Adı ve Soyadı: Habib BAYGIN
Öğrenci No: 14952703 (B.DOKTORA)
Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
FIKIH TARİHİ SÜRECİ
FIKIH İLMİNİN GELİŞİM SAFHALARI
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir..
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
FIKIH İLE FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK
Fıkıh ilminin konusu, mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiillerin hükümleridir. Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf, hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri, tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir. Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini zikreder.İşte, Usûlcü mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır.
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.
HADİS
İLİMLERİ
Hadis ilimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayet-il-hadis gelir. Bu ilim
dalında hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde
ulaşıp ulaşmadığı araştırılır. Dirayet/Rivayet ikilisi bir bakıma
kalite/kantite ikilisine benzer. Mesela tek bir kanaldan gelen dirayeten
güçlü bir hadisin, bir kaç kanaldan gelen yani rivayeten güçlü gözüken bir
hadisden daha sahih olması pek ala mümkündür.
Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar.
Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir.
HADİS
İSTİLAHLARI
Her ilim dalının bir terminolojisi olduğu gibi hadis ilimlerinin de
istilahları vardır. Hadis istilahları anlaşılmadıkça hadis usulü de
anlaşılamaz. Hadis istilahları çok sayıda olduğu için aşağıda sadece bir
kısmına temas edilecektir:
Ravi,
hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı
kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya
ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir.
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.
Cerh ve
ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam
ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler
kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde,
ya da arada bir yerde değerlendirilir.
"Sika" da iki şart aranır: Adl ve zabt. Adl ravinin hadisi bozmadan
rivayet eden dürüst bir müslüman olması, zabt ise hafızanın kuvvetli olması
özelliğidir.
Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır.
Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var:
Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim:
Tirmizi
(ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b.
Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler:
"Yahya b. Main ilk benim önümde oturduğu zaman bu hadisi sordu. Ben de
Hammad b. Seleme bize tahdis etti (diyerek hadisi edaya başladım) Yahya dedi
ki keşke defterinizden rivayet etseniz? Ben de defterimi getirmek üzere
kalktım. Elbisemden tuttu ve önce bana (hafızanızdan) yazdırın. (Defteri
getirmeden önce) tekrar size kavuşamamaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine
hadisi yazdırdım, sonra çıkıp defterimi getirdim ve ona (hadisi)
okudum."
Muhaddislerin,
ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu
sözleri ile işaret etmektedir:
"Bu ilim, yani hadis ilmi dindir. Artık dininizi kimlerden aldığınıza
dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde Rasulullah (sav) şöyle buyurdu diyenlerden
yetmiş zat gördüm ki her hangi birisine beytü'l-malı teslim ederseniz yine
emin sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiç birisinden ahz etmedim. Çünkü bu
işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn-i Şihab-i Zühri gelince hepimiz
kapısına koşup üst üste yığılırdık."
HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI
Sıhhat yönünden:
Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir:
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması)
- Bütün ravilerin sika olması
- İllet ve şazlık bulunmaması
Bu son şartın araştırılması zor olup, bunda ancak Buhari gibi büyük hadis
mütehassısları derinleşebilmişlerdir. İllet ve şazlık olması durumu, ilk
bakışta hadisin sened ve ravi yönünden sağlam gözükmesine rağmen, metin veya
senedde gizli bir bozukluk olması halidir. Eğer muallel (illetli) veya şaz
ise hemen zayıf hadis mertebesine iner.
Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir.
Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir.
Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır.
Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler.
Sahibi yönünden:
Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir.
Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.
Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.
Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir.
Senedde uzunluğu yönünden:
Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.
Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır.
Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür.
Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü:
Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır.
Mevzu hadislere
gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin,
yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu
peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek
insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir.
Hadisde metin ve sened tenkidi:
Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:
- Metin
tenkidi
- Sened tenkidi
Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır.
Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır.
Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır.
HADİSLERİN
TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI
Hicri ilk asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet
ediliyordu. Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların
kendi lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride
kalması gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiin hazeratının ve
onlardan sonraki muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz
davranmalarına yol açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce,
haftalarca süren yolculuklara çıktılar.
Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir.
Hadis kitaplarının türleri:
Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır:
Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir.
Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir.
Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı
kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer
(r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en
meşhuru
Ahmed b. Hanbel'in müsnedidir.
Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır.
Kütüb-ü
Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin
ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin
sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından
Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki
ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der:
"Hadis rivayeti mevzuunda daha çok bilgi almak isteyen Tirmizi'nin
camiine, sadece ahkam hadisleri isteyen Ebu Davud'un sünenine, fıkhi babların
mükemmel sıralanışını görmek isteyen İbn-i Mace'nin sünenine müracaat
etmelidir. Nesai'nin süneninde ise bu meziyetlerin bir çoğu
bulunmaktadır."
Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır.
Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır.
SONUÇ
Adı ve
Soyadı: MÜNÜR AKKUŞ
Öğrenci No:
Özel Öğrenci
Dönem:
2015/2016 GÜZ DÖNEMİ
Konu: ESBAB-I NÜZUL I
Hadis, fıkıh
ve tefsir ilimlerinin tekevvün ve teşekkül (oluşum - gelişim) süreçlerinde
birbirlerini etkilediklerini söylemek, durumun izahatında kifayetsiz
kalacaktır. Bir ağaç gibi bu ilimlerin hepsinin başlangıçta yekvücut olduğunu,
daha sonra birbirinden ayrışarak branşlara/ dallara ayrıldığını ve tarihin
akışında aynı kaynaklardan- kök ve gövdeden- Kur’an ve sünnetten beslenmeye
devam etiğini söylemek sanırız yanlış olmaz.
Bu ilim
dalları arasında Hz. Peygamber’den ve tabiîn döneminden sonra ayrışmanın
başlamasında; alimlerin kabiliyet ve yönelimlerinin, siyasi, ekonomik ve
toplumsal olayların, kültürel ve coğrafi unsurların etkin olduğunu belirtmek
gerekir.
Temel
ilimlerin tarihsel gelişimini farklı açılardan bakarak birkaç kategorilerde
incelemek mümkündür.
a)
Kronolojik
açıdan: Hicri birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü asırlar ve
sonrası,
b)
Tekevvün süreci
açısından: Oluşum, gelişim, açılım, daralma, dönüşüm dönemi,
c)
Coğrafi bölge
olarak: Arabistan, Suriye, Horasan, Mısır, Endülüs, Hint, Irak,
İran, Anadolu ve Batı,
d)
Siyasi
olarak: Hz. Peygamber dönemi, dört halife, Emevîler,
Abbasiler, Fatımiler, Karahanlılar, Gazneliler, Memlûklüler, Selçuklular ve
Osmanlılar olarak,
e)
İlim tedris
yöntemi olarak: Hıfz, kitabet, tedvin ve tasnif dönemi olarak,
f)
Ferdi
dönemler olarak: Hz. Peygamber dönemi, Sahabeler, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn
ve sonraki dönem,
g)
Metodolojik
açıdan: Oluşum, gelişim, sistemleşme, duraklama ve taklit
dönemi olarak bir çok açıdan inceleyebiliriz.
Ayrıca bu
bilimleri bakış açılarına göre ayrı ayrı ele alabileceğimiz gibi bir bütün
içinde ve karşılıklı etkileşimleri bakımından da inceleyebiliriz. Ancak bu
dönemleri birbirinden ayırmanın çok güç olduğunu ve bunların iç içe olduğunu,
kesin sınırlar ile ayrılamayacağını da belirtmeliyiz.
Meselâ bir tefsire bir yandan mezhebi (meselâ Şiî) denirken öte yandan
dirâyet tefsiri demek mümkündür. Sosyal tefsir kategorisi içinde yer alan bir
tefsirin hem dirâyet hem rivayet yöntemlerini birlikte kullanması da mümkündür.
Esasen konuya eleştirel biçimde bakıldığında tefsiri bölümlemenin teorik
anlamda bazı sakıncaları olduğu görülür. Zira Kur’an bir gaye için gelmiştir,
asıl gayesine göre anlaşılmalı ve o yolda tefsir edilmeye çalışılmalıdır.
Aksi takdirde tercih edilecek tefsir yöntemlerinin Kur’an’ın bu yönünü
gölgede bırakması, onun amaçı dışında bir sonuca ulaşılması söz konusu
olabilir. Kur’an tefsirindeki en önemli prensip Kur’an’a ön yargısız
yaklaşılması ve onun götürdüğü istikametin takip edilmesidir.
Kur’an ve İslami ilimlerle iştigal edenlerin kültürel mirastan
faydalanırken şu hususu göz önünde bulundurmalarının önemli olduğunu
düşünüyoruz; “Âlimlerin düşüncelerinin ve eserlerinin kategorizasyonu, bizim
onlara verdiğimiz anlam ve çıkarımların sonucudur. Oysa âlimler, insanlığa söyleyecek sözü olan
ve bunu bir görev addeden, belirli bir fikri olgunluğa ulaşmış zatlardır. Bu
emeğe saygı duymak ve mahir bir sarraf edasıyla bıraktığı terekelerde gizli
olan mücevheratı bulup çıkarmaya çalışmak her ilim talibinin minhâcı olmalıdır”
Konumuzun söz
konusu ilimlerin tarihsel gelişimlerinin mukayesesini içermesi hasebiyle, her
bir ilim dalını kendi içerisinde ve tarihi süreç içerisinde değerlendireceğiz.
Bu
çalışmamızda ana kaynak olarak Diyanet Vakfının neşrettiği İslam
Ansiklopedisinin ilgili maddelerinden faydalanılacaktır.
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilâf
yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri ondan
ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmış onlardan da tüm ümmete ve
insanlığa mal olmuştur.
Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait
Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in
Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah
yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer
doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını
açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir.
Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle
tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir
şekillerindendir.
Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını
takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan
etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır (Resûlullah’ın Kur’an’ı yorum şekilleri
için bk. Yıldırım, I, 99-233). Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe
rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi
âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan
gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır.
Ancak sahâbîlerin tefsir
yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla
konuşmadıkları görülmektedir (Taberî, I, 72). Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve
Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal
eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir
(a.g.e., I, 75). Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap şiirinden
ve nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların halli için Arap tarihinden
faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze
çarpan en önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin (İsrâiliyat) kullanılmaya başlanmasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin yorumu için
yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in Ehl-i kitap’tan
gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması (Buhârî, “Tefsîr”, 2/11;
“İ’tisâm”; 25, “Tevhîd”, 42, 51) Kur’an ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere
girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen bu
rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde telif edilen tefsirlerde önemli
bir yer işgal etmiştir (İbn Teymiyye, Mukaddime, s. 87).
İlk tam Kur’an tefsirini kaleme alan Mukatil b. Süleyman’ın eseri ikinci
ve üçüncü nesildeki bu değişimi açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan İslâm
toplumunda İsrâiliyat’ın sakıncalı görülmeyen kısmını kabullenme eğilimi
tefsirin genişlemesini sağlayan önemli unsurlardan biri olmuştur.
İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için,
“Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua
ettiği (Müsned, I, 214, 269, 314; Buhârî, “ ‘İlim”, 17, “Vudû,”, 10; Müslim, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”,
138) İbn
Abbas’a dayanmaktaydı. Onun
arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime
el-Berberî, Tâvûs b.Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine
önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan
gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından
güvenilemeyecek olanlar da vardır (Süyûtî, II, 1228-1233). Tefsirde bir diğer
önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî,
Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah
b. Vehb gibi âlimler mevcuttur.
İlk Müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu
kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak
okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür.
Onun takipçileri arasında Alkame b.Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b.
Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaî
gibi şahsiyetler vardır (M. Hüseyin ez-Zehebî, I, 49-95; Cerrahoğlu, Tefsir
Tarihi, I, 103-112, 140-167).
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde
tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin
farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin
gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil
bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması,
İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur.
Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren
yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde
bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin
kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767)
yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukatil b. Süleyman’ın günümüze
ulaşan Kur’an tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr: Tefsîru Mukatil b. Süleymân) ve
tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı
Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları ve halka açık tefsir dersleri,
gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları, gerekse kendilerine
çokça başvurulan I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıl tefsir âlimlerinin değerlendirmeleri
bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve nakledilmiştir; hatta bunlar
tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Belki de bu sebeple İbnü’n- Nedîm
el-Fihrist’inde (s. 36-37) tâbiînden ve tebeu’t-tâbiînden çok sayıda müfessirin
tefsir rivayetlerini “Kitâbü tefsiri …” gibi başlıklar altında vermiştir. Bu durumda tefsirlerin
tedvinini II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün görünmektedir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir
eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece
tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî
gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın
açıklamaları ile yetinen Müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap
olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın
nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen Müslümanlar,
Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya
başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân,
mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır.
Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi kabul görürken öte yandan
Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen
kaynaklar olarak görülmüştür.
Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil
tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam
etmiştir. İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî
gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık
halde bulunan tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için
önemli bir hizmet görmüştür. Câmi u’l-beyân
an tevîli âyi’l-Kur’ân adını verdiği eseri genellikle bir rivayet tefsiri
olarak kabul edilse de iyi bir inceleme onun aynı zamanda dirâyet tefsirine ait
pek çok unsur içerdiğini ortaya koyar. Nitekim son zamanlarda Taberî’nin
tefsirinin dirâyet yönüne dikkat eden çalışmalar yapılmaktadır. Taberî’den
sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun
eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde
Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Gayb’ını
özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın küçük yerinde yayılması ile İranlıların,
Türklerin, Türkistanlıların, Kafkas kavimlerinin, Hintli Müslümanların,
Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in yazdığı çok
sayıda tefsir meydana getirilmiştir.
Modern dönemde; İslâm
dünyasının XIX. yüzyıldan itibaren yaşadığı sürecin ve geçirdiği değişimlerin
Kur’an tefsiri alanında da birtakım yansımaları olmuş, tefsir literatüründe gerek
şekil gerekse muhteva bakımından önemli değişiklikler meydana gelmiştir.
Kur’an tefsirine yeni işlevlerin de yüklendiği bu süreçte tefsir alanında klasik
çizgiyi devam ettirmeye çalışanların yanı sıra yeni ihtiyaçları karşılamaya ve
modern dönüşümlerin ortaya koyduğu problemleri cevaplandırmaya yönelik ürünler
çağdaş İslâm düşüncesinin en aktif alanlarından birini oluşturmuştur.
Modern tefsir literatürünün dikkat çekici özelliklerinden biri pratik
endişelerin ve sosyal, siyasal, ideolojik içeriklerin bu tür eserlerde
klasik döne me göre çok daha ağırlıklı bir yere sahip olmasıdır. Bu literatürde
İslâm’ın inanç esaslarına ve toplumsal düzenlemelerine yönelik eleştirilere cevap
amaçını taşıyan savunmacı bir üslûp ve siyasal, sosyal düşünceleri Kur’an tefsiri
yoluyla meşrulaştırma çabası görülmektedir. Modern dönemde Müslümanların ilim
geleneğine karşı mesafeli durarak modern bir İslâm anlayışı oluşturma çabaları
Kur’an’ın yeniden yorumlanması konusuyla ilgilidir. Bu bağlamda klasik
dönemde İslâmî ilimler hiyerarşisinde daha çok açıklayıcı ve yorumlayıcı fonksiyona
sahip olan ve Kur’an’ı özellikle dil ve tarih açısından açıklamaya çalışan tefsire
kelâm ve fıkıh gibi ilimlerin normatif bazı fonksiyonları da yüklenmek istenmiş,
İslâm’ın inanç ve uygulamaya yönelik taraflarını doğrudan tefsirle temellendirme
arayışları söz konusu olmuştur. Tefsir literatürünün muhatap kitlesinde ortaya
çıkan farklılık da bu konuda önemlidir. Klasik dönemde tefsirler ilmî üslûp ve
muhtevaya sahipken modern dönemde popüler seviyeye hitap eden çalışmalar
artmıştır. Dikkat çekici bir diğer husus, Kur’an’ın tamamını tefsire dair
eserlerin yanı sıra belli âyetlere ve konulara yoğunlaşan tematik tefsir tarzının
yaygınlaşmasıdır.
Hz. Peygamberin söz davranış ima takrir gibi anlatım türlerinde ifade bulan
ve sahabiler tarafından diğer insanlara aktarılan hadisler, önceleri sadece
Resulullah’a has kılınmıştır. Daha
sonraları Bazı alimler, hadis
teriminin kapsamını daha da genişleterek sahabe ve tabiinin şahsi beyan ve
fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber'e ait olan hadislere merfu,
sahabeye ait olanlara mevkuf, tabiine ait olanlara
da maktu
adını vermişlerdir (İbn Hacer, Tehzibu't- Tehzib, VII, 33). Sonraları merfu,
mevkuf ve maktu terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi
kullanılmaya başlanınca bir kısım alimler sadece merfu rivayetlere, bazıları da
merfu ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir. Yine ilk
devirlerde Resul-i Ekrem'in söz, fiil ve takrirleriyle birlikte sahabe ve tabiine
ait her turlu haberi ifade etmek üzere eser kelimesi de kullanılmıştır.
Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu
iki terimin eş anlamlı olarak Resulullah'ın söz, fiil ve takrirleri için kullanılması
özellikle hadis alimleri arasında daha fazla kabul görmüştür. Sünnet ve hadisin
çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber'in ahlakını, şemailini,
peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıklarını da bu çerçeve içine alanlar
olmuştur (İbn Teymiyye, XVIII, 10; Keşfu'zzunun,1, 635-636). II. (VIII.)yüzyıldan
itibaren hadisi ifade etmek üzere kullanılan terimlerden biri de ilimdir.
İlk dönemlerde ilim kelimesinin kapsamına Kur'an, hadis ve fıkhın girdiği,
fakat sonraları ilim sözüyle daha çok hadisin kastedildiği anlaşılmaktadır (İmtiyaz
Ahmed, s. 110-123).
Hadislerin tedvinini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehit
edilmesi olayından hemen sonra Havaric ve
Galiyye gibi siyasi fırkaların, I.
(VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye
ve Murcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Muşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir.
Muhafazakar çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine
gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis
uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve
önlem almaya sevk etmiştir. Özellikle Şia'nın kendi grupları, daha sonra Abbasi
hilafeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı
menfaatcilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslam
aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı
kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi (bk.
MEVZU), tedvine taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir.
Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz ravilere karşı daha
temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya,
bid'atcıların rivayetlerinden kaçınmaya sevk etmiş (Darimi,
"Mukaddime", 38) ve I. (VIII.)
yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir.
İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i Sünnet'e mensup ravilerin rivayetleri
kabul görmüş, ehl-i bid'atın rivayetleri alınmamıştır (Muslim,
"Mukaddime", 5). Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak
gören kimseler tarafından raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dindarlık
ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan
söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece
daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin
hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
684-705 yılları arasında Emeviler'in Mısır valisi olan Abdulaziz b. Mervan'ın
bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden
korumak amaçıyla devlet adamlarının bile gayri resmi olarak hadis tedviniyle
ilgilendiklerini göstermektedir. Abdulaziz b. Mervan, Bedir Gazvesi'ne katılan
yetmiş sahabi ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesir b. Murre el-Hadrami'ye
yazdığı bu mektupta, Ebu
Hureyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer
sahabilerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir. Bu
mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülaziz, ileri
gelen alimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz
kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya
getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvin işini resmen başlatmaya
karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış alimlere
ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebu Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda alimlerin
ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz.
Peygamber'in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini
ifade etmiştir (Darimi, "Mukaddime", 43; Buhari, "İlim",
34; Hatib, Takytdu'l-Hlm, s. 106). Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle
yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihab
ez-Zuhri (o. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek
suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülaziz de
toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir (İbn Abdulber,
1, 331). Sahabe tarafından kaleme alınan sahifeler bir yana, bir tesbite göre
I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında 400
kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle
bilinmektedir (M. Mustafa el- A'zami, ilk Devir Hadis Edebiyatı, s. 58- 161; İmtiyaz
Ahmed, s. 416-590).
Hadislerin tedvini tamamlanınca bunların sistemli birer kitap
haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek
usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı alimler
hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef"
adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk
ravileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen
türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.
Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle
beraber Tirmizi (Kitabu'l-İlel, s. 738) ve daha geniş bir şekilde Râmhurmuzî'nin
verdiği bilgiye göre bu konuda ilk çalışmayı, genellikle el- Musannef
(el-Cami, es-Sünen, el-Muvatta') diye anılan eserleriyle Mekke'de İbn
Cureyc (o. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Raşid, Basra'da İbn
Ebu Arûbe ile Rebi' b. Sabih (Subeyh), Kufe'de Sufyan es-Sevri,
Medine'de Malik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mubarek, Rey'de Cerir
b. Abdulhamid, Şam'da Velid b. Muslim gibi muhaddisler
yapmıştır (el-Muhaddisu'l- fasıl, s. 611-614).
İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın
ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren
hazırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin
bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır. Yemenli muhaddis Ma'mer b. Raşid'in
günümüze ulaşan el-Cami’ adlı eseri ilk tasnif mahsullerinin genel yapısı hakkında
fikir vermektedir (bk. literatür).
II. (VIII.) yüzyılda tasnif edilen eserlerle III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında
kaleme alınan hadis kitaplarının çoğunda Hz. Peygamber'in hadisleri sahabeye ait görüşlerden
ve tabiinin fetvalarından ayrılmamıştır. Malik b. Enes'in el-Muvatta
adlı eseri bu nevi teliflerin belirgin özelliğini taşımaktadır. II. (VIII.) yüzyılda
sağlam hafızaları, güvenilir rivayetleri ve isabetli tenkitleriyle hadislerin
daha sonraki nesillere aktarılmasını sağlayan diğer muhaddisler arasında Abdurrahman
el-Evzai, Şu'be b. Haccac, Hammad b. Seleme, Leys b. Sa'd, Cerir b. Abdulhamid,
İsmail b. Uleyye, Abdullah b. Vehb, Vekî’ b. Cerrah, Sufyan b. Uyeyne, Yahya b.
Said el-Kattan ve Abdurrahman b. Mehdi bulunmaktadır.
Genellikle III. (IX.) yüzyılda hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre
muhtelif sistemler uygulanmıştır. Bunların en yaygın iki şekli, hadislerin ravi
adlarına (ale'rrical) ve konularına (ale'l-ebvab) göre tasnif edilmesidir.
Hadislerin ilk ravisi olan sahabilerin adlarını esas alarak her sahabinin bütün
rivayetlerini sağlamlık derecesine bakmadan bir araya getiren müsnedlerin
ilk musannifleri olarak Esed b. Musa (o. 212/827), Ubeydullah b.
Musa el-Absî, Yahya b. Abdulhamid el-Himmani, Musedded b. Muserhed ve Nuaym b.
Hammad'ın adları zikredilmektedir. Bunların eserleri hakkında fazla
bilgi bulunmamakla beraber Ebu Davud et-Tayalisî'nin (o.
204/819) el-Müsned'i ile Mekke'de kaleme
alınan ilk müsnedler arasında sayılması gereken Abdullah b. Zubeyr el-Humeydi'nin
(o. 219/834) el-Müsned'i, ve en
hacimli hadis külliyatından biri olan Ahmed b. Hanbel'in (o. 241/855) el-Müsned'i günümüze ulaşmıştır (bk. Literatür).
Ravi adlarına göre tasnif edilen kitaplardan olan mu'cemlerde rivayetler sahabe
adına veya mu'cemi tasnif eden muhaddisin hocalarının adlarına yahut ravilerin
yaşadığı şehirlere göre tertip edilmiştir. Taberanî'nin üç mu'cemi bu
türün en tanınmış örnekleridir. Konularına göre tasnif edilen, bu sebeple genel
olarak "musannef' diye anılan
hadis kitaplarının ilk örnekleri de Ma'mer b. Raşid'in el-Camfi ile Malik b. Enes'in el-Muvatta'ıdır. Bu
türün III. (IX.) yüzyıldaki ilk örnekleri arasında Abdürrezzak es-San'ani’nin
(o. 211/826-27) el-Musannef i ile Ebu
Bekir b. Ebu Şeybe'nin el-Musannef’i
gösterilebilir (bk. Literatür). III. yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis
kitapları olarak Kütüb-i Sitte kabul
edilmektedir. Bunların içinde, sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından
Buhari
ile Muslim'in el-Camiu'ssahih'leri
Kur'an'dan sonra İslam'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu
olarak Malik b. Enes'in el- Muvatta'ını
veya Abdullah
b. Abdurrahman ed-Darimi'nin es-Sünen'ini (el-Müsned) gösterenler olmuşsa
da yaygın kanaate göre altıncı kitap İbn Mace'nin es- Sünen'idir. Diğerleri
Ebu
Davud'un es- Sünen'i, Tirmizi'nin
es-Sünen diye de anılan el-Camii's-sahih'i
ve Nesai'nin el-Mucteba diye de
bilinen es-Sünen'idir.
Bu yüzyılda birçok muhaddisin yetişmesinde emeği gecen, hadislerle ravileri
ve hadis kitaplarına dair tenkitlerinden faydalanılan diğer muhaddisler arasında
Affan
b. Muslim, Said b. Mansur, İbn Sa'd, Yahya b. Main, Ali b. Medini, İshak b.
Rahuye, Ebu İshak el-Cuzcani, Ebu'l-Hasan el-İcli, Ebu Zur'a er-Razi, Baki b.
Mahled, Ebu Hatim er-Razi, Ebu Zur'a ed-Dımaşki, İbn Ebu Asim ve Bezzar'ın
adları sayılabilir.
III. (IX.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili
çalışmalar da yapılmış olup Ebu Ubeyd Kasım b. Seliam'ın kırk yılda
meydana getirdiği Garibu'l-hadis adlı
eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmelidir. Daha sonra da bu türde pek çok
kitap yazılmıştır.
IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle
beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahi rivayet
yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda
meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar
yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı alimler IV. yüzyılın başını mutekaddimin
döneminin sonu, muteahhirin devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir.
Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebu Ya'la el-Mevsıli'nin (o.
307/919) el-Müsned'i sahabeye ait birçok
haberi de ihtiva eden önemli bir kaynaktır. İbn Cerir et-Taberi,
orijinal bir çalışma olan Tehzibu'l-asar'ında
(nşr. Mahmud Muhammed Şakir, Müsnedu 'Ömer b. Hattab, Müsnedu 'Ali b. Eb'ı Talib,
Müsnedu 'Abdillah b. Abbas, I-IV, Kahire 1403/1982; nşr. Nasır b. Sa'd er- Reşid,
I-IV, Mekke 1404) aşere-i mubeşşere, Ehl-i beyt ve mevalinin müsnedleriyle İbn
Abbas'ın müsnedinin bir bölümünü bir araya getirmiş; hadislerin tariklerini, illetlerini,
alimlerin bu hadisler hakkındaki ihtilaflarını ve sonunda da kendi tercihini
belirtmiştir. İbn Huzeyme de bugün tam nüshası elde bulunmayan es-Sahin’ini tasnif etmiştir (nşr. M.
Mustafa el-A'zami, I-IV, Beyrut 1395/1975). Ebu Avane el-İsferayini, el-Musnedu'l-muhrec 'ala Kitabi Muslim b.
el-Haccac (eserin bir bolumu Musnedu Ebi'Avane adıyla yayımlanmıştır;
Haydarabad 1362/ 1943), İsmailî de
el-Mustahrec adlı eserleriyle yeni bir tasnif türü olan "müstahrec"
çalışmalarını başlatmışlardır. Daha sonra Sahih-i Buhari ve Sahih-i Muslim üzerine
çeşitli mustahrecler hazırlanmıştır. Ebu Ca'fer et-Tahavi, seçtiği ahkam
hadislerini değerlendirdiği Şerhu
Me'ani'l-asar'ını, İbn Hibban, daha önceki hadis
kitaplarından tamamen farklı bir tertipte hazırladığı el-Müsnedu'ssahih'ini (et-Tekasim ve'l-enva’), Taberani, hocalarının
adlarına göre tertip ettiği el-Mu'cemu'l-evsat
ve el-Mu'cemu'ssağir adlı eserlerinden daha hacimli olup sahabe adlarına
göre alfabetik olarak tasnif ettiği el-Muccemu'l-kebir"i,
Darekutni,
hadislerin farklı rivayetlerine büyük ölçüde yer verdiği es-Sünen'ini ve Hakim en-Nişaburi el-Mustedrek ale's Sahihayn
adlı eserini meydana getirmiştir.
IV. yüzyılda daha sonraki çalışmalara kaynaklık eden önemli dirayet
kitapları da telif edilmiştir. İbn Ebu Hatim'in, ravileri bütün
yönleriyle tanıyan hadis münekkidi babası Ebu Hatim er-Razi ile hocası Ebu
Zur'a er-Razinin görüşlerine dayanarak kaleme aldığı, hem sika hem de zayıf
hadis ravilerinin tenkidine dair ilk eserlerden biri olan el-Cerh ve't-ta’dil’i; Ramhurmuzi'nin
derli toplu ilk usul-i hadis çalışması olduğu kabul edilen el-Muhaddisü 'l-fasıl beyne 'r-ravi ve 'l-va'i
adlı eseri; İbn Adi'nin, zayıf raviler hakkında munekkitlerin görüşlerini
aktardığı ve bu ravilerin rivayetlerinden örnekler verdiği el-Kamil fi du'afaî’r-rical'i; Hattabi'nin, önce Ebu Davud'un es-Sünen'ine
Mecalimu's- Sünen, ardından Buhari'nin el- Camiu's-Sahih'ine İ'lamu's-Sünen adıyla yazdığı sahasında
ilk çalışmalar olarak kabul edilen hadis şerhleri; Halef
el-Vasıti’nin etraf kitaplarının ilk
örneklerinden olan Etrafu's-Sahihayn'i
ile Ebu
Mes'ud ed-Dımaşki'nin Etrafu’s-Sahihayn’i, Hakim en-Nişaburi'nin usul-i
hadise dair ilk ve önemli kaynaklardan biri olan Ma ' r i f e t u "ulumi'l-hadis'i bu tür eserlerdendir.
V. (XI.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmaların temel özelliği
değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde
yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler devam etmiştir. Bu
yüzyılın başlarında Ebu Nuaym el-İsfahani (o. 430/1038) el-Müsnedu'l- mustahrec a’la Sahihi Muslim adlı eseriyle sahabenin
hayatına dair Ma'rifetu's- sahabe'sini, Mısırlı muhaddis ve tarihçi Kudai,
hadislerden kolayca faydalanılmasını sağlamak amacıyla kısa metinli 897 hadisi yarı alfabetik olarak sıraladığı Şihabu'l-ahbar'ını (Bağdat 1327) yazmıştır.
Hadise dair çeşitli eserleri bulunan Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki es- Sünenu'l-kübra'da
diğer hadis kitaplarında bulunmayan pek çok hadisi, sahabe ve tabiin sözlerini
muhtelif rivayetleriyle birlikte bir araya getirmiş; Ma'rifetu's- sünen ve'l-asar adlı eserinde de Şafıi fıkhının dayandığı
20.881 hadisi, sahabe ve tabiin sözünü toplamıştır. Endülüslü muhaddis İbn
Abdulber en-Nemeri, bütün sahabilerin hayatını yazmak amacıyla başladığı
el-İstiab fi marifeti'l-ashab'da
mükerrerleriyle birlikte 4225 kadar sahabiye yer vermiş; Cami'u beyani'l-ilm'de ilme ve ilim tahsiline dair Hz. Peygamber,
ashap, tabiin ve daha sonraki alimlerin tavsiye ve tecrübelerine dair
rivayetleri senedleriyle birlikte derlemiş; fıkhu'l-hadise de
büyük yer verdiği et-Temhid lima
fi'l-Muvatta' mine'l- me'ani ve'l-esanid'de İmam Malik'in el-Muvatta'ını
şerh etmiştir. Dirayetu'l- hadisin çeşitli dallarında eser veren
Hatib
el-Bağdadi hadislerin yazılmasıyla ilgili Takyidu'l-İ’lm (nşr. Yusuf el- Uş, Dımaşk 1949), hadis öğrenim ve öğretim
usullerine dair hemen hemen yarısı merfu olan 1924 rivayeti ihtiva eden el-Cami’ li-ahlak’ır-ravi (nşr.
Muhammed Re'fet Said, Kuveyt 1401/1981) ve usul-i hadisin önemli kaynaklarından
biri olan el-Kifaye fi İ’lmi'r-rivaye
adlı eserlerini yazmıştır. Buhari ile Muslim'in el-Camiu's-sahih'leri,
özellikle el-Cem' beyne's-Sahihayn adlı eserlerde ve okuma kolaylığı sağlamak
için genellikle senedleri zikredilmeden alfabetik şekilde veya müsned
tertibinde bir araya getirilmiş, Humeydi müsned tarzındaki el-Cem' beyne’s-Sahihayn adlı kitabıyla
(nushaları için Brockelmann, GAL Suppl., 1, 578) bu türün en güzel örneğini
ortaya koymuştur.
V. (XI.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli hadis kitaplarından seçmeler
yapmak, hatta bütün hadisleri bir araya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda
derleme
eserler kaleme alınmıştır. Geniş kapsamlı hadis kitapları tasnif
etme gayretleri arasında Hasan b. Ahmed es-Semerkandinin (o.
491/1098), İslam dünyasında bir benzerine rastlanmadığı ve 800 cüz içinde
muhtemelen mükerrer rivayetlerle birlikte 100.000 hadis ihtiva ettiği
belirtilen (A'lamu'n-nubela', XIX, 206) Bahru'l-esanid
fi sıhahi'l-mesanid adlı eserinin önemli bir yeri vardır. Ancak bu eser günümüze
kadar gelmemiştir. Ferra el-Begavi'nin (o. 516/1122) 4931 (veya 4719) hadis ihtiva
eden Mesabihu's-sünne adlı eseri yüzyıllar
boyunca büyük bir ilgi görmüştür. Begavi, Kütüb-i Sitte başta olmak üzere
güvenilir hadis kaynaklarından senedlerini çıkararak seçtiği hadisleri önce konularına
göre sıralamış, ardından Buhari ile Muslim'in veya bunlardan birinin
sahihlerine aldığı hadisleri "sıhah" başlığıyla, Ebu Davud, Tirmizi,
Nesai ve Darimi'nin sünenlerine aldıkları hadisleri de "hisan" başlığıyla
bir araya getirmiştir. Bu eser üzerinde çoğu şerh olmak üzere muhtelif
çalışmalar yapılmış, Hatib et-Tebrizi, Mesabih'in
kaynaklarında bulunduğu halde Begavi'nin eserinde yer almayan 1350 hadisi
üçüncü bir babda toplayarak eserine Mişkatu'l-
Mesabih adını vermiş, bu çalışma da büyük rağbet görmüştür. Endülüslü
muhaddis Rezin b. Muaviye es-Sarakusti (o. 535/1140), İbn Mace'nin es-Sünen'i
yerine İmam Malik'in el-Muvatta'ını koyarak Kütüb-i Sitte'deki hadisleri et-Tecrid li's-sıhah ve's-Sünen
(el-Cem' beyne'l- usuli's-sitte veya et-Tecrid fı'l-cem' beyne'l- Muvatta' ve's-sıhahi'l-hams)
adlı eserinde toplamış, bu eseri yetersiz gören Mecduddin İbnu'l-Esir kitap
adlarını alfabetik sıraya koyarak eseri yeniden tertip etmiş ve çalışmasına
Cami'u'l-usul li-ehadisi'r-Resul adını
vermiştir. Bu arada Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi de Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inin
büyük bir kısmı ile Buhari, Muslim ve Tirmizi'nin el- Cami'u's-sahih'lerini müsned
tertibine koyarak Cami'u'l-mesanid
ve'l-elkab (Brockelmann, GAL, I, 662; Suppl., I, 917; Abdulhamid el-Alluci,
s. 89-90) adlı yedi ciltlik eserini meydana getirmiştir.
VII. (XIII.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde hadis rivayeti geleneği eskiye
göre azalarak devam etmiş, bu arada İbnu's- Salah eş-Şehrezuri,
Ulumu'l-hadis olarak da bilinen ve usul-i hadis çalışmalarının mihverini teşkil
ederek yüzlerce çalışmaya konu olan Mukaddime'sini kaleme almıştır. Radıyyuddin es-Sagani'nin,
Sahih-i Buhari ile Sahih-i Muslim'- den seçtiği 2267 merfu hadisi senedlerini
vermeden yarı alfabetik sıra ile topladığı Meşariku'l-envari'n-nebeviyye
adlı eseri (nşr. Eşref b. Abdulmaksud, Beyrut 1409/1989, el-Cem' beyne’s-Sahihayn
adıyla) uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur. Hadis alanındaki
telifleriyle bilinen Munziri, büyük rağbet gören et-Terğib ve't-terhib'ini (I-II,
Hindistan 1300) pek çok kitabı taramak suretiyle meydana getirmiştir. Bu
yüzyılın en velud alimlerinden olup usul-i hadis alanında da önemli eserler
yazan Nevevi, el-Minhac fi şerhi Sahihi Muslim'den başka daha çok
ictimai ve ahlaki mahiyetteki hadisleri ihtiva etmesi sebebiyle günümüzde de
elden düşmeyen Riyazu's- salihin adlı
eseri (Mekke 1302), dua ve zikir konusundaki hadisleri bir araya getiren el-Ezkar'ı (Kahire 1306) tasnif etmiştir.
Özellikle ravilere ve tanınmış şahsiyetlere dair kaleme aldığı pek çok kitabıyla
bilinen Zehebi de (o. 748/1348) Tezkiretu'l-huffaz,
zayıf ravilere dair Mizanu'l-i'tidal
ve tanınmış muhaddislere dair Siyeru A’lami'n-nubela'
(1-XXIII, Beyrut 1401-1405/1981- 1985) adlı kitapları yazmıştır. Ebu'l-Fida
İbn Kesir'in Kütüb-i Sitte, Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'i, Taberaninin üç
mu'cemi, Bezzar ve Ebu Ya'la el-Mevsılinin müsnedlerini esas kabul ederek
kaleme aldığı, fakat gözlerini kaybettiği için Ebu Hureyre'nin bir kısım rivayetlerini
derleyemediği, bununla beraber 35.463 rivayeti bir araya getirdiği Cami'u'l-mesanid ve's-Sünen el-hadi li
akvemi sünen adlı eseri (nşr. Abdulmu'ti Emin Kal'aci, 1-XXXV1I, Beyrut
1415/1994) büyük bir gayretin mahsulüdür. Suyuti, Cemı’l-cevami'i ile İbn Kesir’in başlattığı çalışmayı daha ileriye götürmüştür.
IX. (XV.) yüzyılın dikkate değer çalışmalarından biri "zevaid" kitaplarının tasnifidir. Nureddin
el-Heyseminin (o. 807/ 1405) Mecm’u'z-zevaid'i,
Mısırlı muhaddis Ahmed b. Ebu Bekir el-Busiri’nin pek çok zevaid çalışması, asrının
yegane hadis hafızı olarak bilinen İbn Hacer el- Askalani’nin, Ahmed b.
Hanbel'in de aralarında bulunduğu tanınmış sekiz muhaddisin müsnedlerinde
bulunmakla beraber Kütüb-i Sitte'de yer almayan hadisleri bir araya getirdiği el-Metalibu'l aliye'si bu türün örneklerindendir.
İbn Hacer'in hadisle ilgili yüzlerce telifi arasında Fethu'l-bari bi-şerhi Sahihi'l-Buhari ile el-İsabe
fi temyizi's-sahabe adlı eserleri özellikle
kaydedilmelidir. Halk arasında yaygın
olan hadisleri, hadis diye bilinen hikmetli sozleri ve mevzu hadisleri bir
araya getiren Muhammed b. Abdurrahman es-Sehavfnin (o. 902/1497) el- Makasıdu'l-hasene'si ile (Leknev
1303) İsmail b. Muhammed el-Aclunî’nin (o. 1162/1749) kaleme aldığı,
bu eseri de ihtiva eden aynı konudaki geniş eseri Keşfu'l- hafa ve muzilu'l-ilbas a’mme'ş-tehere mine'l-ehadisi a’la
elsineti'nnas {I—II, Kahire 1351) adlı kitabı önemli çalışmalardır. Çeşitli
eserleri yanında hadis derlemeciliğiyle de tanınan Suyuti’nin, 200.000 civarında
olduğunu tahmin ettiği bütün hadis rivayetlerini bir araya getirmek amaçıyla,
bir kısmı günümüze ulaşmayan yetmiş bir kaynağı tarayarak kaleme almaya başladığı,
ancak vefatı sebebiyle tamamlayamadığı Cem'u'l-cevami’
adlı eseriyle, bu eserden seçtiği ve alfabetik olarak sıraladığı kısa metinli
10.000 hadisi ihtiva eden el-Cami'u 's-sağir'i
bu dönemin önemli hadis çalışmalarıdır. Muttaki el-Hindi'nin Kenzu'l-'ummal fi Süneni'l-akval ve'l-efal’i
hadis metinlerini ihtiva eden en hacimli kitap sayılabilir. Eserde, Suyuti'nin
adı gecen iki çalışması ile Ziyadetu'l-Cami's-sağir'indeki hadisler kitap ve
bablara göre sıralanmış, ardından bu kitaplar adlarına göre alfabetik sıraya
konmuştur.
Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler
ve nesiller, bazan da siyasi, sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır.
Bundan dolayı fıkhın dönemleri Hz. Peygamber, sahabe, Abbasiler, Selçuklular,
Moğol istilasından Mecelle'ye ve Mecelle'den günümüze kadarki devirler şeklinde
bir sıralamaya tabi tutulmuştur.
Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir;
çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama
bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de
kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten önce Mekke'de
gecen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlak
konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resul-i
Ekrem'in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine'de ise İslam
Allah-fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir
taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza,
muhakeme usulu, muamelat, devletler arası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm
ve kaideler konulmuştur.
Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya çıkıyordu,
a) İlahi hükmün açıklanmasını gerektiren bir olay meydana geliyor veya soru
soruluyor bunun üzerine ya bir ayet nazil oluyor yahut hüküm Hz. Peygamber'e
bildiriliyor, o da kendi sözü ve üslubu ile (sünnet) hükmü açıklıyor,
uyguluyordu. Bazan vahiy de gelmiyor, Resul-i Ekrem Allah'ın iradesiyle ilgili
irfan ve tecrübesine dayanarak (içtihad) bir uygulamada bulunuyor, eğer hata
ederse Allah tarafından tashih ediliyordu. Kur'an-ı Kerim'de
"yes'elunek" (Senden soruyorlar) ifadesi on beş yerde geçmektedir (bk.
M. F. Abdulbaki, el-Mucem, "se'l" md.) ve bunların sekizi fıkıh
konularıyla ilgilidir. İki yerde de "yesteftunek" (Senden dini hükmü
açıklamanı istiyorlar; en- Nisa 4/127, 176) ifadesine yer verilmiştir. Esbab-ı
nüzul kitaplarında vahyin gelmesine ve dini hükmün açıklanmasına sebep olan birçok
örnek hadise zikredilmektedir.
b) Bir olay veya soru beklenmeden ilahi plandaki yeri ve zamanı geldiği için
bazı hükümler doğrudan bildiriliyordu. Çünkü İslam'ın amacı yalnızca belli bir
sosyokültürel düzeydeki toplumun ihtiyaçlarını karşılamak değildi; İslamiyet
hem muhatabı olan toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor, onları geliştiriyor, hem
de evrensel hüküm ve değerler getiriyordu.
Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır: Tedric,
kolaylık ve nesih. Tedric hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulması,
böylece hem toplumun hazırlanmasına hem de yeni hükümlerin toplum tarafından özümsenmesine
imkan verilmesi, sonuçta derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek teşriin
tamamlanmasıdır.
Zaman acısından tedriç yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar
halinde tamamlanma bakımından namaz, zekat, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri
ilgi çekicidir.
Kolaylık ise yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan
gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak dinle muhatabı arasına zorluk
engelini koymamak, tekâmül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme
ve kolaylaştırmayı esas almaktır.
İbadetlerin günün kısa sayılabilecek parçalarına dağıtılması, insanların tabii
ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mubah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı,
yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma halinde
haramların mubah hale gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir. İslam alimleri
arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı
olarak bazı hükümlerin önce konup sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir.
Fıkhın usul ve füru kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi,
okutulması, kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla
beraber gerek usulün gerekse füruun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmış,
hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur'an-ı Kerim
yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde düşünme,
kafa yorma (içtihad: kıyas, istidlal), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak
(icma) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu kaynakların ilk
ikisi tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise ya kullanılmış
veya ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Ayet ve hadisler ibadetler, aile
hayatı, ictimai hayat, beşeri münasebetler, fert-toplum ilişkisi, devletler
arası ilişkiler gibi ferdi ve ictimai hayatın her alanında bazan genel hüküm ve
ilkeler, bazan da özel ve ayrıntılı hükümler koyarak sonraki dönemlere olcu ve örnek
olabilecek yeterli açıklamayı getirmiş, bu yönüyle İslam teşriinin çatısı Hz.
Peygamber döneminde tamamlanmıştır. Ayetlerin acık ve doğrudan hüküm
getirmesi esas alındığında fıkıhla ilgili ayet sayısı 200 civarındadır. Ancak çeşitli
istidlal yollarıyla ulaşılabilen hükümler göz önüne alındığında bu sayı
artmaktadır. Mesela Ebu Bekir İbnu'l-Arabi'nin Ahkamu'l-
Kur'an adlı eseri fıkhi hükümler getiren ayetlerle ilgili olup eserde yaklaşık
800 ayet üzerinde durulmuş, bunlardan çeşitli hükümler çıkarılmıştır (Hacvi, I,
26). Fıkıh kaynağı olarak sünnet Kur'an'ın açıklanması gereken ayetlerini açıklamakta,
temas etmediği konularda doldurulması gerekli boşlukları doldurmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de genel çizgileriyle anlatılan iman ve İslam konularının, namaz,
oruç, hac, zekat gibi temel ibadetlerin vb. hükümlerin geniş açıklamaları ve
uygulama örnekleri sünnetin açıklama görevinin; fıtır sadakası, vitir namazı,
bazı cezalar, kadının hala ve teyzesinin ikinci eş olarak alınmasının
yasaklanması, evcil eşek etinin haram olması, oruç bozmanın kefareti gibi yüzlerce
örnek de boşlukları doldurma fonksiyonunun görüldüğü alanlardır. İbn
Kayyim el-Cevziyye'nin tesbitine göre fıkıh hükümlerine esas teşkil
eden hadislerin sayısı, aynı konudaki farklı veya mükerrer rivayetler haric
tutulursa 500 civarındadır; bu temel hükümlerle ilgili hadisleri açıklayan,
tafsilat veren, kayıt ve şartları bildiren hadislerin sayısı ise 4000'e ulaşmaktadır
(İ'lamu'l-muuakkı'in, II, 245).
Fıkhın füru
kısmından Mekke dönemine ait olanlar arasında gusül, abdest, necasetten
taharet, namaz, cuma namazı gibi önemli ibadetler vardır. Medine döneminin
birinci yılında hutbe, ezan, nikah, cihad, belediye nizami; ikinci yılında oruç,
bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekat, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler
ve taksimi; üçüncü yılında miras hükümleri, boşanma; dördüncü yılında
yolculukta ve tehlikeli durumlarda namaz, recm, toprak iktaı, teyemmum, kazif
cezası, örtünme, evlere izinle girme, hac ve umre; beşinci yılında yağmur duası
ve namazı, ila; altıncı yılında milletler arası anlaşmalar, hac ve umre yolunda
engellenmeyle ilgili hükümler, içki ve kumarın yasaklanması, zıhar, vakıf,
isyan ve haydutluğun cezası; yedinci yılında evcil eşeğin, dişi ve pençesiyle
avlanan et oburların haram kılınması, zirai ortaklık; sekizinci yılında Mekke'nin
kutsiliği ve dokunulmazlığı, kısas, içki satışının ve geçici nikahın
yasaklanması, hukuk karşısında insanların eşitliği, kabir ziyaretine izin
verilmesi; dokuzuncu yılında cıplak olarak tavaf etmenin yasaklanması, mulaane,
onuncu yılında insan haklarının ilanı, vasiyet, nesep, nafaka ve borçlarla
ilgili bazı hükümler, cezanın şahsiliği, faiz yasağı hükümleri gelmiştir (Karaman, İslam
Hukuk Tarihi, s. 78-104)
Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir
kırılma noktasıyla Hulefa-yi Raşidin ve Emeviler şeklinde ikiye ayrılmaktadır.
Her iki dönemde de sahabe nesli fıkıh acısından belirleyici bir role sahip
olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emeviler devri hilafetin
saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir.
Hulefa- yi Raşidin devri dini hayatın, İslam'ın insanlığa getirdiği inkılabın
tekamül devridir.
Bu dönemde her şey din için, dinin amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Emeviler
devrinde ise fazilet ve manevi tekâmülün yerini siyasi istikrar ve maddi gelişme
almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın ve siyasi baskıların doğurduğu
muhalefet (Havariç ve Şia), özellikle fıkhın kamu hukuku alanında yeni düşünce
ve teorilere zemin hazırlamıştır. Hulefa-yi Raşidin döneminde fıkhın kaynaklan
bakımından önemli olan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahabe içtihadının
Hz. Peygamber'e arzı ve tasvibinin alınması imkanının ortadan kalkmış bulunmasıdır.
Bundan böyle fıkıh Kitap ve Sünnet'in
sınırlı nasları ile re'y içtihadına dayanmaktadır.
Bu devirde re'yin manası, Kitap ve Sünnet'in hükmünü açıklamadığı
meseleleri nasların parça parça ve bütün olarak açıklamalarına dayanıp bunlar üzerinde
düşünerek hükme bağlamaktır.
Terim olarak adları konmamakla beraber sonradan istihsan, istislah, örf, kıyas
isimlerini alan metotlar da re'y çerçevesi içinde kullanılmıştır. Birinci ve ikinci
halifeler ihtilafı azaltmak, birliği sağlamak ve şari’in maksadına isabet ihtimalini
arttırmak için bilhassa kamu hukuku alanında istişareye başvurmuşlar, bunun
aksamaması için Hz. Osman devrine
kadar halifeler şura üyelerinin Medine'den ayrılmasına izin vermemişlerdir.
Şura içtihatları ferdi içtihatlardan daha kuvvetli ve bağlayıcı kabul edilmiş,
ferdi içtihatlar ise yalnızca sahiplerini bağlamış, içtihada gücü yetmeyenler için
seçeneklerden biri olmuştur.
Dini-ictimai bir kurum olarak mezhep şeklini almasa da sahabe arasında bir
hayli içtihat ve hüküm farkları, bir anlamda müçtehit sayısı kadar mezhep vardır.
Sahabe arasındaki metot ve görüş farklılığının başlıca sebepleri olarak, fetihler
ve başka amaçlarla Medine'den uzakta bulunan ashabın vahiy kaynağına dayalı
bilgi eksiklikleri, bu kaynaktan elde edilen bilginin farklı anlaşılması, yanılma,
unutma, çelişik gibi gözüken nasların farklı şekillerde uzlaştırılması veya
hakkında nas bulunmayan konularda farklı görüşlerin benimsenmiş olması gibi
hususlar sayılabilir (örnekler için bk. Karaman, İslam Hukukunda İçtihat, s.
47-54). Aksine iddialar da bulunmakla beraber sahabenin tamamını müçtehit
derecesinde fıkıh alimi olarak değerlendirmek mümkün değildir. Hatta
kendilerinden daha bilgili ve zeki olanlara fıkıh malzemesi taşıyan sahabe ile
bu malzemeyi anlayan, yorumlayan ve yeni hükümler çıkaran sahabe 100.000'i aşkın
ashap arasında azınlığı teşkil etmektedir (Şirazi, s. 35- 36; Gazzali, Menhul,
s. 469-470; Suyuti, er-Red ca/a men ahlede ile'l- zarz, s. 187-190).
Verdikleri fetva sayısı bakımından ashabın fakihleri üç gruba ayrılmıştır. Fetvalarının
sayısı birer büyük cilt teşkil edecek kadar çok olan sahabiler Hz. Ömer, Ali, İbn
Mes'ud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz. Aişe'dir. İçlerinde Hz. Ebu
Bekir, Osman, Ebu Musa, Talha, Zübeyr gibi şahsiyetlerin bulunduğu yirmi kadar
sahabinin verdiği fetvalar birer küçük kitabı dolduracak hacimdedir.
Üçüncü grupta yer alan 120 kadar sahabinin verdiği fetvaların tamamı bir
cilde sığacak kadardır (İbn Hacer, 1, 14; Hacvi, I, 278). Bu dönemde içtihatta
bulunurken, fetva verirken bazı kural ve ilkelere riayet edilmiş, bunlar daha
sonraki devirlerde birçok fıkıhçıya örnek olmuştur,
a) Sahabe, vahiy kaynağına danışmadan ve onun tasvibine arz etmeden yapılacak
re'y içtihadının kapısını açmıştır. Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'ari'ye gönderdiği
mektup bu konuda önemli bir vesikadır (Şirazi, s. 39-40).
b) Sahabiler içtihat ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin görmemiş,
Allah ve Resulü'ne nisbet etmemiş, kendi görüşlerini bu iki kaynağın acık hükümlerinden
ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir,
c) Henüz nazari fıkıh başlamamıştır; fıkhı ilgilendiren olay ve ilişki vuku
buluncaya kadar beklenmekte, ameli ihtiyaç ortaya çıkınca hüküm bulma cabasına girişilmektedir.
d) Belli bir illete ve hikmete bağlı olduğu bilinen hükümler illet ve
hikmetin değiştiği sabit olunca değiştirilmiş, ayrıca kamu düzenini korumak, hak
ve adaleti gerçekleştirmek, zaruretleri gidermek maksadıyla bazı hükümlerin
uygulaması askıya alınmıştır.
Muellefe-i kuluba devletin zekat gelirinden pay verilmemesi, bir defada söylenen
üç talakın erkekler için önleyici ve cezai tedbir olması bakımından üç talak sayılması,
deve fiyatlarının yükselmesi sebebiyle diyet miktarını belirlemede ve ödemede
bazı kolaylıkların getirilmesi, açlık ve kıtlık yüzünden hırsızlık yapanların
elinin kesilmemesi, esnaf ve zanaatkâra, kusurları olmasa da iş yerlerinde zayi
olan müşteri mallarını ödetme gibi konularda Hz. Ömer'in uygulamaları bu tutum ve yaklaşımın örnekleridir.
e) İktisadi ve ictimai şartların değişmesi sebebiyle aynen uygulandığı takdirde
şeriatın amaçlamadığı kötü sonuçlar doğuracak cevaz hükümleri ve seçenekler
uygulanmamıştır. Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin menedilmesi, Suriye ve
Irak topraklarının ganimet olarak gazilere dağıtılmaması, Hz. Osman'ın hac
mevsiminde Mina'da dört rek'atlı farz namazı yolculuk sebebiyle kasredip iki
rek'at kılması mümkünken halkı yanlışa düşürmemek için dört rek'at kılması ilgi
çeken örneklerdir,
f) Sahabiler bazı olay ve ilişkileri de Hz. Peygamber'in benzeri konularda
verdiği hükme benzeterek, benzemeyenleri de "iyidir, hayırlıdır, maslahattır"
diyerek hükme bağlamışlardır; zekat vermeyenlere karşı savaş, Kur'an-ı Kerim'in
bir mushafta toplanması, cuma için dış ezan ilavesi, fiyatların sınırlandırılması
bu usulle konulmuş hükümlerdir. Şarkiyatçıların ısrarlı inkarlarına ve olumsuz
yorumlamalarına rağmen son elli yıl içinde yapılan araştırmalar, diğer temel İslam
ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da tedvinin Hz. Peygamber devrine kadar uzandığını
ortaya koymuştur. Gerçi bugün anlaşıldığı manada fıkıh risalelerinin yazımı
sahabe devrinin sonlarında başlamış ve Emeviler döneminde gelişmiştir. Ancak bu
risalelere ve daha sonraki dönemlerde yazılacak kitaplara kaynaklık eden fıkıh
yazıları daha önceden başlamıştır.
Beşinci Halife Hz. Hasan'ın Muaviye lehine
hilafetten çekilmesiyle başlayan ve 132 (750) yılına kadar suren Emeviler devrinde
sahabe nesli zamanla ahirete intikal etmiş ve bunların yerini tabiin nesli almıştır.
Hz.
Ömer'in Kur'an bilgisini yaygınlaştırmak ve ona yabancı unsurların karışmasına
engel olmak için yasakladığı hadis rivayeti, ondan sonra sahabilerin İslam dünyasına
dağılmaları ve gittikleri yerlerde Hz. Peygamberden gördüklerini ve işittiklerini
nakletmeleri sebebiyle yeniden başladı, bu arada çeşitli maksatlarla hadis
uydurma olayı da baş gösterdi. Hulefa-yi Raşidin devrinden farklı
olarak Emeviler'de bilhassa kamu hukuku alanında Kitap ve Sünnet'in lafız ve
ruhundan sapmalar görüldüğü gibi (Ebu Nuaym, II, 167;Suyuti, Tarihu'l-hulefas.
196; Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s. 163 vd.) o dönem ictimai hayatının yaşayan
sünnet olma niteliği de hayli azalmıştı. Bu durumun yaygınlık kazanmasının İslam'a
zarar vereceğini düşünen sahabe ve tabiin Hicaz'da ve özellikle
Medine'de toplanarak sahih hadisleri derlemeye başladılar.
Aynı maksatla herhangi bir olayın meydana gelmesini beklemeden hazır ve
nazari fıkıh hükümleri üretildi. Sahabenin yetiştirdiği tabiin nesli müçtehitleri ustat,
muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaziyyun (ehl-i hadis) ve Irakıyyun
(ehl-i re'y) şeklinde iki gruba ayrıldılar. Büyük tabiin devrinde
bu iki gruptan birincisinin imamı Said b. Museyyeb, ikincisinin imamı İbrahim
en-Nehai idi. Ashaptan İbn Mes'ud Irak'a giderek Kufe'ye yerleşmiş,
burada muallimlik, hakimlik ve müftülük görevlerini ifa etmiş, Hz. Ali de
halife olunca hilafet merkezi Medine'den Kufe'ye taşınmıştı.
Hz. Ali buraya intikal etmeden önce İbn Mes'ud'dan başka Sa'd b. Ebu Vakkas,
Ammar b. Yasir, Ebu Musa el- Eş'ari, Mugire b. Şu'be, Enes b. Malik, Huzeyfe b.
Yeman, İmran b. Husayn gibi sahabiler, Hz. Ali ile birlikte de İbn Abbas gibi
sahabiler gelmişlerdir. Iraklılar fıkhı bunlardan öğrendikleri ve sünnetin tamamının
bunlar sayesinde Irak'a intikal ettiğine inandıkları için kendilerini Medine fıkıhçılarına
denk saymış ve birçok konuda onlardan farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Medine'de ise daha çok sayıda sahabe vardı. Resulullah Hüneyn Gazvesi'nden
döndükten sonra Medine'de 12.000 kadar sahabe bırakmış, bunların 10.000'i ömürlerini
burada tamamlamışlar, 2000 kadarı da diğer İslam bölgelerine dağılmışlardır.
Medine'de fıkıh ve hadis bilgisi aktaran ashabın ileri gelenleri Hz. Ebu Bekir,
Ömer, Osman, Ali (Kufe'ye gidinceye kadar), Zeyd b. Sabit, Aişe, Ummu Seleme,
Hafsa, İbn Ömer, Ubey b. Ka'b, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Ebu
Hureyre, Mısır'da Zubeyr b. Avvam, Ebu Zer el-Gıfari, Amr b. As, Abdullah b.
Amr; Şam'da Muaz b. Cebel, Ebu'd-Derda, Muaviye; Kuzey Afrika'da Ukbe b. Amir,
Muaviye b. Hudeyc, Ebu Lubabe, Ruveyfi' b. Sabit'tir.
Her bölgenin fıkıhçıları burada bulunan sahabeden aldıkları bilgiye, bunların
ve talebelerinin verdiği fetva ve hükümlere, kendi örf ve adetlerine dayanarak birtakım
fıkhi istidlal ve içtihadlarda bulunmuş ve zaman zaman da diğer bölge fukahası
ile ihtilafa düştükleri olmuştur. Ancak fıkıh tarihi bakımından en önemli
gruplaşma Irak ile (Kufe) Hicaz (Medine) fukahası arasında meydana gelmiştir. Fıkıh
ve hadisle ilgili bilgiler Medine'de daha çok olduğu içindir ki ilk halifelerin
sünnetini ihya etmek isteyen Ömer b. Abdulaziz Medine' de önce kadı, sonra vali
olan Ebu Bekir b. Hazm'e bir talimat göndererek bu bölgede yaşayan sahabe ve
tabiinden hadisler toplayıp yazarak kendisine göndermesini istemiştir.
Medineliler, kendi bölgelerinde yaşayan alimlerden bir teyit bulunmadıkça Kufe
ve Şam kaynaklı rivayetleri kullanmıyor, bunları delil olarak geçerli saymıyorlardı;
gerekçeleri de bu bölgede meydana gelen siyasi olaylar, kargaşa ve fitnelerin
re'y ve rivayetlere olumsuz tesiriydi. Emeviler'in sonu ile Abbasiler devrinin
başlarında
Irak medresesinden ehl-i re'y, Hicaz medresesinden ehl-i eser (ehl-i hadis)
çıkacaktır. Hicaz ve Irak grupları arasındaki ihtilaf daha ziyade muhit ve hoca
(bilgi kaynağı) farkına dayanmakla birlikte bu iki okul arasında bazı usul
farkları da bulunmaktadır. Her iki
grup Kitap, Sünnet ve sahabe icmaını hüküm kaynağı olarak kullanır. Hicazlılar
Medine halkının örfüne Hz. Peygamber'in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer
verirler, muhitleri gereği hadis malzemeleri de daha zengindir. Iraklılar
Medine örfünü kaynak olarak kabul etmezler, hadis malzemeleri azdır, mevcut üzerinde
daha titiz ayıklama yaparlar ve re'y içtihadına daha fazla yer verirler.
Sahabe fakihlerinin hemen tamamının Arap olmasına karşılık tabiin fukahası arasında
çok sayıda Arap olmayan kimse (mevali) vardır. Bu dönemde önemli merkezlerde fıkıh
ilmini temsil eden başlıca alimleri şöylece sıralamak mümkündür; Medine'de
Said b. Museyyeb, Urve b.
Zubeyr, Kasım b. Muhammed, Harice b. Zeyd, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Suleyman
b. Yesar, Ubeydullah b.Abdullah b. Utbe, Ebu Bekir b. Hazm, Ebu Ca'fer Muhammed
el-Bakır, Rebiaturre'y, İbn Şihab ez-Zuhri;
Mekke'de Ata b. Ebu Rebah, Mucahid b. Cebr, İkrime, Sufyan b. Üyeyne,-
Basra'da Hasan-ı Basri, Muhammed b. Şirin, Katade b. Diame; Kufe'de Alkame b.
Kays, Şureyh b. Haris, Mesruk b. Ecda', Abdurrahman b. Ebu Leyla, İbrahim
en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman; Şam'da Mekhul b. Ebu Muslim, Ömer b.
Abdulaziz, Ebu İdris el-Havlani; Mısır'da Leys b. Sa'd.
Hadisler fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda kısmen
toplanmış olmakla beraber bunların belli istemlere göre tasnif edilmesi fıkhın
tedvininden sonra olmuştur.
Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emeviler döneminde (I.
[VII.]yüzyılın sonunda ve II. [VIII.] yüzyılın başında) yazıldığı anlaşılmaktadır.
İbn Kayyim'in verdiği bilgiye göre İbn Şihab ez-Zuhri'nin fetvaları üç
ciltte toplanmıştır. Hasan-ı Basri'nin konulara göre düzenlenmiş
fetvaları ise yedi cilttir . Bu dönemde yazılıp günümüze kadar gelen dört kitap
tesbit edilmiştir: Suleym b. Kays el-Hilali'nin fıkıh kitabı, Katade b. Diame'nin el-Menasia'i,
Zeyd
b. Ali'nin Menasiku'l-hac ve
adabuh ile el-Mecmu’ adlı eserleri. Yine bu dönemde yazıldıkları bilindiği
halde günümüze kadar gelmeyen kitaplar da uzunca bir liste teşkil edecek kadar fazladır
(Sezgin, 1/3, s. 10-26). Abbasiler devri fıkhın olgunluk çağıdır.
Bu hanedan, hilafeti hakkı olana geri vermek ve Hulefa-yi Raşidin devrini ihya
etmek gibi bir dava ile iktidara talip olduğundan, halifeler görünüşte de olsa
hem din hem de dünya işlerinde Allah Resulunun halifesi ve Müslümanların başkanı
sıfatı ile davranıyorlardı. Bunun tabii sonucu olarak din ulemasının söz, fiil,
düşünce ve inançlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Nitekim Ebu Ca'fer
el-Mansur siyasetine ters düşmeyen alimlere ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği
görevi kabul etmediği ve gizlice muhalefeti desteklediği için Ebu Hanife'yi kırbaçlatmıştır.
Mehdi-Billah zındıklara karşı çok sert davranmış, onların takip edilerek
cezalandırılması için bir daire kurmuştur. Harunurreşid, Ebu Yusuf'u yargının
başına getirmiş ve yanından hiç ayırmamıştır. Me'mun Kur' an-ı Kerim'in mahluk
olduğuna dair bir emirname çıkarmış, mut'a nikahını münakaşa ettirmiş, cevazına
dair emir çıkarmaya teşebbus etmiştir. Abbasiler'in bu tutumları bilgi ve
uygulama olarak fıkhı da etkilemiştir. Sulama düzeni, vergiler, kanallar, çeşitli
divanlar vb. bir yönüyle dini işlerdi ve bu konuda yapılacak düzenlemelerin şer'i
esaslara aykırı olmaması gerekiyordu. Bu sebeple Ebu Yusuf el-Harac adlı eserini kaleme almış, diğer
muctehidler de çeşitli çözümler ve görüşler ortaya koymuşlardı.
Daha önceki dönemde henüz doğmamış bulunan mezhepler aşağıdaki sebeplerle
bu devirde ortaya çıkmaya başlamıştır:
a) Daha önceki müçtehitler fıkhın bütün konularında sistemli içtihatlarla hüküm
üretmedikleri halde bu dönemin müçtehitleri bunu yapmışlardır,
b) İçtihatlar belli kitaplarda toplanmış ve bunlardan istifade etmek
isteyenler için ulaşma kolaylığı sağlanmıştır,
c) Hicaz ve Irak grupları içinden hadis ve re'y okulları doğmuş, bu
okullara mensup olanlar arasında münakaşa ve münazaralar yapılmıştır.
d) Bu tartışmalar, belli okullara mensup müçtehitlerin içtihat usullerini sistemli
olarak kaleme almalarına ve böylece fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur.
Bu dönemde, "belli bir müçtehidin kendine mahsus içtihat usulü ve bu
usulle elde edilmiş fıkıh hükümleri bütünü" manasında mezhepler doğmaya başlamış
olmakla beraber IV. (X.) yüzyıla kadar Müslüman halk dört mezhebe bölünmediği
gibi fıkıh mezheplerinin sayısı da dört değildir. Daha birçoğu arasında Hasan-ı
Basri, Ebu Hanife, Evzai, Sufyan es-Sevri, Leys b. Sa'd, Malik b. Enes, Sufyan
b. Üyeyne, Şafii ve daha sonra İshak b. Rahuye, Ebu Sevr, Ahmed b. Hanbel,
Davud ez-Zahiri, İbn Cerir et-Taberi'nin mezhepleri meşhurdur. Bunların her
birinin farklı içtihad usulleri, buna dayalı re'yleri ve hükümleri, çeşitli bölgelere
yayılmış tabileri vardır.
Abbasiler devrine girerken fıkıhçılar arasında tartışılagelen, hüküm çıkarmada
re'ye ve hadise verilecek yer ve değer konusuna bağlı olarak re'yciler ve eserciler
diye bilinen yeni bir gruplaşma meydana geldi. Her birinin aşırıları ve
mutedilleri ayrı ayrı değerlendirildiğinde dört ayrı gruptan soz edilebilir,
a) Aşırı re'yciler. Sünneti delil ve hüküm kaynağı olarak kabul etmeyen,
delil olarak Kur'an'a ve re'ye dayanan bu grup zaman içinde tarihe karışmış ve
eser bırakmamıştır. Basra Mu'tezilesi veya Hariciler içinden çıktığı tahmin
edilen bu grubun görüş ve delillerini İmam Şafii nakletmiştir (el-um, VII,
250).
b) Mutedil re'yciler. Sünneti delil olarak kabul etmekle beraber sıhhatini
tesbit konusunda titiz ölçüler kullanır, hadis rivayetinde çekimser davranırlar.
Kıyas, istihsan, maslahat gibi re'y içinde yer alan usul ve kaynakları
kullanmaktan çekinmezler; farazi meselelere hüküm üretirler, üstatların söylediklerinden
hareketle hüküm çıkarırlar. İbn Ebu Leyla, Ebu Hanife, Rebiaturre'y, Zufer b.
Huzeyl, Evzai, Sufyan es-Sevri, Malik b. Enes, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani,
Osman el-Betti bu grup içinde yer almaktadır,
c) Aşırı eserciler. Re'y içtihadını ve özellikle bunun en önemli kısmı olan
kıyası, sahabe ve tabiin fetvalarını delil olarak kabul etmezler. Bazı Mu'tezile
imamlarına da nisbet edilen bu tutum, bilhassa Zahiriyye adıyla bilinen
mezhebin imamı Davud ez-Zahiri ve tabilerine aittir,
d) Mutedil eserciler. Genel olarak hadisçiler mutedil esercilerdir. Re'y ve
kıyası reddetmemekle beraber buna nadiren başvururlar, hadislerin yanında
sahabe ve tabiin fetvalarını da kaynak olarak değerlendirirler; hiçbir re'yi
hadise tercih etmezler, farazi meselelerin fıkhını da yapmazlar.
Şu'be b. Haccac, Hammad b. Zeyd, Ebu Avane el-Vasıti, İbn Lehia, Ma'mer b. Raşid,
Leys b. Sa'd, Sufyan b. Uyeyne, Vekf b. Cerrah, Şerik b. Abdullah, Fudayl b. İyaz,
Abdullah b. Mubarek, Yahya b. Said el-Kattan, Abdurrezzak es-San'ani, Ebu Davud
et-Tayalisi, Ebu Bekir b. Ebu Şeybe, Ahmed b. Hanbel ve daha sonraki tabakadan
meşhur altı hadis kitabının muellifleri mutedil esercilerin ileri gelenleridir
(İbn Kuteybe, s.219-230; Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, Huccetullahi'l baliğa, I,
317). Fıkıh ve mezhepler tarihi muellifleri meşhur mezhep imamlarını, re'y ve
eser taraftarlarındaki aşırılık ve itidali göz önüne alarak farklı gruplara
yerleştirmişlerdir. İbn Kuteybe, Ahmed b. Hanbel'in ismini fıkıhçı olarak
zikretmemiş, diğer üç imamı ise re'yciler listesine almıştır (el-Macarif, s.
216). Makdisi Ahsenut-tekasim'de, muhtemelen terimlere farklı manalar vererek
bir yerde Ahmed b. Hanbel'i fıkıhçı değil hadisci olarak zikretmiş, buna karşılık
Hanefi, Maliki, Şafii ve Zahiriler'i fıkıh mezhepleri içine almış, bir yerde Şafiiler'i
ehl-i hadis, Hanefiler'i ehl-i re'y aymış, bir başka yerde ise Ebu Hanife ve Şafii'yi
re'yci, İbn Hanbel ve tabilerini hadisci olarak göstermiştir.(s. 37, 127, 142).
Şehristani, İmam Malik, Şafii, Sufyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve Davud
ez-Zahiri'nin mensuplarını ehl-i hadis, Ebu Hanife ve mensuplarını ise ehl-i
re'y olarak tesbit etmiştir (el-Milel, I, 365-368). İbn Haldun'a göre ehl-i
Hicaz eserci ve hadisci, ehl-i Irak ise re'ycidir. Birincisinin imamı Malik,
ikincisinin imamı Ebu Hanife'dir. Şafii, Ebu Hanife ve Malik'ten istifade
ederek bu iki usulu mezcetmiştir. Ahmed b. Hanbel ise muhaddistir-, ancak onun
talebesi Ebu Hanife'nin talebesinden okumuş, faydalanmış ve Hanbeli fıkhını
tedvin etmiştir. (Mukaddime, 111, 1046-1050).
Abbasiler döneminde fıkhın tedvinine gelince, kısmen hadislerin ve fıkhın
daha önceki devirlerde toplanıp yazıya geçirildiği bilinmektedir. Bu iki ilim
dalı dışındaki bütün İslam ilimlerinin tedvini Abbasiler döneminde başlamıştır
(Suyuti, Tarihu'l- hulefas. 261). Bunlar arasından sünnet, fıkıh ve fıkıh usulü
ilimlerinin tedvini bu asırda önemli gelişmeler kaydetmiştir,
a) Sünnet. Konulara göre sünnetin kitaplara geçirilmesi bu dönemde gerçekleştirilmiş
ve daha önce bu usule göre yazılmış olan fıkıh kitapları örnek alınmıştır.
Hadis dalında meşhur olan altı kitabın (Kutub-i Sitte) telifi de bu dönemdedir,
b) Fıkıh. Emeviler devrinde başlayan fıkhın tedvini bu dönemde kemiyet ve
keyfiyet olarak zirveye ulaşmıştır. Abdullah b. Mubarek, Ebu Sevr, İbrahim
en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman gibi fıkıh alimlerinin telif ettikleri fıkıh
kitapları (İbnu'n-Nedim, s. 297-319) günümüze kadar gelmemişse de İmam
Malik'in, hadislerle beraber sahabe ve tabiin fetvalarını ve kendi içtihadlarını
ihtiva eden el-Muvafagat, İmam
Muhammed'in el-Mebsut, el-Asar gibi kitapları, Ebu Yusuf'un el-Harac'ı ve İmam Şafii'nin
el-Um külliyatı zamanımıza ulaşmış, üzerlerinde çalışmalar yapılmış ve
defalarca basılmış eserlerdir. Daha sonraki fıkıh kitaplarına da örnek olan bu
eserlerde takip edilen telif sistemi, bir konu (kitab, bab, fasıl) içine giren
meseleleri ve bunların hükümlerini bir araya getirmek, delillerini zikretmek,
farklı içtihadlara cevap vererek bunları çürütmekten ibarettir.
c) Fıkıh usulu. Fukaha arasındaki
ilke ve metot itibariyle görüş ayrılıkları ve bunlarla ilgili tartışmalar fıkhın
tedvininden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilaf ve tartışmalar bir yandan
karşılıklı reddiye kitaplarının yazılmasına, öte yandan fıkıh usulü ilminin doğmasına
sebep olmuştur.
Muctehidler, tartışmaları ve ihtilaf sebeplerini dağınıklıktan kurtarmak ve
bir temele oturtmak için kullandıkları delilleri, delillerden hüküm çıkarma ve yorumlama,
deliller çelişir gibi göründüğünde uzlaştırma kurallarını derleyip yazmak
durumunda kalmışlar, bu ise usul-i fıkıh ilim dalını oluşturmuştur.
Daha sonraki devirlerde yazılan bazı fıkıh usulu kitapları da belli bir müçtehidin
içtihadları ile ortaya koyduğu hükümler incelenerek elde edilen usul
kaidelerinin derlenmesi şeklinde yazılmıştır.
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in usul konusunda da kitap yazdıkları zikredilmişse
de (M. Zahid Kevseri, Husnu'ttekadt, s. 33; a.mlf., Buluğu'l-emani, s. 67) bunlar
günümüze ulaşmamış olup elde bulunan ilk usul kitabı İmam Şafii'nin Kur'an ve
onun hükmu açıklama metodu, nasih-mensuh, haber-i vahid, kıyas, istihsan, sünnet
ve Kur'an ile ilişkisi, hadislerin gizli kusurları, icma, içtihad ve ihtilaf konularını
ihtiva eden er-Risale'sidir. Fıkhın furu ve usulu tedvin edilirken farz, vacip,
mendup, sünnet, haram, mekruh, şart, rukun, illet, sebep gibi daha önceki dönemlerde
tanım ve kapsamı kesinlik kazanmamış birçok terim yaygın olarak kullanılmaya başlanmış,
bir kısım terim de daha ziyade vuzuh ve kesinlik kazanmıştır (İbn Kayyim, T
lamu'l-muvakkidin, I, 40 vd.; Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, el-Inşaf, s. 7 vd.). Abbasiler'in
son zamanları ile Selcuklular devri fıkhın duraklama dönemidir.
Merkezi otoritenin sarsılması ve birçok İslam devletinin kurulması, bu
devletler arasındaki dostane ve hasmane munasebetler, çeşitli kültürlerin karşılıklı
etkileşiminin meydana gelmesi, hak ve batıl birçok fikir cereyanının, inanaç ve
düşüncenin ortaya cıkıp yayılması vb. amiller, İslam toplumunda düşünce ve kültür
hayatını ve ilmi gelişmeleri hem olumlu hem de olumsuz yonden etkilemiş olmakla
birlikte bu dönemde fıkıh ilminde tekamül grafiğinin yükselmesi durmuş, hatta aşağıya
doğru seyretmeye başlamıştır. Artık büyük muctehidler ve mezhep imamları
devrinin hur ve mutlak içtihadı. Kitap ve Sünnet kaynaklarından hukuki ve dini
hayata doğrudan cozumler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini taklitçilik
ruhu almaya başlamış, sonu gelmez faydasız tartışmalar yaygınlaşmış, mezhep taassubu
yerleşmiş ve içtihad kapısı kapanmıştır. Taklit ruhu ve zihniyeti, menfi
munazara ve munakaşalarla mezhep taassubu bu devri karakterize eden belli başlı
hususlardır.
Taklit ruhu ve zihniyeti. Fıkıhla meşgul olan alimlerle halkın kendilerini,
içtihadı terkederek belli bir müçtehide bağlanma mecburiyetinde hissetmeleri, muctehidlerin
re'y ve içtihadlarını vahiy gibi bağlayıcı telakki etmeleri bir taklit zihniyetidir
ve bu zihniyet bu dönemin eseridir. Hanefi fıkıhçılarından Ebu'l-Hasan
el-Kerhi'nin şu sözleri taklit ruhu ve zihniyetinin tanımı gibidir:
"Mezhebimizin hükmune uymayan her ayet ya te'vil edilmiştir veya
mensuhtur; muhalif hadisler de böyledir; ya te'vil edilmiş, zahiri manalarıyla
alınmamıştır, yahut da hadis mensuhtur" (Risale, s. 84). Bu anlayışa göre fıkıhçıyı
bağlayan ayet ve hadisler değil mezhep imamlarının sozleridir; bir ayet veya
hadis bu sözlere aykırı görünürse imamın sözü alınacak, naslar buna göre
yorumlanacak veya hükümden kaldırılmış sayılacaktır. Şafii mezhebinden İmamu'l-Haremeyn'in
babası Ruknulislam el-Cuveyni'nin
mezhep taassubunu terkederek sahih hadislere dayalı el-Muhit adıyla bir kitap yazma
teşebbüsünden Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki'nin tenkidi üzerine vazgeçmesi de aynı
zihniyetin bir başka tezahurudur.(Subki, V, 77-90). Taklit zihniyetinin yerleşip
kokleşmesine sebep olan başlıca amiller şoylece ozetlenebilir: a) Yetişkin
talebe. Her mezhep imamının iyi yetişmiş, yaşadıkları dönemde halkın saygısını
ve guvenini kazanmış öğrencileri olmuştur. Kendileri de alim olan bu oğrencilerin
hocalarına karşı besledikleri aşırı saygı ve bağlılık, vazife ve menfaatlerde ustadın
oğrencilerine verdiği öncelik daha sonraki oğrencileri ve halkı etkilemiş,
gittikce taklit zihniyetinin kokleşmesine zemin hazırlamıştır, b) Siyaset, kaza
ve vakıf menfaatleri. Menfaat ve mevkilerin belli bir imamın öğrencilerine verildiği
zamanlarda içtihad ehliyetini elde edenler menfaati tercih ederek bu vasıflarını
açıklamamayı, içtihadlarını imamın mezhep ve usulu içinde yurutmeyi tercih etmişlerdir.
Daha önceki dönemlerde kadılar muctehidler arasından secilirken, giderek hukuki
istikrar ihtiyacı ağır bastığından, içtihadları kitap haline getirilmiş bir müçtehide
bağlı kadılar tercih edilmeye başlanmıştır. Devlet başkanları ile vezirlerin belli
bir mezhebi iltizam etmeleri de görevlerin verilmesinde bu mezhebe bağlı alimlere
öncelik sağlıyordu. Nitekim Selcuklular daha ziyade Hanefi mezhebini tervic
etmişlerdir. Ebu Yusuf'tan beri Abbasiler'in bu mezhebe meyilleriyle Selcuklu siyasetine
uygunluğu bu tercihte rol oynamıştır. Tuğrul Bey'in veziri Amidulmulk el-Kunduri'nin
Eş'ari ve Şafiiler'e yaptığı baskı ve zulme son vererek bu mezheplere bağlı
alimlerin memleketlerine donmesini sağlayan Nizamulmulk'ten sonra Şafii mezhebi de ülkede hayat
hakkı elde etmiştir (iA, X, 403; Subki, III, 393; İbnu 1-Esir, X, 31, 209). Doğuda
Gazneli Mahmud, batıda Selahaddin-i Eyyubi Şafii mezhebi için aynı imkanı sağlamışlardır.
Bazı vakıf menfaatlerinin belli bir mezhebe bağlı alim ve öğrencilere tahsis
edilmesi de taklit ruhunun yerleşmesine sebep olmuştur (Şarani, I, 32). c)
Tedvin. Muctehidin mezhebinin tedvin edilerek kitaplara geçirilmesi istifade için
başvurmayı kolaylaştırmış ve bu gelişme hem o mezhebin yaşamasına yardımcı olmuş
hem de yetişenleri tembelliğe sevk etmiştir. Münazara ve münakaşalar. Gerçeği bulmaya
yönelik tartışmaların faydalı olduğu acık olmakla birlikte bu dönemde fıkıh
alanında sürdürülen tartışmaların amaç ve sayısında olumsuz gelişmeler olmuştur.
Gazzali'ye göre bu dönem tartışmalarının amacı nüfuz kazanmak, bilgisini göstermek,
mezhebinin propagandasını yapmak, idarecilere şirin görünmektir (İhya', II,
49). Tartışmalar aşırı derecede çoğalmış ve yaygınlaşmıştır.
Başta Irak ve Horasan olmak üzere hiçbir büyük merkez yoktur ki orada iki büyük
alim arasında tartışma yapılmamış olsun (örnekler için bk. Subki, V, 12-50,
209-218; İbnu 1-Esir, X, 125 vd.). Bu tartışmalar, tarafları her hâlükârda mezhep
görüşlerini benimsemeye ve müdafaaya mahkum ediyor, sonuçta da grup ve ekoller
arası bilgi alışverişi adeta imkansız hale geliyordu.
Mezhep taassubu. Daha önceki dönemde de bir muctehidin içtihad usulü ve bu
usule göre çıkardığı hükümler mecmuası manasında mezhepler ve bu mezheplerin tabileri
bulunmakla beraber mezhep taassubu yoktu, mezhepler arasına duvarlar cekilmemişti.
Fıkıh alimleri birbirleriyle görüşur, karşılıklı istifade ederler, halk da
gerektiğinde birden fazla muctehidden faydalanırdı.
III. (IX.) yüzyıldan itibaren başlayan mezhep taassubu gittikçe güçlendi ve
adeta düşmanlığa dönüştü. Taassubun çeşitli tezahürleri vardı,
a) Tefrika, fitne ve tahrip. Mezhepleri farklı olanların birbiri arkasında
namaz kılamayacakları, nikahlarının sahih olmayacağı gibi bölücü telakkiler yayılmış,
Bağdat, Rey, İsfahan, Merv şehirlerinde fıkıh mezheplerine mensup gruplar
birbirleriyle vuruşmuşlar, birçok insanı ve serveti telef etmişlerdir. İbn
Cerir et-Taberi, thtiluiii'l-iukaha adlı kitabında Ahmed b. Hanbel'in görüşlerine
yer vermediği için Hanbeliler tarafından taşa tutulmuş, vefat ettiği zaman
ancak gece defnedilebilmiştir.
b) Hatada ısrar. Taklit, bir şeye delilsiz olarak uyma ve bağlanma olduğundan
karşı tarafın delili kuvvetli, içtihadı isabetli de olsa hatada ısrar edilmiş, "Benim
imamım en doğrusunu bilir" zihniyetinden hareket edilmiştir,
c) Muhaliflerin yıpratılması. İmamlara, mezhep fıkıhçılarına delile
dayanarak muhalefet edenlere hücum
edilmiş, bulundukları cevrede dışlanmaları için elden gelen yapılmıştır,
d) IV. (X.) yüzyıldan önce en şerefli bir iş ve farz-ı kifaye derecesinde bir
ibadet olarak bilinen içtihada karşı çıkılmış, bu sıfat ve ehliyetlerini açıklayan
alimlere eziyet edilmiş, yeni yetişenlerin de cesaretleri kırılmıştır. Bu
sebeple IV. (X.) yüzyıldan itibaren "mutlak müstakil içtihad" nadir
hale gelmiş, mezhepte ve meselede içtihad birkaç asır daha devam etmiş, giderek
o da azalmış ve yerini koyu taklide terk etmiştir (Karaman, İslam Hukukunda İctihad,
s. 180 vd.; a.mlf., 'İslam Tarihinde Mezheb Kavgaları", İslam'ın Işığında.
Günün Meseleleri, II, 715-721).
Mezhep imamlarının müçtehit talebelerinden sonra başlayan bu devirde tedvin
hareketini takip edilen usul ve gaye bakımından birkaç gruba ayırmak gerekir.
1. Mezhep hükümlerinin usul ve dayanaklarını tesbit için yazılan kitaplar. İctihad
hareketi duraklayınca yürüyen hayatın ihtiyaclarını karşılamak ve imamlardan
sonra meydana gelen boşlukları doldurabilmek için "tahric" diye daha önceki
uygulamadan farklı yeni bir usul icat edilmiştir; bunu yapanlar (ashabu't-tahric,
muharricun), önce imamın içtihadlarını inceleyerek her bir hükümde dayandığı
usul ve illeti tesbit etmekte, daha sonra bunu esas alarak emsal hükümler
uretmektedirler (Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, el-İnşaf, s. 29 vd.).
Ebu'l-Hasan el-Kerhi ve Debusi'nin risaleleriyle Cessas, Ebu'l-Usr
el-Pezdevi, Şemsuleimme es-Serahsi'nin usul ve fürua dair kitapları bu maksatla
yazılmıştır. İmam Şafii usulunu bizzat yazdığı için Şafii mezhebinde furudan
usule değil tersine bir metodun geliştiği soylenebilir.
Aynı fıkıh döneminde usulden hareket eden ve "Şafii veya kelamcılar mesleği"
denilen bu usule göre de kitaplar yazılmıştır. Ebu'l-Huseyin el-Basri'nin el-Muctemed,
İmamu'l-Haremeyn el-Cuveyni'nin el-Burhan, Gazzali'nin el-Mustaşia adlı usul
kitapları bu türün seçkin örnekleridir.
2. Tercih amacına yönelik eserler. Mezhep imamlarının içtihadları
talebeleri tarafından derlenip yazılırken birbirini tutmayan ve açıklanmaya muhtaç
bulunan içtihad ve re'ylere de yer verilmiş, daha sonra yazılan eserlerde imama
ait ve muteber olanlarını muteber olmayanlardan ayırmak için yapılan çalışmalara
"tercih" denilmiş, bunun da rivayet ve dirayet şeklinde iki turu olmuştur.
Rivayet bakımından tercih, imamın sözünü nakleden ravinin güvenilirliğine göre yapılmaktadır.
Mesela Hanefiler, İmam Muhammed'in kitaplarından mevsuk olarak nakledilenleri
tercih etmişlerdir. Ebu Hafs el-Kebir, Ebu Süleyman el-Cuzcani gibi
Hanefiler'in rivayetlerine dayanan kitaplar bu kabildendir ve bunlara "zahiru'r-rivaye"
denilmektedir. Daha zayıf rivayetlerle
nakledilenler ise "nadiru'r-rivaye" veya "nevadir" adını
almaktadır. Şafiiler, Rebi' b. Suleyman el-Muradi'nin rivayetini Muzeni
ve diğer öğrenci ravilerin rivayetlerine tercih etmişlerdir.
Malikiler ise İbnu'l-Kasım'ın rivayetini daha sağlam bulmuşlardır. Bir imamdan
nakledilen ve rivayet yönünden eşit derecede mevsuk olan veya biri imama, diğeri
yine mezhebin imamı sayılan talebesine ait bulunan iki zıt görüşten birini
Kitap ve Sünnet'e, usule bakarak tercih etme işi de "dirayet yoluyla tercih
"tir ve bu dönemde başlamıştır.
Bu tur calışmaların günümüzde de kullanılan örnekleri vardır. İmam
Muhammed'in mevsuk altı kitabını Hakim eş-Şehid el-Kaii adlı eserinde ozetlemiş,
Serahsi de bunu el-Mebsut adlı kitabın da şerh ve ikmal etmiştir. İmam Malik'in
mezhebinin esaslarını ihtiva eden el-Mudevvenetu'l-kubra'yı İbn Ebu Zeyd el-Kayrevani
ve Ebu Said el-Berazii yukarıda açıklanan usulu kullanarak ihtisar etmişlerdir.
Şafiiler'den Ebu İshak eş-Şirazi'nin el-Muhezzeb', Gazzali'nin el-Basit,
el-Vasit ve el-Veciz adlı kitapları da aynı türün örnekleridir.
3. Mezhep savunmasına yönelik kitaplar. Mezheplerin farklı hükümlerini bir
kitapta toplayıp mukayese ederek bir sonuca varmak isteyen fakihler,
"hilaf" adıyla bilinen yeni bir fıkıh bilim dalı meydana getirmişlerdir.
Bunlar da iki gruba ayrılır. Birinci grubun amacı kendi mezhebini savunmak, diğer
mezheplerin delillerini çürütmektir; yukarıda zikredilen kitaplar bu türün de örnekleri
sayılabilir, ayrıca Debusi'nin bu konudaki eseri ilk hilaf kitabı olarak
kaydedilmiştir (İzmirli İsmail Hakkı, s. 4 vd.).
İkinci grubun gayesi ise İslam'ın genel olarak bağlayıcı ve muteber
delillerinden hareket ederek fıkıhçıların ihtilaf ettikleri hükümleri incelemek
ve isabetli olanı belirlemeye çalışmaktır. İbn Cerir et-Taberi'nin İhtilafu'l-fukaha3
adlı kitabı böyle bir eserdir. İbn Ruşd'un Bidayetu'l-muctehid, Muvaffakuddin İbn
Kudame'nin el-Muğrıi, İbn Hazm'ın el-Muhallu adlı eserleri kısmen de olsa bu
tercih çalışmalarına örnek olarak zikredilebilir.
Bu fıkıh döneminde adliye teşkilatı ve kanunlaştırma konularında da önemli gelişmeler
olmuştur. Abbasiler devrinin birinci döneminde (846-946) giderek içtihad hareketi
duraklamış, mezhepler doğmuş ve kadılar hükümlerini bu mezheplerden birine göre
-mesela Irak'ta Hanefi, Suriye ve Mağrib'de Maliki, Mısır'da Şafii mezhebine göre
vermişlerdir.
Mahkemeye kadının bağlı bulunduğu mezhep dışından biri
başvurduğunda kadı o dava için davacının mezhebinden bir naib tayin etmiştir. Kadıların görev
ve yetkileri genişlemiş, daha önce medeni ve cezai davalara bakan kadılar artık
vakıflar, vesayet, emniyet, belediye işleri, darbhane, hazine işleriyle de meşgul
olmuşlardır. Hem duruşma yazıya geçirildiği,
hem de yazılı belgelere önem verilmeye başlandığı için fıkha "şurut"
ve "sicillat" gibi kavramlar ve müesseseler girmiştir.
Abbasiler'in ikinci döneminde (946-1258), bilhassa Şii Buveyhiler'in Bağdat'a
hakim oldukları zamanda kadılık makamına önemli bir meblağ ödenerek gelinebilmiş,
bunun sonucu olarak davalarda taraflardan mahkeme harcı alınmıştır. Selçukluların
hakimiyet bölgesinde kaza, genel hatlarıyla Abbasiler'in ilk döneminde olduğu gibi
Hanefi ve kısmen Şafii mezhebine göre yürütülmüştür. Şer'i mahkemelerin yanında
kamu düzenini bozan veya siyasi yönü bulunan suçlara bakan örfi mahkemelerin
kurulması da bu dönemdedir.
Ayrıca ordu mensuplarının şer'i davalarına bakan kazaskerlik kurumu da
faaliyete geçirilmiştir (Hasan İbrahim Hasan-
Ali İbrahim Hasan, s. 273-290, 294; İA, X, 400; Uzunçarşılı, s.21, 132).
Selçuklular'ın, Uygurlar ve Hazarlar'da mevcut din ve dünya işlerini
birbirinden ayıran bir devlet telakkisini ilk defa İslam aleminde uyguladıkları,
kamu menfaatini korumak için dini hukukun nazari ve dar kalıplarını terk ettikleri
iddiası (Köprülü, TTK Belleten, 11/5-6, s. 41 vd.; Kafesoğlu, TD, XV/20, s.
178, 182-183; İA, VI, 185-186; X, 390) bilgi eksikliğine ve aceleye gelmiş bir
genellemeye dayanmaktadır.
Bu iddiaya delil olarak halifelerin dünya işlerine karıştırılmaması, şeriata
aykırı vergiler ve cezalar, bazı Türk örf ve adetlerinin uygulanması ve askeri
ikta gibi bir kısım toprak tasarrufları ileri sürülmüşse de halifelerin dünya işlerine
karıştırılmaması onların iktidarsızlıklarından kaynaklanmış olup görünüşte
halifeye bağlı bulunan sultanların uyguladıkları hukuk da İslam hukukudur. Kamu
menfaatini korumak için -buna ters düşer gibi görünen nasların askıya alınması, fıkıh hükümlerinin terkedilmesi,
Hz. Ömer zamanından itibaren yine fıkıh içinde yer alan maslahat ve zaruret
prensipleri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. İslam'ın kesin hükümlerine aykırı
olmayan örf ve adetlerin uygulanması Hz. Peygamber'den beri cari olmuştur. İkta
usulü yine kamu yararı prensibine bağlı olarak Hz. Ömer devrinde başlamıştır;
Nizamul mülk'un yaptığı da bunun bir eşidi olan askeri ikta uygulamasıdır. Şeriatın
belirlediği suç ve cezalar dışında kalan suçlar için belli cezaların verilmesi
ta'zir alanına girer ve bu uygulama İslam'ın ulu'lemre tanıdığı yetkiye dayanmaktadır (Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.
261 vd.). Bir ferdin, toplumun, devletin herhangi bir uygulaması, niyet ve
beyan şeklinde İslam'ı terketmeye dayanmadığı ve meşruiyetini -zorlama
yorumlarla da olsa dinden aldığı müddetçe laik ve din dışı oluştan, şeriatın
terkedilmesinden söz edilmesi doğru değildir.
Moğol istilasından Mecelle'ye kadar suren dönem fıkhın gerileme cağıdır. Hukuk
ilmi ve kurumlarının gelişmesinde onu
uygulayan yönetim ve devletin rolü önemlidir. Abbasi ve Selçuklu hakimiyetine son
veren Moğollar, İlhanlı Hükümdarı Gazan Han'a kadar (1295-1304) devleti Cengiz
yasasına göre idare etmişler, halkı şahsi ve dini işlerinde serbest bırakmışlardır.
Halk ve fıkıhçılar belli mezheplere sımsıkı sarılmış, bunları meşru savunma aracı
olarak kullanmışlar, içtihada ve mezhepler arası iletişime kapılarını kapamışlardır.
Daha önceki dönemlerde seyahatler yoluyla fakihler arasında kurulan bağlar ve
ilişkiler bu devirde zayıflamış, her mezhep fıkıhçısı kendi kabuğuna cekilmiştir.
Muctehidlerin ve talebelerinin fakih yetiştiren kitaplarının okunması
terkedilmiş, onların yerine hazır hüküm ve bilgileri delilsiz, tahlilsiz ve
tartışmasız nakleden kitaplar okunur olmuştur. Medreselerde belli zaman içinde
fıkhın bütün konularını okutabilmek için başlatılan ihtisar ve metin yazarlığı
giderek bir sanat şeklini almış, bilmece haline gelen metinlere bu defa şerhler
ve haşiyeler yazma gereği hasıl olmuştur. İctihadın çözüm getiren ışığı
sondurulunce yürüyen hayatın ihtiyacları amaçtan uzak, şekle bağlı yorumlar ve
hilelerle (hiyel ve meharic) karşılanmış, bu da fıkhın Müslüman hayatını kuşatma
kabiliyetini olumsuz etkilemiştir. Mısır Abbasileri ve Memlukler devrinde bir
ara Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde içtihad hareketi canlanır gibi olmuş,
ancak teşvik görecek yerde baskı ve hücuma maruz kaldığından yaygınlık
kazanamamıştır.
VI. (XII.) yüzyılın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas
çevresinde devlet eliyle bir içtihad hareketi başlatılmış, fakat başarılı
olamamıştır. Muvahhid Hükümdarı Abdulmu'min el-Kumi'nin tasarladığı, oğlunun ve
özellikle torunu Ebu Yusuf el-Mansur'un yürüttüğü bu hareketin sebebi,
Zahiriyye mezhebine mensup bulunan yönetimin halkın Maliki fıkıh kitaplarına
mahkum olarak ana kaynaklarla alakalarının kesilmiş olduğunu görmeleridir. Fıkıhçıları
yeniden ana kaynaklara döndürebilmek için Maliki fıkıh kitaplarının okutulması yasaklanmış,
ele geçirilenler yakılmış, bunların yerine on hadis kitabının (Ku-tub-i Sı'tte'nin
İbn Mace'nin es-Sünen i dışındaki beşi, el-Muvatta Beyhaki ve Darekutni'nin es-Sünen'leri,
Bezzar ve İbn Ebu Şeybe'nin el-Müsned'leri) ihtiva ettiği hadisler konularına göre
derlenerek yazdırılmış, öğretim ve uygulamanın bu kaynaklardan yapılması
emredilmiş, başarılı olanlara mükafatlar verilmiştir.
Ancak bu hareketin arkasında bir Zahiriyye temayülünün bulunması, baskı yapılması
ve yönetimin değişmesinden sonra yeni yöneticilerin eskilere ait her şeyi yıkma
ve değiştirme arzuları hareketi başarısız kılmıştır (Hacvi, II, 170-173). Bu dönemde,
Gazan Han'dan önceki Moğol hakimiyeti dışında kalan zamanlarda İslam ülkesinin
hakimiyet bölgelerinde şeriat uygulanmıştır. Genel olarak kamu hukuku alanında İslami
esaslar ve hükümler çerçevesinin dışına çıkılmadan örf, adet ve kanunnameler, özel
hukuk alanında ise fıkıh ve fetva kitapları gereken yerlerde kanun gibi kullanılmıştır.
Akkoyunlular, Memlukler ve Anadolu Beylikleri'nden intikal eden kanunlar
bulunmakla beraber (İA, VI, 194) derlenmiş en eski tipik kanunnamelerden günümüze
gelenler Osmanlılar'a aittir (Akgündüz, bk. bibi.). Bu kanunnameler de Selçuklular
devrindeki uygulamalarda olduğu gibi maslahat, zaruret ve ulu'l-emre verilen yetkiye
dayanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. J. Schacht'ın da işaret ettiği
gibi kanunnameler, "hükümlerine karşı gelmemek ve mer'iyete halel vermemek
şartıyla dini hukukun noksanlarını doldurmaya çalışan formel kanunlardır" (İA,
VII, 148). Kadılar ta'zir cezaları, toprak hukuku gibi konularda bu kanunnamelere, kamu ve özel hukukun diğer
alanlarında ise fıkıh ve fetva kitaplarına göre hüküm vermişlerdir.
Kadıların hükümde tabi olacakları mezhep, kullanabilecekleri fıkıh ve fetva
kitapları ile bunlarda bulunan ihtilaflı hükümlerde tercih usulu ilgili
eserlerde ("edebu'l-kadi", "cukudu resmi'l-mufti","edebu'l-mufti
ve'l-kadi") açıklanmış, bazı zamanlarda bu konuyla ilgili fermanlar da çıkarılmıştır
(Ebussuud Efendi, s. 49-53).
Mecelle'den günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma
cağıdır. Cemaleddin-i Efgani ve tabilerinin başlattığı uyanış ve kalkınma hareketinin
programında içtihadın önemli bir yeri vardır. Programa göre yeni bir İslam
dunyası kurulurken ihtiyaç duyulan cozumler ve mevzuat, bir yandan çeşitli fıkıh
mezheplerine ait içtihatlardan tercihler yapılarak, ote yandan gerektiği
yerlerde içtihad edilerek ortaya konacaktır (Subhi Mahmesani, s.246 vd.). Fıkıhta
içtihat ve tercih hareketi Osmanlı ülkesinde Mecelle'nin tedvinini etkileyememiş,
bu kanun Hanefi mezhebinin fetvaya esas olan hükümlerinden derlenmiştir. Ancak
hareket, bazı darulfunun hocaları ile Sırut-ı Mustakim, Sebilurreşad gibi
mecmuaların yazarlarına tesir etmiş, bunlar çeşitli kitap ve makalelerinde içtihadı
savunmuşlardır (Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.315). Mısır'da Muhammed Abduh'un
öğrencilerinden Reşid Rıza'nın çıkardığı el-Menar dergisinde bir taraftan içtihad
hararetle savunulmuş, taklide şiddetle cephe alınmış, diğer taraftan içtihad ve
tercih mahsulü fetvalar, yorumlar ve çözümler neşredilmiştir. Aynı hareketin izlerini
Hindistan'dan Fas'a, Kazan'dan Yemen'e kadar o günkü İslam dünyasının çeşitli
ilim müesseselerinde, ulemasında ve mevzuatında görmek mümkündür. Bu dönemde fıkıh
araştırma ve uygulamalarında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. 1. Kanunlaştırma
(taknin, odification) hareketi başlamıştır. Bundan önceki dönemlerde görülen
kanunlar, fıkhın kanunlaştırılmasından ziyade fıkıh kitaplarına girmeyen hukuki
alanlardaki boşlukları şer'i esaslara göre doldurma mahiyetinde idi. Bu dönemde
başlayan hareket fıkhın kanunlaştırılmasına, mahkemelerde kullanılan fıkıh ve
fetva kitaplarının yerini usulüne göre hazırlanmış şer'i kanunların almasına yöneliktir.
Döneme ismini veren Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye kanunlaştırma hareketinin ilk önemli
adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslam dünyasında hızlı bir kanunlaştırma
faaliyetine girilmiştir. Mecelle'nin ortaya konmasına sebep olan dış ve iç
amiller vardır.
İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya gibi siyasi ve iktisadi ilişkiler içinde
bulunulan devletlerin, azınlıkları da bahane ederek yeni mahkemelerin kurulması
için baskı yapmaları ve bilhassa Fransız büyük elçisinin gayreti, içeriden de
bazı devlet ricalinin desteğiyle Fransız Medeni Kanunu'nun tercüme edilerek
olduğu gibi iktibası fikrinin güç kazanması dış amillerdir. Nizamiye
mahkemelerinin bazı davalarda şer'i hükümlere ve dolayısıyla bunları ihtiva
eden kanunlara ihtiyaç duyması, şer'iyye mahkemelerinde görev yapan hakimlerin
fıkıh ve fetva kitaplarından hüküm çıkarmada zorlanmaları, bu kitaplarda yer alan
bazı içtihatların eskimiş olması ve zamanın değişmesiyle ahkamın da değişeceği kuralına
göre değişme ihtiyacının hasıl olması da iç amillerdir. Osmanlılar'daki bu
amiller gibi İslam dünyasında kanunlaştırma hareketinin de zorlayıcı sebepleri
vardır.
KAYNAKLAR;
. Serinsu, Nedim,
Kur’an ve Bağlam, Şule Yayınları, İstanbul 2012
. Albayrak,
Halis, Tarihin İçinden Kur’an’ı Algılamak, Şule Yayınları, İstanbul 2011
. KANDEMIR, M. Yaşar,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Hadis” Maddesi, c: 15. S:32-35 Ankara : TDV, 1997
. BİRIŞIK, Abdülhamit,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Tefsir” Maddesi, c: 40. S:284-285 Ankara : TDV, 2011
. KARAMAN, Hayreddin,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Fıkıh” Maddesi, c:13. S:3-11 Ankara : TDV, 1996
Hikmet MAVİYILDIZ
14922748
Doktora – 2015 Güz Dönemi
USÜL MÜTALAASI
Tefsir, Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Bu faaliyet, önceleri şifahi bir tarzda hicri 2. asrın ikinci yarısından itibaren de yazıya geçirilerek (tedvin) günümüze kadar devam edip gelmiştir.
Tefsir kelimesi “fesera” veya “sefera” köklerinden, tevil ise “a^l“ kökünden gelmektedir. İlki, keşf manasına gelirken tef’il babı ile manayı keşif ve izhar anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, müşkil olan lafızdan murat edilen şeyi keşfetmek anlamına gelir. İkincisi ise rücu manasına gelirken tef’il babı ile açıklamak, beyan etmek anlamlarına gelmektedir. Istılah olarak da zahiri mutabık olan manayı iki ihtimalden birine reddetmek demektir. İlk dönemlerde tefsir kelimesi daha çok muradı İahi budur anlamında rey içermeyen ve kesinlik arz eden ifadeler için kullanılırken te’vil daha çok lafızdan kesinlik içermeyen ihtimallerden birini tercih için kullanılmıştır. Bu yönüyle ilk dönemlerde tefsirden genellikle kaçınılmış ve bunun yerine tev’il yapılmıştır. Tefsir hareketi daha çok Hazreti Peygambere ve sahabenin Kur’anı açıklamaları ve ifadelerine hamledilmiştir. Ancak daha sonraları bu iki kelimede birbirinin yerine kullanılır olmuştur.
Tefsir kavram olarak, İbn Manzur “Lisanu’l-arap” adlı Arapça lügatinde, müşkül olan lafızdan kastedilen manayı keşfetmektir şeklinde tanımlamaktadır. Daha genel anlamda, Arap dili ve belagati ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır şeklinde tanımlayabiliriz.
İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre naslardan hüküm çıkarmada esas olan, te’vile gitmemektedir. Ancak, müteşabih nasların açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda da te’vil kaçınılmazdır. Ancak, te’vile esas olan mananın, mecaz yoluyla da olsa lafzın kendisine delalet ettiği manalardan olması gerekmektedir. Ayrıca, te’vil manası açık olan bir nassa ters düşmemeli ve bir lafzın ilk anda akla gelen zahiri anlamından başka manada yorumlanmasına imkân tanıyan şer’i bir delile dayanmalıdır.
Te’vil; beyani, irfani ve burhani te’vil olmak üzere üç çeşittir. Te’vil, delilden dolayı lafzın muhtemel manalarından birisini tercih anlamı taşıdığı için kesinlik ifade etmez. Ancak tefsire konu olan naslarda tek anlam bulunduğu için onda kesinlik vardır. Diğer yandan, te’vil genellikle nasların içsel manalarında, tefsir ise lafızlarda söz konusudur olup, te’vil genellikle akla tefsir ise rivayete dayanmaktadır.
Usul kelimesi, asl kelimesinin çoğuludur. Sözlük anlamıyla temel, esas, dayanak ve kök manalarına gelen asl kelimesi,kâide ve delil anlamlarına da gelir. Terim olarak ise, hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey anlamına gelir.
Usûl, herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar olarak tanımlanabilir. Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir. Tefsir usûlünün ana gayesi, Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
Tefsir usulü kaynakları arasında şu eserler sayılabilir:
Bedreddin ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’ân
Muhyiddin el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
Celalüddîn es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
Muhammed Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
Subhî es-Salih (1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân
KUR’ÂN’IN METİNLEŞME SÜRECİ
Vahiy, Allah tarafından peygamberlere ve onların vasıtasıyla insanlara iletilen mesajlardır. İnsanlara iletilmesiyle umuiyet arz eden vahye, insanlar inanma noktasında muhayyerdir. Lugavi olarak; gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, ilhâm etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi anlamlara gelen vahy kelimesi kavram olarak; Allah’ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi anlamına gelir.
Vahiy; Allah, melek, perygamber ve insan silsilesi ile gerçekleşen tek yönlü bir iletişimdir. Vahiy her peygambere kendi dilinde gönderilmiştir. Ayrıca vahye dış müdehale olamamaktadır. Vahiy, peygamberin kalbine ilka edildiği gibi melek aracılığıyla da olmuştur. Yine Hz. Musa’da olduğu gibi doğrudan konuşma şeklinde de olmuştur.
Vasıtalı vahiy, Allah’ın vahyi melek vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesidir. Melek aracılığıyla ve ses aracılığıyla gerçekleşmiştir. Melek aracılığıyla olanda aracı melek Cebrâil’dir. Vahyi, kendi sûretinde ya da insan suretinde getirdiği nakledilir. Ses aracılığıyla alınan vahiyde ise, vahyin Hz. Peygambere çıngırak veya zil sesine benzer bir sesle verildiği nakledilir. Vasıtasız vahiy; sadık rüyalar, nebevi ilham ya da perde arkasından konuşmak şeklinde nazil olmuştur.
Kur’an; Allah’ı insanlara bildirip onları küfürden ve şirkten kurtarmak için, insanların kendi aralarında daha adil hükmetmeleri için yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz. Peygamber’e gönderilmiş olup, Hz. Peygamberin kendisine vahyedileni insanlara ulaştırması emredilmiştir.
Lügat anlamı bağlamında farklı görüşler vardır. İmam Şâfii (ö.204-819) ve ona tâbi olanlara göre Kur’ân, Tevrât ve İncil gibi Allah’ın kelamına verilen özel bir isimdir. Öte yandan Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad el-Ferra (ö. 207-822), Kur’ân lafzının قرينة kelimesinin çoğulu olan قراٲن dan türediği de iddia edilmiştir. Karîne “delil” ve “burhân” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’ân âyetleri muhtevâ, nazm, vezn, fâsıla ve âhenk yönünden birbirine benzemekte ve birbirine delil olmaktadır. Ebu’l-Hasan el-Eşarî (ö. 324-936)’ye göre de Kur’ân lafzı, bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek manasına gelen قرن fiilinden türemiştir. Çünkü Kur’ân’da yer alan sûre ve âyetler birbirine bitişiktir. Bu yüzdendir ki, ona Kur’ân ismi verilmiştir. Katâde (ö. 118-736), Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellam (ö. 224-839) ve ez-Zeccâc (ö. 311-923) ise, Kur’ân lafzının toplamak manasına gelen القرء mastardan türemiştir. Ebu’l-Hasen Ali b. Hâzım el-Lihyânî (ö.215-830), “okudu” anlamına gelen قرٲ fiilinden türediğini iddia etmiştir ki, en çok taraftar toplayan da bu görüştür. Ayrıca, Kur’ân lafzının “dışarı çıkarıp attı” anlamına gelen قرٲ fiilinden geldiğini iddia eden de vardır. Zira, Kur’ân okuyan kimsenin kırâat esnasında kelime ve harfleri ağzından dışarı çıkarmaktadır.
Terim anlamı olarak, Hz. Peygambere vahiy yoluyla indirilip mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.
Kur’an tedrici bir tarzda indirilmiştir. Vahyin Cebrâil’e intikali konusunda; Cebrâil’in vahyi Levh-i mahfuz’dan aldığı, bazı görevli meleklerce yirmi gecede Cebrâil’e intikal ettirildiği ya da Cebrâil’in bizzat Allah’tan semâen yani dinleyerek aldığı şeklinde görüşler mevuttur.
Kur’ân Hz. Peygamber’e ise Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı nakledilmiştir. Kur’ân 23 senelik bir süre içerisinde ilâhî bir program dahilinde tedricen indirilmiştir.
Hz. Peygamber vahiy yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ediyor ve aynı zamanda sahâbileri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu. Bunun yanı sıra Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu. Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir.
Yazılan Kur’an metinleri Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu. Diğer bir görüşe göre ise, vahiy kâtipleri tarafından kaydedilip sonrada istinsah edilen âyet metinleri bunları yazan kâtipler tarafından koruma altına alınmıştır.
Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme olmamışsa da, tilâveten derleme tam olarak gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır. Hz. Osman devrinde de istinsah edilerek mushaf haline getirilmiştir. Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında birçok kurrâ sahâbinin şehit edilmesi ile ayetlerin kaybolma tehlikesi başgöstermiş ve Zeyd b. Sâbit’e derleme görevi verilmiştir. Bir yıl içerisinde derlenen Kur’an halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr’in onun vefatından sonra da Hz. Ömer’in yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir. Hz. Osman halife olunca, kıraât ihtilâflarından korktu ve neticede daha once cem edilmiş olan Mushaf’ın çoğaltılmasını emretti. Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır. 7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.
Arap yazısı İslâm’dan önce oldukça basit bir halde bulunuyordu. Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı hatasız okuyordu. Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu. Basra Valisinin görevlendirmesi ile dönemin büyük dilbilimcisi Ed-Düeli Kur’ân âyetlerinde i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koymuştur. Ancak, lügat âlimi Halil b. Ahmed bügün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.
Kur’ân vahyedildiği andan itibaren bir tertibe tâbi tutulmuştu. Hz. Peygamber (sav) vahiy kâtiplerine yazdıkları vahyin hangi sıraya konulacağını söylüyordu. Hz. Peygamber bizzat kendisi de her sene Ramazan ayında gelen bir yıllık vahiy metnini Cebrâil’e arz ediyordu. Dolayısıyla, alimlerce âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak edilmiştir. İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde değillerdir. Bir kısmı surelerin tertibinin içtihadi olduğunu iddia ederken diğer bir kısmı tevkifi olduğunu ileri sürer. Üçüncü bir gurup ise bir kısmının tevkifi, bir kısmının ise içtihadi olduğunu savunur.
Yedi harf (el-Ahrufu’s-Seb’a), lehçe değişiklikleri, yaş farkı ve bilgi seviyesindeki değişikliklerden doğan okuma farkları, bazı lafızlarda ve cümle tertibinde, asıl manayı bozmayacak ihtilaflardan ibarettir. Yedi harf konusu hadislerde de geçmekte olup, “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” hadisi tevâtür derecesine ulaşmıştır. Kuvvetli görüşlere yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dili olabileceği gibi aynı manaya gelen çeşitli lafızların yedi vechi, yani eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzı da olabilir. Yedi vecih ile tarz da kastedilebilir.
Fetihten sonra pek çok kabile Medine’ye gelerek müslüman olduklarını bildirmişlerdi. Bunlar çok kısa süre Medine’de kalıp geri gidiyorlardı. Bu kısa müddette ne öğrenirlerse onunla kalıyorlardı. Bu kişiler eğitim görmediklerinden öğrenmeleri de güçtü. Bu nedenle Kur’ân’ı kendi ifade tarzlarına göre okumalarına müsade edildi. Fakat, bu ruhsat manayı bozmayacak şekildeydi. Bu okuyuşlar Hz. Peygamberden alınmış ruhsatlar idi. Bu durum Hz. Osman dönemine kadar sürdü. Hz. Osman zamanında çoğaltılan metin ile bu farklılıklar giderildi.
Hicrî ikinci asrın sonlarında İslâm alimleri bütün kırâatleri bir araya toplayarak, vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara nisbet ettiler, senedleri açısından sahih ve şazz kırâatlerin arasını belirlemiş oldukları birtakım usûl ve esaslara göre ayırdılar. Sahih kıraatler mütevâtir ve meşhûr iken şazz kıraatler âhâd, müdrec ve mevzûdur.
Sahih kırâatler, sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşmakta olup, bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygundur. Kitâbet bakımından ise, Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlerdir.
Sahih olmayan (Şazz) kırâatler mütevâtir kırâatın üç şartını veya bu şartlardan herhangi birini taşımazlar. Âhâd kırâat, senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman’ın Mushafına veya Arap dili gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir. Müdrec kırâat, Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan ziyâdelerdir. Mevzû ya da apokrif kırâat, tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan uydurma kırâatlerdir.
KUR’ÂN İLİMLERİ
Kur’an ilimleri Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde ifade edilmekte olup nüzulü, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir. Kur’anî ilimler, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve müfredatla Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır. Ez-Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, es-Suyûtî sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini az daha genişleterek biraz daha çoğaltmıştır. İbn Arabî (ö.543/1148) Ku’an’da geçen her kelimenin zâhir, bâtın, had (helal-haram) ve matla’ (va’d-va’îd) olarak dört anlamı vardır diyerek bu ilimlerin sayısının 77540 olduğunu ifade eder.
Kur’an ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmiştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini toplayıcı kapsamları eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser ez-Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.
Kur’an’ın Lafzıyla İlgili İlimler
Üslûbu’l-Kur’ân
Kur’an’ın üslûbu, onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk bakımından kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med yahut kasrların nizâmında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Lafız ve mana dengesi bakımından Kur’an, içerdiği lafızları manayı tam ifade edebilecek bir şekilde kullanmaktadır. Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi, ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi konuların iç içe bulunması, beyân tarzının çeşitliliği de Kur’an’ın üslubunu yansıtan unsurlardır.
Mübhemâtu’l-Kur’ân
Mübhematu’l Kur’an, insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesni ele alan ilimdir. Mübhemâtın belirlenmesinde ilk kaynak Kur’an’dır. Ancak gerek sahâbî ve gerekse tâbiûn müfessirlerlinden isrâiliyata meyledenler, Tevrât’ı da bu alanda kaynak olarak kullanmışlardır. Bir diğer kaynakta tarihtir. Çünkü mübhematla ilgili husuların büyük bir bölümü tarihte geçen olaylar ve o olayların geçtiği mekânlar ve kahramanlardır. Sahabe ve tabiun nakilleri mübhematın belrilenmesinde bir kaynak niteliği taşımaktadır.
Garibu’l-Kur’ân
Garîb sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden Arapçaya giren kelimeler de mevcuttur. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyordu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu. Garîbu’l-Kur’ân ile ilgili ilk faaliyetler sahâbe döneminde başlamıştır.
Vücûh Ve Nezâir
Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela ‘hüda’ kelimesi Kur’an’da 17 farklı anlamda kullanılmıştır. Vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.
Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.
Dolayısıyla, vücûhda teaddüd/anlam çokluğu, nezâirde ise, teşabüh ve ittifak vardır.
Aksâmu’l-Kur’ân
Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise, bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.
Kur’an’daki yeminler Allah’a aittir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki güneş, ay, yıldız v.b. önemli varlıklara yemin etmiştir. Yeminler, tevhid, Kur’an’ın hak bir kitap olduğu, peygamberlerin hak olduğu, ahirette cezânın vâki olacağına dairdir. Yeminler genellikle İslâmiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında çok büyük bir rol oynaması, te’kid maksadına hasıl olması, üzerine yemin edilen varlığın kıymeti gibi cihetlerle Kur’an’da yer almıştır.
Kur’an’ın Anlamıyla İlgili İlimler
Müteşâbihu’l-Kur’ân
Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise: ‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihte zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.’ Müteşâbihlerden dışında kalan ayetlere de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kastedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ihtilafa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.
Eş-Şâtıbî’ye göre müteşabihler mutlak (mahiyetlerini sadece Allah’ın bildiği) ve izafî (rüsûh sahibi âlimlerin anladığı) olmak üzere ikiye ayrılır. Mutlak Müteşâbihler, beşerin gücü dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği müteşâbihlerdir. Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, Rûh, Sûr ve Dâbbetu’l-arz gibi kesin anlamları meçhul olan kavramlardır. İzafî Müteşâbihler ise, kastedilen mananın anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı âyetlerle garib kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip olan müfessirlerin başka konularda olduğu gibi bu konuda da karîneleri doğru tespit ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. İzafî müteşâbihler lafzi ve manevi olarak ikiye ayrılır. Lafzi müteşabihler, lafzın garip ya da müşterek olması durumunda söz konusu iken manevi müteşabihler âyetlerin mana bakımından açık olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Hurûf-u Mukattaa
Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilirler. Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı görüşler mevcuttur. Yine Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağına ilişkin ihtilaflar vardır.
İ’câzu’l-Kur’ân
İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasındadır. Kur’ân’ın icâzı ise onun, bütün insanları kendi benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an ayetlerinin benzerini getirme noktasında beşer âciz kalmaktadır. Fesâhat ve belâğat açısından insanın ona benzer bir söz söylemesi imkânsızdır. Mutezile imamlarından en-Nazzam Allah Teâla’nın Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olduğunu iddia etse de; ehl-i sünnet ulemâsı Kur’an’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmetin icmâ ettiğinden bahisle üç cihetle Kur’an’ın mûcize olduğunu kabul eder: peygamberlere yaşadıkları toplumdaki revaçta olan konulara paralel mucizeler verilmesi yönüyle Hz. Peygambere yaşadığı toplumdaki revaçta olan belağat noktasında mucize verilmesi, Kur’an’ın müşriklere tahaddide bulunması ve tahaddiye rağmen benzerinin getirilememesi.
Kur’an ilim, hüküm ve beyân bakımından beşerin üzerinde bir kitaptır. Nazmı ve te’lifi, gaybî haberler içermesi, beşeriyetin dünya ve ahirete yönelik ihtiyaçlarını karşılaması, fenni mûcizelere işaret etmesi ve bu zamana kadar değiştirilmemesi itibariyle Kur’an mucizedir.
Müşkilu’l-Kur’ân
Müşkil’in manası, karışık ve birbirine zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunmadığını bizzat Kur’an ikrar etmektedir.
Kur’ân’da bulunduğu zannedilen müşkilât; mevzû ihtilâfından, ayetlerin hakiki veya mecâz manaları barındırması, fiilin isnadı, zıt anlamlılık barındıran ifadeler, bir konunun farklı anlatımları gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ancak, Kur’ân müşkillerini gidermek için te’vil ve te’lif yolu ile nesih yolu kullanılmıştır. Esasen ayetlere dikkatlice bakıldığında tezatlık görülmeyecektir.
Münâsebâtu’l-Kur’ân
Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir. Münâsebâtu’l-Kur’ân, âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır. Kur’ân âyetlerinin farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektedir. Ebû Bekr en-Nîsâbûrî (ö.324/936) münâsebet ve münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüş ve bu ilme çok katkısı olmuştur. Ancak kitabi olarak, Kur’ân’ın insicâmı konusunda bu ilme katkı sağlayan en önemli âlimlerden biri er-Râzî (ö.606/1209)’dir. Kur’an’daki anlam bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir. Yine VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır.
Fezâilu’l-Kur’ân
Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şerefi demektir. Hz. Peygamber birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir. Sûrelerin de faziletine dair pek çok hadis mevcuttur. Ancak surelerin faziletleriyle ilgili hadislerin, Kur’an sûrelerinin faziletleri konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan es-Sa’lebî ve el-Vâhidî kanalıyla rivâyet edildiği de iddia edilir.
Tarih İçerikli İlimler
Kısasu’l-Kur’ân
Kıssalar, insanların ahlâkî davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve neticeler üzerinde durmasının yanı sıra önemli tarihsel verileri de içerirler. Asıl önemli olan da bu verilerin ilahi yorumla bize ulaşmasıdır. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırmaktadır. Kıssalar ile Hz. Peygamberin nübüvvetini ispat etmek, Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmek, Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak, İslam’ın evrenselliğini ortaya koymak ve semâvî dinlerin esasta bir olduğunu beyan etmek amaçlanır. Kıssalara bakıldığında, zaman ve mekâna yer verilmediği, genellikle Kur’an’ı muhtelif yerlerinde parçalar halinde anlatıldığı, anlatıldığı yerde maksada hâsıl olacak şekilde ele alındığı ve genellikle o günkü Araplar arasında bilinen kıssalar olduğu görülecektir.
Esbâbu’n-Nüzûl
Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metot, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca amaca ulaştıran her şeye de sebep denir. Nüzul ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manası; Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan sorudur.
Esbâbu’n-nüzûl rivayetleri İçin, “Âyetin nüzul sebebi şudur.”, “Bunun üzerine Allah şu âyeti indiridi.”, “Bu hâdise üzerine şu ayet nazil oldu.” gibi bazı hususî tabirlerin kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. Tefsir âlimleri, nüzûl sebepleriyle ilgili rivayetlerin sıhhatini tespitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:
Hadis ilminin, sahih hadisler için öne sürdüğü şartların bu rivâyetlerde de mevcut olmalı.
Anlatılan olayların, Hz. Peygamber döneminde meydana geldiği tespit edilmiş olacak.
Anlatılan husularla ilgili âyet/sûrelerin muhtevaları arasında bir münasebet bulunacak.
Eğer haber mürsel ise, başka bir mürselle takviye edilecek ve hadis rivâyet etmekle meşhur olan tâbiûn müfessirlerinin birinden nakledilmelidir.
Esbâbu’n-nüzûlün ayetlerin ilahî maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlaması, ayetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunması, müphem ayetlerin anlaşılması, ayetler arasında münasebet kurma, hasr veya tahsis şüphesini ortadan kaldırma bağlamında olumlu etkisi bulunmaktadır. Ancak, ayetleri nüzulüne sebep olan olay ve tarihî şartlarla sınırlı görmek, yorum zenginliğine engel olmak, ortaya çıkan birtakım yeni problemlerin Kur’an’ın genel perspektifi içinde değerlendirilmesini önlemek hususlarında olumsuz etkileri de mevcuttur.
Nâsih-Mensûh
Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak ve bir şeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’i bir hükmü, bir başka şer’i delille kaldırmak yahut önceki tarihli bir nassın, sonraki tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış ayete mensûh, hükmü kaldıran ayete ise nâsih denilmektedir.
Nesih fikri, hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru, müfessirlerin ve fakihlerin anlam itibariyle çelişkili gibi görünen ayetleri uzlaştıramamaları üzerine ortaya çıkmıştır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi Kabul Edenler; Kur’an da yer alan üç ayrı ayetten ve sahabeden yapılan nakillerinden iktibasla bunu kabul ederler. Ayrıca, İki ayet arasında çözülemeyen bir çelişki söz konusu ise aklın neshe müracaatını zaruri görmektedirler. Neshi Kabul Etmeyenler ise; yine Kur’an’a dayanarak ve üzerinde ittifak edilen bir hadisin olmadığını savunarak bunu iddia ederler.
Neshin kısımları; metni mensûh hükmü bâki naslar, metni bâki hükmü mensûh naslar, hem hükmü hem tilâveti mensûh naslar olarak üç guruba ayrılır.
SÜNNET VE HADİS
Sünnet, gidiş ve yol anlamına gelir. Sünnetin usülcüler arasında kazanmış olduğu manâ ise, Hazreti Peygamberden nakledilen söz, fiil ve takrirlerdir. Hadisciler arasında ise usulcülerin verdiği manâdan daha umumi olarak, Hz. Peygambere peygamberlik gelmeden önce, onun dini veya gayri dini söz, fiil ve takrirlerinin hepsini içine alır. Bu anlamıyla sünnet, hadisin karşılığıdır.
İslam dininin inkişafında ve onun kısa bir zaman içerisinde bütün Arap ülkesine yayılmasında sünnetin büyük rolü olmuştur. Sahabe, Hazreti Peygamber devrinde, İslam dinine taalluk eden meseleleri, Kur'ânı Kerim’den, Peygamber vasıtasıyle alıyordu. Bazı nazil olan ayetlerin mücmel olması, Hz. Peygamberin açıklamasını ve ifade etmek istediği manânın iyice ortaya konulmasını gerektiriyordu. Mesela namazın kitapta farz olduğu işlenirken, onun nasıl eda edilmesi gerektiği detaylarıyla Hz. Peygamber tarafından vuzuha kavuşturuluyordu. Hazreti Peygamber, Kur'ân-ı Kerimde mücmel olarak zikredilen bu ayetleri, ilahi emirle Müslümanlara açıklamış ve açıklanan şekilde onların amel etmelerini istemiştir. Hz. Peygamberin gerek müşküllerin hallinde ve gerekse sahabenin, izahına ihtiyaç duyduğu bir çok ayetin tefsirinde ileri sürmüş olduğu fikir ve beyanlar, sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücut bulmasına vesile olmuştur. Dolayısıyla, Hz. Peygamber henüz hayatta iken, sahabenin, dini müşkillerinin anahtarı olarak geniş bir hadis külliyatına sâhip olduğu anlaşılır.
İlk sahabîler arasında hadis ve sunnet'in değeri çabuk anlaşılmıştır. Ashab, Hazreti Peygamberden duymuş olduğu herhangi bir sözü veya görmüş olduğu herhangi bir fiili, kendi aralarında daima müzakere etmiş ve günlük hayatlarını bu söz ve fiilin ifade ettiği manâya intibak ettirmeğe çalışmıştır. Onların, sünnet ve hadise karşı gösterdikleri bu yakın ilgi, hadis külliyatının süratle teşekkülünde büyük bir âmil olmuştur. Hazreti Peygamberin hayatında teşekkül etmeye başlayan bu külliyatın, ilk sahabilerin elinde yazılı olarak bulunmadığı ve fakat hâfızalarda tutulduğu bir gerçektir. Hazreti Peygamber henüz hayatta iken, Abdullah İbn Amr gibi yazı bilen bazı sahabiler ve Hazreti Peygamberin vefatından sonra yazı yazmasını öğrenmiş olan pek çok sahabi, ondan işitmiş oldukları hadisleri yazmışlar ve sahifelerde toplamışlardır. Abdullah ibn Amr’ın yanı sıra, Cabir ibn Abdullah, Ebu Hureyre, Ali ibn Ebi Talib, Semura ibn Cundeb, Enes ibn Mâlik meşhur hadis ravilerindendir.
HADİS RAVİLERİ
Sahabe
Usül kitapları, sahabileri, rivayet ettikleri hadis sayısına göre iki gruba ayırmışlardır. Birinci grupta, çok sayıda hadis rivayet eden sahabileri zikretmişlerdir ki, bunların başında Ebu Hureyre gelir. Süyuti’nin Tedribu'r-ravi’de verdiği bilgiye göre, bu meşhur sahabi 5374 hadis rivayet etmiştir. Ebu Hureyre'den sonra, rivayet ettiği 2630 hadisle Abdullah İbn Ömer ibn Hattab gelir. Bunu, sırasıyla 2286 hadisle Enes İbn Malik, 2210 hadisle Hazreti Aişe, 1660 hadisle Abdullah İbn Abbas, 1540 hadisle Câbir İbn Abdillah, 1170 hadisle Ebü Said el-Hudri takip eder.
Tabiun
Hadisler, sistemli bir şekilde, tabiun tarafından toplanmış ve yazılmıştır. İslami ilimler ve bilhassa hadis sahasında en meşhur tabi'iler şunlardır: Mekke'de: Abdullah İbn Abbas'ın kölesi Ikrime (O. 105), Atâ İbn Ebi Rabah (Ö. 115), Ebu'-z-Zubeyr Muhammed İbn Muslim (O. 128) . Medine'de: Said İbnu'l-Museyyib (Ö. 93), Suleymân İbn Yesâr (Ö. 93), Urve İbn Zubeyr (Ö. 94), Salim İbn Abdillah İbn Ömer (Ö. 106), el-Kâsım İbn Muhammed İbn Ebi Bekr (Ö. 112), Abdullah İbn Ömer ibn Hattab'ın kölesi Nafi` (Ö. 117), İbn Şihab ez-Zuhri (Ö. 124), Ebu'z-Zinâd (O. 130). Alkame İbn Kays en-Nandi (Ö. 62), İbrahim en-Nandi (Ö. 96), Amir İbn Surahil (Ö. 104). Basra'da: El-Hasan el-Basri (Ö. 110), Muhammed İbn Sirin (Ö. 110), Katâde (Ö. 117). Şam'da: Kabisa (O. 86), Ömer İbn Abdi'l-Aziz (Ö. 101), Mekhül (Ö. 118). Yemen'de: Tâvûs İbn Keysân (0.106), Vehb İbn Munebbih (O. 110).
Hadis Ravilerinde Aranan Şartlar
Hadis rivayet eden ravilerin şahıslarında, rivayet ettikleri hadislerin kabul edilebilmesi için bazı şartlar aranır. Bu şartlardan herhangi birisinin o râvide bulunmaması, hem ravinin zayıf addedilmesine hem de rivayetinin reddine sebep olur. Bunun için, ravi adaletli, yani, din işlerinde tam istikamette ve fısk ve fücurdan uzak olmalıdır. Öte yandan, râvinin müslüman olması, akıl-baliğ olması gereklidir.
Hadis Ravilerinin Cerh Ve Ta’dili
Hadis ravilerinin cerh ve ta`dili, hadis ilminin en mühim kısımlarından birini teşkil eder. Çünkü, hadislerin sahih olanı ve olmayanı ile makbul ve merdudu, onları rivayet edenlerin hal ve meşreblerinin tesbit edilmesiyle bilinir. Bu bakımdan ilim ehli, râvilerin cerh ve ta’dilinin, müslümanlar üzerine farz olduğunu açık bir şekilde beyan etmişlerdir. Sahabe döneminde başlayan bu faaliyet esasen tabiun devrinin sonlarına doğru, hadis ricali arasında ehil olmayanların, işittikleri hadislerin râvilerini zikretmeksizin onları mürsel olarak rivayet edenlerin, veya, mevkufu merfû, merfuyu mevkuf yapanların çoğalması, cerh ve ta’dil faaliyetini artırmış ve böylelikle yüzlerce hadis râvisinin güvenilir olmadığını ortaya çıkarmak suretiyle hadislerin ifsad edilmesi mümkün mertebe önlenebilmiştir. Bir hadis râvisinin, bir veya iki hadis imamı tarafından cerh, bir veya iki hadis imamı tarafından da ta`dil edilmesi halinde, birincisi kabul edilir ve hüküm ona göre verilir. Bir hadis râvisi, kalabalık bir hadis imamı tarafından ta`dil, buna mukabil, daha az imam tarafından cerh edilmişse, hüküm yine cârihlerin sözlerine göre verilir.
Cerhe sebep teşkil eden haller: fâsık ve sefih olma, yalancı olma, zındık olma, bid'at ehlinden olup halkı kendi yollarına davet etme, rivayet ettikleri hadislerde fazla hata yapma, telkine maruz kalma, hayatlarının sonlarına doğru ihtilâta maruz kalma, kitaplarının kaybolması üzerine başkalarının kitaplarından rivayet etme ve fakat ne rivayet ettiklerini bilmeme halleridir.
İbn Ebi Hâtim ve ibnu's-Salah'a göre ta`dile delâlet etmek üzere kullanılan tabirler şunlardır: a . Bir kimse hakkında, sika veya mutkın denildiği zaman, onun tarafından rivayet edilen hadislerin hüccet olarak kullanılacağı anlaşılır. Sebt, hücce, hafız ve zâbıt tabirleri de aynı anlamda kullanılmıştır. b. Bir kimse hakkında, “sadıklardan” veya “sıdk yeri” denilirse, hadislerinin tetkik edilmek üzere yazılabileceğine delâlet eder. c. Bir kimse hakkında, şeyhun denilirse onun da hadisi itibar amacıyla yazılır. Ancak, bu mertebe, daha öncekilerin aşağısındadır. d. Bir kimse hakkında, salihu'l-hadis denilirse hadisi itibar için yazılır.
Cerhte kullanılan tabirlere gelince: a ) Bir kimse hakkında, leyyinu'l-hadis denildiği zaman bu, hadislerinin itibar için yazılabileceğine delâlet eder. b ) Bir kimse hakkında leyse bi-kaviyyin denilirse, râvinin hadislerinin yine itibar için yazılabileceğine delâlet eder. Ancak, onun aşağısındadır. c) Bir kimse hakkında da`ifu'l-hadis denilirse, bundan öncekilerin aşağısında olmakla beraber, yine hadisleri itibar için yazılır. d) Fakat metruku'l-hadis veya zahibu'l-hadis ya da kezzâbun denilirse, o kimsenin hadislerine itibar edilmez. Bu derece, cerhin en aşağı derecesidir.
HADİSLERİN ALINMASI
Medine, hadis ve sünnetin de intişar ettiği bir şehirdi. Sahabenin büyük bir kısmı burada oturuyor, Hazreti Peygamberden işitmiş oldukları hadisleri burada toparlayıp aralarında müzakere ediyorlardı. Bu bakımdan Medine'ye Dâru's-sünne adı verilmişti. Fetihlerin çoğalması ve yeni İslam devleti hudutlarımn genişlemesi, sahabilerin büyük bir kısmının diğer ülkelere dağılmasına vesile oldu. Bunların bir kısmı, halifeler tarafından muallim olarak gönderildiği gibi, bir kısmı da ordu içerisinde vazifeli olarak veya sair devlet işleri için Medine’den ayrılmışlardı. Bu nedenle hadis öğrenmek isteyenler, hadis kaynaklarını daha geniş ve dağınık bir coğrafya içerisinde aramak zorunda kalmışlardır. Bu da, bir tek hadis için bile olsa, uzun ve meşakkatli seyahatler sonucu hadislerin toplanmasına yol açmıştır.
Hadisler sema yoluyla alınarak yazıya geçiriliyordu. Bundan ayrı, talebenin şeyhine hadisleri kıraat yoluyla arz etmesi, icazet yoluyla şeyhin muayyen talebelere rivayet için vermesi, şeyhin uzakta ya da yakındaki talebeler ile mukatebesi, i’lam yoluyla şeyhin kitabını talebeye bildirmesi, vasiyet yoluyla şeyhin kitaplarını aktarması, vicade yoluyla bir hadis kitabının bulunması yollarıyla hadislerin alınması ve rivayeti gerçekleşiyordu.
Hadis Rivayeti Ve Şartlari
Hadis rivayetinin sahih olabilmesi için bazı şartlar ileri sürülmüşse de, bu şartlar üzerinde tam bir ittifak olmamıştır. Hadiscilerden bazıları rivayete önem verirken, diğer bazıları daha esnek davranmıştır. Mesela Malik İbn Enes, Ebû Hanife ve Ebû Bekr es-Saydalâni eş-Safi`i, hafızadan rivayet edilmeyen hadislerin, dinde hüccet olarak kullanılamayacağını ileri sürerken, diğer bazıları ise ellerinde bulunan kitaptan rivayet etmiş olmalarının yanı sıra, bu kitabın, asıl nüsha ile mukabele edilip edilmediğine bile ehemmiyet vermemişlerdir.
Hadis rivayetinin sahih olabilmesi için bazı usul şartları vardır: a) Ravinin gözleri görmeli (bununla ilgili ihtilaf vardır.). b) Râvi, hıfzetmiş olduğu bir hadisi, kitabında değişik bir şekilde bulursa, hadisi kitaptan mı yoksa şeyhin ağzından mı hıfzettiğini araştırmalıdır. c) Eğer râvi, kitabında, şeyhinden işittiğini hatırlayamadığı bir hadis bulursa, hadisi rivayet etmemelidir. e) Ravi, rivayet ettiği hadislerde lâhn ve tashif yapmamaya dikkat etmesi gerekir. f) Ravi, bir hadisi iki veya daha fazla kimselerden işittiği zaman, eğer bu hadisler arasında lafız bakımından bazı farklar olmakla beraber, manâ bakımından herhangi bir değişiklik yoksa, hadisi bir tek isnad altında nakleder ve hadisin lafzının hangi râviye ait olduğunu ayrıca belirtir. g) Râvinin, şeyhinden sonraki râvilerin isim ve neseblerinin zikri hususunda şeyhine tâbi olması gerekir. Hadisin önce metnini sonra isnadını vermek ya da isnadın yarısını metnin başında diğer yarısını da metinden sonra nakletmek umumiyetle tecviz edilmiştir. Ravinin, isnadıyla birlikte hadis metninin ancak bir kısmını işittiği halde tamamını rivayet etmesi umumiyetle tecviz edilmemiştir.
İsnad
Hazreti Peygamberin her hangi bir konu hakkındaki beyanı işitilip nakledildiği zaman, haberin dikkati çeken hususiyeti dikkate alınmadan, doğruluk derecesi araştırılmış ve onu nakleden şahsa, bunu kimden işittiği, hangi yolla ve nasıl aldığı sorulmuştur. Bir başka ifade ile, haberciden, haberinin doğruluğuna dair itimat edilebilecek bir sened istenmiştir. Aynı zamanda kullanılan isnad kelimesi, iştihar eden anlamıyla "hadis metnini, kaynağına kadar ulaştırmaktır" olarak tanımlanmıştır. Haberin kaynağına kadar, nakiller yolu ile ulaşma metodu, İslamiyetin zuhurundan sonra tatbik edilmiş olması bakımından sadece müslümanlara has bir metottur.
HADİSLERİN TAKSİMİ
Hadisler, metin ve isnâd bakımından, ya makbul yahutta merdûd sayılır. Bazı usülcülerle kelâm âlimleri, Hazreti Peygamberden ya da başka kanaldan da gelse, bütün haberleri iki kısma ayırmışlar ve birinci kısma mütevâtir, ikinci kısma da âhâd demişlerdir. Tevatür derecesine vâsıl olmayan bütün haberler, ahad haberden sayılmış ve bunlar da ayrıca meşhur, aziz ve garib olmak üzere üç kısma taksim edilmişlerdir. Hadisçiler, sahîh , hasen ve zayıf olmak üzere, hadisleri üç kısma ayırdıkları zaman aslında ahad haberi taksim etmişler, mütavitiri ise bu taksimlerin içerisine almamışlardır. Çünkü Hazreti Peygamberden tevatür derecesinde nakledilmiş olan bir hadisin gerek metni gerekse isnâdı veya râvileri hakkında tartışmaya gerek görmemişlerdir.
Mütevatir Hadisler
Hadisciler arasındaki tanıma göre mütevâtir; aklın, yalan üzerine ittifak etmelerini kabul edemeyeceği kalabalık bir cemaatin, yine aynı şekilde kalabalık bir cemaatten rivayet ettikleri hadislerdir. Bu bakımdan mütevâtir bir haberin aksi iddia edilmez.
Mutevâtir hadisler, ya lafzi ya da manevi olurlar. Mutevâtir lafzi, isnadın başında, ortasında veya sonunda olmasına bakılmaksızın, bir hadisin bir kalabalık tarafından rivayet edilmesidir . Mutevâtir manevi, lafzi mutabakatı olmayan ve manâ üzere rivayet edilen hadislerdir.
Sahih Hadisler
Adalet ve zabt şartlarına sahip râvilerin, Hazreti Peygambere kadar uzanan muttasıl bir isnâdla rivayet ettikleri, şâz ve illetten bağımsız müsned hadislerdir. Sahih hadisler, lizatihi ve ligayrihi olmak üzere iki kısımda ele alınmıştır. Kütübü Sitte'nin en güvenilir iki kitabı olan el-Câmi`u's-Sahih'ler, sahih hadisler için birer asıl olmuş ve onların taksimi hususunda bazı hadiscilerin kaynağını teşkil etmiştir.
Hasen Hadisler
Adalet şartını hâiz olmakla beraber zabt yönünden, sahih hadis râvilerinin derecesine ulaşamayan kimselerin, muttasıl isnâdla rivayet ettikleri şaz ve illetten bağımsız hadislere hasen denilmiştir. El-Câmi isimli meşhur hadis eserinde, hasen tabirini sık sık kullanan Ebu İsa et-Tirmizi (209-273) hasen hadisleri şöyle tarif etmiştir: İsnadının başından sonuna kadar, yalancılık ile itham olunmayan ravilerin muhtelif yönlerden rivayet ettikleri şaz olmayan hadislerdir. Hasen hadisler de, lizatihi ve ligayrihi olmak üzere iki kısımda mütalaa edilmişlerdir. Tirmizi’nin hadis kitabı, hasen hadisler bakımından bir asıl olarak zikredilmiştir.
Zayıf Hadisler
Sahih ve hasen sıfatlarından hiç birisini veya bazısını ihtiva etmeyen hadislere zayıf denilmiştir. Zayıf hadis kısımlarından biri ve en meşhuru mürsel hadislerdir. Mürsel, tâbiunun, sahabeyi atlayarak, doğrudan doğruya Hazreti Peygamberden hadis nakletmesidir. Ancak bunun üzerinde ihtilaflar mevcuttur. Bazı hadisciler, sahabeden sonra bir veya bir kaç râvi isnâdtan düşmüş olursa onlara da mursel demişlerdir. Bu ikinci tarif üzerinde daha ziyade fıkıh âlimleri ittifak etmişlerdir. Fakat hadisçiler de, fıkıhçılar da mürsel hadislerin dinde hüccet olarak kullanılmasını kabul etmemişlerdir.
Munkatı hadis ise, isnâdinda bir râvisi düşen veya müphem bir râvi zikredilen hadislerdir. Bunlar da mursel hadisler gibi, isnâdlarındaki inkıtâdan dolayı zayıf hadislerden sayılırlar. Bu inkıta, mursel hadislerde sahabinin düşmesiyle vücuda geldiği halde munkatı hadislerde tâbri veya ondan sonraki halkalardan birinde olabilir.
Mu’dal hadisler, isnâddan, ardarda iki râvinin düşmesidir. Bu bakımdan mu`dal, munkatı hadisin bir türüdür. Ancak, zaafiyet bakımından, ondan daha aşağıdadır.
Müdelles hadisler, bir râvinin, mulâki olduğu şeyhten işitmeden, ya da muasırı olmakla beraber mulâki olmadığı şeyhten işitmiş gibi rivayet ettiği hadislerdir.
Mu’allel hadislere ma`lül de denilmiştir. Zâhiren sahih olmakla beraber, bu sıhhati yok edebilecek gizli bir illete sahip olan hadislere bu isim verilmiştir. İllet, ya hadisin metninde ya da isnadında bulunur. Bu illet keşfedilinceye kadar, sahih hükmünü taşır. Ancak, illetin keşfinden sonra mu'allel veya ma’lül olur.
Muztarib hadisler, bir ya da birden fazla râvilerden, birbirine muhalif şekillerde rivayet edilen ve aralarında, ravilerin adalet ve zabt yönlerinden eşit derecelerde olmaları dolayısıyla her hangi bir tercih yapılamayan hadislerdir. Bu çeşit hadislerin zayıf hadisler arasında yer almasının sebebi, onların birbirine muhalif şekillerde rivayetine sebep olan ravilerinin zabt veya hafızaları üzerinde beliren şüphe ve tereddütlerdir.
Maklub hadisler; isnadında, bir veya bir kaç râvinin isim veya nesebleri ya da metninde bazı kelimeleri, bilerek veya bilmeyerek değiştirilmiş hadislerdir.
Şâz hadislere gelince; hadis istılâhında şâz, değişik şekillerde tarif edilmiş ve hadisciler arasında, bu hususta bazı ihtilâflar olmuştur. Bu ihtilâflar başlıca iki noktada zuhur etmiştir: İnfirad ve muhalefet. El-Hâkim'e göre şâz, sika olan râvinin, tek olarak rivayet ettiği hadistir ve bu sikaya başka hiç bir kimse bu rivayette ona tâbi olmamıştır.
Münker hadisler, bir tek râviden gelen ve bu râviden başka tariki bilinmeyen hadislerdir.
Metruk hadisler, hadis rivayetinde yalancılıkla ittiham olunan, ya da söz ve fiillerinden fâsık olduğu anlaşılan, ya da vehim ve gafleti çok olan kimselerin rivayet etmiş oldukları hadislerdir.
Mevkuf hadisler, sahabeye ait söz, fiil ve takrirlere denilmiştir.
Maktu hadisler, tabiuna ait söz fiil ve takrirlerdir. Sahabenin ve tabiunun söz, fiil ve takrirleri dinde hüccet olarak kullanılmamaktadır.
Sahih, Hasen Ve Zayıf Arasında Müşterek Hadis Nevileri
Sahih, hasen ya da zayıf bütün hadisler, metin ve isnâdlarına göre müşterek isimler alırlar. Bunlardan her hangi birinin bir hadise atfedilmesi, o hadisin sıhhati veya zaafiyeti üzerinde etki etmez.
Müsned hadisler isnadı, başından sonuna kadar muttasıl olan ve merfu olarak rivayet edilen hadislerdir.
Merfu hadisler; söz, fiil ve takrir olarak hassaten Hazreti Peygambere izafe olunan ve isnadı muttasıl veya munkatı olan hadislerdir.
Muttasıl hadisler, merfu veya mevkuf olan, isnâdı muttasıl olan hadislerdir.
Mu'an`an hadisler, hadisin hangi yollarla alındığını tasrih etmeksizin râvinin, “fulân an fulân” diyerek rivayet ettiği hadislerdir.
Mu'en'en hadisler, isnadinda "haddesenâ fulân enne fulânen kâl" denilerek rivayet edilen hadislerdir.
Mu’allak hadisler, isnâdının başından bir veya sıra ile daha fazla ravinin hazfedilerek "kale fulan" veya "zekere fulan" gibi kesinlik ifade eden ya da "yurva," "yuzkar", "yuhka" ve "hukiye an fulan" gibi yarı kat'i ifadelerle rivayet edilen hadislerdir.
Mudrac hadisler, metninde veya isnadında, hadisin aslından olmayan ziyadeleri muhtevi hadislerdir.
Meşhur hadisler, en az üç tariki bulunan, ancak mütevatir derecesine ulaşmayan hadislerdir.
Mustefiz hadisler, hadisçilerin meşhûr için verdikleri tariftir.
Garib hadisler, hangi tabakadan olursa olsun, bir ravinin rivayet ettiği haberle teferrüd etmesi halinde, onun haberine garib denilmiştir.
Aziz hadisler, her hangi bir tabakada en az iki veya üç râvinin rivayetleriyle teferrüd ettikleri habere denilmiştir.
Musahhaf hadisler, metin veya isnâdında, bazı râviler tarafından yapılmış tashif ve tahrifatı ihtiva eden hadislerdir.
Müselsel hadisler, isnâdındaki ricalin, bazan râvinin, bazan da rivayetin sıfat ve hallerini aynen devam ettirerek naklettikleri hadislerdir.
Âlî hadisler, senedlerindeki ricalin azlığı dolayısıyle Hazreti Peygambere yakın olarak rivayet edilen hadislerdir.
Nazil hadisler, Ali hadislerin mukabili olarak rivayet edilen hadislerdir.
Ferd hadisler, bir râvinin, rivayetiyle bütün râvilerden teferrüd ettiği hadislerdir.
Mutabi hadisler, ferd olarak bilinen bir hadisin râvisine, güvenilir olan ve rivayeti kabul olunan bir başka râvinin mutabaat ederek diğerinin şeyhinden rivayet ettiği aynı hadislerdir.
Şâhid hadisler, mutâbaat hadislerle aynı manâda kullanılmıştır.
Mevzû Hadisler
İslâm dinine karşı olanların yanı sıra, mensub oldukları siyasi fırka ve hizipleri, fıkhi mezhepleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, beldelerini, peşinden gittikleri imamlarını medhetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, câmi ve mescidlerde vazettikleri cemaatin teveccühüne nâil olmak, halkın, dini emir ve yasaklarına karşı rağbetini artırmak amacıyla din düşmanlarının, yalancıların ve cahillerin uydurdukları, sonra bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis râvilerinden düzdükleri isnâdlar ekliyerek hadismiş gibi, Hazreti Peygambere iftira ile isnad ettikleri yalan sözlere mevzû denilmiştir.
“Usul” kelimesi, kök, esas, kaide anlamına gelen “asl” kelimesinin çoğuludur. Usûlü’l-fıkh ise, icmâlî delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek demektir. İcmâlî deliller dinî hükümlerin meşruiyet kaynağını teşkil eden delillere toplu bakışı, fıkıh istinbatına ulaştıran kaideler de bu delillerden fıkhî hükümlerin çıkarılmasında izlenecek metotları ifade eder. Fıkıh usulü ile delillerden hüküm elde etme yollarının bilinmesi amaçlanır. Istılahta ise fıkıh usulü; şer'î hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.
ŞER’İ DELİLLER
Şer’i delillerin ilki Kur’an-ı Kerimdir. Kitapta, güzel fiillerin yapılmasını emredilmiş ve farz, vacip hükümlerin ihlal edilmesi yasaklanmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de hükümler itikadi, ahlâkî ve amelî-fıkhî hükümler olmak üzere üç kısımdır. Bunlardan, fıkıh ve fıkıh usûlü ilimlerinin konusu olan amelî-fıkhî hükümlerle ilgili 500 ayet bulunmakta olup, ibâdetler ve muamelat olmak üzere iki başlık altında toplanır.
Sünnet
Sünnet, Kur'ân’dan sonra bir teşrî kaynağı olarak kabul edilmiştir. Sünnet, Kur'an'ın müphem ve mücmellerini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder. Kur'an'da asılları sabit olan konuların hükümlerini tamamlayıcı mahiyette açıklamalarda bulunur. Kur'an'da olmayan bir kısım hükümleri de açıklar.
İcmâ, Hz. Peygamberden sonra İslam müctehidlerinin amelî bir meselenin şer’î hükmü üzerinde, ittifak etmeleridir. İcmâ; bir kısım şer'î hükümlerde, ibâdetlerde ve hukuki meselelerde cari olup, itikat konularında icmâ sabit olmaz. Yine, aklî konularla dinî olmayan konularda da icmâ tahakkuk etmez. İcmanın olabilmesi için bütün müctehidlerin ittifakının olması ve bir asrın geçmesi gerekir. İcmada, müctehidler şer'î bir delile daynmak zorundadırlar. Bu delil, haber-i vâhid veya kıyas olabilir. İcmâ, azimet veya ruhsat ile gerçekleşir. Azimet yolu ile mün'akıd olan icmâ'a "Sarîh icmâ" "Kavlî icmâ", "Amelî icmâ" ruhsat yoluyla mün'akıd olanına da, "Sükûtî icmâ" denir.
Kıyas "iki bilinen şeyden birinin nassla sabit olan hükmünü, aralarındaki müşterek illetten dolayı diğerinde de ictihâd ile izhâr etmektir" diye tarif edilmiştir. Kıyas, alimlerin çoğuna göre şer'î hücettir. Bir mes'elenin şer'î hükmünü kıyas yoluyla istihraç edebilmek için o hususta nass ile sabit olan şer'î hükmün bulunması gerekir. Kıyas; nassda ifade edilen illetin yeri bulunarak, illet araştırılırken onunla ilgisi bulunmayan vasıfların ayıklanmasıyla ya da illetin istinbât yoluyla ortaya çıkarılması ile tatbik edilir.
İstihsan lügatta bir şeyi “güzel” saymak manasına gelmektedir. Istılahta müçtehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icma, zaruret, gizli kıyas, örf veya maşlaha gibi bir delile dayanak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir. İstihsan, ya iki kıyas arasında tercih yapmaktır ya da bir meseleyi kuraldan istisna etmektir. İstihsan; nass, icmâ, zaruret, kapalı kıyas, örf ve maslahat sebepleriyle yapılır.
İstihsan, bütün imamlar nezdinde muteber bir delildir. İstihsandan söz edilebilmesi için, bir mesele hakkında o meselenin benzerlerine verilen bir hüküm bulunması, fakat bir delile dayanılarak o hükümden istisna yapılması ve meseleye o hükmün aksine bir hüküm bağlanması gerekir.
Sözlük anlamı itibariyle "istishâb" musahabe kelimesinden alınmıştır. Musahabe, birlikte olmak ve ayrılmamak demektir. Usulcülerin dilinde ise İstishâb, "geçmişte sabit olan bir durumun, değiştiğine dair delil bulunmadıkça hâlihazırda varlığını koruduğuna hükmetmek" anlamında kullanılır. Buna göre, daha önce varlığı bilinen bir durumun devam edip etmediği hususunda tereddüt duyulursa, istishâb yoluyla bu durumun varlığını koruduğuna hükmedilir. Daha Önce var olmadığı bilinen bir durumun daha sonra meydana gelip gelmediği hususunda tereddüt duyulursa, istishâb yoluyla bu durumun halen mevcut olmadığına hükmedilir.
İstishâbın üç türü vardır: a) Aksine delil bulunmadıkça, bir eşyadan faydalanma veya bir davranışta bulunmanın mubah olduğuna hükmedilmesi istishabı. Buna "ibâha-i asliyye istıshabı" denir. b) Delil bulunmadıkça sorumlu tutulmama istishâbı (Berâet-i asliyye istıshabı). c) Sebebi ortadan kalkmadığı sürece, şer'an varlığı kabul edilen hükmün sabit sayılması istıshâbı kısaca "vasıf istıshâbı". İstıshâb, olanı olduğu gibi bırakma hususunda hüccettir, olmayanı var kabul etmek için hüccet değildir. Bir olayda istıshâba başvurulmadan Önce, olay hakkında Kitab, Sünnet, icmâ veya kıyasta özel bir delilin bulunup bulunmadığının araştırılması gerekir. Bunlardan birinde özel delil bulunursa ona göre hükmedilir; ancak özel delil bulunmadığı zamandır ki müctehid istıshâba göre hükmedebilir. Yani istıshâb, şer'î deliller arasında en son başvurulacak delildir.
Mesalih-i Mürsele
Mesâlih-i mürsele, hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren; fakat muteber veya geçersiz sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan manalardır. Zarurî maslahat, nefsi, malı, aklı, dini, nesli muhafaza maslahatıdır. Hâcî maslahat insanların zaruret derecesine varmayan ihtiyaçları dolayısıyla olan maslahattır. Bey'bi'l-vefa, istisna, selem gibi akitler bu ihtiyaçları gidermek maksadıyla tecvîz edilmiştir. Tahsini Maslahatlar, bir zaruret, bir ihtiyaçtan dolayı olmayıp mücerred güzeli, en uygununu seçmek cinsinden olan, bir hükmün varlığını yokluğuna tercih eden maslahattır
Örf, insanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler veya duyulduğunda hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanılmayı teamül edindikleri lâfızlardır. Ameli ve kavli olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar da "âmm" ve ‘'hâss" kısımlarına ayrılırlar. Örf-i amm, herhangi bir devirde bütün Müslüman ülkelerde halkın bir davranışı veya bir lâfzın özel bir anlamda kullanılmasını âdet edinmesidir. Örf-i hâss ise, belirli bir ülke yahut bölge halkının veya belirli bir çevrenin bir davranışı veya bir lâfzın özel bir anlamda kullanılmasını âdet edinmesidir.
Şer'î delillere ve çevrenin yahut âdetlerin değişmesine göre değişmeyen şer'î hükümlere aykırı olan örf Fasit Örftür. Şer'î delillerden ve İslâm hukukunun temel kurallarından birine aykırı olmayan örf ise Muteber Örftür.
Örf; muamelelerin tümünde veya büyük çoğunluğunda uygulanıyor olması, söz konusu hukuki işlemin kuruluşu esnasında veya söz konusu durumun bulunduğu sırada mevcut olması, açık bir irade beyanı ile çatışmaması ve kesin bir şer’i delile yahut İslam hukukunun ilkelerine aykırı olmaması durumlarında geçerlidir.
Örf, gerek teşrî gerekse yargı ve fetva açısından İslâm hukukunun verimli kaynaklarından birini teşkil etmektedir.
Münferit Sahabe Kavli
Sahâbî kavlinin, re'y ve içtihad ile kavranamayacak bir konuda olması halinde, bunun kaynak olduğunu ve ona göre amel etmek gerektiğini bütün bilginler ihtilafsız kabul ederler. Zira böyle bir durumda ilk ihtimal, sahâbî kavlinin Hz. Peygamber'den duyulan bir bilgiye dayanmış olmasıdır. O halde bu bir nevi Sünnet sayılır. Bazı alimler sahabe kavlini kaynak saymazken, bazıları da Kitab, Sünnet ve icmâda hüküm bulunmadığı zaman sahabî kavlini bağlayıcı bir kaynak olarak saymıştır.
Şer’u Men Kablena- Geçmiş Ümmetlerin Şeriatı
"Şer'u men kablenâ”dan maksat, Allah'ın islamdan önceki toplumlar için koyduğu ve hükümlerdir. Önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümler, Kur'ân-ı Kerîm'de veya Hz. Peygamber'in Sünnetinde yer almayanlar ve Kur'ân-ı Kerîm'de veya Hz. Peygamber'in sözlerinde zikri geçen hükümler olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi Müslümanlar için bağlayıcı iken ikincisinde mensuh olanlar, geçerli olanlar ve zikri geçen ancak mensuh olduğuna dair bilgi olmayanlar vardır.
11-Seddi Zerayi
Zerai sözlükte iyi olsun kötü olsun başka bir şeye ulaştıran vasıta demektir. Usul terimi olarak da çok, şer’an yasaklanmış sonuca götüren vasıtayı ifade etmek için kullanılır. Sedd-i zerai, mefsedete götüren yolların yasaklanması anlamındadır. Mesfedet de şer’an yasaklanmış haram veya mekruh durumları ifade eder. Sedd-i Zerâi şer’an yasak sonuca yol açması sebebiyle aslen caiz olan fiillerin yasaklanmasıdır. Mefsedete götüren fiiller, mahiyeti itibariyle mefsedete götüren ve mahiyeti itibariyle mefsedete götürmeyen fakat mefsedete yol açan bir sonuca vasıta teşkil eden fiiller olmak üzere iki kısımdır.
Hüküm ve Kısımları
Hüküm
Fıkıh ilminde hüküm, "bir şey üzerine terettüp eden eser ve netice" demektir. Hüküm teklîfî ve vad'î olmak üzere iki kısma ayrılır.
Teklifi hüküm
Mükellefin fiilleriyle ilgili olan hitapların birer eseridir. Bu hükümler bir işin yapılmasını veya yapılmamasını talep etmeyi veya iki şey arasında yapıp yapmamada muhayyer kılmayı gerektirir. Teklifi Hükümlerin Vâcib, Mendûb, Haram, Mekruh ve Mubah olmak üzere beş türü bulunmaktadır.
Mendûb,
Şâri'in, yapılmasını bağlayıcı olmaksızın istediği ve yapılmamasını kötülemediği fiildir. Fiilin yapılmasının istendiğini gösteren ifade bağlayıcılık taşımaz veya bağlayıcı bir ifade olur ama onun bağlayıcılık niteliğini kaldıran karine bulunur. Bu karine, bir nass veya İslâm hukukunun genel kaidelerinden biri olabilir; fiilin terkine ceza bağlanmaması gibi başka bir karine de olabilir. Mendûb'a nafile, sünnet, tatavvu, müstehab, fazilet, ihsan adları da verilmiştir. Mendubun Sünnet-i Müekkede, Sünnet-İ Gayr-ı müekkede ya da sünnetü'z-zevâid gibi dereceleri de vardır.
Şâri'in, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiildir. Haramın, Lizâtihi haram ve ligayrihi haram olmak üzere iki türü vardır. Lizâtihi haram, Şâri'in, geçici bir sebebe binaen olmaksızın baştan itibaren ve temelden haramlığına hükmettiği fiildir. Zina, hırsızlık, ölü eti satma gibi. Liğayrihi haram, esasen meşru olduğu halde, haram kılınmasını gerekli kılan geçici bir durumla ilişkili olan fiildir. Meselâ bayram gününde oruç tutmak böyledir.
Şâri'in, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir. Bir başka ifade ile mekruh, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan davranıştır. Hanefîlere göre mekruh, Şâri'in zannî bir delille yapılmamasını istediği şeydir. Hanefîler mekrûh'u iki kısma ayırırlar. Tahrîmen mekruh, Bu İmâm Muhammed'e göre haram hükmündedir. Tenzîhen mekruh. Fakîhlerin çoğunluğuna göre mekruh işleyen kimse kınanmaz. Hanefîlere göre tahrîmen mekruhu işleyen kimse kınanır. Onlardan kaçınanlar ise övülür.
Şâri'in, mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiildir. Mubahın yapılmasında da yapılmamasında da sevap veya günah yoktur. Mubah liaynihi, Mubah ligayrihi diye ikiye ayrılır.
Allah'ın, mükelleflerin hepsi için bütün durumlarda bağlayıcı genel bir kanun olmak üzere baştan koyduğu hükümler demektir. Oruç, zekât, hac ve Allah'ın kullarım mükellef kıldığı diğer dinî vecîbeler de böyledir. Bunlar genel tarzda konmuş, her bir mükellef için ve her bir durumda bağlayıcı hükümlerdir.
Ruhsat
Zaruret gibi bir özre bağlı olarak kullara azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve hafifletilmiş olarak sonradan konmuş hükme denir. Şu halde azimet, genel ve temel hüküm; ruhsat ise istisnaî hükümdür. Azimette genel ve normal durum, ruhsatta normalin dışında özel durum (özür, ihtiyaç ve zaruret durumu) söz konusudur.
Usûlcülere göre, Şâri'in, bir şeyi başka bir şey için sebep, şart, illet, alâmet, rükün veya mani kılmasıdır.
Şâri, iki durum arasında bir bağ kurarsa ve bu bağ bir durumun diğeri için sebep, şart veya mani teşkil etmesi tarzında olursa buna vad'î hüküm denmektedir. Vad'î Hükmün Kısımları, Rükün, İllet, Sebep, Şart, Alâmet, Manî’dir.
Sebep, hükümde doğrudan doğruya müessir olmayıp, hükme götüren, ona ulaştıran bir yol ve vasıtadır.
Rükun, bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden unsurdur.
İllet, hükmün varlığı, kendisine nispet ve izafet edilen, yani hükmün dayandığı şeydir.
Şart, hükmün varlığı ona dayanır. Onun bulunmaması, hükmün de bulunmamasını gerektirir. Fakat şartın bulunması, hükmün bulunmasını gerektirmez.
Alâmet, Hükmün varlığı kendisine bağlı olmayıp, sadece onu tarif ve açıklayan şeydir.
Manî, Vad'î hükümlerden manî, hüküm veya sebeple kasdedilen şeyin vücûduna engel ve aykırı şer'î bir iştir.
Sahîh, fâsid ve batıl, mükelleflerden sâdır olan meşru fiiller için, şer'ân gerekli rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre yapılan birer nitelendirmedir.
El-Hâkim
Hakim, hükümlerin menşe bakımından kaynağıdır. Bütün İslam bilginleri Hâkim’in Allah Teâlâ olduğu konusunda fikir birliği etmişlerdir.
Diğer anlamda ise, hükümlerin idrak edilmesini sağlayan yoldur. Cumhura göre Allah’ın hükümlerini bildiren onları açığa çıkaran yol, yine Allah’ın elçileri ve onları insanlara tebliğ etmek üzere gönderdiği kitapları vasıtasıyla açıklamış olduğu dindir.
Şâri'in talebinin, tahyîrinin veya vad'ının taalluk ettiği fiil veya durumdur. Kısacası mahkûm fih, hükmün konusudur. Teklîfi hükmün söz konusu olduğu durumlarda, mahkûm fîh, işin başından itibaren mutlaka mükellefin fiilidir. Fakat vad'î hükümde mahkûm fîh, doğrudan mükellefin fîh olabileceği gibi, mükellefin fiili olmamakla beraber onun fiili ile bağlantısı olan bir durum da olabilir. Meselâ hırsızlığa uygulanan ceza hükmünün sebebi hırsızlık suçudur. Bu, doğrudan mükellefin fiilidir. Öğle namazının vacip olması hükmünün sebebi ise güneşin batıya eğilmesidir ki bu mükellefin fiili değildir; fakat yine de onun fiili ile yani kılacağı namaz ile ilgilidir.
Mükellefin, kendisine Allah Teâlâ'nın hükmü bağlanan fiilleri, dolayısıyla bu fiillere bağlanan hükümler dört kısma ayrılır:
Sırf Allah hakkı olan hükümler,
Sırf kul hakkı olan hükümler,
Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber Allah hakkının galip olduğu hükümler,
Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber kul hakkının galip olduğu hükümler.
"Allah hakkı" tabiri ile belirli bir ferdin menfaatine bakılmaksızın toplumun menfaatini gerçekleştirmeyi ve toplumdaki kamu düzenini korumayı hedef tutan hükümler anlatılmak istenmektedir. Bu yüzden, bu nevi hükümler bütün insanların Rabbi olan Allah'a nisbet edilmiştir."Kul hakkı" tabiri ile ise, ferde has bir menfaatin gerçekleştirilmesine yönelik hükümler kastedilmektedir
Şâri'in talebi veya muhayyer bırakması kendi fiili ile ilgili olan kişidir. Usulcüler buna "mükellef" adını verirler.
Mükellef Olmanın Şartları
Akıl, yani, teklifleri anlayacak derecede akıl ve zekâ bulunması; ehliyet, yani, kendisine yapılan tekliflere ehil olması. Istılahta "şahsın ilzam (borçlandırma, borç altına sokma) ve iltizâm (borçlanma, borç altına girme)'a selâhiyetli olmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir.
İnsanın bir iş ile mükellef sayılması için o işe ehil olması gerekir. Mükellef tutulduğu işe ehil olması ise, kendisine yöneltilen hitabı anlayabilecek ve bu hitabın anlamım imtihanda esas alınacak ölçüde tasavvur edebilecek güçte bulunması ile mümkündür. Çünkü mükellef tutmaktaki gaye, fiilin mükellef tarafından imtihan şartlan içinde meydana getirilmesidir. Kendisine yöneltilen hitabı anlama gücüne sahip olmayan kişinin ise imtihana tabi tutulması mümkün değildir.
Ehliyet iki kısımdır:
Vücûb Ehliyeti: Haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme demektir. Bu nevi ehliyetin temelini hayatta olma özelliği teşkil eder.
Edâ Ehliyeti: Kişinin, hukuken muteber sayılacak tarzda fiiller ortaya koyabilmesi demektir. Bu nevi ehliyetin temelini ise; vücûb ehliyetinde olduğu gibi hayatta olma özelliği değil, temyiz kudretinin var olması teşkil eder. Şu halde anne karnındaki" cenin için ve temyiz çağına -ki bu yedi yaştır- ulaşmamış küçük için edâ ehliyetinden söz edilemez.
Gerek vücub gerekse edâ ehliyeti, insanın anne karnındaki cenînlik devresinden aklî olgunluğa tam olarak erişmesine kadar geçirdiği dönemlere göre "tam" ve "nakıs" (eksik) kısımlarına ayrılır. Bu açıdan insan hayatı dört dönem halinde incelenir:
Birinci Dönem: Cenîn dönemi(eksik vucub)
İkinci Dönem: Temyiz çağına kadarki küçüklük dönemi: (0-7 yaş arası, gayrı mümeyyiz, tam vucub)
Üçüncü Dönem: Temyiz çağı sonrası küçüklük dönemi: (0-buluğ yaşı, mümeyyiz, eksik eda)
Dördüncü Dönem: Buluğ çağı sonrası dönem: (tam eda)
Ehliyet şu durumlarda ortadan kalkar: Semavî Arızalar: (Gayrı İradi Arızalar) Semavî arızalar, insanın kazanmasıyla, irade ve ihtiyarıyla olmaksızın meydana gelen arızalardır. Bu arızalar çocukluk (sığar), delilik (cünûn) bunama (ateh), bayılma (iğmâ), uyku (nevm), unutma (nisyan) aybaşı hali (hayız), lohusalık (nifas), ölüm hastalığı (marazu'1-mevt), ölüm (mevt), kölelik (rıkk)dır. Bu arızalardan bir kısmı, mesela ölüm gibi, vucûb ehliyetini, bir kısmı, mesela uyku, bayılma eda ehliyetini ortadan kaldırır.
Mükteseb Arızalar: Bunlar, insanın kesb, ihtiyar ve iradesiyle meydana gelen arızalardır. Bunlar; bilmemek (cehl), sarhoşluk (sekr), şaka (hezl), hata, ikrah, sefahat, yolculuk (sefer)dir.
Zarûriyât
Zarûriyyât, toplumun varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerler demektir. Bunlar yitirildiği takdirde, hayatın düzeni yok olur, anarşi kol gezer, bozgunculuk ve kötülükler her tarafa yayılır, âhiretteki ebedî saadet de yitirilmiş olur. Bu zarurî değerler dinin, nefsin, aklın, neslil ve malın korunmasıdır.
Hâciyyât
Hâciyyât, insanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları düzenlemeler demektir. Bunların bulunmaması halinde, birinci nevide olduğu gibi hayatın düzeni bozulmaz; fakat insanlar genelde zorluk ve sıkıntı ile karşılaşırlar.
Tahsîniyyât
Tahsîniyyât veya kemâliyyât, kâmil insan, üstün ahlâk ve güzel davranış vasıflarına uygun düşen durumlar demektir. Bunların bulunmaması halinde ne birinci nevide olduğu gibi hayatın düzeni yok olur, ne de ikinci nevide olduğu gibi insanlar sıkıntı ve zorluklarla karşılaşır.
Mükemmilat/Mütemmimat
Şâri', bu üç maksadın korunmasını sağlayan hükümlerin yanı sıra bir de tamamlayıcı nitelikte hükümler koymuştur ki bunlara "tekmile" adı verilir.
Usûl terimi olarak "delillerin tearuzu'', aynı meselede, iki delilden herbirinin diğerinin gerektirdiğiyle çelişen bir hükmü gerektirmesi demektir. Hanefî bilginlerin çoğunluğuna göre müctehidin karşılaşacağı tearuz durumları iki ana gurupta toplanabilir: nasslar arasında veya nassların dışındaki deliller arasındakiler.
Usûl terimi olarak, "nesh" şer'î bir hükmün, o hükmün delilinden sonra gelen şer'î bir delil ile kaldırılması demektir. Bir nass gelip uygulamaya konduktan sonra, o nassın kapsamına giren hükmü tamamen veya kısmen kaldıran başka bir nass gelirse, bu kaldırmaya nesih, ikinci nassa "nâsih" ve birinci nassa "mensûh" adı verilir.
Sözlükte "ictihâd" zor ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda olanca gayreti göstermek ve imkânları seferber etmek demektir. Usûl terimi olarak ictihad, fakîhin, şer'î-amelî hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmek için olanca gücünü ortaya koymasıdır.
Mutlak ictihad: Bu, her olay için hüküm istinbat edebilme ve bütün meselelerde fetva verebilme kudretidir. Bu güce sahip olan kişiye “mutlak müctehid" denir.
Mukayyed ictihad: Bütün meselelerde olmayıp bir kısım meselelerde hüküm istinbat edebilme kudretidir. Meselâ, ibâdetler alanında bu güce sahip olmamakla beraber, sözleşmeler konusunda hüküm istinbat edebilme gibi.Bu güce sahip olan kişiye "mukayyed müctehid" adı verilir.Her "iki nevi için birtakım şartlar vardır. Bunları aşağıda açıklayacağız.
Kur'ân-ı Kerîm'i bilmek.
Hz. Peygamber'in Sünnetini bilmek.
Kitâb ve Sünnet'in nâsih ve mensûhunu bilmek.
Arap diline tam bir şekilde vakıf olmak.
Fıkıh usulünü bilmek.
İslâm hukukunun ana gayelerini bilmek, hikmet ye hedeflerini kavramış olmak.
Aynı zamanda müctehidin, hakkında nass bulunmayan olayları iyi teşhis edip kıyas, istihsan ve ıstıslah gibi yollarla onlara en uygun çözümleri bulabilmesi için, insanların ihtiyaçlarını, içinde bulundukları durumları, dikkate alınmaya ve korunmaya lâyık örf ve âdetlerini de bilmesi gerekir.
Mukayyed ictihadda, bütün hükümlerle değil sadece ictihad edilen hükümle İlgili hususları bilmek şarttır.
Usûl terimi olarak "taklîd'" delilini bilmeksizin, sözü hüccet olmayan kişiden, başkasının görüşünü almaktır. İctihad derecesine ulaşan bir kimsenin, bir mesele ile karşılaştığında, o konuda İctihad etmesi ve içtihadının sonunda ulaştığı hükme uyması vaciptir. O hususta kendi ulaştığı hükmü bırakıp başkasını taklid etmesi caiz değildir. İctihad mertebesine ulaşmamış kişiye gelince, -ister avamdan biri, ister ictihad derecesine ulaşmada önemli olan bazı bilginleri elde etmek suretiyle avam mertebesini aşmış biri olsun- bu kişinin amelî hükümlerde başkasını taklid etmesinin caiz olup olmadığı hususunda üç farklı görüş ileri sürülmüştür:
1- Taklîd hiçbir şekilde caiz değildir. Her mükellefin, karşılaştığı dinî meselelerdekendi başına ictihad etmesi ve vardığı içtihadı sonuca göre uygulama yapması gerekir. Bu son derece tuhaf bir görüştür. Zira aşağıda açıklayacağımız üzere, bu, delillere aykırıdır. İbn Hazm'in bu görüş üzerinde icmâ bulunduğu yönündeki iddiası oldukça şaşırtıcıdır.
2- Taklid vaciptir. İctihad ehliyetleri ve taklid edilmelerinin caiz olduğu ittifakla kabul edilen müctehid imamlar devrinden sonra ictîhadda bulunmak geçersizdir. Bu da tuhaf bir görüştür. Çünkü daha Önce belirttiğimiz gibi, ictihad, belirli kişilere has ve belirli zamanla sınırlı bir iş değildir.
3- Mutlak müctehid olmayan kimsenin, dinen müctehid imamlardan birini taklid etmesi ve karşılaştığı meselelerin hükümlerini bilginlerden sorması gerekir. Şayet ahm-satım gibi bir kısım fıkıh meselelerinde müctehid ise, kendi içtihadı ile hükmünü bilemeyeceği konularda taklid etmesi icap eder.
Kaynak itibariyle, tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin yegane kaynağının Kur’an olduğu görülecektir. Dolayısıyla bu üç ilmin çıkışı aynı merkezdendir. Öte yandan, kaynak itibariyle aynı yerden beslenen bu ilimler yine birbirleriyle içli-dışlıdırlar. Zira tefsir ilminin Kur’an’ı anlama noktasında ilk müracaat yeri, Hz. Peygamberdir. Yine aynı şekilde hadis ilmini haliyle, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerini merkeze almaktadır. Fıkıh ise, diğer taraftan, hükümlerini ortaya koymak için bu iki kaynağı kendisine ölçü olarak almaktadır.
Diğer bir deyişle, Hz. Peygamber, Kur’an temelli söz, fiil ve takrirleriyle tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin temeli atmıştır bir anlamda. Gelişen şartlara göre sahabe ve ardından tabiun ve sonrakiler bu ilimleri ihtiyaçlara göre belirli usullere bağlamışlardır. Bu itibarla, bu ilimler adeta, kenarları birbirlerine bakan ve birbirlerini destekleyen, bütün bir üçgeni oluşturmuş gibidirler. Ancak, her bir ilmin usul cihetiyle kendi amacına matuf, kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ve kendi zafiyetlerini izale edecek usulleri ortaya çıkmıştır. Esasen, bu ilimlerin ayrışmasına neden olan da bu faktörlerdir. Usul farklılıkları bu ilimleri birbirlerine karşı bağımsız yapmamaktadır. Zira beslendikleri kaynaklar netice aynıdır. Müfessirlerin, Kur’an’ anlamak için Kur’an’a ve sünnete müracaat etmesi gibi, muhaddisler de, fakihler de Kur’an ve sünnete müracaat etmişlerdir ve etmeye devam edeceklerdir.
Usul açısından ele alındığı zaman; kendi amaçlarına matuf olarak, tabii bir şekilde tefsir, hadis ve fıkıh usullerinin oluştuğunu önceki bölümlerde zikredildiği şekliyle görülmektedir. İlimlerin gerektirdiği niteliğe göre usulün geliştiği anlaşılmaktadır. Kaynak itibariyle aynı kökten neşet eden bu ilimler, usul bakımında farklıdırlar. Tefsir ilmi, birinci bölümde arz edilen Kur’an ilimlerine vakıf olmayı gerektirirken, hadis ilmi isnad üzerinde durmak zorundaydı. Fıkıh ilmi ise, hüküm koymak için kendine has usulü ortaya koymalıydı. Nitekim bu ilimlerin doğal gelişimi de bu mecrada cereyan etmiştir.
Öte yandan, bu üç ilmin otorite isimlerine bakıldığında çoğunun diğer ilimlerden uzak kalmadığını, bilakis hemen hepsine vakıf ve donanımlı oldukları görülecektir. Her bir ilmin usulüne uyarak, faydalanmayı bilmişlerdir. Dolayısıyla, birbirlerinden bağımsız olmayan bu ilimler usulde farklılaşsalar da amaçlarına matuf olarak birbirlerine muhtaçtırlar.
KAYNAKÇA:
Muhsin Demirci, “Tefsir Usulü”, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İst. 2013.
Talât Koçyiğit, Hadis Usûlü, A.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, ANK. 1993.
Zekiyüddîn Şa’bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları, çev. Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2009.
Hikmet MAVİYILDIZ
14922748
Doktora – 2015 Güz Dönemi
USÜL MÜTALAASI
Tefsir, Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Bu faaliyet, önceleri şifahi bir tarzda hicri 2. asrın ikinci yarısından itibaren de yazıya geçirilerek (tedvin) günümüze kadar devam edip gelmiştir.
Tefsir kelimesi “fesera” veya “sefera” köklerinden, tevil ise “a^l“ kökünden gelmektedir. İlki, keşf manasına gelirken tef’il babı ile manayı keşif ve izhar anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, müşkil olan lafızdan murat edilen şeyi keşfetmek anlamına gelir. İkincisi ise rücu manasına gelirken tef’il babı ile açıklamak, beyan etmek anlamlarına gelmektedir. Istılah olarak da zahiri mutabık olan manayı iki ihtimalden birine reddetmek demektir. İlk dönemlerde tefsir kelimesi daha çok muradı İahi budur anlamında rey içermeyen ve kesinlik arz eden ifadeler için kullanılırken te’vil daha çok lafızdan kesinlik içermeyen ihtimallerden birini tercih için kullanılmıştır. Bu yönüyle ilk dönemlerde tefsirden genellikle kaçınılmış ve bunun yerine tev’il yapılmıştır. Tefsir hareketi daha çok Hazreti Peygambere ve sahabenin Kur’anı açıklamaları ve ifadelerine hamledilmiştir. Ancak daha sonraları bu iki kelimede birbirinin yerine kullanılır olmuştur.
Tefsir kavram olarak, İbn Manzur “Lisanu’l-arap” adlı Arapça lügatinde, müşkül olan lafızdan kastedilen manayı keşfetmektir şeklinde tanımlamaktadır. Daha genel anlamda, Arap dili ve belagati ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır şeklinde tanımlayabiliriz.
İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre naslardan hüküm çıkarmada esas olan, te’vile gitmemektedir. Ancak, müteşabih nasların açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda da te’vil kaçınılmazdır. Ancak, te’vile esas olan mananın, mecaz yoluyla da olsa lafzın kendisine delalet ettiği manalardan olması gerekmektedir. Ayrıca, te’vil manası açık olan bir nassa ters düşmemeli ve bir lafzın ilk anda akla gelen zahiri anlamından başka manada yorumlanmasına imkân tanıyan şer’i bir delile dayanmalıdır.
Te’vil; beyani, irfani ve burhani te’vil olmak üzere üç çeşittir. Te’vil, delilden dolayı lafzın muhtemel manalarından birisini tercih anlamı taşıdığı için kesinlik ifade etmez. Ancak tefsire konu olan naslarda tek anlam bulunduğu için onda kesinlik vardır. Diğer yandan, te’vil genellikle nasların içsel manalarında, tefsir ise lafızlarda söz konusudur olup, te’vil genellikle akla tefsir ise rivayete dayanmaktadır.
Usul kelimesi, asl kelimesinin çoğuludur. Sözlük anlamıyla temel, esas, dayanak ve kök manalarına gelen asl kelimesi,kâide ve delil anlamlarına da gelir. Terim olarak ise, hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey anlamına gelir.
Usûl, herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar olarak tanımlanabilir. Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir. Tefsir usûlünün ana gayesi, Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
Tefsir usulü kaynakları arasında şu eserler sayılabilir:
Bedreddin ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’ân
Muhyiddin el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
Celalüddîn es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
Muhammed Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
Subhî es-Salih (1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân
KUR’ÂN’IN METİNLEŞME SÜRECİ
Vahiy, Allah tarafından peygamberlere ve onların vasıtasıyla insanlara iletilen mesajlardır. İnsanlara iletilmesiyle umuiyet arz eden vahye, insanlar inanma noktasında muhayyerdir. Lugavi olarak; gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, ilhâm etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi anlamlara gelen vahy kelimesi kavram olarak; Allah’ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi anlamına gelir.
Vahiy; Allah, melek, perygamber ve insan silsilesi ile gerçekleşen tek yönlü bir iletişimdir. Vahiy her peygambere kendi dilinde gönderilmiştir. Ayrıca vahye dış müdehale olamamaktadır. Vahiy, peygamberin kalbine ilka edildiği gibi melek aracılığıyla da olmuştur. Yine Hz. Musa’da olduğu gibi doğrudan konuşma şeklinde de olmuştur.
Vasıtalı vahiy, Allah’ın vahyi melek vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesidir. Melek aracılığıyla ve ses aracılığıyla gerçekleşmiştir. Melek aracılığıyla olanda aracı melek Cebrâil’dir. Vahyi, kendi sûretinde ya da insan suretinde getirdiği nakledilir. Ses aracılığıyla alınan vahiyde ise, vahyin Hz. Peygambere çıngırak veya zil sesine benzer bir sesle verildiği nakledilir. Vasıtasız vahiy; sadık rüyalar, nebevi ilham ya da perde arkasından konuşmak şeklinde nazil olmuştur.
Kur’an; Allah’ı insanlara bildirip onları küfürden ve şirkten kurtarmak için, insanların kendi aralarında daha adil hükmetmeleri için yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz. Peygamber’e gönderilmiş olup, Hz. Peygamberin kendisine vahyedileni insanlara ulaştırması emredilmiştir.
Lügat anlamı bağlamında farklı görüşler vardır. İmam Şâfii (ö.204-819) ve ona tâbi olanlara göre Kur’ân, Tevrât ve İncil gibi Allah’ın kelamına verilen özel bir isimdir. Öte yandan Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad el-Ferra (ö. 207-822), Kur’ân lafzının قرينة kelimesinin çoğulu olan قراٲن dan türediği de iddia edilmiştir. Karîne “delil” ve “burhân” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’ân âyetleri muhtevâ, nazm, vezn, fâsıla ve âhenk yönünden birbirine benzemekte ve birbirine delil olmaktadır. Ebu’l-Hasan el-Eşarî (ö. 324-936)’ye göre de Kur’ân lafzı, bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek manasına gelen قرن fiilinden türemiştir. Çünkü Kur’ân’da yer alan sûre ve âyetler birbirine bitişiktir. Bu yüzdendir ki, ona Kur’ân ismi verilmiştir. Katâde (ö. 118-736), Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellam (ö. 224-839) ve ez-Zeccâc (ö. 311-923) ise, Kur’ân lafzının toplamak manasına gelen القرء mastardan türemiştir. Ebu’l-Hasen Ali b. Hâzım el-Lihyânî (ö.215-830), “okudu” anlamına gelen قرٲ fiilinden türediğini iddia etmiştir ki, en çok taraftar toplayan da bu görüştür. Ayrıca, Kur’ân lafzının “dışarı çıkarıp attı” anlamına gelen قرٲ fiilinden geldiğini iddia eden de vardır. Zira, Kur’ân okuyan kimsenin kırâat esnasında kelime ve harfleri ağzından dışarı çıkarmaktadır.
Terim anlamı olarak, Hz. Peygambere vahiy yoluyla indirilip mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.
Kur’an tedrici bir tarzda indirilmiştir. Vahyin Cebrâil’e intikali konusunda; Cebrâil’in vahyi Levh-i mahfuz’dan aldığı, bazı görevli meleklerce yirmi gecede Cebrâil’e intikal ettirildiği ya da Cebrâil’in bizzat Allah’tan semâen yani dinleyerek aldığı şeklinde görüşler mevuttur.
Kur’ân Hz. Peygamber’e ise Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı nakledilmiştir. Kur’ân 23 senelik bir süre içerisinde ilâhî bir program dahilinde tedricen indirilmiştir.
Hz. Peygamber vahiy yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ediyor ve aynı zamanda sahâbileri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu. Bunun yanı sıra Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu. Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir.
Yazılan Kur’an metinleri Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu. Diğer bir görüşe göre ise, vahiy kâtipleri tarafından kaydedilip sonrada istinsah edilen âyet metinleri bunları yazan kâtipler tarafından koruma altına alınmıştır.
Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme olmamışsa da, tilâveten derleme tam olarak gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır. Hz. Osman devrinde de istinsah edilerek mushaf haline getirilmiştir. Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında birçok kurrâ sahâbinin şehit edilmesi ile ayetlerin kaybolma tehlikesi başgöstermiş ve Zeyd b. Sâbit’e derleme görevi verilmiştir. Bir yıl içerisinde derlenen Kur’an halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr’in onun vefatından sonra da Hz. Ömer’in yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir. Hz. Osman halife olunca, kıraât ihtilâflarından korktu ve neticede daha once cem edilmiş olan Mushaf’ın çoğaltılmasını emretti. Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır. 7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.
Arap yazısı İslâm’dan önce oldukça basit bir halde bulunuyordu. Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı hatasız okuyordu. Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu. Basra Valisinin görevlendirmesi ile dönemin büyük dilbilimcisi Ed-Düeli Kur’ân âyetlerinde i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koymuştur. Ancak, lügat âlimi Halil b. Ahmed bügün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.
Kur’ân vahyedildiği andan itibaren bir tertibe tâbi tutulmuştu. Hz. Peygamber (sav) vahiy kâtiplerine yazdıkları vahyin hangi sıraya konulacağını söylüyordu. Hz. Peygamber bizzat kendisi de her sene Ramazan ayında gelen bir yıllık vahiy metnini Cebrâil’e arz ediyordu. Dolayısıyla, alimlerce âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak edilmiştir. İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde değillerdir. Bir kısmı surelerin tertibinin içtihadi olduğunu iddia ederken diğer bir kısmı tevkifi olduğunu ileri sürer. Üçüncü bir gurup ise bir kısmının tevkifi, bir kısmının ise içtihadi olduğunu savunur.
Yedi harf (el-Ahrufu’s-Seb’a), lehçe değişiklikleri, yaş farkı ve bilgi seviyesindeki değişikliklerden doğan okuma farkları, bazı lafızlarda ve cümle tertibinde, asıl manayı bozmayacak ihtilaflardan ibarettir. Yedi harf konusu hadislerde de geçmekte olup, “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” hadisi tevâtür derecesine ulaşmıştır. Kuvvetli görüşlere yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dili olabileceği gibi aynı manaya gelen çeşitli lafızların yedi vechi, yani eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzı da olabilir. Yedi vecih ile tarz da kastedilebilir.
Fetihten sonra pek çok kabile Medine’ye gelerek müslüman olduklarını bildirmişlerdi. Bunlar çok kısa süre Medine’de kalıp geri gidiyorlardı. Bu kısa müddette ne öğrenirlerse onunla kalıyorlardı. Bu kişiler eğitim görmediklerinden öğrenmeleri de güçtü. Bu nedenle Kur’ân’ı kendi ifade tarzlarına göre okumalarına müsade edildi. Fakat, bu ruhsat manayı bozmayacak şekildeydi. Bu okuyuşlar Hz. Peygamberden alınmış ruhsatlar idi. Bu durum Hz. Osman dönemine kadar sürdü. Hz. Osman zamanında çoğaltılan metin ile bu farklılıklar giderildi.
Hicrî ikinci asrın sonlarında İslâm alimleri bütün kırâatleri bir araya toplayarak, vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara nisbet ettiler, senedleri açısından sahih ve şazz kırâatlerin arasını belirlemiş oldukları birtakım usûl ve esaslara göre ayırdılar. Sahih kıraatler mütevâtir ve meşhûr iken şazz kıraatler âhâd, müdrec ve mevzûdur.
Sahih kırâatler, sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşmakta olup, bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygundur. Kitâbet bakımından ise, Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlerdir.
Sahih olmayan (Şazz) kırâatler mütevâtir kırâatın üç şartını veya bu şartlardan herhangi birini taşımazlar. Âhâd kırâat, senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman’ın Mushafına veya Arap dili gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir. Müdrec kırâat, Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan ziyâdelerdir. Mevzû ya da apokrif kırâat, tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan uydurma kırâatlerdir.
KUR’ÂN İLİMLERİ
Kur’an ilimleri Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde ifade edilmekte olup nüzulü, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir. Kur’anî ilimler, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve müfredatla Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır. Ez-Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, es-Suyûtî sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini az daha genişleterek biraz daha çoğaltmıştır. İbn Arabî (ö.543/1148) Ku’an’da geçen her kelimenin zâhir, bâtın, had (helal-haram) ve matla’ (va’d-va’îd) olarak dört anlamı vardır diyerek bu ilimlerin sayısının 77540 olduğunu ifade eder.
Kur’an ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmiştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini toplayıcı kapsamları eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser ez-Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.
Kur’an’ın Lafzıyla İlgili İlimler
Üslûbu’l-Kur’ân
Kur’an’ın üslûbu, onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk bakımından kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med yahut kasrların nizâmında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Lafız ve mana dengesi bakımından Kur’an, içerdiği lafızları manayı tam ifade edebilecek bir şekilde kullanmaktadır. Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi, ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi konuların iç içe bulunması, beyân tarzının çeşitliliği de Kur’an’ın üslubunu yansıtan unsurlardır.
Mübhemâtu’l-Kur’ân
Mübhematu’l Kur’an, insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesni ele alan ilimdir. Mübhemâtın belirlenmesinde ilk kaynak Kur’an’dır. Ancak gerek sahâbî ve gerekse tâbiûn müfessirlerlinden isrâiliyata meyledenler, Tevrât’ı da bu alanda kaynak olarak kullanmışlardır. Bir diğer kaynakta tarihtir. Çünkü mübhematla ilgili husuların büyük bir bölümü tarihte geçen olaylar ve o olayların geçtiği mekânlar ve kahramanlardır. Sahabe ve tabiun nakilleri mübhematın belrilenmesinde bir kaynak niteliği taşımaktadır.
Garibu’l-Kur’ân
Garîb sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden Arapçaya giren kelimeler de mevcuttur. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyordu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu. Garîbu’l-Kur’ân ile ilgili ilk faaliyetler sahâbe döneminde başlamıştır.
Vücûh Ve Nezâir
Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela ‘hüda’ kelimesi Kur’an’da 17 farklı anlamda kullanılmıştır. Vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.
Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.
Dolayısıyla, vücûhda teaddüd/anlam çokluğu, nezâirde ise, teşabüh ve ittifak vardır.
Aksâmu’l-Kur’ân
Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise, bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.
Kur’an’daki yeminler Allah’a aittir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki güneş, ay, yıldız v.b. önemli varlıklara yemin etmiştir. Yeminler, tevhid, Kur’an’ın hak bir kitap olduğu, peygamberlerin hak olduğu, ahirette cezânın vâki olacağına dairdir. Yeminler genellikle İslâmiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında çok büyük bir rol oynaması, te’kid maksadına hasıl olması, üzerine yemin edilen varlığın kıymeti gibi cihetlerle Kur’an’da yer almıştır.
Kur’an’ın Anlamıyla İlgili İlimler
Müteşâbihu’l-Kur’ân
Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise: ‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihte zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.’ Müteşâbihlerden dışında kalan ayetlere de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kastedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ihtilafa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.
Eş-Şâtıbî’ye göre müteşabihler mutlak (mahiyetlerini sadece Allah’ın bildiği) ve izafî (rüsûh sahibi âlimlerin anladığı) olmak üzere ikiye ayrılır. Mutlak Müteşâbihler, beşerin gücü dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği müteşâbihlerdir. Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, Rûh, Sûr ve Dâbbetu’l-arz gibi kesin anlamları meçhul olan kavramlardır. İzafî Müteşâbihler ise, kastedilen mananın anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı âyetlerle garib kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip olan müfessirlerin başka konularda olduğu gibi bu konuda da karîneleri doğru tespit ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. İzafî müteşâbihler lafzi ve manevi olarak ikiye ayrılır. Lafzi müteşabihler, lafzın garip ya da müşterek olması durumunda söz konusu iken manevi müteşabihler âyetlerin mana bakımından açık olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Hurûf-u Mukattaa
Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilirler. Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı görüşler mevcuttur. Yine Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağına ilişkin ihtilaflar vardır.
İ’câzu’l-Kur’ân
İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasındadır. Kur’ân’ın icâzı ise onun, bütün insanları kendi benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an ayetlerinin benzerini getirme noktasında beşer âciz kalmaktadır. Fesâhat ve belâğat açısından insanın ona benzer bir söz söylemesi imkânsızdır. Mutezile imamlarından en-Nazzam Allah Teâla’nın Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olduğunu iddia etse de; ehl-i sünnet ulemâsı Kur’an’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmetin icmâ ettiğinden bahisle üç cihetle Kur’an’ın mûcize olduğunu kabul eder: peygamberlere yaşadıkları toplumdaki revaçta olan konulara paralel mucizeler verilmesi yönüyle Hz. Peygambere yaşadığı toplumdaki revaçta olan belağat noktasında mucize verilmesi, Kur’an’ın müşriklere tahaddide bulunması ve tahaddiye rağmen benzerinin getirilememesi.
Kur’an ilim, hüküm ve beyân bakımından beşerin üzerinde bir kitaptır. Nazmı ve te’lifi, gaybî haberler içermesi, beşeriyetin dünya ve ahirete yönelik ihtiyaçlarını karşılaması, fenni mûcizelere işaret etmesi ve bu zamana kadar değiştirilmemesi itibariyle Kur’an mucizedir.
Müşkilu’l-Kur’ân
Müşkil’in manası, karışık ve birbirine zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunmadığını bizzat Kur’an ikrar etmektedir.
Kur’ân’da bulunduğu zannedilen müşkilât; mevzû ihtilâfından, ayetlerin hakiki veya mecâz manaları barındırması, fiilin isnadı, zıt anlamlılık barındıran ifadeler, bir konunun farklı anlatımları gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ancak, Kur’ân müşkillerini gidermek için te’vil ve te’lif yolu ile nesih yolu kullanılmıştır. Esasen ayetlere dikkatlice bakıldığında tezatlık görülmeyecektir.
Münâsebâtu’l-Kur’ân
Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir. Münâsebâtu’l-Kur’ân, âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır. Kur’ân âyetlerinin farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektedir. Ebû Bekr en-Nîsâbûrî (ö.324/936) münâsebet ve münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüş ve bu ilme çok katkısı olmuştur. Ancak kitabi olarak, Kur’ân’ın insicâmı konusunda bu ilme katkı sağlayan en önemli âlimlerden biri er-Râzî (ö.606/1209)’dir. Kur’an’daki anlam bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir. Yine VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır.
Fezâilu’l-Kur’ân
Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şerefi demektir. Hz. Peygamber birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir. Sûrelerin de faziletine dair pek çok hadis mevcuttur. Ancak surelerin faziletleriyle ilgili hadislerin, Kur’an sûrelerinin faziletleri konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan es-Sa’lebî ve el-Vâhidî kanalıyla rivâyet edildiği de iddia edilir.
Tarih İçerikli İlimler
Kısasu’l-Kur’ân
Kıssalar, insanların ahlâkî davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve neticeler üzerinde durmasının yanı sıra önemli tarihsel verileri de içerirler. Asıl önemli olan da bu verilerin ilahi yorumla bize ulaşmasıdır. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırmaktadır. Kıssalar ile Hz. Peygamberin nübüvvetini ispat etmek, Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmek, Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak, İslam’ın evrenselliğini ortaya koymak ve semâvî dinlerin esasta bir olduğunu beyan etmek amaçlanır. Kıssalara bakıldığında, zaman ve mekâna yer verilmediği, genellikle Kur’an’ı muhtelif yerlerinde parçalar halinde anlatıldığı, anlatıldığı yerde maksada hâsıl olacak şekilde ele alındığı ve genellikle o günkü Araplar arasında bilinen kıssalar olduğu görülecektir.
Esbâbu’n-Nüzûl
Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metot, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca amaca ulaştıran her şeye de sebep denir. Nüzul ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manası; Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan sorudur.
Esbâbu’n-nüzûl rivayetleri İçin, “Âyetin nüzul sebebi şudur.”, “Bunun üzerine Allah şu âyeti indiridi.”, “Bu hâdise üzerine şu ayet nazil oldu.” gibi bazı hususî tabirlerin kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. Tefsir âlimleri, nüzûl sebepleriyle ilgili rivayetlerin sıhhatini tespitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:
Hadis ilminin, sahih hadisler için öne sürdüğü şartların bu rivâyetlerde de mevcut olmalı.
Anlatılan olayların, Hz. Peygamber döneminde meydana geldiği tespit edilmiş olacak.
Anlatılan husularla ilgili âyet/sûrelerin muhtevaları arasında bir münasebet bulunacak.
Eğer haber mürsel ise, başka bir mürselle takviye edilecek ve hadis rivâyet etmekle meşhur olan tâbiûn müfessirlerinin birinden nakledilmelidir.
Esbâbu’n-nüzûlün ayetlerin ilahî maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlaması, ayetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunması, müphem ayetlerin anlaşılması, ayetler arasında münasebet kurma, hasr veya tahsis şüphesini ortadan kaldırma bağlamında olumlu etkisi bulunmaktadır. Ancak, ayetleri nüzulüne sebep olan olay ve tarihî şartlarla sınırlı görmek, yorum zenginliğine engel olmak, ortaya çıkan birtakım yeni problemlerin Kur’an’ın genel perspektifi içinde değerlendirilmesini önlemek hususlarında olumsuz etkileri de mevcuttur.
Nâsih-Mensûh
Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak ve bir şeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’i bir hükmü, bir başka şer’i delille kaldırmak yahut önceki tarihli bir nassın, sonraki tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış ayete mensûh, hükmü kaldıran ayete ise nâsih denilmektedir.
Nesih fikri, hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru, müfessirlerin ve fakihlerin anlam itibariyle çelişkili gibi görünen ayetleri uzlaştıramamaları üzerine ortaya çıkmıştır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi Kabul Edenler; Kur’an da yer alan üç ayrı ayetten ve sahabeden yapılan nakillerinden iktibasla bunu kabul ederler. Ayrıca, İki ayet arasında çözülemeyen bir çelişki söz konusu ise aklın neshe müracaatını zaruri görmektedirler. Neshi Kabul Etmeyenler ise; yine Kur’an’a dayanarak ve üzerinde ittifak edilen bir hadisin olmadığını savunarak bunu iddia ederler.
Neshin kısımları; metni mensûh hükmü bâki naslar, metni bâki hükmü mensûh naslar, hem hükmü hem tilâveti mensûh naslar olarak üç guruba ayrılır.
SÜNNET VE HADİS
Sünnet, gidiş ve yol anlamına gelir. Sünnetin usülcüler arasında kazanmış olduğu manâ ise, Hazreti Peygamberden nakledilen söz, fiil ve takrirlerdir. Hadisciler arasında ise usulcülerin verdiği manâdan daha umumi olarak, Hz. Peygambere peygamberlik gelmeden önce, onun dini veya gayri dini söz, fiil ve takrirlerinin hepsini içine alır. Bu anlamıyla sünnet, hadisin karşılığıdır.
İslam dininin inkişafında ve onun kısa bir zaman içerisinde bütün Arap ülkesine yayılmasında sünnetin büyük rolü olmuştur. Sahabe, Hazreti Peygamber devrinde, İslam dinine taalluk eden meseleleri, Kur'ânı Kerim’den, Peygamber vasıtasıyle alıyordu. Bazı nazil olan ayetlerin mücmel olması, Hz. Peygamberin açıklamasını ve ifade etmek istediği manânın iyice ortaya konulmasını gerektiriyordu. Mesela namazın kitapta farz olduğu işlenirken, onun nasıl eda edilmesi gerektiği detaylarıyla Hz. Peygamber tarafından vuzuha kavuşturuluyordu. Hazreti Peygamber, Kur'ân-ı Kerimde mücmel olarak zikredilen bu ayetleri, ilahi emirle Müslümanlara açıklamış ve açıklanan şekilde onların amel etmelerini istemiştir. Hz. Peygamberin gerek müşküllerin hallinde ve gerekse sahabenin, izahına ihtiyaç duyduğu bir çok ayetin tefsirinde ileri sürmüş olduğu fikir ve beyanlar, sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücut bulmasına vesile olmuştur. Dolayısıyla, Hz. Peygamber henüz hayatta iken, sahabenin, dini müşkillerinin anahtarı olarak geniş bir hadis külliyatına sâhip olduğu anlaşılır.
İlk sahabîler arasında hadis ve sunnet'in değeri çabuk anlaşılmıştır. Ashab, Hazreti Peygamberden duymuş olduğu herhangi bir sözü veya görmüş olduğu herhangi bir fiili, kendi aralarında daima müzakere etmiş ve günlük hayatlarını bu söz ve fiilin ifade ettiği manâya intibak ettirmeğe çalışmıştır. Onların, sünnet ve hadise karşı gösterdikleri bu yakın ilgi, hadis külliyatının süratle teşekkülünde büyük bir âmil olmuştur. Hazreti Peygamberin hayatında teşekkül etmeye başlayan bu külliyatın, ilk sahabilerin elinde yazılı olarak bulunmadığı ve fakat hâfızalarda tutulduğu bir gerçektir. Hazreti Peygamber henüz hayatta iken, Abdullah İbn Amr gibi yazı bilen bazı sahabiler ve Hazreti Peygamberin vefatından sonra yazı yazmasını öğrenmiş olan pek çok sahabi, ondan işitmiş oldukları hadisleri yazmışlar ve sahifelerde toplamışlardır. Abdullah ibn Amr’ın yanı sıra, Cabir ibn Abdullah, Ebu Hureyre, Ali ibn Ebi Talib, Semura ibn Cundeb, Enes ibn Mâlik meşhur hadis ravilerindendir.
HADİS RAVİLERİ
Sahabe
Usül kitapları, sahabileri, rivayet ettikleri hadis sayısına göre iki gruba ayırmışlardır. Birinci grupta, çok sayıda hadis rivayet eden sahabileri zikretmişlerdir ki, bunların başında Ebu Hureyre gelir. Süyuti’nin Tedribu'r-ravi’de verdiği bilgiye göre, bu meşhur sahabi 5374 hadis rivayet etmiştir. Ebu Hureyre'den sonra, rivayet ettiği 2630 hadisle Abdullah İbn Ömer ibn Hattab gelir. Bunu, sırasıyla 2286 hadisle Enes İbn Malik, 2210 hadisle Hazreti Aişe, 1660 hadisle Abdullah İbn Abbas, 1540 hadisle Câbir İbn Abdillah, 1170 hadisle Ebü Said el-Hudri takip eder.
Tabiun
Hadisler, sistemli bir şekilde, tabiun tarafından toplanmış ve yazılmıştır. İslami ilimler ve bilhassa hadis sahasında en meşhur tabi'iler şunlardır: Mekke'de: Abdullah İbn Abbas'ın kölesi Ikrime (O. 105), Atâ İbn Ebi Rabah (Ö. 115), Ebu'-z-Zubeyr Muhammed İbn Muslim (O. 128) . Medine'de: Said İbnu'l-Museyyib (Ö. 93), Suleymân İbn Yesâr (Ö. 93), Urve İbn Zubeyr (Ö. 94), Salim İbn Abdillah İbn Ömer (Ö. 106), el-Kâsım İbn Muhammed İbn Ebi Bekr (Ö. 112), Abdullah İbn Ömer ibn Hattab'ın kölesi Nafi` (Ö. 117), İbn Şihab ez-Zuhri (Ö. 124), Ebu'z-Zinâd (O. 130). Alkame İbn Kays en-Nandi (Ö. 62), İbrahim en-Nandi (Ö. 96), Amir İbn Surahil (Ö. 104). Basra'da: El-Hasan el-Basri (Ö. 110), Muhammed İbn Sirin (Ö. 110), Katâde (Ö. 117). Şam'da: Kabisa (O. 86), Ömer İbn Abdi'l-Aziz (Ö. 101), Mekhül (Ö. 118). Yemen'de: Tâvûs İbn Keysân (0.106), Vehb İbn Munebbih (O. 110).
Hadis Ravilerinde Aranan Şartlar
Hadis rivayet eden ravilerin şahıslarında, rivayet ettikleri hadislerin kabul edilebilmesi için bazı şartlar aranır. Bu şartlardan herhangi birisinin o râvide bulunmaması, hem ravinin zayıf addedilmesine hem de rivayetinin reddine sebep olur. Bunun için, ravi adaletli, yani, din işlerinde tam istikamette ve fısk ve fücurdan uzak olmalıdır. Öte yandan, râvinin müslüman olması, akıl-baliğ olması gereklidir.
Hadis Ravilerinin Cerh Ve Ta’dili
Hadis ravilerinin cerh ve ta`dili, hadis ilminin en mühim kısımlarından birini teşkil eder. Çünkü, hadislerin sahih olanı ve olmayanı ile makbul ve merdudu, onları rivayet edenlerin hal ve meşreblerinin tesbit edilmesiyle bilinir. Bu bakımdan ilim ehli, râvilerin cerh ve ta’dilinin, müslümanlar üzerine farz olduğunu açık bir şekilde beyan etmişlerdir. Sahabe döneminde başlayan bu faaliyet esasen tabiun devrinin sonlarına doğru, hadis ricali arasında ehil olmayanların, işittikleri hadislerin râvilerini zikretmeksizin onları mürsel olarak rivayet edenlerin, veya, mevkufu merfû, merfuyu mevkuf yapanların çoğalması, cerh ve ta’dil faaliyetini artırmış ve böylelikle yüzlerce hadis râvisinin güvenilir olmadığını ortaya çıkarmak suretiyle hadislerin ifsad edilmesi mümkün mertebe önlenebilmiştir. Bir hadis râvisinin, bir veya iki hadis imamı tarafından cerh, bir veya iki hadis imamı tarafından da ta`dil edilmesi halinde, birincisi kabul edilir ve hüküm ona göre verilir. Bir hadis râvisi, kalabalık bir hadis imamı tarafından ta`dil, buna mukabil, daha az imam tarafından cerh edilmişse, hüküm yine cârihlerin sözlerine göre verilir.
Cerhe sebep teşkil eden haller: fâsık ve sefih olma, yalancı olma, zındık olma, bid'at ehlinden olup halkı kendi yollarına davet etme, rivayet ettikleri hadislerde fazla hata yapma, telkine maruz kalma, hayatlarının sonlarına doğru ihtilâta maruz kalma, kitaplarının kaybolması üzerine başkalarının kitaplarından rivayet etme ve fakat ne rivayet ettiklerini bilmeme halleridir.
İbn Ebi Hâtim ve ibnu's-Salah'a göre ta`dile delâlet etmek üzere kullanılan tabirler şunlardır: a . Bir kimse hakkında, sika veya mutkın denildiği zaman, onun tarafından rivayet edilen hadislerin hüccet olarak kullanılacağı anlaşılır. Sebt, hücce, hafız ve zâbıt tabirleri de aynı anlamda kullanılmıştır. b. Bir kimse hakkında, “sadıklardan” veya “sıdk yeri” denilirse, hadislerinin tetkik edilmek üzere yazılabileceğine delâlet eder. c. Bir kimse hakkında, şeyhun denilirse onun da hadisi itibar amacıyla yazılır. Ancak, bu mertebe, daha öncekilerin aşağısındadır. d. Bir kimse hakkında, salihu'l-hadis denilirse hadisi itibar için yazılır.
Cerhte kullanılan tabirlere gelince: a ) Bir kimse hakkında, leyyinu'l-hadis denildiği zaman bu, hadislerinin itibar için yazılabileceğine delâlet eder. b ) Bir kimse hakkında leyse bi-kaviyyin denilirse, râvinin hadislerinin yine itibar için yazılabileceğine delâlet eder. Ancak, onun aşağısındadır. c) Bir kimse hakkında da`ifu'l-hadis denilirse, bundan öncekilerin aşağısında olmakla beraber, yine hadisleri itibar için yazılır. d) Fakat metruku'l-hadis veya zahibu'l-hadis ya da kezzâbun denilirse, o kimsenin hadislerine itibar edilmez. Bu derece, cerhin en aşağı derecesidir.
HADİSLERİN ALINMASI
Medine, hadis ve sünnetin de intişar ettiği bir şehirdi. Sahabenin büyük bir kısmı burada oturuyor, Hazreti Peygamberden işitmiş oldukları hadisleri burada toparlayıp aralarında müzakere ediyorlardı. Bu bakımdan Medine'ye Dâru's-sünne adı verilmişti. Fetihlerin çoğalması ve yeni İslam devleti hudutlarımn genişlemesi, sahabilerin büyük bir kısmının diğer ülkelere dağılmasına vesile oldu. Bunların bir kısmı, halifeler tarafından muallim olarak gönderildiği gibi, bir kısmı da ordu içerisinde vazifeli olarak veya sair devlet işleri için Medine’den ayrılmışlardı. Bu nedenle hadis öğrenmek isteyenler, hadis kaynaklarını daha geniş ve dağınık bir coğrafya içerisinde aramak zorunda kalmışlardır. Bu da, bir tek hadis için bile olsa, uzun ve meşakkatli seyahatler sonucu hadislerin toplanmasına yol açmıştır.
Hadisler sema yoluyla alınarak yazıya geçiriliyordu. Bundan ayrı, talebenin şeyhine hadisleri kıraat yoluyla arz etmesi, icazet yoluyla şeyhin muayyen talebelere rivayet için vermesi, şeyhin uzakta ya da yakındaki talebeler ile mukatebesi, i’lam yoluyla şeyhin kitabını talebeye bildirmesi, vasiyet yoluyla şeyhin kitaplarını aktarması, vicade yoluyla bir hadis kitabının bulunması yollarıyla hadislerin alınması ve rivayeti gerçekleşiyordu.
Hadis Rivayeti Ve Şartlari
Hadis rivayetinin sahih olabilmesi için bazı şartlar ileri sürülmüşse de, bu şartlar üzerinde tam bir ittifak olmamıştır. Hadiscilerden bazıları rivayete önem verirken, diğer bazıları daha esnek davranmıştır. Mesela Malik İbn Enes, Ebû Hanife ve Ebû Bekr es-Saydalâni eş-Safi`i, hafızadan rivayet edilmeyen hadislerin, dinde hüccet olarak kullanılamayacağını ileri sürerken, diğer bazıları ise ellerinde bulunan kitaptan rivayet etmiş olmalarının yanı sıra, bu kitabın, asıl nüsha ile mukabele edilip edilmediğine bile ehemmiyet vermemişlerdir.
Hadis rivayetinin sahih olabilmesi için bazı usul şartları vardır: a) Ravinin gözleri görmeli (bununla ilgili ihtilaf vardır.). b) Râvi, hıfzetmiş olduğu bir hadisi, kitabında değişik bir şekilde bulursa, hadisi kitaptan mı yoksa şeyhin ağzından mı hıfzettiğini araştırmalıdır. c) Eğer râvi, kitabında, şeyhinden işittiğini hatırlayamadığı bir hadis bulursa, hadisi rivayet etmemelidir. e) Ravi, rivayet ettiği hadislerde lâhn ve tashif yapmamaya dikkat etmesi gerekir. f) Ravi, bir hadisi iki veya daha fazla kimselerden işittiği zaman, eğer bu hadisler arasında lafız bakımından bazı farklar olmakla beraber, manâ bakımından herhangi bir değişiklik yoksa, hadisi bir tek isnad altında nakleder ve hadisin lafzının hangi râviye ait olduğunu ayrıca belirtir. g) Râvinin, şeyhinden sonraki râvilerin isim ve neseblerinin zikri hususunda şeyhine tâbi olması gerekir. Hadisin önce metnini sonra isnadını vermek ya da isnadın yarısını metnin başında diğer yarısını da metinden sonra nakletmek umumiyetle tecviz edilmiştir. Ravinin, isnadıyla birlikte hadis metninin ancak bir kısmını işittiği halde tamamını rivayet etmesi umumiyetle tecviz edilmemiştir.
İsnad
Hazreti Peygamberin her hangi bir konu hakkındaki beyanı işitilip nakledildiği zaman, haberin dikkati çeken hususiyeti dikkate alınmadan, doğruluk derecesi araştırılmış ve onu nakleden şahsa, bunu kimden işittiği, hangi yolla ve nasıl aldığı sorulmuştur. Bir başka ifade ile, haberciden, haberinin doğruluğuna dair itimat edilebilecek bir sened istenmiştir. Aynı zamanda kullanılan isnad kelimesi, iştihar eden anlamıyla "hadis metnini, kaynağına kadar ulaştırmaktır" olarak tanımlanmıştır. Haberin kaynağına kadar, nakiller yolu ile ulaşma metodu, İslamiyetin zuhurundan sonra tatbik edilmiş olması bakımından sadece müslümanlara has bir metottur.
HADİSLERİN TAKSİMİ
Hadisler, metin ve isnâd bakımından, ya makbul yahutta merdûd sayılır. Bazı usülcülerle kelâm âlimleri, Hazreti Peygamberden ya da başka kanaldan da gelse, bütün haberleri iki kısma ayırmışlar ve birinci kısma mütevâtir, ikinci kısma da âhâd demişlerdir. Tevatür derecesine vâsıl olmayan bütün haberler, ahad haberden sayılmış ve bunlar da ayrıca meşhur, aziz ve garib olmak üzere üç kısma taksim edilmişlerdir. Hadisçiler, sahîh , hasen ve zayıf olmak üzere, hadisleri üç kısma ayırdıkları zaman aslında ahad haberi taksim etmişler, mütavitiri ise bu taksimlerin içerisine almamışlardır. Çünkü Hazreti Peygamberden tevatür derecesinde nakledilmiş olan bir hadisin gerek metni gerekse isnâdı veya râvileri hakkında tartışmaya gerek görmemişlerdir.
Mütevatir Hadisler
Hadisciler arasındaki tanıma göre mütevâtir; aklın, yalan üzerine ittifak etmelerini kabul edemeyeceği kalabalık bir cemaatin, yine aynı şekilde kalabalık bir cemaatten rivayet ettikleri hadislerdir. Bu bakımdan mütevâtir bir haberin aksi iddia edilmez.
Mutevâtir hadisler, ya lafzi ya da manevi olurlar. Mutevâtir lafzi, isnadın başında, ortasında veya sonunda olmasına bakılmaksızın, bir hadisin bir kalabalık tarafından rivayet edilmesidir . Mutevâtir manevi, lafzi mutabakatı olmayan ve manâ üzere rivayet edilen hadislerdir.
Sahih Hadisler
Adalet ve zabt şartlarına sahip râvilerin, Hazreti Peygambere kadar uzanan muttasıl bir isnâdla rivayet ettikleri, şâz ve illetten bağımsız müsned hadislerdir. Sahih hadisler, lizatihi ve ligayrihi olmak üzere iki kısımda ele alınmıştır. Kütübü Sitte'nin en güvenilir iki kitabı olan el-Câmi`u's-Sahih'ler, sahih hadisler için birer asıl olmuş ve onların taksimi hususunda bazı hadiscilerin kaynağını teşkil etmiştir.
Hasen Hadisler
Adalet şartını hâiz olmakla beraber zabt yönünden, sahih hadis râvilerinin derecesine ulaşamayan kimselerin, muttasıl isnâdla rivayet ettikleri şaz ve illetten bağımsız hadislere hasen denilmiştir. El-Câmi isimli meşhur hadis eserinde, hasen tabirini sık sık kullanan Ebu İsa et-Tirmizi (209-273) hasen hadisleri şöyle tarif etmiştir: İsnadının başından sonuna kadar, yalancılık ile itham olunmayan ravilerin muhtelif yönlerden rivayet ettikleri şaz olmayan hadislerdir. Hasen hadisler de, lizatihi ve ligayrihi olmak üzere iki kısımda mütalaa edilmişlerdir. Tirmizi’nin hadis kitabı, hasen hadisler bakımından bir asıl olarak zikredilmiştir.
Zayıf Hadisler
Sahih ve hasen sıfatlarından hiç birisini veya bazısını ihtiva etmeyen hadislere zayıf denilmiştir. Zayıf hadis kısımlarından biri ve en meşhuru mürsel hadislerdir. Mürsel, tâbiunun, sahabeyi atlayarak, doğrudan doğruya Hazreti Peygamberden hadis nakletmesidir. Ancak bunun üzerinde ihtilaflar mevcuttur. Bazı hadisciler, sahabeden sonra bir veya bir kaç râvi isnâdtan düşmüş olursa onlara da mursel demişlerdir. Bu ikinci tarif üzerinde daha ziyade fıkıh âlimleri ittifak etmişlerdir. Fakat hadisçiler de, fıkıhçılar da mürsel hadislerin dinde hüccet olarak kullanılmasını kabul etmemişlerdir.
Munkatı hadis ise, isnâdinda bir râvisi düşen veya müphem bir râvi zikredilen hadislerdir. Bunlar da mursel hadisler gibi, isnâdlarındaki inkıtâdan dolayı zayıf hadislerden sayılırlar. Bu inkıta, mursel hadislerde sahabinin düşmesiyle vücuda geldiği halde munkatı hadislerde tâbri veya ondan sonraki halkalardan birinde olabilir.
Mu’dal hadisler, isnâddan, ardarda iki râvinin düşmesidir. Bu bakımdan mu`dal, munkatı hadisin bir türüdür. Ancak, zaafiyet bakımından, ondan daha aşağıdadır.
Müdelles hadisler, bir râvinin, mulâki olduğu şeyhten işitmeden, ya da muasırı olmakla beraber mulâki olmadığı şeyhten işitmiş gibi rivayet ettiği hadislerdir.
Mu’allel hadislere ma`lül de denilmiştir. Zâhiren sahih olmakla beraber, bu sıhhati yok edebilecek gizli bir illete sahip olan hadislere bu isim verilmiştir. İllet, ya hadisin metninde ya da isnadında bulunur. Bu illet keşfedilinceye kadar, sahih hükmünü taşır. Ancak, illetin keşfinden sonra mu'allel veya ma’lül olur.
Muztarib hadisler, bir ya da birden fazla râvilerden, birbirine muhalif şekillerde rivayet edilen ve aralarında, ravilerin adalet ve zabt yönlerinden eşit derecelerde olmaları dolayısıyla her hangi bir tercih yapılamayan hadislerdir. Bu çeşit hadislerin zayıf hadisler arasında yer almasının sebebi, onların birbirine muhalif şekillerde rivayetine sebep olan ravilerinin zabt veya hafızaları üzerinde beliren şüphe ve tereddütlerdir.
Maklub hadisler; isnadında, bir veya bir kaç râvinin isim veya nesebleri ya da metninde bazı kelimeleri, bilerek veya bilmeyerek değiştirilmiş hadislerdir.
Şâz hadislere gelince; hadis istılâhında şâz, değişik şekillerde tarif edilmiş ve hadisciler arasında, bu hususta bazı ihtilâflar olmuştur. Bu ihtilâflar başlıca iki noktada zuhur etmiştir: İnfirad ve muhalefet. El-Hâkim'e göre şâz, sika olan râvinin, tek olarak rivayet ettiği hadistir ve bu sikaya başka hiç bir kimse bu rivayette ona tâbi olmamıştır.
Münker hadisler, bir tek râviden gelen ve bu râviden başka tariki bilinmeyen hadislerdir.
Metruk hadisler, hadis rivayetinde yalancılıkla ittiham olunan, ya da söz ve fiillerinden fâsık olduğu anlaşılan, ya da vehim ve gafleti çok olan kimselerin rivayet etmiş oldukları hadislerdir.
Mevkuf hadisler, sahabeye ait söz, fiil ve takrirlere denilmiştir.
Maktu hadisler, tabiuna ait söz fiil ve takrirlerdir. Sahabenin ve tabiunun söz, fiil ve takrirleri dinde hüccet olarak kullanılmamaktadır.
Sahih, Hasen Ve Zayıf Arasında Müşterek Hadis Nevileri
Sahih, hasen ya da zayıf bütün hadisler, metin ve isnâdlarına göre müşterek isimler alırlar. Bunlardan her hangi birinin bir hadise atfedilmesi, o hadisin sıhhati veya zaafiyeti üzerinde etki etmez.
Müsned hadisler isnadı, başından sonuna kadar muttasıl olan ve merfu olarak rivayet edilen hadislerdir.
Merfu hadisler; söz, fiil ve takrir olarak hassaten Hazreti Peygambere izafe olunan ve isnadı muttasıl veya munkatı olan hadislerdir.
Muttasıl hadisler, merfu veya mevkuf olan, isnâdı muttasıl olan hadislerdir.
Mu'an`an hadisler, hadisin hangi yollarla alındığını tasrih etmeksizin râvinin, “fulân an fulân” diyerek rivayet ettiği hadislerdir.
Mu'en'en hadisler, isnadinda "haddesenâ fulân enne fulânen kâl" denilerek rivayet edilen hadislerdir.
Mu’allak hadisler, isnâdının başından bir veya sıra ile daha fazla ravinin hazfedilerek "kale fulan" veya "zekere fulan" gibi kesinlik ifade eden ya da "yurva," "yuzkar", "yuhka" ve "hukiye an fulan" gibi yarı kat'i ifadelerle rivayet edilen hadislerdir.
Mudrac hadisler, metninde veya isnadında, hadisin aslından olmayan ziyadeleri muhtevi hadislerdir.
Meşhur hadisler, en az üç tariki bulunan, ancak mütevatir derecesine ulaşmayan hadislerdir.
Mustefiz hadisler, hadisçilerin meşhûr için verdikleri tariftir.
Garib hadisler, hangi tabakadan olursa olsun, bir ravinin rivayet ettiği haberle teferrüd etmesi halinde, onun haberine garib denilmiştir.
Aziz hadisler, her hangi bir tabakada en az iki veya üç râvinin rivayetleriyle teferrüd ettikleri habere denilmiştir.
Musahhaf hadisler, metin veya isnâdında, bazı râviler tarafından yapılmış tashif ve tahrifatı ihtiva eden hadislerdir.
Müselsel hadisler, isnâdındaki ricalin, bazan râvinin, bazan da rivayetin sıfat ve hallerini aynen devam ettirerek naklettikleri hadislerdir.
Âlî hadisler, senedlerindeki ricalin azlığı dolayısıyle Hazreti Peygambere yakın olarak rivayet edilen hadislerdir.
Nazil hadisler, Ali hadislerin mukabili olarak rivayet edilen hadislerdir.
Ferd hadisler, bir râvinin, rivayetiyle bütün râvilerden teferrüd ettiği hadislerdir.
Mutabi hadisler, ferd olarak bilinen bir hadisin râvisine, güvenilir olan ve rivayeti kabul olunan bir başka râvinin mutabaat ederek diğerinin şeyhinden rivayet ettiği aynı hadislerdir.
Şâhid hadisler, mutâbaat hadislerle aynı manâda kullanılmıştır.
Mevzû Hadisler
İslâm dinine karşı olanların yanı sıra, mensub oldukları siyasi fırka ve hizipleri, fıkhi mezhepleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, beldelerini, peşinden gittikleri imamlarını medhetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, câmi ve mescidlerde vazettikleri cemaatin teveccühüne nâil olmak, halkın, dini emir ve yasaklarına karşı rağbetini artırmak amacıyla din düşmanlarının, yalancıların ve cahillerin uydurdukları, sonra bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis râvilerinden düzdükleri isnâdlar ekliyerek hadismiş gibi, Hazreti Peygambere iftira ile isnad ettikleri yalan sözlere mevzû denilmiştir.
“Usul” kelimesi, kök, esas, kaide anlamına gelen “asl” kelimesinin çoğuludur. Usûlü’l-fıkh ise, icmâlî delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek demektir. İcmâlî deliller dinî hükümlerin meşruiyet kaynağını teşkil eden delillere toplu bakışı, fıkıh istinbatına ulaştıran kaideler de bu delillerden fıkhî hükümlerin çıkarılmasında izlenecek metotları ifade eder. Fıkıh usulü ile delillerden hüküm elde etme yollarının bilinmesi amaçlanır. Istılahta ise fıkıh usulü; şer'î hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.
ŞER’İ DELİLLER
Şer’i delillerin ilki Kur’an-ı Kerimdir. Kitapta, güzel fiillerin yapılmasını emredilmiş ve farz, vacip hükümlerin ihlal edilmesi yasaklanmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de hükümler itikadi, ahlâkî ve amelî-fıkhî hükümler olmak üzere üç kısımdır. Bunlardan, fıkıh ve fıkıh usûlü ilimlerinin konusu olan amelî-fıkhî hükümlerle ilgili 500 ayet bulunmakta olup, ibâdetler ve muamelat olmak üzere iki başlık altında toplanır.
Sünnet
Sünnet, Kur'ân’dan sonra bir teşrî kaynağı olarak kabul edilmiştir. Sünnet, Kur'an'ın müphem ve mücmellerini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder. Kur'an'da asılları sabit olan konuların hükümlerini tamamlayıcı mahiyette açıklamalarda bulunur. Kur'an'da olmayan bir kısım hükümleri de açıklar.
İcmâ, Hz. Peygamberden sonra İslam müctehidlerinin amelî bir meselenin şer’î hükmü üzerinde, ittifak etmeleridir. İcmâ; bir kısım şer'î hükümlerde, ibâdetlerde ve hukuki meselelerde cari olup, itikat konularında icmâ sabit olmaz. Yine, aklî konularla dinî olmayan konularda da icmâ tahakkuk etmez. İcmanın olabilmesi için bütün müctehidlerin ittifakının olması ve bir asrın geçmesi gerekir. İcmada, müctehidler şer'î bir delile daynmak zorundadırlar. Bu delil, haber-i vâhid veya kıyas olabilir. İcmâ, azimet veya ruhsat ile gerçekleşir. Azimet yolu ile mün'akıd olan icmâ'a "Sarîh icmâ" "Kavlî icmâ", "Amelî icmâ" ruhsat yoluyla mün'akıd olanına da, "Sükûtî icmâ" denir.
Kıyas "iki bilinen şeyden birinin nassla sabit olan hükmünü, aralarındaki müşterek illetten dolayı diğerinde de ictihâd ile izhâr etmektir" diye tarif edilmiştir. Kıyas, alimlerin çoğuna göre şer'î hücettir. Bir mes'elenin şer'î hükmünü kıyas yoluyla istihraç edebilmek için o hususta nass ile sabit olan şer'î hükmün bulunması gerekir. Kıyas; nassda ifade edilen illetin yeri bulunarak, illet araştırılırken onunla ilgisi bulunmayan vasıfların ayıklanmasıyla ya da illetin istinbât yoluyla ortaya çıkarılması ile tatbik edilir.
İstihsan lügatta bir şeyi “güzel” saymak manasına gelmektedir. Istılahta müçtehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icma, zaruret, gizli kıyas, örf veya maşlaha gibi bir delile dayanak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir. İstihsan, ya iki kıyas arasında tercih yapmaktır ya da bir meseleyi kuraldan istisna etmektir. İstihsan; nass, icmâ, zaruret, kapalı kıyas, örf ve maslahat sebepleriyle yapılır.
İstihsan, bütün imamlar nezdinde muteber bir delildir. İstihsandan söz edilebilmesi için, bir mesele hakkında o meselenin benzerlerine verilen bir hüküm bulunması, fakat bir delile dayanılarak o hükümden istisna yapılması ve meseleye o hükmün aksine bir hüküm bağlanması gerekir.
Sözlük anlamı itibariyle "istishâb" musahabe kelimesinden alınmıştır. Musahabe, birlikte olmak ve ayrılmamak demektir. Usulcülerin dilinde ise İstishâb, "geçmişte sabit olan bir durumun, değiştiğine dair delil bulunmadıkça hâlihazırda varlığını koruduğuna hükmetmek" anlamında kullanılır. Buna göre, daha önce varlığı bilinen bir durumun devam edip etmediği hususunda tereddüt duyulursa, istishâb yoluyla bu durumun varlığını koruduğuna hükmedilir. Daha Önce var olmadığı bilinen bir durumun daha sonra meydana gelip gelmediği hususunda tereddüt duyulursa, istishâb yoluyla bu durumun halen mevcut olmadığına hükmedilir.
İstishâbın üç türü vardır: a) Aksine delil bulunmadıkça, bir eşyadan faydalanma veya bir davranışta bulunmanın mubah olduğuna hükmedilmesi istishabı. Buna "ibâha-i asliyye istıshabı" denir. b) Delil bulunmadıkça sorumlu tutulmama istishâbı (Berâet-i asliyye istıshabı). c) Sebebi ortadan kalkmadığı sürece, şer'an varlığı kabul edilen hükmün sabit sayılması istıshâbı kısaca "vasıf istıshâbı". İstıshâb, olanı olduğu gibi bırakma hususunda hüccettir, olmayanı var kabul etmek için hüccet değildir. Bir olayda istıshâba başvurulmadan Önce, olay hakkında Kitab, Sünnet, icmâ veya kıyasta özel bir delilin bulunup bulunmadığının araştırılması gerekir. Bunlardan birinde özel delil bulunursa ona göre hükmedilir; ancak özel delil bulunmadığı zamandır ki müctehid istıshâba göre hükmedebilir. Yani istıshâb, şer'î deliller arasında en son başvurulacak delildir.
Mesalih-i Mürsele
Mesâlih-i mürsele, hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren; fakat muteber veya geçersiz sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan manalardır. Zarurî maslahat, nefsi, malı, aklı, dini, nesli muhafaza maslahatıdır. Hâcî maslahat insanların zaruret derecesine varmayan ihtiyaçları dolayısıyla olan maslahattır. Bey'bi'l-vefa, istisna, selem gibi akitler bu ihtiyaçları gidermek maksadıyla tecvîz edilmiştir. Tahsini Maslahatlar, bir zaruret, bir ihtiyaçtan dolayı olmayıp mücerred güzeli, en uygununu seçmek cinsinden olan, bir hükmün varlığını yokluğuna tercih eden maslahattır
Örf, insanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler veya duyulduğunda hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanılmayı teamül edindikleri lâfızlardır. Ameli ve kavli olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar da "âmm" ve ‘'hâss" kısımlarına ayrılırlar. Örf-i amm, herhangi bir devirde bütün Müslüman ülkelerde halkın bir davranışı veya bir lâfzın özel bir anlamda kullanılmasını âdet edinmesidir. Örf-i hâss ise, belirli bir ülke yahut bölge halkının veya belirli bir çevrenin bir davranışı veya bir lâfzın özel bir anlamda kullanılmasını âdet edinmesidir.
Şer'î delillere ve çevrenin yahut âdetlerin değişmesine göre değişmeyen şer'î hükümlere aykırı olan örf Fasit Örftür. Şer'î delillerden ve İslâm hukukunun temel kurallarından birine aykırı olmayan örf ise Muteber Örftür.
Örf; muamelelerin tümünde veya büyük çoğunluğunda uygulanıyor olması, söz konusu hukuki işlemin kuruluşu esnasında veya söz konusu durumun bulunduğu sırada mevcut olması, açık bir irade beyanı ile çatışmaması ve kesin bir şer’i delile yahut İslam hukukunun ilkelerine aykırı olmaması durumlarında geçerlidir.
Örf, gerek teşrî gerekse yargı ve fetva açısından İslâm hukukunun verimli kaynaklarından birini teşkil etmektedir.
Münferit Sahabe Kavli
Sahâbî kavlinin, re'y ve içtihad ile kavranamayacak bir konuda olması halinde, bunun kaynak olduğunu ve ona göre amel etmek gerektiğini bütün bilginler ihtilafsız kabul ederler. Zira böyle bir durumda ilk ihtimal, sahâbî kavlinin Hz. Peygamber'den duyulan bir bilgiye dayanmış olmasıdır. O halde bu bir nevi Sünnet sayılır. Bazı alimler sahabe kavlini kaynak saymazken, bazıları da Kitab, Sünnet ve icmâda hüküm bulunmadığı zaman sahabî kavlini bağlayıcı bir kaynak olarak saymıştır.
Şer’u Men Kablena- Geçmiş Ümmetlerin Şeriatı
"Şer'u men kablenâ”dan maksat, Allah'ın islamdan önceki toplumlar için koyduğu ve hükümlerdir. Önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümler, Kur'ân-ı Kerîm'de veya Hz. Peygamber'in Sünnetinde yer almayanlar ve Kur'ân-ı Kerîm'de veya Hz. Peygamber'in sözlerinde zikri geçen hükümler olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi Müslümanlar için bağlayıcı iken ikincisinde mensuh olanlar, geçerli olanlar ve zikri geçen ancak mensuh olduğuna dair bilgi olmayanlar vardır.
11-Seddi Zerayi
Zerai sözlükte iyi olsun kötü olsun başka bir şeye ulaştıran vasıta demektir. Usul terimi olarak da çok, şer’an yasaklanmış sonuca götüren vasıtayı ifade etmek için kullanılır. Sedd-i zerai, mefsedete götüren yolların yasaklanması anlamındadır. Mesfedet de şer’an yasaklanmış haram veya mekruh durumları ifade eder. Sedd-i Zerâi şer’an yasak sonuca yol açması sebebiyle aslen caiz olan fiillerin yasaklanmasıdır. Mefsedete götüren fiiller, mahiyeti itibariyle mefsedete götüren ve mahiyeti itibariyle mefsedete götürmeyen fakat mefsedete yol açan bir sonuca vasıta teşkil eden fiiller olmak üzere iki kısımdır.
Hüküm ve Kısımları
Hüküm
Fıkıh ilminde hüküm, "bir şey üzerine terettüp eden eser ve netice" demektir. Hüküm teklîfî ve vad'î olmak üzere iki kısma ayrılır.
Teklifi hüküm
Mükellefin fiilleriyle ilgili olan hitapların birer eseridir. Bu hükümler bir işin yapılmasını veya yapılmamasını talep etmeyi veya iki şey arasında yapıp yapmamada muhayyer kılmayı gerektirir. Teklifi Hükümlerin Vâcib, Mendûb, Haram, Mekruh ve Mubah olmak üzere beş türü bulunmaktadır.
Mendûb,
Şâri'in, yapılmasını bağlayıcı olmaksızın istediği ve yapılmamasını kötülemediği fiildir. Fiilin yapılmasının istendiğini gösteren ifade bağlayıcılık taşımaz veya bağlayıcı bir ifade olur ama onun bağlayıcılık niteliğini kaldıran karine bulunur. Bu karine, bir nass veya İslâm hukukunun genel kaidelerinden biri olabilir; fiilin terkine ceza bağlanmaması gibi başka bir karine de olabilir. Mendûb'a nafile, sünnet, tatavvu, müstehab, fazilet, ihsan adları da verilmiştir. Mendubun Sünnet-i Müekkede, Sünnet-İ Gayr-ı müekkede ya da sünnetü'z-zevâid gibi dereceleri de vardır.
Şâri'in, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiildir. Haramın, Lizâtihi haram ve ligayrihi haram olmak üzere iki türü vardır. Lizâtihi haram, Şâri'in, geçici bir sebebe binaen olmaksızın baştan itibaren ve temelden haramlığına hükmettiği fiildir. Zina, hırsızlık, ölü eti satma gibi. Liğayrihi haram, esasen meşru olduğu halde, haram kılınmasını gerekli kılan geçici bir durumla ilişkili olan fiildir. Meselâ bayram gününde oruç tutmak böyledir.
Şâri'in, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir. Bir başka ifade ile mekruh, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan davranıştır. Hanefîlere göre mekruh, Şâri'in zannî bir delille yapılmamasını istediği şeydir. Hanefîler mekrûh'u iki kısma ayırırlar. Tahrîmen mekruh, Bu İmâm Muhammed'e göre haram hükmündedir. Tenzîhen mekruh. Fakîhlerin çoğunluğuna göre mekruh işleyen kimse kınanmaz. Hanefîlere göre tahrîmen mekruhu işleyen kimse kınanır. Onlardan kaçınanlar ise övülür.
Şâri'in, mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiildir. Mubahın yapılmasında da yapılmamasında da sevap veya günah yoktur. Mubah liaynihi, Mubah ligayrihi diye ikiye ayrılır.
Allah'ın, mükelleflerin hepsi için bütün durumlarda bağlayıcı genel bir kanun olmak üzere baştan koyduğu hükümler demektir. Oruç, zekât, hac ve Allah'ın kullarım mükellef kıldığı diğer dinî vecîbeler de böyledir. Bunlar genel tarzda konmuş, her bir mükellef için ve her bir durumda bağlayıcı hükümlerdir.
Ruhsat
Zaruret gibi bir özre bağlı olarak kullara azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve hafifletilmiş olarak sonradan konmuş hükme denir. Şu halde azimet, genel ve temel hüküm; ruhsat ise istisnaî hükümdür. Azimette genel ve normal durum, ruhsatta normalin dışında özel durum (özür, ihtiyaç ve zaruret durumu) söz konusudur.
Usûlcülere göre, Şâri'in, bir şeyi başka bir şey için sebep, şart, illet, alâmet, rükün veya mani kılmasıdır.
Şâri, iki durum arasında bir bağ kurarsa ve bu bağ bir durumun diğeri için sebep, şart veya mani teşkil etmesi tarzında olursa buna vad'î hüküm denmektedir. Vad'î Hükmün Kısımları, Rükün, İllet, Sebep, Şart, Alâmet, Manî’dir.
Sebep, hükümde doğrudan doğruya müessir olmayıp, hükme götüren, ona ulaştıran bir yol ve vasıtadır.
Rükun, bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden unsurdur.
İllet, hükmün varlığı, kendisine nispet ve izafet edilen, yani hükmün dayandığı şeydir.
Şart, hükmün varlığı ona dayanır. Onun bulunmaması, hükmün de bulunmamasını gerektirir. Fakat şartın bulunması, hükmün bulunmasını gerektirmez.
Alâmet, Hükmün varlığı kendisine bağlı olmayıp, sadece onu tarif ve açıklayan şeydir.
Manî, Vad'î hükümlerden manî, hüküm veya sebeple kasdedilen şeyin vücûduna engel ve aykırı şer'î bir iştir.
Sahîh, fâsid ve batıl, mükelleflerden sâdır olan meşru fiiller için, şer'ân gerekli rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre yapılan birer nitelendirmedir.
El-Hâkim
Hakim, hükümlerin menşe bakımından kaynağıdır. Bütün İslam bilginleri Hâkim’in Allah Teâlâ olduğu konusunda fikir birliği etmişlerdir.
Diğer anlamda ise, hükümlerin idrak edilmesini sağlayan yoldur. Cumhura göre Allah’ın hükümlerini bildiren onları açığa çıkaran yol, yine Allah’ın elçileri ve onları insanlara tebliğ etmek üzere gönderdiği kitapları vasıtasıyla açıklamış olduğu dindir.
Şâri'in talebinin, tahyîrinin veya vad'ının taalluk ettiği fiil veya durumdur. Kısacası mahkûm fih, hükmün konusudur. Teklîfi hükmün söz konusu olduğu durumlarda, mahkûm fîh, işin başından itibaren mutlaka mükellefin fiilidir. Fakat vad'î hükümde mahkûm fîh, doğrudan mükellefin fîh olabileceği gibi, mükellefin fiili olmamakla beraber onun fiili ile bağlantısı olan bir durum da olabilir. Meselâ hırsızlığa uygulanan ceza hükmünün sebebi hırsızlık suçudur. Bu, doğrudan mükellefin fiilidir. Öğle namazının vacip olması hükmünün sebebi ise güneşin batıya eğilmesidir ki bu mükellefin fiili değildir; fakat yine de onun fiili ile yani kılacağı namaz ile ilgilidir.
Mükellefin, kendisine Allah Teâlâ'nın hükmü bağlanan fiilleri, dolayısıyla bu fiillere bağlanan hükümler dört kısma ayrılır:
Sırf Allah hakkı olan hükümler,
Sırf kul hakkı olan hükümler,
Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber Allah hakkının galip olduğu hükümler,
Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber kul hakkının galip olduğu hükümler.
"Allah hakkı" tabiri ile belirli bir ferdin menfaatine bakılmaksızın toplumun menfaatini gerçekleştirmeyi ve toplumdaki kamu düzenini korumayı hedef tutan hükümler anlatılmak istenmektedir. Bu yüzden, bu nevi hükümler bütün insanların Rabbi olan Allah'a nisbet edilmiştir."Kul hakkı" tabiri ile ise, ferde has bir menfaatin gerçekleştirilmesine yönelik hükümler kastedilmektedir
Şâri'in talebi veya muhayyer bırakması kendi fiili ile ilgili olan kişidir. Usulcüler buna "mükellef" adını verirler.
Mükellef Olmanın Şartları
Akıl, yani, teklifleri anlayacak derecede akıl ve zekâ bulunması; ehliyet, yani, kendisine yapılan tekliflere ehil olması. Istılahta "şahsın ilzam (borçlandırma, borç altına sokma) ve iltizâm (borçlanma, borç altına girme)'a selâhiyetli olmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir.
İnsanın bir iş ile mükellef sayılması için o işe ehil olması gerekir. Mükellef tutulduğu işe ehil olması ise, kendisine yöneltilen hitabı anlayabilecek ve bu hitabın anlamım imtihanda esas alınacak ölçüde tasavvur edebilecek güçte bulunması ile mümkündür. Çünkü mükellef tutmaktaki gaye, fiilin mükellef tarafından imtihan şartlan içinde meydana getirilmesidir. Kendisine yöneltilen hitabı anlama gücüne sahip olmayan kişinin ise imtihana tabi tutulması mümkün değildir.
Ehliyet iki kısımdır:
Vücûb Ehliyeti: Haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme demektir. Bu nevi ehliyetin temelini hayatta olma özelliği teşkil eder.
Edâ Ehliyeti: Kişinin, hukuken muteber sayılacak tarzda fiiller ortaya koyabilmesi demektir. Bu nevi ehliyetin temelini ise; vücûb ehliyetinde olduğu gibi hayatta olma özelliği değil, temyiz kudretinin var olması teşkil eder. Şu halde anne karnındaki" cenin için ve temyiz çağına -ki bu yedi yaştır- ulaşmamış küçük için edâ ehliyetinden söz edilemez.
Gerek vücub gerekse edâ ehliyeti, insanın anne karnındaki cenînlik devresinden aklî olgunluğa tam olarak erişmesine kadar geçirdiği dönemlere göre "tam" ve "nakıs" (eksik) kısımlarına ayrılır. Bu açıdan insan hayatı dört dönem halinde incelenir:
Birinci Dönem: Cenîn dönemi(eksik vucub)
İkinci Dönem: Temyiz çağına kadarki küçüklük dönemi: (0-7 yaş arası, gayrı mümeyyiz, tam vucub)
Üçüncü Dönem: Temyiz çağı sonrası küçüklük dönemi: (0-buluğ yaşı, mümeyyiz, eksik eda)
Dördüncü Dönem: Buluğ çağı sonrası dönem: (tam eda)
Ehliyet şu durumlarda ortadan kalkar: Semavî Arızalar: (Gayrı İradi Arızalar) Semavî arızalar, insanın kazanmasıyla, irade ve ihtiyarıyla olmaksızın meydana gelen arızalardır. Bu arızalar çocukluk (sığar), delilik (cünûn) bunama (ateh), bayılma (iğmâ), uyku (nevm), unutma (nisyan) aybaşı hali (hayız), lohusalık (nifas), ölüm hastalığı (marazu'1-mevt), ölüm (mevt), kölelik (rıkk)dır. Bu arızalardan bir kısmı, mesela ölüm gibi, vucûb ehliyetini, bir kısmı, mesela uyku, bayılma eda ehliyetini ortadan kaldırır.
Mükteseb Arızalar: Bunlar, insanın kesb, ihtiyar ve iradesiyle meydana gelen arızalardır. Bunlar; bilmemek (cehl), sarhoşluk (sekr), şaka (hezl), hata, ikrah, sefahat, yolculuk (sefer)dir.
Zarûriyât
Zarûriyyât, toplumun varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerler demektir. Bunlar yitirildiği takdirde, hayatın düzeni yok olur, anarşi kol gezer, bozgunculuk ve kötülükler her tarafa yayılır, âhiretteki ebedî saadet de yitirilmiş olur. Bu zarurî değerler dinin, nefsin, aklın, neslil ve malın korunmasıdır.
Hâciyyât
Hâciyyât, insanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları düzenlemeler demektir. Bunların bulunmaması halinde, birinci nevide olduğu gibi hayatın düzeni bozulmaz; fakat insanlar genelde zorluk ve sıkıntı ile karşılaşırlar.
Tahsîniyyât
Tahsîniyyât veya kemâliyyât, kâmil insan, üstün ahlâk ve güzel davranış vasıflarına uygun düşen durumlar demektir. Bunların bulunmaması halinde ne birinci nevide olduğu gibi hayatın düzeni yok olur, ne de ikinci nevide olduğu gibi insanlar sıkıntı ve zorluklarla karşılaşır.
Mükemmilat/Mütemmimat
Şâri', bu üç maksadın korunmasını sağlayan hükümlerin yanı sıra bir de tamamlayıcı nitelikte hükümler koymuştur ki bunlara "tekmile" adı verilir.
Usûl terimi olarak "delillerin tearuzu'', aynı meselede, iki delilden herbirinin diğerinin gerektirdiğiyle çelişen bir hükmü gerektirmesi demektir. Hanefî bilginlerin çoğunluğuna göre müctehidin karşılaşacağı tearuz durumları iki ana gurupta toplanabilir: nasslar arasında veya nassların dışındaki deliller arasındakiler.
Usûl terimi olarak, "nesh" şer'î bir hükmün, o hükmün delilinden sonra gelen şer'î bir delil ile kaldırılması demektir. Bir nass gelip uygulamaya konduktan sonra, o nassın kapsamına giren hükmü tamamen veya kısmen kaldıran başka bir nass gelirse, bu kaldırmaya nesih, ikinci nassa "nâsih" ve birinci nassa "mensûh" adı verilir.
Sözlükte "ictihâd" zor ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda olanca gayreti göstermek ve imkânları seferber etmek demektir. Usûl terimi olarak ictihad, fakîhin, şer'î-amelî hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmek için olanca gücünü ortaya koymasıdır.
Mutlak ictihad: Bu, her olay için hüküm istinbat edebilme ve bütün meselelerde fetva verebilme kudretidir. Bu güce sahip olan kişiye “mutlak müctehid" denir.
Mukayyed ictihad: Bütün meselelerde olmayıp bir kısım meselelerde hüküm istinbat edebilme kudretidir. Meselâ, ibâdetler alanında bu güce sahip olmamakla beraber, sözleşmeler konusunda hüküm istinbat edebilme gibi.Bu güce sahip olan kişiye "mukayyed müctehid" adı verilir.Her "iki nevi için birtakım şartlar vardır. Bunları aşağıda açıklayacağız.
Kur'ân-ı Kerîm'i bilmek.
Hz. Peygamber'in Sünnetini bilmek.
Kitâb ve Sünnet'in nâsih ve mensûhunu bilmek.
Arap diline tam bir şekilde vakıf olmak.
Fıkıh usulünü bilmek.
İslâm hukukunun ana gayelerini bilmek, hikmet ye hedeflerini kavramış olmak.
Aynı zamanda müctehidin, hakkında nass bulunmayan olayları iyi teşhis edip kıyas, istihsan ve ıstıslah gibi yollarla onlara en uygun çözümleri bulabilmesi için, insanların ihtiyaçlarını, içinde bulundukları durumları, dikkate alınmaya ve korunmaya lâyık örf ve âdetlerini de bilmesi gerekir.
Mukayyed ictihadda, bütün hükümlerle değil sadece ictihad edilen hükümle İlgili hususları bilmek şarttır.
Usûl terimi olarak "taklîd'" delilini bilmeksizin, sözü hüccet olmayan kişiden, başkasının görüşünü almaktır. İctihad derecesine ulaşan bir kimsenin, bir mesele ile karşılaştığında, o konuda İctihad etmesi ve içtihadının sonunda ulaştığı hükme uyması vaciptir. O hususta kendi ulaştığı hükmü bırakıp başkasını taklid etmesi caiz değildir. İctihad mertebesine ulaşmamış kişiye gelince, -ister avamdan biri, ister ictihad derecesine ulaşmada önemli olan bazı bilginleri elde etmek suretiyle avam mertebesini aşmış biri olsun- bu kişinin amelî hükümlerde başkasını taklid etmesinin caiz olup olmadığı hususunda üç farklı görüş ileri sürülmüştür:
1- Taklîd hiçbir şekilde caiz değildir. Her mükellefin, karşılaştığı dinî meselelerdekendi başına ictihad etmesi ve vardığı içtihadı sonuca göre uygulama yapması gerekir. Bu son derece tuhaf bir görüştür. Zira aşağıda açıklayacağımız üzere, bu, delillere aykırıdır. İbn Hazm'in bu görüş üzerinde icmâ bulunduğu yönündeki iddiası oldukça şaşırtıcıdır.
2- Taklid vaciptir. İctihad ehliyetleri ve taklid edilmelerinin caiz olduğu ittifakla kabul edilen müctehid imamlar devrinden sonra ictîhadda bulunmak geçersizdir. Bu da tuhaf bir görüştür. Çünkü daha Önce belirttiğimiz gibi, ictihad, belirli kişilere has ve belirli zamanla sınırlı bir iş değildir.
3- Mutlak müctehid olmayan kimsenin, dinen müctehid imamlardan birini taklid etmesi ve karşılaştığı meselelerin hükümlerini bilginlerden sorması gerekir. Şayet ahm-satım gibi bir kısım fıkıh meselelerinde müctehid ise, kendi içtihadı ile hükmünü bilemeyeceği konularda taklid etmesi icap eder.
Kaynak itibariyle, tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin yegane kaynağının Kur’an olduğu görülecektir. Dolayısıyla bu üç ilmin çıkışı aynı merkezdendir. Öte yandan, kaynak itibariyle aynı yerden beslenen bu ilimler yine birbirleriyle içli-dışlıdırlar. Zira tefsir ilminin Kur’an’ı anlama noktasında ilk müracaat yeri, Hz. Peygamberdir. Yine aynı şekilde hadis ilmini haliyle, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerini merkeze almaktadır. Fıkıh ise, diğer taraftan, hükümlerini ortaya koymak için bu iki kaynağı kendisine ölçü olarak almaktadır.
Diğer bir deyişle, Hz. Peygamber, Kur’an temelli söz, fiil ve takrirleriyle tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin temeli atmıştır bir anlamda. Gelişen şartlara göre sahabe ve ardından tabiun ve sonrakiler bu ilimleri ihtiyaçlara göre belirli usullere bağlamışlardır. Bu itibarla, bu ilimler adeta, kenarları birbirlerine bakan ve birbirlerini destekleyen, bütün bir üçgeni oluşturmuş gibidirler. Ancak, her bir ilmin usul cihetiyle kendi amacına matuf, kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ve kendi zafiyetlerini izale edecek usulleri ortaya çıkmıştır. Esasen, bu ilimlerin ayrışmasına neden olan da bu faktörlerdir. Usul farklılıkları bu ilimleri birbirlerine karşı bağımsız yapmamaktadır. Zira beslendikleri kaynaklar netice aynıdır. Müfessirlerin, Kur’an’ anlamak için Kur’an’a ve sünnete müracaat etmesi gibi, muhaddisler de, fakihler de Kur’an ve sünnete müracaat etmişlerdir ve etmeye devam edeceklerdir.
Usul açısından ele alındığı zaman; kendi amaçlarına matuf olarak, tabii bir şekilde tefsir, hadis ve fıkıh usullerinin oluştuğunu önceki bölümlerde zikredildiği şekliyle görülmektedir. İlimlerin gerektirdiği niteliğe göre usulün geliştiği anlaşılmaktadır. Kaynak itibariyle aynı kökten neşet eden bu ilimler, usul bakımında farklıdırlar. Tefsir ilmi, birinci bölümde arz edilen Kur’an ilimlerine vakıf olmayı gerektirirken, hadis ilmi isnad üzerinde durmak zorundaydı. Fıkıh ilmi ise, hüküm koymak için kendine has usulü ortaya koymalıydı. Nitekim bu ilimlerin doğal gelişimi de bu mecrada cereyan etmiştir.
Öte yandan, bu üç ilmin otorite isimlerine bakıldığında çoğunun diğer ilimlerden uzak kalmadığını, bilakis hemen hepsine vakıf ve donanımlı oldukları görülecektir. Her bir ilmin usulüne uyarak, faydalanmayı bilmişlerdir. Dolayısıyla, birbirlerinden bağımsız olmayan bu ilimler usulde farklılaşsalar da amaçlarına matuf olarak birbirlerine muhtaçtırlar.
KAYNAKÇA:
Muhsin Demirci, “Tefsir Usulü”, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İst. 2013.
Talât Koçyiğit, Hadis Usûlü, A.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, ANK. 1993.
Zekiyüddîn Şa’bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları, çev. Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2009.
İSLAM
TEŞRİİ TARİHİ
(ABDULVAHHAB HALLAF)
A-)PEYGAMBER
DEVRİ
Bu dönemde Hz Peygamber dini kuralların uygulanması konusunda örnek ve etkindi.Çünkü bir sorun oluştumu vahiy geliyordu.Az da olsa sahabenin bu dönemde ictihadı mevcuttu.(Muaz b. Cebeli yemene gönderirken ictihatla amel edeceğini söylemesi)
B-)SAHABE DEVRİ
Bu dönemde teşrii kuvvet sahabenin elindedir.Kuran tedvin edilmiş .Sünnet ise tedvin edilmemişti.Medinede icithatlar sahabe yoluyla tek elden yapılıyordu.Fetihlerle beraber sahabiler yayıldı ferdi ihtiyaç başladı.Sahabilerin sünneti korumanoktasında önlemleri mevcuttu.(Hz Ebubekrin bir sahife teyit olmadıkça herhangi bir raviden hadis almaması)Bu dönemde öne çıkan isimlerden bazıları :
Zeyd b Sabit (vahiy katibi)
Abdullah b Abbas (Peygamberimizin kuzeni,ilmi yönden peygamber efendinimiz kendisini övmüştür)
Abdullah b Mesud (Fetva konusunda temayüz etmiş,Kufeliler fıkıh öğretmiş)
C-)TEDVİN VE
MÜCTEHİT İMAMLAR DEVRİ
Bu devirde fıkıh gelişmiştir.Çünkü hudutlar genişlemiş;Sünnet sahabe ve tabiun fetvaları tedvin edilmiş,Ebu Hanife İmam Malik gibi önemli isimler bu devirde yetişmiştir.Bu devirde din bilginleri arasında ihtilaflar da olmuştur.Yani rivayetler arası değerlendirmede( hangisi üstün ),lugatla ilgili prensiplerin değerlendirilmesi hususu ihtilafların başlıca sebepleridir.İhtilafın olaması İslamla ilgili bilgilerin artmasına çeşitlilik ve zenginlik oluşmasına sebep olmuştur.Fikri anlamda bir canlılık mevcuttut.
D-)TAKLİD
DÖNEMİ
Bu dönemde ise fikri canlılık durmuş önceki imamlar taklid edilmeye başlanmıştır.İslam toplumu arasında bölünmeler yaşanmış mezhepler arası üstünlük yarışları başlamış alimler iftiraya uğramamak için görüş belirtmekten çekinmişlerdir.Ulema çeşitli tabakalara ayrılmıştır. (Tahric ehli, Tercih ehil,Taklid ehli vs.)
E-)SON ASIRDA GİRİŞİLEN TEŞRİİ HAREKETLER
Dört mezhebin taklidine karşı bir eser kaleme alınmıştır.Mecellei Ahkamı Adliyye.Bu kanundav bey’ ile ilgili bazı hükümler İbn Şubrume mezhebinden alınmıştır.
TEFSİR TARİHİ
PROF. DR. İSMAİL CERRAHOĞLUNUN
TEFSİR USULU KİTABINDAN İLGİLİ BÖLÜM
TEFSİR VE TE’VİL
Tefsir ve te’vil kelimeleri muhtelif zamanlarda birbirlerinin yerine kullanılsa da aynı anlamda değillerdir.Tefsir te’vilden daha umumidir.Tefsir ekseriya lafızlarda te’vil ise manalarda kullanılır.
TEFSİRDE İHİTLAF
Sebepleri
Kıraat ihtilafı
İrab yönünden
Hakikat Mecaz ihtimali
Lafzın iki veya daha fazla manada iştiraki
Hz Peygamber ve seleften gelen tefsir rivaytlerinin ihtilafı
Hz.PEYGAMBER
VE TEFSİRDEKİ YERİ
Hz.Peygamber tefsirde Kuranın somutlaşmış halidir.Kuranı ilk açıklayandır.Bu konu şu hadis-i şerif önemlidir:
‘’Bana Kitapla beraber mislide verildi’’
TABİUNUN TEFSİRDEKİ YERİ
Bu dönemde Araplar ilimle ilgilenmemiş idare ile ilgilenmişlerdir.İlimle ilginen mevali olmuştur.Diğer ülkelere dağılan sahabilerden çoğunlukla arap olmayanlar ilim almışlardır.
Daha sonraları Rivayetlere İsraili kaynaklı bilgiler girmiştir.Bu konuda bir hadisi şerif mevcuttur.
‘’Beni İsrailden nakledin bunda hiçbir beis yoktur.’’
Müfessirlerin İsrailiyat Karşısındaki Tutumu
· Elden geldiğince uzak durmaları
· Kuranın ruhuna uygun olanları alma
Tefsir ilmi H.2 asırdan itibaren hadis ilminden ayrılmış müstakil eserler meydana gelmiştir.
HADİS
TARİHİ
PROF.DR.TALAT KOÇYİĞİT
Hadis Hz. Peygamberin söz fiil ve takrirleridir.
Haid yazımı ilk dönemlerde yasaklanmıştı.Bunun sebebi
· Yazı bilenlerin az olması
· Kur’anla karışma tehlikesi
· Yazılmak istenmiş fakat daha sonraları aslına uygun olarak nakledilememe kaygısı taşınmıştır.
Hadislerin yazımı tabiun dönemine rastlar.Bu dönemde ilk tedvin eden İbn Şhab ez Zuhridir.Bu dönemde tedvin ve tasnif edilen eserler şunlardır:
· Siyer ve megazi kitapları
· Sünen kitapları
· Cami’ler
· Musannefler
İlk yazılı hadisler Hz Peygamberin diplomatik mektupları ve sadakat hadisleridir.
Daha sonraları dini konularda ihtilaflar yaşanmış bunların sebepleri ise sahabilerin farklı çevrelerde yaşaması ilk dönemler hadislerin tedvin edilmemiş olması olarak açıklanmıştır.
Daha sonraları ise hadis uydurmacılığı (Vaz’ı) başlamıştır.Bunun sebepleri ise itikadi ,İslam düşmanlığı,ırk belde mezhep taassubu , vaizlerin tutumu ,tergib ve terhib olarak açıklanmıştır.Ve bundan dolayı cerh ve ta’dil diye bir hareket oluşmuştur.Bu konu da Muhammed b Sirinin şu sözü önemlidir.
‘’Bu ilim dindir,dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.’’
Sonuç olarak tefsir hadis ve fıkıh tarihine baktığımızda genel olarak içerikte aynı şeyleri görmekteyiz.
Kuranın açıklayıcısı konumunda olan bu ilimler aslında bir bütündür.Bu ilimlerden birisini göz ardı edersek Kur’anın anlaşılması eksik kalmış olur.Bu ilimlerin beslendikleri kaynak aynıdır.Bu yüzden Kuranın anlaşılmasında bilginin bütünlüğünü göz ardı etmemeliyiz.
MUKAYESELİ TARİHLER/USULLER
Adı ve Soyadı: Faruk ÇELİK
Öğrenci No: 15922721 (DOKTORA)
Dönem: 2015/2016 GÜZ DÖNEMİ
TEFSİR İLMİNİN TARİHİ GELİŞİMİ
Kur’an yirmi üç senelik peygamberlik müddeti içinde Hz. Muhammed’e çeşitli vesilelerle vahiy yoluyla zaman zaman Allah tarafından indirilen sözlerin mecmuası şeklinde tarif edilmiştir. Yüz on dört surenin seksen altısı Mekkî yirmi sekizi ise Medenîdir.
Hz. Peygambere indirilen ayetler vahiy kâtipleri vasıtası ile yazılı hale getiriliyor, kayıt altına alınıyordu. Peygamberin en önemli vazifesi Kur’an’ı tebliğ ve beyandır. Sahabe Kur’an’ı önemli ölçüde anlıyordu. Anlamadıklarını Hz. Peygambere soruyorlardı. O dönemde usulleşme ihtiyacı henüz gündem de yoktu. Çünkü vahyin kendisine indirildiği, tebliğ ve beyan görevi olan peygamber hayattaydı.
Hz. Peygamber döneminde Kur’an’la meşguliyette temeyyüz eden, bireysel olarak toplamaya çalışan sahabe mevcuttur. Bunlar Zeyd b. Sabit, Mu’az b. Cebel, Übeyy b. Ka’b, Ebu Zeyd, Ebu’d-Derda, İbn Mes’ud, Ali ve Osmandır. Ama Hz. Peygamber döneminde Mushaf haline gelmemiştir. Hz. Ebu Bekir döneminde savaşlarda hafızların kaybedilmesi sonucu Kur’an’ın muhafaza edilmesi gündeme geldi. Bir komisyon marifetiyle Kur’an bir Mushaf haline getirildi. Hz. Osman döneminde kıraat farklılıklarının ihtilaf ve fitnelere neden olması dolayısıyla Hz. Ebu Bekir döneminde cem edilen Mushafı Hz. Hafsadan istetti ve bu nüsha esas alınarak Kureyş lugatı üzerine çoğaltıldı ve şehirlere gönderildi.
İslam Arap olmayan beldelere açılmaya başladıktan sonra Kur’an’ın doğru okunması da gündeme gelmiştir. Bunu sağlamak üzere noktalama işlemi Ebu’l-Esved ed-Düeli (Ö.69/688/), harekelenmesi ise el-Halil b. Ahmed ( Ö. 175/791) tarafından yapılmıştır.
Tefsir için de önem taşıyan on kıraat günümüze kadar korunarak gelmiştir. Bu arada Kur’an tefsiri ile ilgili olan ilim dalları da artmaya ve çoğalmaya başlamıştır. Bunlar Kur’an ayetlerinin anlamları tespit etme hususunda etkili olan esbabü’n-nüzul ilmi, Kur’an’dan ameli hükümler çıkarılması hususunda mutlaka bilinmesi gereken ilimlerden olan nâsih ve mensûh ilmi, muhkem ve müteşabih, hurufu’l-mukattaa, surelerin başlangıçları, garibu’l-Kur’an, uslubu’l-Kur’an, icazu’l-Kur’an, aksâmu’l-Kur’an, kısasu’l-Kur’an, Kur’an’da tekrarlar, Kur’an’da meseller, hakikat ve mecaz, müşkilu’l-Kur’an, mücmel ve mübeyyen, vücûh ve en-nezair, mübhematü’l-Kur’an, halku’l-Kur’an, Kur’an’da hitaplar, Kur’an’da sual ve cevaplar, fedailü’l-Kur’an, tenasüp ve insicam alanlarında Kur’an tefsirine yardımcı ilimler oluşmuş ve süreç içeriside devam etmiştir.
Kur’an’ın tefsirine ihtiyaç ilk asırdan beri azalmadan devam etmektedir. Kur’an’ın ilk müfessiri kuşkusuz Hz. Peygamber’dir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmış onlardan da tüm ümmete ve insanlığa mal olmuştur.
Hadis ve siyer kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir.
Hz. peygamber Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır. Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır. Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları görülmektedir. Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir.
İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur. Bu okul İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b.Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. Tefsirde bir diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi âlimler mevcuttur. İlk Müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür. Onun takipçileri arasında Alkame b.Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaî gibi şahsiyetler vardır.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur.
Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukatil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr: Tefsîru Mukatil b. Süleymân) ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları ve halka açık tefsir dersleri, gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları, gerekse kendilerine çokça başvurulan I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıl tefsir âlimlerinin değerlendirmeleri bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve nakledilmiştir; hatta bunlar tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Belki de bu sebeple İbnü’n- Nedîm el-Fihrist’inde tâbiînden ve tebeu’t-tâbiînden çok sayıda müfessirin tefsir rivayetlerini “Kitâbü tefsiri …” gibi başlıklar altında vermiştir. Bu durumda tefsirlerin tedvinini II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün görünmektedir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen Müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen Müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi kabul görürken öte yandan Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen kaynaklar olarak görülmüştür.
Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam etmiştir. İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık halde bulunan tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için önemli bir hizmet görmüştür. Câmi u’l-beyân an tevîli âyi’l-Kur’ân adını verdiği eseri genellikle bir rivayet tefsiri olarak kabul edilse de iyi bir inceleme onun aynı zamanda dirâyet tefsirine ait pek çok unsur içerdiğini ortaya koyar. Nitekim son zamanlarda Taberî’nin tefsirinin dirâyet yönüne dikkat eden çalışmalar yapılmaktadır. Taberî’den sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Gayb’ını özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın küçük yerinde yayılması ile İranlıların, Türklerin, Türkistanlıların, Kafkas kavimlerinin, Hintli Müslümanların, Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in yazdığı çok sayıda tefsir meydana getirilmiştir.
Modern dönemde; İslâm dünyasının XIX. yüzyıldan itibaren yaşadığı sürecin ve geçirdiği değişimlerin Kur’an tefsiri alanında da birtakım yansımaları olmuş, tefsir literatüründe gerek şekil gerekse muhteva bakımından önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Kur’an tefsirine yeni işlevlerin de yüklendiği bu süreçte tefsir alanında klasik çizgiyi devam ettirmeye çalışanların yanı sıra yeni ihtiyaçları karşılamaya ve modern dönüşümlerin ortaya koyduğu problemleri cevaplandırmaya yönelik ürünler çağdaş İslâm düşüncesinin en aktif alanlarından birini oluşturmuştur.
Modern tefsir literatürünün dikkat çekici özelliklerinden biri pratik endişelerin ve sosyal, siyasal, ideolojik içeriklerin bu tür eserlerde klasik döne me göre çok daha ağırlıklı bir yere sahip olmasıdır. Bu literatürde İslâm’ın inanç esaslarına ve toplumsal düzenlemelerine yönelik eleştirilere cevap amaçını taşıyan savunmacı bir üslûp ve siyasal, sosyal düşünceleri Kur’an tefsiri yoluyla meşrulaştırma çabası görülmektedir. Modern dönemde Müslümanların ilim geleneğine karşı mesafeli durarak modern bir İslâm anlayışı oluşturma çabaları Kur’an’ın yeniden yorumlanması konusuyla ilgilidir. Bu bağlamda klasik dönemde İslâmî ilimler hiyerarşisinde daha çok açıklayıcı ve yorumlayıcı fonksiyona sahip olan ve Kur’an’ı özellikle dil ve tarih açısından açıklamaya çalışan tefsire kelâm ve fıkıh gibi ilimlerin normatif bazı fonksiyonları da yüklenmek istenmiş, İslâm’ın inanç ve uygulamaya yönelik taraflarını doğrudan tefsirle temellendirme arayışları söz konusu olmuştur. Tefsir literatürünün muhatap kitlesinde ortaya çıkan farklılık da bu konuda önemlidir. Klasik dönemde tefsirler ilmî üslûp ve muhtevaya sahipken modern dönemde popüler seviyeye hitap eden çalışmalar artmıştır. Dikkat çekici bir diğer husus, Kur’an’ın tamamını tefsire dair eserlerin yanı sıra belli âyetlere ve konulara yoğunlaşan tematik tefsir tarzının yaygınlaşmasıdır.
HADİS İLMİNİN TARİHİ GELİŞİMİ
İslam alimleri hadis ilminin tarihini dönemlere ayırarak anlatma yoluna gitmişlerdir. Hıfz, kitabet, tedvin, tasnif gibi dönemlere ayırmışlardır. Ahmet Yücel rivayet, nakil ve son dönem olarak üçe ayırıp daha sonra alt başlıklar halinde ele almanın daha tutarlı olduğunu ifade eder. Rivayet dönemi hicri beş asrı kapsamaktadır. Nakil dönemi beşinci asırdan on dokuzuncu yüzyıla, son dönemde on dokuzuncu yüzyıldan günümüze kadar olan dönemdir.
Hz. Peygamber tebliğ görevinin yanında beyan görevi de vardı. Sahabe can kulağı ile peygamberi dinliyor ve ezberliyorlardı. Kavradıklarını başkaları ile paylaşmalarını Hz. Peygamber istiyordu. Hz. Peygamberden duyduklarını sahabe şifahi olarak naklediyordu. Az da olsa yazma izni alanlar da vardı. Bundan amaçta hıfzını sağlamlaştırmaktı. Yani henüz yazıyla nakil söz konusu değildi.
Sahabe döneminde İdarî sorumluluk altında bulunan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Muâviye (radiyallahu anhüm ecmain) gibi büyükler hadîs rivâyetinde "tahkîk siyâseti" güdüp rastgele herkesin (fasık, bedevî, münâfık, dikkatsiz...) rivâyet cesaretini kırarak hadîslere yabancı unsurların girmesini önlemeye çalışmışlardır.
Hafızası zayıf olanlar veya zabt cihetinden kendilerine güvenemeyenler de "tahdid prensibi"ni esas alıp az rivâyet etme yolunu tutmuşlar,iyice emîn olmadıkları, aslına uyup uymamakta şüphe ettikleri mâlumatlarını, hâtıralarını rivâyet etmemişlerdir.
Aksine, hâfızası kuvvetli olduğu veya yazdığı için, hadîsleri aslına uygun şekilde koruduğundan emin olanlar da çok rivâyetten çekinmemişlerdir. İlmin gizlenmemesini emreden rivâyetlerin bu sahâbeler tarafından rivâyet edilmesi de mânidardır. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) prensip olarak her zaman muhatabına en muvafık gelen tavsiyede bulunmuştur.Bu dönemde sahifeleri olan sahabeden söz edilmektedir.
Tabiin ve tebe-i tabiin dönemlerinde de sahabede olan hassasiyetin onlarda da olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız sahabe döneminde olmayan yeni siyasi, sosyal ve kültürel hadiseler ortaya çıkmıştır. Hz. Osman’ın şehadeti, Cemel, ve sıffîn vakaları tartışmalı konular ortaya çıkarmıştır. Büyük günah, iman-küfrün sınırı, kader ve insanın fiilleri itikadi meseleler olarak ortaya çıkmıştır. Hararetli fikri ve siyasi tartışmalar meydana gelmiştir. Hadis uydurmaları baş göstermiş ve güven duygusu zayıflamıştır. Bu nedenle isnad faaliyeti başlamış, Şa’bi (ö. 103/721), Muhammed b. Sirin ve İbn şihab ez-Zühri( ö. 124/742)’nin isnadı yaygınlaştıran kişi olmuştur.
İsnad hadisin bir parçası haline gelince raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
684-705 yılları arasında Emeviler'in Mısır valisi olan Abdulaziz b. Mervan'ın bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amaçıyla devlet adamlarının bile gayri resmi olarak hadis tedviniyle ilgilendiklerini göstermektedir. Halife Ömer b. Abdülaziz, ileri gelen alimlerin hadisleri yazma işine karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvin işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış alimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebu Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda alimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber'in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihab ez-Zuhri (o. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülaziz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir. Sahabe tarafından kaleme alınan sahifeler bir yana, bir tesbite göre I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı tespit edilmiştir.
Hadislerin tedvini tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı alimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef" adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.
Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle beraber Tirmizi ve daha geniş bir şekilde Râmhurmuzî'nin verdiği bilgiye göre bu konuda ilk çalışmayı, genellikle el- Musannef diye anılan eserleriyle Mekke'de İbn Cureyc (o. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Raşid, Basra'da İbn Ebu Arûbe ile Rebi' b. Sabih (Subeyh), Kufe'de Sufyan es-Sevri, Medine'de Malik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mubarek, Rey'de Cerir b. Abdulhamid, Şam'da Velid b. Muslim gibi muhaddisler yapmıştır.
İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hazırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır. Yemenli muhaddis Ma'mer b. Raşid'in günümüze ulaşan el-Cami’ adlı eseri ilk tasnif mahsullerinin genel yapısı hakkında fikir vermektedir.
II. (VIII.) yüzyılda tasnif edilen eserlerle III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında kaleme alınan hadis kitaplarının çoğunda Hz. Peygamber'in hadisleri sahabeye ait görüşlerden ve tabiinin fetvalarından ayrılmamıştır. Malik b. Enes'in el-Muvatta adlı eseri bu nevi teliflerin belirgin özelliğini taşımaktadır. II. (VIII.) yüzyılda sağlam hafızaları, güvenilir rivayetleri ve isabetli tenkitleriyle hadislerin daha sonraki nesillere aktarılmasını sağlayan diğer muhaddisler arasında Abdurrahman el-Evzai, Şu'be b. Haccac, Hammad b. Seleme, Leys b. Sa'd, Cerir b. Abdulhamid, İsmail b. Uleyye, Abdullah b. Vehb, Vekî’ b. Cerrah, Sufyan b. Uyeyne, Yahya b. Said el-Kattan ve Abdurrahman b. Mehdi bulunmaktadır.
Genellikle III. (IX.) yüzyılda hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre muhtelif sistemler uygulanmıştır. Bunların en yaygın iki şekli, hadislerin ravi adlarına (ale'rrical) ve konularına (ale'l-ebvab) göre tasnif edilmesidir. Hadislerin ilk ravisi olan sahabilerin adlarını esas alarak her sahabinin bütün rivayetlerini sağlamlık derecesine bakmadan bir araya getiren müsnedlerin ilk musannifleri olarak Esed b. Musa (o. 212/827), Ubeydullah b. Musa el-Absî, Yahya b. Abdulhamid el-Himmani, Musedded b. Muserhed ve Nuaym b. Hammad'ın adları zikredilmektedir. Bunların eserleri hakkında fazla bilgi bulunmamakla beraber Ebu Davud et-Tayalisî'nin (o. 204/819) el-Müsned'i ile Mekke'de kaleme alınan ilk müsnedler arasında sayılması gereken Abdullah b. Zubeyr el-Humeydi'nin (o. 219/834) el-Müsned'i, ve en hacimli hadis külliyatından biri olan Ahmed b. Hanbel'in (o. 241/855) el-Müsned'i günümüze ulaşmıştır.
Ravi adlarına göre tasnif edilen kitaplardan olan mu'cemlerde rivayetler sahabe adına veya mu'cemi tasnif eden muhaddisin hocalarının adlarına yahut ravilerin yaşadığı şehirlere göre tertip edilmiştir. Taberanî'nin üç mu'cemi bu türün en tanınmış örnekleridir. Konularına göre tasnif edilen, bu sebeple genel olarak "musannef' diye anılan hadis kitaplarının ilk örnekleri de Ma'mer b. Raşid'in el-Camfi ile Malik b. Enes'in el-Muvatta'ıdır. Bu türün III. (IX.) yüzyıldaki ilk örnekleri arasında Abdürrezzak es-San'ani’nin (o. 211/826-27) el-Musannef i ile Ebu Bekir b. Ebu Şeybe'nin el-Musannef’i gösterilebilir. III. yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak Kütüb-i Sitte kabul edilmektedir. Bunların içinde, sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhari ile Muslim'in el-Camiu'ssahih'leri Kur'an'dan sonra İslam'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Malik b. Enes'in el- Muvatta'ını veya Abdullah b. Abdurrahman ed-Darimi'nin es-Sünen'ini (el-Müsned) gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap İbn Mace'nin es- Sünen'idir. Diğerleri Ebu Davud'un es- Sünen'i, Tirmizi'nin es-Sünen diye de anılan el-Camii's-sahih'i ve Nesai'nin el-Mucteba diye de bilinen es-Sünen'idir.
III. (IX.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili çalışmalar da yapılmış olup Ebu Ubeyd Kasım b. Seliam'ın kırk yılda meydana getirdiği Garibu'l-hadis adlı eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmelidir. Daha sonra da bu türde pek çok kitap yazılmıştır.
IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahi rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır. Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebu Ya'la el-Mevsıli'nin (o. 307/919) el-Müsned'i sahabeye ait birçok haberi de ihtiva eden önemli bir kaynaktır. İbn Cerir et-Taberi, orijinal bir çalışma olan Tehzibu'l-asar'ında aşere-i mubeşşere, Ehl-i beyt ve mevalinin müsnedleriyle İbn Abbas'ın müsnedinin bir bölümünü bir araya getirmiş; hadislerin tariklerini, illetlerini, alimlerin bu hadisler hakkındaki ihtilaflarını ve sonunda da kendi tercihini belirtmiştir. İbn Huzeyme de bugün tam nüshası elde bulunmayan es-Sahin’ini tasnif etmiştir. Ebu Avane el-İsferayini, el-Musnedu'l-muhrec 'ala Kitabi Muslim b. el-Haccac İsmailî de el-Mustahrec adlı eserleriyle yeni bir tasnif türü olan "müstahrec" çalışmalarını başlatmışlardır. Daha sonra Sahih-i Buhari ve Sahih-i Muslim üzerine çeşitli mustahrecler hazırlanmıştır. Ebu Ca'fer et-Tahavi, seçtiği ahkam hadislerini değerlendirdiği Şerhu Me'ani'l-asar'ını, İbn Hibban, daha önceki hadis kitaplarından tamamen farklı bir tertipte hazırladığı el-Müsnedu'ssahih'ini (et-Tekasim ve'l-enva’), Taberani, hocalarının adlarına göre tertip ettiği el-Mu'cemu'l-evsat ve el-Mu'cemu'ssağir adlı eserlerinden daha hacimli olup sahabe adlarına göre alfabetik olarak tasnif ettiği el-Muccemu'l-kebir"i, Darekutni, hadislerin farklı rivayetlerine büyük ölçüde yer verdiği es-Sünen'ini ve Hakim en-Nişaburi el-Mustedrek ale's Sahihayn adlı eserini meydana getirmiştir.
IV. yüzyılda daha sonraki çalışmalara kaynaklık eden önemli dirayet kitapları da telif edilmiştir. İbn Ebu Hatim'in, ravileri bütün yönleriyle tanıyan hadis münekkidi babası Ebu Hatim er-Razi ile hocası Ebu Zur'a er-Razinin görüşlerine dayanarak kaleme aldığı, hem sika hem de zayıf hadis ravilerinin tenkidine dair ilk eserlerden biri olan el-Cerh ve't-ta’dil’i; Ramhurmuzi'nin derli toplu ilk usul-i hadis çalışması olduğu kabul edilen el-Muhaddisü 'l-fasıl beyne 'r-ravi ve 'l-va'i adlı eseri; İbn Adi'nin, zayıf raviler hakkında munekkitlerin görüşlerini aktardığı ve bu ravilerin rivayetlerinden örnekler verdiği el-Kamil fi du'afaî’r-rical'i; Hattabi'nin, önce Ebu Davud'un es-Sünen'ine Mecalimu's- Sünen, ardından Buhari'nin el- Camiu's-Sahih'ine İ'lamu's-Sünen adıyla yazdığı sahasında ilk çalışmalar olarak kabul edilen hadis şerhleri; Halef el-Vasıti’nin etraf kitaplarının ilk örneklerinden olan Etrafu's-Sahihayn'i ile Ebu Mes'ud ed-Dımaşki'nin Etrafu’s-Sahihayn’i, Hakim en-Nişaburi'nin usul-i hadise dair ilk ve önemli kaynaklardan biri olan Ma ' r i f e t u "ulumi'l-hadis'i bu tür eserlerdendir.
V. (XI.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmaların temel özelliği değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler devam etmiştir. Bu yüzyılın başlarında Ebu Nuaym el-İsfahani (o. 430/1038) el-Müsnedu'l- mustahrec a’la Sahihi Muslim adlı eseriyle sahabenin hayatına dair Ma'rifetu's- sahabe'sini, Mısırlı muhaddis ve tarihçi Kudai, hadislerden kolayca faydalanılmasını sağlamak amacıyla kısa metinli 897 hadisi yarı alfabetik olarak sıraladığı Şihabu'l-ahbar'ını yazmıştır. Hadise dair çeşitli eserleri bulunan Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki es- Sünenu'l-kübra'da diğer hadis kitaplarında bulunmayan pek çok hadisi, sahabe ve tabiin sözlerini muhtelif rivayetleriyle birlikte bir araya getirmiş; Ma'rifetu's- sünen ve'l-asar adlı eserinde de Şafıi fıkhının dayandığı 20.881 hadisi, sahabe ve tabiin sözünü toplamıştır. Endülüslü muhaddis İbn Abdulber en-Nemeri, bütün sahabilerin hayatını yazmak amacıyla başladığı el-İstiab fi marifeti'l-ashab'da mükerrerleriyle birlikte 4225 kadar sahabiye yer vermiş; Cami'u beyani'l-ilm'de ilme ve ilim tahsiline dair Hz. Peygamber, ashap, tabiin ve daha sonraki alimlerin tavsiye ve tecrübelerine dair rivayetleri senedleriyle birlikte derlemiş; fıkhu'l-hadise de büyük yer verdiği et-Temhid lima fi'l-Muvatta' mine'l- me'ani ve'l-esanid'de İmam Malik'in el-Muvatta'ını şerh etmiştir. Dirayetu'l- hadisin çeşitli dallarında eser veren Hatib el-Bağdadi hadislerin yazılmasıyla ilgili Takyidu'l-İ’lm (nşr. Yusuf el- Uş, Dımaşk 1949), hadis öğrenim ve öğretim usullerine dair hemen hemen yarısı merfu olan 1924 rivayeti ihtiva eden el-Cami’ li-ahlak’ır-ravi ve usul-i hadisin önemli kaynaklarından biri olan el-Kifaye fi İ’lmi'r-rivaye adlı eserlerini yazmıştır. Buhari ile Muslim'in el-Camiu's-sahih'leri, özellikle el-Cem' beyne's-Sahihayn adlı eserlerde ve okuma kolaylığı sağlamak için genellikle senedleri zikredilmeden alfabetik şekilde veya müsned tertibinde bir araya getirilmiş, Humeydi müsned tarzındaki el-Cem' beyne’s-Sahihayn adlı kitabıyla bu türün en güzel örneğini ortaya koymuştur.
V. (XI.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren rivayet dönemi yavaş yavaş sonlanmış, nakil dönemi başlamıştır. Bu dönemde önemli hadis kitaplarından seçmeler yapmak, hatta bütün hadisleri bir araya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda derleme eserler kaleme alınmıştır. Geniş kapsamlı hadis kitapları tasnif etme gayretleri arasında Hasan b. Ahmed es-Semerkandinin (o. 491/1098), İslam dünyasında bir benzerine rastlanmadığı ve 800 cüz içinde muhtemelen mükerrer rivayetlerle birlikte 100.000 hadis ihtiva ettiği belirtilen (A'lamu'n-nubela', XIX, 206) Bahru'l-esanid fi sıhahi'l-mesanid adlı eserinin önemli bir yeri vardır. Ancak bu eser günümüze kadar gelmemiştir. Ferra el-Begavi'nin (o. 516/1122) 4931 (veya 4719) hadis ihtiva eden Mesabihu's-sünne adlı eseri yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi görmüştür. Begavi, Kütüb-i Sitte başta olmak üzere güvenilir hadis kaynaklarından senedlerini çıkararak seçtiği hadisleri önce konularına göre sıralamış, ardından Buhari ile Muslim'in veya bunlardan birinin sahihlerine aldığı hadisleri "sıhah" başlığıyla, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve Darimi'nin sünenlerine aldıkları hadisleri de "hisan" başlığıyla bir araya getirmiştir. Bu eser üzerinde çoğu şerh olmak üzere muhtelif çalışmalar yapılmış, Hatib et-Tebrizi, Mesabih'in kaynaklarında bulunduğu halde Begavi'nin eserinde yer almayan 1350 hadisi üçüncü bir babda toplayarak eserine Mişkatu'l- Mesabih adını vermiş, bu çalışma da büyük rağbet görmüştür. Endülüslü muhaddis Rezin b. Muaviye es-Sarakusti (o. 535/1140), İbn Mace'nin es-Sünen'i yerine İmam Malik'in el-Muvatta'ını koyarak Kütüb-i Sitte'deki hadisleri et-Tecrid li's-sıhah ve's-Sünen adlı eserinde toplamış, bu eseri yetersiz gören Mecduddin İbnu'l-Esir kitap adlarını alfabetik sıraya koyarak eseri yeniden tertip etmiş ve çalışmasına Cami'u'l-usul li-ehadisi'r-Resul adını vermiştir. Bu arada Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi de Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inin büyük bir kısmı ile Buhari, Muslim ve Tirmizi'nin el- Cami'u's-sahih'lerini müsned tertibine koyarak Cami'u'l-mesanid ve'l-elkab adlı yedi ciltlik eserini meydana getirmiştir.
VII. (XIII.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde hadis rivayeti geleneği eskiye göre azalarak devam etmiş, bu arada İbnu's- Salah eş-Şehrezuri, Ulumu'l-hadis olarak da bilinen ve usul-i hadis çalışmalarının mihverini teşkil ederek yüzlerce çalışmaya konu olan Mukaddime'sini kaleme almıştır. Radıyyuddin es-Sagani'nin, Sahih-i Buhari ile Sahih-i Muslim'- den seçtiği 2267 merfu hadisi senedlerini vermeden yarı alfabetik sıra ile topladığı Meşariku'l-envari'n-nebeviyye adlı eseri uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur. Hadis alanındaki telifleriyle bilinen Munziri, büyük rağbet gören et-Terğib ve't-terhib'ini pek çok kitabı taramak suretiyle meydana getirmiştir. Bu yüzyılın en velud alimlerinden olup usul-i hadis alanında da önemli eserler yazan Nevevi, el-Minhac fi şerhi Sahihi Muslim'den başka daha çok ictimai ve ahlaki mahiyetteki hadisleri ihtiva etmesi sebebiyle günümüzde de elden düşmeyen Riyazu's- salihin adlı eseri, dua ve zikir konusundaki hadisleri bir araya getiren el-Ezkar'ı tasnif etmiştir. Özellikle ravilere ve tanınmış şahsiyetlere dair kaleme aldığı pek çok kitabıyla bilinen Zehebi de (o. 748/1348) Tezkiretu'l-huffaz, zayıf ravilere dair Mizanu'l-i'tidal ve tanınmış muhaddislere dair Siyeru A’lami'n-nubela' adlı kitapları yazmıştır. Ebu'l-Fida İbn Kesir'in Kütüb-i Sitte, Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'i, Taberaninin üç mu'cemi, Bezzar ve Ebu Ya'la el-Mevsılinin müsnedlerini esas kabul ederek kaleme aldığı, fakat gözlerini kaybettiği için Ebu Hureyre'nin bir kısım rivayetlerini derleyemediği, bununla beraber 35.463 rivayeti bir araya getirdiği Cami'u'l-mesanid ve's-Sünen el-hadi li akvemi sünen adlı eseri büyük bir gayretin mahsulüdür. Suyuti, Cemı’l-cevami'i ile İbn Kesir’in başlattığı çalışmayı daha ileriye götürmüştür.
IX. (XV.) yüzyılın dikkate değer çalışmalarından biri "zevaid" kitaplarının tasnifidir. Nureddin el-Heyseminin (o. 807/ 1405) Mecm’u'z-zevaid'i, Mısırlı muhaddis Ahmed b. Ebu Bekir el-Busiri’nin pek çok zevaid çalışması, asrının yegane hadis hafızı olarak bilinen İbn Hacer el- Askalani’nin, Ahmed b. Hanbel'in de aralarında bulunduğu tanınmış sekiz muhaddisin müsnedlerinde bulunmakla beraber Kütüb-i Sitte'de yer almayan hadisleri bir araya getirdiği el-Metalibu'l aliye'si bu türün örneklerindendir. İbn Hacer'in hadisle ilgili yüzlerce telifi arasında Fethu'l-bari bi-şerhi Sahihi'l-Buhari ile el-İsabe fi temyizi's-sahabe adlı eserleri özellikle kaydedilmelidir. Halk arasında yaygın olan hadisleri, hadis diye bilinen hikmetli sozleri ve mevzu hadisleri bir araya getiren Muhammed b. Abdurrahman es-Sehavfnin (o. 902/1497) el- Makasıdu'l-hasene'si ile İsmail b. Muhammed el-Aclunî’nin (o. 1162/1749) kaleme aldığı, bu eseri de ihtiva eden aynı konudaki geniş eseri Keşfu'l- hafa ve muzilu'l-ilbas a’mme'ş-tehere mine'l-ehadisi a’la elsineti'nnas adlı kitabı önemli çalışmalardır. Çeşitli eserleri yanında hadis derlemeciliğiyle de tanınan Suyuti’nin, 200.000 civarında olduğunu tahmin ettiği bütün hadis rivayetlerini bir araya getirmek amaçıyla, bir kısmı günümüze ulaşmayan yetmiş bir kaynağı tarayarak kaleme almaya başladığı, ancak vefatı sebebiyle tamamlayamadığı Cem'u'l-cevami’ adlı eseriyle, bu eserden seçtiği ve alfabetik olarak sıraladığı kısa metinli 10.000 hadisi ihtiva eden el-Cami'u 's-sağir'i bu dönemin önemli hadis çalışmalarıdır. Muttaki el-Hindi'nin Kenzu'l-'ummal fi Süneni'l-akval ve'l-efal’i hadis metinlerini ihtiva eden en hacimli kitap sayılabilir. Eserde, Suyuti'nin adı gecen iki çalışması ile Ziyadetu'l-Cami's-sağir'indeki hadisler kitap ve bablara göre sıralanmış, ardından bu kitaplar adlarına göre alfabetik sıraya konmuştur.
Son dönemde yani on dokuzuncu yüzyılda İslam ülkeleri işgaller görmüş bu dönemde oryantalistler hadislerin Hz. Peygamberle bir ilgisinin olmadığını, ehl-i Kur’an İslam’ın Kur’an dışında bilgi kaynağının olmadığnı, Seyyid Ahmet Han’ın önderliğinde gelişen modernist düşünce taraftarları Hz. Peygaberin otoritesinin sadece kişiyle yaratıcı arasındaki ilişkiyle sınırlı olduğunu ileri sürüyorlardı.
Oryantalistler hadislerin ortaya çıkış tarihleri için metin esaslı, isnad esaslı ve kaynak esaslı yöntemler belirlemeye çalışmışlardır. Tüm bu yöntemleri hadislerin Hz. Peygamberle bir ilgisinin olmadığını ispat etmeye çalışmışlardır. Hadis islam dünyasında Hindistan, Pakistan, Arap alemi, Türkiye ve diğer ülkelerde farklı şekillerde yeniden ele alınmaya başlanmıştır.
FIKIH İLMİNİN TARİHİ GELİŞİMİ
Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler ve nesiller, bazan da siyası sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı fıkhın dönemleri Hz. Peygamber, sahabe, Abbaisller, Selçuklular, Moğol istilasından Mecelle'ye ve Mecelle'den günümüze kadarki devirler şeklinde bir sıralamaya tabi tutulmuştur. Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten önce Mekke'de geçen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlak konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resül-i Ekrem'in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine'de ise islam Allah -fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza. muhakeme usulü, muamelat, devletler arası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm ve kaideler konulmuştur. Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya çıkıyordu. a) ilahi hükmün açıklanmasını gerektiren bir olay meydana geliyor veya soru soruluyor, bunun üzerine ya bir ayet iniyor ya da başka şekilde peygambere açıklanıyor, o da haber veriyordu. b) ilahi hükümler doğrudan bildiriliyordu. Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır : Tedric, kolaylık ve nesih.
Fıkhın usul ve füru kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okutulması, kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber gerek usulün gerekse fürüun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmıştır. Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur ' an-ı Kerim yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde düşünme, kafa yorma (i etihad: k ıyas, istidlal). yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icma) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu kaynakların ilk ikisi tamamlanmış , diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise ya kullanılmış veya ileride kullanılabileceği açıklanmıştır.
Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir kırılmanoktasıyla Hulefa-yi Raşidin ve Erneviler şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Her iki dönemde de sahabe nesli fıkıh açısından belirleyici bir role sahip olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımın dan Emeviler devri hilafetin saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir.
Resulullah Hüneyn Gazvesi'nden döndükten sonra Medine'de 12.000 kadar sahabe bırakmış, bunların 10.000'i ömürlerini burada tamamlamışlar, 2000 kadarı da diğer İslam bölgelerine dağılmışlardır. Medine'de fıkıh ve hadis bilgisi aktaran ashabın ileri gelenleri Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (Kufe'ye gidinceye kadar), Zeyd b. Sabit, Aişe, Ummu Seleme, Hafsa, İbn Ömer, Ubey b. Ka'b, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Ebu Hureyre, Mısır'da Zubeyr b. Avvam, Ebu Zer el-Gıfari, Amr b. As, Abdullah b. Amr; Şam'da Muaz b. Cebel, Ebu'd-Derda, Muaviye; Kuzey Afrika'da Ukbe b. Amir, Muaviye b. Hudeyc, Ebu Lubabe, Ruveyfi' b. Sabit'tir.
Her bölgenin fıkıhçıları burada bulunan sahabeden aldıkları bilgiye, bunların ve talebelerinin verdiği fetva ve hükümlere, kendi örf ve adetlerine dayanarak birtakım fıkhi istidlal ve içtihadlarda bulunmuş ve zaman zaman da diğer bölge fukahası ile ihtilafa düştükleri olmuştur. Ancak fıkıh tarihi bakımından en önemli gruplaşma Irak ile (Kufe) Hicaz (Medine) fukahası arasında meydana gelmiştir. Irak medresesinden ehl-i re'y, Hicaz medresesinden ehl-i eser (ehl-i hadis) çıkacaktır.
Sahabe fakihlerinin hemen tamamının Arap olmasına karşılık tabiin fukahası arasında çok sayıda Arap olmayan kimse (mevali) vardır. Bu dönemde önemli merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden başlıca alimleri şöylece sıralamak mümkündür; Medine'de Said b. Museyyeb, Urve b. Zubeyr, Kasım b. Muhammed, Harice b. Zeyd, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Suleyman b. Yesar, Ubeydullah b.Abdullah b. Utbe, Ebu Bekir b. Hazm, Ebu Ca'fer Muhammed el-Bakır, Rebiaturre'y, İbn Şihab ez-Zuhri; Mekke'de Ata b. Ebu Rebah, Mucahid b. Cebr, İkrime, Sufyan b. Üyeyne,- Basra'da Hasan-ı Basri, Muhammed b. Şirin, Katade b. Diame; Kufe'de Alkame b. Kays, Şureyh b. Haris, Mesruk b. Ecda', Abdurrahman b. Ebu Leyla, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman; Şam'da Mekhul b. Ebu Muslim, Ömer b. Abdulaziz, Ebu İdris el-Havlani; Mısır'da Leys b. Sa'd.
Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emeviler döneminde (I. [VII.]yüzyılın sonunda ve II. [VIII.] yüzyılın başında) yazıldığı anlaşılmaktadır. İbn Kayyim'in verdiği bilgiye göre İbn Şihab ez-Zuhri'nin fetvaları üç ciltte toplanmıştır. Hasan-ı Basri'nin konulara göre düzenlenmiş fetvaları ise yedi cilttir . Bu dönemde yazılıp günümüze kadar gelen dört kitap tesbit edilmiştir: Suleym b. Kays el-Hilali'nin fıkıh kitabı, Katade b. Diame'nin el-Menasia'i, Zeyd b. Ali'nin Menasiku'l-hac ve adabuh ile el-Mecmu’ adlı eserleri. Yine bu dönemde yazıldıkları bilindiği halde günümüze kadar gelmeyen kitaplar da uzunca bir liste teşkil edecek kadar fazladır. Abbasiler devri fıkhın olgunluk çağıdır
Emeviler devrinde Ebu Ca'fer el-Mansur siyasetine ters düşmeyen alimlere ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği görevi kabul etmediği ve gizlice muhalefeti desteklediği için Ebu Hanife'yi kırbaçlatmıştır. Mehdi-Billah zındıklara karşı çok sert davranmış, onların takip edilerek cezalandırılması için bir daire kurmuştur. Harunurreşid, Ebu Yusuf'u yargının başına getirmiş ve yanından hiç ayırmamıştır. Me'mun Kur' an-ı Kerim'in mahluk olduğuna dair bir emirname çıkarmış, mut'a nikahını münakaşa ettirmiş, cevazına dair emir çıkarmaya teşebbus etmiştir. Abbasiler'in bu tutumları bilgi ve uygulama olarak fıkhı da etkilemiştir. Sulama düzeni, vergiler, kanallar, çeşitli divanlar vb. bir yönüyle dini işlerdi ve bu konuda yapılacak düzenlemelerin şer'i esaslara aykırı olmaması gerekiyordu. Bu sebeple Ebu Yusuf el-Harac adlı eserini kaleme almış, diğer muctehidler de çeşitli çözümler ve görüşler ortaya koymuşlardı.
Daha önceki dönemde henüz doğmamış bulunan mezhepler aşağıdaki sebeplerle bu devirde ortaya çıkmaya başlamıştır:
a) Daha önceki müçtehitler fıkhın bütün konularında sistemli içtihatlarla hüküm üretmedikleri halde bu dönemin müçtehitleri bunu yapmışlardır,
b) İçtihatlar belli kitaplarda toplanmış ve bunlardan istifade etmek isteyenler için ulaşma kolaylığı sağlanmıştır,
c) Hicaz ve Irak grupları içinden hadis ve re'y okulları doğmuş, bu okullara mensup olanlar arasında münakaşa ve münazaralar yapılmıştır.
d) Bu tartışmalar, belli okullara mensup müçtehitlerin içtihat usullerini sistemli olarak kaleme almalarına ve böylece fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde, "belli bir müçtehidin kendine mahsus içtihat usulü ve bu usulle elde edilmiş fıkıh hükümleri bütünü" manasında mezhepler doğmaya başlamış olmakla beraber IV. (X.) yüzyıla kadar Müslüman halk dört mezhebe bölünmediği gibi fıkıh mezheplerinin sayısı da dört değildir. Daha birçoğu arasında Hasan-ı Basri, Ebu Hanife, Evzai, Sufyan es-Sevri, Leys b. Sa'd, Malik b. Enes, Sufyan b. Üyeyne, Şafii ve daha sonra İshak b. Rahuye, Ebu Sevr, Ahmed b. Hanbel, Davud ez-Zahiri, İbn Cerir et-Taberi'nin mezhepleri meşhurdur. Bunların her birinin farklı içtihad usulleri, buna dayalı re'yleri ve hükümleri, çeşitli bölgelere yayılmış tabileri vardır.
Abbasiler devrine girerken fıkıhçılar arasında tartışılagelen, hüküm çıkarmada re'ye ve hadise verilecek yer ve değer konusuna bağlı olarak re'yciler ve eserciler diye bilinen yeni bir gruplaşma meydana geldi. Her birinin aşırıları ve mutedilleri ayrı ayrı değerlendirildiğinde dört ayrı gruptan söz edilebilir, birincisi aşırı re'yciler. Sünneti delil ve hüküm kaynağı olarak kabul etmeyen, delil olarak Kur'an'a ve re'ye dayanan bu grup zaman içinde tarihe karışmış ve eser bırakmamıştır. Basra Mu'tezilesi veya Hariciler içinden çıktığı tahmin edilen bu grubun görüş ve delillerini İmam Şafii nakletmiştir. ikincis Mutedil re'yciler. Sünneti delil olarak kabul etmekle beraber sıhhatini tesbit konusunda titiz ölçüler kullanır, hadis rivayetinde çekimser davranırlar. Kıyas, istihsan, maslahat gibi re'y içinde yer alan usul ve kaynakları kullanmaktan çekinmezler; farazi meselelere hüküm üretirler, üstatların söylediklerinden hareketle hüküm çıkarırlar. İbn Ebu Leyla, Ebu Hanife, Rebiaturre'y, Zufer b. Huzeyl, Evzai, Sufyan es-Sevri, Malik b. Enes, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, Osman el-Betti bu grup içinde yer almaktadır. Üçüncüsü, aşırı eserciler. Re'y içtihadını ve özellikle bunun en önemli kısmı olan kıyası, sahabe ve tabiin fetvalarını delil olarak kabul etmezler. Bazı Mu'tezile imamlarına da nisbet edilen bu tutum, bilhassa Zahiriyye adıyla bilinen mezhebin imamı Davud ez-Zahiri ve tabilerine aittir. Dördüncüsü ise mutedil eserciler. Genel olarak hadisçiler mutedil esercilerdir. Re'y ve kıyası reddetmemekle beraber buna nadiren başvururlar, hadislerin yanında sahabe ve tabiin fetvalarını da kaynak olarak değerlendirirler; hiçbir re'yi hadise tercih etmezler, farazi meselelerin fıkhını da yapmazlar.
Abbasiler döneminde fıkhın tedvinine gelince, kısmen hadislerin ve fıkhın daha önceki devirlerde toplanıp yazıya geçirildiği bilinmektedir. Bu iki ilim dalı dışındaki bütün İslam ilimlerinin tedvini Abbasiler döneminde başlamıştır. Bunlar arasından sünnet, fıkıh ve fıkıh usulü ilimlerinin tedvini bu asırda önemli gelişmeler kaydetmiştir,
a) Sünnet. Konulara göre sünnetin kitaplara geçirilmesi bu dönemde gerçekleştirilmiş ve daha önce bu usule göre yazılmış olan fıkıh kitapları örnek alınmıştır. Hadis dalında meşhur olan altı kitabın (Kutub-i Sitte) telifi de bu dönemdedir,
b) Fıkıh. Emeviler devrinde başlayan fıkhın tedvini bu dönemde kemiyet ve keyfiyet olarak zirveye ulaşmıştır. Abdullah b. Mubarek, Ebu Sevr, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman gibi fıkıh alimlerinin telif ettikleri fıkıh kitapları günümüze kadar gelmemişse de İmam Malik'in, hadislerle beraber sahabe ve tabiin fetvalarını ve kendi içtihadlarını ihtiva eden el-Muvafagat, İmam Muhammed'in el-Mebsut, el-Asar gibi kitapları, Ebu Yusuf'un el-Harac'ı ve İmam Şafii'nin el-Um külliyatı zamanımıza ulaşmış, üzerlerinde çalışmalar yapılmış ve defalarca basılmış eserlerdir. Daha sonraki fıkıh kitaplarına da örnek olan bu eserlerde takip edilen telif sistemi, bir konu (kitab, bab, fasıl) içine giren meseleleri ve bunların hükümlerini bir araya getirmek, delillerini zikretmek, farklı içtihadlara cevap vererek bunları çürütmekten ibarettir.
c) Fıkıh usulu. Fukaha arasındaki ilke ve metot itibariyle görüş ayrılıkları ve bunlarla ilgili tartışmalar fıkhın tedvininden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilaf ve tartışmalar bir yandan karşılıklı reddiye kitaplarının yazılmasına, öte yandan fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur.
Muctehidler, tartışmaları ve ihtilaf sebeplerini dağınıklıktan kurtarmak ve bir temele oturtmak için kullandıkları delilleri, delillerden hüküm çıkarma ve yorumlama, deliller çelişir gibi göründüğünde uzlaştırma kurallarını derleyip yazmak durumunda kalmışlar, bu ise usul-i fıkıh ilim dalını oluşturmuştur.
Fıkıh usulü ilmi, Hicri ikinci asrın sonlarında yani Hz. Peygamber, Sahabe Tabiun devirlerinden sonra ortaya çıkmıştır. Zira Hz. Peygamber devrinde hükümler bizzat kendisinden öğreniliyordu. Bu durumda birtakım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu.
Elde bulunan ilk usul kitabı İmam Şafii'nin Kur'an ve onun hükmü açıklama metodu, nasih-mensuh, haber-i vahid, kıyas, istihsan, sünnet ve Kur'an ile ilişkisi, hadislerin gizli kusurları, icma, içtihad ve ihtilaf konularını ihtiva eden er-Risale'sidir. Şafiiden sonra bu ilmin meselelerini derlemeye çalışanlar olmuştur. Ahmet b. Hambel Kitabu taati’r-Rasul, Kitabu’n-Nasih ve’l-Mensuh ve Kitabu’l-İlel eserlerini kaleme aldı. Sonra Hanefi bilginler ve kelam bilginleri de bu konularda eserler kaleme aldılar. Bu müelliflerin amacı, şeri delillerden ameli hükümleri çıkarabilmeyi sağlamaktı.
Usul eserleri kaleme alınırken iki metod ortaya çıktı. Birincisi usul kurallarının, delillerin ve burhanların gösterdiği yönce va’z edilmesini ortaya koyan “mütekellim metodu”, ikincisi mezhep imamlarının ictihad ederken ve fıkhı meselelerin hükmünü verirken takip ettiklerine kanaat getirilen usul kurallarının tespit edilmesini ortaya koyan “hanefiyye metodu”dur. Her iki metoda da uygun usul eserleri kaleme alınmıştır.
Abbasiler'in son zamanları ile Selcuklular devri fıkhın duraklama dönemidir.
Bundan sonra takit dönemi başlamıştır. içtihadı terkederek belli bir müçtehide bağlanma mecburiyetinde hissetmeleri, muctehidlerin re'y ve içtihadlarını vahiy gibi bağlayıcı telakki etmeleri bir taklit zihniyetidir
Taklit zihniyetinin yerleşip kokleşmesine sebep olan başlıca amiller şoylece ozetlenebilir: a) Yetişkin talebe. Her mezhep imamının iyi yetişmiş, yaşadıkları dönemde halkın saygısını ve guvenini kazanmış öğrencileri olmuştur. Kendileri de alim olan bu oğrencilerin hocalarına karşı besledikleri aşırı saygı ve bağlılık, vazife ve menfaatlerde ustadın oğrencilerine verdiği öncelik daha sonraki oğrencileri ve halkı etkilemiş, gittikce taklit zihniyetinin kokleşmesine zemin hazırlamıştır, b) Siyaset, kaza ve vakıf menfaatleri. Menfaat ve mevkilerin belli bir imamın öğrencilerine verildiği zamanlarda içtihad ehliyetini elde edenler menfaati tercih ederek bu vasıflarını açıklamamayı, içtihadlarını imamın mezhep ve usulu içinde yurutmeyi tercih etmişlerdir. Daha önceki dönemlerde kadılar muctehidler arasından secilirken, giderek hukuki istikrar ihtiyacı ağır bastığından, içtihadları kitap haline getirilmiş bir müçtehide bağlı kadılar tercih edilmeye başlanmıştır. Devlet başkanları ile vezirlerin belli bir mezhebi iltizam etmeleri de görevlerin verilmesinde bu mezhebe bağlı alimlere öncelik sağlıyordu. Nitekim Selcuklular daha ziyade Hanefi mezhebini tervic etmişlerdir. c) Tedvin. Muctehidin mezhebinin tedvin edilerek kitaplara geçirilmesi istifade için başvurmayı kolaylaştırmış ve bu gelişme hem o mezhebin yaşamasına yardımcı olmuş hem de yetişenleri tembelliğe sevk etmiştir.
Mezhep taassubu. Daha önceki dönemde de bir muctehidin içtihad usulü ve bu usule göre çıkardığı hükümler mecmuası manasında mezhepler ve bu mezheplerin tabileri bulunmakla beraber mezhep taassubu yoktu, mezhepler arasına duvarlar cekilmemişti. Fıkıh alimleri birbirleriyle görüşur, karşılıklı istifade ederler, halk da gerektiğinde birden fazla muctehidden faydalanırdı.
III. (IX.) yüzyıldan itibaren başlayan mezhep taassubu gittikçe güçlendi ve adeta düşmanlığa dönüştü. Taassubun çeşitli tezahürleri vardı,
a) Tefrika, fitne ve tahrip. Mezhepleri farklı olanların birbiri arkasında namaz kılamayacakları, nikahlarının sahih olmayacağı gibi bölücü telakkiler yayılmış, Bağdat, Rey, İsfahan, Merv şehirlerinde fıkıh mezheplerine mensup gruplar birbirleriyle vuruşmuşlar, birçok insanı ve serveti telef etmişlerdir. İbn Cerir et-Taberi, thtiluiii'l-iukaha adlı kitabında Ahmed b. Hanbel'in görüşlerine yer vermediği için Hanbeliler tarafından taşa tutulmuş, vefat ettiği zaman ancak gece defnedilebilmiştir.
b) Hatada ısrar. Taklit, bir şeye delilsiz olarak uyma ve bağlanma olduğundan karşı tarafın delili kuvvetli, içtihadı isabetli de olsa hatada ısrar edilmiş, "Benim imamım en doğrusunu bilir" zihniyetinden hareket edilmiştir,
c) Muhaliflerin yıpratılması. İmamlara, mezhep fıkıhçılarına delile dayanarak muhalefet edenlere hücum edilmiş, bulundukları cevrede dışlanmaları için elden gelen yapılmıştır,
d) IV. (X.) yüzyıldan önce en şerefli bir iş ve farz-ı kifaye derecesinde bir ibadet olarak bilinen içtihada karşı çıkılmış, bu sıfat ve ehliyetlerini açıklayan alimlere eziyet edilmiş, yeni yetişenlerin de cesaretleri kırılmıştır. Bu sebeple IV. (X.) yüzyıldan itibaren "mutlak müstakil içtihad" nadir hale gelmiş, mezhepte ve meselede içtihad birkaç asır daha devam etmiş, giderek o da azalmış ve yerini koyu taklide terk etmiştir. Medreselerde belli zaman içinde fıkhın bütün konularını okutabilmek için başlatılan ihtisar ve metin yazarlığı giderek bir sanat şeklini almış, bilmece haline gelen metinlere bu defa şerhler ve haşiyeler yazma gereği hasıl olmuştur. İctihadın çözüm getiren ışığı sondurulunce yürüyen hayatın ihtiyacları amaçtan uzak, şekle bağlı yorumlar ve hilelerle (hiyel ve meharic) karşılanmış, bu da fıkhın Müslüman hayatını kuşatma kabiliyetini olumsuz etkilemiştir. Mısır Abbasileri ve Memlukler devrinde bir ara Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde içtihad hareketi canlanır gibi olmuş, ancak teşvik görecek yerde baskı ve hücuma maruz kaldığından yaygınlık kazanamamıştır.
Mecelle'den günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma cağıdır. Fıkıhta içtihat ve tercih hareketi Osmanlı ülkesinde Mecelle'nin tedvinini etkileyememiş, bu kanun Hanefi mezhebinin fetvaya esas olan hükümlerinden derlenmiştir. Ancak hareket, bazı darulfunun hocaları ile Sırut-ı Mustakim, Sebilurreşad gibi mecmuaların yazarlarına tesir etmiş, bunlar çeşitli kitap ve makalelerinde içtihadı savunmuşlardır.
DEĞERLENDİRME
Tefsir, hadis ve fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin temelinin Hz. Peygamber döneminde atıldığını müşahede ederiz. Hz. Peygamberden sonra bu ilimler gelişmeye başlamış, bu ilimlerin hepsinde uzmanlaşanlar olduğu gibi birinde de uzmanlaşanlar olmuştur.
İlimlerin tarihini belirlemede kullanılan dönemlerde de ifade edildiği gibi bu ilimlerin hıfz, kitabet, tedvin ve tasnif dönemleri birlikte geçirdiği görülmektedir. Bu ilimlerin kaynağı vahiy olduğuna göre birbirinden çok da bağımsız sayılmaları mümkün değildir. Yöntemleri her ne kadar farklı olsa da beslendikleri kaynaklar aynıdır.
MUKAYESELİ İSLAMİ İLİMLER TARİHİ
A- Hz. Peygamber Dönemi
Kur'an'dan sonra islami ilimlerin ilk kaynağı hz. Peygamber'dir. Tefsir ilmi açısından bakacak olursak Kur'an'ın ilk müfessiri yine Kur'an'ıın kendisidir. Daha sonra Kur'an'ı tefsir eden hz. Peygamber olmuştur. Hz. Peygamberi Kur'an tefsirine sevk eden en mühim amil, Kur'an'ın kendisinden gelen emirdir. Kur'an'da Allah: " biz sana Kur'an'ı, insanlara kendilerine indirileni açıklaman için indirdik" buyurmaktadır. Fakat Peygamber'in yaptığı tefsir, sonraki dönemlerden farklıdır. Hz. Peygamber lügat, belagat gibi teferruata girmeyip; sadece şeriat ve ahkamda Allah'ın muradı üzerinde durmuştur.
Hz. Peygamber kendisine gelen Kur'an ayetlerini vahiy katiplerine yazdırırdı. Bir çok sahabe gelen her ayeti ezberliyordu. Hz. Peygamber, Ebu Said el-Hudri'den gelen rivayete göre; Kur'an ayetleriyle karışma ihtimali, Arap yazısının yetersizliği ve sahabenin hıfz kabiliyetlerinin farklılık arz etmesi gibi sebeplerle hadislerin yazımını yasaklamıştı. Fakat hz. Peygamber'in Abdullah ibn Amr'a hadis yazması için müsaade ettiği ve birçok sahabenin hadis sahifelerinin bulunduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber'in uzun bir süre hadis yazımını yasakladığı, artık hadislerin Kur'an'la karışma ihtimalinin kalmadığı son dönemlerde ilmin zayi olması endişesiyle serbest bıraktığı veya kişiye özel yasaklama ve müsaadeye hükmettiği söylenebilir. Hadis sahifesi bulunan sahabenin birçoğunun hz. Peygamber'in vefatından sonra sahifelerini tertip etmiş olma ihtimali de mevcuttur.
Hz. Peygamber döneminde amele taalluk eden meselelere daha çok Medine döneminde rastlanmaktadır. Bu dönemde bir hüküm gerektiren hadiseler oluyor, yahut sahabeyi hz. Peygamber'e başvurup soru sormaya sevk eden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya ayet nazil oluyor ya da hüküm ve mana hz. Peygamber'e vahyediliyor, o da kendi üslubuyla hüküm açıklıyordu. Bazı durumlarda ise hüküm, içtihatlarına bırakılıyordu. Bazen de hükmün vazını gerektiren bir soru veya proplem bahis mevzu olmadan zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu durumda zamanın geldiğini Şari takdir ediyordu. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; gerek usulün gerekse füruun temelleri hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır.
B- Sahabe Dönemi
Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Onların tefsir konusundaki en büyük avantajları, hadise ve sebepleri müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, kısacası sebeb-i nüzule vakıf olmaları idi. Sağlam imanlarından dolayı akli delillere ihtiyaçları yoktu. Sahabe Kur'an ayetlerinin izahını ya Peygamber'den işitmek suretiyle veyahut içtihatlarıyla yapmışlardır. İçtihatlarıyla yapmış oldukları tefsirlerde umumi olarak ya dilsel ya da dini yöne ehemmiyet vermişlerdir. Tefsir konusunda bu dönemi hz. Peygamber döneminden ayıran en büyük özelliklerden birisi, sahabenin Kur'an'ı anlayışta ihtilaf etmeye başlamalarıdır. Sahabe arasında tefsir konusunda en meşhur olanlar şunlardır: Ali b. Ebi Talip, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Ubeyy b. Ka'b vb. Ayrıca bu dönemde Kur'an cem' edilip çoğaltılmıştır.
Hz. Peygamber döneminde daha çok hıfzla (ezber), kısmen de kitabetle (yazıyla) muhafaza edilen hadisler; kaybolup gitmesi endişesiyle sahabe devrinde yaygın bir şekilde yazıya geçirilmiştir. Birçok sahabenin özel hadis nüshaları mevcuttu. Fakat bunlar dağınık halde idi. Toplamak, iki kapak arasına almak manasındaki tedvin faaliyetinin sahabe devrinde mevcut olduğunu gösterecek hiçbir delil yoktur. Hadisleri yazıya geçiren sahabeden hiç birisi kendi işittiği hadisler yanında diğer sahabi arkadaşlarının işittikleri hadisleri toplayıp yazmayı düşünmemiş yahut düşünmüş olsa bile böyle bir işe teşebbüs etmemiştir. Çünkü bu faaliyeti gerektirecek bir ihtiyaç hasıl olmamıştır. Hadis yazanların başında Abdullah b. Amr ile Ebu Hureyre gelmektedir.
Her hangi bir ameli problemin halli için önce Kur'an'a sonra sünnete başvurulacağı hz. Peygamber devrinden beri biliniyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunamazsa re'y içtihadına başvuruluyordu. Sahabe döneminde İçtihat ile varılan hükümlerde ittifak edildiği kadar ihtilaf da ediliyordu. İhtilafı azaltmak ve bağlayıcılığı arttırmak için istişareye başvuruluyor, böylece icma manasına gelen bir çeşit şura içtihadı yapılıyordu. Temelleri hz. Peygamber zamanında atılan, sonraki devirlerde "kıyas, istihsan, istıslah, örf..." adı verilen esas ve metotlar bu devirde "re'y" ismi altında tatbik ediliyordu. Şu var ki sahabe arasında re'y ve içtihatla meşhur olanlar daha çok ilimle meşgul olan bir guruptan ibaretti. İçlerinden daha ziyade amel ile meşgul olanlarda içtihat kabiliyeti zayıftı. Fetvalarıyla meşhur olan yedi fakih sahabe arasında fetvası en çok olan Abdullah b. Abbas'tır. Bu dönemde fıkıh devletin anayasası mesabesinde idi. Halk yöneticileri serbestçe denetleyebiliyordu. Dolayısıyla hukukçuların otoritesi sonraki devirlerle mukayese edilemez ölçüde genişti.
C- Tabiin Dönemi
Sahabe döneminde ivme kazanan fütuhatla birlikte muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi faaliyetlere başlamış ve onlardan genelde Arap olmayanlar ilim almıştır. Mevali dediğimiz bu kimseler Müslüman olunca eski din ve kültürlerinin tesiri altında kalarak islamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardır. Bu durum tabiin dönemindeki tefsir faaliyetlerinde mühim hareketler meydana getirmeye başlamıştır. Tabiin de tefsiri sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerinde sadece kendi fikirlerini nakletmemişler, bununla beraber içinde yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını hurafeleriyle birlikte aksettirmişlerdir. Ayrıca bu dönem tefsirde israiliyatın çok yoğun bir şekilde kullanıldığı bir dönemdir. Bu dönemde tefsir konusunda ön plana çıkan şahıslar; Said b. Cübeyr, Mücahid ve ikrime'dir.
Hadis bilen sahabenin İslam coğrafyasının çeşitli yerlerine dağılması, Hulafa-i raşidin döneminin sonlarında ortaya çıkan fitne olayları ve akabinde Müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi, beraberinde hadis vaz'ını (uydurma) netice vermiştir. Bu tehlikenin bertaraf edilememesi halinde hadislerin tamamen yok olacağı kolayca idrak edilir olmuştu. İşte bu durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak hadis rivayet edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin rivayet ettiği hadisleri sıhhat ve zafiyet yönünden derecelendirmeğe yönelmişlerdir. Hadisçiler bu faaliyeti sürdürürken Emevi halifesi Ömer b. Abdulaziz, ilmin kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitmesinden duyduğu endişe ile ehil kişilere hadisleri bir kitapta toplamaları emrini vermiştir. Bu emre ilk intisap edip hadisleri tedvin eden kişi İbn-i Şihab ez-Zühri olmuştur. Burada şuna temas etmekte fayda vardır: Bu dönemde Arap yazısı henüz tekamülünü tamamlamadığı için ezberlenmeyen bir yazı her zaman yanlış okumaya ve anlamaya müsaitti. Bu yüzden gerek sahabe dönemindeki hadis kitabeti, gerekse tabiin dönemindeki tedvin faaliyeti, geleneksel hıfz faaliyetini ortadan kaldırmamıştır.
Emevi devlet yönetiminin sünnet çizgisinden ayrılması karşısında ikazlarının fayda vermediğini gören tabiinin büyükleri; sünnetin tespitine, kitap ve sünnete bağlı nazari bir fıkhın tesisine yöneldiler. Onlar bu davranışlarıyla hem ilim hem de amel halinde gerçek İslam'ın muhafazasına çalışıyor, aynı zamanda devleti idare edenlere aksülamel göstermiş oluyorlardı. Sahabenin yetiştirmiş olduğu tabiin nesli müçtehitleri, Hicazlılar ve Iraklılar olmak üzere iki gruba ayrılmışlardı. Daha sonra "eserciler" diye alınacak Hicazlıların hocası Said b. Müseyyeb, "re'yciler" diye anılacak Iraklıların hocası ise İbrahim en-Nehai'dir. Ayrıca fıkıh, hadislerden daha sonra yazıya geçirilmesine rağmen, bu dönemde hadislerden daha önce tedvin ve tasnife tabi tutulmaya başlamıştır. Hasanu'l-Basri'nin konulara göre düzenlenmiş fetvaları ve Zeyd b. Ali'nin el-Mecmu' isimli fıkıh kitabı buna örnek gösterilebilir.
D- Etbau't-Tabiin Dönemi
Tefsir bidayette rivayet tefsirinden ibaretti. Tefsir ilmi sadece rivayete dayanıp kalmış olsaydı, onu hadis ilminin bir cüz'ü olarak düşünebilirdik. Fakat bu dönemden itibaren rivayet tefsirinin yanında dirayet tefsiri de gelişmeye başlamıştır. Zuhur etmiş olan fikri, siyasi ve dini fırkalar devamlarını sağlayabilmek ve kendi fikirlerinin asıl olduğunu ortaya koyabilmek için Kur'an'a dayanmak mecburiyetini hissetmişlerdir. Bunun için bazı ayetler zorlanmak suretiyle tevil edilmeye çalışılıyor, hatta pek çok haberin uydurulması icap ediyordu. Bunlara bir de israiliyat dediğimiz haberler ilave edilirse, bu dönemde tefsir ilmindeki karmaşık durum kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Böyle bir durum karşısında bazı ciddi ilim adamlarının tefsire karşı olan itimadı sarsılmıştır. Bize kadar ulaşmasa da İbn Abbas'a isnatla varlığı bilinen en eski tefsir olan Ali b. Ebi Talha'nın sahifesi ve bize kadar ulaşan en eski tam tefsir konumundaki Mukatil b. Süleyman'ın tefsiri bu döneme aittir. Bunların dışında Yahya b. Sellam ve Abdurrezzak b. Hemmam'ın tefsirleri de bu döneme ait önemli tefsirlerdendir.
Gelişi güzel derlenip tedvin edilen hadis kitapları çok kullanışlı değildi. İstenilen hadise daha kolay ulaşabilmek için hadislerin tasnif edilmesi ihtiyaç olmuştu. Hadisler önce konularına göre sınıflandırılmış, bir süre sonra sahabi ravilerine göre sınıflandırılmıştır. Konularına göre tasnif edilenlere "musannef", sahabi ravilerine göre tasnif edilenlere ise "müsned" adı verilmiştir. Hadislerin tedvini tabiinin küçükleri, tasnifi de bundan yaklaşık çeyrek asır sonra tebau't-tabiinin büyükleri tarafından gerçekleştirilmeye başlamıştır. Hadislerin bablara göre tasnifine ilk defa girişenler er-Rebi' b. Şubeyh, Said b. Arube ve Mamer b. Raşid'dir. Bunlardan bize kadar ulaşan en eskisi Mamer b. Raşid'in "Cami'sidir. Bu eser daha sonra onun talebesi Abdurrezzak b. Hemmam tarafından, "Musannef" isimli eserinin sonuna ilave edilmiştir.
Bu dönemde fukaha, farklı coğrafyaların örf, adet ve teamülleri ile karşı karşıya gelmiştir. Bu cümleden olarak İranlıların örf ve adetlerinin hakim olduğu Irak'taki mesail Ebu Hanife'ye, Bizans örf ve hukukunun hakim olduğu Suriye mesaili Evzai ve benzerlerine, Kıptı tesiri altındaki Mısır mesaili el-Leys ve İ. Şafii'ye, Hicaz örf ve adetinin rengini taşıyan problemler İ. Malik'e arz edilmiştir. Böylece mezhepler oluşmaya başlamıştır. Ayrıca bu dönem fıkıh usul ve furu'una ait tasnifin yoğunlaştığı ve fıkıh terimlerinin doğduğu dönemdir. Furu' fıkıhta tasnif edilen eserlere İmam Malik'in Muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsut'u ve İmam Şafii'nin el-Ümm'ü; fıkıh usulünde yine İmam Şafii'nin er-Risalesi örnek verilebilir. Bu dönemde bir mevzu kaydedilirken ilgili hadisler, sahabe ve tabiin fetvaları tespit ediliyor, bunlardan çıkan neticeler ile kitabı yazan müçtehidin re'yleri birlikte yazılıyordu. Şüphesiz müçtehitler, hükümleri sıralarken bazı prensip ve esaslara dayanıyorlardı, fakat bunu fıkıh kitaplarında zikretmiyorlardı.
E- Günümüze kadarki Dönem
Zamanla müfessirler mütekellimlerden fikir hürriyetini iktibas etmiş ve tefsirde yeni ufuklar açmışlardır. Artık bir taraftan ahkam ayetlerinden istinbatlar yapılıp ahkam'ul-Kur'an çalışmaları yapılırken, diğer taraftan fırka mensupları kendi görüşlerini teyid edecek fikirleri ihtiva eden tefsirler telif etmekte idiler. Lugatçılar da Kur'an'ı filolojik yönden incelemişler ve i'rabul-Kur'an, garibü'l-Kur'an ve meani'l-Kur'an gibi eserler meydana getirmişlerdir. Bu dönemde ilk dikkat çeken tefsir; hz. Peygamber, sahabe, tabiin ve kendisine kadar gelen tefsir rivayetlerini toplayan bir ansiklopedi hükmündeki Taberi tefsiridir. Zaman geçtikçe tefsir ilmi hadis ilminin bir kolu olmaktan kurtulmuştur. Tefsirlerde bulunan israili rivayetler temizlenmeye gayret gösterilmiş, sahih haberlerin nakli hususu revaç bulmaya başlamıştır. III. asırdan itibaren ilmi tefsir yolunu açan, müteşabih ayetleri tevil eden Mutezile, tefsir ilmine damgasını vurmuş, aralarından Zemahşeri gibi büyük müfessirler çıkmıştır. Derken Mutezile'nin etkisini tamamen yitirdiği V. asrın ortalarında, ilmi tefsiri zirveye ulaştıran Fahreddin Razi isminde bir yıldız doğmuştur. Daha sonraki yüzyıllarda Beydavi ve Ebu's-Suud Efendi, Zemahşeri ve Razi'nin yolunu takip etmişlerdir. Zamanla içtimai hayatta mukallitlikten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun meydana gelişi, tefsirde de bir donukluk meydana getirmiştir. Bir önceki asra geldiğimizde ise bir hareketlenme meydana gelmiş; ilmi tefsir alanında Tantavi, içtimai-edebi tefsir alanında Muhammed Abduh, Mevdudi ve Seyyit Kutub gibileri bu durağanlığı bozan gayretler sarf etmişlerdir.
Kütüb-ü Sitte'nin zuhuru dolayısıyla hicretin üçüncü asrını hadis tasnifinin altın çağı olarak tavsif etmek mümkündür. Bu asırda tasnife hız veren amillerin başında; Mutezile ve benzeri mezheplerin zuhuru, kelam ilminin doğuşu ve kelamcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadele sayılabilir. Bu asırda ortaya çıkan eserler müteakip asırlara yapılacak fazlaca bir iş bırakmamıştır. Hadis hafızlarının çoğunluğu bu asırda yaşamış; hadislerin isnadına, isnadın illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden mertebelerine vakıf meşhur üstadlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis mecmuaları onların eliyle vücut bulmuştur. Taklitçiliğin de yaygınlaşmasıyla daha sonraki dönemlerin telif faaliyetleri, üçüncü asırda ortaya çıkmış eserlerdeki hadislerin bir kitap içinde cem'ine, yahut isnatlarının hazfedilmek suretiyle ihtisarına veya müstedrek ve müstahreçlerinin yapılmasına hasredilmiştir. Aynı şekilde müteakip asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserler ile ricalin cerh ve tadili hakkında ileri sürülen görüşlerin bilgi yönünden kaynağı yine üçüncü asır müellifleridir.
Artık fıkıhta büyük müçtehitler devrinin hür ve mutlak içtihadı, doğrudan doğruya Kitap ve sünnet kaynağından hukuki hayata çözümler getiren çalışmalar durmuş, onun yerini "taklitçilik ruhu" almağa başlamıştır. Bunun sonucunda üçüncü asırdan itibaren başlayan "mezhep taassubu" zamanla kuvvetlenmiş, düşmanlığa dönüşmüştür. Taklit ve taassubun en büyük zararı içtihat faaliyetinin durması olmuştur. Zira dördüncü asırdan sonra içtihat kapısı kapanmış; İbn Teeymiyye, Suyuti ve Şevkani gibi birkaç İslam aliminin dışında bu işe teşebbüs eden çıkmamıştır. Moğol istilasının meydana getirdiği tıravma da eklenince islam dünyası bütün enerjisini elindekini korumaya hasredip içine kapanmıştır. Hatta farklı mezhep sahiplerinin bir biri ardında namaz kılmalarının cevazı bile tartışılır hale gelmiştir. Artık orijinal eserler meydana getirmek yerine yazılmış eserlere şerh, haşiye, talik ve ihtisarlar üzerine yoğunlaşılmıştır. Ne var ki on dokuzuncu asır itibariyle İslam milletlerini uyarmak için yapılan çalışmalar netice vermiş; böylece kanunlaştırma hareketleri başlamış, içtihat ruhunu besleyen bazı eski kitaplar tahkik edilip neşredilmiş, asrımıza hakim olan batı menşeli hukuklara karşı İslam hukukunun müdafaa ve mukayesesi maksadına yönelik eserler verilmiş ve farklı mezheplerin görüşlerini bir arada toplayan çalışmalar yapılmaya başlamıştır. İstenilen düzeyde olmasa da bu hareketlenme günümüze kadar devam etmekte ve geleceğe dair ümitlerimizi yitirmememizi temin etmektedir.
Kaynaklar:
- Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU
- Hadis Tarihi, Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT
- İslam Hukuk Tarihi, Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN
Nizamettin
BAYRAKCI
DOKTORA
ÖĞRENCİ NO: 15922718
2015/2016 GÜZ
YARIYILI
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ KAPSAMINDA
TEFSİR TARİHİ, HADİS TARİHİ VE FIKIH TARİHİNE
BİR BAKIŞ
Ahlaki
ve insani değerlerin tamamen kaybolduğu, beşeriyetin cehalet karanlıkları
içinde kıvranıp durduğu bir zamanda hidayet ufkundan doğan bir güneş, cihana
ilim ve hikmet nurlarını yayarak insanlığı tarihin karanlıklarından aydınlığa
çıkarmıştır, Bu güneş, hiç kuşkusuz Kuran-ı Kerim’dir. Onun sahip olduğu semavi
feyizleri ve hayati kuvveti ortaya çıkaran bilim dalı ise Tefsirdir.
Tefsir bilindiği gibi Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin
anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya getirilmesiyle
gerçekleştirilen bir faaliyettir. Hz. Peygamber (s.a.v) ve ashab ile başlayan
bu faaliyet önceleri şifahi bir tarzda, hicri II. asrın ikinci yarısından
itibaren de yazıya geçilerek günümüze kadar devam edip gelmiştir. Kur’an
mesajının anlaşılmasına yönelik bütün bu aktiviteler tarihsel bir süreci
oluşturmaktadır ki buna “Tefsir Tarihi” denilmektedir. Söz konusu
tarihin başlangıçtan bugüne kadar geçirmiş olduğu gelişim sürecinin
bilinmesinde elbette ki zaruret vardır. Özellikle İlahiyat öğrencilerinin ve
Kur’an üzerine araştırma yapanların bu tarihi süreç içerisindeki Kur’anî
yaklaşımları ve bu yaklaşımların sonucunda ortaya çıkan çalışmaların ürünlerini
iyi bilmeleri gerekmektedir. [1]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin)
adlı eserinde Tefsir Tarihi’inin ehemmiyeti hakkında şöyle
demektedir: Kur'an’ı Azîm'in nüzulü sayesinde beşeriyyet âleminin mazhar
olduğu ulvî inkılâbı düşünenler, Tefsîr Târîhi'nin ehemmiyetini pek güzel
takdir edebilirler. Bütün semavî kitaplar, ayniyyetini kaybetmiş; bütün dînî,
ahlâkî esaslar, hâdisât dalgaları arasında erimiş gitmiş; insanlar cehalet
kâbusları altında kıvranıp kalmış iken hidâyet ufkundan yeni bir güneş
doğuyor, her tarafa lâhûtî ziyalarını dağıtarak karanlık muhitleri
aydınlatıyor, cihâna ilim ve hikmet nurlarını yayarak târihin birçok muzlim
noktalarını aydınlatıyor, beşeriyyete yeni bir hayat veriyor. İşte bu ma'nevî
güneş, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu güneşin İlâhî şualarını tahlil eden, bunun hâiz
olduğu hayâtı kuvveti, semavî feyizleri teşriha çalışan, bunun İlâhî
lem'alariyle en hücrâ yerleri bile ışıklandırmağa vesile olan ilim ise Tefsîr
ilmi'dir. Böyle ehemmiyeti tasavvur fevkında olan bir ilmin seyrini ta'kîb
etmek, bu ilmin vasıflarına, mertebelerine, inkişâfı tarzlarına muttali' olmak,
bu ilme dâir birçok müdevvenât vücûde getirmiş olan eâzımı tanımak, bu büyük
zâtlerin Tefsîr hususundaki mesleklerini, gayelerini anlamak artık lâzım
gelmez mi? İşte bize bunları gösterecek olan şey' de “Tefsîr Târîhi”nden başka
değildir. Binâenaleyh, İlimler Târîhî arasında Tefsîr Târîhî'nin mevkii pek
yüksek, pek kıymetlidir.[2]
Kur’ân tefsîri ilk Hz. Peygamber ile başlamıştır. Kur’an’ın ilk hâfızı, ilk
tebliğcisi, ilk müfessiri Hz.Peygamber (sav)dir.Burda şu soru akla gelmektedir.
Hz. Peygamber (sav) Kur’ân’ın ne kadarını tefsir etmiştir? Tamamını etmiş
midir? Bu konuda İslam âlimlerinden iki görüşte nakledilmektedir. Allah Resulü’nün açıkladığı nasların başında
ahkâm, gayb, yaratılış, kader, kıyamet vb. konuları içeren ayetler gelir. Peygamberimizin
Kur’ân’a yönelik tefsiri, onun bir kısmını içermektedir tezini ortaya atan ilk
İslâm bilgini Gazzâlii’ dir.Gazzâli’den sonra bu görüşü
savunan Süyûti’dir.Bu âlimlerin dayandığı deliller şunlardır:
1- Hz. Peygamber Kur’ân’ın tamamını tefsir etseydi,’’onlar Kur’ân’ı
düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?’’ (Muhammed suresi 3.ayet) gibi,
onu anlamaya çalışan ayetlerin bir anlamı kalmazdı.
2- Hz. Âişe naklettiği bir hadiste şöyle demiştir: Hz. Peygamber,
Cebrâil’in kendisine öğrettiği belirli ayetlerden başka, Kur’ân’dan bir
şey tefsir etmezdi.”
3- Hz. Peygamber’in Kur’ân’a dair beyanları onun, sadece manası
anlaşılmayan ayetleriyle ilgilidir.
4- Bugünkü hadis kitapları incelendiğinde, Hz. Peygamber’in Kur’ân
tefsirine yönelik merfû rivâyetlerin sayıca az olduğu görülür.
5- Resûlullah,Kur’ân’daki her ayetin manasını açıklasaydı, İbn
Abbas için şu duayı etmesinin bir anlamı olmazdı: “ Allah’ım, onu dinde
fakih kıl ve ona te’vîli öğret.”
6- Hz. Peygamber Kur’ân’ın tamamını tefsir etmiş olsaydı, Ahmed b.
Hanbel tefsiri asılsız olarak
Nitelendirdiği megâzi (kahramanlık kıssaları) ve melâhimle (harp tarihi)
birlikte zikretmezdi.
Peygamberimiz’in Kur’ân’ın tamamını tefsir ettiği görüşünü ilk savunan
İbnTeymiyye’dir. Daha sonra bazı âlimler bu kanaati paylaşmışlar.
Bu âlimlerin dayandığı deliller:
1-Nahl Suresi 49. âyeti:”İnsanlara kendilerine indirileni beyan etmen için
sana da Kur’ân’ı indirdik.” Hz. Peygamber’e Kur’ân’ı tefsir etme sorumluluğu
yüklemektedir. Beyan lafzı Kur’ân’ın bütününü içine alır.
2-Ashâbın, Resûlullah’tan on ayet öğrendiklerinde manalarını kavrayıp
onlarla amel etmedikçe ,başka ayetlere geçmediklerini ifade eden
rivayetler vardır.Bu da Peygamber’in sahabilerine her ayetin manasını
açıkladığını gösterir.
3-Herhangi bir ilim dalında yazılmış bir kitabın bile izaha muhtaç olduğu
düşünülürse, insana dünya ve âhiret mutluluğunun yollarını gösteren
Kur’ân’ın bir bütün olarak tefsire ihtiyacının olmadığını ileri sürmek aklen de
mümkün olmaz.
Sonuç olarak; Hz. Peygamberin bize bıraktığı Kur’ân tefsiri kısmen sözlü,
kısmen de fiili bir tefsirdir. Ancak onun sözlü tefsiri de esasen fiile
döküldüğü için baştan sona bütün Kur’ân, Allah Resûlü tarafından yaşanarak
tefsir edilmiş demektir.
Ashâbın rivayetleri tefsir tarihi açısından; Hz. Peygamberin Kur’ân’a dair
beyanlarından sonra ikinci sırayı alır. Çünkü sahâbiler Araptı. Bu yüzden arap
dilinin üslûp ve inceliklerini, Arap örf ve adetlerini iyi biliyorlardı.
Zihinleri berraktı. Üstün idrak gücüne ve sarsılmaz bir imana sahiplerdi. Kur’ân’ın
inişine bizzat şahit olup, olayları müşahede etmişlerdi.
Sahabenin Tefsir Metodu:
Bir grup, özellikle müteşabih nasları tefsir etme konusunda çekingen
davranarak re’y (görüş) ile tefsire karşı çıkmıştır. Bir grup da naklin
bulunmadığı yerde kendi içtihatlarıyla Kur’ân- tefsir ediyorlardı. Bunlar
herhangi bir ayeti tefsir ederken önce Kur’ân’a sonra da sünnete
başvuruyorlar. Eğer aradıklarını bulamazlarsa kendi içtihatları ile tefsir
ediyorlardı.
Sahabiler bir taraftan dil tahlilleriyle diğer taraftan da Arap şiiriyle
istişhâdda (şahid gösterme) bulunarak Kur’ân’ı tefsir etmişlerdi. İbn Abbas
tefsirde Arap şiirini çok kullanmıştır. Sahabiler ayetleri tefsir ederken nâsih
ve mensûha işaret etmiş, nüzul sebeplerini zikrederek tefsir yapmışlardır.
Sahabe Tefsirinin Genel Özellikleri:
1-Sahâbîler Kur’ân’ı ayet ayet baştan sona tefsir etmemişlerdi. Bu yüzden
yaptıkları açıklamalar garip, muğlâk (kapalı), mübhem (belirsiz), müşkil
(karışık), mücmel (kapalı) lafızlarla sınırlı idi.
2- Sahâbîler arasında zaman zaman bir kısım ihtilaflar ortaya çıkmıştı. Ancak
bu ihtilaflar tezat değil tenevvü (çeşitlilik) ihtilafı idi.
3-Ahkâm ayetlerinden hüküm istinbâtında (açığa çıkarma) bulunmamışlardı.
4-Tefsir bu dönemde henüz tedvin (yazıya geçirme) edilmemişti.
5-Âyetlerin nüzul sebeplerini açıklamışlardı. En önemli özellikleri, ayetlerin
inmesine sebep olan olaylara vâkıf olmalarıydı.
Sahâbenin Tefsirde Müracaat Ettiği Kaynaklar:
1-Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri
2- Kur’ân’ın Sünnetle tefsiri
3-Şiirle istişhad (şahid gösterme) etmek.
4-Yahudi ve Hristiyan kültürleri
5-Kendi içtihatları (görüşleri)
Sahâbe Tefsirinin Bağlayıcılığı
Sahâbe sözleri ya merfû hadis hükmündedir ya da mevkûf haberdir.
Merfû haber: Eğer sahâbilerin yapmış olduğu
tefsirler ayetlerin nüzul sebepleri, Mübhemâtul-Kur’ân, (Kur’ân’ın anlam
bakımından belirsizliği) nâsih-mensûh veya gaybi konularla ilgili olup, üzerinde
içtihad etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı alana ait ise, bunlar hükmen
merfû haber olarak değerlendirilir.
Bu haberlerin bağlayıcılığı konusunda fazla bir ihtilaf yoktur.
Mevkûf haber: Fikir yürütülmesi içtihad
edilmesi mümkün olan alanlara ait olmakla birlikte, sahâbilerin kendi
bilgi birikimlerine dayanıyorsa bu tarz haberlere de mevkûf haber denir.
Bu haberlerin bağlayıcılığı konusunda ihtilaf vardır.
Tâbiûn Dönemi Tefsiri
Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsirde önemli rol üstlenen bir nesildir. Peygambere ulaşmamışlar ama sahâbîlerden
faydalanmışlardır.
Tefsirde öncelikle Kur’ân ve Sünnete başvurmuşlar, daha sonra esbâb nüzul,
mübhemât (belirsizlik), gaybla ilgili konularda sahâbîlerin görüş ve
tercihlerine müracaat etmişlerdir.
Çünkü bu alanlar aklî muhakeme ve içtihadın dışında kalıyor, fikir yürütmek
mümkün olmuyordu.
Tefsirde bazen Ehli kitabın görüşlerine de müracaat ediyorlardı. Bazen de
aklî tercihte bulunarak Kur’ân’ı tefsir ediyorlardı.
Tâbiûn Tefsirinin Kaynak Değeri: 3 Görüş Vardır
1- Tâbiîlerin Kur’ân’a dair yorumları daha çok kendi bilgi birikimlerine
dayanmaktadır.
Kur’ân ayetlerini tefsir ederken her zaman hata yapmaları mümkündür. Bu sebeple
tefsirleri herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir.
Ebû Hanife, “Resûlullah’tan gelen baş göz üstüne, sahabeden gelen
hakkında serbestiz, tâbiûndan nakledilene gelince onlar da insan biz de
insanız “ demiştir.
2- Tâbiîler tefsirle ilgili bilgileri genellikle sahabeden almışlardır. Yani
kendi tercihlerinden çok sahih sahabe rivayetlerine dayanır.Bu yüzden
tâbiîn tefsiri,sonraki nesiller için güvenilir kaynaktır.
3-Tâbiûn tefsirinden ancak üzerinde ittifak edilen hususlar referans olarak
kullanılabilir. Diğerlerini kabul etmek zorunluluğu yoktur.
İbn Teymiyye “Tâbiîlerin üzerinde icma ettikleri görüşlerin
hüccet(delil) olduğu hususunda şüphe edilmemelidir. Fakat ihtilaf
halindeki görüşleri ise ne kendileri ne de kendilerinden sonrakiler için delil
niteliğindedir “ demiştir.
Tâbiûn Tefsirinin Genel Nitelikleri:
1-Sahabe tefsiri manası kapalı olan ayetlerle sınırlı iken tâbiîler
döneminde Kur’ân’ın bütünü tefsire konu olmuştur.
2-Tâbiûn tefsirinde kelime açıklamaları yanında geniş fıkhi izahlar, ayetlerden
istinbât (hüküm çıkarma)ve istidlâl(kıyas) yoluyla çıkarılan hükümler ve
tarihi bilgiler de yer almıştır.
3-Şiirle istişhad (şahit gösterme) metoduyla bazı lafızları açıklamak ve
bazı garip lügatları şerh (açıklama) ve izah etmek de bu dönemin bir başka
özelliğidir.
4- Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla manası mübhem (belirsiz) olan
ayetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehli kitap âlimlerine sahabe
döneminden daha fazla müracaatta bulunmuşlardır.
5-Bu dönemde de tefsir henüz tedvin (yazıya geçirme) edilmemişti. Tefsire
dayalı haberler yine şifâhi (sözlü) aktarılmıştı.
Haberler Mekke, Medine, Kûfe gibi ilim muhitlerindeki ashâbın ileri
gelenleri tarafından rivayet edilmişti.
6-Tefsirde bazen kıyas yolunu kullanmışlar. Bu tâbiîler döneminde
boşlukların doldurularak tefsire birçok yeni görüşün ilavesi anlamına
gelir.
Tâbiîn Müfessirlerinin Tefsir Kaynakları:
1-Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri
2- Kur’ân’ın Sünnetle tefsiri
3-Şiirle istişhad(şahid gösterme)etmek.
4-Yahudi ve Hristiyan kültürleri
5-Sahâbi sözleri (görüş ve içtihatları)
6-Kendi içtihatları(görüşleri)
Tefsirin Tedvîni (Yazıya Geçirilmesi):
Tefsir sahabe ve tâbiûn döneminde sözlü nakil yoluyla aktarılıyordu.
Etbâu’tâbiîn dönemine gelindiğinde tefsir rivayetleri artık yavaş yavaş bir
araya toplanarak yazılmaya başlanmış.
Tefsirin korunması açısından, yazıya geçirilmesi çok önemli bir aşamadır.
Tedvîn olayı 150 yıllık bir gecikme ile Hicri 2. Asrın 2.yarısında
gerçekleşebilmişti. Gecikmesinin sebepleri:
1-Hz. Peygamber’in vahiy kâtipleri vahiyleri yazıyorlardı. Hz. Peygamber
Kur’ân’la karışır endişesiyle hadislerin yazılmasına müsaade etmemiş.
Resûlullah hayatının sonlarına doğru Sahabenin de belli bir olgunluğa
erişmesiyle hadislerin yazılmasına izin vermiş.
2-Kur’ân’ın ilk muhatapları ümmi idi. Yani okuryazar değildi. İslâm’ın
gelişinden sonra okuma yazmaya önem vermeye başladılar.
3-İlk muhatap kitle yazıdan çok hâfızalarına güveniyordu.
İbnu’l-Cezeri’nin dediği gibi Araplar binlerce beyitlik şiirler
ezberliyorlar, hatta nesepleriyle ilgili çok uzun bilgileri hâfızalarında
tutuyor ve okuyorlardı.
Tâbiûn döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla gelen tefsir
rivayetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve bir takım hadiselerin
meydana gelmesiyle dirâyet (re’y) tefsiri ortaya çıkmıştır.
Kur’ân’a dair rivayetleri bir araya toplayarak onu baştan sona tefsir eden
ilk şahıs Mukâtil b. Süleyman’dır.
Müstakil tefsirler kaleme alan diğer müfessirler: Süfyân es-Sevrî, Yahyâ b.
Sellâm, Yahyâ b. Ziyâd el Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsenna ve
Abdürrezzak b. Hemmâm’dır.
Mukâtil b. Süleyman: Merv ve Bağdat’ta ilim tahsil etmiş. Daha sonra
Basra’ya gitmiş ve ölünceye kadar orada yaşamıştır.
Selef âlimlerinden Ahmed b. Hanbel ve İmam Şâfii Mukâtil’i tefsir
ilminde otorite kabul etmişti.
Mukâtil hicri 2. Asrın ilk yarısında et-Tefsîrü’l-Kebîr adlı
kitabı yazmıştır.
Kur’ân’ı başından sonuna kadar mevcut sûre tertibine göre tertibine göre
tefsir etmiştir.
Müellif, ayetlerin nüzul sebepleri, nüzul zamanları, kastedilen şahısların
kimler olduğu konusunda bilgi vermiş. Muğlâk sözcüklere izahlar getirmiş.
Ehl-i kitabı tavsif eden ayetlerde bol bol şahıs isimlerine yer vermiş.
Tedvîn döneminde yazılan Kur’ân tefsirlerinin ortak özelliği, hepsinin
filolojik yani dilbilimsel tefsirler olmalarıdır.[3]
Zamanımıza Kadar Tefsir Hareketlerine Kısa Bir Bakış
Zaman
ve mekânla değişiklik arzeden tefsir ilmi, insan tefekkürü geliştikçe ve
hadiseler çoğaldıkça, bütün bunları bünyesine almaya çalışacak, tabiatıyle
hacmi de genişliyecektir. Zamanla müfessirler, Kur'-an Kerimin tefsirinde yeni
ufuklar açacaklardı. İslamiyetin başlangıcından zamanıza kadar, tefsirin
tekâmülünü tâkip edebilmek için de, asırlar boyunca yazılmış yüzler ve binlerce
tefsiri tetkik etmek gerekir. Bu da bu çalışmanın hacmini aşar.
Müslümanlar
her devirde, Kur'an' Kerime, dünya ve âhiret saadetini sağlayan bir ana yasa
gözü ile bakmışlar, onun ta nüzülünün başlangıcından itibaren, onu iyi anlamak
için tefsir etmeye başlamışlardı.
Başlangıçtan
zamanımıza kadar, belâgat, edeb, nahiv, fıkıh, mezheb, felsefe, tasavvuf ve
daha pek çok yönlerde tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli yönlerdeki
tefsirlerde çeşitli usuli meseleleri ortaya çıkmıştır. Müfessirler, kendilerinden
evvel gelen âlimlerin sözlerini, gerek tercih edilecek bir görüş veya zor bir
yerin izâhi ve gerekse tenkid yönünden ele alarak, eserlerine kaydetmişlerdir.
Zamanla içtimâi hayatta mukallidlikten daha ileri gidemiyen bir durgunluğun
meydana gelişi, tefsirde de bir donukluk meydana getirmiştir.. Bir kaç asırdan
beri Avrupada meydana gelen fikri ve ilmi hareketler, islam âleminde de bir
uyanma hareketi meydana getirmiştir. Birçok İslam ülkesinde, bilhassa Mısır ve
Hindistanda ilim adamları harekete geçmişler, yeni görüş ve anlayışla, ilmin de
ışığı altında Kur'ânı Kerim tefsirinde yeni ufuklar açmışlardır. Miladi XIX. cu
asır, Müslümanlar arasında dini hareketlerin canlandığı bir asır olmuştur. İlim
adamları tefsir ilmindeki durgunluğa bir son vermeye çalışmışlardır. İslam’ın, ilmin
ilerleyişine karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket edilerek yeni
yollara tevessül edilmiştir. Biz burada sebepler üzerinde durmayacak ancak
uyanış hareketlerinin tesiriyle, Mezhebi tefsirler, ilhadi tefsirler, ilmi
tefsirler, içtimai edebi tefsirler gibi tefsir anlayışları meydana gelmiştir.[4]
HADİS
TARİHİ
Hadis
tarihi, hadisin Peygamberimiz (s.a.v) döneminden günümüze kadar geçirdiği
serüveni, hadisle ilgili yapılan her türlü çalışmayı zaman ve mekân düzleminde,
sebep sonuç ilişkiler içinde, yani Tarih biliminin ölçütleri doğrultusunda ele
alır. Türkçe yazılan ilk hadis kitabı, İstanbul’ da 1924 de
yayınlanmıştır. Hadis tarihi isimli bu ilk kitap o günlerde adı Darülfünun
olan İstanbul Üniversitesinin İlahiyat Şubesi hocalarından İzmirli İsmail Hakkı tarafından
ders kitabı olarak okutmak üzere yazılmış ve Talebe cemiyeti tarafından
yayınlanmıştır. Hadis tarihinden başka konulara da değinmiştir. Tamamen hadis
tarihine özgü olarak yazılmış ilk müstakil Türkçe eser Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim üyesi prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmış olduğu
ve ilk baskısı 1977 de, adı geçen Fakültenin yayınları arasında neşredilen
Hadis Tarihi isimli kitaptır. Arapçada müsteşrik batı
dillerinde oryantalist denilen ve Türkçe’ye doğubilimci olarak
çevirebileceğimiz batılı İslam araştırmacılarının Hadis tarihine dair
eleştirilerinin önemli ölçüde etkisi olmuştur. Müslüman araştırmacılar bu
iddialara cevap verebilmek için hadis tarihine dair araştırmalar yapmak
durumunda kalmıştır.
Hadisler
tarihi sıra itibariyle önce yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına
alınmaya çalışılmış, sonrada bunlar belli kitaplar içinde bir araya toplanmış,
ardından da bu kitaplardaki hadislerin sınıflandırılması yoluna gidilmiştir. Bu
aşamalar zamanlarında yapılan hadis çalışmalarının ayırıcı temel
özelliklerinden hareketle; Tesbit dönemi, Tedvin dönemi
ve Tasnif dönemi şeklinde isimlendirilirler. Hadis tarihinde
bu faaliyetlerin sürdürüldüğü döneme mütekaddimun dönemi
denir.
Tesbit
Dönemi
Tesbit
sabitleme kaydetme bağlama sağlama alma anlamlarına gelir. Bu dönemde
hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında
yayılması, böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerine kaydedilip
koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1.
Yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir.
Hadis
öğrenimi ve öğretimi:
Hz
Peygamber hadislerin kaynağıdır. Onların öğretilmesi ve halk arasında
yayılmasında en büyük gayreti de Hz. Peygamber e aittir. Meşhur akabe biatları
hac mevsiminde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber (sav), elçilerinden
bazılarıyla İslam’a davet mektupları göndermişti. Bir kısmı günümüze ulaşan bu
mektuplar ilk yazılı hadis belgeleridir. Hz. Peygamber(sav) in
hadislerinden anlıyoruz ki ilim öğrenmek her Müslüman a farzdır. Ebu Hureyre,
çok hadis rivayet etmesi üzerine kendisine itiraz eden kimselere verdiği şu
cevabında bu hususa işaret etmiştir: ’’Vallahi, Allah’ın kitabındaki bir ayet
olmasaydı size asla bir şey rivayet etmezdim’’. (Ayet Bakara 2/159 dur) Hanım
sahabiler Hz. Peygamber (sav) den kendileri için bir gün tahsis etmesini de
istemişler, Hz. Peygamber (sav) da onlara özel bir gün ayırmıştır. Hz.
Aişe: ‘’Ensar hanımlar ne iyi hanımlardır! Utangaçlık onların,
dinini iyice öğrenmelerine engel olmamıştır!’’ diyerek onların öğrenme
gayretini övmüştür. Hz. Peygamber (sav)in hanımları içinde gerek zekâsı ve
araştırmacı kişiliği ile Hz Aişe ilk sırada yer alır. Bir tesbite göre en çok
hadis rivayet eden sahabiler arasında. Ebu Hüreyre, Abdullah b. Ömer, Enes
b. Malik den sonra 2210 hadis rivayetiyle 4. Sırayı Hz. Aişe alır. Hz
Aişeyi Müminlerin annesi Ümmü Seleme takip eder.
Hadisler
bu dönemde daha ziyade sema (yani hocadan işitme) yoluyla
alınıyorlardı. Muhammed b. Sirin şöyle demiştir:’’ Ben hadisi on kişiden
işitirdim, manaları bir lafızları farklı olurdu. Hadislerin mana ile
rivayetlerinin caiz olduğu görüşünde olan kişiler arasında Hz. Aişe, Abdullah b
Mesut, Enes b Malik gibi sahabiler, sonraki nesillerden ise Amir eş-Şa’bi,
İbrahim en-Nehai, Süfyan b. Uyeyne ve Yahya b. Sa’id el-Kattan gibi âlimleri
sayabiliriz. Hadislerin yazılıp yazılmayacağı konusunda birbirleriyle
çelişen haberler bulunmaktadır. Hadis usulünde bu duruma İhtilafü’l
hadis, ilgili hadislere de Muhtelifü’l hadis denir. Hadis yazma
endişesinin en önemli sebebi, Kur’an’la karışma endişesidir.
Tedvin
Dönemi
Bu dönem
daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek koruma
altına alınmış olan hadislerin kitaplar içinde toplandığı dönemdir ve hicri 1.
Asrın sonlarından 2. Asrın 1. Veya 2. Çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini
içine alır. Böyle bir faaliyeti devlet eliyle ilk olarak başlatan
kimse Halife Ömer b Abdülazizdir. Bu mühim faaliyete dönemin
birçok alimi katılmıştı. Ancak onların içinde en büyük gayreti İbn
Şihab ez-Zühri göstermişti. Öyle ki ‘’ilmi(yani hadisi) ilk tedvin
eden kimse İbn Şihab’dır’’. Bu dönemde yazılan eserlerden hiçbiri
günümüze ulaşmamıştır. Muhammed Hamidullah, ilk dönemlerin yazma eserlerinin
hemen hemen hepsinin Bağdad’ın Moğollar tarafından istilası esnasında tahrip
edildiğini kaydeder. Bu dönemde hadislerin rivayetinde sened kullanımı tamamen
yerleşmiş ve sened hadisin ayrılmaz bir parçacı olmuştur. Artık senedsiz hadis
rivayeti, Binaya merdiven kullanmadan çıkma olarak değerlendirilecek, sened
hadisçinin sahtekârlara karşı silahı kabul edilecektir.
Hadislerin
Tasnifi
Tedvin faaliyetiyle
bir araya toplanan hadisler belli bir sistematiğe göre gruplandırılmadığından
bunlardan yararlanmak zordu. Bunların daha kullanışlı hale getirilmesi için
ravilerine ve konularına göre gruplandırılması gereği hissedildi. Bu faaliyet
hadis tarihinde Tasnif olarak isimlendirilir. Tirmizi-Ramhürmüzi gibi
hadis âlimleri ve İbnü’n Nedim gibi biyografi uzmanları, hadisleri ilk tasnif
edenlerin listelerini vermektedir. Zekeriya b Zaide, Hişam b Hassan, İbn
cüreyc, İbn İshak, Mamer b Raşid, Said b. Ebu Arube, Abdurahman b. El muğire,
Rabi b subayh, Süfyan es servi, Hammad b seleme, Malik b. Enes, Abdullah b el
mübarek, Veki b el Cerrah, Abdurrahman b mehdi, Süfyan b. Uyeyne sırasına göre
ilk hadis tasnifcileridir. Tasnifcilerin taşadıkları tarihler dikkate
alındığında tasnifin hicri ikinci asrın ilk yarısında başladığı
söylenebilir. Bu ilk tasnifçilerin faaliyetlerine ölümlerinden kabaca on
veya yirmi yıl önce başladığını varsayarsak Tasnif faaliyetinin hicretin ikinci
yüzyılının ortalarına gelmeden başladığını tartışma götürmez bir şekilde
görürüz. Tasnif işlemleri üçüncü asrın ortalarında olgunluk dönemine ulaşmış,
sonlarına kadar devam etmiştir. Hadis tarihinde hicri ilk dört asır
öncekiler, öncüler anlamına gelen Mütekaddimun dönemi olarak
da isimlendirilir. Bu dönemde yazılan kitapların en önemli özelliği
hadislerin ravilerinin senet zincirleriyle kaydedilmiş olmasıdır. Tasnif devri
eserlerinden yararlanarak yazılan tasnif sonrası dönemi kitaplarında ağırlıklı
olarak hadislerin isnad zincirleri kaldırılıp sadece metinleri ve alındıkları
kitapların ismi verilmekle yetinilmiştir. Abbasiler döneminin hadis tarihi
ile ilgili en önemli olaylarından birisi İslam tarihinde mihne diye
bilinen Me’mun döneminde 218/833 tarihinde başlayıp 234/849 de Mütevekkil döneminde
sona eren uygulamadır. Mihne Arapça da sınama imtihan etme sorgulama eziyet
etme anlamlarına gelir. Dönemin Abbasi halifeleri başta hadisciler olmak
üzere âlimleri Mutezile Mezhebi tarafından savunulan Kur’an’ın
yaratılmış olduğu görüşünü benimsemeye zorlamışlar, Kabul etmeyenlere, hapsetme
dâhil çok değişik işkence çeşitleri uygulamışlardır. En çok işkence Hanbelî
Mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbeli’e olmuştur. Hadis
Tarihçisi Talat Koçyiğit hicri üçüncü yüzyılı ‘’tasnifin altın çağı’’ olarak
nitelendirmektedir.
Tasnifin
Amaçları
1-Unutulmaması
gereken en önemli şeylerden birisi, hadislerin tasnifinden önceki tedvin
sürecinde asıl amacın öncelikli olarak hadislerin yok olmaktan ve kaybolmaktan
korunması olduğudur. Sıra hadis malzemesinin tasnifine yani düzenlenmesine
gelince tedvin çalışmalarında olduğu gibi hadislerin korunması en temel amaç
olmaya devam etmiştir. Muhaddisler her türlü hadisi kitaplarına alarak,
gelecek nesillere hadisleri yeniden tenkit edebilme, tenkit ve yorumda yeni
yöntemler geliştirebilme, bundan da öte hadisler üzerinden çok değişik
araştırmalar yapılabilme imkânı sunan bir bilgi hazinesi devrederek bu konudaki
dikkat, titizlik ve uzak görüşlülüklerini ortaya koymuşlardır.
2-
Derlenen hadisleri düzenli sistemli, kolay kullanılır hale getirilmesi.
3-Tasnifi
başlatan ve hızlandıran en önemli etken, Hz Peygamber (sav) ın sünnetinin
Müslüman toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.
Ehlü’s-Sünne, Ehlü’l-Hadis diye isimlendiren hadisçiler kendilerini İslam
toplumunun sünnet çizgisinde devamından sorumlu bir grup olarak
görüyorlardır. Ehlü’l-Bid’a dedikleri sünnet karşıtlarına ve sünnetten
sapanlara karşı, derledikleri ve tasnıif ettikleri hadislerle cevaplar vermeyi
dahası onların etkinliklerini zayıflatarak Sünnet’in etkinliğini artırmayı
amaçlamışlardır. Hadislerin güvenilirliği açısından 3 tür kitap vardır.
1-
Hadisleri yok olmaktan kurtarmak için sağlam veya zayıf her türlü hadisi sıhhat
durumları hakkında hiçbir bilgi vermeden bir araya getirenler.
2-Sağlam
ve sağlam olmayan hadisleri bir araya getirmekle birlikte hadislerin sıhhat
durumu hakkında bilgi verenler ve kendi kanaatlerini belirtenler.(Tirmizi’nin
El-Camiu’s-sahih bu gruba girer).
3-Kendi
kanaatlerine göre sadece sağlam gördükleri hadisleri bir araya getirenler.
Osmanlı
Döneminde Hadis İlmi
Osmanlı
Devleti’nin siyasî varlığını kazanmaya çalıştığı sıralarda Mısır ve Suriye’de
hadis biliminin büyük simaları eserlerini veriyorlardı. Hicrî sekizinci, miladî
on dördüncü asrın büyük âlimleri Birzâlî (ö. 739/1338), Mizzî (ö. 742/1341) ve
öğrencisi Zehebî (ö. 748/1347) vefat ettiğinde, Osmanlı’nın kuruluşundan
yaklaşık yarım yüzyıl geçmişti. Zehebî’den birasır kadar sonra büyük hadisçi
İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1448) döneminde, Osmanlı eğitim sisteminde de
dârul-hadîs denilen hadis medresesi kurulmuş bulunuyordu.
İlk
Osmanlı dârul hadîsinin I. Murad devrinde İznik’te Çandarlı Hayreddin Paşa (ö.
789/1387) tarafından yaptırıldığı kabul edilir. Bu asrın en önde gelen
ismi İbn Melek diye tanınan İzzeddin Abdüllatif’tir (ö.797/1394). Tire’de
müderrislik yapan İbn Melek Osmanlı medreselerinde en çok okunan hadis
kitaplarından olan Sâgânî’nin Meşâriku’l-envâr’ı üzerine Mebâriku’l-ezhâr
isimli şerhini yazmıştır.
Osmanlı
dârul-hadîslerinin en önemlilerinden birisi, II. Murad’ın 1435’deyaptırdığı
Edirne Dârulhadîsi’dir. Fatih Sultan Mehmed’in hem hocası hem de Şeyhülislâmı
olan Molla Gürânî’nin (ö. 893/1487) el-Kevseru’l-cârî ilâ riyâzi’l-Buhârî adlı
Buhârî şerhi bu dönemin eserlerindendir.
II.
Bayezid döneminde 1485 yılında Amasya’da yaptırılan Abdullah Paşa Dârul-hadîsi
ile Kânûnî devrinde 1557’de yapılan Süleymaniye Dârul-hadîsi önemli
kurumlardır. Özellikle Edirne ve Süleymaniye Dârul-hadîsleri Osmanlı üst düzey
yöneticilerinin hem yetiştirildiği hem de yönetim hiyerarşisinde görev
üstlendikleri yerlerdir. Bu asırda Seydî Çelebi’nin ( ö. 932/1525) kaleme
aldığı Mustahrec mine’l-Buhârî adlı hadis kitabı siyaset konuludur. Molla Lütfi
de (ö. 901/1495) Ta‘lîka ale’l-Câm‘i’s-sahîh adlı bir hadis kitabı telif
etmiştir.
Mısır’ın
Osmanlı yönetimine katılması, Anadolu hadisçiliğinin gelişmesinde dönüm noktası
olmuştur. Osmanlı dönemi Mısır’ın hadisçileri arasında ilk akla gelen
Münavî’dir (ö. 1031/1621). Osmanlı Mısır’ının en önemli simalarından biri de
Murtezâ ez-Zebîdî’dir (ö. 1206/1791).
Kanûnî
döneminin seçkin âlimi İbn Kemâl’in hadis alanında birçok eseri bulunmaktadır.
II. Selim devrinde padişahın hocası Atâullah Efendi tarafından Birgivî Mehmed
Efendi (ö. 981/1573) adına Birgi’de yaptırılan Atâullah Efendi Dârul-hadîsi
Osmanlı medrese sisteminde önemli bir statüye sahipti.
XVIII.
asırda Osmanlı Anadolusu’nun en önde gelen hadisçisi, Amasya’da doğan Yusuf
Efendizâde’dir (ö. 1167/1754). Elliden fazla esere imza atan Yusuf Efendi büyük
bir Buhâri şerhi ile yarım kalmış bir Müslim şerhinin de sahibidir.
Osmanlı
eğitim sisteminde ayrıcalıklı bir yeri olan dârul-hadîslerde ders metni olarak
Sahîhu’l-Buhârî, Sahîhu Müslim, Begavî’nin Mesâbîhu’s-sünne, Sâgânî’nin
Meşâriku’l-envâr gibi eserleri okutulmuştur.
Türkiye
Cumhuriyeti Döneminde Hadis İlmi
Dinî
eğitim açısından fetret devri olarak isimlendirilebilecek olan 1920-1950’li
yılların hadis çalışmaları açısından da çok farklı olmadığı görülmektedir. Bu
dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı, Türk milletinin dinini öğrenebileceği
Murtezâ ez-Zebîdî tarafından yapılan Sahîh-i Buhârî Muhasarı’nı tercüme ve şerh
ettirerek yeni alfabe ile Türkçeye kazandırma amacıyla Babanzâde Ahmed Naim’i
görevlendirmiştir. Ahmed Naim’in başlayıp ancak üç cildini tamamlayabildiği
eser Kâmil Miras tarafından tamamlanmış ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından
1928–1949 yılları arasında 12 cilt olarak basılmıştır. Müelliflerin bu
çalışmadaki başarıları ve Ahmed Naim’in yazmış olduğu hadis usûlü ile ilgili
mukaddimenin orijinalliği, eseri Cumhuriyet tarihindeki klasiklerin arasına
taşımıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın klasik eserleri tercüme faaliyeti
yavaş da olsa Riyâzü's-sâlihîn (1949–1965) ile devam etmiştir.
1950’li
yıllara kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın öncülük ettiği bu faaliyetin
yanında kırk hadis geleneğinin ya da hadis sayısı biraz artırılarak101 veya
1001 hadis tercüme ve şerhinin yapıldığı görülmektedir. Ahmed Naim’in Kırk
Hadis’ini (1925) veya Münir Selâmi Yurdatap’ın Binbir Hadis Tercümesi ve Tefsiri’ni
(1941) buna örnek olarak zikredebiliriz. Tercüme faaliyeti olarak
nitelenebilecek bu tarz çalışmaların yanında Ahmet Hamdi Akseki’nin önsözünde
hadisi reddedenlere karşı uzun uzun müdafaalarda bulunduğu Peygamberimizin
Vecizeleri (1945), Zâkir Kadiri Ugan’ın “Dinî ve Gayrî Dinî Rivayetler” (1926)
adlı makalesini hadisle alakalı problemlerin ele alındığı özgün çalışmalar
olarak zikretmek yerinde olacaktır.
1960’lı
yıllara kadar tıpkı daha önceki yıllarda olduğu gibi belli rakamlarda
hadislerin tercüme ve şerh edilmesi en fazla başvurulan çalışma türü olarak
görülmektedir. Mesala Ahmed Davudoğlu’nun tercüme ve şerh ettiği Bülûğu'l-Merâm
Terceme ve Şerhi (1966–1967) ve Mehmet Sofuoğlu’nun yaptığı Sahîh-i Müslim ve
Tercümesi (1967–1970) buna güzel bir örnektir. Daha sonra Ahmed Davudoğlu da
Müslim’in Sahîh’ini geniş bir şekilde şerh ederek tercüme etmiş ve bu eser on
cilt halinde basılmıştır (1977-1983). Hadis tercümesine yönelik bu faaliyet
İmam Malik’in Muvatta’ının, Darimî’nin Sünen’inin Türkçeye kazandırılmasıyla
devam etti. Görüldüğü üzere 1967 sonrası seçme eserlerin değil de temel
kaynakların tercümesine yönelinmiş,1980 sonrası ise bu alanda altın çağ
yaşanmış, hemen hemen bütün klasikler Türkçeye kazandırılmıştır.
Türkiye’de
akademik hadisçiliğin başlatıcısı, aslen Bosnalı olup uzun yıllar başta Ankara
İlâhiyat Fakülte’si ve Erzurum İslâmî İlimler Fakültesi’nde dersler veren M.
Tayyip Okiç’tir.
İslâm
dünyasında 18. yüzyılın bir kısmı ile 19. yüzyılda hadis alanındaki
çalışmalarıyla öne çıkan bölge, Hint Alt Kıtası diye isimlendirilen bölgedir.
Yani günümüzde Müslümanların yaşadığı Hindistan’ın bazı bölgeleri ile
Pakistan’ın oluşturduğu coğrafyadır.
Hadis ve
sünneti kabul etmek istemeyen düşünce ve şahıslara ilk defa hicrî ilk iki
asırda rastlanmıştı. On dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar İslâm dünyasında
hadis muhalifi görüşlere pek fazla rastlanmaz. Bu dönemde yeniden ortaya çıkan
sünnete muhalefet ve karşı çıkış, hadisle ilgilenen Müslümanlarda ve özellikle
âlimlerde belli bir hareketliliğin meydana gelmesine yol açmıştır. Bilhassa
yazma eserlerin tenkitli neşirleri yapılmış, böylece dîne dayalı kültür
mirasımız çağın insanının dikkatine yeni bir çehre ile tekrar sunulmuştur.[5]
İSLAM HUKUK (FIKIH) TARİHİ
Hz. PEYGAMBER DEVRİ
(Fıkhın Doğuşu)
Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en
önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış,
sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Hz.
Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke
devri ve Medine devri.
A- Mekke Devri:
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi
icâbı dini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet
içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birinden az eksiği nâzil olmuştur.
Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve
ahlâk sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel
üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî
bir karakter arzetmektedir.
B- Medine Devri:
Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Yesrib'e göç edildi.
Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı;
"Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu.
Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî
hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek
ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile,
miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve
devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
Sahâbe Devri
(Fıkhın Gelişme Çağı)
Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i
nazarlardan hareket etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne
alanlara göre bu devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i
Raşidinin sonuna (41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın
başlarına kadar uzanır.
Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre
Hulefâ-i râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder.
Gerek râşid halîfeler gerekse Emevîler devrinde fıkhî hayata
yön veren sahâbedir; bu sebeple iki iktidar devrini aynı daire içinde ele almak
uygun olacaktır. Ancak iktidarın fıkha tesiri bakımından mevcut farkı belirtmek
için bahis, iki ayrı alt bölüm içinde verilecektir.
Hulefâ-İ Râşidin Devri:
Devre Umûmî Bakış:
Bu devir (11/632) yılında Hz. EbûBekr'in halife olmasıyla
başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına
terketmesiyle sona erer. Bu devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve irtidâd
hareketlerini bastırarak fetihlere başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam ettirmiş,
İslâm ülkesinin sınırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye ve Ermenistan, batıda
Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Osman bu sınırları daha da genişletmiştir. Üçüncü halîfenin şehid edilmesi
üzerine Hz. Ali'ye bey'at edilmişse de Şam vâlisi Muâviye, azilden kurtulmak
için, şehid halifenin kan dâvasını bahane ederek Hz. Ali'ye beyat etmemiş, bu
davranış müslümanları iç savaşlara sürüklemiştir. Mezkûr çalkantılar içinde,
başta siyâsî iken sonraları itikad ve fıkha da tesir eden iki grup (mezheb)
doğmuştur: Şîa ve Havâric.
Emeviler Devri
Hz. Hasen'in İslâm birliğini yeniden sağlamak ve iç savaşı
önlemek için Muâviye nâmına bazı şartlarla- hilâfetten ferâğat etmesiyle
hulefâ-i râşidin devri sona erer ve yeni devir (132/750 yılına kadar devam
eder.
Emevîlerin zamanı içerde isyan ve karışıklıklarla mücadele,
dışarda ise yeni ülkeler fethetmekle geçmiştir. Sıffîn savaşı sırasında cereyan
eden hakem olayından sonra ortaya çıkan Havârice göre "hilâfet muayyen bir
hânedanın hakkı değildir. Müslümanların başkanı olmaya en lâyık olan, onların
işlerini idareye en ehliyetli bulunan kim ise halîfe olmaya lâyık olan da
odur." Bunun tabîî neticesi de halîfeyi müslümanların seçmesidir. Havâric
bu mantıkla hareket ederek Emevîlere cebhe almışlardı.(98)
Hilâfetin Hz. Ali ve hânedanının hakkı olduğunu, bu konuda
Hz. Peygamberin (s.a.) vasiyeti bulunduğunu ileri süren Şîa da Emevîlere -bu
cihetten- karşı çıkmıştır.
Hz. Hasen'in hilâfetten ferâğatı üzerine Muâviye'ye bey'at
eden müslüman ekseriyeti ise "cumhûr"u teşkil ediyorlardı.
Bütün bu iç bölünme ve mücâdelelere rağmen Emevîler devrinde
İslâm ülkesinin sınırları Batı'da Atlas Okyanusu, Doğu'da Çin kıyıları ve
Afganistan, Kuzey'de kısmen Küçük Asya ve İspanya'ya kadar genişlemiştir.
Abbâsîler Devri
(Fıkhın Olgunluk Çağı)
Devre Umûmî Bakış:
Bağdad merkezli Abbâsîler devri 750-1258
tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki
200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep
sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn
ve etbâ'ut-tâbiîn ihtivâ etmektedir.
Devrin başında hilâfetin Emevîlerden Hz. Ali
evlâdına intikalini temin için kurulmuş olan gizli cemiyet başarı sağlamış
fakat hilâfet alevîlere değil, Abbâsîlere geçmiştir. Abbâsîler seleflerine
karşı tarihin nadir kaybettiği sertlik ve şiddeti göstermişler, Emevîlerin sağ
kalanları dağılıp gizlenmişler ve içlerinden birisi (Abdurrahman) Endülüs'e
geçmeyi başarmış, orada müstakil Endülüs Emevîleri Devletini kurmuştur, böylece
İslâm ümmeti ilk defa siyasî bölünmeye maruz kalmış, iki İslâm devleti ortaya
çıkmıştır.
Hilâfetin Abbâsîlere geçmesi, ona kendilerini
lâyık gören Hz. Ali evlâdını memnun etmemiş, bunlar zaman zaman baş
kaldırmışlardır.
Hz. Hasen'in torununun oğulları Muhammed ve
İbrahîm'in Mansûr'a karşı başarısız ayaklanmalarından sonra Mûsa el-Hâdî
zamanında ikinci bir ayaklanma daha olmuş, bu da başarısızlıkla neticelenmiş,
buradan Kuzey Afrika'ya kaçan İdris b. Abdullah, berberler arasında İdrîsîler
hilâfetini kurmuştur ki bu da Abbâsî devletinde ikinci bölünmedir.
Hârun Reşid zamanında da ihtilâl teşebbüsleri
devam edince mezkür halife bunlara karşı yarı müstakil emirlikler kurmayı uygun
görmüş ve Kuzey Doğu Afrika'da Ağlebîler devletinin temelini atmıştır. Aynı
sebeple Me'mûn, Horasan'da Tâhirîlere, Yemen'de Ziyâdîlere emirlik vermiştir.
İmâmî-şîîler Hz. Hüseyin'in torununun oğlu Câfer
es-Sâdık'ı imam tanımışlar fakat o hilâfet dâvasına kalkışmamıştır. İmam
Ca'fer'in vefatından sonra taraftarlar ikiye ayrılmışlar; bir kısmı onikinci
imam Muhammed el-Askerî'nin kaybolması üzerine Mehdî adıyla onu beklemeğe
başlamış ve "isnâaşeriyye" ismini almışlardır.
Diğer grup ise Hz. Ca'fer'in oğlu İsmâil'i imam
tanımış ve "İsmailîler" adını almışlardır. Gizli dâvet yolunu seçen
bu grup, Kuzey Doğu Afrika'da ortaya çıkan İmam Ubeydullah el-Mehdî' (v.
332/934)'nin liderliğinde bütün Mağrib'i istilâ ederek Fâtimîler devletini
kurmuşlardır.
Abbâsîler hükümranlıklarının ilk yüz yılında en
güçlü devrelerini yaşadılar. Hindistan'da Keşmir vâdisine, Kuzeyde Hazar ve
Marmara sahillerine, Doğuda Hayber geçidine kadar fetih sınırlarını
genişlettiler.
Bu hânedan önceleri arap ve ihtilâlde kendilerine
yardım eden İranlılara dayanıyor, bu iki kuvveti gerektiği zaman yekdiğerine
karşı kullanıyorlardı. Mu'tasım zamanında (833-842) bir üçüncü kuvvet daha
ortaya çıktı: Türkler. Mütevekkil (842-847) artan Türk nüfûzunu kırmayı
tasarlamış fakat onlar daha baskın çıkmış ve oğlu Muntasır'ı onun yerine
geçirmişler, bundan sonra da nüfuzları kat kat artmıştır. Hilâfetin böylece
zayıflaması sonunda Doğuda Mâverâünnehir'de Sâmânoğulları, Horasan ve İran'da
Saffârîler gibi emirlikler doğmuştur. Nihayet şîî Büveyhîler (945/1055) İran,
Isfahan, Kerman, Huzistan'dan sonra Bağdad'ı alarak kendilerine tâbi
kılmışlardır.
Abbâsîler Devrinde Fıkıh:
Bu devrin fıkıh üzerinde meydana getirdiği
değişiklikleri, bir başka deyişle fıkıh tarihi bakımından bu devrin
özelliklerini şu maddelerde özetlemek mümkündür:
1- Din Bilginleri ve Abbâsîler:
Yerinde zikredildiği gibi umûmiyetle Emevîler
daha ziyade iç isyanları bastırmak, devletin mâlî, idârî işlerini düzenlemek ve
dışarda fetihleri sürdürmekle uğraşıyor, din işleri ve ulemâ ile meşgul
olmuyorlardı. Âlimler ders okutuyor, fetvâ veriyor; tayin ettikleri kadılar
ictihadlarına göre hüküm veriyorlar, Emevîlerin siyâsetine uydukça serbest
bulunuyorlardı.
Emevîler dînî hayat ve hulefâ-i râşidînin sünneti
karşısındaki lâkaytlıkları sebebiyle dindar ulemâ tarafından pek
sevilmiyorlardı.
Abbâsîler hilâfeti haklı olana iâde etmek ve
hulefâ-i râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile iktidara geldikleri için
-görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde müslümanların başı ve
Rasûlullahın halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî halifeleri Arap âdetine
uyarak halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve çevgen taşırken, Abbâsî halîfeleri
Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor, divanlarında Hz. Osmân'ın Mushafını
bulunduruyorlardı.(3) Bu tutumun tabîi neticesi olarak din bilginlerinin söz,
inanç ve davranışlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Ezcümle Mansur ulemâya
alâka göstermiş, ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği vazifeyi kabul
etmediği için Ebû Hanîfe'yi kırbaçlattırmıştır. Mehdî zındıklara karşı çok sert
davranmış, onların takip ve tecziyesi için bir dâire kurmuştur. Hârun Reşîd ile
Ebû Yûsüf hep beraber olmuşlardır. Me'mun "Kur'ân-ı Kerîm'in mahluk
olduğuna" dâir bir emirnâme çıkartmış, müt'a nikâhını münakaşa ettirmiş,
hakkında emir çıkarmaya teşebbüs etmiştir.
Bu tezâhür ve davranışın hukukî hayata tesir
edeceği şüphesizdir. Sulama nizamı, vergiler, kanal açmak, çeşitli divanlar,
bunların hepsi dünya hayatına ait dinî işlerdi, hepsini şerîat esaslarına göre
nizamlamak gerekiyordu. Bunlar âlimlerden soruluyor Ebû-Yûsüf el-Harâc'ını
yazıyor ve diğer müctehidler de ictihad ediyorlardı.
Fıkıh Mezhebleri
Bilindiği üzere fıkıh mezhebleri, sâliklerinin itikadî
mezheblerine göre sünnî ve gayr-ı sünnî diye iki kısma ayrılmaktadır. Sünnî
mezheblerin bir kısmı, sâliklerinin mevcûdiyeti bakımından günümüze kadar
yaşamıştır. Diğer bazıları ise dinî ve hukûkî hayatlarında onlara tâbi
cemaatler kalmadığı için bu bakımdan- târihe intikal etmişlerdir. Ancak mezkûr
mezhebler de kitaplarda tedvîn edilmiş usûl ve fürû' ile yaşamaya devam
etmektedirler. Ayrıca bazı İslâm devletlerinin hukuklarında onların
mezheblerine ait ictihatların tercih ve taknîn edildiği olmuştur.
Selçuklular Devrinde Fıkıh
(Fıkhın Duraklama Çağı)
Siyasî Durum:
Abbâsîlerin ilk yüz yılının sonlarına doğru bazı
bölünmelerin vukû bulduğunu ve birkaç beyliğin (emirlik) teessüs ettiğini
zikretmiştik. Ancak Endülüs ve Mağrib müstesnâ olmak üzere bu bölünmeler
merkezî otoriteden çıkma mâna ve mâhiyetinde değildir. İslâm memleketi bir
uçtan diğerine altı ayda katedilen geniş ve birleşik bir kitledir ve
Bağdad'daki halifeye bağlıdır. Vâlileri o tayin eder, vergi ona toplanır,
idâre, kazâ, ordu ona bağlıdır; önemli problemlerin hallinde ona başvurulur,
minberlerde ona duâ edilir ve para onun nâmına basılır.
Fakat zamanla merkezî otorite zayıflamış; bölünme
ve müstakil devletler ortaya çıkmaya başlamış, halifeye bağlılık şekil ve
surette kalmıştır.
Hicrî 324 yıllarında görünüşte Abbâsî hilâfeti
altındaki İslâm ülkelerinde şu devletler vardır: İran, İsfehan, ve Cebel'de
Büveyhîler; Musul, Diyarbekir ve Diyâr-ı Rabîa'da Hamdanoğulları; Mısır ve
Şam'da İhşidler; Afrika'nın kuzey kıyılarında Fâtımîler; Endülüs'te Emevîler
(Abdurrahman en-Nâsır); Horasan'da Sâmânoğulları; Ehvâz, Vâsıt ve Basra'da
Berîdîler; Yemâme ve Bahreyn'de Karmatîler (Ebû-Tâhir), Taberistan ve Cürcan'da
Deylem... Koca ülkede Abbâsî halifesine kalan yer sadece Bağdad'dır.
Artık bu küçük devletlerin (tavâifu'l-mülûk)
karşısında tek düşman yoktur. Her biri -meselâ ehl-i salîb kadar- birbirinden
de çekinmekte, zaman zaman vuruşmaktadırlar.
Nihayet 426/1035 tarihinde siyasî istiklâllerine
kavuşan Selçuklular Doğu'dan Batı'ya doğru birçok Türk ve Fürs devletlerini
tarih sahnesinden kaldırarak ilerlemiş, büyük bir sünnî-İslâm devleti kurmuşlardır.
Bu arada Bağdad'ı da Büveyhîler'in nüfûzundan kurtarmış (477/1055), Abbâsî
halifesi el-Kaim bi-emrillah'a itibarını iâde eylemişlerdir. Selçukluların en
muhteşem çağlarında devletin sınırı Kaşgar'dan Boğaziçi'ne, Akdeniz'e,
Kafkaslar'dan ve Aral gölünden Hind Deniz'i ve Yemen'e kadar uzanıyordu.
Sultan Melikşah'ın vefatından (485/1092) sonra
Büyük Selçuklu İmparatorluğu parçalanmış ve dörde bölünmüştür:
1- Irak ve Horasan Selçukluları (1194'e kadar),
2- Kirman Selçukluları (1092/1187),
3- Suriye Selçukluları (1092/1308),
4- Anadolu Selçukluları (1092/1308).
Selçuklu İmparatorluğu parçalanırken Doğu'da
Harzemşahlar, Suriye ve Mısır'da ise önce Atabeyler, sonra da Eyyûbîler hüküm
sürmüşlerdir.
Fıkıh Tarihi Bakımından Devrin Hususiyetleri:
Merkezî otoritenin sarsılması ve çeşitli İslâm
devletlerinin kurulması, aralarında barışıp savaşmaları, hak-batıl birçok fikir
cereyanının İslâm dünyasında dal budak salmasına rağmen bu devrede fikrî hayat
inkişaf etmiş, ilimler ilerlemiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sâhasında
durum böyle değildir; inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma vardır. Artık büyük
müctehidler devrinin hür ve mutlak ictihadı, doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnet
kaynağından hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun
yerini "takdîdçilik rûhu" almağa başlamıştır.
Bu devrin Fıkıh ilmi ve hukukî hayat bakımından
hususiyetlerine daha yakından bakılınca şu noktaları seçmek mümkündür:
1- Taklîd Ruhu:
Sahâbe, tabiûn ve büyük müctehidler devirlerinde
de bütün Müslümanlar müctehid değil idi. Dinî hüküm ve bilgileri, muayyen
metodlarla Kitab ve Sünnetten çıkaran, bunun için gerekli ilmî kudrete sahip
bulunan müctehidler olduğu gibi bu güçten mahrum halk da vardı. Ancak
kendisinde ictihad kudretini bulamayan müslüman, muayyen bir müctehide
bağlanmıyor, onun her sözünü nas gibi kabul etmiyor, rasgele İslâm âlimlerine
başvuruyor, -mezhebin hükmünü değil- İslâm'ın hükmünü öğrenmeye çalışıyordu. Halbuki tetkik ettiğimiz devirde gerek halk ve
gerekse âlimler "muayyen bir müctehide (mezhebe) bağlanmışlardı; dinî
hükümleri yalnız ondan alıyor, onun sözlerini -Kitâb ve Sünnetin nasları gibi-
telâkki ediyor, onlara bağlanmak mecburiyetinde olduklarına inanıyorlardı."
İşte "taklîd rûhu tabirinden maksadımız bu şuur, anlayış ve davranıştır.
Bu devrede yaşamış büyük fukahadan Ubeydullah
el-Kerhî'nin (v. 340/951) şu sözü bu rûhu tam olarak aksettirmektedir:
"Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet ya te'vil edilmiştir yahut da
mensûhtur; her hadîs de böyledir: ya te'vîl edilmiş, zâhirî mânasıya ele alınmamıştır,
yahut da hadîs mensûhtur; başka bir hadis ile yürürlükten
kaldırılmıştır."(3)
Kerhî'nin demek istediği şudur: Nas ile mezheb
çalıştığı zaman biz mezheb hükmünü alır, onu uygularız.
İbn es-Sübkî'nin naklettiğine göre
İmamu'l-Haremeyn'in (v. 478/1085) babası Abdullah b. Yûsuf el-Cüveynî (v.
438/1046), "el-Muhît" isimli bir fıkıh kitabı yazmak, bunu yazarken
sahih hadislere tâbi olmak, mezhebe (şâfiî) bağlı kalmamak ve mezheb
taassubundan uzak durmak istemiştir. Kitabın ilk üç parçası el-Beyhakî'nin (v.
458/1066) eline geçmiş, okuduktan sonra müellifi Cüveynî'ye uzun bir mektup
yazmıştır.(4) Bu mektubunda Beyhakî, müellifin bazı zâhullerine işaret ederek
"İmam Şâfiî'nin terkettiği; yani âmel etmediği, delil olarak kullanmadığı
hadîslerin gizli kusurları olduğunu, hadîsler ile amel etmenin ona mahsus
bulunduğunu" kaydetmiştir. Bu mektup üzerine el-Cüveynî kitabını yazmaktan
vazgeçmiştir.
Halbuki İmam Şâfiî "Sahih hadîsi bulunca
benim sözümü atın, benim mezhebim -sizin bulduğunuz- sahih hadîstir."
demiş, bizzat kendisi Ahmed b. Hanbel gibi mutemed hadîs bilginlerinden
faydalanmış, sahih hadîse tesadüf ettiklerinde kendisine bildirmelerini
istemiştir.(5)
Bu iki söz ve davranış birbiriyle
karşılaştırıldığı zaman ictihad hürriyeti veya taklîd rûhu bakımından iki devir
arasındaki fark açıkça görülmektedir. Bu farkı doğuran; ictihadın durmasını,
taklîdin yayılmasını intâc eden âmillere gelince:
a) Yetişkin talebe:
Talebenin hocasına bağlılığı tabîîdir.
Kendisinden ilim ve feyiz alınan kişi sevilir, sayılır, onun söz ve
görüşlerinin tesbitine itinâ edilir. Öte yandan halk dînî problemlerini
halletmek için âlimlere başvurmak mecburiyetindedir.
Bu âlimler hocalarını sayıp, onların reylerine
dayanınca dolayısiyle halk ve idareciler de hocaların hocasına bağlanır. İşte
mezheb sahibi müctehidlerin çoğunun bu neviden iyi yetişmiş talebesi olmuştur.
Bunlardan bir kısmının devlet idarecileri yanında nüfuzları, kadıların tayininde
muayyen mezheb salîklerinin tercihine -daha açık bir deyişle- onların tavsiye
ettiklerinin kadı tayin edilmesine âmil olmuştur. İşte bu müctehid ve onun
mezhebi rûhlarda bu ölçüde büyüyünce birisinin ortaya çıkarak "mutlak
müctehidim, benim de mezhebim var" demesi veya böyle davranması mesele
olmaktadır. Buna cesaret edemiyenler ictihadlarına, bir mezhebe bağlanarak;
yani bir müctehidin metodunu benimseyerek devam etmişlerdir ki, bu nevi ictihad
(ictihadfi'l-mezheb) tetkik ettiğimiz devirde de mevcuttur.
b) Siyâset, kaza müessesesi ve medrese vakıfları:
Mezheplerin yerleşmesinden önce kadılar, müctehid
âlimler arasından seçiliyor, Kitâb, Sünnet ve bunlarda bulamazlarsa rey
ictihadıyla hükmetmeleri; çevrelerindeki âlimlerle de istişare etmeleri isteniyordu.
Bu devrelerde halkın kadılarına büyük itimadı
vardı.
Zamanla bazı kadıların menfî davranışları veya
hatâlarının ortaya çıkışı itimadın sarsılmasına sebeb oldu. Ayrıca hukukî
emniyet, hükmedilecek esasların daha önceden tesbitini ve ma'lûm olmasını
gerekli kılıyordu. Bu ihtiyaç baş gösterince hangi müctehidin mezhebi tedvîn
edilmiş ise kadının o mezhebden tayini veya hükmün o mezhebe göre verilmesi
istenir oldu.
Ayrıca bazı devlet başkanları ve ileri
gelenlerinin herhangi bir mezhebi benimsemiş olması da bu mevzûda önemli rol
oynuyor; o memlekette kadılar, benimsenen mezheb ulemasından seçiliyordu. Bu
cümleden olarak Selçuklular daha çok hanefî mezhebini tervic etmişlerdir.
EbûYûsuf'tan beri Abbâsîlerin aynı mezhebe meyilleri ile Selçuklu devletinin
siyasetine ve bünyesine uygunluğu bu tercih ve rağbette rol oynamıştır. Tuğrul
Bey'in vezîri el-Kundurî'nin eş'arî ve şâfiîleri takip ve tazîb siyasetine son
vererek şâfiî âlimlerin memlekete avdetlerini temin eden vezîr Nizamü'l-Mülk'ün
bu davranışı şâfiî mezhebine de Selçuklu devleti sınırları içinde hayat hakkı
tanımıştır. Doğu'da Gazneli Mahmud b. Sebüktekin, Batı'da (Mısır) Selâhaddin
el-Eyyûbî de şafiî mezhebi için aynı imkânı sağlamışlardır.
Sultan veya eşraftan birisi bir medrese yaptırıp
ona muayyen vakıfları da bağladıktan sonra tedrîsin muayyen bir mezhebe tahsisi
âdet haline gelmiş, mezheblerin ve taklîdin yerleşmesine bu da kuvvetli bir
âmil olmuştur.
c) Tedvin:
Yukarıda da temas edildiği üzere bazı mezheblerin
ahkâmı, müctehid imam veya talebesi tarafından derlenip toplanarak yazılmış;
müftü ve kadılar için kolayca istifade edilecek hale getirilmişti. Halbuki
diğer bazı mezhebler bundan mahrûm kalmış, bu mahrûmiyet onların zamanla
unutulmasına ve terkedilmesine sebep olmuştur. Nitekim İmam Şâfiî buna işaret
ederek şöyle demiştir: "el-Leys b. Sa'd, Mâlik'ten daha kuvvetli bir fıkıh
bilginidir; fakat onun talebe ve tâbileri mezhebine -mâlikîlerin İmam Mâlik'e
yaptığı- hizmeti yapamamışlardır."
Mecelle'den Zamanımıza Kadar
(Uyanış Çağı)
A)
İslâm Dünyası:
Osmanlı İmparatorluğu Üçüncü Murad zamanında
(1574-1595) Kafkasya ve İran'ı da fethetmiş, bir yandan Lehistan kırallığını,
diğer yandan da Fars-Arap İmparatorluğunu himayesinde alarak sınırlarını
Baltık'a ve Atlas Okyanusu'na kadar genişletmiş, hâkimiyet sahâsını 20 milyon
km2'ye çıkarmıştır. Ancak bundan sonra duraklama ve gerileme devirlerine giren
İmparatorluk 1699 Karlofça antlaşmasından itibâren toprak kaybetmeye başlamış,
bu durum birinci cihan harbi sonuna kadar devam etmiştir.
İlerleyen Avrupa karşısında müslüman devletler
yıkılıyordu; Kuzey, Batı ve Orta Afrika Fransızlarla İngilizlerin eline
düşmüştü. Hindistan ve Afganistan'da İngilizler hâkim olmuşlardı. İran'ın
kuzeyi Rus baskısı altında, güneyi ise İngiliz kontrolünde idi. Endonezya iki
yüz yıldan beri (20. yüzyıl başlarına göre) Danimarka'ya bağlanmıştı.
Birinci cihan harbinden önce başlayan muhtariyet
ve istiklâl mücadeleleri harpten sonra da hızlanarak devam etti, zamanla
Türkiye, İran, Afganistan, Hindistan gibi İslâm ülkeleri istiklâllerini elde
ettiler. İkinci dünya harbinden sonra da Pakistan, Mısır, Endonezya, Kuzey
Arabistan, Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi müstakil İslâm devletleri
kuruldu. Müstevlî ve müstemlekeci Batılılara ve Bloklara karşı İslâm dünyasının
mücadelesi devam etmekte, özellikle Sovyet/Varşova blokunun dağılmasından sonra
bağımsız İslâm devletlerinin sayısı artış göstermiştir.
B- İctihad Ve Fıkıh:
İctihad:
Ondokuzuncu asırda İslâm milletlerini uyarmak,
onlara kaybettikleri değerleri hatırlatmak, hürriyet ve istiklâl mücadelelerini
teşvik etmek için harekete geçen liderlerin başında CemâleddînEfgânî
zikredilir. Afganistan, İran, Hindistan, Türkiye, Mısır gibi en önemli İslâm
ülkelerini dolaşan Efgânî buralardaki İslâm münevverlerine ve siyaset
adamlarına tesir etmiş, kurtuluş ve kalkınma hareketlerinin başlaması veya
hızlanmasında âmil olmuştur. Abduh, Sa'dZağlûl, İkbâl, M. ReşîdRizâ,
ŞiblîNu'mân, Âkif, İzmirli, Aksekili gibi zevât onun ya doğrudan veya dolaylı
talebesi arasında yer alır. Daha sonra, aynı çığırda A. Hallâf, Merâğî, Alî
el-Hafîf, M. Ebû-Zehra, Şeltût, Sâyis, Sibâî... nesli gelir. Bunların
programları içinde ictihadın da önemli bir yeri vardır. Yeni bir İslâm dünyası
kurulurken ihtiyaç duyulan mevzûat, bir yandan çeşitli fıkıh mezhebleri
arasında tercihler yapılarak, diğer yandan da -gerektiğinde- ictihad edilerek
ortaya konacaktır.
Bu cereyan bizde Mecelle'nintedvîni sırasında
tutmamış, Mecelle hanefî mezhebinden ayrılmamıştır. Ancak daha sonra gerek
Mecelle'nintadîli çalışmalarında ve gerekse ahvâl-i şahsiyye kanunlarının
vaz'ında tesirini göstermiş, başka mezheblerden de hükümler alınır olmuştur.
Mevzûatsahâsında durum böyle olmakla beraber nazarî sâhadaictihad hareketi
tutunmuş, bazı Dâru'l-fünûn hocaları ile Sırât-ı müstakim ve
Sebîlu'r-reşâdmecmûalarıictihadı desteklemişlerdir.
Mısır'da, Abdüh'ün talebesi ReşîdRizâ
el-Hüseynî'nin çıkardığı el-Menârmecmûasıictihadın en hareketli müdâfii
olmuştur. Abduh ve ReşîdRizâ'nın bu mecmûadakifetvâları tek mezheb ile mukayyed
olmayıp ictihad ve tercîheistinad etmektedir.
Mısır, Suriye, Hindistan, Irak gibi İslâm
ülkelerindeki tahsil müesseseleri tedrîsatındaictihad ve tercih fikri
benimsenmiştir. Ayrıca bu ülkelerde vazedilen kanunlarda bilhassa çeşitli
mezheblerden, tercih yoluyla seçerek hüküm alma usûlünün geniş tatbikatına
şâhid olmaktayız.
Fıkıh:
İncelediğimiz devrin fıkıh çalışmalarını şu
maddelerde hulâsa etmek mümkündür:
1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre
ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün
İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. Önemine
binâen bu konu ayrı bir başlık altında ele alınacaktır.
2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu
melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah
Veliyyullah, Şevkânî, İbnTeymiyye, İbnKayyim, İbnHazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile
mezheb imamları ve talebelerinin kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı
örnekleridir.
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile
veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için
gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört
mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi
çalışma mahsulleridir.
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde
ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara
karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler
verilmiştir.
6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile
başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli
eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da
içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku
kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde
bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir. [6]
[1] Muhsin
Demirci, tefsir Tarihi, M.Ü.İ.F. Vakfı yayınları, 2008, 3. Baskı, s. 13.
[2] Ömer Nasuhi
Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, (Tabakatü’l-Müfessirin),
Bilmen Yayınevi, c. 1, s.5.
[3]
Tefsir Tarihinin kısa bir özetini verdiğimiz bilgiler Muhsin Demirci’nin Tefsir
Tarihi adlı çalışmasından özetlenerek alınmıştır.
[4]
İsmail Cerrahoğlu, Tesir Usulu, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, Ankara, 1983,
s. 289-295.
[5]
Hadis Tarihi özeti, Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet vakfı Yay. 9.
Baskı Ankara, 2004 ile Subhi es-Salih, Hadis İlimleri Ve Hadis Istılahları,
(Çev. M. Yaşar Kandemir) M.Ü İ. F. Yay. İstanbul, 1996 adlı çalışmalardan
faydanılmıştır.
Öğrenci Adı ve Soyadı :Hacı Ekbar FERGANİ
Öğrenci
No
: 15922720
Bölümü
:DOKTORA
Dönem
:2015-16 güz
Konu :Mukayeseli Usul Kıraati Hülasası
TEFSİR USULÜ
Tefsir:Tefsir kelimesi ڧسرve
taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl
vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır
(ortaya çıkarma anlamı) Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri
örtülü birşeyi açmak manalarına gelir. Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya
çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi
ortaya koymak demektir.
Usûl: Asl kelimesinin çoğuludur.Sözlükte; temel, esas,
dayanak ve kök manasına gelir. Terim olarak; hükmü tek başına sabit olup,
başkasının kendi üzerine bina edildiği şeydir. Istılahta ise; herhangi bir ilim
dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan
belli esas ve metodlara denir.
Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve
yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koyar ve
bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler verir. Bu ilmin
gayesi Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’ân’ın
anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN. Üslub, oluş, yapılış biçimi, tutulan
yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir
insanın, bir sanatçının veya bir devrin kendine has anlatım
biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara,
kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı
itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir.
Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir
edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığı rahatça söylenebilir.
Kur’an’ın kullandığı üslup tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an,
içerdiği tüm konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre
içerisinde dalâlet bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece
indiği çağ ile sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem
üslubuyla hem de içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir
özelliğe sahiptir.
MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN. Mübhem kelimesi
sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne
kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim
olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya
kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler,
cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle
zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması bakımından
diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.
GARİBU’L-KUR’ÂN. Garîb kelimse sözlükte, yurdundan
uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise
‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen
kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan
veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre,
diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan
kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan
Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden oldukça erken sayılacak
dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış
oldu.
VÜCÛH ve NEZÂİR. Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve
sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara
gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’
demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kelimesinin Kur’an’da
türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân,
Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar
arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı
vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de
adlandırılmıştır.
Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur.
Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına
gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade
etmesine denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıre/anlam
beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar,
hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler. Yani
vücûhta teaddüd/anlam çokluğu, nezâirde ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh
manalarda, nezâir de lafızlarda söz konusudur.
AKSÂMU’L-KUR’ÂN. Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur.
Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim
manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup
olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek
kuvvetlendirmesidir. Kur’an’daki yeminlere gelince; Kur’an’da söz konusu olan
yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin
etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a,
meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş,
kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir.
MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN. Müteşâbih
sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına
gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih
denilmektedir. Kavram olarak ise:‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir
sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali
olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da
harflerdir.
Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere
de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas
da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım
ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama
delâlet eden âyettir.
Müteşabihlerin Hikmetleri:
1. Bir imtihan vesilesidir.
İnsanın gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar.
2. Söz konusu âyetlerin, ne
derece kabiliyyetli ve bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini
göstermesi hem de Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk
ettirmesidir.
3. Müteşabihlerin varlığı,
birden fazla kelâmî mezhebin doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi
görüşlerini teyet edici delilleri bulmak için Kur’an’a yönelmesine zemin
hazırlamıştır.
4. Müteşabih ayetlerin ihtivâ
ettikleri manalar genişce açıklanmış olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve
böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve muhafaza edilemeyecek kadar
genişleyebilirdi.
5. İnsan aklî delillere
başvurmaya kendisini mechur hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce
dar kalıplar içinde kalmış olabilirdi ve insan taklit karanlığından
kurtulamazdı.
6. Kur’an’ın tamamı muhkem
olsaydı, te’vile ihtiyaç hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine
üstünlükleri de söz konusu olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan
kalkar, derece itibariyle hepsi eşit seviyeye gelirdi.
MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN. Münâsebet
sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak
ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan
hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle
kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir
usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana
ilişkisini ortaya koymaktadır.
Kur’ân âyetleri çeşitli zaman aralıklarıyla muhtelif
sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş
olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir. Hatta bazı
âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin
başı arasında da mana bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.
Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin
adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd
Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil
teşkil etmesi için“Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.
ESBÂBU’N-NÜZÛL. Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur.
Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca
‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya
inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan
bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku
bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol
açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.
Esbâbu’n-Nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Rolü
1. Âyet/sûrenin ilâhi maksada
uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin
kavranmasına yardımcı olur.
2. Âyetler arasında var olduğu
zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.
3. Müphem âyetlerin
anlaşılmasını kolaylaştırır.
4. Âyet/sûreler arasında
münâsebet kurmaya yardımcı olur.
5. Hasr veya tahsis (anlamların
darlığı) şüphesini ortadan kaldırır.
NÂSİH-MENSÛH. Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga
etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere
aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir
başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın,
muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü
kaldıran âyete ise nâsihdenilmektedir.
Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru
bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki
müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca
böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu
söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak
neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame
edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni’nin yaşadığı asır
dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.
Sünnet: Sünnet,
lugatta, iyi olsun kötü olsun, yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık
olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı
gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Bu manânın suhuletle dökülen suyun
gidişinden alındığı söylenmiştir ki, senne aleyhi'l-mâ'e ibaresi, bu manâya
uygun olarak "suyu yavaşça döktü" demek olur. Araplar, takip edilen
yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve
aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda
aynı kelimeyi kullanmışlardır.
Lugatta, yukarıda zikredilen manâlarda kullanılmış
olan sünnet kelimesi, İslâm'ın bidayetinden itibaren özel bir manâ kazanmış,
yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu
manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak
Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin, Allah'ın tebliğine memur ettiği
"dîn" ile ilgili olması dolayısıyle, kelimenin lugatta görülen
"kötü" veya mezmûm yol" manâsı, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü
Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme lâyık
yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş, övülmeye ve örnek
alınmaya lâyıktır. İslâm'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız
şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmakla beraber, tedvîn
devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden
sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri
yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah manâları kazanmıştır.
Fıkıh usûlü âlimleri, sünneti şer'î deliller içinde
incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın
bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm ehli arasında ise, sünnet, bid'atın
karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken, hakkında
bir nass bulunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hazreti Peygamberin düşünce ve
davranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları
söylenir. Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takririnden
ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy
gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasındaki yaşayışı da sünnetten
sayılır. Sünnet,
Hazreti Peygamber’den söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur.
Hadîs: Hadîs,
lugatta kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına geldiği gibi, haber manâsına da
gelir ve bu kelimeden türeyen bazı fiiller, haber vermek ve nakletmek gibi
manâlarda kullanılır. Daha sonraları, kelimenin kullanılışında bazı gelişmeler
olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir değişiklik görülmemekle beraber, dînî
çevrelerde bazı haber çeşitlerine isim olarak verilen özel bir manâ
kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde bu manâ açık bir şekilde görülür.
İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz, Allah'ın Kitabı'dır."
Nihayet hadîs lafzı, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla
ilgili bütün haberlere hadîs denilmiştir.
Haber: Lügat
yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi
manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin
müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin
hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar
da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler
için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden
nakledilen sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul olanlara
mühaddis denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle
uğraşanlara ahbârî denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus
mutlak bulunduğunu söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit
habere hadîs denilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
A. MÜTEVÂTİR HABERLER. Mütevâtir,
lugatta tetâbu etmek, yâni arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek ve
birbirinin peşi sıra gelmek manâsında kullanılan tevâtür'den ism-i faildir.
“Tevâtere'l-haberu” denildiği zaman, haberin fasılalarla birbiri arkasına
geldiği, yahut bir başka deyişle, habercilerin birbiri
arkasına gelerek aynı haberi getirdikleri anlaşılır. Bu, bir bakıma, haberin
nesiller boyu herkes tarafından getirilmesi ve nesilden nesile haber verilmesi
demektir. Bu da, en basit ifade ile, haberin her nesilde, sayısı bilinmeyen bir
kalabalık tarafından nakledildiği manâsına gelir. O halde mütevâtir haber,
nesilden nesile, kalabalık bir cemaat tarafından rivayet edilen haberdir.
Mütevâtir haberin şartlarını şöylece
sıralamak mümkündür:
1. Mütevâtir haber, kalabalık
bir cemaat tarafından nakledilmelidir.
2. Öyle bir kalabalık ki,
ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız ittifak etmeleri mümkün
değildir.
3. Herhangi bir nesilde veya
tabakada, bu kalabalığın sayısında azalma olmamalıdır. Ancak sayıda artış,
haberin doğruluğunu teyîd eder.
4. Haber, menşeinde onu
nakledenlerin "görme" veya "işitme" fiillerine istinad eden
cinsten olmalıdır; başka bir ifade ile menşei aklî kazıyyeye müstenid
olmamalıdır.
Bu şartlar bir araya geldiği zaman, haber ilm-i
zarurî, veya ilm-i yakın ifade eder; yâni onu işiten kimse için, red ve inkârı
mümkün olmayan, aksine tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hâsıl olur. Bu
bilgi, dîne taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk
ediyorsa, kendisiyle amel etmeyi gerektirir.
Bazılarına göre Kitap, yâni Kur'ân, tevâtüren sabit
olduğu halde, sünnet ve icma, hem tevatür, hem de âhâd yol ile sabit olmuştur.
Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmadan mütevâtir olanlar çok azdır. Hattâ
sünnette, yalnız manâ yönünden mütevâtir olanlar vardır. Meselâ şerîatın asıllarından
olan beş vakit namaz, namaz rekatlarının sayısı, zekât, hac ve bunun gibi bazı
sünnetler bu kabîldendir.Mütevâtir
haberler, lafzi ve manevî olmak üzere 2’ye ayrılır:
Mütevâtir Lafzî: İsnadın
başında olsun, ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir
hadîsin lafzan, yukarıda tarifi yapılan kalabalık tarafından rivayet
edilmesidir. Mütevâtir lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Hadîsler
arasında da bu şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok
azdır.
Mütevâtir Manevî: Kelimenin
manâsından da anlaşıldığı gibi, lafzî mutabakatı olmayan, fakat manâ ile
rivayet edilen hadîslerdir. Bununla beraber, lafzî mutabakat olmasa bile, bu
hadîslerde de yalan üzerinde birleşmeleri ihtimal dâhilinde olmayan kalabalık
bir cemaatin rivayeti şart koşulmuştur. Ancak böyle hadîslerde tevatür
derecesine ulaşan husus, hadîsin aslıdır, yahut özüdür.
B. ÂHÂD HABERLER. Âhâd,
lugatta, "bir" manâsına gelen ve bir şeyin sayısına delâlet eden ahad
veya vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise, tevatür derecesine ulaşmayan, veya
mütevâtir olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve meselâ
haberu'l-vâhıd (bir kişinin haberi) denir ve bir kişi tarafından rivayet
edilen haber kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi tarafından rivayet edilen
haberlerdir.
Usûl kitaplarının tedvîn edildiği asırlarda, haber-i
âhâd anlayışında önemli sayılabilecek bir değişiklik olmuş ve bu tabir, yalnız
bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haberler hakkında değil, fakat iki
kişinin iki kişiden, üç kişinin ve hattâ üçün üstünde kişilerin üç veya daha
fazla kişilerden rivayet ettikleri haberler hakkında kullanılmıştır. Şu şartla
ki, üçün üstündeki kişilerin, her tabakada, mütevâtirin şartı olan kalabalıktan
daha az olması lâzımdır. Daha sonra âhâd haberler; meşhur, azîz ve garîb olmak
üzere üç kısımda mütalâ edilmişlerdir.
a) Meşhur Haber: Meşhur,
lügat yönünden şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelir. Lakin
hadîsçiler arasında, ıstılah olarak daha farklı bir manâda kullanılmış ve en
az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine erişmeyen hadîslere
denilmiştir. Meşhurun diğer bir manâsı da, râvisi olsun veya olmasın,
yahut aslı bulunsun veya bulunmasın, halk dilinde dolaşan bütün hadîsleri içine
alır.Şu var ki, bu çeşit hadîsler hakkında kullanılan meşhur tabiri, kelimenin
ıstılah manâsında değil, fakat lügat manâsında kullanıldığına delâlet
eder.
b) Azîz Haber: Azîz,
lugatta " şerif olmak ve bir kimsenin zelîl iken kuvvetli ve kudretli
olması" manasına gelir. Hadîs ıstılahında ise, Azîz, bir hadîsin
garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle kuvvet kazanması ve azîz
olmasıdır. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada yalnız iki râvi tarafından
rivayet edilen hadîsler olarak tarif etmek daha doğru olur.
c) Garîb Haber: Garîb,
lugatta yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse demektir.
Hadîs ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kalmış, yahut benzeri
başka râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.Garîb hadîsler,
sahih ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, metin ve isnad
yönünden de garîb, yahut yalnız isnad yönünden, ya-hutta yalnız metin yönünden
garîb olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Garîb hadîsler, umumiyetle
sahîh olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok edici bir vasıf olduğu da
ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (güvenilir) kimseler olmaları
halinde sübût bulur.
SIHHAT YÖNÜNDEN HABER
ÇEŞİTLERİ
A. MAKBUL HABERLER. Sahîh Hadîs: Makbul
hadîs çeşitlerinin başında yer alan sahîh, adalet ve zabt sıfatlarını hâiz
olan râvilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan
hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, ameli gerektiren
sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması
gerektiğini göstermektedir.
Sahih hadis kendi içinde iki kısma ayrılır:
Birincisi “Sahîh Li-Zâtihi” denilen hadistir ki; kendi
şartlarıyla sahîh olup ve sıhhat yönünden en üst derecede bulunur. İkincisi de “Sahîh
Li-Gayrihi” dir. Bu da;râvisinin zabtındaki kusur sebebiyle isnadı hasen
olan, ancak başka bir sahîh isnadla rivayet edilip, sıhhat yönünden kuvvet
kazanarak sahîh mertebesine yükselen hadistir.
Hasen Hadîs: Lügat
yönünden "güzel" manâsına gelir. Hadîsçilerin ıstılahında ise, sahîh
ile zayıf arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın olduğu için makbul
hadîsler arasında sayılan hadîs çeşididir. Hasen hadîs, kuvvet yönünden sahîh
hadîs derecesinde olmasa bile, delil olma yönünden ondan farksızdır. Bu
sebeple el-Hâkim, îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar, haseni
sahîh çeşidi arasında zikretmişlerdir.
Hasen hadis de kendi içinde iki kısma ayrılır: Birincisi
olan “Hasen
Li-Zâtihi” âdil,
fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve
muallel olmayan hadîslerdir. Yani zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh
hadîsin aynısıdır. İkincisi “Hasen Li-Gayrihi”dir ki; İbn Salâh
onu şöyle tarif etmiştir: Râvilerinin ehliyetleri tam olarak tesbit edilmemiş
bulunan, bununla beraber rivayet ettikleri hadîste fazla hata yapmayan ve kizb
ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri hadîstir. Bu hadis bir kaç
yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker olmaktan çıkar ve hasen
li-gayrihi adını alır.
Mahfuz Hadîs: Şâz olan
hadîsin mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı
verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, rivayetin çokluğu ve buna
benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere
muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir.
Maruf Hadîs: Münker
veya şâz merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir.
Münker veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir.
Buna göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.
Mutâbi Hadîs: Mutâbe'at,
şeyhinden rivayetiyle tek kalmış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya
o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir.
Mutâbe'atın manâsı bu açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve
fail manâsında kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek
kaldığı sanılan bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya
daha yukarıdaki şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı
hadîstir.
Şâhid Hadis: ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned,
sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma neticesinde manâ
yönünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir. Çünkü
araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet yolu
ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir.
B.MERDÛD HABERLER. Merdud haber; reddedilmesi
gereken hadîslere delâlet etmek üzere, makbulün mukabili olarak genel manâda
kullanılan bir tabirdir. İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan
ve âhâd denilen haberler, ya makbul, ya da merdûd olurlar. Bir haberin merdûd
olması, genel olarak iki sebebe dayanır. Bu sebeplerden biri isnadla ilgilidir
ve isnaddan bir veya daha fazla râvinin düşmesiyle haber merdûd olur. İkincisi
de isnadı oluşturan râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt
yönünden cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır.
Muallâk Hadîs: Muallak,
ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta bir şeyi asmak, destek veya
dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, musannifin,
kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya kendi şeyhini, yahut kendi
şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ bütün isnadı
hazfederek veya ibaresiyle, hadîsi zikrettiği ilk kaynağa isnad
etmesidir.
Mursel Hadîs: Hazreti
Peygambere yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sahabenin çoğunu
gören ve onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken,
kendilerinden hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini
zikretmeksizin rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel
hadîs, isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir. Mursel hadîslerin delil olarak
kullanılıp kullanılamayacağı hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
En-Nevevî'nin belirttiğine göre, hadîsçilerin çoğunluğu, birçok fukahâ ve
usûlcüler nazarında mursel zayıftır ve onunla ihticac olunmaz. Eş-Şâfi'î de
aynı görüşe sâhiptir.
Mu'dal Hadîs: İsnadında
birbirini takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal
denilmiştir. Bu tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak
mu'dalda birbirini takip eden en az iki râvinin düşmüş olması şart koşulduğu
için, bazen bir, bazen de birbirini takip etmeksizin aralıklarla birden fazla
râvisi düşen ve ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her
mu'dal munkatı olduğu halde, her munkatı mu'dal değildir.Mu'dal hadîsler,
isnadlarından düşürülen râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden
halleri tesbit edilmedikçe merdûd hadîslerden sayılırlar.
Munkatı Hadîs: Munkatı
tabiri, lügat yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için
kullanılmıştır. İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister
ortasında veya sonunda olsun, o isnad munkatıdır. Bu bakımdan sahabîsi düşen ve
mursel denilen, yahut musannifin tasarrufu ile isnadın başından hazfedilen ve
muallak denilen isnadla munkatı arasında lugat manâsı yönünden hiçbir fark
yoktur. Bununla beraber ıstılahta munkatı, murselden ayrı bir
şeydir ve isnadda tâbi'îye varmadan önceki bir râvinin, kendisinden hadîs
naklettiği şahsı işitmeden ondan rivayetidir. Bu durum, tabiatiyle
râvinin, hadîsi bir başka şahıs vâsıtasıyle almış olduğuna delâlet ettiği gibi,
bu vâsıtanın isnadda zikredilmemiş olması da, isnadın munkatı, yâni kopuk
olmasını gerektirir.Munkatı'ın bir başka çeşidi de, isnadda mübhem şahısların
yer almış olmasıyle ortaya çıkar.
Mudelles Hadîs: Mudelles,
zulmet veya karanlık manâsına gelen deles'ten türetilmiş tedlîs'ten ism-i mef
ûl olup, bir şeyin ayıbını ve kusurunu gizlemek, açık ve belli olması
gerekirken onu karanlıkta bırakıp belirsiz hale sokmak demektir. Tedlîsin bu
manâsı gözönünde bulundurulursa, râvinin, şeyhinden işittiği ve işitmediği
hadîsleri birbirinden ayırt etmeksizin hepsini de rivayet etmesidir ki,
işitmediği hadîsleri de işitmiş olduğu vehmini uyandırdığı için, ayıbını ve
kusurunu gizlemiş olur.Tedlîsin çeşitli şekilleri vardır. Bunları şöyle
sıralayabiliriz:
3. Tedlîsu'ş-Şuyûh
5. Tedlîsu's-Sukût
Mursel-i Hafi: Mursel-i
hafî, yukarıda da belirttiğimiz gibi, senedin neresinde olursa olsun, muasır
olan, fakat mülakatı bulunmayan, yahut aralarında semâ olmayan iki râviden
birinin diğerinden rivayet ettiği hadîstir. Burada dikkat edilmesi gereken
husus, bu iki râvi arasında semâ olmadığının, yahut mülakat bulunmadığının
bilinmesidir.
Metruk Hadîs: Hazreti
Peygamberin hadîslerinde kizb (yalancılık) ile itham olunan, yahut hadîste
yalanı görülmese bile, şâir konuşmalarında kezzâb (yalancı) olarak bilmen
kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak rivayet ettikleri ve bu
rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk denilmiştir.
· Münâvele
· Vİcâde
Hadîslerin Tedvini: Hazreti Peygamber ve ashabı
devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdıklarını ve bir takım sabiteler vücûda
getirdiklerini biliyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe
devrinden sonra, başladığı anlaşılmaktadır. Bu devirde yaşayan Ez-Zuhrî
"hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı
hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler
vardır. Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür:"Ez-Zuhrî
ile birlikte ulemâyı dolaşırdık. Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur,
işittiği her şeyi onlara yazardı". Ez-Zuhrî'nin tedvin
faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet
kazandırmıştır. Ancak dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir
hususa burada işaret etmekte fayda vardır: Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin
olarak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadîs
toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında değildir. Hadîs
kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek
yaygınlaştığı gözönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha yaşlı tâbi'ûn
arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif
sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr
edilemez. Onların bu faaliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için
hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak
tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması
sebebiyledir.
Hadîslerin Tasnifi: Hazreti
Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîler ondan işittikleri bazı
sözleri, birbiri arkasına yazmış, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan
haberler aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmıştır. Bu tarzda meydana
getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç
ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin
başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da fark
edilmiştir. Gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan
kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde
kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine,
konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle
meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer almış ve
böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de
zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmıştır. Musannaf denilen bu
çeşit eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya
getiren ve Musnedler bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Fıkıh: Fıkıh, müctehidlerin, tafsili şer’i delillerden
istinbat ettiği şer’i ameli hükümlerdir. Fıkıh ilminin bir dalı füru’
(Furuu’l-fıkıh: Tatbiki hukuk), diğer dalı ise usul (Usulu’l-fıkıh: Nazari
hukuk)’dur. Fıkıh denince, genellikle bu ilmin füru’ dalı kastedilir
Usul: Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta temel,
esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab
ve delil manalarında kullanılır.
Fıkıh Usulü: Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili
delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.
Usulu’l-fıkh tamlamasında usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul
etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine
oturtulmuş, bina edilmiştir. Buna göre Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha
mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir
Fıkıh Usulünün Konusu: Fıkıh
usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i
deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve
bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih
olan da budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması
açısından şer’i hükümlerdir” demektedirler. Fıkıh usulünün konusu şer’i
deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i
zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz,
vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun,
şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass,
amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir,
nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin,
işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin
tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Fıkıh Usulünün Gayesi: Fıkıh
usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik
etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî
hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri
sayesinde şer'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir.
Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih
imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin
dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri
kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski
müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap
bulmaya çalışır.
Fıkıh Usulünün Faydaları: Fıkıh
usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu
ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve
sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.
2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad)
yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu
konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını,
ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını,
dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini
öğrenir.
3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış
şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin
müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder. Müctehid
imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların
kurallarına göre tahric yapıp hükme varabilir. Bir başka deyişle,kendisine
uyulan müctehid, o olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek
sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalışır.
4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat
ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.
5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme
yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i
delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay
hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve
istidlal yönünden en doğru olanı tercih eder. Zira değişik görüşler arasında
iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer’i hükümlerin tesbiti sırasında
dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında
en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden
ulaşılamaz.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi: İslâm'ın
ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek
istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden
birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve
teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan
yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi.
Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat
ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya
koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan
hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle
âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm
çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları,
günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra
gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm
çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç
duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni
giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular.
Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni
bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden
değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun
olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar
da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım
temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince
bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî
ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de
küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil
eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü
müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret
ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip
onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri
usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Bu ilim zamanla fıkıhtan
ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler
dolusu kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk
eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un
eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen
en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu
olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak
elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler
ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel,
Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki
eserlerini yazdı. Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan alimler te'liflerinde iki
ayrı metot uygulanmazlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye
metotlarıdır.
a- Mütekellimîn Metodu: Usûl
kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok
mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken,
bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar
etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın
deyişiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara
hakim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde,
örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî
usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda
getirmişlerdir.
b- Hanefî Metodu: Bu metodu
takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî
metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri araştırma
neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu
fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep
imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği
kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur.
İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba
mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık
raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının
kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle
değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit
etmiştir.
c- Mecz Metodu: Bir de bu
iki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler
vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl
kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh
kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.
ŞER’İ DELİLLER
Kur'ân-ı Kerim: Müslümanlar arasında hiç
ihtilafsız kabul edilmektedir ki; Kuran’da mevcut hüküm ile amel etmek fardır
ve kendisinde, hükmü bilinmek istenen olayın hükmü bulunduğu sürece onu bırakıp
başka delillere yönelmek caiz değildir.
Sünnet: sünnet her ne kadar islam hukukunun
kaynaklarından biri ise de. Kaynaklar sıralamasında Kur’an’dan sonra gelir. Bir
hükmü öğrenme ve delil getirme hususunda ikinci sırada yer alır. Hükmünü
öğrenmek istediğimiz olayı cevaplayan bir nass Kur’an’da varsa, artık sünnete
başvurulmaz. Sünnetin Kur’an’dan sonraki sırada yer almasının sebebi onun
sübutunun zanni, Kur’an’ın sübutunun tamamıyla kat’i oluşudur. Kat’inin
zanniden önce geleceği ise açıktır.
İcma’: Sarih ve sukuti olmak üzere iki kısımdır. Bunlardan
sarih icma’ kesin delil teşkil eder. Ona uymak vacip, muhalif davranmak ise
haramdır. Sarih icma’ın kaynak olduğunu kabul eden usulcülerden bir kısmı
sükuti icma’ı kaynak olarak görmemişlerdir. Hatta içlerinde bunun icma’ olarak
isimlendirilmesini bile reddedenler vardır. Usulcülerin çoğunluğu ise
sükuti icma’ı delil olrak kabul etmişlerdir.
Kıyas: İslam hukukçuların büyük çoğunluğu , kıyasın
şer’i delil olması hususunda hemfikirdirler. Nazzam, Zahiriler ve bir kısım
Şiiler, kıyasın delil oluşunu kabul etmezler.
İstihsan: hanefi mezhebinin delillerinden biri
olduğu ve diğer fakihlerin bunu bir delil olarak kabul etmedikleri,
gerçeği yansıtmamaktadır. Değişik mezheplerin fıkıh kitaplarını inceleyen
bir kimse bu kitapların istihsana dayalı hükümlerle dolu olduğunu
görür. Bu konuda en çok dikkat çeken Maliki mezhebidir. İmam Şafi’nin
“İstihsan yapan, kendi yanından dim uydurmuş olur”sözü; istaihsanı hüccet
olarak kabul edenlerin anladığı manada değil, bir başka anlamda
yorumlanmaktadır. Bu da, bir delile dayanmaksızın şahsi arzuya göre hüküm
vermektir.
Örf: Alimler, şer’i delillere aykırı olması halinde
örfün muteber sayılamayacağı ve hatta ortadan kaldırılması gerektiği
hususunda fikir birliği içindedirler. Bununla beraber, Örf deliline dayanarak
yapılan ictihadların örfün değişmesiyle dayanaktan yoksun kalacağı açıktır. İbn
Âbidîn bu konuda şöyle der: “Fıkhî meseleler ya açık bir nass'a (ayet-hadis)
dayanır, ya da re'y ve ictihad ile sabit olurlar.Bu bölüme giren fıkhî
meselelerin çoğunu müctehid, kendi çağının örfüne dayandırmıştır. Eğer
müctehid,bugünkü örfün hâkim olduğu devirde bulunsaydı, öncekine uymayan yeni
bir görüşe sahip olurdu.”
Mesâlih-i Mürsele: sadece
İmam Malik’e göre delil olduğu, diğer imamların bunu delil olarak kabul
etmediği söylense de, değişik fıkıh kitaplarını inceleyen bir kişi bunun böyle
olmadığını görecektir.
Sedd-i zerayi: Sedd-i zerâyi' Malikî mezhebinde fıkhî delillerdendir. Hanbelîler de bunu fıkhî delil olarak kabul eder ve uygularlar. Hanefi ve Şafiî mezheblerinde ise bunun muhtevasını kısmen birlikte, kısmen de farklı bir şekilde kabul ederler. Meselâ, Hanefilere göre mirastan mahrum bırakılmak kastıyla boşanmış olan zevceye miras hakkı aynen verilir. Zahirîler de sedd-i zerayi' delil olarak kabul etmemekle beraber, onun icâbına göre hüküm vermişlerdir.
Bülent EROĞLU
Doktora Öğrencisi 2015-16 Güz Dönemi
Tefsir Bölümü No: 15922722
TEFSİRİN TARİHSEL GELİŞİMİ
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmış onlardan da tüm ümmete ve insanlığa mal olmuştur.
Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir.
Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini tebyin, umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır. Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır.
Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları görülmektedir. Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir. Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap şiirinden ve nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların halli için Arap tarihinden faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze çarpan en önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin (İsrâiliyat) kullanılmaya başlanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin yorumu için yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in Ehl-i kitap’tan gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması Kur’an ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen bu rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde telif edilen tefsirlerde önemli bir yer işgal etmiştir.
İlk tam Kur’an tefsirini kaleme alan Mukatil b. Süleyman’ın eseri ikinci ve üçüncü nesildeki bu değişimi açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan İslâm toplumunda İsrâiliyat’ın sakıncalı görülmeyen kısmını kabullenme eğilimi tefsirin genişlemesini sağlayan önemli unsurlardan biri olmuştur.
İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b.Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek olanlar da vardır. Tefsirde bir diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi âlimler mevcuttur.
İlk Müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür.
Onun takipçileri arasında Alkame b.Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaî gibi şahsiyetler vardır.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur.
Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukatil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr: Tefsîru Mukatil b. Süleymân) ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları ve halka açık tefsir dersleri, gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları, gerekse kendilerine çokça başvurulan I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıl tefsir âlimlerinin değerlendirmeleri bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve nakledilmiştir; hatta bunlar tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Belki de bu sebeple İbnü’n- Nedîm el-Fihrist’inde tâbiînden ve tebeu’t-tâbiînden çok sayıda müfessirin tefsir rivayetlerini “Kitâbü tefsiri …” gibi başlıklar altında vermiştir. Bu durumda tefsirlerin tedvinini II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün görünmektedir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen Müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen Müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi kabul görürken öte yandan Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen kaynaklar olarak görülmüştür.
Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam etmiştir. İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık halde bulunan tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için önemli bir hizmet görmüştür. Câmi u’l-beyân an tevîli âyi’l-Kur’ân adını verdiği eseri genellikle bir rivayet tefsiri olarak kabul edilse de iyi bir inceleme onun aynı zamanda dirâyet tefsirine ait pek çok unsur içerdiğini ortaya koyar. Nitekim son zamanlarda Taberî’nin tefsirinin dirâyet yönüne dikkat eden çalışmalar yapılmaktadır. Taberî’den sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Gayb’ını özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın küçük yerinde yayılması ile İranlıların, Türklerin, Türkistanlıların, Kafkas kavimlerinin, Hintli Müslümanların, Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in yazdığı çok sayıda tefsir meydana getirilmiştir.
Modern dönemde; İslâm dünyasının XIX. yüzyıldan itibaren yaşadığı sürecin ve geçirdiği değişimlerin Kur’an tefsiri alanında da birtakım yansımaları olmuş, tefsir literatüründe gerek şekil gerekse muhteva bakımından önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Kur’an tefsirine yeni işlevlerin de yüklendiği bu süreçte tefsir alanında klasik çizgiyi devam ettirmeye çalışanların yanı sıra yeni ihtiyaçları karşılamaya ve modern dönüşümlerin ortaya koyduğu problemleri cevaplandırmaya yönelik ürünler çağdaş İslâm düşüncesinin en aktif alanlarından birini oluşturmuştur.
Modern tefsir literatürünün dikkat çekici özelliklerinden biri pratik endişelerin ve sosyal, siyasal, ideolojik içeriklerin bu tür eserlerde klasik döne me göre çok daha ağırlıklı bir yere sahip olmasıdır. Bu literatürde İslâm’ın inanç esaslarına ve toplumsal düzenlemelerine yönelik eleştirilere cevap amaçını taşıyan savunmacı bir üslûp ve siyasal, sosyal düşünceleri Kur’an tefsiri yoluyla meşrulaştırma çabası görülmektedir. Modern dönemde Müslümanların ilim geleneğine karşı mesafeli durarak modern bir İslâm anlayışı oluşturma çabaları Kur’an’ın yeniden yorumlanması konusuyla ilgilidir. Bu bağlamda klasik dönemde İslâmî ilimler hiyerarşisinde daha çok açıklayıcı ve yorumlayıcı fonksiyona sahip olan ve Kur’an’ı özellikle dil ve tarih açısından açıklamaya çalışan tefsire kelâm ve fıkıh gibi ilimlerin normatif bazı fonksiyonları da yüklenmek istenmiş, İslâm’ın inanç ve uygulamaya yönelik taraflarını doğrudan tefsirle temellendirme arayışları söz konusu olmuştur. Tefsir literatürünün muhatap kitlesinde ortaya çıkan farklılık da bu konuda önemlidir. Klasik dönemde tefsirler ilmî üslûp ve muhtevaya sahipken modern dönemde popüler seviyeye hitap eden çalışmalar artmıştır. Dikkat çekici bir diğer husus, Kur’an’ın tamamını tefsire dair eserlerin yanı sıra belli âyetlere ve konulara yoğunlaşan tematik tefsir tarzının yaygınlaşmasıdır.
FIKIH İLMİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ
1-Hz. Peygamber Dönemi
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hz. Peygamber (s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
HADİS TARİHİ
Sünnetin Kur'an’dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.
Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar. Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir. HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS
KİTAPLARI Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir. Hadis kitaplarının türleri: Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır: Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir. Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir. Müsned: Hadislerin onları rivayet
eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir
(r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği
hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır. Kütüb-ü Sitte'nin her birinin
kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar
koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli
kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir.
Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir.
Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der: Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır. Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır. |
Muhammet Ali ÖZER
14922747
Doktora
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ AÇISINDAN FIKIH, HADİS,
TEFSİR USULLERİNİN İNCELENMESİ ÇALIŞMASI
1.
FIKIH USULU
اصول الفقه هى القواعد التى يتوصل بها
المجتهد الي استنباط احكام الشرعية العملية من الادلة التفصيلية
“Müctehidin
şer’i ameli hükümleri tafsili delillerden çıkarabilmesine yarayan kurallar
bütününe usulü’l- fıkıh denir” şeklinde tanımlanan fıkıh usulü, fetva verme
işlemi esnasında nasların ve “edille-i şer’iyye” dediğimiz şer’i delillerin
kullanımının yöntem bilgisini veren bir ilimdir.
Usul İlminin
Konmasında ve Usul İncelemelerinde Güdülen Gaye:
Yukarıdaki
tarif uyarınca maksadımız şer’i ameli hükümleri tafsili delillerden
çıkarabilmeyi sağlamaktır. Şu durumda bu ilmi öğrenende içtihat ehliyeti
gerçekleşmişse artık bu ilim sayesinde şer’i naslardan hükümler çıkarabilir ve
hakkında nas bulunmayan durumlarda ya naslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya
maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle bu ilim sayesinde şer’i
hükmü tespit edebilir. İçtihat ehliyeti ise bir kimsede, Kur’an ve sünnetin
bilgisi, bunlardan birinde mevcut olan çözüm bilgisi, kıyas yapabilme
şekilleri, İslam teşriinin genel gayelerini bilmek gibi içtihat şartlarının
buluşması demektir.
Eğer bu ehliyet
kişide yoksa o da şu faydaları edinmiş olur:
1. Müctehidin
çıkardığı hükmü tam manasıyla kavramak
2. İmamlardan
hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde onların kurallarına göre
tahric yapıp hükme varmak
3. İslam
hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil
yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih etmek.
Bu deliler on bir kadardır. Bunlardan dört
tanesine edille-i erbaa denir ki önem sırasına göre kitap, sünnet, icma ve
kıyas’tır.
Kitaptan
kasıt Kur’an-ı Kerimdir. Kur’an’da haramlar ve helaller belitilmiştir. Kur'ân-ı
Kerîm ibadetler, ahlaki kurallar ve muamelat olarak kısımlara ayrılmış olmasına
karşılık fıkhın alanına bunlardan sadece muamelat girer. Usulcü muamelat
alanında ortaya çıkan problemlere çözüm arayan fakihe çözüm için gerekli olan
fomülleri sağlar. Bu formüllerin birincil kaynağı kitaptır. İşte bu formüllere
Usul-ü Fıkıh denir. Bu ilmi ilgilendiren ayet sayısında ihtilaf olmakla beraber
beşyüz kadar olduğu söylenmektedir.
Sünnet
Sünnet, Hz. Peygamberden
nakledilen söz, fiiller ve takrirlerdir. Yapısı bakımından sünnet Kavli Sünnet,
Fiili Sünnet ve Takriri Sünnet şeklinde üçe ayrılır. Sabit ve sahih sünnetin
teşrii kaynak olması yönünden değeri konusunda ümmetin icmaı vardır. Ayrıca
sünnet, Kur’an’ın müphem ve mücmelini tavzih, mutlakını takyid, umumunu taahsis
eder.
Usul İlminin bir terimi
olarak İcma, Hz. Muhammed’in ümmetinden olan müçtehitlerin onun vefatından
sonraki herhangi bir devirde şer’i bir hüküm hakkında ittifak etmeleridir. Bu
durumda usulcülere göre şu şartlar bir arada bulunmadıkça icma gerçekleşmez:
1. Fikir birliğine
varanlar müctehit olmalı
2. Bütün müctehitlerin
fikir birliğine varmış olmaları
3. Hz. Muhammed’in
ümmetinden olmaları
4. Hz. Peygamber’in
ümmetinden olmaları
5. Fikir birliğine
varılacak konu vucup, hürmet, sıhhat ve fesat gibi bir meselenin şer’i hükmüne
dair olmalıdır.
Kıyas “Kitap sünnet ve icmada
hükmü bulunmayan meseleye aralarındaki illet birliği sebebiyle, bu kaynaklardan
herhangi birinde bulunan meselenin hükmünü vermektir” şeklinde tarif
edilmiştir. Cumhur kıyasın delil olduğunu düşünmektedir. Kıyas nasda bulunan
illet araştırılırken ilgisi olmayan
vasıfların ayıklanmasıyla uygulanır.
Bu ana dört delilin dışında İstihsan,
İstishab, Mesalih-i Mürsele, Örf, Sahabe Kavli, Şer’u
Men Kablena, Seddi Zerai şeklinde deliller de mevcuttur. Her ne
kadar bunlardan bazıları farklı mezhepler için delil olarak kabul ediliyorsa da
hepsi İslam Hukuku’nun içerisinde mütalaa edilmektedir.
Bu deliller sayesinde bazı hükümler çıkarılır ki bunlar Teklifi ve Vad’i
hükümler olarak ikiye ayrılır.
Teklifi hüküm
Bu hükümler bir işin
yapılmasını veya yapılmamasını ya da iki şey
arasında muhayyer kılmak şeklinde tezahür eder. Teklifi Hükümler Vâcib, Mendûb,
Haram, Mekruh ve Mubah olarak beşe ayrılır.
Vâcib: Şâri'in yapılmasını kesin ve
bağlayıcı tarzda istediği fiildir. Bu fiilin terk edilmesi halinde ağır ceza
tertip edilir. Vacibin mutlaka yerine getirilmesi gereklidir. Yerine getiren
sevabı, özürsüz terk eden ağır cezayı hak eder. Eğer vacip kat’i delille yani
hanefilerin farz dediği şekilde sabit olmuş ise inkârı küfrü gerektirir. Zanni
bir delille sabit kılınmışsa inkarı her nekadar küfrü gerektirmese de günahın
kazanılmasına vesile olur.
Mendûb: Şâri'in, yapılmasını istendiği fiili bağlayıcı bir şekilde istemez ise ya
da ifade bağlayıcı olmakla beraber bağlayıcılık özelliğini kaldıran bir karine
bulunursa o ifadeye mendup denir. Mendubun Sünnet-i Müekkede, Sünnet-İ Gayr-ı
müekkede ya da sünnetü'z-zevâid gibi çeşitleri vardır.
Haram: Şâri'in, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda
istediği fiildir. Haramın, Lizâtihi haram ve ligayrihi haram olmak üzere iki
türü vardır. Lizâtihi haram, Şâri'in, geçici bir sebebe binaen
olmaksızın baştan itibaren ve temelden haramlığına hükmettiği fiildir. Zina,
hırsızlık, ölü eti satma gibi. Liğayrihi haram, esasen meşru olduğu
halde, haram kılınmasını gerekli kılan geçici bir durumla ilişkili olan fiildir.
Meselâ bayram gününde oruç tutmak böyledir.
Mekruh: Şâri'in,
yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir şekilde istemediği fiildir. Hanefîlere
göre mekruh, Şâri'in zannî bir delille yapılmamasını istediği şeydir. Hanefîler
mekrûh'u iki kısma ayırırlar. Tahrîmen mekruh, Bu İmâm Muhammed'e göre haram
hükmündedir. Tenzîhen mekruh. Fakîhlerin çoğunluğuna göre mekruh işleyen kimse
kınanmaz. Hanefîlere göre tahrîmen mekruhu işleyen kimse kınanır. Onlardan
kaçınanlar ise övülür.
Mübâh: Şâri'in, mükellefi yapıp yapmamakta serbest
bıraktığı fiildir. Mubahın yapılmasında da yapılmamasında da sevap veya günah
yoktur. Mubah
liaynihi, Mubah ligayrihi şeklinde ikiye ayrılır.
Vad’i Hüküm
Usûlcülere göre, Şâri'in, bir şeyi başka bir şey
için sebep, şart, illet, alâmet, rükün veya mani kılmasıdır. Şâri, iki durum
arasında bir bağ kurarsa ve bu bağ bir durumun diğeri için sebep, şart veya
mani teşkil etmesi tarzında olursa buna vad'î hüküm denmektedir. Vad'î Hükmün
Kısımları, Rükün, İllet, Sebep, Şart, Alâmet, Manî’dir.
Sebep, hükümde doğrudan doğruya müessir olmayıp, hükme götüren, ona
ulaştıran bir yol ve vasıtadır. Rükun, bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan
ve onun yapısından bir parça teşkil eden unsurdur. İllet, hükmün varlığı, kendisine nispet ve izafet edilen,
yani hükmün dayandığı şeydir.
Şart, hükmün varlığı ona dayanır. Onun bulunmaması, hükmün de bulunmamasını
gerektirir. Fakat şartın bulunması, hükmün bulunmasını gerektirmez. Alâmet,
Hükmün varlığı kendisine bağlı olmayıp, sadece onu tarif ve açıklayan şeydir. Manî, Vad'î hükümlerden
manî, hüküm veya sebeple kasdedilen şeyin vücûduna engel ve aykırı şer'î bir
iştir.
İSTİNBAT METODLARI
Bununla kastedilen Kur’an ve Sünnet metinlerini anlayabilme ve onlardan
hüküm çıkarabilme anlaşılır. Hanefi usulcülere göre lafzın ifade ettiği manayı
tesbit edebilmek için onu dört yönden incelemek gerekir:
1. Lafzın hangi mana için vaz olunduğu
2.Vaz olunduğu manada mı başka manada mı kullanıldığı
3. Kullanıldığı manaya delaletinin açıklık ve kapalılık derecesi
4. Kullanıldığı manaya delaletinin şekli
İşte bunlara göre Hanefiler lafzı Dört yönden ayırıma tabi tutmuşlardır:
Birinci Ayırım: Vaz olunduğu mana bakımından; Hass, Âmm, Müşterek
İkinci Ayırım: Kullanıldığı mana vaz olunduğu mana mıdır: Hakikat, Mecaz, Sarih,
Kinaye
Üçüncü ayırım: Kullanıldığı manaya delaletinin açıklık derecesi bakımından:
Zahir, Nass, Müfesser, Muhkem
Kullanıldığı manaya delaletinin kapalılık derecesi bakımından: Hafi,
Müşkil, Mücmel, Müteşabih
Dördüncü Ayırım: Lafzın manaya delalet şekli bakımından: İbare, İşaret,
Delalet, İktiza
İCTİHAD
Usûl terimi olarak ictihad,
fakîhin, şer'î-amelî hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmek için
olanca gücünü ortaya koymasıdır. Müctehid ise şer’i delillerden ameli hükümleri
çıkarabilme melekesine sahip olan kişidir.
1. Mutlak ictihad: Bu, her olay için hüküm istinbat edebilme ve bütün meselelerde fetva
verebilme kudretidir. Bu güce sahip olan kişiye “mutlak müctehid" denir.
2. Mukayyed ictihad: Bütün meselelerde olmayıp bir kısım meselelerde hüküm
istinbat edebilme kudretidir. Meselâ, ibâdetler alanında bu güce sahip
olmamakla beraber, sözleşmeler konusunda hüküm istinbat edebilme gibi.Bu güce
sahip olan kişiye "mukayyed müctehid" adı verilir.Her "iki nevi
için birtakım şartlar vardır. Bunları aşağıda açıklayacağız.
Kur'ân-ı Kerîm'i bilmek, Hz.
Peygamber'in Sünnetini bilmek, Kitâb ve Sünnet'in nâsih ve mensûhunu bilmek,
Arap diline tam bir şekilde vakıf olmak, Fıkıh usulünü bilmek, İslâm hukukunun
ana gayelerini bilmek, hikmet ye hedeflerini kavramış olmakşeklinde
sıralanabilir. Aynı zamanda müctehidin,
hakkında nass bulunmayan olayları iyi teşhis edip kıyas, istihsan ve ıstıslah
gibi yollarla onlara en uygun çözümleri bulabilmesi için, insanların örf ve
âdetlerini de bilmesi gerekir.
Mukayyed İçtihadın Şartları
Mukayyed ictihadda, bütün hükümlerle değil
sadece ictihad edilen hükümle İlgili hususları bilmek şarttır. Mesela bir fakih
sadece buyu’ ve icare konusu ile ilgileniyorsa o konudaki ayet, hadis, icma,
kıyas, nasih- mensuh konularını biliyor olması gerekir.
Günümüzde İctihat Mümkünmüdür
Müctehidde bulunması gerekli şartları incelediğimizdegünümüzde
bunların gerçekleşmesi gayet zordur. Fakat bu durum içtihadın kesildiği
anlamına gelmez. Vasıtaları hazır olunca içtihat yeni problemler karşısında
yapılabilir. Bu mümkündür.
2. HADİS USULÜ
Sünnet,
gidiş ve yol anlamına gelir. Sünnetin usülcüler arasında kazanmış olduğu
manâ ise, Hazreti Peygamberden nakledilen söz, fiil ve takrirlerdir. Hadisciler
ise Hz. Peygambere peygamberlik gelmeden önce, onun dini veya gayri dini söz,
fiil ve takrirlerinin hepsini içine alır. Bu anlamıyla sünnet, hadisin
karşılığıdır. İslamın bütün Arap ülkesine yayılıp hakim olmasında sünnetin rolü
büyüktür.
Sahabe, Hz.
Peygamber hayatta iken problemlere çözümleri bizzat kendisinden alırken
vefatından sonra müslümanlar için ilk ağızdan alma durumu kalmıyordu. Nüzul
esnasında ayetlerin müşkil veya mücmel olması Hz. Muhammed’in açıklamasına ihtiyac
duyulmasına neden oluyordu. Sahabe Hz. Peygamberin tefsirine ve ancak vahyi
alan kişi olarak kendisinin çözebileceği problemler karşısındaki tavrına
ihtiyaç duyuyordu. Bu da külliyatlı bir hadis kültürünün ortaya çıkmasına sebep
olmuştu. Fakat bazen bizzat Hz. Peygamberin yasaklamasıyla bazen de Kur’an’ın
yazılmasına öncelik verilmesi sebebiyle bu hadis külliyatı yazıya geçememişti.
Hayatta iken izin verdiği az bir kişi haricinde yazılı döküman pek yoktu.
Hazreti Peygamber henüz hayatta iken, Abdullah İbn Amr gibi yazı bilen
bazı sahabiler ve Hazreti Peygamberin vefatından sonra yazı
yazmasını öğrenmiş olan pek çok sahabi, ondan işitmiş
oldukları hadisleri yazmışlar ve sahifelerde toplamışlardır. Abdullah ibn
Amr’ın yanı sıra, Cabir ibn Abdullah, Ebu Hureyre, Ali ibn Ebi Talib, Semura
ibn Cundeb, Enes ibn Mâlik meşhur hadis ravilerindendir.
HADİS RAVİLERİ
Sahabe
Usül
kitapları, sahabileri, rivayet ettikleri hadis sayısına göre iki gruba
ayırmışlardır. Birinci grupta, çok sayıda hadis rivayet eden sahabileri
zikretmişlerdir ki, bunların başında Ebu Hureyre gelir. Süyuti’nin
Tedribu'r-ravi’de verdiği bilgiye göre, bu meşhur sahabi 5374 hadis rivayet
etmiştir. Ebu Hureyre'den sonra, rivayet ettiği 2630 hadisle Abdullah İbn Ömer
ibn Hattab gelir. Bunu, sırasıyla 2286 hadisle Enes İbn Malik, 2210 hadisle
Hazreti Aişe, 1660 hadisle Abdullah İbn Abbas, 1540 hadisle Câbir İbn Abdillah,
1170 hadisle Ebü Said el-Hudri takip eder.
Tabiun
Bu dönemde hadisler
toplanmış ve yazılmıştır. Birkaç tane meşhur tabiundan hadis ravisi
saymak gerekirse Atâ İbn Ebi Rabah (Ö. 115), Said İbnu'l-Museyyib (Ö. 93), Urve
İbn Zubeyr (Ö. 94), Salim İbn Abdillah İbn Ömer (Ö. 106), el-Kâsım İbn Muhammed
İbn Ebi Bekr (Ö. 112), Abdullah İbn Ömer ibn Hattab'ın kölesi Nafi` (Ö. 117),
İbn Şihab ez-Zuhri (Ö. 124) gibi alimler bu dönemde hadis alanında söz sahibi
olmuşlardır.
Hadis Ravilerinde Aranan Şartlar
Hadis
rivayet eden ravilerin şahıslarında, rivayet ettikleri hadislerin kabul
edilebilmesi için bazı şartlar aranır. Bu şartlardan herhangi birisinin o
râvide bulunmaması, hem ravinin zayıf addedilmesine hem de rivayetinin reddine
sebep olur. Bunun için, ravi adaletli, günahtan salim olması gerekir. Öte
yandan, râvinin müslüman olması, akıl-baliğ olması arabab şartların en
önemllerindendir.
Cerh ve Ta’dil
Hadis ilmine
verilen önemin anlaşılabilmesi için bu konunun iyi anlaşılması gerekmektedir.
Zira ravilerinin cerh ve ta`dili, hadis ilminin en önemli konusudur. Alimler
râvilerin cerh ve ta’dilinin, müslümanlar üzerine farz olduğunu söylemişlerdir.
Cerh kelime manası itibari ile yaralama demekse de gaye ravinin herhangi bir
olumsuz durumunun olup olmadığını tesbittir. Bu amaçla ravi Metâin-i Aşara
dediğimiz onfarklı yönden incelemeye tabi tutulur. Bunların bir kısmı adalet
yönünden bir kısmı da zabt yönündendir.
Metâin-i
Aşara:
A. Adalet
Cihetiyle:
1. Kizbu’r-Ravi: Ravinin hadis konusunda yalan
söylemesi
2. Ittihâmu’r-Ravi Bi’l-Kizb: Yalan söylemek ithamına
maruz kalması
3. Fısku’r-Ravi: Dinin yasakladığı hallere düşmesi
4. Bid'atu’r-Ravi: Bidatçılık
5. Cehaletu’r-Ravi:Ravinin tanınmaması
B. Zabt Cihetiyle:
1. Fartu’l-Gafle: Dikkatsizlik
2. Kesretul-Galat: Çok hata yapmak
3. Sû'ul-hıfz: Kötü ezberlemek
4. Vehm: Hadisleri karıştırmak
5. Muhâlefetu’s-sikât: Sika ravilere muhalif rivayette
bulunmak.
HADİSLERİN TAKSİMİ
Hadisler,
metin ve isnâd bakımından, ya makbul yahutta merdûd sayılır. Bazı
usülcülerle kelâm âlimleri, Hazreti Peygamberden ya da başka kanaldan da gelse,
bütün haberleri iki kısma ayırmışlar ve birinci kısma mütevâtir, ikinci kısma
da âhâd demişlerdir. Tevatür derecesine vâsıl olmayan bütün haberler,
ahad haberden sayılmış ve bunlar da ayrıca meşhur, aziz ve garib olmak üzere üç
kısma taksim edilmişlerdir. Hadisçiler, sahîh , hasen ve zayıf olmak
üzere, hadisleri üç kısma ayırdıkları zaman aslında ahad haberi taksim
etmişler, mütavitiri ise bu taksimlerin içerisine almamışlardır. Çünkü Hazreti
Peygamberden tevatür derecesinde nakledilmiş olan bir hadisin gerek metni
gerekse isnâdı veya râvileri hakkında tartışmaya gerek görmemişlerdir.
Mütevatir Hadis
Hadisciler
arasındaki tanıma göre mütevâtir; aklın, yalan üzerine ittifak etmelerini kabul
edemeyeceği kalabalık bir cemaatin, yine aynı şekilde kalabalık bir
cemaatten rivayet ettikleri hadislerdir. Bu bakımdan mütevâtir bir haberin aksi
iddia edilmez.
Mutevâtir
hadisler, ya lafzi ya da manevi olurlar. Mutevâtir lafzi, isnadın başında,
ortasında veya sonunda olmasına bakılmaksızın, bir hadisin bir kalabalık
tarafından rivayet edilmesidir . Mutevâtir manevi, lafzi mutabakatı
olmayan ve manâ üzere rivayet edilen hadislerdir.
Sahih Hadis
Adalet ve
zabt şartlarına sahip râvilerin, Hazreti Peygambere kadar uzanan muttasıl bir
isnâdla rivayet ettikleri, şâz ve illetten bağımsız müsned hadislerdir. Sahih
hadisler, lizatihi ve ligayrihi olmak üzere iki kısımda ele alınmıştır. Kütübü
Sitte'nin en güvenilir iki kitabı olan el-Câmi`u's-Sahih'ler, sahih
hadisler için birer asıl olmuş ve onların taksimi hususunda bazı
hadiscilerin kaynağını teşkil etmiştir.
Hasen Hadisler
Adalet
şartını hâiz olmakla beraber zabt yönünden, sahih hadis râvilerinin
derecesine ulaşamayan kimselerin, muttasıl isnâdla rivayet ettikleri şaz ve
illetten bağımsız hadislere hasen denilmiştir. El-Câmi isimli meşhur hadis
eserinde, hasen tabirini sık sık kullanan Ebu İsa et-Tirmizi (209-273) hasen
hadisleri şöyle tarif etmiştir: İsnadının başından sonuna kadar, yalancılık ile
itham olunmayan ravilerin muhtelif yönlerden rivayet ettikleri şaz olmayan
hadislerdir. Hasen hadisler de, lizatihi ve ligayrihi olmak üzere iki kısımda
mütalaa edilmişlerdir. Tirmizi’nin hadis kitabı, hasen hadisler bakımından bir
asıl olarak zikredilmiştir.
Zayıf Hadisler
Sahih ve
hasen sıfatlarından hiç birisini veya bazısını ihtiva etmeyen hadislere
zayıf denilmiştir. Zayıf hadis kısımlarından biri ve en meşhuru mürsel hadislerdir.
Mürsel
Hadis: Tâbiunun, sahabeyi atlayarak,
doğrudan doğruya Hazreti Peygamberden hadis nakletmesidir. Ancak bunun üzerinde
ihtilaflar mevcuttur. Bazı hadisciler, sahabeden sonra bir veya bir kaç râvi
isnâdtan düşmüş olursa onlara da mursel demişlerdir
Munkatı
hadis:Senette bir râvisi düşen veya
müphem bir râvi zikredilen hadislerdir.
Mu’dal hadis: Senette ardarda iki râvinin düşmesidir. Bu
bakımdan mu`dal, munkatı hadisin bir türüdür. Ancak, zaafiyet bakımından, ondan
daha aşağıdadır.
Müdelles
hadis: Bir râvinin, mulâki olduğu
şeyhten işitmediği halde işitmiş rivayet ettiği hadislerdir.
Muztarib
hadis: Bir ya da birden fazla
râvilerden, birbirine muhalif şekillerde rivayet edilen ve aralarında,
ravilerin adalet ve zabt yönlerinden eşit derecelerde olmaları
dolayısıyla her hangi bir tercih yapılamayan hadislerdir.
Maklub hadis: Senedinde bir veya bir kaç râvinin isim veya
nesebleri ya da metninde bazı kelimeleri, bilerek veya bilmeyerek
değiştirilmiş hadislerdir.
Şâz hadis: Sika olan râvinin kendisi gibi sika bir raviye
aynı hadis konusunda muhalefet ettiği ve aynı hadis konusunda başka kimsenin
kendisini desteklemediği ravinin rivayetidir.
Münker hadis: Bir tek râviden gelen ve bu râviden başka
tariki bilinmeyen hadislerdir.
Metruk hadis:
Hadis rivayetinde yalancılıkla
ittiham olunan, ya da söz ve fiillerinden fâsık olduğu anlaşılan, ya da vehim
ve gafleti çok olan kimselerin rivayet etmiş oldukları hadislerdir.
Mevkuf hadis:
Sahabeye ait söz, fiil ve
takrirlere denilmiştir.
Maktu
hadisler: Tabiuna ait söz fiil ve
takrirlerdir. Sahabenin ve tabiunun söz, fiil ve takrirleri dinde hüccet olarak
kullanılmamaktadır.
Atrıca Sahih, hasen
ya da zayıf bütün hadisler, metin ve isnâdlarına göre müşterek isimler alırlar.
Bunların bir hadiste bulunuyor oluşu o hadisin sıhhati veya zaafiyetini
etkilemez.
Merfu hadis:
Söz, fiil ve takrir olarak Hz.
Peygambere izafe olunan ve isnadı muttasıl veya munkatı olan hadislerdir.
Muttasıl
hadis: Merfu veya mevkuf olan, isnâdı
muttasıl olan hadislerdir.
Mu'an`an
hadis: Hadisin “fulân an fulân”
diyerek rivayet ettiği hadislerdir.
Mu'en'en
hadis: Senedinde “haddesenâ
fulân enne fulânen kâl” denilerek rivayet edilen hadislerdir.
Mu’allak
hadis: Senedinde başından bir veya
sıra ile daha fazla ravinin hazfedilerek "kale fulan" veya
"zekere fulan" gibi kesinlik ifade eden ya da "yurva,"
"yuzkar", "yuhka" ve "hukiye an fulan" gibi
yarı kat'i ifadelerle rivayet edilen hadislerdir.
Mudrac hadis:
Metninde veya isnadında,
hadisin aslından olmayan ziyadeleri muhtevi hadislerdir.
Meşhur
hadis: En az üç tariki bulunan, ancak
mütevatir derecesine ulaşmayan hadislerdir.
Mustefiz
hadis: Hadisçilerin meşhûr için
verdikleri tariftir.
Garib hadis: Hangi
tabakadan olursa olsun, bir ravinin rivayet ettiği haberle teferrüd etmesi
halinde, onun haberine garib denilmiştir.
Aziz hadis: Her hangi bir tabakada en az iki veya üç râvinin
rivayetleriyle teferrüd ettikleri habere denilmiştir.
Mevzû Hadis: İslâm dini
karşıtlarının veya mensub oldukları siyasi fırka ve hizipleri, fıkhi
mezhepleri methetmek, câmi ve mescidlerde vazettikleri cemaatin teveccühünü
kazanmak gibi sebeplerle Hz. Peygambere isnad edilen yalan sözlere mevzû hadis denilmiştir.
3.TEFSİR USULÜ
Tefsir, Kur’an’ın hedef dille konuşanlar tarafından
anlaşılabilmesi için gerçekleştirilen tercüme faaliyetinin bazen uzun uzun
uzadıya bazen de kısa izahlı halini ifade eder. Bu bakımdan meaal dediğimiz
tercüme işinden biraz daha geniş çaplıdır. Tefsir ilk dönemlerde özellikle Hz.
Peygamber döneminde sorulan sorulara kısa cevaplar şeklinde iken özellikle
tedvin döneminin başlangıcı dediğimiz hicri ikinci asrın başlarında müstakil
bir ilim olarak sırf izah faaliyeti şeklinde kendini göstermiştir.
Tefsir kelimesini kökünün nereden geldiği önem
arzederken Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu hakkında tefsir dışında “te’vil, tebyin,
beyan, tâlim, tafsil, tasrif, i‘rab, şerh, tavzih” gibi kelimelerin de
kullanılması hasebiyle bunların manaları ve kullanım amaçları da önemli hale
gelmektedir. Tefsir “fesera” veya “sefera” köklerinden gelirken Te’vil
kavramının kökü “evl” olup “bir şeyin dönüp dolaşıp vardığı son nokta, sözün
neticesi, işin âkıbeti, rüyanın yorumu” gibi anlamlara gelir. Terim olarak
te’vil “Allah’ın Kur’an lafzında açık olmayan muradını kelâmın akışına, Kitap
ve Sünnet’e uygun düşecek tarzda ilgili lafzın muhtemel mânalarından çıkararak
açıklamak” demektir.
Kur’an’ın
yorumlanması anlamında tefsir kelimesi ilk dönemlerden itibaren kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “açıklama” mânasında Furkān sûresinde (25/33) geçen tefsir
hadis kaynaklarında birçok rivayette yer alır. Sahâbe de tefsir kelimesini
Kur’an’ın ve Tevrat’ın yorumu için kullanmıştır. Hz. Ömer ribâ âyetinden söz
ederken Resûl-i Ekrem’in bu âyeti tefsir etmeden vefat ettiğini bildirir. Ebû
Hüreyre, Ehl-i kitabın Tevrat’ı İbrânîce okuduğunu ve müslümanlar için onu
Arapça olarak açıkladığını söylerken tefsir kelimesine yer verir. İbn Abbas’tan
gelen bir rivayete göre Resûlullah iman konularını yanına gelen bir topluluğa
tefsir etmekteydi. Tefsir kelimesi, tâbiîn döneminden başlayarak Kur’an’ın
yorumu için telif edilen kitaplar için de kullanılmıştır. İmam Mâtürîdî ve
Taberî’nin eserlerinde görüldüğü üzere h. III. yüzyılda yazılan bazı tefsirler
için isim olarak te’vil kelimesi tercih edilmiştir.
Allah’ın insanla konuşması, ona bilgiler ulaştırması,
isteklerini bildirmesi ancak vahiy yoluyla ve diğer bazı yollarla olduğuna göre
(eş-Şûrâ 42/51) O’nun muradını bunlar dışında bir yöntemle anlamak mümkün
değildir. Şu halde Kur’an’ın, mahiyeti itibariyle insanın nüfuz edebileceği bir
nitelikte olması gerekir. Cenâb-ı Hak insanla ilişkisini insanın şartlarına
göre oluşturmuştur. Bu da iki yolla ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri
meleklerdir. Allah özellikle Cebrâil vasıtasıyla insanla münasebet kurmuş, bir
yandan vahyini insanlara ulaştırmış (en-Nahl 16/102-103), öte yandan bunu nasıl
anlayıp uygulayacakları konusunda onlara rehberlik yapmıştır. Rivayete göre
Cebrâil, Kur’an vahyi dışındaki maksatlar için de Resûl-i Ekrem’e geliyor ve ona
Kur’an dışında bilgiler ulaştırıyordu. Ayrıca Resûlullah kendisine Kur’an’la
birlikte onun bir mislinin daha verildiğini söylemiştir. İkinci tebliğ vasıtası
özel olarak seçilen insanlardır. Allah, diğer insanlara göre üstün niteliklere
sahip elçileriyle ve genelde vahiy meleği vasıtasıyla, bazan da doğrudan
bilgiler aktarmış ve onlara isteklerini bildirmiştir. Kur’an’ın anlaşılmasını
murat eden Cenâb-ı Hak onu anlaşılır kılmış, bazı âyetleri diğerleriyle
açıklamış, insanların anlamakta zorluk çekecekleri hususları Cebrâil ve
Peygamber vasıtasıyla izah etmiştir.
İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre
naslardan hüküm çıkarmada esas olan, te’vile gitmemektedir.
Ancak, müteşabih nasların açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda da te’vil
kaçınılmazdır. Ancak, te’vile esas olan mananın, mecaz yoluyla da olsa
lafzın kendisine delalet ettiği manalardan olması gerekmektedir. Ayrıca, te’vil
manası açık olan bir nassa ters düşmemeli ve bir lafzın ilk anda akla gelen
zahiri anlamından başka manada yorumlanmasına imkân tanıyan şer’i bir
delile dayanmalıdır. Te’vil; beyani, irfani ve burhani te’vil olmak üzere üç
çeşittir. Te’vil, delilden dolayı lafzın muhtemel manalarından birisini tercih
anlamı taşıdığı için kesinlik ifade etmez. Ancak tefsire konu olan naslarda tek
anlam bulunduğu için onda kesinlik vardır. Diğer yandan, te’vil genellikle
nasların içsel manalarında, tefsir ise lafızlarda söz konusudur olup, te’vil
genellikle akla tefsir ise rivayete dayanmaktadır.
Tefsir Usulü
Tefsir usûlu bir ilim olarak
Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve
yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında
bilgiler vermektedir. Sözlük anlamıyla temel, esas, dayanak ve kök manalarına
gelen usul kelimesi,kâide ve delil anlamlarına da gelir. Terim olarak ise,
hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
anlamına gelir. Usûl, herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir
şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar olarak
tanımlanabilir. Tefsir usûlünün ana gayesi, Kur’ân âyetlerini çeşitli
yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
ULÛMU’L-KUR’ÂN
Kur’an ilimleri Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde ifade
edilmekte olup nüzulü, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri,
icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an
ile ilgili olan ilimlerdir. Kur’anî ilimler, ihtiva ettikleri konular, hükümler
ve müfredatla Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı
hakkında farklı görüşler vardır. Ez-Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile
sınırlandırırken, es-Suyûtî sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini az daha
genişleterek biraz daha çoğaltmıştır. İbn Arabî (ö.543/1148) Ku’an’da geçen her
kelimenin zâhir, bâtın, had (helal-haram) ve matla’ (va’d-va’îd) olarak dört
anlamı vardır diyerek bu ilimlerin sayısının 77540 olduğunu ifade eder. Kur’an
ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmiştir. Kur’an’ın
bütün ilimlerini toplayıcı kapsamları eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk
eser ez-Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir.
Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanılmış
olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî
asırda gerçekleştiği söylenebilir.
Üslûbu’l-Kur’ân
Kur’an’ın üslûbu, onun muhataplara, kendine özgü bir
anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Lafız ve mana dengesi bakımından Kur’an,
içerdiği lafızları manayı tam ifade edebilecek bir şekilde kullanmaktadır. Aynı
anda farklı seviyelere hitap etmesi, ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve
âhiret gibi konuların iç içe bulunması, beyân tarzının çeşitliliği de Kur’an’ın
üslubunu yansıtan unsurlardır.
Mübhemâtu’l-Kur’ân
Mübhematu’l Kur’an, insan, melek ve cin gibi
varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i
işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve
belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesni ele alan ilimdir. Mübhemâtın
belirlenmesinde ilk kaynak Kur’an’dır. Ancak gerek sahâbî ve gerekse tâbiûn müfessirlerlinden
isrâiliyata meyledenler, Tevrât’ı da bu alanda kaynak olarak kullanmışlardır.
Bir diğer kaynakta tarihtir. Çünkü mübhematla ilgili husuların büyük bir bölümü
tarihte geçen olaylar ve o olayların geçtiği mekânlar ve kahramanlardır. Sahabe
ve tabiun nakilleri mübhematın belrilenmesinde bir kaynak niteliği
taşımaktadır.
Garibu’l-Kur’ân
Garîb sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve
kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken
daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul
ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden
Arapçaya giren kelimeler de mevcuttur. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı
olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyordu. O yüzden oldukça erken sayılacak
dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış
oldu. Garîbu’l-Kur’ân ile ilgili ilk faaliyetler sahâbe döneminde başlamıştır.
Vücûh ve Nezâir
Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât,
yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak
‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela
‘hüda’ kelimesi Kur’an’da 17 farklı anlamda kullanılmıştır. Vücûh,
el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır. Nezâir de,
nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki
benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı
anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve
cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler. Dolayısıyla,
vücûhda teaddüd/anlam çokluğu, nezâirde ise, teşabüh ve ittifak vardır.
Aksâmu’l-Kur’ân
Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant
ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise, bir kimsenin bir işi yapıp
yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını
veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir. Kur’an’daki yeminler Allah’a
aittir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere,
kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki güneş, ay, yıldız v.b. önemli
varlıklara yemin etmiştir. Yeminler, tevhid, Kur’an’ın hak bir kitap olduğu,
peygamberlerin hak olduğu, ahirette cezânın vâki olacağına dairdir. Yeminler
genellikle İslâmiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında çok büyük bir rol
oynaması, te’kid maksadına hasıl olması, üzerine yemin edilen varlığın kıymeti
gibi cihetlerle Kur’an’da yer almıştır.
Müteşâbih Meselesi
Kavram
olarak Müteşâbih: “manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü
anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu
manalardan birisini tercihte zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da
harflerdir” Müteşâbihlerden dışında kalan ayetlere de muhkem ismi
verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kastedildiği
anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir
ihtilafa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.
Müteşabihi temelde Mutlak Müteşâbihler ve İzafi
Müteşabihler olarak ikiye ayırabiliriz. Buna göre Mutlak Müteşabih, beşerin
gücü dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği
müteşâbihlerdir. Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, Rûh, Sûr ve Dâbbetu’l-arz
gibi kesin anlamları meçhul olan kavramlardır. İzafî Müteşâbihler ise,
kastedilen mananın anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir açıklamaya ihtiyaç
gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı
âyetlerle garib kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri
lafızların bulunduğu âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip
olan müfessirlerin başka konularda olduğu gibi bu konuda da karîneleri doğru
tespit ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. İzafî
müteşâbihler lafzi ve manevi olarak ikiye ayrılır. Lafzi müteşabihler, lafzın
garip ya da müşterek olması durumunda söz konusu iken manevi müteşabihler
âyetlerin mana bakımından açık olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden
kaynaklanmaktadır.
Hurûf-u Mukattaa
Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan
harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi
bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul
edilirler. Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek
oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar.
Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Hurûf-u
mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı görüşler mevcuttur.
Yine Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağına ilişkin ihtilaflar
vardır.
İ’câzu’l-Kur’ân
İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak
manasındadır. Kur’ân’ın icâzı ise onun, bütün insanları kendi benzerini
getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an ayetlerinin
benzerini getirme noktasında beşer âciz kalmaktadır. Fesâhat ve belâğat
açısından insanın ona benzer bir söz söylemesi imkânsızdır. Mutezile
imamlarından en-Nazzam Allah Teâla’nın Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına
engel olduğunu iddia etse de; ehl-i sünnet ulemâsı Kur’an’ın mûcize bir kitap
olduğu konusunda ümmetin icmâ ettiğinden bahisle üç cihetle Kur’an’ın mûcize
olduğunu kabul eder: peygamberlere yaşadıkları toplumdaki revaçta olan konulara
paralel mucizeler verilmesi yönüyle Hz. Peygambere yaşadığı toplumdaki revaçta
olan belağat noktasında mucize verilmesi, Kur’an’ın müşriklere tahaddide
bulunması ve tahaddiye rağmen benzerinin getirilememesi.
Kur’an ilim, hüküm ve beyân bakımından beşerin üzerinde bir kitaptır. Nazmı
ve te’lifi, gaybî haberler içermesi, beşeriyetin dünya ve ahirete yönelik
ihtiyaçlarını karşılaması, fenni mûcizelere işaret etmesi ve bu zamana kadar
değiştirilmemesi itibariyle Kur’an mucizedir.
Müşkilu’l-Kur’ân
Müşkil’in manası, karışık ve birbirine zıt olan şey
demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat
gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle
birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunmadığını bizzat Kur’an ikrar etmektedir. Kur’ân’da
bulunduğu zannedilen müşkilât; mevzû ihtilâfından, ayetlerin hakiki veya mecâz
manaları barındırması, fiilin isnadı, zıt anlamlılık barındıran ifadeler, bir
konunun farklı anlatımları gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ancak, Kur’ân
müşkillerini gidermek için te’vil ve te’lif yolu ile nesih yolu kullanılmıştır.
Esasen ayetlere dikkatlice bakıldığında tezatlık görülmeyecektir.
Münâsebâtu’l-Kur’ân
Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını
ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka
arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir.
Münâsebâtu’l-Kur’ân, âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya
koymaktadır. Kur’ân âyetlerinin farklı zamanlarda indirilmiş olması,
aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektedir. Ebû Bekr
en-Nîsâbûrî (ö.324/936) münâsebet ve münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli
görmüş ve bu ilme çok katkısı olmuştur. Ancak kitabi olarak, Kur’ân’ın insicâmı
konusunda bu ilme katkı sağlayan en önemli âlimlerden biri er-Râzî
(ö.606/1209)’dir. Kur’an’daki anlam bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret
etmiştir. Yine VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Ca’fer Ahmed b.
İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu
münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır.
Fezâilu’l-Kur’ân
Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük,
meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini,
üstünlüğü, meziyet ve şerefi demektir. Hz. Peygamber birçok hadisinde Kur’ân’ın
hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın
faziletine işaret etmiştir. Sûrelerin de faziletine dair pek çok hadis
mevcuttur. Ancak surelerin faziletleriyle ilgili hadislerin, Kur’an sûrelerinin
faziletleri konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan es-Sa’lebî ve el-Vâhidî
kanalıyla rivâyet edildiği de iddia edilir.
Bütün bu bilgilerin tafsilatlı hali aşağıda
sıraladığımız Tefsir Usulü kitaplarında mevcuttur. Daha ayrıntılı bilgi için
onlara başvurulabilir.
Bedreddin ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi
Ulumi’l-Kur’ân
Muhyiddin el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
Celalüddîn es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
Muhammed Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi
Ulûmi’l-Kur’ân
Subhî es-Salih (1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân
FAYDALANILAN KAYNAKLAR:
Zekiyüddîn Şa’bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları, çev. Prof. Dr.
İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2009.
Muhsin Demirci, “Tefsir Usulü”, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İst.
2013.
Talât Koçyiğit, Hadis
Usûlü, A.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, ANK. 1993.
TEFSİR USULÜ, HADİS USULÜ VE FIKIH USULÜ KİTAPLARININ HULASASI
Abdulalim DEMİR
Tefsir doktora öğrencisi
Öğrenci No:149 227 50
Her üç eseri de ayrı ayrı okuyup değerlendirmeye çalıştım. Tefsir usulünü İsmail CERRAHOĞLU’nun eserinden, hadis usulünü Talat KOÇYİĞİT eserinden fıkıh usulünü de Zekiyuddin ŞABAN’ın eserinden okuyarak hülasalarını çıkarttım. Çalışmak bizden Tevfik Allah’tandır.
Allah'u Taâîa her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Bunların bazısını biz görebilir, bazısını da göremeyiz veya izah edemeyiz. İşte Kur'ânı Kerimin âyetleri de bu yönden iki kısma ayrılabilir. Birincisi, Kur'ânın ekseriyetini teşkil eden ve Cenab-ı Hak tarafından bir sebebe bağlayamadığımız veya doğrudan doğruya indirildiğini söylediğimiz âyetlerdir, ikincisi, ise, birsebebe bağlıyabildiğinıiz âyetlerdir. Üzerinde duracağımız konu budur. Hz. Peygambere bir suâl veya bir hâdise dolayısıyla birkaç âyetin voyahutta bir sûrenin tamamının nazil olmasına âmil olan şeye "sebeb-i nüzul" demekteyiz.
Kur'ânın manalarını anlamaya vesile olan sebeblerin bilinmesinin dini yönden herhangi bir faydası olmadığım iddia edenler olmuşsa da, aşağıda zikredeceğimiz bazı maddeler, onların yanıldıklarını isbât edici mahiyettedir.
a) Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, sebeb-i nüzulü bilmek sadece tarihi yönden faydalı değildir. Bu ilm sayesinde Kur'âm Kerimde emredilen şeylerin hikmetini anlayabiliriz. Bu da bütün insanlara dini yönden bir fayda sağlar. Mü'minin imanı kuvvetlenir. Münkirin de doğru yolu bulmasma vesile olur.
b) Nüzul sebebleri bilinirse, âyetlerden kastedilen mana kolaylıkla anlaşılır, şüphe ve yanlışlıklar izale edilmiş olur.
c) Hasr tevehhümü bertaraf edilir. Kur'ânda âytin zahiri hasr ifade edebilir. Fakat sebeb-i nüzul bilinirse bu hususta yapılması muhtemel hatalar önlenmiş olur.
d) Nüzul sebebi, âyetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.
e) Sebeb-i nüzulü bilmek, âyeti işiten bir kimsenin vahyi tesbit, anlayış ve hıfzına kolaylık temin etmiş olur.
Bir Âyet İçin Müteaddit Nüzul Sebebleri Gösterilebilir. Böyle Bir Durumda Şu Hususların Göz Önünde Bulundurulması Lâzım Gelir.
a- Rivayetlerden biri sahih, diğerleri ise sahih olmayabilir. Bu gibi hallerde sahih olan alınır, diğerleri ise terk olunur.
b- Bir âyetin nüzulüne sebeb olan iki rivayette sahih olabilir. Eğer rivayetlerden birini diğerine tercih ettirecek-mesela seneddeki râvilerden birinin hâdiseyi görmüş olmaları-bir sebeb mevcut ise, bu rivayet bizim için daha makbuldür.
c- Ayetin nüzulüne sebeb olan iki rivayet sahih ve birini diğerine tercih ettirici bir sebeb mevcut olmayabilir. Bu takdirde her iki rivayet arası cem edilir ve bu iki hâdise de âyetin nüzulünden evvel cereyan ettiği söylenir. Yalnız bu iki hadisenin zaman bakımından, yekdiğerine yakın olması lâzımdır.
Nesh kelimesi lügatte, izâle etmek, gidermek, yok etmek, değiştirmek, tebdil, tahvil ve nakletmek manalarına gelir, istilanda ise, bir nassm hükmünü daha sonra gelen bir nas ile kaldırmaktır, başka bir deyimlerle, şer'i bir hükmün başka bir şer'i delil ile kaldırılması veya mukaddem tarihli bir nassm hükmünü muahhar tarihli bir nas ile değiştirmek veyahutta, mukaddes bir metnin ilgası manasında kullanılır.
Tefsir usûlü ilminde karışık olan meselelerden birisi de şüphesiz nesh meselesidir. Bu konu, islâmın ilk devrinden beri münakaşa edilegelmiştir. Bidayette yahudiler ve müşrikler "Muhammed, sahabilerine önce verdiği sözün hilâfına olarak, sonradan başka emirler verdiğini görmüyormusumız şeklinde itiraz etmek istemişlerdir. Batılı müsteşrikler de "Allah kendi sözünü nasıl değiştirir şeklinde bir sual ortaya atarak bu meseleyi kabul etmek istememişlerdir.
Bazı kimseler de nesh keyfiyetini "el-Bedâ" ve "ct-Tahsis"le karıştırmaktadırlar.
EI-Bedâ, gizlilikten sonra açıklık, mevcut olmayan bir görüşün meydana gelmesidir.
Tahsis ise, umumi olan bir şeyin bazı fertlerini kasretmektir. Nesh ise şer'i bir delille diğer şer'i bir hükmü kaldırmaktır. Bu iki tarifte şöyle bir benzerlik göze çarpmaktadır. Neshde, bazı zamanlarda, hükmün tahsisine benzeyen bir şey tahsisde İse, fertlerin bazısından hükmün kaldırılmasına benzeyen bir şey vardır. İşte şu zikrettiğimiz şeyler birbirine benzemektedirler. Bu benzerlikten dolayı bazı âlimler şeriatte neshin vukuunu inkar etmişlerdir ve nesh olarak zikredilen şeyler tahsisten başka birşey olmadığı zannına kapılmışlardır. Halbuki neshle tahsis arasında farklar vardır. Meselâ onlardan birkaçını zikredelim: Nesh, bütün fertlerin hükmünü ibtal ettiği halde, tahsis bütün fertlerin hükmünü ibtal etmez. Nesh, ancak Kıtab ve Sünnette olduğa halde, tahsis, hu iki aslın dışında da olabilir. Nesh haberlerde olmaz. Halbuki tahsis haberlerde de olabilir, işte Neshle tahsis böyle daha pek çok farklarla ayırt edilebilir.
1- Prensip itibariyle nesh keyfiyeti aklen câizmidir?
2- Caiz ise, pratik olarak vâki olmuş-mudur?.
3- Kur'âm Kerimde nesh varandır?. Birinci suale bütün müslümanlar ittifaken müsbet cevap vermişler, neshin aklen caiz olduğunu kabul etmişlerdir, ikinci suale de müsbet cevap verilmektedir, Tevrat-ta Hz. Adem'in çocukları hakkında biribiileriyle evlenmesi tecviz edilmişken, sonradan bunlar neshedilmiştir. Keza yahudiler için cumartesi günleri iş yapmak yasaklanmışken, InciJde böyle bir yasak mevcut değildir. İşte bu gibi örnekler neshin pratik olarak mevcudiyetini göstermektedir. Nesh meselesi aklen kabul edilip, pratik olarak mukaddes kitablarda vâki olduğu gösterildikten sonra, bu olayın Kur'ânda vâki olup olmadığı meselesine geçelim.
Kur'âm Kerimde neshin var olup, olmaması hususunda iki görüş vardır.
İslâm âlimlerinin ekserisi neshin Kur'ânda mevcud olduğunu kabul etmişlerdir. Bunlar, Kur'ânm kendinden evvelki kitabları neshine ilaveten, yeni kurulmaya başlayan islâm nizâmının inkişaf ve tekâmülü için nesh keyfiyetini tabii bir şey olarak karşılamışlardır. Zaten neshin asıl hedefi hükümdür, Akide esaslarına tesir edemez. Halbuki hükümler zaman, mekan ve vaziyete göre değişebilir. Bir ihtiyaca binaen konan bir hüküm, o ihtiyacın kalkmasıyle, o hüküm de değişebilir. Yalnız yeni gelen hüküm, fayda ve sevap bakımından birinciden daha iyi veya onun benzeri olmalıdır. Bu görüşü benimseyenler, dini vecibelerin ifasında bir kolaylık olduğu kana alındadırlar. Bir Kur'ân âyetinin ancak diğer bir Kur'ân âyeti neshedebileceğini, mütevâtir sünnetin bile Kur'âm neshe-demiyeceğûıi söyleyenler (Meselâ İmam eş-Şâfi'i) yanında, Hazreti Pey gamberin sözlerinin de (o, kendi arzusuna göre konuşmaz, kendisine gelen vahiyden başka bir şey değildir) (en-Necm sûresi 53-55) âyetine göre vahy telakki edileceği ve buna ilaveten Kur'ân metnine girmeyen hadisi Kutlsi gibi metinlerin bulunduğunu ileri sürerek, vahye müstenit olan sünnetin de Kur'ân âyetlerini neshedebileceği kanaâtmdadırlar.
Diğer bir kısmı ise, neshi aklen caiz eski semavî kitablarda mevcudiyetini kabul eder ve Kur'ânm kendinden evvelki dinleri nesh etmiş-olduğunu söylerken, bizzat Kur'ânm kendi bünyesi içinde neshin olmadığını iddia etmişlerdir.
Kur'ânda neshi reddedenlerin görüşlerini şöylece sıralayabiliriz:
1- Nesh aklen caiz olmakla beraber, Kur'âm Kerimde bilfiil vâki olmamıştır.
2- Kıır'ânda nesh meselesi, islâm akideleriyle ilgili olmayıp, ancak tefsir ilminde bir sistem (mezhep)tir. Zira akaide âit bir mesele olsaydı inkar edilemezdi.
3- Mansûh ayetlerden maksat, Tevrat ve încildcki, yani eski şeıi-atlerdeki hükümlerdir.
4- Kur'âm Kerimdeki şu veya bu âyetin, şu veya bu âyeti nesh ettiğine dâir bir sarahat yoktur.
5- Neshi kabul edenler, mensûh âyetin önce, nâsihin ise sonradan nazil olduğuna dâir birçok defalar kat'i bir delile mâlik değillerdir. Nitekim Bakara süresindeki "iddet" meselesine âit âyetlerde olduğu gibi (Bakara 240 ve 224) bazı âyetlerin mensûhu nâsihten sonra nazil olduğu da müşahede edilmiştir.
6-Şu veya bu âyetin, şu veya bu âyetle neshedildiğini sarih ve kat'i bir şekilde teyid edecek Hazreti Peygamberden sâdır olmuş olan ve mut' tefakun aleyh olarak kabul edilen bir hadis de mevcut değildir.
7- Nâsih ve mensuh âyetlerin sayıları hakkında bile bir ittifak hâsıl olmuş değildir.
8- Neshi kabul edenler, bir taraftan neshin ancak emir ve nehiylere âit ahkama inhisar ettiğini iddia ederlerken, diğer taraftan "ahbâra" âit lafızların bile nesli olunduğunu kabul etmektedirler.
9- Âhâd rivayetiyle Kur'ânı Kerimin âyetleri isbât olunamadığı gibi, inkâr da olunamaz. Bu sebebten "el-Fâtiha" ile "el-Muavvizetân" sûrelerinin KitabuIIahtan addedilmediğine dâir bu gibi bazı rivayetler tabiatiyle nazarı itibara alınmamıştır.
Netice olarak diyebiliriz ki: âyetlerin tarihi bir yolla izah edilip açıklanması bakımından nesli meselesi mülıim rol oynamaktadır. Bu bakımdan Kur'ânm tefsirini yapmak isteyen bir kimseye çeşitli bilgiler yanında, nesh meselesini bilmesi de şart koşulmuştur. Kur'ânda bütün insanlığı saadete ulaştıracak hareket kaideleri mevcut ve kendisine ittiba edenlerin ne yolda hareket etmeleri gerektiğini bildirmektedir. Psikolojik olarak, iyi veya kötü adetlere saplanmış olan bir cemiyeti bu alışkanlıklarından bir anda koparıvermek mümkün değildir. îşte Kur'ân, insanları ve cemiyetleri dini bir taktikle veya başka bir devimle, tedrici olarak yumuşatmak suretiyle kendine yaklaştırmış oluyordu. Kur'ânı iyi anlıyabilmek ve onun âyetleri hakkında doğru hükümler verebilmek için mutlak surette nesh meselesini bilmeye ihtiyaç vardır.
Genel olarak usûl ulemâsı müteşâbihâtı iki kısma ayırmışlardır.
1- Muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen,
2- hakikatini bilmeye imkân bulunmayan âyetlerdir. Mücâhid bunları şöyle tarif eder. Muhkem âyetler helal ve harama dâir olanlardır. Mütesahihler ise, bazısı bazısını tasdik ve tefsir eden âyetlerdir. İbn Ebi Hâtim'de AH b. Ebi Talha tarikiyle îbn Abbas'dan şöyle rivayet etmektedir. "Muhkemler nâsih, helâl, haram, hudûd, ferâiz, imân edilip amel edilen hususlardır. Müteşâbilrler ise, mensûh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler ve imân edilip amel edilmeyen hususlardır.
Müteşâbihin menşeinde Şâri'in muradının gizliliği bahis konusu olduğuna göre, bu gizlilik bazen lafızda, bazen manada, bazen de her ikisinde birden olur,
a) Müteşâbihliğin sadece lafızda olması: Müteşâbih olan lafız ya müfred veya mürekkeb olabilir. Müfreddeki gizlilik ise kelimenin garabetinden veya müşterek olmasından ileri gelebilir. Mürekkebdeki gizlilik ise mürekkebin muhtasar olmasından, itnâb veya tertib cihetlerinden olabilir
b) Müteşâbihliğin sadece manada olması: Bu kısmın açık örneklerini, Allah'ın sıfatlan, kıyametin ahvâli, cennet nimetleri, cehennem azabı gibi hususlar teşkil eder. Çünkü insan aklı, yaratanın sıfatlarının hakikatini ve diğer hususların durumunu ihata edemez. O halde kendisini hissetmediğimiz, bizde cinsi ve benzeri olmayan şeylere nüfuz etmeye nasıl yol bulunabilir.
Müteşâbih olan sıfatlar hakkında ulemâ iki mezhebe ayrılmıştır.
Birincisi, Selef mezhebi: Allah’ın müteşabih sıfatları malûm gibi görünürse de, bu sıfatların Allaha isnadı muhal olduğundan, bunların medlullerinin tayinini selef uleması Allah'a tefviz ve havale etmişlerdir. Onlara sadece inanmak gerekir. Bu hususta enteresan Örnekler pek çoktur. Bunlardan bir tanesini vermekle iktifa edeceğiz. Meşhur imâm Mâlik b. Enes'e istiva hakkında sorulduğunda (istiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür, ondan sual etmek bid'attır. Senin kotu bir insan olduğunu zannederim, onu benden uzaklaştırın) demiştir,
İkincisi ise, Halef mezhebidir: Bunlar, zahiri muhal olan lafzı, Allahın zâtına lâyık olan bir manaya hamlederler. Bu mezheb Ima-inu'I-Haremeyn, AbduTl-Melik b. Ebi Abdillah b. Yusuf b. Muhammed el-Cuveynî eş-Şâfî'i, Ebu'l-Maâlî (Ö. 478/1085) ye ve onun muakkib-lerine nisbet edilir. Hapsedilemeyecek bir fıtratta yaratılan insan zekası, müteşâbihat üzerinde de işlemeye başlamıştır. Hele islâmiyeti ifsâd etmek isteyenlerin, bu gibi âyetlere gelişi güzel mana verişlerini frenlemek ve aynı zamanda kotu neticelerinden müslümanları korumak için, müteşâbih âyetleri islâmın ruhuna uygun bir şekilde tevil etmek mecburiyi! hasıl olmuştu
c) Müteşâbihin hem lafız ve henıde manada oluşu: Bunun için de pek çok örnekler vardır. Meselâ Bakara sûresinin 189. cu âyeti olan {iyilik ve t aât evlere arkalarından gelmeniz değildir) kimse amplann câhilliyetteki âdetlerini bilmezse Kur'ânın bu nassını anlamaya muvaffak olamaz. Bu gibi âyetlerin anlaşılması hem lafızlara hem de manalara ait tarihi, ictimâi. ahlâkı v.s. gibi bir çok şeylerin bilinmesine bağlıdır. Cahiiiyet devrinde araplar ihrama girdiklerinde evlerine kapılarından girmezler, dıvardan bir delik açıp oradan girip çıkarlardı. Cenab-ı Hâk bunun için bu âyeti inzal etti. Bu âyetin hem lafzında ihtisardan dolayı teşâbbüh, hem de manasında bir teşâbbüh vardır. Eğer lafız şeklinde olsaydı daha açık olurdu.. Câhili arap âdetini bilemezsek bu âyette bir mana vermek imkânına da sahip olamayız.
Bazı sûrelerin başında bazen basit, bazen de bir kaç harfin birleşmesinden meydana gelmiş rumıızlar bulunmaktadır. Bu kesikli harflere "el-Hurûfu'l-Mukatta'a" denir.
Kur'ânı Kerimdeki sûrelerin başlangıçlarının çok çeşitli olduklarını görürüz. Onları muhtelif grublar altında toplamak mümkündür. Celâluddin es-Suyûtî, onları on gruba ayırmış ve onları şu başlıklar altında incelemiştir:
1- Allah Taâlayı öğme ile başhyan sûreler: Bunların yekûnu 14 dür. Beş yerde "el-Hamdu Lillah", iki yerde "Tebâreke", yedi yer de "teşbih" lafızlarıyle başlamaktadır. Bu 14 sûrenin isimleri ve başlangıçları şunlardır:
1- el-Fâtiha .
2- el-En'âm
3- el-İsrâ
4- el-Kehf
5- el-Furkân
6- Sebe'
7- Fâtır
8- el-Hadid
9- el-Haşr
10- es-Saff
11- el-Cumu'a
12- et-Tegâbun
13- el-Mülk
14- el-A'Iâ
2- Hecâ harfleriyle başlayan sûrelerdir ki, evvelce bunlar hakkında" bilgi verilmişti- Bunlar 29 sûrenin başında bulunmaktadır.
1- el-Bakara
2- Âlu îmrân
3- el-A'râf
4- Yûnus
5- Hûd
6- Yûsuf
7- er-Ra'd
8- ibrahim
9- el-Hicr
10- Meryem
11- Tâ Hâ
12- eş-Şuarâ
13- en-Neml
14- el-Kasas
15- el-Ankebût
16- er-Rûm
17- Lukmâıı
18- es-Secde
19- Yâ Sîn
20- Sâd
21- el-Mu'min
22- Fussilet
23- eş-Şûrâ
24- ez-Zuhruf
25- ed-Duhân
26- el-Câsiye
27- el-Ahkâf
28- Kâf
29- el-Kalem
3-Nida ile başlayan sûreler: Kur'ânt Kerimde on sûre nida ile başlamaktadır. Bunlardan beş tanesi Hz. Peygamber, beş tanesi de ümmetine tevcih edilmiştir. Bu sûreler de şunlardır:
1- en-Nisâ
2- el-Mâide
3- el-Hac
4- el-Ahzâb
5- el-Hucurât
6- et-Talâk
7- et-Talâk
8- et-Tahrim
9- el-Müzzemmil
10- el-Müddessir
4- Haber cümlesi ile başlayan sûreler: Bunların adedi 21 dir.
1- el-Enfâl
2- et-Tevbe
3- en-Nahl
4- el-Enbiyâ
5- el-Mu'minûn:
6- en-Nûr
7- ez-Zümer
8- Muhammed
9- el-Feth
10- el-Kamer
11- er-Rahmân
12- el-Mücâdele
13- el-Hâkka
14- el-Meâriç
15- Nuh
16- Abese
17- el-Kadr
18- el-Beyyine
19- el-Kâria
20- et-Tekâsür
21- el-Kevser
5-Yemin (Kasem) ile başlayan süreler: Yeminle başlayan sûrelerin adedi 17 dır.
1- es-Saffât
2- ez-Zâriyât
3- et-Tûi
5- el-Kıyâme
6- el-Mürselât
7- en-Nâziât
8- el-Burûc
9- et-Tânk
10- el-Fecr
11- el-Beled
12- eş-Şems
13- el-Leyl
14- ed-Duhâ
15- et-Tîn
16- el-Âdiyât
17- el-Asr
6- Şart ile başlayan sûreler: Bunlar 7 şiiredir
1- el-Vakıa
2- el-münâfikûn
3- et-Tekvîr
4- el-İnfitâr
5- el-İıışikâk
6- ez-Zilzâl
7- en-Nasr
7- Emir ile başlayan sûreler: Bunlar 6 sûrediı
1- el-Cin
2- el-Alak
3- el-Kâfirûn
4- el-İhlas
5- el-Falak
6- en-Nâs
8- Soru ile başlayan sûreler: 6 tanedir.
1- el-İnsân :
2- en-Nebe
3- el-Gâşiye
4- el-înşirah
5- el-Fîl
6- el-Mâûn
9- Dilek ile başlayan sûreler: Kur'anı Kerimde dilek ile başlayan üç sûre vardır.
1- et-Tatfif
2- el-Hümeze
3- Tebbet
10- Ta'lil ile başlayan sûre: Kur'ânda yalnız Kureyş sûresi talil ile başlamaktadır.
Garib kelimesi, yabancı ve acîb manasınadır. Lugât ilminde Kur'ân ve hadislerin yabancı kelimelerini, hadis ilminde peygamberin eshabın-dan biri tarafından rivayet edilmemiş olan münferid hadisleri, ve aruz ilminde el-Mütedârik denilen nâdir bir vezni irâe için kullanılan istilahtir.
Hazreti Peygambere Cebrail vasıtasıyla, ilâhi vahyin mahsulü olarak gelen Kur/ânı Kerim, çok kısa denecek bir zaman süresi içerisinde, nazmında, sûrelerinde, âyetlerinde, kıssalarında, va'z ve telkinatlarında, emsallerinde, lutablarında ve hüccetlerindeki üslûbu sayesinde, insanlığı, dalmış olduğu bataklıktan kurtarmaya çalışmış ve onlara iki âlemin saadet yollarını göstermişti. Bu kısa müddet içerisinde, hurafe ve putperestliği kökünden yıkmış veonu benimseyenler insanlık için birer ııumune-i imtisal olmuşlardı. Hurafeler içinde kalmış, putlara tapan, en çirkin hareketleri ve ahlaksızlıkları işleyen insanları islâh edip düzene koyması, oııuri üslûbunun mükemmeliyetinden değil de nedir ?
Kur'ânm uslûb özelliği, insanların telifettiği eserlerin üslûbuna benzemediği gibi, diğer münzel kitablarınki ile de aynı değildir. Onun kendine hâs bir üslûbu vardır. Bu üslûbu iyi anlamak, ancak, Kur'ânı ve ona âit ilimleri anlamakla mümkün olur. Kur'ân diğer münzel kitab-lara nazaran daha geniş bir yol ile gelmiş, muhatablarını iyice tatmin etmek ve kendini onlara kabul ettirmek için, kolaylıklar bahşederek, ceste ceste nazil olmuştu (İsrâ 106, Furkân, 32). Gerçekten, Kur'ân Öncesi (cahiliye çağı) arapçası hakkında bilgimizin azlığı, Kur'ânm arap-çasınm mucizeli üslûbu hakkında salahiyetle hüküm yürütmemize engf ise de, Kur'ânm tahaddi âyetleri bu hususu aydınlatan tarihi bir delil olarak gözlerimizin önündedir. Kur'ân insan oğlundan, yardımcılarını da çağırmak suretiyle, en küçük sûresine benzer bir sûre meydana getirmesini istemiştir
Lugatta i'caz kelimesi âciz bırakmak manasına gelir. Bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı âciz bırakan şeye de mu'cize denir. Bu bakımdan Kur'ânı Kerim Hazreti Peygamberin en mühim ebedi bir mueizesidir.
Usûlü tefsir ilminde münakaşalara yol açan meselelerden biri de yeminlerdir. Kur'ânı Kerimde bir çok yeminler vardır. Bunların bazısında Allah Taâla bazen kendi yüce ismine yemin etmekte, bazen peygamberlere ve peygamberlerin zuhur ettikleri yerlere, Kur'âna, meleklere, kıyamet gününe, bazend< kâinatta ve tabiatta bulunan mühim varlıklara (sema, şems, kamer, necm, leyi, asr gibi... şeylere) jyemin etmektedir.
Kur'ânı Kerimdeki yeminleri aşağıdaki muhtelif sebeplerde aramak lazımdır:
1- İslamiyetten evvelki arapların içtimâi hayatında yeminin rolü büyüktür.
2- Allah Taâla inzal ettiği âyetlerini ve delillerini, bu türlü yeminlerle teyid etmiştir. Bunda garib görülecek bir taraf yoktur.
3- Yemin her zaman bir şeyi teyid etmek için değil, bazen de o şeyin kıymetine işaret etmek ve kadrini yüceltmek için kullanılır.
Bundan başka halkın bilmesi gereken imanın esasları için de yemin kullanılmaktadır.
a) Tevhid için:
b) Kur'âmn hâk olduğuna dâir yeminler:
e) Peygamberlerin hâk olduğuna dâir yemin:
d) Ceza, va'd ve va'îd için vâki olan yeminler:
Kur'ânı Kerimde geçmiş peygamberlere ve milletlere dâir kıssalar mevcuttur. Kur'ândaki bu kıssalardan maksat, târihi vakıaların kronolojik olarak anlatılması değildir. Ancak geçmiş peygamberlerin ve milletlerin başına gelenlerden bir ibret dersi almamız kastolunmaktadır. Bu sebebtcn kıssaların bazısı bir kaç kerre tekrar edilmiştir. Kur'ân hâdiselerin teferruatını değil, kendi gayesine uygun ve insanların müşterek dertleri olan yönleri seçer. Bu hâdiseler muhtelif sûrelerde anlatıldığı halde her defasında ayrı bir tazelik ve tatlılık kazanır. İnsanın yaratılışı kuru fikirleri dinlemekten ziyade müşahhas fikirlere mütemayildir. İnsanın yaratılışını göz önünde tutan Kur'ânı Kerim, en güzel kıssaları adeta gözlerimizin Önünde cereyan ediyor muş c asına anlatır, insanlık tarihi bir sinema şeriti gibi seyircilerine ibret alınacak ince noktaları vererek, hayatını tanzim etme yollarını gösterir. Sözün kısası, Kur'ân-daki kıssaların asıl gayesi ahlâki ve terbiyevi oluşudur. Bunlar Kur'-ânın kendine hâs olan üslûbu ile anlatılmıştır. Bu kıssların böyle hususî bir üslûbla anlatılışından dolayı, bazı müellifler bunlarda edebî bir maksat aramaya çalışmışlardır. S. Sidersky (LesOrigines desîegendes musulmanes dans le Coran el les vies des Prophetes, Paris 1933) adlı eserinde, bu kıssaların edebî olarak Tevrat ve încillerden nakledilmiş olduğunu iddia etmiştir. Bazıları, bu kıssaların tarihi hakikatlere uyduğunu iddia etmekte, hatta bu kıssaların motif ve kaynaklarını Kur'ân dışında görmektedirler.
Kur'ânı Kerimde bazen bir kelimenin, bazen de, bütün bir âyetin tekraı ettiği görülür. Bunun sebebini vaziyet ve icabatta aramak lâzımdır. Bundan başka arap dili ve üslûbu bakımından da tekerrür lüzumlu bir keyfiyettir.
Arap dilinin ruhunu anlayamayan ve arap dilini kendi dillerine göre mukayese ve muhakeme eden bazı Avrupalı müsteşrikler, Kur'ândaki bu tekerrürleri lüzumsuz görmekte ve onların unsandırıcı ve bıktırıcı olduğunu söylemektedirler. Onların bu tarzdaki düşünceleri, Kur'ânm hakiki manasını kavrayamadıklarını ve onun yüksek edebi kıymetini idrak edememiş olduklarını gösteririr.
Mekkedeki Kureyş müşriklerinin Hz. Peygambere ve İslama karşı gösterdikleri mukavemet, husumet ve müslümanlara karşı yaptıkları fena hareketler herkesin malumudur. Onların putperestlik ve şirk hususundaki ısrarlarına cevap olarak verilen tenbih ve va'idlerin ehemmiyetini yükseltmek, ifade ye hükümlerin kuvvetini artırmak için kelime ve âyetlerin tekrarlanmasından daha tabii bir şey olamazdı. Zaten eski arap dili üslûbunda, bu şekilde tekrarlar mevcuttu. Kur'ânı Kerimde arapların ötedenberİ alışkın oldukları bu üslûbu daha güzel ve daha câzib bir şekilde devam ettirmiştir. Bu hususu Fransız müsteşriki Henri Masse'de kabul etmiş ve tekerrürün lüzumunu ve onun mantıki olduğunu ifade etmiştir.
Mesel kelimesi lugatta, şibih, nazir, delil, hüccet, bir nesnenin sıfatı halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir ki bunlara türkçemizde ata sözleri denir. bunların irad edilip söylenmesine de "darbı mesel" denir, çoğulu ise "emsal" dir.
Kur'ân’ı Kerimde, kelimeler hakiki manalarında kullanıldıkları gibi, bazen de mecazi manalarda kullanılırlar. Kelimelerin hakiki manalarında kullanılmış olmasında bir ihtilaf yoktur. Kelimelerin mecazi kullanılışına gelince hu hususta görüş ayrılıkları belirmiştir. İslâm âlimlerinin çoğunluğu, Kur'ânda mecazın varlığını kabul etmişlerdir. Fakat bir Şâfi'i âlimi olan. Ebu'l-Abbas Ahmed b. Ahmed et-Taberi (Ö. 335/946), bir Mâliki fakihi olan Huveyzmendâz {Ö. 400 seneleri), Zahiri mezhebinin kurucusu olan Dâvûd b. Alî b. Halef el-Isbahâni (ö. 270/883) ile oğlu Muhammed (Ö. 297/910) ve Mutezile fukahasın-dan olan Ebû Müslim Muhammed h. Bahr el-Isbahânî <Ö. 370/980) gibi zevat, mecazın kur'ânda olamıyacağını söylemişlerdir. Onlara göre nıecâz, yalanın kardeşidir. Kur'ân ise bu gibi şeylerden münezzehtir. Konuşan kimse, bir hakikati ifade etmek için sıkıntıya düşerse ariyet olarak mecazı kullanır. Böyle bir durum Allah için bahis konusu olamaz
Kur'âm Kerim âyetleri arasında ihtilaf ve tenakuz gibi görülen keyfiyetti', ki, aslında Allahm Kelâmında böyle bir hâlin mevcudiyeti bahis konusu olamaz. Çünkü Cenab-ı Hâk bu hususu bertaraf edecek şe-kiîde beyanda bulunmuştur.
Mücmel, lügat manasından da anlaşılacağı gibi, müphem bir lafızdır. Ondan ne murad edildiği anlaşılamaz. Mücmel olan âyette de manalar izdiham eder ve onlardan hangisi olduğu açılc bir şekilde belli olmaz. Manası kapalı bir şekilde olan âyetler Kur'anda mevcuttur. Dâvud ez-Zâhiri, mücmel âyetlerin Kur'anda varlığını kabul etmez. Kur'andaki mücmeller için umumiyetle şu sebebler bahis konusu edilebilir.
a) Kelimenin iki zıt manada birleşmesi: Meselâ, kelimesi hem gelen ve hem de geçen gece manasına gelir.
b) Zamirin mercii ihtilafı:
e) Atıf ihtimali veya istinaf sebebiyle:
d) Lafzın garabeti.
e) Lafzm çok kullanılmaması:
f) Takdim ve tehir
g) Asıl lafzın başka bir şekle kalbolması:
Mübeyyen ise: lügat manasından da anlaşılacağı üzere, açıklamak beyan etme manasınadır. Âyetjerdeki müştereklik, müşkil, mücmel, han gibi hususları açıklayan âyetlere de mübeyyen âyetler denir. Mübeyyen âyet veya lafız, kapalı, bir âyeti ya muttasıl veyahutta munfasıl bir şekilde tebyin eder.
Kur'ânı Kerimde, çeşitli manalarda kullanılan müşterek lafızların mevcut olduğu müşahede edilir. Bir kelimenin bir âyette ifade ettiği mana ile, yine aynı kelimenin diğer âyetlerde ifade ettiği anlamlar aynı olmamaktadır. İşte biz buna tefsir ilminde "vücûh" divoruz. Bunun aksine de, yani çeşitli birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine "Nczâir" denir. Kur'ânm iyi anlaşılması ve bilinmesi için, tefsir ilminde öğrenilmesi lâzım gelen mühim hususlardan biri de şüphesiz "vücûb ve Nezâir" dir.
Kur'ânı Kerimde sarih olarak isimleri zikredilmeyipte, ismi mevsul-ler veya zamirlerle zikredilen erkek veya kadınlar olduğu gibi, melek veya cin veyahutta bir topluluk veya kabile de olabilir. Bu gibi İsmi mevsullerin veya zamirlerin kime delalet ettiğini bilmek kolay bir şey değildir. es-Suyutî ve Katib Çelebinin nakline göre, bu mübhemât ilminin mercii sadece nakildir. Bu hususta re'y hiç bir mana ifade edemez, demektedirler. Bu konuda müstakil eserler meydana getirildiği gibi, tefsir kitablarında da bilgiler verilmektedir. Mübhemât hakkındaki bilgiler, nakle dayandığına göre, o haberlerin sağlam senetlerle, Peygamber, sahabe ve tâbiûna ulaşması gerekir. Sahih olan haberlerin yanında, belki ondan çok daha fazla mevzu haberlerin yer alması ve konumuza, isrâiliyât dediğimiz islâm dışı haberlerin girmesine müsait oluşu sebebiyle, kanaatımca bu konu, islâmda epeyce istismar edilmiştir. Biz burada konunun istismar edilişi yönünü değil de sağlam olarak bilinmesi lâzım gelen esasları üzerinde duracağız.
Evvela akla şöyle bir suâl gelebilir. Acaba, Kur'ânı Kerimde müphemlerin bulunmasının sebebi nedir. Bu hususu islâm bilginleri söyle ce-vaplandırmışl ardır.
a) Müphem olan husus, Kur'ânm, başka bir yerinde tekrar zikredilerek, onun aydınlatılmasıyle bir zenginlik elde etmek için:
b) Yakinen görülecek bir hale getirerek,
c) Müphemin gizlenmesinin maksadı, o müphemin atfedilmesini istemenin daha beliğ olduğunu göstermek için
d) Müphemin tayin edilmesinde büyük bir fâide umulmadığı için
e) Şahıs tayin edilse bile, hususiliğin zıddı ifade edilerek, umumiliği tenbih için :
f) îsim zikretmeksizin kâmil bir vasıf ile onu yüceltmek
g) Nakıs bir vasıfla, onu tahkir etmek için
Kur'ânı Kerim Allahm Kelâmı olması hasebiyle, mahlûk değildir. Bu görüşü ehli Sünnet âlimleri ittifaken kabul etmişlerdir. Zâten Islâmrn ilk asrında, Kur'ân mahlukmudur? yoksa gayrı mahlukmudur? Şeklinde bir mesele mevcûd değildi. Kur'ânın, Allahm Kelâmı olduğunu gösteren sarih âyetler varken, onun mahlukmû, yoksa gayrı mahhıkmu olduğu meselesi ilk devirlerde bahis konusu olamazdı. Âyet ve hadislerde de hu konuya temas edilmemekte idi. Şayet âyet ve hadislerde hu hususda bir delil olsaydı, kitâb ve sünnette diğer fırkalara nishetle daha fazla bağlı kalan ehli sünnet, o hükmü muhakkak yerine getirmekte acele edeceği şüphesizdi. Fakat II. cı asrın sonlarından itibaren ortaya çıkan ve III. asrın başlarında islâm âleminde geniş bir fikir mücadelesine yol açan ve birçok âlimin ezâ ve cefa görmesine, hatta katledilmesine kadar varan Halku'l-Kur'ân meselesi, Me'mûnun halife olmasıyla (198-218) mesele su yüzüne çıkmış, ilme karşı fazla muhabbeti olan bu zât, Mutezile imamlarının tesiri altında kalarak, Kur'ânın mahlûk olduğu görüşünü resmen ilân etmişti. Me'mun bu arada çeşitli muhaddis ve ve fakihleri, Kur'ânın mahlûk olduğu fikrini ikrara zorlamak için im-tahana tâbi tutmuş, ikrar etmeyenleri çeşitli işkencelere (mihhelere) maruz bırakmış, tanınmış bir çok ilim adamı bu işkenceler altında can vermişti. Bunlara en iyi örneği Ahmed b. Hanbel teşkil eder. Çeşitli ve uzun süren münazaralardan sonra, halku'I-kur'ân meselesinin din ve itikadla ilgili bir mesele olmadığı, Allah ve Rasulünün böyle bir şeyi emretmediği neticesine varmışlardı. Bu mesele, Mutezilenin bir hâkimiyet perestiji olarak el-Mutasım (218-227) ve el-Vâsık (227-232) devrine kadar devam etmiş, el-Mutevekkil (232-247) zamanında ise, halku'l-Kur'an meselesi yasaklanmış, tekrar, Kur'ânın mahlûk olmadığı Ehli Sünnet görüşüne dönülmüştür.
Mutezile çok serbest bir görüşle, Kur'ânın mahlûk olduğu neticesine varnmşlarsa da, bu meselenin çeşitli yönlerinde onlar arasında da görüş ayrılıkları meydana gelmiştir. Meselâ, Alîahı Kelâmı, cisim midir? cisim değilmidir? harfmidir? harf değilimdir? hâkimidir? Baki değilimdir? gibi daha pek çok hususlarda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Fakat bizzat el-Eş'arî, yazılı veya okunan Kur'ânın cevher itibariyle gayrı mahlûk olduğunu müdafaa etmesiyle Ehlî Sünnet akidesinin zaferi temin edilmiş oldu.
Umumiyetle Kur'ânı Kerimdeki lıitablar üçe ayrılır, a) Hazreti Peygambere olan lıitablar, b) Hz. Peygamberden gayirya yapılan hitablar, c) Her ikisine birden olan hitablardır. Bunlara ait örnekler hemen hemen lıer sahifede raslanacak kadar çoktur. Kur'anı Kerimde pek çok oîan hitablar kendi aralarında bir tasnife tâbi tutulacak olursa, bunlar 33 kısımda mütalaa edilebilir. Bunları daha açık bir şekilde an-hyabİlmek için örnekleriyle görelim.
1) Hitâb umumadır ve kastedilen umumidir (Yunus 44) Şüphesiz ki Allah insanlara hiç bir şeyle zulmetmez.
2) Hitâb hususidir ve bununla hususilik kastolunur ide 67) Ey Peygamber, Rabbmdan sana indirileni tebliğ et.
3) Hitâb hususidir, ondan umumilik kastolunur (et-Talak 1) Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit... Buradaki hitab Peygamber ise de, talak yapan herkese de câridir.
4) Hitâb umumidir, ondan hususilik kastolunur Ai Bu nev'in Kur'ânda mevcud olup olmaması hususunda
5) Cinse hitâb Ey insanlar şeklindeki pek çok olan hitab şeklinde, insan cinsi kastedilmektedir.
6) Neve hitâb
7) Zata hitâb Sibi hitaplar
8) Medh hitabı hitabı ekseriyetle, Mekkelilerden Medineli Muhacir ve Ensân ayırt etmek ve onları tebcil etmek içindir.
9) Zemm hitabı
10) Şeref verme hitabı
11) İhanet hitabı
12) Muhatabla alay etme hitabı
13) Tek bir lafızla çoğa hitab
14) Çoğul lafızla teke hitâb
15) İki lafızla (tesniye) ile teke hitâb
16) Tek bir lafızla ikiye hitâb
17) Tekden sonra çoğa hitâb
18) Hitâb zâtadır, fakat ondan zâtın gayri murad olunur.
19) Vâzu nasihat ve ibret hitabı
20) Şahsa hitâbdan sonra başkasına yönelmek
21) İltifat hitab
22) Akıllara bitâb gibi cansızlara hitâb
23) Tahrik hitabı
24) Gazab ve tehdid hitabı
25) Nefret hitabı
26) Meyi ve iştiyak hitabı
27) Muhabbet, sevgi hitabı
28) Âciz bırakma hitabı
29) Yalanlama hitabı
30) Hayıflanmak hitabı
31) Şereflendirme hitabı
32) Mevcûd olmayana hitâb
Kur'ânı Kerimde çeşitli sualler ve bunlara verilen çeşitli cevaplar vardır. Bunlar kendi aralarında bir tasnife tâbi tutulurlasa, 13 bölümde mütalaa edilebilir.
1) Sualin hemen akabinde cevap
2) Munfasıl cevap
3) Sualin cevabı muzmer olur
4) Suâlin zikrinden müeerred cevap
5) Bir suâle iki cevâp
6) İki suale bir cevap
7) Mahzûf cevab
8) Cevap, suale muttasıl olmayan bir fasla râci olur
9) Kelâmın zımnında olan cevap
10) Kelâmın nihayetinde olan cevap
11) Suale mütedâhil olmuş cevap
12) Vakte mevkuf cevâp
13)Nehiy Cevabı
Kur'ânı Kerimin faziletleri hakkında, Islâmi eserlerde geniş bilgiler verilmiş ve bilhassa hadis mecmualarında, bu konuya müstakil kitab ve bablar tahsis edilmiştir. Biz burada bu konunun bütün teferruatına girmeyecek, onun faziletine dâir bazı haberleii ve bu husustaki bazı çalışmaları nakletmekle yetineceğiz.
Kur'ânın faziletine âit, haberleri iki kısımda mütaalaa edebiliriz:
a) Kur'ânın bütününün faziletine âit hadisler,
b) Bazı muayyen sûre ve âyetlerin faziletlerine âit hadisler.
Ayetler ve sûreler arasındaki tenâsüb ilmi, şerefli bir ilimdir. Bazı müfessirler bu husus üzerine dikkatle eğilmişler ve âzemi gayreti göstermişlerdir. Bu hususa ehemmiyet verenlerden biri belki de en mühimmi olan Fahruddin er-Râzi tefsirinde: "Kur'amn inceliklerinin ekserisi, ayet-lerdeki tertiblere ve rabıtalara tevdi edilmiştir demek suretiyle bu işin ehemmiyetine işaret etmektedir.
Ayetler çeşitli zamanlarda ve çeşitli sebeblere binaen nazil olmakla beraber, aralarında öyle bir irtibat var ki, onlardan birini yerinden oynatmak mümkün değildir. Kur'ânın i'cazı bu yöne de teşmil edilebilir. Belagat ve ahenk bakımından Kur'ânm böyle bir insicama sahip olması, onun ebedi bir mucize olduğunun delilidir. Arapçada, kelimelerin teşkil ettikleri terkiplerin güzelliğini yaşatan ve ilelebet! Yaşatacak olan Kurbândır. Onun terkipleri gibi terkipler yapmak insan oğlunun kudretinde değildir.
Ayetler ve sûreler arasındaki münasebetleri incelemek çok ince ve çok dikkat edilmesi lazım gelen bir iştir. Bu sahada, kendilerini gösterebilen müfessirler, tefsirlerinde bu münasebetlere temas etmişlerdir. Ayetler arasında münasebet olmadığına kail olanlar eserlerinde bu hususa temas etmeyenlerdir. Bazı müsteşrikler de bu görüşü savunmaktadırlar.
Tefsir kelimesi veya taklib tarikiyle köklerinden gelmektedir, lügatte, tabibin hastabğı teşhis için bakmış olduğu az suya denir. Bu suyun bevl olduğunu söyleyenler de vardır, labibler bu suyu tetkik etmek suretiyle hastalıkların illetini bulurar. Bu manalardan başka, bu kelime beyân etmek, keşfetmek, izhâr etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi manalarda da kullanılmaktadır. kökü muhtelif anlamlara geliyorsa da, bu kelime, araplar arasında, kapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak ve işrâk gibi manalarda istimal edildiği görülü. Meselâ (kadın yüzünü açtı) manasına gelir.
Bu iki kelimenin mana bakımından benzerlikleri ve arap dilinde mevcûd olan taklib sanaâtı da göz önüne alınacak olursa, tef'il babından olan tefsir kelimesinin, bu iki kökten de iştikak etmesi mümkündür. Böyle olmakla beraber bu iki kelime arasında bazı ince farkların bulunduğu görülür, Emm el-Hûlî, "Fesere ve sefere her ikisi de keşif manasınadır. Kelimesinde zahiri maddî bir keşif, kelimesinde ise mânevi bir keşif görürüz ve bunlardan gelen tef'il babı ise manayı keşif ve izhârdır" demektedir. Tefsir kelimesi eski felsefî ve ilmî eserlerin açıklamşı ve izahı olarak ta kullanılır. Istılah olarakta, müşkül olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir. diye tarif edilir. Bu kelime ulemâ Örfünde, Kur'ânı Kerimin manalarını keşf ve onda olan müşkül ve garib lafızlardan kastedilen şeyi beyân gibi bîr manada kullanılmışsa da bu, ilmî bir anlam olarak sadece Kur'âna tahsis edilmemiş, diğer ilmî sahalarda da kullanılmıştır.
Te'vil kelimesi kökünden gelmektedir. Geri dönme (rucu') manasınadır. Tef'il babı ise, açıklamak ve beyân etmek gibi bir manaya da gelir. Istılah olarak, zahiri mutabık olan iki ihtimalden birine reddetmektir.
Tefsir ve te'vil kelimeleri muhtelif zamanlarda biribirlerinin yerleri ne de kullanılmışlardır. Tefsir kelimesi ıstılah olarak te'vilden daha evvel kullanılmıştır. İslâmm ilk asrında tefsir ve hadisten başka ilimler şüyu bulmadığından tefsir kelimesi bu ilimlere tahsis ediliyordu. Terceme devri ile bu ilimler tedvine başlanıp, muhtelif ilimler islâmiyete girince bu kelime diğer İlimlerde de kullanılmaya Başlanmış. Te'vil kelimesi ise, Kur'ânı ve ondaki fikirleri müdafaa devrinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime Kur'ânı Kerimde bir çok yerde başka başka anlamlarda geçmektedir. et-Taberi de bu kelimeyi tefsir yerinde kullanmıştır. Bu bir tevâzuun ifadesi olabilir. Bazıları, tefsir ile te'vil kullanılış bakımından aynıdır demişlerse de, bunlar aynı şey değildir ve tefsir te'vilden daha umumidir
Tefsir ekseriya lafızlarda, te'vil ise manalarda kullanılır. Meselâ rüya te'vili gibi, te'vil ekseriya ilahiyat kitabîarında, tefsir ise bu kitablarda kullanıldığı gibi, bunların gayrında da kullanılır. Te'vil umumi ve hususi olarak ta kullanılabilir. Meselâ, küfür kelimesi umumi olarak mutlak inkâr manasına kullanıldığı gibi, hususi olarak Allalu inkâr manasına, imân kelimesi de mutlak tasdik manasına kullanıldığı gibi, hususi olarakta, hak dini tasdik etmek manasında kullanılır.
Tefsir ve terceme arasındaki farkları belirtmek için, bu kelimelerin lügat Ve ıstılah manalarını iyi bilmek icâb eder. Tefsir kelimesinin anlamım daha önce görmüştük. Şimdi de terceme kelimesi üzerinde duralım. Terceme kelimesi lügatte çeşitli anlamlar taşır. Bu kelimenin kökü dört harfli (rubai) fiilidir. Nedense el-Cevheri, bu kelimenin üç harfli (sülâsi) den geldiğini söylemektedir. Bu görüşe bazı filologlar itiraz etmişlerdir. Lugât kitabları genel olarak terceme kelimesini "bir kelâmı, bir dilden başka bir dile çevirmek" gibi bir manaya alırlarsa da, bu kelimenin bundan başka manaları da vardır.
a) Terceme kelimesi bir "bâbâ" unvan koymak manasına gelir.
b) Bir kimsenin hayatını anlatması manasına kullanılır. Dilimizde kullandığımız, terceme-i hâl bu anlamdadır.
c) Kendisine ulaşmıyan kişiye sözü tebliğ etmek.
d) Bir sözü söylendiği dilde tefsir etmeğe de terceme denir. Meselâ, İbn Abbas hakkında Hz. Peygamberin "O, Kur'anın tercümanıdır" sözü bu tarifimize en iyi örnek teşkil eder.
e) Bir sözü kendi dilinden başka bir dile tefsir edip açıklamaya da terceme denir. el-Bagavî ve Ibn Kesir tefsirlerinde "terceme kelimesi arab dilinde, dil ister aynı isterse ayrı olsun, tebyin manasında kullanılır" demektedirler.
f) Sözü bir dilden diğer bir dile nakletmeğe terceme, bu sözü nakledene de tercümandenir. Bu gün kullandığımız terceme kelimesi buradaki manaya tahsis edilmiş gibidir.
Terceme kelimesinin ıstılahtaki manası "Bir kelâmın manasını diğer bir lisânda dengi bir tâbir ile aynen ifade etmektir. Terceme aslın manasına tamamen mutabık olmak için sarahatta, delâlette, icmalde, tafsilde, umumda, hususda, ıtlakta, takyitte, kuvvette, isabette, hüsnü edada, üslûbu beyanda, hâsılı ilimde, sanatta, asıldaki ifadeye eşit olmak iktiza eder. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir anlatış olmuş olur. Hâlbuki muhtelif lisanlar beyninde hutûtu müştereke nekadar çok olursa olsun, her birini diğerinden ayıran bir çok hususiyetler de vardır. Onun için lisânı hususiyeti olmayıp, sırf akıl ve mantığa hitaben yazılan kuru ve fenni eserlerin ilmi kabiliyeti terakki etmiş olan lisanlara, hak-kiyle tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da, hem akla hem kalbe yahut yalnız zevk ve hissiyata hitâb eden ve lisân noktasından edebî kıymeti ve sanaat zevkine hâiz bulunan canlı ve bediî eserlerin terceme-lerinde muvaffakiyet görüldüğü nâdirdir. Demek oluyor ki, bir dilden diğer bir dile terceme yapılırken, kelâmın bütün mana ve maksatlarına itina gösterilmesi icâb etmektedir.
Terceme iki kısımda incelenebilir.' Harfi veya lafzî terceme, Manevî veya tefsiri terceme.
1) Harfî veya lâfzî terceme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen veya diğer bir deyimle mürâdifi müradifinin yerine koymağa benzeyen tercemedir. Harfî tercemeyi yapan kimse, terceme yapacağı metindeki her bir kelimeyi ele alıp, her yönden onun yerine geçebilecek diğer dildeki lafızları gözden geçirmesi gerekir ki, ekseriye bu şekildeki terceme, asılda kastedilen manayı aksettirmekte güçlük çeker.
2) Tefsiri terceme: Nazımda ve tertibinde aslına benzemesi gözetilmeyen tercemedir. Bu tercemedeki gaye, metindeki mana ve gayelerin güzel bir şekilde ifade edilmesidir. Bu tercemeyi yapan kimse, cümîc-nin delalet ettiği manayı diğer dilde de aynı şekilde İfade edecek bir şekilde anlatmasidır. Görüldüğü gibi, tefsiri terceme, harfî tercemc gibi zor değildir ve ondaki ağır şartlan ihtiva etmemektedir. [52] Zamanımızdaki tercemelerde daha ziyade tefsiri tercemeye itimat edilmiş ve bu terceme şekli daha üstün tutulmuştur.
Terceme hakkında verdiğimiz şu kısa bilgiden sonra, Kur'anın tercemesi yapılabilir mi? İslâm âlimleri arasında bu hususta çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kur'ânı Kerimin terceme edilebileceğini söyleyenlerin maksadı, onun tefsiri tercemeleridir. Çünkü tercemedeki noksan ve eksiklikler Kur'anın metnine değil, mütercimlerine, müsamaha ve noksanlıklarına hamledilir. Bu sebebden tercemenin yanına metnin aslı da konur. Yoksa Kur'ân terceme edilebilir, diyenler asla harfi tercemeyi kastedmemişlerdir. Kur'ânın harfi tercemesinin yapılamıyacağma islâm âlimleri icma' ile ittifak halindedirler. Çünkü harfi terceme bir ib-dalden ibarettir. Asi ile bedel birbirinin aynı olmalıdır. Bedel, aslın , kapsadığı şeyleri aynen içine almalıdır. Böyle bir şey vahy-i İlâhi olan Kur'ân için bahis konusu olamaz. Eğer Kur'ân terceme edilebilseydi-ki bu muhaldir. Çünkü âyette ins ve cin bir araya gelse onun benzerini meydana getiremezler, buyurulmaktadır. Kur'anın belagat hususiyetleri ve i'câzı kaybolurdu.
Kur'ân Kerimin zengin olan avrupa lisanlarına yapılan tcrcemeleri bile, asıl manayı ifade etmekten çok âcizdirler. Bu hususu bizler değil, bizzat tercemeyi yapan avrupah müsteşrikler itiraf etmektedirler. Cenevre Üniversitesi profesörü ve fahrî Rektörü Edouarcl Montet, Yaptığı fransızca Kur'ân tereemesinin mukaddimesinde, hu hususu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir. "Sûreler hakkında ileri sürdüğümüz bir çok meseleler hususunda ne hüküm verilirse verilsin, arapça olarak Kur'-ânı bilenlerin hepsi, hu dini kitabın güzelliğini, üslûbunun son derecedeki mükemmeliyetini tebcil etmekte müttefik olacaklardır ki, avrupa dillerindeki bütün tercemeler, bu mükemmeliyeti hissettirip ifade etmek imkânından mahrumdurlar.[
Terceme ile tefsir arasında ez-Zerkâni dört farkın olduğunu söylemektedir
1) Terceme sİgasi müstakil bir sigâdır. Aslından müstağni olunup, tercemenin aslın yerine geçmesi düşünülebilir. Halbuki tefsir böyle değildir. Tefsir asi ile irtibatını kesmez. Eğer tefsirle irtibat kesilmiş olsaydı, söz bozulur veya bâtıl olurdu. Bu arada mana da doğru ifade edilmemiş olurdu,
2) Tercemede istidrat yapmak caiz olmadığı halde, tefsirde bu işi yapmak caizdir, hatta bazen vâcib bile olur. Bu da. terceme ile aslın bir birine benzer olmasının zaruriliğini ifade eder. Terceme, fazlalıksız ve noksansız olarak, tam bir vukufla aslına uygun olması bir zarurettir. Tefsir ise böyle değildir. Çünkü o, aslın bir beyânı ve tavzihidir. Bu beyan ve tavzihler, istidratta müfesseri çeşitli mezheplere sevketmeyi iktiza eder. Bu da va'z olunduğu manadan başkası kastedildiğinde lugatçılarm şerhlerinde, İstılahların izahında ve delillerin serdedilmesinde görülür.
İşte Kur'ân tefsirlerinin ekserisi, Iugât ilimleri, akâid, fıkıh ve fıkıh usûlü, nüzul sebebîeri, nâsih ve mensûh, tabii ve içtimâi ilimlerin çeşit ıstidratlan ihtiva etmelerindeki sır budur. Hata edildiğinde, asim hatası üzerine yapılan tembih, bu istidradın yöıılerindcndir. Keza »unu ilmi eserlejin şerhlerinde de mülâhaza edebiliriz. Böyle bir şeyi tercemede görmemize imkân yoktur. Eğer tercemede böyle bir şey görseydik, emanetin vücûbundan ve terceme inceliğinden dışarı çıkılmış olurdu.
) Tcrcemc, örf cihetinden aslın bütün manalarına ve maksatlarına uygunluk manasını tazammun eder. Tefsir için böyle bir durum yoktur. Yukarıda zikredüdiği gibi tefsir ancak izah Üzerinde dnrur. Bu izah ister icmali ister tafsili, ister bütün manaları kaplasın, isterse bazılarını İhtisar etsin, müsavidir, Halbuki terceme ne fazla ve ne de noksan aslın manasını aynen nakleder, Bu ise tefsir kifayet etmiyebilir.
4) Terceme, örf yönünden mütercimin naklettiği maksat ve manaların, asıl sözün medlulü olduğuna ve söz sahibinin bunu kasteddiğine İtminan tazamimin eder. Halbuki tefsir böyle değildir. Eğer müfessirin yanında deliller çok olursa böyle bir itminanı verebilir. Deliller az olursa susar ve bir tercihde de bulunamaz. Bazen bir kelime veya bir âreyi anlamaktaki aczini bildirerek "söz sahibi kendi maksadını daha iyi bilendir" der. Bilhassa bunlar sûre başlarında ve müteşâbih âyetlerde daha çok görülür.
Terceme asim aynı olduğuna göre, zamanımızda da bazı asıllar unutulup tercemeler onların yerine kâim olmaktadır. Ekseriya aslın, tercemesindeki, terceme lafzı hazfedilip, terceme bir asdmış gibi gösteriliyor. Meselâ, muhtelif dillerdeki Tevrat ve İncil tercemeleri gibi. Böyle bir şey tefsirde mümkün değildir. Burada tercemenin aksine asıl lafız düşebilir. Fakat tefsir lafzı asla düşmez.
Kur'ânı Kerimin tam bir tercemesi yapılamıyacağına göre, onun sadece aslına yakın bir şekilde, biraz noksanıyle ifade etmeğe, yani tefsiri tercemesini yapmağa, Kur'ânın tercemesi demekten kaçınılmış, terceme sözü yerine meal lafzı kullanılmıştır. Meal kelimesi kökünden mimli masdardır. Bir şeyin varacağı yer ve gaye manasına mekân ismi de olur. Bir şeyin koyulaşıp katı hale gelmesine de meal denir. Istilahda ise, bir sözün manasının her yöniyle aynen değil de, biraz noksanıyle ifade edilmesine meal denir. İşte Kur'ânı Kerimin tercemesi için kullanılan meal kelimesi, onu aynen terceme etmeye imkân olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin nıevcûd olduğunu belirtmek içindir. Arapça bilmeyen müslümanlara, mümkün, mertebe Allahm Kelâmını kendidilleriyle anlatmak ve muslüman olmayanlar arasında islâmı yaymak için Kur'ânı Kerimin tercemesi zaruridir. Salahiyetli veya salahiyetsin şahısların yaptıkları tercemelerde, fahiş hatalar yapıldığı göz Önünde bulundurulacak olursa, müslümanlar tarafından doğruya en yakın hir şekilde, Kur'ânm bütün dillere tercemesi şartı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun da salahiyetli heyetler tarafından yapılması gereklidir.
Kur'anı Kerim tefsirinde, sahabe ve tabiilerden itibaren. bir çok ihtilaflar olduğu sabittir." Peygamberin eshahma Kur'ân lafızlarını beyân, ettiği gibi, manalarını da açıkladığını bilmek vâcib olur. Bu bakımdan sahabe, Peygamberden on âyeti ilim ve amel bakımından öğrenmedikçe diğerlerine geçmezlerdi.
Tefsirdeki ihtilaf iki nevidir. Birinin dayanağı sadece nakildir, diğeri ise naklin gayrı ile bilinir. İlim ise ya musaddak bir nakildir veya tahkik edilmiş bir istidlaldir. Nakil ise ya masum bir zattan gelir veya masum olmayandan. Birinci nevide sahih ve zayıfı bilmek mümkün olur, bu takdirde yapılacak bir şey yoktur. Yahutta sahih veya zayıfı bilmek mümkün olmaz. O takdirde bunları tasdik etmek mümkün olmaz. Onun üzerinde araştırma yapmanın faydası yoktur. Meselâ ehli Kehfin ahvali gibi, bu hususta Peygamberden sahih bir haber varsa makbuldür. Ya ( kısa merdudur. Hz. Peygamberden, tefsir, hadis, ahkâm ve magâzi husus-sunda nakledilmiş sahih haberler boldur. Burada bir ihtilaf bahis konusu değildir. Asıl ihtilaf, istidlal yoliyle gelen haberlerin bilinememesindedir. Hataların ekserisi burada görülür. Daha sonra gelen müfessirlcrden bir kısmı, evvela manalara inandılar sonra onun üzerine Kurbânın. lafızlarını hamlettiler. Diğer bir kısmı ise, ne konuşanın, neinmiş olanın ve ne de onun muhatabını nazarı dikkate almaksızın, mücerret Kur'ânı kendi konuştukları arapçaya ve tâbirlere, murat ettikleri şeyleri sevkederek tefsir ettiler. Birinciler delâlet ve beyan bakımından Kur'ân lafızlarının müstahak olub olmadığına bakmaksızın, sadece manayı şevkettiler. Diğerleri ise, kelamın siyakına ve nıütekellimin muradına bakmaksızın, arabın indinde câız görülen şeyi, caiz görüb mücerret lafza tâbi oldular. Evvelkiler Kur'ânı tefsir ederken manalarda hata yaptıkları gibi, bunlar da birçok lafızlarda galat yaptılar. Birincilerde mana, ikincilerde lafız ön plandadır. Birinciler iki sınıftır. Onlar bazen bir şeye delalet eden Kur'ân lafzını selbederler, bazen de, onu delalet etmİyen veya murat edilmeyen Şey üzerine hamle derler. Bu iki halde de mana bâtıl olmuş olur. Onlar delil ve medlul de hata etmişlerdir. Bid'at, hevâ ve heveslerine kapılmış aıteler gibi ki, onlar, dalalet üzere ittifak etmiyen mutedil bir ümmete muhalif mezheb oldular. İşte bunlar, Kur'ânı kendi görüşlerine göre tevi1 etmeye kalkıştılar. Onlar bazen, âyetlerle mezheblerine delil getiriyorlar. Halbuki âyetlerin delaletle bir alakası yoktur. Bazen de mezheb-e muhalif olanları te'vil ediyorlar ve kelimelerin yerlerini oynatıyorlar. Tefsİrlerindeki butlan açık bir şekilde birçok yönlerde kendini
Bazıları da medlulde değil de, delil de hata ederler. Bunun misali de bazı sofilerde ve fakilılerde görülür. Kur'ânı sahih bir mana ile tefsir ederler, fakat Kur'ân vermek istedikleri bu manaya delalet etmez. Şu zikredilen umumi ihtilaflardan sonra, müfessirler arasında mevcut ihtilafın sebeblerini .şöylece sıralayabiliriz:
1) Kıraat ihtilafları: Bir âyet hakkında sahabeden muhtelif iki tefsir gelirki, bu da ihtilaf gibi addolunursa da hakikatte bir ihtilaf yoktur.
2) İ'rab yönlerindeki ihtilaf:
3) Kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı:
4) Lafzın iki veya daha fazla manada iştiraki:
5) Itlak ve takyit ihtimali:
6) Umum ve husus ihtilafı:
7) Hakikat ve mecaz ihtimali:
8) Kelimenin ziyadeliği ihtimali:
9) Hükmün mcnöûh veya muhkem olma ihtimali:
10) Hz. Peygamber ve seleften gelen tefsir rivayetlerinin ihtilafı:
1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı
Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müstemirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Araplar, takip edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı kelimeyi kullanmışlardır.
Sünnet, Hazreti Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur. Gerek usûlcülerin ve gerekse hadîsçilerin ıstılahında es-Sunnetu'l- Kavliyye (kavlî sünnet) de denilen söz, Hazreti Peygamberin herhangi bir mesele hakkındaki şifahî beyanından ibaret olup işitmeye müteallik olması dolayısıyle sahabînin (Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu) yahut (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu işittim) gibi ibarelerle naklettiği hadîsleridir.
es-Sunnetu'l-Fi'liyye (fiilî sünnet), Hazreti Peygamberin, namaz, oruç, hac, zekât vb. çeşitli ibadetlerindeki davranışlarına âit sahabe tarafından görülüp nakledilen haberlerdir ve görmeye müteallik olması dolayısıyle sahabîler tarafından görülen fiilerdir.
es-Sunnetu't-Takrîriyye (takrîrî sünnet) ise, huzurunda sahabî tarafından söylenen bir sözü, veya işlenen bir fiili, Hazreti Peygamberin reddetmeyip sükût etmesi, yahut onu güzel karşılaması ve tasvîb etmesiyle oluşan sünnettir. Her ne kadar Hazreti Peygamber tarafından işlenmemiş bir fiil olsa bile, herhangi bir sahabînin işlediği fiilin, onun tarafından tasvîb görmesi veya güzel karşılanması, sahabînin o fiili naklederek ondan haber vermesiyle, o da sünnet vasfını kazanmış olmaktadır.
3. Hadîs ve Sünnet Arasındaki Fark
Hadîs kelimesi, umumiyetle Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması tarafından kelimenin delâlet ettiği manâ yönünden bazı farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Buna göre, bazı usûl ulemasının tarifinde hadîs, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur ki, bu manâsıyle kelime, aynı manâda kullanılan sünnetin karşılığıdır. Bazı hadîs uleması ise, hadîs lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine değil, sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen mevkuf ve maktu haberlerede ıtlak etmişlerdir; bu bakımdan kelime, haber'm. de müradifidir. Bazıları ise, yukarıda işaret olunduğu üzere, hadîsi yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözlerde kullanmışlar, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu takdirde hadîsle haber arasında belirli bir farkın bulunduğu kolayca anlaşılır.
4. Haberin Lügat ve Istılah Manâsı
Lügat yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden nakledilen sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul olanlara mühaddis denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle uğraşanlara ahbârî denilmiştir.
1. Mütevâtirin Lügat ve Istılah Manâsı
Mütevâtir, lugatta tetâbu etmek, yâni arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek ve birbirinin peşisıra gelmek manâsında kullanılan tevâtür'den ism-i faildir. Arap dilinde vâtertu'l-kitâbe denir ki, "birbiri arkasına mektup gönderdim" manâsındadır. Şu var ki, bu manâda, gönderilen iki mektup arasında fetret bulunduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Nitekim vâtere's-savme denildiği zaman, bir kimsenin devamlı oruç tuttuğu anlaşılırsa da, bu orucun gün aşın veya iki gün ara ile, fakat devamlı olarak tutulduğu kasdedilmiş olur.
2. Mütevâtir Haberin Şartları ve Tarifi
Mütevâtir, yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız, ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın, yine kendisi gibi bir kalabalıktan rivayet ettiği haberdir.
Mütevâtir Haberin Şartlarım Şöylece Sıralamak Mümkündür
a) Mütevâtir haber, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.
b) Öyle bir kalabalık ki, ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız ittifak etmeleri mümkün değildir.
c) Herhangi bir nesilde veya tabakada, bu kalabalığın sayısında azalma olmamalıdır. Ancak sayıda artış, haberin doğruluğunu teyîd eder.
d) Haber, menşeinde onu nakledenlerin "görme" veya "işitme" fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır; başka bir ifade ile menşei aklî kazıyyeye müstenid olmamalıdır.
3. Mütevâtir Haberin Çeşitleri
İsnadın başında olsun, ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir hadîsin lafzan, yukarıda tarifi yapılan kalabalık tarafından rivayet edilmesidir. Mütevâtir lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Sahabeden itibaren her tabakada sayılamayacak kadar çok sayıda müslüman tarafından okunup kendilerini takip eden nesillere nakledilmiş ve bu nakil esnasında tek bir harfinde bile değişikliğe uğramadan zamanımıza kadar gelmiştir. Hadîsler arasında da bu şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır.
Kelimenin manâsından da anlaşıldığı gibi, lafzî mutabakatı olmayan, fakat manâ ile rivayet edilen hadîslerdir. Maamafih, lafzî mutabakat olmasa bile, bu hadîslerde de yalan üzerinde birleşmeleri ihtimal dâhilinde olmayan kalabalık bir cemaatin rivayeti şart koşulmuştur. Ancak böyle hadîslerde tevatür derecesine ulaşan husus, hadîsin aslıdır, yahut özüdür
1. Ahâdın Lügat ve Istılah Manâsı
Âhâd, lugatta, "bir" manâsına gelen ve bir şeyin sayısına delâlet eden ahad veya vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise, tevatür derecesine ulaşmayan veya mütevâtir olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhıd (bir kişinin haberi) denir ve bir kişi tarafından rivayet edilen haber kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi tarafından rivayet edilen haberlerdir.
Ahâd haberler, her tabakada onları nakleden râvilerin sayısına göre meşhur, azîz ve garîb olmak üzere üç kısma ayrılırlar.
Meşhur, lügat yönünden şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelirse de, hadîsçiler arasında, ıstılah olarak daha farklı bir manâda kullanılmış ve en az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine erişmeyen hadîslere denilmiştir. Meşhurun bu tarifi, bazı fıkıh ulemâsına göre musteftz denilen hadîsleri tanıtır; çünkü bu kelimenin kökü, bir kaptan dökülen suyun yayılmasını anlatmak için kullanılmış ve fâza'l-mâ'u yeftzu feyzan denilmiştir. Bununla beraber, meşhurla mustefîz arasını ayıranlar da vardır ve bunlar, nıustefîzı, başından sonuna kadar ikiden fazla isnadı olan hadîslere tahsis ettikleri halde, başında bir râvisi olsa bile sonradan şöhrete ulaşan hadîslere de meşhur demişlerdir.
Azîz, lugatta "bir adam azîz ve şerif olmak ve bir kimse zelîl iken kaviy ve zî kudret olmak" manasınadır. Hadîs ıstılahında ise, Azîz, bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle kuvvet kazanması ve azîz olmasıdır.
c) Garîb Haberler ve Çeşitleri
Garîb, lugatta yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse demektir. Hadîs ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kalmış, yahut benzeri başka râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.
Ferd, lügat yönünden bir, tek, veya çiftin yarısı manâsına gelir. Hazâ ferdun (bu ferddir) denildiği zaman, onun, yegâne, yekdâne olduğu anlaşılr Hadîs ıstılahında ise, ferd, gerek lügat yönünden ve gerekse ıstılah yönünden garıb'in müteradifidir.
Ferd-i nisbî, garabetin senedin ortasında olması halinde ortaya çıkan haber çeşididir. Nisbî denilmesi, haber aslında meşhur olsa bile, teferrüdün belirli bir şahsa nisbetle vukubulması dolayısıyledir. Haberin meşhur olması ise, kendisinde teferrüd etmiş râvileri bulunmayan şâir turuk yönündendir.
SIHHAT YÖNÜNDEN HABER ÇEŞİTLERİ
1. Sahîh Hadîsler ve Çeşitleri
Makbul hadîs çeşitlerinin başında yer alan sahîh, adalet ve zabt sıfatlarını hâiz olan râvilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîslerdir.
1.Sahîh hadîsin râvileri âdil olmalıdırlar.
2. Sahîh hadîsin râvileri zabıt olmalıdırlar.
3. Sahîh hadîsin isnadı muttasıl olmalıdır.
4. Sahîh hadîs şâz olmamalıdır.
5. Sahîh hadîs muallel olmamalıdır.
Kendi şartlanyle sahîh olan ve sıhhat yönünden en üst derecede bulunan hadîstir. Yukarıda da açıkladığımız gibi, râvileri âdil ve zabıt, isnadı da muttasıl olup şâz ve illetten salim bulunan her hadîsin sahîh olduğu gözönünde bulundurulursa, sıhhat için gerekli olan şartların, râvilerde adalet ve zabt, isnadda ittisal, hadîste de şüzûz ve illetten selâmet sıfatları olduğu kolayca anlaşılır.
Bir hadîs râvisinin zabtında bulunan kusur, yahut zayıflık, o ravi tarafından rivayet edilen hadîsin sahîh olarak tavsif edilmesine engel olursa, bu takdirde o hadîs, diğer sıhhat şartlarının tam olması halinde, hasen olarak isimlendirilir ve aşağıda da açıklanacağı üzere, sahîh hadîs derecesinin altındaki bir dereceye iner. Râvisinin zabtındaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan bir hadîs, başka bir sahîh isnadla rivayet edilecek olursa, hasen hadîs râvisindeki zabt kusuru, diğer rivayetle telâfi edilmiş ve sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselmiş olur. hasen iken, başka bir isnadla da rivayet edildiği için sahîh derecesine yükselmiş olması dolayısıyle ona sahîh li-gayrihi denilmiştir. Böyle bir hadîs, kendi şartlarıyle sahîh olan ve sahîh li-zâtihi denilen hadîsin dûnundadır.
2. Hasen Hadîsler ve Çeşitleri
Lügat yönünden "güzel" manâsına gelen hasen kelimesi, hadîsçilerin ıstılahında, sahîh ile zayıf arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın olduğu için makbul hadîsler arasında sayılan bir hadîs çeşidinin adıdır
Şâz olan hadîsin mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, rivayetin çokluğu ve buna benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir. Böyle bir hadîsin râvisi sika da olsa, kendisinden daha üstün durumda olan ve daha fazla isnadla gelen diğer râvilerin rivayetlerine muhalif rivayeti, muhalif olan bu rivayetin terkini, diğerlerinin rivayetlerinin tercihini gerektirir
Münker veya şâz merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.
Ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, mu'cem ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında tetkike tâbi tutularak aranması neticesinde, o hadîsin, teferrüd eden râvisinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyhlerden birinden de rivayet edildiğinin görülmesi halinde, mutâbe'at ortaya çıkmış demektir. Bu manâya göre mutâbe'at, şeyhinden rivayetiyle tek kalmış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir.
Hadîs ilminin önemli konularından biri olan nesh, birbirine zıt manâlarda vârid olan iki hadîsin cem ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğuna hükmedilen bir iptal keyfiyetinden, yâni biri ile getirilen hükmün, diğeri ile getirilen hükme tatbikat yönünden son vermesinden ibarettir,
Lugatta nesh, nakil, izale ve iptal manâlarına gelir. Nitekim denildiği zaman, kitap içinde bulunan yazıyı aynen başka bir yere kopye edip yazmak, nakletmek manâsı anlaşılır. Yahut denilir ve rüzgârın bütün âsârı, yâni kalıntıları alıp götürdüğü kasdedilmiş olur. Bunun gibi, denilir ve güneşin gölgeyi giderip onun yerine kendi ışığını bıraktığı anlaşılır.
Kur'ân ve sünnetin menşei gözönünde bulundurularak çeşitli şekillerde neshin vukuu mümkün görülmüştür. Bu şekilleri şöylece sıralayabiliriz:
1. Kur'ân âyetinin yine bir Kur'ân âyeti ile neshedümesi;
2. Kur'ân âyetinin sünneti neshetmesi;
3. Sünnet (hadîs) in sünnet (hadîs) i neshetmesi;
4. Sünnetin Kur'ân âyetini neshetmesi.
Hadîslerde Neshin Vukuu Çeşitleri
1) Bunlardan en açık olanı, örneği Müslim'in Sahîh'inde de görüldüğü gibi, onun nâsih olduğunun hadîs metninden anlaşılanıdır. Hazreti Peygamber bir hadîsinde şöyle buyurmuştur:
"Sizi kabirlerin ziyaretinden menetmiştim; onları ziyaret ediniz; zira kabir ziyareti âhıreti hatırlatır"
2) Bir hadîsin nâsih olduğu, hadîs metninden anlaşıldığı gibi, bazen de hadîsi Hazreti Peygamberden rivayet eden sahabînin, iki zıt hadîsten muahhar olanı belirtmesiyle anlaşılır. Bu konuda bir örnek, Câbir îbn Abdullah'ın, Sünen sahipleri tarafından da nakledilen şu sözüdür:
"Hazreti Peygamberin (ateşte pişirilmiş şeylerin yenilmesi halinde abdestin yenilenip yenilenmeyeceği hususunda) iki emrinin sonuncusu, abdestin terki, (yâni yenilenmesine gerek olmadığı) şeklinde idi.
3) Bazen de nâsih, birbirine zıt manâda gelen hadîslerin vürûd tarihlerinin bilinmesiyle anlaşılır. Bu konuda gösterilebilecek bir örnek, Şeddâd İbn Evs hadîsi ile Abdullah îbn Abbâs hadîsidir. Şeddâd, Hazreti Peygamberden şu hadîsi rivayet etmiştir: « "Hacamat yapan da yaptıran da oruçlarını bozmuş olurlar" İbn Abbâs ise, rivayetinde 'Hazreti Peygamberin oruçlu ve ihramlı iken hacamat yaptırdığını" bildirmiştir.
Şeddâd İbn Evs ve İbn Abbâs'm haberleri arasındaki zıtlık açıkça görülmektedir. Hazreti Peygamber, Şeddâd rivayetine göre, oruçlu iken hacamat yaptırmayı, yâni kan aldırmayı menetmiş, hem hacamat yaptıranın, hem de yapanın oruçlarının bozulmuş olacağını bildirmiş iken, îbn Abbâs'tan gelen diğer rivayette, Hazreti Peygamberin bizzat kendisinin, oruçlu olduğu halde hacamat yaptırdığı açıklanmıştır. Her iki hadîs de sahîhtir; ancak cem ve telifleri mümkün olmadığı gibi, herhangi birisinin diğerine tercihi de mümkün değildir. Bu durumda, aralarında bir nesh keyfiyetinin bulunduğuna şüphe yoktur. Şu var ki, bu iki haberden hangisinin nâsih, hangisinin mensûh olduğunu tesbît etmek gerekir. Zira hadîs metinlerinde buna delâlet edecek herhangi bir işaret yoktur. Bu da ancak, haberlerin vürûd tarihlerinin tesbiti ile mümkün olabilir.
4) îki zıt hadîs arasında neshin bilinmesi, bazen de icmâ yolu ile mümkün olur. Şüphesiz icmâ'm neshedici bir vasfı yoktur. Bununla beraber, ulemânın, bazı karinelere istinaden, iki zıt haberden birinin nâsih, diğerinin mensûh olduğu görüşü üzerinde ittifak etmeleri, neshin bilinmesinde yardımcı olabilmektedir. Ebû Dâvûd ve et-Tirmizî tarafından nakledilen bir Mu'âviye hadîsi buna bir örnek teşkil eder. Bu hadîste şöyle denilmiştir:
"Her kim sekir verici içki içerse, onu sopa (celde) ile dövünüz. Eğer dördüncü defa yine içmeye devam ederse, öldürünüz".
Et-Tirmizi ise, Câbir'den gelen bu rivayetin akabinde "Hazreti Peygambere dördüncü defa içki içmiş bir adam getirildiğini, Peygamberin onu dövdüğünü, fakat Öldürmediğini" ilâve etmiş, aynı zamanda öldürülmeyeceği hususunda icmâ hâsıl olduğunu belirtmiştir.
Reddedilmesi gereken hadîslere delâlet etmek üzere, makbulün mukabili olarak genel manâda kullanılan bir tabirdir. İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan ve âhâd denilen haberler, ya makbul, ya da merdûd olurlar.
2. Haberin Merdûd Olma Sebepleri
Bir haberin merdûd olması, genel olarak iki sebebe dayanır. Bu sebeplerden biri isnadla ilgilidir ve isnaddan bir veya daha fazla râvinin düşmesiyle haber merdûd olur. Yahutta isnadı oluşturan râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır.
3. İsnadda İnkıta ve Munkatı Hadîs Çeşitleri
İnkıta, isnad zincirinden bir veya birden fazla râvi halkasının düşmesiyle isnadda meydana gelen kopukluktur ve kopuk isnadla nakledilen hadîse munkatı denir. Râvi düşmesinin, isnadın başında, ortasında ve sonunda olmasına ve düşen râvi sayısına göre, o isnadla gelen hadîs, değişik isimler altında zikredilir. Mürsel, mu'dal ve munkatı gibi.
İsnadının başından bir veya birbirini takip etmek üzere daha fazla râvisi hazf ve en son hazfedilen râvinin şeyhine isnad edilmiş hadîslere muallak denilmiştir. Muallak, ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta bir şeyi asmak, destek veya dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, musannifin, kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya kendi şeyhini, yahut kendi şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ bütün isnadı hazfederek veya ibaresiyle, hadîsi, zikrettiği ilk kaynağa isnad etmesidir.
Muallak ismi, umumiyetle cezm sîgasıyle, yâni gibi kesinlik ifade eden tabirlerle rivayet edilen hadîslere verilmiş, fakat Îbnu's-Salâh'm da dediği gibi,. gibi temrîz ifade eden tabirlerle nakledilen hadîslerde bu isim kullanılmamıştır''. Bununla beraber, müteahhırûndan olan bazıları, meselâ Ebu'l-Haccâc el-Mizzî, el-Bu-hârî'nin Sahîh'indeki bu kabilden hadîslere de muallak adım vermiştir''.
Kısaca ifade etmek gerekirse, ta'lîk, el-Buhârî'nin Sahîh'ine hâs özelliklerden biridir. Onun daha çok bâb başlarında yer verdiği bu çeşit hadîsleri niçin ta'lîk ettiği kesinlikle bilinmezse de, bazı imamlar, bunun için başlıca dört sebep zikretmişlerdir. Bu sebepleri şöyle sıralamak mümkündür:
1) El-Buhârî'nin ta'lîkan zikrettiği hadîs, hadîsçiler arasında sika (güvenilir) râvilerin muttasıl rivayetleriyle maruf olan bir hadîstir. El-Buhârî, bâb başında bu hadîsi delil olarak zikretmek lüzumunu hissettiği zaman, ihtisar olmak üzere, isnadını vermeye gerek görmemiştir. Çünkü hadîs is-nadıyle maruf olan bir hadîstir.
2) El-Buhârî'nin, Sâhîh'imn çeşitli fıkıh bâblarmda delil olarak kullanılmalarını sağlamak için bazı hadîsleri mükerrer olarak naklettiği bilinen hususlardandır. Eğer bir hadîs, herhangi bir fıkıh babında nakledilmişse, el-Buhârî, aynı hadîsi bâb başında delil olarak tekrarlamak lüzumunu hissettiği zaman, onun isnadını tekrar vermek lüzumunu duymamıştır.
3) El-Buhârî'nin ta'lîkan naklettiği bazı hadîslerin isnadında şartlarına uygun olmayan bir râvinin bulunması ihtiamli de vardır. Eğer el-Buhârî, bâb başında delil olarak zikredebileceği bir hadîs bulamamış ise, şartına uygun olmayan râvinin hadîsini nakletmek zorunda kalmış, fakat kitabında onun ismine yer vermemek için de,ya hadîsin bütün isnadını, yahutta o râvinin şeyhine kadar isnadın bir kısmını hazfetmiştir.
4) Bir görüşe göre de, muallak hadîsler, el-Buhârî'nin vicâde yolu ile aldığı hadîslerdir. Vicâde, ileride de açıklanacağı üzere, bir hadîsçinin rivayet ettiği hadîsi, zamanına yetiştiği veya yetişemediği herhangi bir şeyhin kitabında bulmasından ve işitmeksizin o kitaptan alıp nakletmesinden ibarettir. El-Buhârî, asıl olarak değil, fakat adını zikrettiği bâb başlarına uygun bir delil olmak üzere bu çeşit hadîsleri talikan kullanmakta bir mahzur görmemiştir.
Hazreti Peygambere yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sahabenin çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin diyerek rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel hadîs, isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir.
İsnadında birbirini takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini takip eden en az iki râvinin düşmüş olması şart koşulduğu için, bazen bir, bazen de birbirini takip etmeksizin aralıklarla birden fazla râvisi düşen ve ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı olduğu halde, her munkatı mu'dal değildir.
Munkatı tabiri, lügat yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için kullanılmıştır. İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister ortasında veya sonunda olsun, o isnad munkatıdır. Bu bakımdan sahabîsi düşen ve mursel denilen, yahut musannifin tasarrufu ile isnadın başından hazfedilen ve muallak denilen isnadla munkatı arasında lügat manâsı yönünden hiçbir fark yoktur.
Mudelles, bir râvinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden, (yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî olmadığı şeyhten işitmiş gibi) rivayet ettiği hadîslere mudelles adı verilmiştir.
Râvinin, mülâkî olduğu şeyhten, doğrudan doğruya işitmediği, ancak bir başkası vasıtasıyle aldığı hadîsi, aradaki vâsıtayı kaldırarak ondan rivayet etmesidir ki, bu açıklama, genellikle mudelles için verilen tarifi hatırlatır. Râvi, bu şekilde aldığı hadîsi rivayet ederken kale fulânun, yahutan fulânin, yahutta enne fulânen kale gibi ittisale de muhtemel olan bir tabir kullanır. Böylece, o hadîsi şeyhten işitmediği halde işitmiş vehmini uyandırır.
Tedlîsin başka bir çeşidi tedlîsu't-tesviye'dir. Tesviye, bir şeyi diğer bir şeyle aynı seviyeye getirmek demektir. Bir hadîsin isnadında hem zayıf hem de güvenilir kimseler yer almış ise, zayıf râvilerin isnaddan çıkartılması halinde bu isnad tesviye edilmiş, yâni yalnız güvenilir râvilerden oluşan bir isnad haline getirilmiş olur. Buna göre bir râvi, şeyhini değil de, ya şeyhinin şeyhini, yahutta daha yukarıdaki bir şeyhi, ya zayıf, ya da küçük olduğu için isnaddan düşürür; yahut başka bir ifade ile, isnadı tesviye eder. Tedlîs ile tesviye edilmiş isnadı gören kimse, râvinin güvenilir olan şeyhinin tedlîs yapmadığını ve kendisinden sonra gelen şeyhten hadîsi almış olduğunu düşünerek isnadın sahîh olduğuna hükmeder; oysa râvi, isnaddan şeyhinin şeyhini çıkarmıştır.
Tedlîsin diğer bir çeşidi tedlîsu'ş-şuyûh'tur. Bu, râvinin, isnadı zikrederken şeyhim, maruf ve meşhur olan isim, künye, neseb veya lakabı ile değil de, sırf şaşırtmak için bilinmeyen bir isim veya lakabla zikretmesidir. Meselâ Ebû Bekr îbn Mucâhid, haddesenâ Abdullah îbn Ebî Abdillah diyerek bu çeşit bir tedlîs yapmıştır. Çünkü verdiği isim maruf değildir. Bununla beraber Abdullah'ın babası olarak belirtilen Ebû Abdillah, Sünen musannifi Ebû Davud'un oğlu Ebû Bekr İbn Ebî Dâvûd'tur ve bu künye ile meşhurdur''.
Tedlîs çeşitlerinden bir diğeri tedlîsu'l-atf tır. Râvi, aynı hadîsi rivayet eden iki şeyhinden, o hadîsi rivayet eder ve meselâ haddesenî fulânun ve fulânun diyerek her ikisinin ismini vav harfiyle birbirine atfeder. Aslında bu râvi, hadîsi, ismini birincisine atfettiği ikinci şeyhten işitmemiş, fakat ve fulânun sözüyle hadîsi ikincisinden de işittiği vehmini uyandırmıştır. İşte râvinin bu tarz rivayetine tedlîsu'l-atf denilmiştir.
Tedlîs çeşitlerinden bir başkası tedlîsu's-sukûf tur. Râvi, isnadı zikrederken haddesenâ, yahut semi'tu dedikten sonra, hatırına bir şey gelmiş gibi susar ve sonra hadîsini nakledeceği şeyhinin ismini zikrederek isnadı, sonra da hadîsin metnini verir. Ancak sükûttan sonra zikrettiği şeyhten hadîsi işitmediği halde işitmiş gibi bir zan uyandırır. Onun isnadı zikri sırasında bir süre susması, sonra da hadîsini işitmediği şeyhinin ismini zikretmesi sebebiyle yaptığı bu tedlîse tedlîsu 's-sukût denilmiştir.
Mursel-i hafi, bir râvinin, muasırı olan, fakat mülâki olduğu bilinmeyen kimseden rivayet ettiği hadîsin ismidir.
Bu tariflerden anlaşılıyor ki, mursel-i hafî, senedinde inkıta bulunan hadîstir; yâni munkatı dediğimiz bir hadîs çeşididir. Bununla beraber, senedinde inkıta bulunan başka hadîs çeşitleri de vardır ve bunları birbirinden ayırdetmek gerekir; zira bunlar arasında, senedlerindeki inkıta yönünden bir benzerlik bulunsa bile, inkıta'ın sened içinde bulunduğu yere ve şekle göre ince farklarla birbirlerinden ayrıldıkları bilinen hususlardandır.
4. Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri
Hadîslerin merdûd olma sebepleri, yukarıda da açıklandığı üzere, isnadın başında, ortasında veya sonunda râvi düşmesi olduğu gibi, isnadı teşkil eden râvilerden birinin veya birkaçının adalet ve zabt yönünden ta'n edilmiş olmalarıdır. Buna göre, herhangi bir râvi, adalet veya zabtı yönünden ta'n edilmiş olursa, o râvinin hadîsi merdûd sayılır.
Ta'n, lugatta, vurmak, kargı ile saldırmak, zemmetmek, kötülemek gibi manâlarda kullanılır. Hadîs ıstılahında İse, râvilerin, hadîslerine zarar veren ve onların zayıf veya merdûd sayılmalarına sebep olan kötü halleri yüzünden cerh edilmeleri demektir. Nitekim râvilerde görülen ve ta'n edilmelerine sebep olan kizb, bid'at, fisk, muhalefet ve su'i hıfz gibi başlıca on hal vardır ki, hadîs ilminde bu haller matâ'ın-i aşere adiyle tanınmıştır ve kendisinde bu hallerden biri görülen râvi, o hal sebebiyle ta'n veya cerh edilir ve hadîsi merdûd sayılır.
Hadîs râvilerinin ta'n edilmelerine sebep olan on halin beşi, râvinin adaletiyle, beşi de zabtıyle ilgilidir. Her iki guruba giren ta'n sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
5) Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri
6. Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri
7. Mevzu Hadîslerin Zuhuru ve Hadîste Vaz Sebepleri
1. Siyasî ve İtikadî İhtilâflar
3.Cinsiyet, Kabile, Mezheb Kavgaları
5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşma Arzusu
6. Halkı Hayırlı İşlere Yöneltme Arzusu
İbn Hacer'in tarifine göre, Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (yalancılık) ile itham olunan, yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir konuşmalarında kezzâb (yalancı) olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk denilmiştir. Râvinin, Hazreti Peygamberin hadîslerinde yalanı görülmese bile, şâir konuşmalarındaki yalanı dolayısıyle hadîste de yalancılıkla itham olunması, îbn Hacer'in tasnifinde cerh sebeplerinin ikincisini teşkil eder.
9. Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri
Bir şeyle cemaattan ayrılıp tek kalan, istisna teşkîl eden kimse veya şey manâsına gelen şâz kelimesi, hadîs ıstılahında, güvenilir bir râvinin, cemaatın rivayetine muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayeti ile tek kaldığı hadîs için kullanılmış bir tabirdir. Öyle ki, râvinin rivayeti ile cemaatın rivayeti arasında bir tercîh yapmak gerektiği zaman, râvinin rivayeti ter-kedilir ve daha çok isnadla gelen cemaatın rivayeti tercîh edilir. Bu sebepledir ki şâz hadîs, zayıf hadîsler arasında yer alır.
Şazın genel olarak kabul edilen bu tarîfi yanında ileri sürülmüş başka tarifleri de vardır. Bu tariflerin ilki İmam eş-Şâfı'î (Ö. 204)'ye aittir. îbnu's-Salâh'm Yûnus îbn Abdi'l-Alâ'dan naklen bildirdiğine göre, eş-Şâfî'î şöyle demiştir: "Şâz, güvenilir olan bir râvinin rivayet edip de başkalarının rivayet etmediği hadis değil, fakat güvenilir bir râvinin, başkalarının rivayet ettiği hadîse muhalif olarak rivayet ettiği hadîstir"'
Zayıf olan bir râvinin, güvenilir râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadîse munker denir.
Görünüşü itibariyle sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini kemiren) bir illeti bulunan hadîslere mu'allel denilmiştir. Ancak bu illet keşfedilin edikçe hadîsin mu'allel olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu sebepten, mu'allelin tarifini yaparken, kendisinde sıhhatini kemiren bir illeti bulunan, bununla beraber görünüşte yine de sahîh olan hadîstir
d) Mudrec Hadîsler ve Çeşitleri
Mudrec, bir şeyi bir şeye eklemek veya idhal etmek manâsına gelen Araç'tan ism-i mefûl olup, hadîs ıstılahında, râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş hadîs demektir. Bu tarife göre, ya isnadı yönünden , yahutta metni yönünden idrâc edilmiş hadîs demek olduğundan, mudreci bu iki yönden incelemek gerekir. Mudrecin bu iki kısmı mudrecu'l-isnâd ve mudrecu'l-metn adiyle bilinir.
Bir râvinin sika râvilere muhalefetle''isnadında değişiklik yaparak rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-isnâd denilmiştir. Mudrecu'l-isnâd, çeşitli şekillerde vâki olur:
1) Bir hadîs, birçok kimse tarafından muhtelif isnadlarla rivayet edilmiştir. Bir râvi, aynı hadîsi bu kimselerden hepsini tek bir isnad içinde birleştirerek rivayet eder, fakat isnadlar arasındaki farkı belirtmez.
2) Râvinin elinde iki muhtelif isnadla gelmiş iki ayrı hadîs bulunur. Her iki hadîsi bu isnadlardan birisiyle rivayet eder, yahutta bir hadîsi kendi isnadıyle rivayet ederken, metnine diğer hadîsin metninden bazı ibareler sokarsa, hadîsi mudrecu'Hsnad olur.
3) Râvinin elinde, bir isnadla, ancak metnin bir kısmı gelmiş olan bir hadîs vardır. Bu metnin isnadı ile, kendisine bir başka isnadla gelmiş olan hadîsin metnini tam olarak rivayet eder.
4) Râvinin, şeyhinden hadîsin ancak bir tarafını işitmesi, sonra bir vâsıta ile yine o şeyhten tamamım alