya delâlet yolları, âm, has, ve müşterekin medlûlü, tevil keyfi­yeti; atfın mugâyaratı gerektirmesi; emrin vücub ifade etmesi, nehyin haram ve yasağa delâlet etmesi gibi hususlarda bu dil kaidelerine müracaat edilir.

 

                BİRİNCİ KAİDE:  NASSIN ŞER'Î HÜKME DELÂLET YOLLARI

 

                Hanefîler lafzın manaya delalet yollarını dört kısma ayırmışlardır. Bun­lar: Nassın ibaresi, nassın işareti, nassm delaleti ve nassın iktizasıdır. "Nass" dan maksad, manası anlaşılan lafızdır.

 

                1- Nassın İbaresi

 

                "Nassın ibaresi" demek, sözün kendisinden kastedilen manaya delalet etmesi demektir. Yani ister asıl ister ikinci derecede kastedilmiş olsun kelime­den hemen anlaşılıveren manadır. Şer'î naslardan her birinin ibaresinin delalet ettiği bir mana vardır. Bu ya kelimeden bizzat kastedilen manadır -ki asıl kas­tedilen budur- veya asıl olmayıp tâbi (ikinci derecede) olarak kastedilen bir mana olur. İşte buna "tebeî mana denir. Bu ikisi arasındaki fark şu misallerle ortaya çıkacaktır:

 

"Allah alış-verişi helal faizi haram kıldı." (Bakara: 2/275) ayet-i kerimesi­nin bir asıl kastedilen manası vardır ki bu alış verişle faizi ayırmaktır. Çünkü ayet-i kerime "alış-veriş de faiz gibidir" diyen cahiliye insanı ve Yahudilere cevap vermek için nazil olmuştur. Bu ayetin teb'an kastedilen başka bir manası daha vardır ki bununla asıl kastedilen mana anlatılmak istenmektedir. İşte o "alış-verişin helal faizin haram olduğunu" ifade etmektedir. Her iki manâ da murad edilmiştir. Ancak birinci mana aslî ikinci mana tebe'îdir.

 

2- Nassın İşareti

 

                Bu sözün ne asaleten ne teb'an maksud olmayan lakin sözün bizzat ifade etmek için söylendiği mananın yani lafızdan ilk anlaşılan mananın lâzımı olan bir manaya delâlet etmesidir. Ve nassın, sözün siyakından maksud olmayan, doğrudan kastedilmeyen bir manaya delâleti, ibare ile değil işaretle olur. İşte bu mana iltizamî yani nassdan ilk bakışta anlaşılan aslî hüküm için lâzım olan bir manadır.

 

Meselâ "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı." (Bakara: 2/187) ayeti ibaresiyle ramazanda fecre kadar gecenin her cüzünde münasebette bulunmanın mubah olduğuna, işaretiyle de oruç halinde cünüp olarak sabahlamanın caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü fecre kadar münasebe­tin mubah olması kişi cünüp iken fecrin üzerine doğması demektir. İşte bu mana ayetin siyakında maksud değildir, ancak bu, maksud olan mana için ay­rılmaz bir manadır. İşaretin delâleti de ibarenin delâleti gibi kat'î hüküm ifade eder.

 

                3- Nassın Delâleti

 

                Bu, lafzın ibare veya işaret yolu ile değil de hükmün menâtı veya illeti yolu ile delâlet etmesidir. Meselâ, iki hâdisenin hükmün illetinde ortak olması veya meskûtün anhın mantûktan evlâ olması (yani nassın sükût ettiği meselenin hükmü, söylediğinden daha açık olması) ve bunun kıyasa veya içtihada ihtiyaç duymaksızın lafızdan anlaşılması gibi. Buna hitabın fahvası yani gaye ve maksadı denir. İmam Şafiî bunu celî kıyasdan sayar ve Şafiîlerce buna "mefhûmu'l-muvafaka" denir. Bu delâlete "nassın delâleti" denir. Çünkü bununla sabit olan hüküm nassın ibaresi ve işaretinde olduğu gibi sadece lafızdan anlaşılmaz bilakis bu delâlet ancak hükmün menâtı ve illeti vasıtasıyla anlaşılır.

 

Misal: "Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir." (Nisa: 4/10) ayet-i kelimesidir. Bu nass, ibaresiyle "haksız yere yetimlerin mallarını yemenin haram olduğuna delâlet ederken delâlet yoluyla da yakmak veya dağıtmak gibi başka şekillerde itlaf etmenin de mutlak haram ol­duğuna delâlet eder. Çünkü dili bilen herkes bu ifadeden maksadın yetimin malını zayi etmekten nehiy olduğunu anlar. Dolayısıyla itlaf etmek de hükmün illetinde yemeye müsavî olduğu için o da haram olur.

 

                4- Nassın İktizası

 

                Sözün şer'an muteber olabilmesi için takdir edilmesine ihtiyaç duyulan la­fızdır. Bu delâlete iktiza denilmiştir, çünkü iktiza, talep etmek ve istemek ma­nasınadır, söz şer'an doğru ve sahih olması için o mukadder manayı talep eder.

 

Bunun misali "Ümmetimden hata, nisyan, unutma ve ikrah kaldırılmış­tır" hadisi şerifidir. Bu nass lafzı ve ibaresiyle hata, unutma ve ikrahın bu üm­metten kaldırıldığına delâlet eder ki bu selim bir mana değildir, çünkü fiil ol­duktan sonra kalkmaz. O halde ibareyi düzeltmek için mutlaka bir şey takdir etmek lazımdır ki işte bu "günahın veya hükmün kalkması"dır. Yani hatanın, unutmanın ve ikrahın vebali kaldırılmıştır demektir. "Günahın kalkması" ik­tiza ile anlaşılmaktadır.

 

Bu dört delâletle hüküm kat'î ve yakîn şekilde sabit olur. Ancak tahsis veya tevil gibi bu delâleti zanna çevirecek bir şey bulunursa zannî olarak sabit olur.

 

Delâlet kuvvetine göre bu delâletlerin mertebeleri şöyledir: İbare işaretten, işaret delâletten, delâlet iktizadan daha kuvvetlidir. Teârüz ettikleri zaman kuv­vetli takdim olunur.

 

 

İKİNCİ KAİDE: MEFHÛMU'L-MUHÂLEFET

 

Nassın mefhumu iki çeşittir: Mefhûmu'l-muvâfakat, mefhumu'l-muhalefet.

 

Mefhûmu'l-muvâfakat: Mezkûr olan şeyin hükmüne delalet eden lafzın, illetle müşterek oldukları için, meskûtün anh olanın hükmüne de delâlet etmesidir. Meselâ, "onlara öf bile deme" ayet-i kerimesinin onlara vurmanın da öncelikle haram olmasına delâlet etmesi gibi. Bunun hükmü, bu mefhum ile amel etmenin vacip olmasıdır. Çünkü o, hükme mantuktan daha münasiptir. Meskûtün anh mantuka müsavi olduğu zaman da hüküm aynıdır. Yetimin ma­lını haksız yere yemenin haram olmasına müsâvî olan onun malını telef etme­nin de haram olması gibi.

 

Mefhumu'l-muhalefet: Mantûkun şartlarından biri bulunmadığı için kelamın mezkûr için sabit olan hükmünün, meskûtün anh olandan nefyedildiğine delâlet etmesidir. Hanefîlerce kabul edillen esasa göre "mefhumu'l-muhalefetden çıkan hü­küm alınmaz"

 

 Mehfumu'I-Muhalefetin Çeşitleri: "Mehfumu'l-Muhalefet" kaidesinin açıklanabilmesi için onun çeşitlerini açıklamak lazımdır. En mühimleri beş tanedir:

 

1-Mehfumu's-sıfat Bu, bir sıfatla muttasıf olan lafzın o sı­fatın bulunmadığı yerde hükmün de bulunmadığına delâlet etmesidir. Meselâ "İçinizde, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın" (Nisa: 4/25) ayet-i kerimesi Şafiî, Hanbelî ve Malîkîlere göre imanlı olmadıkları takdirde cariyelerle evlenmenin haram olduğuna delâlet etmektedir. Hanefîlere göre ise onu bu sıfatla takyid etmek o sıfatın bulunmadığı yerde hüküm de bulunmayacağını göstermez, dolayısıyle bu ayet-i kerimede mümin olmayan cariye­lerle evlenmenin hükmüne dair bir delâlet yoktur.

 

2- Mehfumu'ş-şart Bu, hükmün varlığını bir şarta bağlayan lafzın, şart olmadığı yerde hükmün de olmadığına delâlet etmesidir. Meselâ "(Boşanan kadınlar) eğer hamile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin" (Talak: 65/6) ayet-i kerimesi Şafiî, Malikî ve Hanebelîlere göre mehfum-ı muhalifi ile hamile olmayan kadın için iddeti boyunca kocasına nafaka vacib olmadığına delâlet ettiği halde Hanefîlere göre etmez.

 

3- Mehfumu'l-gaye: Bu, bir hükmü bir sınırla tahdid eden lafzın, o sınırdan sonra o hükmün zıddının sabit olduğuna delâlet etmesidir. "Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden ayırt edinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın." (Bakara: 2/187) ayet-i kerimesi mehfum-ı muhalifi ile gayeden yani fecrin doğmasından sonra yiyip içmenin haram olduğuna, gurub vaktinde gecenin girmesiyle de iftar etmenin cevazına delâlet etmektedir. Bu cumhura göredir. Hanefîlere göre ise bu mefhum, gayeden sonra hükmün (yani ilk kocasına haramlığın) kalktığına delâlet etmez.

 

4- Mehfumu'l-aded Bu, hükmü bir adede bağlı ifade eden lafzın, bu adedin olmadığı yerde hükmün olmadığına delâlet etmesidir. Meselâ: "Zina eden kadın ve zina eden erkek, her birine yüzer sopa vurun" (Nur: 24/2) ayet-i kerimesi mehfumu'l-muhalefet'i ile bu sayının yüzden ne fazla ne eksik olmasının caiz olmadığına delâlet eder. Cumhura göre bu mefhum alınır amel edilir Hanefi'lere göre alınmaz.

 

5-   Mehfumu'l-lakab veya Mehfumu'l-isim Bundan maksad kendisiyle zât anlatılan ismin mefhumudur.  Meselâ: "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür" ün mehfumu'l-muhalefet'i Muhammed'in gayrisi değildir demektir. "Anneleriniz size haram kılındı" ayet-i kerimesinin mehfumu'l-muhalefet'i "annelerden gayrisi haram değildir şeklindedir." "Buğdayda sadaka vardır" hadisi şerifinin mefhumu "buğdaydan gayrisinde yoktur" şeklindedir.

 

Usûlcülerin ittifakla vardıkları hüküm şudur: Mefhumu'l-lakab hüccet de­ğildir, dolayısıyle lakabın mehfumu'l-muhalefet'i hüccet sayılmaz. Çünkü lakabın zikredilmesi ne takyid ne de tahsis ifade eder ve ne de onun dışındakilerden ihtirazı.

 

Usûlcüler şer'î nasslarda sıfatta, şartta, gayede ve adette mehfumu'l-muhalefet'i ile istidlal etme hususunda ihtilaf ettiler. Cumhur, örfü ve halkın kullanımını esas alarak mehfumu'l-muhalefet'in şer'î nasslarda mantûkun hükmünün zıddını isbat etmekte bir hüccet olacağı görüşündedir. Hanefîlere göre ise mehfumu'l-muhalefet bu hallerde hüccet değildir. Çünkü Arap dili üslupları ve şer'î nasslann pek çoğunda zikredilenin dışında kalan hükmü nefyetme kastedilmez.

 

                ÜÇÜNCÜ KAİDE: DELALETİN AÇIK OLMASI VE MERTEBELERİ

 

Delâletin açık olması, haricî bir şeye bağlı kalmadan lafzın bizzat sîgasıyla kendisinden murad edilene delâlet etmesidir. delâleti açık olan lafızların mertebeleri dörttür: Zahir, nass, müfesser ve muhkem. Muhkem delâleti en açık olanıdır, sonra müfesser, sonra nass sonra zahir gelir.

 

                1. Zahir

 

Usûlcülere göre zahir haricî bir şeye bağlı kalmadan bizzat sîgası ile kendisinden murad olunana delâlet eden lâkin sevk edilmesinden murad olunan asıl mana bu olmayan ve tevile ihtimali olan lafızdır. Meselâ: "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Adil davranamamaktan korkarsanız bir tane" (Nisa: 4/3) ayeti evlenmenin mubah oldu­ğunda zahirdir, bu ise ayetin sevkinden murad olunmayan bir manadır, zira bu ayet birden fazla evlenmenin mubah olduğunu beyan etmek için sevk olunmuştur.

 

Zahirin hükmü: Kat'î ve yakîn olarak lafızdan hemen anlaşılıveren mana ile amel etmenin vacib olmasıdır. Ancak bu manayı terk etmeyi gerektiren bir delil bulunur ve tevile ihtimali olursa, yani zahirî manasını terk edip başka bir mana irade edildiğine dair bir delil bulunur neshi de kabul ederse amel vacib olmaz.

 

                2- Nass

 

Nass, kelamın sahibi tarafından beraberinde zikredilen bir karineden do­layı manası zahirden daha açık olup sîgasıyle siyakından aslolarak kastedilen manaya delâlet eden, te'vile ihtimali olup nesih ve tahsis kabul eden lafızdır. Meselâ: Kadınlardan size helal olanlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın" (Nisa: 4/3) ayeti kadınların mubah olmasının dörtle sınırlandırıldığına delâlet eden bir nassdır. Ayet-i kerime de bu mana için sevkedilmiştir. Buna delâlet eden ka­rine de devamındaki "Adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız bir tane" (Nisa: 4/3) ayetidir.

 

Nassın hükmü zahirin hükmü ile aynıdır ki o da, lafızdan ilk nazarda anlaşılan bizatihî ve asıl olarak kastedilen mana ile amel etmenin vacib olması­dır.

 

                3. Müfesser

 

Müfesser nass ve zahirden daha açık şekilde manasına delâlet eden lafız­dır. Çünkü tevil ve tahsise ihtimal kalmamıştır, ancak Rasûlullah'ın zamanında neshi kabul eder.

 

Meselâ zina haddi ayeti "Onların her birine yüzer sopa vurun" (Nur: 24/2), kazif haddi ayeti "Onlara seksen sopa vurun" (Nur: 24/4) nasslanndaki "yüz" ve "seksen" lafızları müfesserdir, çünkü bunlar muayyen sayılardır, böyle sayıların ne ziyadeliğe ne noksanlığa ihtimali yoktur.

 

Mefesserin hükmü: Değişmeyi kabul eden fer'î bir hüküm ise neshe ihti­mali olmakla beraber tevil veya tahsise ihtimal kalmayacak derecede açıklanmış olması sebebiyle, kendisiyle kat'î olarak amelin vacib olmasıdır.

 

                4- Muhkem

 

Tevile, tahsise ve neshe ihtimal kalmayacak şekilde siğasıyle manaya açıkça delâlet eden lafızdır. Bunlar dinin esası sayılan hükümlerdir. Meselâ Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, Allah'ın il­minin her şeyi kuşattığına iman etme gibi iman esasları; adalet, doğruluk, eşit­lik, ahde vefa, emanete riayet, ana-babaya iyilik, akrabayı ziyaret gibi aklı se­limin kabul ettiği ahlak ve fazilet esasları, bunların zıddı olan zulüm, yalan, in­sanları sınıflara ayırma, ahdi bozma, hıyanet, ana-babaya âsi olma, akraba ile ilgiyi kesme gibi kötü ahlaktan sayılan hususlar.

 

Bu dört çeşidin açıklık ve maksada delâletlerinin kuvvet dereceleri kuvvet ve açıklıklarına göre farklılık arzeder: en kuvvetlisi muhkem, sonra müfesser, sonra nass, sonra zahirdir. Aralarında tearuz olursa nass zahire, müfesser zahir ve nassa ve muhkem hepsine takdim olunur. Çünkü tearuz halinde daha kuv­vetli olan zayıf olana takdim olunur.

 

                DÖRDÜNCÜ KAİDE: DELALETİ AÇIK OLMAYAN LAFIZLAR VE MERTEBELERİ

 

Naslardâ delâleti açık olmayanlardan maksad bizzat siğasıyle maksada delâlet etmeyip kendisinden murad edilenin anlaşılması haricî bir şeye bağlı olan lafızlardır.

 

Delâleti açık olmayan lafızlar Hanefîlere göre dört kısma ayrılır: Hafî, müşkil, mücmel ve müteşâbih. Bunların en kapalı olanı müteşabihtir, sonra mücmel, sonra müşkil, sonra hafî gelir. Eğer kapalılık lafızda değil arızî bir sebepten dolayı ise buna "hafî", lafzın kendisinden geliyor ve akıl ile o lafızdan maksadın ne olduğu anlaşılabiliyorsa buna "müşkil", maksadı akıl ile değil an­cak nakil ile anlamak mümkün oluyorsa buna "mücmel", maksadı ne akıl ne nakil ile anlamak mümkün olmuyorsa buna "müteşâbih" denir.

 

                1- Hafî

 

Hafî: Sığanın haricindeki bir sebepten dolayı kendisinden murad edilene ancak araştırma ile ulaşılabilen lafızdır. Yani lafız olarak manası açık ancak bu mananın bazı fertlere şâmil oluşunda bir kapalılık bulunan lafızdır. Kapalılığın mertebelerinin en aşağı derecede olanı budur. Bunun mu­kabili, mananın açıklık mertebelerinin ilki olan zahirdir.

Hafiye misal: El çabukluğu ve maharetiyle uyanık halde sahibinin ya­nında malını alan kişiye Neşşâl, kabirlerde ölü kefeni soyana da Nebbâş denir. Neşşâlde fazla olarak sahibinin yanında çalma cür'et ve cesaret vasfı da bulun­duğundan hırsızdan farklıdır, dolayısıyle hırsızın hükmü ona da uyar. İttifakla onun eli kesilir, çünkü onda "kesme" nin illeti fazlasıyle bulunduğu için kesmeye daha müstehaktır.

 

Nebbaş (kefen soyucu) ise, koruma altında bulunan sahipli bir mal alma­mış olması açısından vasfı hırsızdan noksandır, bu sebeple Hanefîlerin cum­huruna göre "hırsız" ismi buna uymaz dolayısıyle eli kesilmez, ancak tazir edi­lir. Çünkü kabir, içindekiler için korunak sayılmaz. Ayrıca kefen âdeten arzulanan bir mal değildir.

 

Hafinin hükmü: Lafızdan maksad anlaşılıncaya kadar kapalılığına sebep olan husus üzerinde düşünüp araştırmaktır.

 

 2- Müşkil

 

Müşkil, sığasıyla maksada delâlet etmeyip bilakis maksadı beyan edecek haricî bir karineye ihtiyaç duyan lafızdır. Müşkilin mukabili nassdır.

 

Hafî ile arasındaki fark: Müşkilde kapalılık lafzın kendisinden kaynakla­nır, maksada delâlet eden bir karîne bulunmadıkça manası anlaşılmaz. Hâlbuki hafideki kapalılık lafzın haricindeki bir sebebtendir, karîne olmadan kastedilen mana anlaşılabilir. Kapalılığı izale için her ikisinde de düşünme ve araştırmada bulunmak lazımdır.

 

Meselâ “Tarlanıza (hanımınıza) nereden (veya nasıl) ister­seniz gelin" ayet-i kerimesinde اَنّٰى lafzı ile hangi mananın kastedildiği açık değildir. Dü­şünme ve araştırma neticesinde bunun "nasıl" manası tercih edilmiştir. Yani nasıl olursa olsun: İster oturarak, ister ayakta, ister yan veya -ön organına olmak şartıyla- arkadan gelebilirsiniz demektir. Çünkü tarla nesil ve evlat ekilecek yerdir, dübür onun yeri değildir.

 

Diğer bir misal "Boşanmış kadınlar üç kuru' (beklesinler" (Bakara: 2/228) ayetindeki lafzıdır. Bu kelime hem hayız hem de temizlik mana­sına gelir. Burada hayız mı yoksa temizlik mi murad edildiği açık değildir.

 

Hanefî ve Hanbelîler "Cariyenin iddeti iki hayızdır" hadisi şerifine daya­narak hayız manasını tercih etmişlerdir. Çünkü iddetin meydana geldiği şeyde cariye ile hür kadın arasında fark yoktur. Malikî ve Şafiîler kur'un "temizlik" manasını tercih etmişlerdir.

 

Müşkilin hükmü: Müşkil lafızdan ne kastedildiğini anlamak hususunda araştırma yapıp ictihad etmenin, sonra başka nasslar veya teşri' kaideleri veya teşri' hikmeti gibi deliller ve karineler yardımıyla ortaya çıkan mana ile amelin vacip olmasıdır.

 

                3. Mücmel

 

Manası ancak sözü söyleyenin bir ilave bir açıklamasıyla anlaşılabilecek derecede kapalı olan lafızdır. Yani manası akıl ile değil ancak mütekellimden gelen bir nakil ile anlaşılır. Mücmel müfesserin zıddıdır, manası ancak sözün sahibinden istisfar ile anlaşılır. Mücmelde birden fazla mana olduğu için müşkiîden daha kapalıdır. İcmalin sebebi şu üç şeyden biridir:

 

a- Lafzın birkaç manada müşterek olması. Meselâ: Mevâlî lafzı.

 

b- Dilde lafzın garib olması. Meselâ: "insan helû' yaratılmıştır" (Maâric: 70/19)

 

c- Lafzın manasının lugavî manadan ıstılahı manaya nakledil­mesi. "Namaz, zekât, riba = faiz gibi lugavî manasından nakledilip şer'î bir manada kullanılan lafızlar lügat yoluyla anlaşılmadığından Sünnet-i Nebeviyye bunları beyan etmiştir.

 

Mücmelin hükmü: Muradın tayini hususunda sözün sahibinden bir beyan gelinceye kadar tavakkuf etmektir, çünkü manayı kapalı bırakan odur. Ne laf­zın sığasında ne de haricî karînelerde muradı beyan edecek bir şey bulunmadı­ğından sözün sahibine müracaat edip ne murad ettiğini sormaktan başka yol yoktur.

 

Eğer, icmal sâri'in sözünde ise, ne murad ettiğini beyan etmesi için ken­disine başvurulur: Beyan yeterli olursa lafız mücmel'den müfessere intikal eder ve onun hükmünü alır. Namaz, zekât, hac ve benzerlerinde olduğu gibi. Eğer beyan kâfî değilse mücmel müşkil olur ve onun hükmünü alır.

4. Müteşâbih

 

Müteşâbih, manası kapalı olup beyan edecek haricî bir karine de bulun­mayan ve sâri'in manasını kendisine saklayıp tefsir etmediği lafızdır. Geçen dört çeşidin en kapalı ve mübhem olanı budur. İstikra' (akıl yürütme) ve inceleme neticesinde tesbit edilmiştir ki müteşâbih bu manasıyla amelî şer'î hükümleri beyan eden naslarda bulunmaz. Meselâ Allah'ın eli, gözü, mekânı, inmesi gibi O'nun insanlara benzediği vehmini veren sıfatları bu kabildendir.

 

Selefe göre müteşâbihin hükmü: "Onun (müteşâbihin) tevilini ancak Allah bilir" (Âli imran: 3/7) ayet-i kerimesi gereğince bunun manasını Allah'a havale edip zahirine iman etmek ve tevilini araştırmamak. Hurûfu mukattaalara gelince bunlar meydan okuma ve Kur'an-ı Kerîmin başka dilin harflerinden değil Arap dilinin harflerinden meydana geldiğini beyan etmek içindir. Bu sebepten çoğu yerde bu harflerden sonra "kitap" lafzı zikredilir.

 

Müteahhir âlimlere göre müteşâbih, dile uygun ve Cenab-ı Hakkı O'na layık olmayan şeylerden tenzihe münasib şekilde tevil edilir. Çünkü Cenâb-ı Hakk için el, göz, mekân düşünülemez, dolayısıyle bunların zahirine almak müstehildir ve bu zahiri tevil etmek vaciptir, mecaz tariki ile de olsa bu lafız­lardan muhtemel bir mana murad edilir. Buna göre "Allah'ın eli" nden maksad kudretidir, "O'nun yüzü hariç her şey helak olacaktır." (Kasas: 28/88) ayetinde "yüz" den maksad zâtıdır. "Rahman Arş'ın üzerine istiva etti." (Tâ hâ: 20/5) ayetindeki istivadan maksad mütemekkin şekilde istila etmesi demektir. Bu ihtilafın kaynağı "Onun tevilini ancak Allah bilir" (ÂLİ IMRÂN /7) ayet-i kelimesindeki تَاْوٖيلَهُ اِلَّا اللّٰهُ وَمَا يَعْلَمُ  lafzı üzerinde vakf yapılıp yapılmaması hususundaki ihtilaftır.

 

Delâleti açık olma mertebesindeki farklılığın esası tevil ihtimali olup olmamasıdır, açık olmama mertebelerindeki farklılığın esası ise bu kapalılığın izale edilip edilmemesidir.

 

 

ALTINCI KAİDE: ÂMM VE DELÂLETİ

 

Âmm Kendine uygun olan bütün fertleri istiğrak eden (kapsayan) lafızdır. Meselâ "Her mümin cennettedir, her kâfir cehennemdedir, kim silahını bırakırsa emandadır" sözleri muayyen fertlere hasretmeksizin bu vasfı taşıyan herkese şâmildir.

 

Umumun bir takım lafızları vardır ki şunlardır:

 

1-Cemaat-kalabalık ifade eden lafızlar: كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَهينٌ"Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir"(Tur: 52/21);

 

2- Cins için olan lam-ı tarifle veya izafet sebebiyle marife yapılan müfred ve cemi lafızlar: قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ "Muhakkak müminler kurtuluşa ermiştir." (Müminun: 23/1)

 

3- Nefide, nehiyde ve şartta nekre umum ifade eder. لَا اِكْرَاهَ فِى الدّينِ Misal: "Dinde zorlama yoktur" (Bakara: 2/256)

 

4- İsmi mevsuller: لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ “Yerdeki ve göklerdeki şeyler Allah'ındır" (Bakara: 2/284)

 

5- Şart isimleri: Meselâ: فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُSizden her kim hilâli görürse oruç tutsun" (Bakara: 2/185)

 

6- İstifham isimleri: meselâ: مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِ Allah'ın yardımı ne zaman?" (Bakara: 2/214);

 

Âmm lafzı ya umumu üzre kalır veya tahsis edilir. Tahsis edilirse tahsise uğrayan lafzın tahsisten sonra geri kalan fertlerine delâleti cumhura göre kat'î değil zannîdir. Çünkü tahsis illeti tahsisten sonra tahsis edilen diğer fertlerde ta­hakkuk edebilir. Bu sebeple âmmın tahsisten sonra geri kalanlara delâleti kat'î olmaz zannî olur.

 

Tahsis edilmeyip umumu üzre kalan âmm ise bütün fertlerine delâlet eder. Çünkü lafzın umum siğasından akla ilk gelen umum oluşudur.

YEDİNCİ KAİDE: HAS VE DELÂLETİ

 

Tarifi: Fertleri, olup olmadığına bakılmaksızın tek bir manaya delâlet etmesi için vazedilmiş lafızdır. Bu lafız ya Halid, Muhammed gibi bir isimdir veya erkek kadın gibi bir nevidir veya insan, deve, ağaç gibi bir cinstir. Bir, iki, beş, on, yüz, bin, gibi aded isimleri de hastan sayılır. Kadın, insan, iki, yüz gibi lafızların bir takım fertlere şumûlü olsa da bu fertler bir nevi veya cins altında toplanarak bir cins veya nevi birliği ifade ettik­leri için hepsi birer hastır.

 

Has lafız, başka bir mana murad edildiğine dair bir delil bulunmadıkça kat'î ve yakînî olarak vazolunduğu manaya delâlet ettiğinde âlimler ittifak etmiş­lerdir. Meselâ "Üç gün oruç tutması vaciptir." (Bakara: 2/196) "O yeminin keffareti on fakiri yedirmektir." (Maide: 5/89) ayetlerindeki "üç" ve "on" sayıla­rından her biri vaz’ olundukları manaya kat'î şekilde delâlet ederler, ziyade veya noksan olması mümkün değildir. Çünkü bunların her biri has lafızdır, mana­sını daha aza veya daha çoğa hamletmek mümkün olmaz.

 

                Sîğasına göre has mutlak, mukayyed, emir ve nehiy olmak üzere dört çeşittir.

 

                  1. Mutlak

 

Mutlak her hangi bir sıfatla mukayyed olmadan ferd-i şayia delâlet eden has lafızdır. Meselâ bir adam, bir kitap, bir kuş, bir talebe. Mutlakın hükmü, takyid edildiğine dair bir delil bulunmadıkça mutlak oluşu üzere devam etmesidir. Takyidine dair delil olursa bu delil onu mutlakhktan çıkarır[2][2]. Meselâ yemin keffareti hakkındaki "veya bir köle azad etmektir" (Maide: 5/89) ayet-i kelimesindeki "bir köle" lafzı mümin veya kâfir olma şartı aramaksızın her hangi bir köle azad etmenin yeterli olacağına delâlet eder. Mutlakın takyidine dair delil bulunursa mukayyedle amel edilir. Meselâ "... yapılan vasıyyetten veya borçtan sonra..." (Nisa: 4/12) ayetinde mutlak olan vasiyet, malın üçte birinden fazlasının vasiyetine cevaz vermeyen hadisle takyid edilmiştir.

 

 

2. Mukayyed

 

Mukayyed, her hangi bir sıfatla sıfatlanmış ferd-i şayia delâlet eden has bir lafızdır. Meselâ, imanlı bir adam, iffetli bir kadın gibi.

 

Hükmü: Bu kaydın ilga edildiğine dair bir delil bulunmadıkça bu lafızla mukayyed şekliyle amel edilir. Meselâ zıhar keffareti hakkında gelen "Buna imkân bulamayan kimse te­mas etmeden önce peşpeşe iki ay oruç tutsun." (Mücadele: 58/4) ayetinde oru­cun peşpeşe tutulması ve bunun zıhar yaptığı hanımıyla temas etmeden önce olması kaydı getirilmiştir. Şu halde bu ayetle bu iki kayda riayet edilerek amel edilir, oruçta ara verirse veya hanımıyle temastan sonra tutarsa keffareti eda etmiş olmaz.

 

                3. Emir

 

Emir: Bir şeyin yapılmasının taleb edildiğine delâlet eden lafızdır. Bu, emir sîğasıyle olabilir. Mesela "Akidleri yerine getirin." اَوْفُوا بِالْعُقُودِ (Maide: 5/1); gibi.

 

 Başına emir lamı gelmiş muzari sîğasıyle olabilir. Meselâ "Sizden kim o aya erişirse orucunu tutsun." فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ  (Bakara: 2/185);

 

Kendisinden talep kastedilen haber cümlesiyle olabilir[3][5] Meselâ "Anneler çocuklarını tam iki yıl eınzirirler"وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ  (Bakara: 2/233). Bununla emzirme emri ve annelerden talep edilmesi murad edilmiştir.

 

Emrin mucebi emredilen şeyin vacib olması veya emredilen veya haber verilen fiilin yapılmasının kesin şekilde talep edilmesidir. Ancak emrin vücuptan alınıp nedb, ibaha, irşad, inzar ve tehdid, dua veya taciz gibi başkasına çevrildiğine delâlet eden bir karine bulunursa vücub ifade etmez. Mesela "Helal olanlardan yiyin" (Müminun: 23/51), "Ya Rabbi! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet" (A'raf: 7/89).

 

                4.  Nehy

 

Nehy: Bir fiilin kat'î bir şekilde yapılmamasının talep edildiğine delâlet eden şeydir. Nehy üslupları: Nehy ya o bilinen sîğasıyle olur. Meselâ "Yetimin malına yaklaşmayın." (En'am: 6/152); Veya "Size meyte ve kan haram kılındı." (Maide: 5/3), "Annneleriniz ve kızlarınız... size haram kılındı." (Nisa: 4/23) ayetlerinde olduğu gibi "Haram" lafzıyla gelir veya "Ey iman edenler kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz." (Nisa: 4/19); "Verdiklerinizden (mehirlerden) bir şey almanız size helal olmaz." (Bakara: 2/229) ayetlerinde olduğu gibi "helal olmadığı" nı ifade etmek şeklinde veya "Günahın açığını da gizlisini de terkedin." (En'am: 6/120); ayetinde olduğu gibi terk edilmesini talep eden bir emir siğasıyla olur.

 

Cumhura göre ise -ki meşhur ve râcih olan budur- nehy tekrar ve fevr ifade eder. Bu da nehyedilen fiilin derhal ve daima terkini gerektirir. Çünkü matlub olan "terketme" ancak devamlı olursa gerçekleşir, tekrar nehye uymuş olmak için zarurîdir. Fevr de böyledir. Çünkü bir fiil nehyetmek, ondaki zararı defetmek için onu haram kılmaktır ki derhal uyulması vacibtir. Bu imtisal de ancak tekrar ile ve fevr üzere olursa tahakkuk eder.

 

TEŞRİ'DE GAYE VE HEDEFLER

 

Şâri'in hüküm koymaktaki maksadı, insanlar için faydalı olanı celb, za­rarlı olanı defetmek suretiyle bu dünyada onların maslahatına olanı gerçekleş­tirmektir. Bu maslahatlar zarûriyyât, haciyyât ve tahsîniyyât arasında değişir. Şeriatin hükümlerinin dikkatle gözden geçirilmesi sonucunda tesbit edilmiştir ki hükmü koyan bunları koyarken insanların maslahatını gözetmiş, maslahatlar­dan hiç bir şeyi ihmal etmemiştir, her hükmü ancak insanların maslahatını te­min etmesi için koymuştur. "Peygamberler, müjdeciler ve azab habercileri (gönderdik). Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahane­leri olmasın" (Nisa: 4/165); "Biz seni âlemlere ancak rahmet için gönderdik" (Enbiya: 21/107) gibi ayet-i kerimeler bunu ifade etmektedir.

 

Makâsıd-ı şerîa: Bütün hükümlerde veya ekseriyetinde din için düşünülen hedef ve manalar demektir. Veya sâri'in şeriatın hükümlerinden her birine yer­leştirdiği gaye ve sırlar demektir. Bunların devamlı ve herkesçe bilinmesi zaruridir: Müctehid hüküm istinbat ederken, nasları anlarken; müctehid olmayan da ahkâmın sırlarına muttali olması için bunların bilinmesi zaruridir.

 

Her hükümde şu üç şeyin bulunduğunu anladığımız zaman şeriat çerçe­vesi içinde bu kaidenin yeri kendiliğinden tesbit edilmiş olur:

 

a) Hükmün illeti: Bu, kıyasın esası olan zahir, munzabit vasıftır.

 

b)  Hükmün hikmeti: Bu, sâri'i ahkâm koymaya sevkeden meşakkat ve teysir gibi illetin esası olan amillerdir.

 

c) Hükmün gayesi: Şâri'in ahkâm koymaktan maksadı insanlar için celb-i menfaat tayda sağlama veya def-i mazarrat yani zararı önlemedir.

 

İşte bunlar dinin bütün hükümlerinin ayrılmaz özellikleridir. Hiç bir hü­küm yoktur ki onda ya bir maslahat elde etme veya bir mefsedeti kaldırma, dünyayı şerlerden ve günahlardan temizleme gayesi gözetilmiş olmasın. Bu da, şeriatın bir umumi gayeyi gerçekleştirme azminde olduğuna delâlet eden husus­lardandır ki bu ana gaye ferdi ve toplumu mesud etma, nizamı koruma, dün­yayı imar etme insanların maslahatını gözetmektir.

 

 

Maslahatın Çeşitleri

 

Masalih-i mürsele bahsinde de açıklandığı gibi kuvvet ve tesir bakımın­dan maslahatlar üç çeşittir:

 

                1- Zarûriyyât / Zaruri maslahat: Bu, insanın dinî ve dünyevî hayatının kendisine bağlı olduğu şeydir. O olmadığı zaman dünyada hayatın düzeni bozulur, fesad yayılır, âhirette ebedî cennet kaybedilmiş, azaba duçar olunmuş olur. Maslahatların en kuvvetlisi budur, hiç bir şey bundan ileri olmaz. Bu sebeple zaruri bir şeyin ihlâlinin söz konusu olduğu yerde tahsînî veya hâcî olana artık riayet edilmez.

 

 İslâm, bu zarûrıyyâtın muhafazası için hükümler meşru kıl­mıştır: mesela;

 

Dinin muhafazası, himayesi ve devamının garantisi içinde de cihad hü­kümleri, dini iptal etmek, dinden uzaklaştırmak, dinden dönmek veya ahkâmını tahrif etmek isteyenlere, onu yıkmak ve helali haram haramı helal yapmak su­retiyle özünü bozmak için açıktan propaganda yapanlara cezalar koymuştur. Ayrıca zaruri yyâtı muhafaza etmek için zaruret halinde haramları mubah kıl­mıştır.

 

Beşerin varlığına gelince: İslâm insan türünün varlığı ve devamı için de zaruret miktarı yemeyi, içmeyi ve giyinmeyi, adam öldürene kısası, diyet ve keffaret cezasını farz kılmış, canı tehlikeye atmayı men etmiş ve onu korumayı ve gelecek zararları defetmeyi vacib kılmıştır.

 

Akıl, insanı diğer yaratıklardan ayıran büyük bir nimettir. Allah (c.c.) aklın selâmeti ve geliştirilmesi için ilim tahsilini ve tecrübeyi meşru kılmış, muhafazası için de sarhoşluk verici ve uyuşturucu maddeler gibi aklı zayıflatıcı ve onu ifsad edici her şeyi haram kılmış ve bunların kullanılmasına karşı caydırıcı cezalar koymuştur.

 

Neseb veya ırzın bekası için evliliği meşru kılmış, zinayı ve zina iftira­sını haram saymış ve bunların muhafazası, neseb karışmasının engellenmesi, insanlık haysiyet ve şerefinin korunması için zina ve zina iftirasına karşı had (ceza) koymuştur.

 

Mal ise hayatın temeli ve vasıtasıdır. Kazanılması için din rızık peşinde koşulmasını emretmiş, alış-veriş, kira, hibe, şirket, iare, rehin ve benzeri in­sanlar arasındaki muamelatı meşru kılmıştır. Malın muhafazası için de hırsız­lık yapmayı haram kılmış, hırsızlık cezasını koymuştur. Aldatma, hiyanet, gasb, faiz ve diğer haksız yere insanların malını yeme yollarını haram kılmış, telef edilen malın tazminini vacib kılmış, sû-i tasarrufa, kendisine ve başkala­rına zarar verilmesine mani olmak için sefih, gafil, müşflis ve borçluya mâlî ta­sarruflarında hacir konulmasına cevaz verilmiştir.

 

                2. Hâciyyât

 

İnsanların hayatlarını kolaylaştırmak ve sıkıntıları hafifletmek için muh­taç oldukları maslahatlara hâciyyât denir. Zarûriyyâtta olduğu gibi bulunmadığı zaman hayat düzeni bozulmaz, ancak insanlar bir takım sıkıntılara, meşakkat­lere düşerler. İslâm insanların sıkıntılarını gidermek ve hafifletmek maksadıyle ibadetler, muamelat ve ukûbât çerçevesinde çeşitli hükümler koymuştur:

 

İbadetlerde: Seferde namazları kısaltma, iki vakti birleştirme, hasta ve yolcunun ramazanda oruç tutmaması, namazı ayakta kılamayanın oturarak eda etmesi, hayızlı ve nifaslılardan namazın sakıt olması, hazerde ve seferde mest­ler üzerine mesh yapılması, hastalıktan veya su bulamamaktan dolayı teyem­mümün caiz olması, hayvan veya araba veya gemi gibi binekler üzerinde yönü kıbleye doğru olmasa da nafile namaz kılınabilmesi gibi şer'î ruhsatlar getiril­miştir.

 

Âdetlerde, Avlanma, yeme, içme, giyinme ve mesken konularında rızıkların güzel olanlarından istifade etme mubah kılınmıştır.

 

Muamelâtta: İnsanların ihtiyaçlarını giderecek alış-veriş, kira, şirket, mudarabe, tazmin ve teberru gibi bütün akid ve tasarrufların mubah kılınması, selem, istisna, muzâraa, müsâkât ve müğârase gibi akidlerin umumi kaidelerden istisna edilerek mubah kılınması, istisnaî hallerde icârede olduğu gibi akdin feshedilmesi, ihtiyaç veya zaruretten dolayı boşama yolu ile evliliğe son verme, küçük yaştakilerin maslahat için velileri tarafından evlendirilmeleri, haramların mubah olması konusunda hacetlerin zaruretler gibi sayılması... hep bu kabil­dir.

 

Ukûbâtta: Veliler için kısastan vazgeçme hakkı meşru kılınmış akraba arasındaki dayanışmanın gerçekleşmesi ve katile kolaylık olması için hata ile öldürmelerde diyet âkileye yüklenmiş, töhmet altındaki kişinin lehine olarak şüphelerden dolayı had (ceza) lar düşürülmüştür.

 

                3.   Tahsîniyyât

 

Bunlar nezaket ve nezâhetin gerektirdiği maslahatlardır ki bununla âdet­lerin ve ahlakın güzelliklerini alma kastedilir, kaybedildiği zaman zarûriyyâtta olduğu gibi hayatın düzeni bozulmaz, hâciyattâ olduğu gibi güçlüklere düşül­mez, ancak aklî ölçülere göre hayat sevimsiz hale gelir.

 

Bu maslahatlar da diğer zarûriyyât ve hâciyyât gibi ibadetlerde, âdetlerde, muamelâtta ve ukûbatta mevcuttur. Tahsîniyyât için meşru kılınanlar ya farz olur veya şart olur veya nafile ve tâat kabilinden olur.

 

Meselâ ibadetlerde taharetler (abdest ve gusül), necasetlerden temizlenme, namazda setr-i avret şart kılınmış, her mescide ve toplum içine gidişte güzel giyinme, güzel görünme için koku kullanma meşru kılınmış, namaz, oruç ve sadaka gibi çeşitli ibadetlerle Allah'a yakın olma teşvik edilmiştir.

 

Muamelâtta: Necasetlerin ve zararlı şeylerin satışı, suyun ve meranın fazlasının satışı, pazarlık üstüne pazarlık, dünür üstüne dünür menedilmiştir. Aldatma, hile, israf ve cimrilik haram kılınmış, insanların eşleri ile muaşere­tinde iyi ve nazik olmaları emredilmiş, kadın bizzat nikah akdi yapmaktan örfen haya edeceği için bunu velinin yapmasına musâde edilmiş, öneminden dolayı nikah akdinin şahitler huzurunda yapılması vacib kılınmıştır.

 

Adetlerde: Dinimiz yeme-içme âdabını öğretmiş, zararlı yiyecek ve içe­ceklerin alınmasını yeme, içme ve giyim gibi hususlarda israfı haram kılmıştır.

 

Ukûbatta: Din işkence ile yakarak öldürmeyi menetmiş, savaşta kadınla­rın, çocukların ve râhibler gibi sivil insanların öldürülmesini haram saymış, ahde vefayı vacib kılmış, zulmü ve anlaşmaları bozmayı haram etmiş ve mefsedete götüren yollan kapatmıştır.

 

                4.  Tamamlayıcı Hükümler

 

                Yukarda geçen üç gayenin iyi muhafaza edilmesi ve gerçekleştirilmesi için Allah (c.c.) bu zaruri, hâcî ve tahsînî maslahatları muhafaza edecek hükümlerin tamamlayıcısı olmak üzere başka hükümler de vazetmiştir ki bunlar bulunma­dığı takdirde hükümlerin asıl hikmetlerine bir halel gelmez.

 

Zarûriyyâtın tamamlayıcısı hükümlere misal olarak şunlar zikredilebilir: Şeâir-i diniyyenin ilanı, tamamlanması ve ikmali için cemaatle namaz, ezan ve kamet. Yeni düşmanlıkların alevlenip daha başka kan dökülmesine mani olmak için kısas tatbikinde mümâselet (işlenen cinayetle kısasın aynı miktarda ol­ması).

 

Hâciyyâtı tamamlayıcı hükümlere misal olarak şunlar zikredilebilir: Eşler arasında uyum ve ülfetin sağlanması için denkliğin şart olması, nikâh akdi es­nasında mehir konuşulmamış ise evliğin devamı için mehr-i mislin meşru oluşu, alış-veriş, kira, şirket gibi muamelâta ait hükümlerin konulmasında gararın, belirsizliğin ve olmayan şeyin satışının nehyedilmesi, hıyârâtın (alıp-almama serbestliği) meşru kılınması, rızanın tam olması; kin, niza ve husûmetlere sebep olmaması için akidlerde bazı şartların yerine getirilmesinin şart olması.

 

Tahsîniyyâtı tamamlayıcı hükümlere misal olarak da şunlar zikredilebi­lir: Def-i hacet âdabı, abdest ve güslün mendupları, usûlüne uygun şekilde başladığı ibadetleri iptal etmemek, "Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadı­ğınız pek âdı, bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın" (Bakara: 2/267) ayet-i kerimesi gereğince zekât ve diğer sadakalarda malın iyisinden vermek, kurbanda ve akîka kurbanında en iyisini seçmek.

 

                İÇTİHADIN CAİZ OLDUĞU HUSUSLAR

 

İctihad: Şeriatte, şer'î hükümleri tafsilî delillerinden istinbat etme ameliyesidir. İctihad her asır ve zamanda meşrudur ve matlubdur. Bir hadise hak­kında hüküm beyan edecek bir başkası bulunmazsa var olan müctehid üzerine bu farz-ı ayın olur, bulunursa farz-ı kifaye olur. Birisi îfa ederse diğerlerinden bu vazife düşer, hiç birisi yapmazsa hepsi günahkâr olur.

 

Usûlcüler içtihadın sahası hakkında "Mevrid-ı nasda içtihada mesağ yok­tur" kaidesini koymuşlardır. Yani hükmü hakkında delâleti kat'î bir nas bulu­nan meselede içtihada mecal yoktur. Meselâ kelime-i şehadeti söylemek, beş vakit namazın, orucun, zekatın, haccm farziyeti, zina, hırsızlık, içki içme, adam öldürmenin haramlığı, şer'an bunlara takdir edilen cezalar,... Bütün bu hükümler naslann, başka her hangi bir manaya ihtimal bırakmayacak şekilde açıkça delâlet ettiği hükümlerdir. Bu naslar ya Kur'an'daki sîgaları veya sünnetin beyan etmesi sebebiyle açıktır, dolayısıyle içtihada ihtiyaç olmadığı gibi mesağ = cevaz da yoktur.

 

Ama hükmü hakkında sübûtu ve delâleti zannî veya ikisinden birisinde zannî bir nas vârid olan hadise ve hakkında ne bir nas ne de icmâ bulunmayan hadiseler, işte bunlar içtihada mahal meselelerdir.

 

Eğer nassın sübûtu zannî ise bunun senedi, bize ulaşması, ravilerin ada­leti ve zabt bakımından dereceleri içtihadın cari olduğu hususlardır. Bunların her birinde müctehidlerin takdirleri farklı olur. Bazıları sübûtu hakkında kalbi mutmain olduğu için o nassı alırken bazıları da rivayeti hakkında mutmain olamadığı için reddeder.

 

Ve eğer nassın delâleti zannî ise burada içtihada mahal olan şey bu nasdan murad olunan mananın anlaşılması ve manaya delâlet kuvvetidir. Belki nas âmm olur veya mutlak olur, emir veya nehiy olur, manaya ibare veya işaret yolu ile delâlet eder, zahir veya müevvel olur. Belki âmm umumu üzre kalır, veya tahsis olunur, mutlak ıtlâkı üzre (kayda bağlı olmadan) kalır veya takyid olunur. Emir ya vücub içindir veya nedb ve ibâha içindir. Nehy ya tahrim içindir veya kerahet için. Müctehid bir görüşü diğerine tercih etmek için Arapça dil kaidelerinden veya makâsıd-ı şeriâdan istifade eder.

 

Eğer hadise hakkında nas veya icmâ yoksa burada içtihada mahal olan şey, kıyas, istihsan, masalihi mürsele, örf ve ıstıshap gibi akli delillerle hadi­senin hükmünü araştırmaktır. "Haracın def edilmesi esası" da bu delillerden biridir. Şu halde şu iki yerde ictihad cari olur.

 

                a) Hakkında zaten nas bulunmayan,

 

 b) Nas bulunup da kat'î olmayan meseleler. Hakkında kat'î nas bulunan meselede ictihad olmaz.

 

                İctihad Ehliyeti veya Şartları

 

İctihad zannedildiği gibi her insanın cüret edeceği herkese şamil bir hak değildir. İctihad ancak muayyen vasıflan haiz, şeriat dairesi içinde bütün ilmî cehdini son haddine kadar harcıyarak şer'i hükmü delilinden istinbat etme meleke ve kudretine sahip, ulemâdan az bir zümreye nasip olan hakikaten ince bir ihtisastır. Onun için dünyadaki diğer ilmî ihtisaslarda olduğu gibi ictihadda da muayyen şartların bulunması zaruridir. Bunları şu şekilde özetlemek müm­kündür:

 

1 - Müctehidin Arap dili ve ifade özelliklerini ilmen ve dirâyeten kâfi dere­cede bilmesi lazımdır.

 

2- Fıkıh usûlü ilminden haberdar olmalıdır.

 

3- Kur'an-ı Kerim'de vârid olan ahkâm ayetlerini bilmelidir: Ayetlerin lü­gat manalarını, yani kelimelerin ve arapça cümle terkiplerinin manalarını, ifade özelliklerini bilmelidir. Şer'î manalarını bilmelidir.

 

4-  Kur'an-ı Kerim'de olduğu gibi ahkâm hadislerinin de lügat ve şer'î manalarını bilmelidir. Buna ilaveten hadisin senedini de bilmesi zaruridir.

 

5- Üzerinde icmâ vâki olmuş meseleleri bilmelidir ki icmânın hilâfına fetva vermesin.

 

6- Kıyas çeşitlerini, gerekli şartlarım, ahkâmın illetlerini ve bu illetleri bulma veya şer'î naslardan istinbat yollarını, insanların maslahatlarını, mekâsıd-ı şerîayı, dinin külli esaslarını bilmelidir. Ayrıca insanların ahvaline, muamelâtına yeteri kadar muttali olmalı, onların yaşayışı hakkında iyi bilgi sahibi olmalıdır.

 

Burada son olarak ictihadla ilgili şu üç meselenin de zikredilmesi uygun olur:

 

1-"Ictihad farzdır, müctehid me'curdur."

 

Kur'an-ı Kerim pek çok ayetinde içtihadı vacib kılmıştır. Meselâ: "Haki­kat, biz sana kitabı -Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmet­men için- hak olarak indirdik." (Nisa: 4/105) ve "Ey akıl sahipleri ibret alın" (Haşr: 59/2). Sünnet de müctehid her hal ü kârda ecir alır diyerek içtihada teş­vik etmiştir. Müctehid içtihadında isabet ederse iki ecir alır: Birisi içtihadının ecri, diğeri içtihadında isabet etmenin ecridir. Hata ederse ictihad etmesinin kar­şılığı olarak bir ecir alır. Şu halde ictihad ehliyetini hâiz kişi ictihad eder ve zannı galibi ile amel eder. Çünkü zann-ı galib ile amel etmek vacibdir. İçtihada ehil olmayan ise müctehidi taklid eder ve onun fetvasıyle amel eder. Çünkü dinin hükümlerinin öğrenilmesine vasıta olacak tek yol budur. Allah (c.c.) "Eğer bilmiyorsanız zi­kir ehline (bilenlere) sorun." (Enbiya: 21/7) buyurmuştur.

 

2- İçtihadın tecezzi (belli konulara has olmayı) kabul edip etmemesi: Yani bütün meselelerde ictihad melekesine sahip olmakla beraber meselân sadece ferâizde veya cezalarda veya sadece muamelâtta mütehassıs olup ictihad etmek diğer meselelerde etmemek gibi.

 

Ulemanın ekserisine göre ictihad tecezzî kabul eder, bu caizdir. Müctehid sadece bir meseleye ait olan ve o konuda mutlaka bilinmesi lazım gelenleri bilip bununla ilgisi olmayan diğer fıkhî meseleler hakkında bilgisi olmayabilir. Çünkü bütün meselelerde ictihad melekesini kullanıp onlar hakkında fi'ilen ictihadda bulunmak âlimlere göre matlup bir şey değildir. Müctehide pek çok mesele sorulur da o bunlardan bir kısmına cevap verir bir kısmında sükût eder.

3- içtihadın değişmesi ve nakledilmesi:

 

Nazarî olarak bir müctehidin içtihadını değiştirmesi caizdir, önceki söy­lediğinden dönebilir. Çünkü içtihadın mesnedi delildir, müctehid ne zaman de­lile ulaşırsa, alınıp amel edilmesi daha evlâ olan ortaya çıktığı için o delilin mûcebini alması vacib olur, çünkü delil hakka ve doğruya daha yakındır.

 

                HÜKMÜN NESHİ

 

Nesh: Şer'î bir hükmü daha sonraki şer'î bir delil ile kaldırmak demektir. İlâhî dinlerde nesih vakidir. Meselâ bizim şeriatımız önceki şeriatlarda var olan fer'î hükümleri neshetmiştir. Nesih bizim şeriatımız içinde de olmuştur. Sonra nesih ancak Rasûlullah hayatta iken düşünülebilir, vefatından sonra nesih yok­tur. Çünkü nesih ancak vahiy ile bilinir, vahiy de Rasûlullah (s.a.) sağlığındadır, vefatından sonra hükümlerden hiç bir şey neshedilmemiştir. Zira artık ne yeni vahiy var ne de Allah tarafından gelen yeni bir din.

 

Neshin hikmeti: Şer'î hükmün esası olan maslahatın değişmesidir.

 

Hüküm muayyen bir maslahatı gerçekleştirmek ve muvakkat sebepler için konulmuş olup daha sonra bu maslahat değişmiş ve o sebepler ortadan kalkmış olabilir. Çünkü maslahat zamanın değişmesiyle değişir, hikmet önceki hükmün değişmesini gerektirir ve önceki hükme son verip devamı arzu edilen yeni bir hüküm ortaya koymak insanların maslahatına daha uygun olabilir. Bu, tedricîliği gerektiren teşri' adaletine uygun bir harekettir. İnsanları bir halden başka bir hale aktarmak efdal ve evlâdır ve daha hakîmânedir. Maslahat değişmese dahi hükmün değiştirilip neshedilmesiyle insanları imtihan etme kastedilmiş de olabilir.

 

Şu hadise maslahatın değişmesine misaldir: Kurban bayramı günlerinde Medine'ye etraf kabilelerden pek çok kafile gelmesi sebebiyle (onlara ikram edilsin gayesiyle) Rasûlullah (s.a.) kurban etlerinin saklanmasını nehyetmişti. Bu kafileler gidince nehyin sebebi ortadan kalktı. Rasûlullah (s.a.) da saklan­masına izin verdi.

 

Teşri'deki tedricîliğe ise pek çok misal vardır. Bunların birçoğu içkinin haram kılınmasında görülür

 

Kur'an'ın Kur'an'ı, mütevâtir sünnetin mütevâtir sünneti, haberi vahidin haberi vahidi neshetmesi ittifakla caizdir.

 

Mütevâtir sünnetin haberi vahidle neshi ise Cumhura göre caizdir. İmam Şafiî "Ne Kur'an sünneti, ne sünnet Kur'anı neshedebilir" diyerek bunu kabul etmemiştir. Ayetin haberi vâhidle neshedildiğine misal "Denizin suyu temiz, meytesi helâldir." hadisinin bütün meyteleri haram kılan ayetleri neshetmesidir. Ayetin mütevâtir haberle neshedildiğine misal de "Vârise vasiyet yoktur" müte­vâtir hadisinin miras ayetlerinin umumunu neshetmesidir.

 

İcmânın icmâyı, kıyasın Kur'an ve sünneti neshi caiz değildir.

 

                MÜCTEHİDLERİN TABAKALARI

 

1-             Dinde Müctehid: Dört mezhep imamının içinde bulunduğu bu tabaka fakihleri usul ve furu’ da kimseyi taklid etmez. Onlar, kendi tespit ve buluşları olan usule dayanarak dinin ana kaynaklarından fer’i hükümleri çıkarır.

 

2-             Mezhepte Müctehid: Usulde üstadlarına tâbi olup furu’da bu usule göre kaynaklardan hüküm çıkarır ve bu hükümlerde üstadlarına muhalefet edebilir. İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf vs.

 

3-             Meselede Müctehid: Usul ve furu’da mezhep imamlarına muhalefet edemez. Yalnızca mezhep imamlarının hüküm vermediği konuları, yine onların usulüne göre ictihad ederek hükme bağlar. Kerhi, Tahavi, Serahsi vb.

 

4-             Ashabu’t- Tahric: İctihad ehliyetine haiz değildir. Bunlar imamlarının usul ve delillerini bildiği için onlardan nakledilen görüşleri açıklar, birden fazla ihtimal taşıyan sözlerde ihtimallerden birini tercih eder. Cessas vb.

 

5-             Ashabu’t-Tercih: Tek mezhebe ait ve aynı mesele ile ilgili birkaç görüşten birisini ‘Bu kıyasa daha uygun’, ‘rivayet yönünden daha sağlam’, ‘maslahata daha uygun’ vs. diyerek diğerine tercih eder. Kuduri, Merğinani vb.

 

6-             Ashabu’t-Temyiz: Kuvvetli, daha kuvvetli ve zayıf görüşleri, zahir ve nadir rivayetleri birbirinden ayıran mukallidlerdir. Kenz, Muhtar, Vikaye, Mecma’ gibi kitapların yazarları.

 

7-             Tam Mukallidler: Yukarıdaki gruplardan hiçbirine girmeyen, bulduğunu ve gördüğünü –kuru yaş demeden- alan ve nakleden fıkıhçılardır.

 

 

Bu tasnif -bilhassa iki noktadan- şöyle tenkid edilmiştir.

 

a-      İlk üç tabakadan sonrasını ayrı ayrı tabaka kabul etmek doğru değildir. Onlar mukallid fıkıh bilginleridir ve tek tabaka teşkil ederler.

 

b-      Tabakalara örnek gösterilen zevat yerlerine isabetli bir şekilde yerleştirilmemiştir. Mesela Cessas en azından meselede müctehid tabakasında olmalıdır.

 

 

4.      HADİS USULÜ

 

HADÎS USÛLÜ İLMİNİN DOĞUŞU VE TARİHÎ GELİŞİMİ

 

Ciddi bir araştırmacı, "rivayet ilmi" ve "haber nakli"nin temel prensip ve esaslarının, Kur'ân-ı Kerîm ve nebevi Sünnet'te yer aldığını açıkça görebilir. Zira Sahâbîler, -özellikle nakledenin doğruluğunda şüphe ettiklerinde-, Allah'ın ve O'nun elçisinin emrine uyarak haberierin nakli ve kabulünde son derece titiz davranmışlardır. Onların bu titiz davranışlarının neticesinde haberin kabul veya reddinde isnâd ve isnadın değeri gibi hususlar ortaya çıkmıştır.

"Senedi bilinmedikçe haberin kabul edilmeyişi" esasına dayalı olarak "cerh ve ta'dîl", "râvîleri değerlendirme", "muttasıl veya munkatı' senetleri bilme", "gizli illetleri bilme" gibi ilimler ortaya çıktı. Ancak başlangıçta mecruh râvilerin sayısı az olduğundan râvîler hakkında menfî değeriendirmeler de tabiî olarak az oldu.

Daha sonra bu sahada âlimler yetiştikçe hadisin zaptı, tahammül ve eda keyfiyeti; nâsih ve mensûhunu bilme, garip kelimelerini açıklama ve daha başka branşlarda araştırmalar ortaya çıktı. Fakat âlimler bu bilgilerini sözlü olarak naklediyorlardı. Bilahare durum daha da gelişti; söz konusu ilimler yazılarak kayda geçirilmeye başladı. Fakat bu bilgiler; usûl, fıkıh ve hadîs ilmi gibi ilimlerde karışık halde yazılmış kitapların farklı yerierinde yer almaktaydı. Mesela burada İmâm eş-Şâfiî'nin (Ö.204/819) er-Risâle ve el-Umm isimli eserierini örnek olarak zikredebiliriz.

Netice olarak ilimler olgunlaşıp ıstılahlar yerli yerine oturunca ve bütün ilimler diğerierinden ayrılarak müstakil hale gelince -ki bu da h. IV asırda gerçekleşmiştir- âlimler Hadis Usûlü İlmini müstakil bir kitapta topladılar. Bu konuda ilk müstakil eser veren, Kâdî Ebû Muhammed el-Hasan b. Abdurrahman b. Hallâd er-Râmehurmuzî'dir. Eserinin adı el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î 'dir.

 

HADIS USULÜ SAHASıNDA TELIF EDILEN EN MEŞHUR ESERLER

 

I. el-Muhaddisu'l-fâsü beyne'r-râvî ve'l-uâ'î: Eseri, Kâdî Ebû Muhammed el-Hasan b. Abdurrahmân b. Haliâd er-Râmehurmuzî (0:360/970) tasnif etmiştir. Ancak kitap, hadis usulü konulannm tamammı içermemektedir. Hangi ilmî sahada olursa olsun, ilk telif edilen eserlerin genel durumu böyledir.

2. Ma'rifetü ulûmi'l-hadîs: Müellifi, Ebû AbdiUah Muhammed b. Abdillah el-Hakîm en-Neysâbûrî'dir (Ö.405/1014). Konular uygun bir ilmî tertip ve düzene sahip değildir.

3. el-Müstahrec 'alâ Ma'rifeti 'ulûmi'l-hadîs: Müellifi, Ebû Nu'aym Ahmed b. Abdullah el İsbahânî'dir (Ö.430/1038). El-Hâkim'in, "Ma'rifetü 'ulûmi'l hadîs" adlı eserinde, hadis usûlü ilminin kaidelerinden gözden kaçırdığı konulan tamamlayıcı niteliktedir. Ancak yine de daha sonra geleceklerin tamamlayacağı pek çok eksiği vardır.

4. el-Kifâye fî 'ilmi'r-riuâye: Eseri, Ebû Bekr Ahmed b. Alî b. Sabit el-Hatîb el-Bağdâdî (Ö.463/1070) telif etmiştir. Hadis usûlü ilminin problemlerini ortaya koyan ve rivayet kaidelerini açıklayan bügilerie doludur. Hadîs usûlü ilminin en önde gelen kaynaklarından biri olarak kabul edilir.

5. el-Câmi' li-ahlâh'r-râuî ve âdâbi's-sâmi': Eseri yine, Ebû Bekr Ahmed b. Alîb. Sabit el-Hatîb el-Bağdâdî telif etmiştir. İsminden de anlaşıldığı gibi rivayet âdabından bahseden bir kitaptır. Sahasında tektir. Konu ve muhteva açısından kıymetli bir eserdir. Hatîb'in, hadis ilmi sahasında müstakil eser vermediği branş yok denecek kadar azdır. Hafız Ebû Bekr b. Nukta'nın (Ö.629/1231) dediği gibi; "İnsaflı olan herkes bilir ki, el-Hatîb'den sonra gelen bütün hadisçiler onun kitaplarına muhtaçtır".

6. el-İlmâ' ilâ ma'rifeti usûli'r-riüâye ve takyidi's-semâ': Müellifi Kâdî 'lyâz b. Mûsa el-Yahsubî'dir (Ö.544/1149). Usûl bilgilerinin tamamını kapsamamaktadır. Özellikle tahammül ve edâ keyfiyeti ve bunun teferruatı ile ilgili konularda eksiktir. Fakat açıklamalan iyi, söz dizimi ve tertibi güzeldir.

7. Mâlâ yese'ü'l-muhaddise cehluh: Müellifi, Ebû Hafs Ömer b. Abdülmecîd el-Meyâned'dir (Ö.580/1184). Faydası sınırlı muhtasar bir çalışmadır.

8. Ulûmu'l-hadîs: Müellifi, Ebû 'Amr Osmanb. Abdurrahmân eş-Şehrezûrfdir (ö.643/1245). Kendisi âlimler arasında İbnu's-Salâh; eseri de Mukaddimetü İbni's-Salâh diye meşhurdur. Usûl alanında telif edilen eserierin en güzelidir. Müellif, eserinde, Hatîb'in eserleri ile ondan önce telif edilen eserlerdeki farklılıkları

bir araya getirmiştir. Son derece faydalı bir eserdir. Ancak müellif onu parça parça yazdığı için eseri uygun bir şekilde tertip edememiştir. Buna rağmen kendisinden sonra gelen âlimlerin temel başvuru kaynağı olmuştur. Kimi onu ihtisar etmiş, kimi nazma çevirmiş, kimi itiraz yazmış kimi de daha iyi hale getirmeye çalışmıştır.

9. et-Takrib ue't-teysîr li-ma'rifeti suneni'l-beşîri'n-nezîr. Müellifi, Muhyiddîn Yahya b. Şeref en-Nevevî'dir (Ö.676/1277). İbnu's-Salâh'ın Ulûmu'l-hadîs'inin ihtisarıdır. Güzel bir kitaptır; fakat bazı ibareleri muğlâktır.

10. Tedribu'r-râuîfîşerhi Takribi 'r-Nevevî: Müellifi Celalüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Suyûtî (Ö.911/1505). İsminden anlaşıldığı gibi Nevevî'nin Takrib adlı eserinin şerhidir. Müellif bu eserde oldukça faydalı bilgileri bir araya getirmiştir.

11. Nazmu'd-dürer fîilmi'l-eser. Müellifi Zeynuddîn Abdurrahmân b. el-Hüseyn el-'lrâkî'dir Ö.806/1403). Eser, "Bfiyyetü'l-IrâkS" diye meşhurdur. Müellif bu eserde İbnu's-Salâh'ın Ulûmu'lhadîs'ini nazma çevirmiştir. Ona birtakım ilâveler de yapmıştır. Çok güzel ve faydalı bir eserdir. Pek çok şerhi vardır. Müellifin kendisi de iki şerh yazmıştır.

12. Fethu'l-muğîs fî şerhi Elfiyyeti'l-hadîs: Müellifi Muhammed b. Abdurrahmân es-Sehâvî (Ö.902/1496). Irakî'nin "Elfiyye "sine yazılmış bir şerhtir. Elfiyye'ye yazılan şerhlerin en iyi ve en doyurucu olanıdır.

13. Nuhbetü'l-fiker fîmus<.alahi ehli'l-eser: Müellifi Hafız İbn Hacer el-'Askalânî (Ö.852/1448). Oldukça muhtasar ve küçük bir eserdir. Ancak tertip bakımından muhtasarların en güzeli ve en faydalısıdır. Müellif tertip ve bölümlendirmede daha önce uygulanmamış bir metot sergilemiştir. İbn Hacer, bunu yine kendisi "Nüzhetü'n-nazar" adıyla şerh etmiştir. Eseri başkaları da şerh etmiştir.

14. el-Manzûmetü'l-Beykûniyye: Müellifi, Ömerb. Muhammed el-Beykûnî (ö.1080/1669). Muhtasar manzumlardan olup otuz dört beyti aşmamaktadır. Faydalı ve genel kabul görmüş ihtisariardan biri olarak kabul edilir. Birçok şerhi vardır.

15. Kavâidü't-tahdîs: Müellifi Muhammed Cemalüddîn el-Kâsimî'dir (ö. 1332/1913). Faydalı bir eserdir. Hadîs Usûlü alanında telif edilmiş daha pek çok eser vardır. Ancak konu uzamasın diye meşhurlarını zikretmekle yetindim. Allah onlardan da bizden de razı olsun.

 

ÖNCELİKLİ TARİFLER

 

1. Hadîs Usûlü İlmi [İlmu'l-mustalah]:

 

Hadis Usûlü, kabul ve red yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usûl ve kaideler ilmidir.

a. Konusu: Hadîs Usûlü İlminin konusu kabul ve red yönünden senet ve metindir.

b. Annaa: Hadîs Usûlü İlminin amacı, sahih olan hadisi sahih olmayandan ayırt etmektir.

2. Hadîs:

a. Sözlük anlamı: "Hadîs: kelimesi sözlükte yeni demektir. Kıyasa muhalif olarak çoğulu, "ehâdîs olarak kullanılır.

b. Terim anlamı: Terim olarak hadîs; Hz. Peygambere izafe edilen söz, fiil, takrir veya vasıf demektir.

3. Haber:

a. Sözlük anlamı: "Haber" kelimesi sözlükte haber vermek demektir. Çoğulu "ahbâr"dır.

b. Terim anlamı: Haber sözcüğünün terim anlamı konusunda

Üç görüş ileri sürülmüştür:

1. Haber hadisin eşanlamlısıdır: Bu görüşe göre; haber ile hadis terim olarak aynı anlama gelmektedir.

2. Haber hadisten farklı bir anlam taşır: Bu görüşe göre; Peygamber'den (s.a.) gelene hadîs, başkasından gelene haber denil.

3. Haber hadisten daha genel bir anlam taşır: Bu görüş sahiplerine göre de hadis sadece Peygamber'den (s.a.) gelene, haber ise hem Peygamberden hem Peygamberin dışmdakilerden gelene denir.

4. Eser:

a. Sözlük anlamı: "Eser" kelimesi sözlükte bir şeyin geri bıraktığı iz, kalıntı demektir.

b. Terim anlamı: Eser sözcüğünün terim anlamı konusunda iki görüş ileri sürülmüştür:

1. Eser hadisin müradifidir: Bu görüşe göre eser ile hadîsin terim anlamlan aynıdır.

2. Eser hadisin müradifi değildir: Bu görüş sahiplerine göre eserin terim anlamı, söz ve fiil olarak sahabe ve tabiîne izafe edilen şeydir.

5. İsnâd:

İsnad sözcüğünün iki mânâsı vardır:

a. İsnâd, sözü ilk söyleyene ulaştırıp nispet etmek demektir.

b. İsnâd, bizi metne ulaştıran râvîler zinciri demektir. Bu mânâda isnâd, senedin müradifidir.

8. Sened:

a. Sözlük anlamı: "Sened" kelimesi sözlükte güvenilen demektir. Sened, hadis kendisine dayanıp onunla güven kazandığı  için böyle isimlendirilmiştir.

b. Terim anlamı: Sened sözcüğü, terim olarak bizi metne ulaştıran râvîler zinciri demektir.

9. Metin:

a. Sözlük anlamı: "Metin" kelimesi sözlükte kuvvetli ve sert olan, yerden kaldırılan şey demektir.

b. Terim anlamı: "Metin" sözcüğü terim olarak "senedin kendisinde son bulunduğu, varıp dayandığı söz" demektir.

10. Müsned:

a. Sözlük an lamı: "Müsned" kelimesi sözlükte dayandırmak, nispet etmek anlamına gelen "es-ne-de" fiilinin ism-i mef uludur.

b. Terim anlamı: Müsned kelimesinin terim olarak üç mânâsı vardır:

1. Müsned, belli bir sistem dâhilinde bütün sahâbîlere ait rivayetlerin toplandığı kitap demektir.

2. Müsned, senedi muttasıl olan merfû hadis demektir.

3. Müsned kelimesi ile "sened" yani "destek, dayanak" anlamı kastedilir. Bu mânâda müsned mimli masdar olur.

11. Müsnid: Hadis hakkında bilgisi olsun veya olmasın- hadisi senediyle birlikte rivayet eden kişiye müsnid denir. Hadisi sırf rivayet etmiş olması yeterlidir.

12. Muhaddis: Rivayet ve dirayet olarali hadis ilmi ile uğraşan, rivayetlerin bir çoğunu bilen, râvilerden de bir çoğunun haline vakıf olan kimseye muhaddis denir.

13. Hafız: Bu terimin tanımı konusunda iki görüş ileri sürülmüştür.

a. Bir çok hadisçiye göre hafız, muhaddis'm eş anlamlısıdır.

b. Bazılarına göre hafız, her tabakadan bildikleri bilmediklerinden daha fazla olacak şekilde tabaka tabaka hocalarını, hocalarının hocalannı bilecek kadar hadis ilminde geniş bilgiye sahip olan hadis âlimi demektir. Bundan dolayı hafızm muhaddisten daha üstün bir derece olduğu söylenmiştir.

14. Hâkim:

Bazı ilim adamlarına göre hâkim; -pek azı hariç- bütün hadisleri metin ve senetleriyle bilen hadis âlimi demektir.

 

BIZE ULAŞMASI AÇISINDAN HABERİN KISIMLARI

 

A. MÜTEVÂTİR HABER

1. Tanımı:

a Sözlük anlamı: "Mütevâtir" kelimesi, "tevatür"kökünden türemiş ism-i faildir. Tevatür sözlükte, "ardarda gelmek, peş peşe olmak" anlamındadır.

b. Terim anlamı: Terim olarak, yalan üzere birieşmeleri âdeten mümkün olmayan kalabalık bir grup tarafından rivayet edilen habere müteuâtir haber denir.

2. Şartları: Tanımın açıklamasından anlaşıldığına göre bir haberin mütevâtir olması, ancak şu dört şartın bir arada bulunmasıyla gerçekleşir:

a. Oldukça kalabalık bir grup tarafından rivayet edilmiş olması

b. Bu çokluğun senedin her tabakasında mevcut olması

c. Yalan üzere ittifak etmelerinin âdeten imkânsız olması

d. Verdikleri haberin hislere [duyulara] dayalı olması

3. Hükmü: Mütevâtir haber zarurî ilim ifade eder.

4. Kısımları: Mütevâtir haber lafzı ve mâneuî olmak üzere iki kısma ayrılır:

a. Lafzı Mütevâtir: Hem lafzı hem mânâsı mütevâtir olarak gelen habere lafzî mütevâtir adı verilir. "Kim bana bile bile yalan isnâd ederse Cehennemdeki yerine hazırlansın!" hadisi buna örnektir. Bu hadisi 70 küsur sahabe rivayet etmiştir.

b. Manevî Mütevâtir: Lafzı değil de, sadece mânâsı mütevâtir olarak gelen habere manevî mütevâtir denir. Duada elleri kaldırmakla ilgili hadisler buna örnektir.

  1.  
    1.  
      1. Mütevâtir Hadislerle İlgili Telif Edilen En Meşhur Eserler: Alimler mütevâtir hadisleri bir araya getirmeye çok önem vermiş, müracaat etmek isteyene kolaylık olsun diye onlan müstekil eserierde toplamışlardır. Bu eserlerden bir kaçı şöyledir:

        a- es-Suyûtî (Ö.911/1505): el-Ezhâru'lmutenâsira fî'l-ahbâri'l-mütevâtira. Eser bablara göre tertip edilmiştir.

        b- es-Suyûtî: Katfu'l-ezhâr. Önceki kitabın özetidir.

        c- Muhammed b. Ca'fer el-Kettânî (Ö.1345/1926): Nazmu'lmütenâsir mine'l-hadîsi'l-mütevâtir.

         

        B. ÂHÂD HABER

        1. Tanımı:

        a. Sözlük anlamı: "Âhâd" sözcüğü, "bir tek" anlamına gelen "ahad" kelimesinin çoğuludur "Haber-i vâhid" ise, bir tek kişinin rivayet ettiği haber demektir.

        b. Terim anlamı: Hadis terminolojisinde mütevâtir haber şartlannı taşımayan habere âhâd haber denirim.

        2. Hükmü: Âhâd haber nazarî ilim ifade eder. Yani ifade ettiği ilim nazar ve istidlale, araştırma ve delillendirmeye muhtaçtır.

        3. Rivayet Edenlerin Sayısına Göre Âhâd Haberin Kısımları: Âhâd haber, rivayet edenlerin sayısına göre üç kısma ayrılır.

        a. Meşhur: tevatür derecesine çıkmaksızın -her tabakada- en az üç ve daha fazla kişinin rivayet ettiği

        hadise meşhur hadis denir.

        Meşhur Hadisin Hükmü: -İster ıstılahı mânâdaki meşhur olsun, ister ıstılah anlamı dışındaki meşhur olsun-, bir hadis sırf meşhur olduğu için sahîh veya gayr-i sahîh diye nitelenemez. Bilakis onun sahîh, hasen, zayıf hatta meuzû olanı bile vardır. Ancak ıstılahî mânâda meşhur olan bir hadisin sahîh olması durumunda,

        onun azîz ve garîb hadise tercih edilecek bir üstünlüğü vardır.

        Meşhur Hadisler Hakkmda Tasnif Edilen En Meşhur Eserler: Burada, meşhur hadislerie ilgili tasnif edilmiş eserlerden kastımız, ıstılahî mânâdaki meşhur hadisleri ihtiva eden eserler değil, dillerde yaygın olarak dolaşan hadisleri içeren eserlerdir.

        Bu tür eserlerden bir kaçı şöyledir:

        1- es-Sehâvî (Ö.902/1496): el-Mekâsıdu'l-hasene fî mâ 'ştehera ala'l-elsine.

        2- el-Aclûnî (ö. 1162/1748): Keşfu'l-hafâ ve muzîlu'l-ilbâs fî ma'ştehera mine'l-hadîs alâ elsineti'n-nâs.

        3- İbnu'd-Deyba' eş-Şeybânî (Ö.944/1537): Temyîzu't-tayyib mine'l-habîs fî mâ yedûrü alâ elsineti'n-nâs mine'l-hadîs.

        b. Azîz: azîz hadisin senedinde yer alan rivayet tabakalarının hiç birinde râvî sayısı ikiden az olmayacak demektir.

        c. Garîb: bir şahsın, rivayetinde tek başına kaldığı hadis demektir.

        Kısımlan: Teferrüdün bulunduğu yere göre garîb hadis iki kısma ayrılır: "Mutlak garîb", "nisbîgarîb".

        a. Mutlak Garîb: senedinin aslında yer alan bir şahsın rivayetinde tek kaldığı hadis demektir.

        b. NisbîGarib: Râvînin rivayetinde tek kalma durumu senedin ara kısmında olursa, bu hadise nisbîgarîb adı verilir.

        Garîb Hadîs İle İlgili Telif Edilen En Meşhur Eserler:

        1- ed-Dârekutnî (Ö.385/995): Garâibu Mâlik

        2- ed-Dârekutnî - el-Efrâd.

        3- Ebû Dâvûd es-Sicistânî (Ö.275/888): es-Sünen elletîteferrede bi-külli sünnetin minhâ ehlü belde.

         

        KUVVET VE ZAYIFLIK AÇISINDAN ÂHÂD HABERİN KISIMLARI

         

        Meşhur, azîz, garîb kısımlarından meydana gelen âhâd haber, küvet ve zayıflık açısından iki kısma ayrılır:

        a. Makbul Haber: Yüksek seviyede doğruluk vasfına sahip olan bir habercinin verdiği habere makbul haber denir. Böyle bir haberi hükme mesned olarak kullanmak ve onunla amel etmek vaciptir.

        b. Merdûd Haber: Yüksek seviyede doğruluk vasfma sahip olmayan bir habercinin verdiği habere de merdûd haber denir. Böyle bir haber hükme mesned olamaz, onunla amel de edilmez.

        A. MAKBUL HABER

        1. Makbul Haberin Kısımları:

        Makbul haber derece farklılığına göre iki ana kısma ayrılır: Sahih, Hasen. Her biri ayrıca kendi arasında li-zâtihi ve li-gayrihi olmak üzere iki kısma aynlır. Netice itibarı ile makbul haber dört kısım olmaktadır:

        a. Sahîh li-zâtihi: [Bizzat kendiliğinden sahîh]

        b. Hasen li-zâtihi: [Bizzat kendiliğinden hasen]

        c. Sahîh li-gayrihi: [Başkasından dolayı sahîh]

        d. Hasen li-gayrihi: [Başkasından dolayı hasen]

        Sadece Sahîh Hadisler İçin İlk Tasnif Edilen Eserler: Sadece sahih hadisleri toplamak için tasnif edilen ilk eser, Buhârî'nin Sahîh'idir; daha sonra Müslim'in (Ö.261/874) Sahîh'i gelir.

        Hasen hadis, kuvvet bakımından sahihin bir alt derecesinde yer almış olmakla beraber hükme delil olma açısından sahih hadis gibidir.

        Alimler hasen hadisleri bir araya getirerek müstakil bir eser oluşturmamışlardır. Ancak burada hasen hadislerin çokça bulunduğu eser:

        a. Tirmizî'nin (Ö.279/859) Câmi"i: Tirmizî'nin Câmi"i "Sünenu't-Tirmizî" diye şöhret bulmuştur.

        b. Ebû Davud'un (Ö.275/888) Sünen'i

        c. Dârekutnî'nin (Ö.385/995) Sünen'i

         

        B. MERDÛD HABER

        Merdûd Haber ve Red Sebepleri

        a. Tanımı: Doğruluk vasfı üstün olmayan kimselerin verdiği habere merdûd haber denir. Haberin red edilme durumu, sahih bahsinde geçen kabul şartlarından birini veya birden fazlasını kaybetmesiyle meydana

        gelir.

        b. Merdûd Haberin Kısımları ve Red Sebepleri: Âlimler merdûd haberi bir çok kısımlara ayırmış^^, bir çoğuna özel isimler verirken, bir kısmını da, özel isim vermeden genel bir isimlendirme ile zayıf adı altında zikretmişlerdir.

        Bir hadisi red etmenin sebepleri oldukça çoktur. Ancak bunların tümü şu iki ana sebepten birine dayanır:

        a. İsnadda herhangi bir kopukluğun bulunması;

        b. Râvı'nin ta'n edilmiş olması.

         

        Bu iki sebebe dayedı pek çok zayıf hadis çeşidi vardır. Bunlardan, merdûd türünün genel adı olan zayıf bahsinden başlayarak müstakil konular halinde mufassal bir şekilde bahsetmeye çalışacağım.

        1. Zayıf Hadis: şartlarından herhangi birini kaybetmek suretiyle hasen sıfatını taşımayan hadis demektir.

         

        Farklı Dereceleri: Sahih hadisin dereceleri farklı olduğu gibi zayıf hadisin zayıflık derecesi de, râvîlerinin zayıflık şiddeti ve hafifliğine göre farklıdır. Zayıf, büsbütün zayıf, vâhî, münker... zayıf hadisin çeşitlerindendir. Zayıf türierinin en kötüsü de mevzu' olanıdır.

        Evha'l-Esânid [Sendlerin en zayıfı]: Âlimler sahih hadis bahsinde geçen "esahhu'l-esânîd"e karşılık, zayıf bahsinde de "evhâ'l-esânîd" den bahsetmişlerdir. Hâkim cn-Nisâbûrî (Ö.405/1014) bazı sahâbîlere veya bazı cihet ve beidelere nisbetle "evhâ'l-esânîd"den uzunca bahsetmiştir.

        Zayıf Hadisi Rivayet Etmenin Hükmü: Muhaddis ve diğer âlimlere göre uydurma hadisin aksine -ki onu uydurma olduğunu beyan etmeksizin rivayet etmek caiz değildir- zayıf hadisleri rivayet etmek, zayıf olduğunu beyan etmeksizin senedlerinde gevşeklik göstermek, şu iki şartla ancak caiz olur:

        a. Hadisin Allah'ın sıfatları gibi akâid ile alakalı olmaması;

        b. Hadisin helâl ve haram ile ilgili şer'î bir hükmün beyânı hakkında olmaması.

        Zayıf Hadislerin Çokça Bulunduğu En Meşhur Kaynaklar:

        Zayıf râvilerin durumunu beyan etmek için telif edilen eserler: İbn Hibbân'ın (Ö.354/965) Kitâfau'd-Dtıa/â'sı, Zehebî'nin (ö.748/1347) Mîzânü'/-i'tıdâ/'i zayıf râvilerin dumunu açıklamak için telif edilmiş eserlerdendir.

        Özellikle zayıf hadis çeşitleri hakkında telif edilen eserler: Merâsil, İlel, Mudrec ve diğer zayıf hadis çeşitleri vb. konularda telif edilen eseder. Burada Ebû Davud'un (Ö.275/888) el-Merâsîl'i ve ed-Dârekutnî'nin (Ö.385/995) Kitâbu'l-İlel'i örnek olarak zikredilebilir.

         

        İsnadından Herhangi Bir Râvînin Düşmesi Sebebiyle Merdûd Olan Haber

        Hadis âlimleri hadisin senedindeki zahirî kopukluklara isim veririerken, râvînin düşüş yerine ve düşen râvtlerin sayısına göre dört ıstılahî isim vermişlerdir. Bu isimler şunlardır:

        1. Muallak hadis: senedinin başından peş peşe bir veya daha çok râvînin düşürüldüğü hadis

        2. Mursel hadis: isnadının son tarafından tabiîden sonra gelen râvinin düşürüldüğü hadis

        3. Mu'dal hadis: isnadından peşpeşe iki veya daha çok râvînin düştüğü hadis

        4. Munkatı' hadis: kopukluğu hangi tarafta olursa olsun, isnadı muttasıl olmayan hadis

         Gizli kopukluk: Gizli kopukluğu ancak hadis tariklerine ve senedlerin illetlerine vakıf olan mütehassıs otoriteler anlayabilir. Senedlerinde gizli kopukluk bulunan hadislerin iki ismi vardır:

        1. Mudelles: isnâdda yer alan bir ayıbı gizlemek ve zahirini güzel göstermek demektir.

        2. Mursel-Hafî: Bir râvinin karşılaştığı veya çağdaşı olduğu bir râvîden işitmediği bir rivayeti "kale" gibi semâ'a ve başka bir tahammül [hadisi alma] yoluna ihtimali olan bir lafızla rivayet etmesine irsâl-hafî, rivayet ettiği hadise de murselhafî denir.

        3. Râvînin Ta'n Edilmesi Sebebi ile Merdûd Olan Haber:

        Râvînin ta'nından maksat; onu dil ile yaralamak; adaleti, dinî yaşayışı, zabtı, hıfzı ve uyanıklığı hakkında sözetmektir.

        Râvînin Ta'n Sebepleri: Râvîyi ta'n etme sebepleri ondur. Beşi adalet, beşi de zabt ile alakalıdır.

        a. Adaletle ilgili ta'n noktaları:

        1. Râvînin yalancı olması [Kizbu'r-râvî]

        2. Yalancılıkla itham edilmesi [İttihâmu'r-râvî bi'l-kizb]

        3. Günahkâr olması [Fısku'r-râvî]

        4. Bidatçı olması [Bid'atu'r-râvî]

        5. Râvînin bilinmemesi [Cehâletü'r-râvî]

        b. Zabt ile ilgili ta'n noktalan:

        1. Çokça yanılması [Fuhşu'l-ğalat]

        2. Hafızasının zayıf olması [Sû'u'l-hıfz]

        3. Çok dalgın olması [Gaflet]

        4. Fazla şüpheci olması [Kesretü'l-evhâm]

        5. Güvenilir râvilere muhalefet etmesi [Muhalefetü's-sikât]

         

        Burada, ta'n noktaları sebebi ile kabul edilmeyen hadis nevilerini, sıra ile, en şiddetli olanından başlayarak şu şekilde zikredebiliriz.

        a. Mevzu: Hz. Peygamber'e nisbet edilmiş, uydurulmuş bir yalandır.

        Uydurma Hadislerle İlgili Telif Edilen En Meşhur Eserler:

        1- İbnu'l-Cevzî (Ö.597/1200): Kitâbu'l-meuzûât. Bu sahada telif edilen en eski eserierden biridir. Ancak müellif hadislere uydurma hükmünü vermede mütesâhil dir. Bundan dolayı âlimler onu tenkid etmiş ve eleştirmişlerdir.

        2- Suyûtî(ö.911/1505): e/-Leâ/îu'/-masnûa/ı'/-ehâdrsi'/-meuzûa.

        3- İbn Arrâk el-Kinânî (ö.907/1501):7enzrhu'ş-şerrati'/-merfûa an ehâdîsi'ş-şenîati'l-mevzûa. Bu eser kendisinden öncekilere ait eserlerin bir özetidir.

        b. Metruk: Senedinde yalancılıkla itham edilmiş bir râvînin bulunduğu hadise metruk hadistir.

        Metruk Hadisin Derecesi: Zayıf hadis çeşitlerinin en şedisinin "uydurma" sözlerin olduğunu daha önce belirtmistik. Onu "metruk" hadis takip eder. Sonra sıra ile münker, muallel, müdrec, maklûb, muztarib hadis gelir.

        c. Münker: zayıf olan bir râvînin, sika olan bir râvînin rivayetine muhalif olarak rivayet ettiği hadistir

        Münker ile Şaz Arasındaki Fark:

        1. Şâz, makbul bir râvînin kendisinden daha makbul olan bir râviye muhalif olarak rivayet ettiği hadistir.

  1.  Münker ise zayıfın sikaya muhalif olarak rivayet ettiği hadistir.

    d. Ma'rûf: Sika bir râvînin zayıf olan bir râviye muhalif olarak rivayet ettiği hadise ma'rûf hadis denir.

                    e. Mu'allel: görünürde salim [kusursuz] gözükmesine rağmen, kendisinde sıhhatini yaralayan gizli bir kusurun farkedildiği hadistir.

                    f. Sika Râvîlere Muhalefet: Râvînin ta'n edilme sebebinin, ta'n noktalarının yedincisi olan "sika râvilere muhalefet etme" nin olması ile alâkalı beş çeşit hadis çeşidi ortaya çıkmıştır. Onlar da şunlardır: "Mudrec, maklûb, el-mezîd fî muttasıli'l-esânîd, muztarib, musahhaf

    1. Eğer muhalefet, sened naklinin akışını değiştirmek veya mevkufu merfû'a dönüştürmek şeklinde olursa buna "müdrec" adı verilir.

    2. Eğer muhalefet, takdim ve te'hir şeklinde olursa buna "maklûb" adı verilir.

    3. Eğer muhalefet, hadisin senedine bir râvî eklemek şeklinde olursa buna "el-mezîd fî muttasıli'l-esânîd" adı verilir.

    4. Eğer muhalefet, iki râvînin yer değiştirmesi veya metinde bir aykırılığın bulunması şeklinde olur da ikisinden binni tercihe sevkedecek bir sebep bulunmazsa buna "muztarib" adı verilir

    5. Eğer muhalefet, sözün asıl şekli bakî kalmakla beraber lafızda yapılan bir değişiklik şeklinde olursa buna da"musafıfıa"adı verilir.

    g. Müdrec: İsnadının akışı değiştirilmiş veya metne ait olmayan bir şeyin, metinden ayırt edilmeksizin, metnine dahil edilmiş hadise müdrec hadis denir.

    h. Maklûb: Bir hadisin sened veya metninde yer alan bir lafzı takdim veya tehir vb. yoluyla başka bir lafızla değiştirmeye kalb, bu şekilde rivayet edilen hadise de meklûb hadis denir

                    I. Mezîd fî muttasıli'l-esânîd: Görünürde muttasıl[kopuksuz] olan bir senedin ara kısmında bir râvînin ziyâde edilmesine el-mezîd fî muttasıli'l-esânîd denir.

                    i. Muztarib: Terim olarak, kuvvetçe birbirine eşit farklı şekillerde rivayet edilen hadislere muztarib hadis denir.

                    j. Musahhaf: Hadiste yer alan bir kelimeyi, lafız veya mâna olarak, sika râvilerin rivayet ettiklerinden başkası ile değiştirmeye tashîf, böyle rivayet edilen hadise de musahha/denir

                    k. Şâz ve Mahfuz: Hadis terminolojisinde, makbul olan bir râvînin kendisinden daha makbul olan bir râvîye muhalif olarak rivayet ettiği hadise şâz denir.

                    1. Cehâletü'r-Râvî: râvînin zâtını veya hâlini bilmemek, tanımamak, [zâtı veya hâli hakkında bilgi sahibi olmamak] demektir.

     

    m. Bid'at: Kemale erdikten sonra dinde oluşturulan yenilik veya Hz. Peygamber'den sonra imaledilen arzu ve amellere bid'at denir.

                    Bid'atçının Rivayet Ettiği Hadisin Hükmü:

    a. İşlediği bid'at küfrü gerektiren bir bid'at ise; rivayeti reddedilir.

    b. İşlediği bid'at fıska düşürücü bir bid'at ise; cumhurun benimsediği sahih görüşe göre rivayeti ancak iki şartla kabuledilebilir.

                    n. SÛ'u'l-Hıfz: Rivayetinde isabet ettiklerinin hata ettiklerinden daha fazla olduğuna ihtimal verilmeyen

    kimseye seyyiu'l-hıfz denir.

     

    MAKBUL İLE MERDÛD ARASINDA MÜŞTEREK OLAN HABER

    A. KAYNAĞINA GÖRE HABERİN KISIMLARI

    Kaynağına göre haber dört kısma ayrılır: Kudsî, merfû, mevkuf, maktu. Bu kısımlar burada tafsilatlı bir şekilde sırayla ele alınacaktır.

    1. Kudsî hadis: Resûlüllah'm Rabb'ine (azze ve celle) isnâd ederek söyleyip, Hz. Peygamber'den bize nakledilen hadise Kudsî hadis denir.

    2. Merfû' hadis: Hadis terminolojisinde Hz. Peygamber'e izafe edilen söz, fiil, takrîr veya sıfat a merfû hadis denir.

    3. Mevkuf hadis: Sahâbîye izafe edilen söz, fiil veya takrire meukûf hadis denir.

    4. Maktu hadis: tabiîye veya tabiîden daha aşağıdakine izafe edilen söz veya fiile maktu hadis denir.

     

    B. MAKBUL İLE MERDUD ARASINDA MÜŞTEREK OLAN DİĞER HABER ÇEŞİTLERİ

    1. Müsned: Merfû [kesintisiz] olarak senedi Peygamber'e (s.a.) ulaşan hadise müsned hadis denir.

    2. Muttasıl: Merfû olsun mevkuf olsun- senedi muttasıl [kopuksuz] olan hadise muttasıl hadis denir.

     

     

    RAVI VE RAVININ KABUL ŞARTLARI

    a. Adalet

    b.Zabt

     

    Cerh ve Tadilin Bir Kişinin Beyanı İle Sabit Olup Olmayacağı Meselesi:

    a. Sahih olan görüşe göre cerh ve ta'dîl bir kişinin beyanı ile sabit olur.

    b. Diğer bir görüşe göre cerh ve ta'dîl en az iki kişinin beyanı ile sabit olur.

     

    Bir Râvinin Hem Cerh Hem Ta'dîl Edilmesi: Bir râvî hem cerh hem ta'dîl edildiği zaman:

    a. Tercih edilen görüşe göre sebebi açıklandığında cerh takdim edilir [cerhe uyulur].

    b. Ta'dîl edenler cerh edenlerden fazla olursa ta'dîl takdim edilir. Bu da güvenilir olmayan zayıf bir görüştür.

    Fısktan Tevbc Edenin Rivayetinin Hükmü:

    a. Fısktan tevbe edenin rivayeti kabul edilir.

    b. Peygamber adına hadis uydurup da tevbe edenin rivayeti kabul edilmez.

     

     

    TAHAMMÜL YOLLARI VE EDÂ SIĞALARI

    Hadis tahammül yolları sekizdir. Şunlardır:

    1. Sema': Hocanın ağzından dinlemek.

    2. Kıraat: Talebenin hocaya okuması.

    3. İcazet

    4. Münâvele

    5. Kitabet

    6. İ'lâm

    7. Vasiyyet

    8. Vicâde

     

    Hadis Tasnif Türleri:

    a. Camiler: Akâid, ibâdet, muamelât, siyer, menâkıb, rikâk, fiten ve kıyametle ilgili haberler gibi bütün İslâmî konuları, müellifin bir araya getirip telif ettiği hadis eserlerine cami' denir.

    b. Müsredler: Konularına bakılmaksızın, herbir sahâbînin tek başına rivayet ettiği hadislerin, kendi isimleri alünda sıralanmak suretiyle bir araya getirilerek oluşturulan eserlere müsned denir.

    c. Sünenler: Hüküm istinbat etmek için ftkıhçılara kaynaklık teşkil etsin diye hkıh bablarına göre tasnif edilen [hadis] kitaplarına sünen denir.

    d. Mu'cemler: Mu'cemler; müellifin, çoğu kez hadisleri, alfabetik bir sıralama ile ele aldığı hocalarının isimlerine göre tertip ettiği hadis kitaplarıdır.

    e. 'İlel kitaplan: İlel kitaplan, illetli hadisleri bir araya getirip onların illetlerini açıklayan eserierdir

    f. Cüzler: Ya hadis râvilerinden birinin rivayet ettiği hadisler; veya araştırma neticesinde bir konu ile ilgili hadisler bir araya getirilmek suretiyle oluştumlan küçük çaplı esedere cüz denir.

    g. Etraf kitapları: Bu tasnif türünde musannif, önce herbir hadisin, geri kalan kısmına işaret edecek şekilde belli bir kısmını zikreder, sonra her metnin ya geniş tarzda veya esas alınan belli kitaplarda yer alan senedlerini zikreder ve yerierini belirtir.

    h. Müstedrekler: Bir müellifin, şartlarına uyduğu halde gözden kaçırıp eserine almadığı hadisleri, başka bir müellifin bir araya getirmesi suretiyle meydana getirilen eserlere müstedrek denir.

    i. Müstahrecler: Bir müellifin, başka bir müellifin eserinde yer alan hadisleri, ilk müellifin senedlerinin dışında, kendine ait senedlede tahric etmesi suretiyle oluşan eseriere müstahrec denir.

     

    RIVAYET ADABI

    A. MUHADDİSLERİN ÂDABI

    a. Doğru ve samimi bir niyete sahip olmak; makam veya şöhret gibi dünyevi amaçlardan kalbini temizlemek;

    b. Çok sevap kazanma ümidi ile en büyük gayretini hadisin yayılmasına ve Hz. Peygamber'den tebliğde bulunmaya sarfetmek;

    c. Yaş ve ilimce kendisinden daha üstün olanların yanında rivayette bulunmamak;

    d. Kendisine hadisten bir şey soran kimseyi, sorulan bilginin başkasında olduğunu bilmesi durumunda ona göndermek;

    e. İyi niyete sahip değildir diye, herhangi birisine hadis nakletmekten kaçınmamak; çünkü o kimsenin niyetinin iyi olması umulur.

    f. Yetedi olması durumunda hadis yazdırmak ve öğretmek için bir meclis oluşturmak. Bu ve buna benzer özellikler hadisçide bulunması gereken hususiyetlerdir

    B. HADIS ÖĞRENCISININ ADABI

    Öğrencinin Hocası İle Birlikte Sahip Olması Gereken Edebler: Hadis ilmiyle meşgul olup da hoca ve öğrenci konumunda olan herkes:

    a. Öğreniminde iyi niyet sahibi olmalı, niyetini yalnız Allah'a hasretmeli [samimi niyet ve ihlas];

    b. Öğreniminde, dünyevî hedeflere ulaşma gayesinden uzak olmalıdır.

    Hocadan Ayrı Olarak Öğrencide Bulunması Gereken Edebler: Hadis ilmiyle uğraşan her öğrenci:

    a. Hadisi zabdetme ve anlama konusunda Allah'tan muvaffakiyet, doğruluk, kolaylık ve yardım dilemeli,

    b. Bütün benliğiyle hadise yönelmeli, bütün gücünü ve gayretini hadis tahsiline ayırmalı,

    c. Semâ' yoluyla hadis almaya; bulunduğu beldenin isnâd, ilim ve din açısından en önde gelen hoccJarından başlamalı,

    d. Hocasına ve kendisinden hadis duyduğu kimselere saygı gösterip hürmet etmeli.

    e. Meslekdaşlarına ve talebe arkadaşlarına elde ettiği faydalı bilgileri göstermeli, onlardan bir şey saklamamalı.

    f. Haya ve kibir, hadis dinlemekten ve tahsiline koşmaktan,

    yaşça veya ilimce kendisinden daha alt seviyede olanlardan ilim

    almeıktan alıkoymamalıdır.

    g. Hadisi iyice öğrenip anlamadan sadece hadis dinlemek ve yazmakla yetinmemelidir. Aksi takdirde fazla bir şey elde etmeden kendisini yormuş olur.

     

    ISNADIN INCELIKLERI

    A. ÂLÎ VE NAZİL İSNÂD

    Âlî isnâd: Bir hadisin senedinde yer alan râvî sayısının, aynı hadisin rivayet edildiği başka bir senedde yer alan râvî sayısından daha az olmasına âlî isnâd denir.

     Nazil isnâd: Bir hadisin senedinde yer alan râvî sayısının, aynı hadisin nakledildiği diğer bir senedde yer alan râvî sayısından daha çok olmasına nazil isnâd denir.

    B. MÜSELSEL

    İsnadındaki râvîlerin, bazan râvilerin bazan da rivayetin belidi hal veya sıfatını peşpeşe sürdürerek rivayet ettikleri hadise müselsel hadis denir.

    C. RİVAYETÜ'L-EKABIR ANİ'L-ESAĞIR

    Bir şahsın yaş ve tabakada veya.ilim ve hafızlıkta kendisinden daha alt seviyede olan birisinden rivayette

    bulunmasına, nuâyetüV-ekâfaır ani'l-esâğîr denir.

    D. RİVÂYETÜ'L-ÂBÂ ANİ'L-EBNÂ

    Bir hadisin senedinde, o hadisi oğlundan rivayet eden bir babanın bulunmasına rivâyetu'l-âbâ ani'l-ebnâ denir.

    E. RİVÂYETÜ'L-EBNÂ ANİ'L-ÂBÂ

    Hadisin senedinde, hadisi ya sadece babasından veya; babasından, babası da dedesenden rivayet eden bir oğulun bulunmasına rivâyetu'l-ebnâ ani'l-âbâ denir.

    F. MUDEBBEC VE RİVÂYETÜ'L-AKRÂN

    Hadis terminolojisinde akran, yaşta ve isnâdda birbirierine yakın olan kimseler demektir.

    Çağdaş iki râviden her birinin diğerindenhadis rivayet etmesine mudebbec adı verilir.

     

     

     

    KAYNAKLAR

     

  1.  
    1.  
      1. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü

      2. Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İliminin Esasları

      3. Mahmud Tahhan, Yeni Hadis Usulü

         

         


0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin bütünlüğü    23.05.2016

Hali BEKTAŞ

DOKTORA

ÖĞRENCİ NO:  15922740

 

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE TEFSİR, HADİS VE FIKIH USULLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

 

            Bilgi, doğruluğu gerekli ve yeterli delillerle temellendirilmiş şuur muhtevaları demektir.(1) İslam bir bütündür. İslami ilimler de bu bütünü çeşitli yönleriyle derinlemesine ele alan disiplinlerdir. Her bilgi değerlidir. Ancak bütünün sadece bir boyutudur. Bir bütünün tamamlayıcısı olması yönüyle her bilgi diğer bilgilerle de ilişkilidir ve diğer bilgilere de ihtiyaç duyar. Bilgi disiplinlerinin farklı alanlara ayrışması ve derinleşmesi bilgiye ulaşmada önemlidir. Bilim dallarının verilerinin birleştirilmesi yoluyla bilgiye konu olan varlık hakkında  bütün olarak ve derinlemesine bilgi elde edilme imkanı ortaya çıkar. Bilginin bütünlüğü dikkate alınmadan tam bir bilgiye ulaşılamaz.

 

            Bilginin bütünlüğü, bir konuyu anlamak ve doğru olarak anlamlandırmak için gerekli dokümanların hepsinin değerlendirilmesi demektir. Bu materyaller hem geçmişte elde edilmiş olan hem bugün elde edilmiş olanların tamamını ihata eder.

 

            İslam'ın kaynakları olan Kuran ve Sünneti doğru anlayabilmek için de bu kaynaklara bilginin bütünlüğü çerçevesinde yaklaşmak gerekir.

 

            Tefsir Usulü, Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü  Kuran ve Sünnetin anlaşılması için geliştirilmiş ilim dallarıdır. Bu sahalardaki çalışmaların yöntemini yani metodolojisini ortaya koymaktadır. Her biri farklı alanlarda derinleşmiştir. Ancak hepsinin amacı İslam'ın yani onun kaynakları olan Kuran ve Sünnetin daha doğru anlaşılmasını ortaya koymaktır. Bundan dolayı her birinin diğeriyle ilişkisi vardır.  Birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Bu ilim disiplinlerinin ortaya koydukları veriler birleştirildiğinde bütün olarak İslam'ın bilgisi ortaya konmuş olur. Çünkü hepsinin doğru olarak açıklamak istediği şey Kuran ve Sünnetle ortaya konan muradın ne olduğudur.  Bunun için bilgileri bütüncül bir yaklaşımla ele almak indi kanaatlerden öte daha doğru bilgiye ulaşmaya imkan sağlar. Bilginin bütünlüğü ya kişinin konuyu ilgilendiren her alanda yetkinliğiyle ya da kolektif çalışmayla oluşturulabilir.

           

            Örneğin bir ayetin anlaşılmasında; nüzul sebebi, nüzul asrında nasıl anlaşıldığı, Hz. Peygamberden onunla ilgili neyin varid olduğu, sahabe ve tabiin kavilleri, nasih-mensuh; has-amm gibi değerlendirmelerde bulunmak için hem tefsir usulünü, hem hadis usulünü hem hükmün anlaşılması yönüyle fıkıh usulünü dikkate almadan doğru sonuca varılamaz.

 

            "Belli esas ve kaideleri önceden tespit etmeden bir bilgiyi düzene koymak mümkün değildir. Mesela, fıkhın füru alanına giren meselelerin tespitinde fıkıh usulü ilmine ihtiyaç vardır. Çünkü bu ilmin esaslarını öğrenmeyen kişiler hüküm istinbat ederken meseleleri iyi tahlil edemez böylece isabetli sonuçlara varamazlar.  Aynı şey hadis usulü ilmi için de söz konusudur. Zira belli usul ve kaideler olmadan hadislerin sahih olanını sahih olamayandan ayırt etmek, kısacası bu alanda söz söylemek de pek mümkün değildir. Bu yüzden denilebilir ki, Kuranın sağlıklı bir biçimde tefsirinin yapılabilmesi için  de tefsir usulü ilmine ihtiyaç vardır."(2)  Bu çerçevede şunu söyleyebiliriz; İslami ilimlerin farklı disiplinleri olan Fıkıh, Hadis ve Tefsir ilimlerinin hepsinin ortak gayesi; usulleri ile ortaya koydukları prensipler çerçevesinde İslam'ın ve kaynaklarının daha doğru anlaşılmasıdır. Hedefleri aynı olan bütün ilimleri bilginin bütünlüğü çerçevesinde düşündüğümüzde birbirinden müstağni görmek mümkün değildir.

 

            Hülasa, tefsir alanında çalışma yapacak kişinin konuyu bilginin bütünlüğü çerçevesine bütüncül olarak ele alması gerekir. Bir konunun dini boyutunu ele alırken bakılacak ilk kaynaklar  Kuran ve Sünnettir. Sünnet olmadan Kuran'ı, Kuran olmadan sünneti anlamak mümkün değildir. Bunların sağlıklı anlaşılması için usul ilimleri geliştirilmiştir. Dolayısıyla doğru bilgi için bu ilimleri de bütüncül bir tarzda ele almak gerekir.

           

           

DİPNOTLAR      :

1-TDV İslam Ansiklopedisi

2- DEMİRCİ, Prof. Dr. Muhsin, Tefsir Usûlü, s. 21

 

KAYNAKÇA; 

CERRAHOĞLU, Prof. Dr. İsmail, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

DEMİRCİ, Prof. Dr. Muhsin, Tefsir Usûlü, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst. 2015. 

DEMİRCİ, Prof. Dr. Muhsin, Tefsir Tarihi, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst. 2008. 

KOÇYİĞİT, Talât, Hadis Usûlü, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ank. 1993.

ŞABAN Prof. Dr. Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlmini Esasları, Terc. Prof. Dr. İ.Kafi DÖNMEZ, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,  Ankara, 2011

KARADAVİ,  Prof. Dr. Yusuf, İslam Fıkhını Yeniden Okumak, Terc. Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN, Nida Yayınları, İstanbul, 2012

KARAMAN, Prof. Dr. Hayreddin, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, Ensar Neşriyat, İst. 2008.

NASR, Seyyid Hüseyin, İslâm ve ilim, Terc. İlhan KUTLUER, İnsan Yayınları, İst. 1989

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Tefsir usulü    24.05.2016

Emine Özbek Sert

15922717

Tefsir/ Doktora Öğrencisi

TEFSİR USÛLÜ

İsmail Cerrahoğlu, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 20. b., Ankara, 2011, s.331.

Elimizdeki bu çalışma; önsöz, giriş, üç bölüm, bibliyografya ve indeksten oluşmakta olup toplam 331 sayfadır. I. bölümde; “Kur’an Tarihi” ana başlığı altında “1- Kur’an’ın Anlamı, Tarihi ve Diğer İsimleri 2- Vahy 3- Ayet 4- Sûre 5- Kur’an-ı Kerim’in Yazı ile Tesbiti, Cem’i ve Teksiri 6-Kur’an’ın Yedi Harf Üzerine Nâzil Olması ve Kıraâtı Meselesi” konuları işlenmiştir.

“Kur’ânî İlimler – Kur’an’ı Kerim Tefsiriyle Alakalı Olan İlimler-” ana başlığını taşıyan II. bölümde;  “1- Esbâbu’n- Nüzûl 2- Nâsih ve Mensûh 3- Muhkem ve Müteşâbih 4- el-Hurûfu’l- Mukatta’a 5- Fevâtihu’s- Suver 6- Garibu’l- Kur’an 7- Üslûbu’l-Kur’an 8- İ’câzu’l-Kur’an 9- Aksâmu’l-Kur’an 10- Kısasu’l-Kur’an 11- Kur’an-ı Kerimde Tekrarlar 12- Emsâlu’l- Kur’an 13- Hakikat ve Mecaz 14- Muşkilu’l-Kur’an 15- Mücmel ve Mübeyyen 16- el-Vücûh ve’n-Nezâir 17- Müphemâtu’l-Kur’an 18- Halku’l-Kur’an Meselesi 19- Kur’an-ı Kerim’de Hitablar 20- Kur’an-ı Kerim’de Sual ve Cevaplar 21- Fedâilu’l-Kur’an 22- Ayetler ve Sûreler Arasındaki Tenâsüb ve İnsicâm” alt başlıkları altında konu ele alınmıştır. “Tefsir Tarihi” ana başlığını taşıyan üçüncü bölüm ise çalışma alanımızın dışında kalması hasebiyle ele alınmayacaktır.

“İslâmiyet’ten Önce Araplar, Komşuları ve Dini Durumları” başlığını taşıyan giriş kısmında müellif, Arapların ırkına, mensup oldukları dine, putlara tapmanın ilk olarak nasıl başladığına, Araplarda gelişmiş olan şiir ve hitabetin yazılı olarak değil de şifai olarak nakledilmesinin onların yazıya pek ihtiyaç duymadıklarını gösterdiğine, arap yazısının menşeinin Hicâz değil de muhtemelen Sina yarımadasından geldiğine, Araplar Şam’a ticaret için gittiklerinde Harrân’dan nabati hattını ve Irak’tan kûfi hattını öğrendiklerine dair bilgiler verip cahili Araplar üzerinde mühim tesir icra ettiğine inanılan mecûsilik, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerine dair kısa bilgiler aktarmıştır.

 “Kur’an Tarihi” başlığını taşıyan I. bölümde öncelikli olarak “Kur’an’ın anlamı, tarifi ve diğer isimleri”ne dair bilgiler aktarılmıştır. Daha sonra “vahy” kavramına yer verilmiştir.  “Vahy” kelimesinin lugat anlamı açıklanmış, gayrı ilahi ve ilahi vahiy olarak gruplara ayrılıp ayetlerden örnekler sunulmuş, hakiki vahy kavramı ile Allah Teâlâ tarafından peygamberlerine ve bilhassa Hz. Muhammed’e ulaştırılan vahyin kastedildiği belirtilmiş, vahyin başlangıcı, inzal ve tenzil kavramları arasındaki nüansa değinilmiştir.

Vahyi; fıtri olan beşeriyetten bir an sıyrılmak, olarak tarif eden Cerrahoğlu’na göre insanda mevcut olan aklı bâtın ve şuur altı gibi hallerle, vahy meselesi halledilemez. Çünkü, vahy’de ruh gibi esrarı ilâhiyeden olup Hz. Muhammed’in aklı zâhir ve aklı bâtınının mahsûlü değildir. Fakat, C. Brockelmann, Tor Andrea, Goldziher, H. Lammens, Gibb, G.H. Bousquct ve Bernard Lewis vb. oryantalistler Kur’an’ın bir vahiy mahsulü olduğunu inkâr ettiklerinden ve meseleyi sosyal ilimler açısından ele aldıklarından Kur’an’a bir kaynak arama çabası içine girmişlerdir. Cerrahoğlu bu müşriklerin iddialarından bazılarını çalışmasında örnek olması için vermiştir.

Vahyin geliş şekillerine gelindiğinde ise bunlar ; sâdık rüyalar, Hz. Peygamber’in kalbine ilâhi vahyin ilkâ edilmesi, Cebrail’in insan suretinde vahyi getirmesi, çıngırak sesine benzer bir sesle gelmesi, Cebrail’in kendi suretinde görünüp ilâhi emri iletmesi, Hz. Peygamber uyanık iken Allah Teâlâ ile konuşması şeklinde vuku bulan vahy- ki Mirâc gecesinde namazın farziyyeti ve Bakara sûresinin son üç ayeti vasıtasız/elçisiz vahy yoluyla gerçekleşmiştir- ve son olarak Cebrail’in Hz. Peygamber’e uyku halinde vahy getirmesi olarak sıralanmıştır.

Hz. Peygamber’e muhtelif zaman ve mekânlarda ve çeşitli şartlarda gelen vahylerin tefsir ilminde bu nitelikleri dikkate alınarak; el-Hadarî, es-Seferî, el-Leylî, en-Nehâri, es-Sayfî, eş-Şitâî, el-Firâşi, en-Nevmî, el-Ardî ve es-Semâî olarak  isimlendirildiği Cerrahoğlu tarafından ifade edilip bu özellikleri taşıyan ayetlerden birkaç örnek verilmiştir. Son olarak da vahyle ilgili oryantalistlerin iddialarının aksine Hz. Peygamber’in, İslamiyet’in ilk günlerinden itibaren vahy kâtibleri ittihaz ettiği ve bu vahy kâtiblerinin nâzil olan vahyleri o zaman için onlar incinde yazılması mutad olan malzemeler üzerine yazdıkları bilgisini nakletmiştir.

“Sûre” alt başlığında kelimenin lugat manası verildikten sonra; Kur’an-ı Kerim ayetlerinde geçen sûre kelimesinin, muhteva bakımından ifadesi, “Kur’an tabiriyle” aynı manada olup dilin daha sonraki zamanlardaki kullanılışında, bu iki kelimenin birbirinden ayrıldığı zikredilmiştir. “Kur’an” kelimesi; yazı ile tesbit edilmiş ve bir araya getirilmiş vahiylerin adı olmuş; “sûre” ise, başlangıçta her biri bir vahye delalet eden, fakat sonra Kur’an’ın birçok vahy veya vahy parçalarından teşekkül eden kısımlarını ifade için kullanılmıştır.

Sûrelerin tertibinin “tevkifi” olup olmadığında ihtilaf olduğu gibi sûrelerin Mekkî ve Medenî oluşunda da üç ayrı görüş olduğu ifade edilmiştir. Mekkî ve Medenî nitelemesi yapılırken yapılan bu nitelemenin bütünü kapsaması esas alınmıştır.  Sûrelerin Mekkî ve Medenî oluşunu bilmek ise; nâsihi mensuhtan ayırma, genel olarak teşri’ tarihini bilip bunun hikmeti ve tedrici tekâmülünü ortaya çıkarma ve bunu bilerek de Kur’an’ın tağyir ve tahriften salim olarak bizlere ulaştığını temin etmek gibi faydalarından dolayı Mekkî’yi Medenî’den ayırt etmek için bazı bilgiler verilmiştir. Bunlar bizim de dikkatimizi çektiğinden burada vermekte fayda gördük:

 1- كلا (kellâ) lafzının bulunduğu sûreler Mekkî’dir. el-Ummânî, bunun hikmetini; “Kur’an’ın son yarısının ekserisi Mekke’de nâzil oldu. Mekkelilerin ekserisi mütekebbir kimselerdi. İşte bu lafızların tekerrürü ile onların durumu reddedilmiş ve onlar tehdit edilmişlerdir.” diyerek açıklamıştır.

2- İçinde secde bulunan her sûre Mekkî’dir.

3- el-Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri hariç, içinde peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssalarından bahseden her sûre Mekkî’dir.

4- el-Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri hariç, başlarında heca harfleri bulunan sûreler Mekkî’dir.

5- el-Bakara sûresi hariç, içinde Adem ve İblis kıssasını ihtiva eden her sûre Mekki’dir.

6- “Ya eyyühennasu” ibaresi bulunan ve “ya eyyühellezine âmenu” bulunmayan sûreler Mekkî’dir.  Bunların istisnası olabilir. Şu alametleri ihtiva eden sûreler de Medenî’dir:

1-Hudud ve miras payları ihtiva eden (ferâiz) sûreler,

2- Cihâda izin ve cihâd hükümlerini ihtiva eden sûreler,

3- el-Ankebût sûresi hariç, içinde münâfıklardan bahseden her sûre Medenî’dir. Tahkike göre el-Ankebût sûresi Mekkî’dir. Ancak içinde münâfıkların bahsedildiği ilk on bir ayet Medenî’dir.

“Kur’an-ı Kerim’in Yazı ile Tesbiti, Cem’i ve Teksiri” alt başlığında, Hz. Peygamber’in kendisine nâzil olan ayetleri derhal vahiy kâtiblerine yazdırdığı, bunun böyle olmasının Kur’an’da da delillerinin olmasına rağmen bazı oryantalistlerin kasıtlı olarak birtakım amaçlarına binaen bunun aksini iddia ettiklerine değinilmiştir. Kur’an ayetleri Hz. Peygamber’in sağlığında yazılmış olup, bazı oryantalistlerin iddialarının aksine “cem ve hıfz” kelimelerinin asrı saadette birbirleriyle sıkı münasebetleri vardı. Hz. Peygamber zamanında Kur’an-ı cem edenler arasında yaygın olarak zikredilenler ise, Zeyd b. Sâbit, Mu’âz b. Cebel, Ubeyy b. Kâ’b, Ebû Zeyd, Ebu’d-Derdâ, İbn Mes’ud, Ali ve Osman’dır. Cerrahoğlu, dikkat edilmesi gereken bir husus olarak burada kullanılan “cem etme” kelimesinden kastedilenin, Kur’an’ın tamamını toplamak ve iki kapak arasında bir Mushaf meydana getirmek olmadığını belirtmiştir.

Cerrahoğlu, Kur’an’ın birtakım sebeplerle Hz. Ebu Bekir zamanında cem, Hz. Osman zamanında da istinsah edildiği bilgisini naklettikten sonra bazı tartışmalara değinmiş, kaynaklarda nakledilen bilgiler arasında dikkat edilmesi gereken noktalara dikkat çekmiştir. Bizim fark edebildiklerimizin ilki; Abdullah b. Mes’ud’un, Osman ve Zeyd’e karşı muhdit bir tavır takındığını gösteren habere aittir. Cerrahoğlu’nun aktarmış olduğu bilgi ve onun kanaatine göre burada bir ihtilaf olmuşsa o da kıraât noktasında olduğudur. Zira, Ebu Bekr Kur’an’ı cem için Zeyd’i tavzif ettiği zaman, İbn Mes’ud’dan bir itiraz zuhur etmemiştir. Fakat, Ebu Bekr Kur’an’ın cem’inden sonra elde mevcut nüshaların imhasını emretmemiştir. Osman ise, bu imha işini lüzumlu görmüştü. İşte İbn Mes’ud’un itirazı burada başlar. Hz. Ebu Bekr ve Osman’ın Kur’an’ın cem ve istinsahı işini Zeyd’e havale edip İbn Mes’ud’a havale etmemesinin birçok sebebi olabilir. Bu sebepler arasında bizim ilgimizi çeken ise İbn Mes’ud’un neseb itibariyle Kureyşe yakın olması ihtimalidir. Zira, ona havale edilmiş olsaydı, Kureyşe meylettiği gibi ihtimaller ve şüpheler zuhur edebilirdi. Bu görev ona tevdi edilmemekle zuhûr edebilecek şüpheler bertaraf edilmiş olabilir.

“Kur’ânî İlimler -yani Kur’an-ı Kerim Tefsiriyle Alakası Olan İlimler” ana başlığını taşıyan II. bölümde öncelikle asıl konunun, Kur’an-ı Kerim’in tefsiriyle yakından ilgili olan veya Kur’an’ın bünyesine ait ilimler olduğu ifade edilmiştir ve bu ilimlere dair özel başlıkları altında bilgiler verilmiştir. Esbâbu’n-Nüzûl, Nâsih ve Mensûh meselesi, Muhkem ve Müteşâbih, El-Hurufu’l-Mukatta’a, Fevâtihu’s-Suver, Garibu’l-Kur’an, Uslûbu’l-Kur’an, İ’câzu’l-Kur’an, Aksâmu’l-Kur’an, Kısasu’l-Kur’an, Kur’an-ı Kerim’de Tekrarlar, Emsâlu’l-Kur’an, Hakikat ve Mecâz, Müşkilu’l-Kur’an, Mücmel ve Mübeyyen, El-Vücûh ve en-Nezâir, Müphematu’l-Kur’an, Halku’l-Kur’an, Kur’an-ı Kerim’de Hitâplar, Kur’an-ı Kerim’de Sual ve Cevaplar, Kur’an’ın Faziletleri ve Ayetler ve Sûreler Arasındaki Tenâsüb ve İnsicâm konularında bilgi verilmiştir. Biz bu konuların malumumuz olduğunu düşünerek -bilgi bakımından ekstradan dikkatimizi çeken bir nokta yakalayamadığımız için- detaya ve kitabın devamında III. bölüm olarak “Tefsir Tarihi” başlığı altında tefsir tarihine girilmiş olmasına rağmen Tefsirin tarih kısmı birinci dönem konumuz olması hasebiyle girmedik.

HADÎS USÛLÜ

Talât Koçyiğit, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 12.b., Ankara, 2013, 305 sayfa.

Elimizdeki bu çalışma yedi bölümü içine alan 305 sayfadan oluşmaktadır. Bu bölümler sırasıyla şu şekilde başlıklandırılmıştır:  “Sunnet, Hadîs, Haber”, “Haberler ve Haber Çeşitleri”, “Sıhhat Yönünden Hadîs Çeşitleri”, “İsnâd”, “Hadîs Râvileri ve Rivayet Şekilleri”, “Hadîslerin Alınması” son olarak “Hadîslerin Toplanması ve Yazılması”.

Önsözde müellif, hadisçilerin hadis ilmini, dirayet ve rivayet yönünden iki kısma ayırdıklarını ifade etmiştir. Rivayet yönünden hadis ilminin konusu, Hz. Peygamber’e isnad edilen söz, fiil ve takrirlerin bilinmesi, zabtı ve rivayetidir. Dirayet yönünden hadis ilmi ise, rivayetin hakikatini, şartlarını, çeşitlerini, hükümlerini, ravilerin hal ve şartlarını ve merviyyatın sınıflarını inceleme konusu yapmıştır. Yani birincisi, Hz. Peygamber’in hadislerinin zabt ve rivayetinden ibaret olduğu halde, ikincisi, zabt ve rivayet edilen hadislerin sıhhatini inceleyen, sahih olanlarla zayıf olanları birbirinden ayırmayı gaye edinen bir ilimdir. Bu ikincisi olmaksızın, yani hadislerin tenkid ve tahlillerini yapıp sahih olanlarını zayıf olanlarından ayırmaksızın onların zabt ve rivayetinden hiçbir fayda sağlanamaz. Bu sebepledir ki, dirayet yönünden hadis ilmi, bu ilmin temelini teşkil eder ve hadis ilmi denildiği zaman da, umumiyetle dirayete dayanan ilim anlaşılır.

Hadis rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, ravilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın sınıflarından bahseden ilme Usûlu’l-Hadîs veya Mustalahu’l-Hadîs denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda tedvîn edilmiştir.

“Sünnet, hadîs, haber” başlığını taşıyan I. bölüme sünnet kavramıyla başlanmıştır. İslâm’ın başlangıcında sünnet, Hz. Peygamber’in tarîk ve sîretine tahsîs olunmakla beraber, tedvin devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvin edilmesinden sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri yapılmış ve böylece sünnet farklı ıstılah manaları kazanmıştır.

Fıkıh usûlü alimleri, sünneti şer’i deliller içince incelerken, fakihler onu, farz, vâcip, mendûb, haram, mekrûh gibi şer’i ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelam ehli arasında ise, sünnet, bid’atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid’at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hz. Peygamber’in düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadisçilere göre ise sünnet, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takririnden ibarettir. Keza onun ahlaki sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hırâ mağarasındaki yaşayış da sünnetten sayılır. Bu manası ile sünnet hadîsin müradifidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de vârid olan ahkâm âyetlerini ve bunların sebeb-i nüzûl ile ilgili müfessir rivayetlerini tetkik edenler, her Kur’ânî hükmün, teşrîi gerektiren bir hadise dolayısıyla vazolunduğunu görürler. Ahkâm hadîslerinin ve hadîsçilerin bu hadîslerin sebebi vürûdu ile ilgili rivayetlerinin tetkikinden de anlaşılır ki, Hz. Peygamber’in ictihadına dayanan bütün hükümler, bir ihtilaf hakkındaki kazası, bir hâdise hakkındaki fetvâsı ve bir suale cevabıdır.

Sahabe, Hz. Peygamber devrinde, İslâm dinine taalluk eden meseleleri Kur’ân-ı Kerîm’den Peygamber vasıtasıyla alıyordu. Çok defa nazil olan ayetler mücmeldi; Müslümanlar, onları anlamakta güçlük çekiyor ve Hz. Peygamber’e başvurarak bu ayetlerin açıklamasını, ifade etmek istediği mananın iyice ortaya konulmasını istiyorlardı. Mesala namaz konusu gibi. Kur’ân-ı Kerîm’deki mücmel ve gayr-ı mufassal ayetlerle ilgili Hz. Peygamber’in açıklamaları sayesinde İslâm dini tamamlanmıştır.

“Haberler ve haber çeşitleri” başlığını taşıyan II. bölümde, başlığından da anlaşıldığı üzere haber çeşitleri verilmiştir. Buna göre, yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız, ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın, yine kendisi gibi bir kalabalıktan rivayet ettiği haber “mütevâtir” olarak isimlendirilir. Sahih veya zayıf olması muhtemel bulunan hadisler yalnız âhâd içerisinde yer alması hasebiyle hadîs ilmi yalnız âhâd adı verilen hadîsleri inceleme konusu yapmıştır. Mütevâtir lafzının en güzel örneği Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hadîsler arasında ise bu şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır.

Tevatür derecesine ulaşmayan veya mütevatir olmayan ve bir kişi tarafından rivayet edilen haber “âhâd” olarak isimlendirilir. En az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine ulaşmayan hadislere “meşhur”; bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle kuvvet kazanması “azîz”; metin ve isnad yönünden tek kalmış yahut benzeri başka raviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse “garîb” hadîs denilmiştir.

 “Sıhhat yönünden haber çeşitleri” başlığını taşıyan III. bölümde,  haberlerin, bize gelişleri yönünden mütevâtir ve âhâd olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, âhâd haberlerin de, aralarında hem sahîh hem de zayıf olanların bulunması dolayısıyla “makbûl” ve “merdûd” olmak üzere iki kısma ayrıldıkları belirtilmiştir. Makbûl hadîs, alimlerin çoğunluğuna göre, ameli gerektiren haberlerdir. Ravisinin doğruluğu kabul edilmeyen haberlere de merdûd denilmiştir.

Adalet ve zabt sıfatlarını hâiz olan ravilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîsler “sahîh”; kendi şartlarıyla sahîh olan ve sıhhat yönünden en üst derecede bulunan hadislere “sahîh li-zâtihi”; ravisinin zabtındaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan bir hadîs, başka bir sahîh isnadla rivayet edilecek olursa, hasen hadîs ravisindaki zabt kusuru, diğer rivayetle telafi edilmiş ve sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselmiş olur. Böyle bir hadîs “sahîh li-gayrihi”; şâz olan hadîsin mukabili olarak makbûl haberler arasında yer alan hadîse “mahfûz”; münker rivayete karşı tercih olunan sika ravilerin hadîsine “marûf” hadîs denir. Ferd olduğu sanılan bir hadîsin, câmi, musned, mu’cem ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında tetkike tabi tutularak aranması neticesinde, o hadîsin, teferrüd eden ravisinin şeyhinden veya daha yukarıdaki şeyhlerden birinden de rivayet edildiğinin görülmesi halinde ortaya çıkan duruma “mutâbe’at”;  ferd olduğu sanılan bir hadîsin, câmi, musned, sunen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma neticesinde mana yönünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse “şâhid” denilir.

Makbûl haberler, amel olunan ve amel olunmayan haberler olarak iki kısma ayrılır. Eğer bir haber muârazadan salim bulunursa, yani ona zıt bir haber gelmezse, bu habere “muhkem” denilmiştir. Hadîs ıstılahında, hiçbir şüphe ve tereddüte yer vermeksizin alınıp amel edilen ve her türlü muarazadan salim bulunan bu hadîsler muhkem olanlardır. Fakat bir haberin muârızı veya zıddı bulunursa, bu muârızı da ya kendisi gibi makbûl olur; yahutta merdûd olur.

Hz. Peygamber’in hadîsleri arasında, sayıları fazla olmasa bile, bazen mana yönünden birbirine zıt veya birbirini nakzeder gibi görünen sözlerinde yer aldığı görülür. Bu çeşit hadisler hakkındaki hüküm, basit bir tenakuz iddiasıyla bunların reddedilmesinden ibaret değildir. Bu hadîslerin hepsinin de, bir hikmete mebni olarak ve insanların mesalihine uygun bir şekilde Hz. Peygamber’den geldiğinde şüphe yoktur. Bu itibarla hadîs uleması, zâhiri tenakuza delalet eden bu hadîsler arasında cem ve telîf yaparak, onların aslında birbirini nakzeden manalarda olmadığını isbat etmişlerdir. İşte, hadîs ulemasının zıt gibi görünen hadîsler arasındaki bu cem ve telîf gayretleri, hadis ilminin önemli konularından birini teşkil eden ve “Muhtelifu’l-Hadîs” denilen bir ilim dalının ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Ancak mana yönünden birbirine zıt olan, fakat cem ve telîfi de mümkün olmayan bazı hadîsler de vardır ki, bunların Hz. Peygamber’den vürûd tarihleri tesbit edilmek suretiyle, tarih yönünden mukaddem olanların mensûh, muahhar olanların da nâsih olduklarına hükmedilmiştir.

Muhtelifu’l-hadîs adıyla ilk eser telif eden İbn İdris eş-Şâfi’î’dir. İbn Kuteybe (213-276) “Te’vilu muhtelifi’i hadîs”, İbn Cerîr et-Taberî (224-310) de aynı konuyla ilgili bir eser telif etmiştir.

Zâhirî manası tearuza delalet eden ve muhtelîf adını alan hadîsler, umumiyet itibariyle iki kısma ayrılırlar. Birincisi, birbirine muhalîf görünenler arasında cem ve telîfi mümkün olanlar, diğeri ise, aralarında nesh bahis konusu olmadığı bilindiği takdirde, ravilerin sıfat ve dereceleri göz önünde bulundurularak tercih olunabilenlerdir.

Hz. Peygamber’in bu hadîslerle murad ettiği manayı ve hadîslerin vuruduna sebep olan hadiseleri bilebilmek önem arz eder. Bunlar bilindiği takdirde gerçek manada bir tenakuzun bulunmadığı kolayca anlaşılır. Medenî olan hadîs, Mekkî olana; tahvîfi ihtiva eden hadîs, teahhura delâlet etmesi dolayısıyla şiddeti ihtiva eden hadîse tercîh olunur. Çünkü Hz. Peygamber, İslâm’ın ilk devirlerinde, yani Mekke devrinde, Müslümanları câhiliye adetlerinden uzaklaştırmak için daha yumuşak olmaya meyletmiştir.

Lafızları hâssı ifade eden hadîs, âm olarak gelen hadîse; âm olarak gelen ve tahsîs olunmayan hadîs, tahsîsten sonra sâir ferdlerine delâletinin zayıflığı dolayısıyla tahsîs olunan hadîse; mutlak, bir sebep üzerine vârid olan hadîse; hakîkat mecaza; hakikate benzeyen mecaz, benzer olmayan mecaza; şer’i olan olmayana tercîh edilir.

Hadîs ilminin önemli konularından biri olan nesh; birbirine zıt manalarda vârid olan iki hadîsin cem ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğu hükmedilen bir iptal keyfiyetinden, yani biri ile getirilen hükmün, diğeri ile getirilen hükme tatbikat yönünden son vermesidir.

Kitap ve sünnette neshin mevcudiyetini kabul etmenin, İslâm Dini’ne kusur izafe etmek manasına geleceğini ileri sürerek bazı mutezilî mezhebler dışındaki ehl-i sünnet mezhebleri, neshin varlığını kabul etmişler ve bunu, Hz. Peygamber’in sağlığında ve vahyin geldiği zaman içerisinde, İslâm toplumunun mesalihi yönünden gerekli bir olay olarak açıklamışlardır.

Merdûd, reddedilmesi gereken hadîslere delâlet etmek üzere, makbûlün mukabili olarak genel manada kullanılan bir tabirdir. Bir haberin merdûd olması, genel olarak iki sebebe dayanır. Bu sebeplerden biri isnadla ilgilidir ve isnaddan bir veya daha fazla ravinin düşmesiyle haber merdûd olur. Yahutta isnadı oluşturan ravilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır. Ravilerin cerh sebepleriyle ortaya çıkan hadis çeşitlerinin hepsi de merdûd haberler arasında sayılır.

“İsnadda inkıta ve munkatı” konusuna gelindiğinde inkıta, isnad zincirinde bir veya birden fazla ravi halkasının düşmesiyle isnadda meydana gelen kopukluğu ifade eder. Kopuk isnadla nakledilen hadîse “munkatı” denir. Ravi düşmesinin, isnadın başında, ortasında ve sonunda olmasına ve düşen ravi sayısına göre, o isnadla gelen hadîs, değişik isimler altında zikredilir. Mürsel, mu’dal ve munkatı gibi.

Hz. Peygamber’e yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyla, sahabenin çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan tâbi’îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin “kale rasûlullah” diyerek rivayet ettikleri hadislere “mursel”; isnada tâbi’îye varmadan önceki bir ravinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeden ondan rivayet ettiği hadîse “munkatı” hadîs denir. Ravinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî olmadığı şeyhden işitmiş gibi rivayet ettiği hadislere “mudelles” adı verilmiştir.

“Ravilerin ta’n edilmeleri ve başlıca ta’n sebepleri” konusuna gelindiğinde müellif: “Hadîslerin merdûd olma sebepleri daha öncede geçtiği gibi isnadın başında, ortasında ve sonunda ravi düşmesi olduğu gibi, isnadı teşkil eden ravilerden birinin veya bir kaçının adalet ve zabt yönünden ta’n edilmiş olmalarıdır.” açıklamasında bulunmuştur.  Buna göre, herhangi bir ravi, adalet veya zabt yönünden ta’n edilmiş olursa, o ravinin hadîsi merdûd sayılır. Kizbu’r-ravi, ittihamu’r-ravi bi’l-kizb, bid’atu’r-ravi, fısku’r-ravi, cehaletu’r-ravi gibi sebepler ravinin adaletine ta’n sebepleridir. Ravinin zabtına taalluk eden ta’n sebepleri ise; “fuhş-ı galatı’r-ravi, fuhş-ı gafleti’r-ravi, muhalefetu’r-ravi, vehmu’r-ravi, sû-i hıfzı’r-ravi” olarak sıralanmıştır.

Ravileri adalet yönünden ta’n edilmiş hadîs çeşitlerinden biri “mevzû” (uydurma) hadîslerdir. Başta İslâm Dînine kasdedenler olmak üzere, mensûb oldukları siyasi fırka ve hizipleri, fıkhî mezhebleri, kabilelerini, cinsiyetlerini/ ırk, dillerini, peşinden gittikleri imam ve hükümdarları methetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescidlerde va’zettikleri cemaatin teveccühüne nail olmak, halkın dînî emir ve nehiylere karşı rağbetini arttırmak maksadıyla dîn düşmanlarının, yalancıların ve cahillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadîs ravilerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hz. Peygamber’e iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzû (uydurma) hadîs adı verilmiştir. Zâhid ve Salih kimselerin vaz ettikleri hadîslerin çoğu, Kur’ân surelerin faziletine dair idi.  

Muhammed İbn Sîrîn, hadîs rivayetinde isnad kullanılmasının fitneden sonra başladığını ifade etmiştir. Fitneden sonra ortaya çıkan çeşitli fırkalar, kendi görüşlerine destek olabilecek dînî bir nassa ihtiyaç duydukları zaman hadîs vaz’ına başvurmuşlardır. Buna karşılık hadîsçiler de, Hz. Pergamber’in hadîslerini onların tasallutundan korumak için, hadîs rivayet edenlere rivayet ettikleri hadîsleri kimlerden aldıklarını sormaya ve ilk kaynağa inmeye başlamışlardır. Hadîs uyduranların itirafı, ravilerde ve hadîslerde bulunan karineler gibi yardımcı unsurlar sayesinde mevzû hadîsler tesbit edilmeye çalışılmıştır.

 “İsnâd” başlığını taşıyan IV. bölümde isnadın menşeine dair bilgi verilmiştir. Verilen bilgilerden anlaşıldığına göre; isnad Yahudilerde de bulunmakla birlikte, her ne kadar Yahudilerde irsâl ve i’dâl cinsinden isnada benzer bazı rivayet şekilleri görülürse de, bunlar vasıtasıyla Hz. Musa’ya yaklaşmaları, bizim Hz. Peygamber’e yaklaşmamız gibi olmadığı vurgulanmıştır. İsnâd, bizi tâbi’un ve sahabe vasıtasıyla Hz. Peygamber’e yaklaştırdığı halde, onları, Hz. Musa’dan ancak otuz asır sonrası bir devre kadar götürebilmiştir; yani isnâdın son bulduğu devirle Hz. Musa arasında otuz asırlık bir inkıta, bir kopukluk vardır. Bu bakımdan Yahudilerin elinde, Peygamberleriyle ilgili kesin ve güvenilir haberler mevcut değildir.

Hıristiyanlarda ise, talâkın tahrimi ile ilgili birkaç haber müstesna, bu vasfa sahip bir nakil mevcut değildir. Fakat yalana ve yalancılara müstenid haberler, gerek yahudilerde ve gerekse Hıristiyanlarda bol miktarda görülür.

İsnâd tatbiki, Araplar arasında cahiliye devrinde de bilinmekte ve bazı şiirlerini ve kıssalarını isnâdlarıyla nakletmekte idiler. Bununla beraber isnâdın sistemli bir şekilde tatbiki sahabenin son, tâbi’unun da ilk devirlerinde ve Müslümanlar arasında zuhur eden fitneden sonra başlamıştır. Tâbi’un devrinde isnâd gerçek değerini kazanmış, hadîsçiler, isnâdsız hadîs rivayet edenleri daima ikaz ederek hadîs aldıkları kimseleri açıklamaya davet etmişlerdir.

Hadîsler isnâda müteallık olarak da isimlendirilmiştir. İsnâd Hz. Peygamber’de son buluyorsa bu hadîs “merfû”, sahabede son buluyorsa “mevkûf”, tâbi’ide son buluyorsa “maktû”, isnâdı merfû ve muttasıl olan hadîs de “musned” olarak isimlendirilmiştir.

İsrailiyyattan alınmamış, bir içtihadla, bir lugatın beyanı veya bir garib kelimenin şerhi ile ilgili olmayan, fakat yaratılışın başlangıcı ve gelip geçmiş peygamberler hakkında mâziye, harpler, fitneler, kıyamet gününün ahvali gibi geleceğe ait sahabî haberleriyle, bir fiilin yapılmasıyla kazanılacak sevab veya bir başka fiilin yapılması halinde maruz kalınılacak ıkabla ilgili Hz. Peygamber’e isnad edilmeyen sahabî sözleri “hükmen merfû” olan haberlerdir. Sahabinin bunları bizzat Hz. Peygamber’in ağzından işitmiş olması şart değildir. Hz. Peygamber’den işiten bir başka sahabiden, ikinci ve hatta üçüncü veya dördüncü elden işitmiş olması da mümkündür.

“Hükmen merfû olan fiiller”, sahabenin ictihadına mecali olmadığı bir takım hareketlerdir ki, bunları Hz. Peygamber yaparken gördüğünü söylemese bile, onların Hz. Peygamber’e ait olduklarına hükmedilir. “Hükmen merfû olan takrirler” ise, sahabinin, Hz. Peygamber zamanında bir işi şu veya bu şekilde yaptıklarını haber vermesidir. Çünkü sahabenin sürekli olarak yaptıkları bir fiilden Hz. Peygamber’in habersiz olduğu söylenemez. Sahabinin her hangi bir şey hakkında “bu şey sünnettendir” demesi de, ekseriyetin görüşüne göre merfû hükmündedir. Sahabinin “fulan şeyden nehyolunduk” sözleri de, emrin ve nehyin Hz. Peygamber’den gelmesi dolayısıyla merfû hükmündedir.

“Hadîs ravileri ve rivayet şekilleri” başlığını taşıyan V. bölümde, sahabe ve rivayet şekillerine dair bilgiler aktarılmıştır. Buna göre, sahabiler, Kur’ân ayetlerinden de anlaşıldığı üzre, Allah Teâlâ’nın tezkiye ve ta’dîline mazhar olmaları dolayısıyla “udûl” addedilmişlerdir; yani ister hadîs rivayetinde olsun, ister sâir hususlarda olsun, yalan söylemezler; tashîf ve tahrîf yapmazlar. Nihayet onların da birer beşer olmaları itibariyle bazen unutkanlık illetine maruz kaldıkları ve hataya düştükleri görülse bile, bu, onların rivayet ettikleri hadîslerden şüpheye düşmek için bir sebep teşkil etmez. Nitekim, sahabe, tâbi’un ve etba’u’t-tabi’in, İslâm Dîninin, Kur’ân-ı Kerîm’den sonra ikinci esas kaynağı olan hadîslerin toplanıp muhafaza edilmesinde ve müteakip nesillere rivayetinde en önemli rolü oynayan kimseler olmuşlardır.

“Hadîslerin lafzen rivayeti” konusuna gelindiğinde, bunu şart koşan hadîsçiler olduğu gibi aralarında bir çok sahabenin de bulunduğu büyük bir hadîsçi grubunun, hadîslerin mana yönünden rivayet edilmesine cevaz verdikleri ve kendilerinin de bu yolda hadîs rivayet ettikleri görülmüştür.

 “Hadîslerin alınması” başlığını taşıyan VI. bölümde hadîs toplamak için yapılan seyahatlere değinilmiş ve hadîs tahammül yollarına dair bilgiler sunulmuştur. Semâ’, Arz-Kırâ’a, İcâze, Munâvele, Mukâtebe, İ’lâm, Vasiyye ve Vicâde olarak bunlar sıralanmıştır.

 “Hadîslerin toplanması ve yazılması” başlığını taşıyan VII. bölüme hadîs kitabetine dair bilgi verilerek başlanmıştır. Hz. Peygamber henüz hayatta iken teşekkül etmeye başlayan bu külliyatın, ilk sahabilerin elinde yazılı olarak bulunmadığı fakat hafızalarda bulunduğu bir gerçektir. Şunu belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’den işitilen herhangi bir hadîsi, her hangi bir kimseden işitilen bir sözle kıyaslamamak ve karşılaştırmamak icap eder. Zira, hadîs ve sünnet, Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve tavsiyeleri neticesinde, ilk Müslümanlar arasında en yüksek mertebeye ulaşmış ve onları, aralarında müzakere ve münakaşa etmek suretiyle hafızlarına yerleştirmişlerdir.

Sahabilerin Hz. Peygamber’den işitmiş oldukları hadîsler, uzun süre hafızalarda gizli kalmış değildir. Hz. Peygamber henüz hayatta iken Abdullah İbn Amr gibi yazı bilen ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra yazı yazmasını öğrenmiş bulunan pek çok sahabi, ondan işitmiş oldukları hadîsleri yazmışlar ve sahifelerde toplamışlardır.

Tâbi’un devrinde ve daha sonraki devirlerde, yazının inkişâf etmesine ve okuma- yazma bilenlerin çoğalmasına rağmen, bazı meşhur hadîs imamlarının, hadîs yazan fakat yazdıkları hadîsleri hıfzetmeyen kimseleri zayıf addetmeleri kitabet sanatnın henüz inkişâf etmemiş devirlerde hafızaya gösterilen yüksek itimadın devamıyla izah edilir.

İlk devirlerde, sahabenin yazıyı henüz öğrenmeleri dolayısıyla yanlış yazmaları ihtimali ve hadîsler yazıldığı takdirde Kur’ân ayetleri ile karışabilir ihtimali sebebiyle Hz. Peygamber tarafından hadîs yazmaları yasaklanmıştır. Abdullah İbn Amr ve diğer bazı sahabiden rivayet edilen ruhsata ait haberler ise, daha sonraki bir devre, yani hadîs sahifeleriyle Kur’ân sahifelerinin karışma tehlikesinin zâil olduğu ve hadîs kitabetine izin verildiği bir zamana rastlar.

Bazı müsteşriklerin, hadîslerin hicretin ikinci ve üçüncü asrından sonra yazılmaya başlandığını ileri sürmeleri İslâm Dîni’nin ikinci kaynağını teşkil eden hadîs ve sünneti zayıflatmaya yöneliktir. Çünkü, Ahmed İbn Hanbel’in dediği gibi sünnet, Kur’ân ilminin öğrenilmesinde yegane vasıtadır, sünnet olmadan Kur’ân ilmini öğrenmeye kalkışanlar dalalete düşerler. Bu bakımdan, sünnetin yok olması Kur’ân ilminin yok olması demektir.

Hz. Peygamber’in hayatında bazı sahabilerin, onun hadîslerini yazarak “sahife” adı verilen küçük çapta kitaplar vücuda getirdikleri bilinmektedir. Abdullah İbn Amr İbn’il Âs’ın “Sâdıka” adını verdiği hadîs sahifesi, yahut Hemmâm İbn Munebbih’in Ebu Hureyre’den yazdığı ve “sahîha” adını verdiği bir başka sahife, bunların arasında en çok şöhret kazananları idi.

Hz. Peygamber ve sahabe devrinde mücerred hadîs yazma işine delalet etmek üzere “kitâbet”; yazılı hadîsleri toplamak, bir araya getirmek ve müstakil kitaplar oluşturmak manasında ise “tedvîn” kavramları kullanılmıştır.

“Tedvîn”, muhtelif sahabiler tarafında yazılmış olan yahut yazılmasa bile hafızalarda tutulan hadîsleri toplayarak bir kitap meydana getirmek manasında olup, bu faaliyet hadîs tarihinde kitabetten sonra başlamıştır. Eğer hadîsler konularına göre kategorize edilirse bu faailiyete de “tasnîf” adı verilmiştir. Birinci hicri asrın sonu ile ikinci hicri asrın başı, hadîs tedvîninin başlangıcı kabul edilmekle beraber, asıl hadîs eserlerinin ortaya çıkışı, ikinci asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar.

“İlk Hadîs Eserleri” alt başlığı altında, ikinci asırda telif ve tasnif edilmeye başlanan hadîs eserleri başlıca beş grupta toplanmıştır. Bunlar:  a) Siyer ve mağazi kitapları b) Sunen kitapları c) Câmi’ler d) Musannaflar e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.

Fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkâm hadîslerini ihtiva eden kitaplara “sunen” denilir. Bu kitaplarda yer alan hadîsler, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinden ibaret olan ve merfû sayılan haberlerdir. Bu bakımdan sunenlerde, mevkûf ve maktû olan, yani sahabe ve tâbi’unun kendilerine ait bulunan söz veya fiillerine yer verilmez. İkinci asrın başlarında tedvin ve tasnif faaliyetinin başlamasıyla ortaya çıkan ilk hadîs eserleri sunen denilen bu çeşit koleksiyonlar olmuşlardır.

FIKIH USÛLÜ (İSLÂM HUKÛKUNUN KAYNAKLARI, METODU VE FELSEFESİ)

Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, 11.b., İstanbul, 2013, s.319 ( usûl kısmı s.81-319)

Elimizdeki bu çalışma, müellifin başlıklandırmasıyla, üç kitabı içine alan 316 sayfadan oluşmaktadır. Birinci kitap: “Fıkhın Tarihi ve Tarihçesi”, “ Fıkıh ve İtikâd Mezhebleri”, “İçtihad, Müctehid ve Fakîh”, “Taklîd”, “İslâm Hukukçularının Dereceleri” ve “İftâ ve Kaza” olmak üzere altı bölümden oluşmaktadır. “Fıkıh Usulû”, “Deliller”, “Kitap”, “Sünnet”, İcmâ”, “Kıyas”, “İllet”, “Kıyas Konusunda İhtilaf”, “Fer’i Deliller”, “Din ve Şeriat”, “Kitap-Sünnet Arası Ortak İncelemeler ve Sözlerin Taksimi” ve son olarak “Teâruz ve Tercîh” olmak üzere on iki bölümden oluşan ikinci kitap gelmektedir. Bu kitap aynı zamanda çalışacağımız alandır. Üçüncü kitap ise: “Nesih”, “Hüküm”, “Hâkim ve Hüsün-Kubh”, “el-Mahkûmu fîh”, “el-Mahkûmu aleyh”, “Tecdîd” ve “Bid’at” başlıklarını taşıyan yedi bölümden oluşmaktadır. Birinci kitap ve üçüncü kitap çalışma alanımızın dışında kaldığı için burada ele alınmayacaktır.

 “Fıkıh usûlü” başlığını taşıyan I. bölüme fıkıh usûlünün gayesi ile başlanmıştır. Buna göre fıkıh usûlünün gayesi (ulaşmak istediği faydalı sonuç) şer’î hükümlerin yine şer’î olan delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir. Bu ilmi öğrenmeyen bir insan dinin hükümlerini bütün derinlik ve incelikleriyle etraflı olarak bilemez. Tefsir ve hadîs okumuş, öğrenmiş de olsa bu ilimde ihtisas yapmadıkça gayeye ulaşamaz. Arapçayı iyi bilmekte neticeyi değiştirmez. Müctehidler ictihad ederken, fakîhler hüküm çıkarırken daima bu ilmin kaidelerinden faydalanırlar.

 “Deliller” (Aklî ve nakli, aslî ve fer’î deliller) başlığını taşıyan II. bölümde, akli delilin, iç ve dış duygulara veya zihin muhakemesinin neticesine dayanan deliller olduğu ifade edilmiştir. Buna göre akli delil başkasının sözünü nakil ve hikaye etmeye bağlı değildir. Nakli delil; başkasının sözünü nakletmeye dayanan ve buna bağlı bulunan delildir, mütevatir, âhâd veya herhangi birimize ait haberler gibi.

Nakli delilleri kabul eden dinimiz, bazı muharref dinlerde olduğu gibi akla cephe almamış, bilâkis onu da bir delil olarak kabul etmiş, bütün hitap, irşad ve tekliflerini ona yöneltmiştir. Kesin mukaddimelere (öncüllere) dayanan akli muhakemenin sonuçlarıyla, sahîh nakil arasında teâruz olamaz ve olmamıştır. Böyle görüntü varsa, ya aklın verisi kesin değildir yahut nakil sahih değildir.

 “Kitap (kur’ân-ı kerîm)” başlığını taşıyan III. bölüme fıkıh usûlü ilminde “kitap” tabiri ile neyin kastedildiği açıklanarak başlanmıştır. Buna göre “Kitap” kavramı “Kur’ân” tabirine müteradif manada kullanılır. Istılah olarak; Peygamber (s.a.v)’e indirilen, Mushaflarda yazılı, O’ndan tevatür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla ibadet edilen, beşerin benzerini getirmekten âciz kaldığı ilâhî kelâmdır. “Tevatür yoluyla nakledilmiş” kısmıyla “şâz” adı verilen bazı nakiller tarif dışı bırakılmıştır. Şazz, ya bir kişi tarafından Kur’ân ayeti sanılarak rivayet edilmiş yahut önce bir iki kişi iken ashâb devrinden sonra pek çok kimse tarafından nakledilmiştir. Birincisine âhâd, ikincisine meşhur denilir. Bunlar tevatür derecesine varmadıkları için Kur’ân’dan sayılmamışlardır. Şazdan hüküm çıkarılıp çıkarılmayacağı hususunda ise müctehidler ihtilaf etmişlerdir. İmam Malik ile İmam Şâfiî, “bunlar ne ayettir ne de hadîs; o halde bunlarla amel edilmez” diyorlar. İmam-ı A’zam ile talebeleri Ebu Yusuf ve Muhammed, “şazz Kur’ân değilse sünnettir. Çünkü Peygamber’den duyulmuştur, o halde onunla amel edilir. Eğer meşhur ise Kur’ân-ı Kerîm’in kendisiyle ilgili ayetini kayıtlayarak açıklamada bile kullanılır. Âhâd nev’inden ise bu derecede değildir” demişledir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bütün ayetleri, tevatür yoluyla nakledilip, nesilden nesle böyle geçtiğinden, onun Allah’a ait olduğu kesin olarak sabittir. Çünkü tevatür bunu ifade eder. Fakat kitap, kelimelerden meydana gelmiş sözlerden ibaret olduğundan, onun Allah’ın maksadına delaleti bazen sarîh, bazen kapalıdır. Mana ve maksada delaletinde kapalılık bulunmayan ayetler kat’î (kesin) hükümler ifade ederler.

Kur’ân-ı Kerîm, bütün şer’î delillerin aslı, temeli ve metnidir. Başta sünnet olmak üzere bütün diğer deliller ondan sonra gelirler. Sünnet hem ikinci derecede müstakil bir delil, hem de Kitâb’ın şerhidir.

 “Sünnet” başlığını taşıyan IV. bölümde, fıkıh usûlü ilminde hadislerin değerlendirilişine dair bilgiler verilmiştir. Mütevatir olmayan-âhâd yolla gelen- sahîh hadîsler sübûtu konusunda ihtilaf edilmiştir. Nevevî’nin tercih ettiği görüşe göre bu nevi hadîslerin sübûtu zanna dayanır. Yani, kuvvetli ihtimalle Peygamberimiz’e aittir. Dâvûd ez-Zâhirî, Hüseyin b. Ali el-Kerâbîsî, Haris el-Muhâsibî, İmam Mâlik ve İbn Hazm’e göre ise bu hadîslerin de sübûtu katî’dir. İbnu’s-Salâh’ın tercih ettiği görüş ise; Buhari ve Müslim’in veya ikisinden birinin sahihlerine –hadîs mecmualarına- aldıkları hdîsler, şüphesiz olarak Rasûlullah’a aittir (sübûtu kart’îdir.)

Hadîs müsned olmaz, mürsel veya münkati’ bulunursa bununla amel edilip edilmeyeceği İslâm hukukçuları arasında ihtilaf konusu olmuştur. Zahiriler mürsel hadîsle amel etmezler. Şâfiîler de İmam Şâfiî’nin ileri sürdüğü şartları taşıyan mürselle amel ederler. İmam Şâfiî, yalnız tabiî büyüklerinden “Saîd b. el-Müseyyeb”in mürsellerini bunların hepsini tek tek tetkik ettiği için bunları kabul etmiş ve onlarla amel etmiştir. Mürselle amel etmeyenler ise sebep olarak, hadîsler hakkındaki hükümlerini ancak onun ravilerini tek tek incelemek suretiyle verdikleri ve mürselde de isimleri açıklanmamış raviler bulunduğu için hadîsin sıhhat durumu tesbit edilememektedir, yani hadîsin sıhhati onlar için şüpheli kalmaktadır. Diğer taraftan Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî fakihler, mürseli rivayet eden ashâb, tâbiûn veya etbâu’t-tâbiîn’den ise bu hadîsle amel ediyorlar. Çünkü onlara göre, bu üç nesil hakkında Rasûlullah’ın lehte şehâdeti vardır. Bunlar, itimad etmedikleri kimseden hadîs rivayet etmezler. Eğer mürseli rivayet eden üç nesilden sonra gelmiş biri ise, bazıları ravi âdil olmak şartıyla kabul eder, bir kısmı fukahâ ise kabul etmiştir. Netice olarak, müsned, sahîh hadîsle amel ve onu kıyasa tercih hususunda ittifak, mürselle amelde ihtilaf vardır.

Müellife göre, burada hadîsle hangi husus ve konuda amel edildiği konusu dikkat edilmesi gereken bir hususdur. Eğer itikad ve iman bahislerine ait bir mesele bahis konusu ise orada delil olarak kullanılan nasslar ancak mütevatir olanlardır. İtikad meselelerinde âhâd haberler hücced ve delil olmaz. Buna göre, haber-i vâhid’in hücced olduğu yer yalnız fiil ve amelle ilgili olan şer’î hükümdür.

Fıkıh usûlü bakımından senedce sahîh olan bir hadîsle amel edebilmek için gerekli bir takım şartlar söz konusudur. Bunlar: 1) Müsned hadîs (haber-i vâhid), ayet ve mütevatir sünnete muhalif olmamalıdır. 2) Bu hadîs aynı zamanda aklın prensiplerine de aykırı olmamalıdır. Dinimiz aklı da kendi sahasında bir şer’î hüccet olarak kabul ettiğinden, sahîh haber ona aykırı olamaz. Böyle bir aykırılık görülürse, ya hadîs’in zahiri maksûd değildir, bu takdirde hadîs şartlarına uygun bir tarzda tevîl olunur veya –tevîl de kabul etmeyecek bir tarzda ise-; hadîs sahîh değildir. 3) Bazı hadîsler, Efendimiz’den duyulduğu gibi lafız ve kelimelerle değil de, sadece mana muhafaza edilerek rivayet edilmiştir. İşte bu sebeple, Hanefî fakihler, ilk ravi olan sahâbî’nin fakîh (müctehid) olmasını şart koşmuşlardır. Eğer ilk ravi fakih değil de sadece hafız ise onun rivayet ettiği hadîse, kıyası tercih ederler. Bu, mezkur hadîs kıyasa muhalif olunca böyledir. Nitekim Hanefilerden bazıları, bu şartı kabul etmemişlerdir. Bu şartı kabul etmeme hususunda muhaddisler ve şâfiî fukahası da onlarla beraberdir.

 “İcmâ” başlığını taşıyan V. bölümde öncelikle icmâ’nın tanımı verilerek başlanmıştır. Buna göre icmâ fıkıh uûlünde: Bir şer’î ve fer’î hükümde, bir asırda yaşayan bütün İslâm müctehidlerinin ittifak etmeleridir. İhtilafsız olarak meydana gelen ve tevâtüren nakledilmiş bulunan icmâ’ı inkâr eden, Hanefîlerin çoğunluğu ile bir başka gruba göre dinden çıkmış sayılır. Bazı usûlcülere göre icmâ’ edilen husus, her dindarın mutlaka bilmesi gereken (zarûrat-ı dîniyyeye dâhil) meselelerde onu inkâr küfrü gerektirir; tevhid ve risalete iman’ın şart, namaz kılmak, oruç tutmak, haccetmek ve zekât vermenin farz olduğunu inkâr etmek gibi. İcmâ’ edilen husus, din bakımından bilinmesi zarurî olmayan, ancak ilgililerin ve alimlerin bileceği meselelerden olursa, inkârı küfrü gerektirmez. Nitekim icmâ’ın bütün kısımları, usûlcülerin çoğunluğu tarafından re’y ve kıyâsa tercih edilir.

 “Kıyâs” başlığını taşıyan VI. bölüme de Kıyâsın şer’î ve ıstılahi manası verilerek girilmiştir. Buna göre kıyâs: İki şeyden birinin hükmünün mislini (benzerini), aralarındaki illet benzerliğinden dolayı diğerinde de izhar ve isbat etmektir. Abdulvehhab Hallâf’ın tarifi ise şöyledir: Hükmü için nass bulunmayan bir olayı; hükmün illetinde diğer bir olaya eşit olduğu için, hükmünde de ikinci olayın nassla sabit bulunan hükmüne eşit kılmaktır. İlk tarifte “izhar etmektir” dendi. Çünkü kıyâs, hükmü yoktan var edip icad etmez. O vakıanın hükmü dinde ve ind-i ilâhîde zaten vardır. Kıyâs var fakat gizli olan hükmü bir çeşit muhakeme ile keşfedip ortaya çıkarmış, yani “icâd etmemiş, izhar etmiştir.” Bu kayıt (izhar) bize kıyâsın hükmünün ta’diye yani hükmü asıldan fer’a nakil olduğunu gösterir.

 “İllet” başlığını taşıyan VII. bölümde illet ile hikmet arasındaki farklara değiniliyor. Buna göre, hikmet ve sebep her zaman açık, akıl veya duygularla bilinip bulunabilir şekilde olmaz. Bazen de bir ölçü ve sınırla tesbiti ve zabtı mümkün bulunamaz. İşte bu sebeple, hikmete uygun, açık, zabtı ve tesbiti mümkün, hükümle beraber deveran eden (yani ne zaman kendisi bulunsa hüküm de bulunan, ne zaman o bulunmazsa hüküm de bulunmayan) başka bir vasıf bulmak ve hükmü buna bina etmek gerekmektedir. İşte bu vasfa “illet” denilmiştir. Hikmet, hükmü ve teşriî gerektiren sebep; illet ise, bu sebebe uygun onu ihtiva eden, açık, zaptedilir bir vasıftır ve kıyasta hüküm işte bu vasfa bina edilir.

Hükmü ortaya koymaya sebep “menfaatin celbi, mazarratın defi” gibi hikmet ve maslahatlardır. Eğer illet olacak vasıf hikmet ve maslahatlardan uzak olur, hüküm bunlara bağlandığı zaman, Şâri’in kastettiği iyi netice meydana gelmezse bu vasıf zabıt değildir ve illet olamaz.

Din vâzı’ında bir olaya uygun bir hüküm gelmediği gibi, kabul veya reddedildiğine dair de bir delil mevcut değildir. İşte hükmü bulunmak istenen olay ve meselenin bu nev’e giren vasfına, kelâmcı usûlcüler “mürsel münâsib”, mâlikîler “ne ret, ne kabul edilmiş maslahatlar”, Gazâlî de “istıslâh” demektedir.

“Kıyâsın Cevazı Üzerinde Yapılan İhtilâf” (Görüş ayrılığı ve münâkaşalar) başlığını taşıyan VIII. bölümde başlığa mutabık kalınıp bu doğrultudaki bilgiler arz edilmiştir.

“Fer’î Deliller” başlığını taşıyan IX. bölümde “istihsân”ın tanımı verilip bilgiler verildikten sonra “istıshâb” konusuna geçilmiştir. Istılah olarak: Evvelce var olduğu sabit bir şeyi, aykırı delil bulunmadıkça şimdi de var kabul etmek demektir. Bu bağlamda ele alınanlardan bir diğeri “örf ve âdet” olup kastedilen; akıl veya din yönünden iyi (müstahsen) görülen, selim akıl sahipleri tarafından kötü karşılanmayan şeydir. Diğer bir delil “ sahâbî kavli”dir. İmam Mâlik, Hanefilerden Ebu Saîd el-Burdu’î (v. 317), Şemsu’l-eimme ve Ebu Bekir el-Cessâs ve daha bazı kimseler kayıtsız şartsız ashâb sözünü bir hüccet kabul ederler. Gazzâli, Razî, İbn Hâcib…Şâfiî ve Şâfiî’ye mensup fukaha arasında meşhur olan görüşe göre sahâbî kavli mutlak olarak hüccet değildir. Ebu Zeyd ed-Debûsî ve Kerhî’ye göre ise sahâbî sözünü, kıyâs ve akılla idrâk edilemeyen bir konuda söylemiş ise hüccettir. Son olarak da “İslâm’dan önceki semavî dinler”in delil kabul edilip edilemeyeceğine dair zikredilen görüşlere yer verilmiştir.

“Deliller Bahsine Ek” başlığını taşıyan X. bölüme, din ve şeriat kavramlarının tanımları verilerek başlanmıştır. Daha sonra “fâsid istidlâller”den bahsedilmiştir.

“Kitap-Sünnet Arası Ortak İncelemeler ve Sözlerin Taksimi” başlığını taşıyan XI. bölümde; delâlet şekilleri: ibare, işaret ve delâlet yoluyla delâlet, konuları; açık ve kapalı delâletler alt başlığı altında iktizâ yoluyla delâlet, zahir, nass, müfesser, muhkem, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih konularına; şümul (kapsam) bakımından delâletler alt başlığı altında hâss bahsi, emir, emrin mûcebi, yasaktan sonra emir, mutlak ve mukayyed emirler, nehiy, nehyin mûcebi, nehyin muktezâsı, mutlak bahsi, mutlak ve mukayyedin hükümleri, karşılaşmaları, âmm, tarifi, hükmü, âmm ve hâssın tearuzu, tahsisin nevileri, Rasûle hitabın ümmete şümulü, Umumilik ifade eden cümle ve kelimeler, münekker cemi, müşterek ve müevvel; sözlerin kullanılış bakımından kısımları alt başlığı altında ise hakikat, mecaz, sarih ve kinaye konuları ele alınmıştır. Biz özetin uzamaması için bu konuların hepsine ayrı ayrı yer vermedik. Fakat özetle anladığımızdan şunu ifade edebiliriz ki; bu konuları anlayıp tam olarak özümsemeden bir kimsenin Kur’an ve sünnetin ibarelerinden kastedileni tam anlamıyla doğru anlaması mümkün değildir.

“Teâruz ve Tercîh” başlığını taşıyan XII. bölümde yer alan ve önemli olduğunu düşündüğümüz “tercih şartlarını” aktarmak istiyoruz. Buna göre tercihe gitmek için: 1)  İki delili işletmek ve yürütmek her hangi bir şeklide mümkün olmamak. Eğer mümkün olursa tercihe gidilmez. Çünkü tercihte delillerden birini terk vardır. 2) Kuvvette eşitlik bulunmak. 3) Hem hükümde, hem de; vakit, yer ve yönde birlik bulunmak. Metin bakımından tercihin şartlarına gelindiğinde: 1) Muhkem müfessere tercih edilir 2) Müfesser nassa 3) Nass zahire 4) Hakîkat mecaza 5) Sarih kinayeye 6) Mecaz müştereke 7) İbare işarete 8) İşâret delâlete 9) Delâlet iktizaya … bu şekilde delâleti daha kuvvetli olan diğerine tercih edilir.  Raviye göre tercih ise; 1) Ravisi çok olan haber, az olana tercih edilir. 2) Güzel ahlak, ilim, zekâ, anlayış gibi özellikler de ravi bakımından tercih sebebi olurlar. 3) Hafızasına dayanan ravi, yazdığına güvenen raviye tercih edilir. ( Bunun tersine kani olanlar da vardır.) 4) Rivayetle tanınmış olan, tanınmamış olana tercih edilir.  Rivayete göre; 1) Meşhur hadîs, haber-i vahide tercih edilir. 2) Mütevâtir, meşhur olana tercih edilir. 3) Müsned hadîs, mürsel hadîse tercih edilir. Tâbiî’nin mürseli, daha sonraki tabaka mensubunun mürseline tercih edilir. 4) Daha kuvvetli olan, az kuvvetli olan rivayete tercih edilir. Şeklinde bir tercih sırası söz konusu olduğunu görmekteyiz.

“Nesih” başlığı III. kitab, I. bölüm başlığı altında işlenmiştir. Neshin tarif ve mahiyeti, şartları, bedâ ile nesh arasındaki fark, nesh ile tahsis arasındaki farklar, delilleri, hikmeti vb. konularına yer verilmiştir. Ayetin sünnetle mensuh olması konusuna burada değinecek olursak, bunun cevazında müctehitlerin ihtilaf ettiklerini görüyoruz. 

“ el-Mahkûmü fîh (mükelleflerin İşleri)” başlığını taşıyan IV. bölümde, teklif edilen fiilde, usûl bakımından aranan şartlar şunlardır: 1) Mümkün olmak 2) Mükellefin, kendi irâde ve gücüyle kesbedebileceği (yapabileceği) bir iş olmak 3) Emrolunan şey, mükellef tarafından açıkça bilinmek 4) Allah tarafından emrolunduğu da malum olmak, şeklinde çalışmamızı içeren usûl konusunu özetleyebiliriz.

 

 

Tefsir

Hadîs

Fıkıh

Sünnet

Sahabe, Hz. Peygamber devrinde, İslâm dinine taalluk eden meseleleri Kur’ân-ı Kerîm’den Peygamber vasıtasıyla alıyordu. Çok defa nazil olan ayetler mücmeldi; Müslümanlar, onları anlamakta güçlük çekiyor ve Hz. Peygamber’e başvurarak bu ayetlerin açıklamasını, ifade etmek istediği mananın iyice ortaya konulmasını istiyorlardı. Mesala namaz konusu gibi. Kur’ân-ı Kerîm’deki mücmel ve gayr-ı mufassal ayetlerle ilgili Hz. Peygamber’in açıklamaları sayesinde İslâm dini tamamlanmıştır.

Hadisçilere göre ise sünnet, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takririnden ibarettir. Keza onun ahlaki sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hırâ mağarasındaki yaşayış da sünnetten sayılır. Bu manası ile sünnet hadîsin müradifidir.

Fıkıh usûlü alimleri, sünneti şer’i deliller içince incelerken, fakihler onu, farz, vâcip, mendûb, haram, mekrûh gibi şer’i ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir.

- Kur’ân-ı Kerîm, bütün şer’î delillerin aslı, temeli ve metnidir. Başta sünnet olmak üzere bütün diğer deliller ondan sonra gelirler. Sünnet hem ikinci derecede müstakil bir delil, hem de Kitâb’ın şerhidir.

 

Sebeb-i Nüzûl

Sebeb-i Vürûd

Kur’ân-ı Kerîm’de vârid olan ahkâm âyetlerini ve bunların sebeb-i nüzûl ile ilgili müfessir rivayetlerini tetkik edenler, her Kur’ânî hükmün, teşrîi gerektiren bir hadise dolayısıyla vazolunduğunu görürler.

Ahkâm hadîslerinin ve hadîsçilerin bu hadîslerin sebebi vürûdu ile ilgili rivayetlerinin tetkikinden de anlaşılır ki, Hz. Peygamber’in ictihadına dayanan bütün hükümler, bir ihtilaf hakkındaki kazası, bir hâdise hakkındaki fetvâsı ve bir suale cevabıdır.

 

Muhkem

 

Eğer bir haber muârazadan salim bulunursa, yani ona zıt bir haber gelmezse, bu habere “muhkem” denilmiştir. Hadîs ıstılahında, hiçbir şüphe ve tereddüte yer vermeksizin alınıp amel edilen ve her türlü muarazadan salim bulunan bu hadîsler muhkem olanlardır.

Fakat kitap, kelimelerden meydana gelmiş sözlerden ibaret olduğundan, onun Allah’ın maksadına delaleti bazen sarîh, bazen kapalıdır. Mana ve maksada delaletinde kapalılık bulunmayan ayetler kat’î (kesin) hükümler ifade ederler.

Muhtelif

İbn Kuteybe (213-276) “Te’vilu muhtelifi’i hadîs”, İbn Cerîr et-Taberî (224-310) de aynı konuyla ilgili bir eser telif etmiştir.

Hz. Peygamber’in hadîsleri arasında, sayıları fazla olmasa bile, bazen mana yönünden birbirine zıt veya birbirini nakzeder gibi görünen sözlerinde yer aldığı görülür. İşte, hadîs ulemasının zıt gibi görünen hadîsler arasındaki bu cem ve telîf gayretleri, hadis ilminin önemli konularından birini teşkil eden ve “Muhtelifu’l-Hadîs” denilen bir ilim dalının ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Muhtelifu’l-hadîs adıyla ilk eser telif eden İbn İdris eş-Şâfi’î’dir Muhtelifu’l-hadîs adıyla ilk eser telif eden İbn İdris eş-Şâfi’î’dir

Nâsih-Mensûh

 

Hadîs ilminin önemli konularından biri olan nesh; birbirine zıt manalarda vârid olan iki hadîsin cem ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğu hükmedilen bir iptal keyfiyetinden, yani biri ile getirilen hükmün, diğeri ile getirilen hükme tatbikat yönünden son vermesidir.

Mana yönünden birbirine zıt olan, fakat cem ve telîfi de mümkün olmayan bazı hadîsler de vardır ki, bunların Hz. Peygamber’den vürûd tarihleri tesbit edilmek suretiyle, tarih yönünden mukaddem olanların mensûh, muahhar olanların da nâsih olduklarına hükmedilmiştir.

Kitap ve sünnette neshin mevcudiyetini kabul etmenin, İslâm Dini’ne kusur izafe etmek manasına geleceğini ileri sürerek bazı mutezilî mezhebler dışındaki ehl-i sünnet mezhebleri, neshin varlığını kabul etmişler ve bunu, Hz. Peygamber’in sağlığında ve vahyin geldiği zaman içerisinde, İslâm toplumunun mesalihi yönünden gerekli bir olay olarak açıklamışlardır.

 

Uydurma

İsrailiyyat, Zâhid ve Salih kimselerin vaz ettikleri hadîslerin çoğu, Kur’ân surelerin faziletine dair idi. 

Ravileri adalet yönünden ta’n edilmiş hadîs çeşitlerinden biri “mevzû” (uydurma) hadîslerdir. Başta İslâm Dînine kastedenler olmak üzere, bazı kişi ve grupların tanınmış hadîs ravilerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hz. Peygamber’e iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzû (uydurma) hadîs adı verilmiştir

 

Müteşâbih

 

Hadîsde Müteşâbih: iki ayrı şahsın isim veya neseblerinin lafız ve hat yönünden müttefik, fakat baba isimlerinin mu’telif ve muhtelif, yani hat yönünden aynı, lafız ve olunuş yönünden ayrı olmasıdır. Bazen de bunun aksi olabilir.

 

Kitabet

 

Hz. Peygamber henüz hayatta iken teşekkül etmeye başlayan bu külliyatın, ilk sahabilerin elinde yazılı olarak bulunmadığı fakat hafızalarda bulunduğu bir gerçektir. Sahabilerin Hz. Peygamber’den işitmiş oldukları hadîsler, uzun süre hafızalarda gizli kalmış değildir. Hz. Peygamber henüz hayatta iken Abdullah İbn Amr gibi yazı bilen ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra yazı yazmasını öğrenmiş bulunan pek çok sahabi, ondan işitmiş oldukları hadîsleri yazmışlar ve sahifelerde toplamışlardır.

 

Kur’ân İlminin Öğrenilmesi

 

Ahmed İbn Hanbel’in dediği gibi sünnet, Kur’ân ilminin öğrenilmesinde yegane vasıtadır, sünnet olmadan Kur’ân ilmini öğrenmeye kalkışanlar dalalete düşerler. Bu bakımdan, sünnetin yok olması Kur’ân ilminin yok olması demektir.

Fıkıh usûlünün gayesi (ulaşmak istediği faydalı sonuç) şer’î hükümlerin yine şer’î olan delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir. Bu ilmi öğrenmeyen bir insan dinin hükümlerini bütün derinlik ve incelikleriyle etraflı olarak bilemez. Tefsir ve hadîs okumuş, öğrenmiş de olsa bu ilimde ihtisas yapmadıkça gayeye ulaşamaz. Arapçayı iyi bilmekte neticeyi değiştirmez. Müctehidler ictihad ederken, fakîhler hüküm çıkarırken daima bu ilmin kaidelerinden faydalanırlar.

Ahkâm

 

Fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkâm hadîslerini ihtiva eden kitaplara “sunen” denilir.

 

Şazz, Meşhûr, Âhâd

 

 

İmam Malik ile İmam Şâfiî, “bunlar ne ayettir ne de hadîs; o halde bunlarla amel edilmez” diyorlar. İmam-ı A’zam ile talebeleri Ebu Yusuf ve Muhammed, “şazz Kur’ân değilse sünnettir. Çünkü Peygamber’den duyulmuştur, o halde onunla amel edilir. Eğer meşhur ise Kur’ân-ı Kerîm’in kendisiyle ilgili ayetini kayıtlayarak açıklamada bile kullanılır. Âhâd nev’inden ise bu derecede değildir” demişledir.

 

DERSTEN KAZANIMLAR

Kazanımlarım arasında ilk sayabileceğim hocamızın dersi işleyiş yöntemidir. Zira hocamız derste tek tip bir yöntem takip etmemekte gerektiğinde bilgisayar üzerinden önceden hazırlamış olduğu veciz ve anlamlı notları ve resimleri bizimle paylaşmakta, bizlerin yorumlamasını istemekte gerektiğinde tahtayı kullanmaktadır. Aynı zamanda metin okumalarında (Fetih Sûresi vb. örneği) rivayetleri nasıl değerlendirmemiz nasıl yaklaşmamız konusunda bizlere bakış acısı kazandırmaktadır. Derslerimizde bilhassa dikkatimi çeken ve istifade ettiğimi düşündüğüm hocamızın sadece tefsir alanına dair malumatı değil diğer konularda özelliklede insan, sağlık ve ahlaka dair konulardaki bilgisi ve bunları bizlerle paylaşıp bir bilinç oluşturmasıdır. İfade etmem gereken diğer bir husus ise hocamızın vermiş olduğu tefsir, fıkıh ve hadis usûlü ödevleridir. Bu alanlara dair lisansta okumuş olduğumuz kitapları tekrar okumamız gerekiyordu. Lisansta bu alanlara ilgim olması hasebiyle dikkatli bir şekilde okumama rağmen bazı noktaları unutmuş, derslerde özellikle hadis usûlüne dair bir kavram geçtiğinde tereddütle acaba ne demekti? Doğru mu anlıyorum? şeklinde sorular beliriyordu. Bu ödev vesilesiyle bu alanları tekrar okumuş, bilgilerim tazelenmiş ve daha önce okumadığım kaynakları okuyarak yeni şeyler öğrenmiş ve eksiklerimin farkına varmış olduğuma inanıyorum. İlimler arasındaki ilişki, bilginin bütünlüğünü yakalayamaya çalıştım. En basitinden kendi alanım yani tefsir için dahi bu alanları bilmeden sağlıklı ve hızlı bir şekilde ilerleyemeyeceğimin farkındayım. Bilhassa fıkıh usûlünde işlenen umum, has, Kur’ân ayetlerinde yer alan emir, nehir vb. ifadelerinden neyi anlamam gerektiğine dair konular üzerinde uzun zaman durulup işlenmesi gereken bir öneme sahip olduğunu fark ettiğimi ifade edebirim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

   04.06.2016

Ahmet SAĞLAM

Büt. Doktora-15952706

 

TEFSİR, HADİS VE FIKIH USULLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

 

a) Kuran İlimleri

Kuran ilimleri tamlaması esas itibariyle Kuranla doğrudan ilgili olan disiplinleri kapsar. Kuranı Kerim’le alakası olmayan ve fakat dolaylı olarak ilintili olan- dolaylı olarak yararlanılan ilimlerin Kuran ilmi sayılması konusu tartışmalıdır. Kur'an ilimleri Kur'an'ın vahyi, nüzulü, yazımı, okunması, tertibi, toplanması, çoğaltılması, hattı, kıraati, tefsiri, i'cazı, nasih ve mensuhu, i'rabı, dil, üslup ve belagatı, ayet ve surelerinin birbiriyle ilgisi, muhkem ve müteşabihi hakkındaki disiplinleri kapsar. Kur’an ilimleri, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve müfredatla  Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır. Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, Suyûtî sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini  genişleterek biraz daha çoğaltmıştır.

Kur’an ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmiştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini toplayıcı kapsamdaki eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.

Kuran ilimleri ile ilgili malumat için:

http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c42/c420105.pdf

 

b) Hadis İlimleri

Hadisler, hicri II. Asır başlangıcından itibaren tedvin edilmeye başlanmış olmakla birlikte, bunların tedvininde hadis âlimlerinin zihinlerinde bulundurdukları usûl ve kâideler, henüz yazıya dökülmüş değildi. Hatta tedvinden sonra kazanmış olduğu Usulü’l-Hadis veya Mustalahil-Hadis tabirleri bile, III. Asır hadis imamları arasında bilinmiyor değildi. Hâdîs rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, ravilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın sınıflarından bahseden Usulü’l Hadis veya Mustalahu’l-Hadis, ilk defa IV. Asırda tedvin edilmiştir.

Ulûmü’l-hadîs, hadis ilmine dair muhtelif konuları kapsayan literatürün genel adı olmakla beraber bu ilim içerisinde gelişmiş müstakil disiplinleri de ifade eder. Hadis tedvîn ve tasnif faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bu ilimlerin ekseriyeti erken dönem muhaddislerince hadis metinlerinin mâna ve içeriğine yani dirâyetü’l-hadîse verilen önemi yansıtmaktadır. Bunlardan cerh-ta‘dîl ve kısmen ilelü’l-hadîs isnadla ilgili ilimlerdir. Hadis metinlerini anlamaya yönelik olanlar ise garîbü’l-hadîs, muhtelifü’l-hadîs, nâsihu’l-hadîs ve mensûhuhu, fıkhü’l-hadîs ve esbâbü vürûdi’l-hadîs ilimleridir. Son ikisi hadis ilimleri arasına diğerlerinden çok sonra girmiştir. Râvilerin güvenilirliğini tesbit etmeyi amaçlayan cerh ve ta‘dîl ilminin temel dayanağı ricâl eserleridir; buna ilmü’r-ricâl de denir. İlelü’l-hadîs ise snada veya metinde yer alan ve hadislerin sıhhatini zedeleyen gizli kusurları inceleyen ilim dalı olup erken dönemlerden itibaren bu hususta çeşitli eserler telif edilmiştir.

Hadis usulü ile ilgili malumat için:

http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c42/c420104.pdf

 

c) Fıkıh Usulü

Fıkıh usulünün içeriği dört bölümde şöyle özetlenebilir:

1.Edilletü’l-ahkâm: Bu bağlamda edille genellikle, kitap gibi ana kaynakların yanı sıra şer‘u men kablenâ gibi tâlî kaynaklarla tâlî kaynak görevi yüklenen kıyas gibi metotları ve sedd-i zerâyi‘ gibi prensipleri topluca ifade eden bir kavram şeklinde düşünülür.

2. Hüküm bahisleri: Hüküm teorisi diye nitelenebilecek bu bölüm de dört başlık içerir: a) Hüküm ve kısımları: Hükmün tanımı ve hükümlerle ilgili terminoloji; b)Hükme konu fiiller/mahkûm fîh: Bir fiilin yükümlülüğe konu olmasıyla ilgili şartlar ve hükmün koruduğu hakkın aidiyeti, sorumluluk ve hak teorilerine esas teşkil edecek ilke, tahlil ve açıklamalar; c) Hükme muhatap olan kişi/mükellef/mahkûm aleyh: Hak sahipliğinin ve yükümlülüğün temelini oluşturan nitelikler ehliyet teorisi. d)Hükmün menşe anlamında kaynağı / hüküm koyma yetkisi/hâkim: Kelâm ilminde yer alan hüsün-kubuh tartışmasının uzantısı niteliğindeki bu konunun fıkıh ve fıkıh usulü açısından önem taşıyan yönü, kendisine dinî bildirim ulaşmamış kişilerin dinen yükümlü sayılıp sayılmayacağının ve gerek dinî bildirim bulunmayan durumlarda gerekse dinî bildirimlerin gerekçe ve amaçlarını kavramada aklın rolünün belirlenmesine ışık tutmasıdır.

 3. Hüküm istinbat metotları: Nasların yorumuyla ilgili kurallar, deliller arasındaki zıt ilişkiler ve zıtlığı (teâruz) giderme yolları. Esasen yorum sınırını aşan hüküm çıkarma metotları (özellikle kıyas ve istislâh) bu bölüme uygun düşmekle birlikte bunlar genellikle “edilletü’l-ahkâm” kapsamında ele alınmıştır. Makasıdü’ş-şerîa konusu yeni eserlerde ayrı bir başlık altında bu bölüm içinde incelenir; klasik fıkıh usulü eserlerinde ise değişik bahisler arasına serpiştirilerek işlenmiştir.

 4.İctihad ve taklid: Fıkıh usulü açısından bu bölümün en önemli kısmı, müctehidte aranacak özellikler ve bununla yakın ilişkisi bulunan ictihadın bölünüp bölünemeyeceği konusudur.

 

Fıkıh usulü ile ilgili malumat için:

http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c42/c420148.pdf

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi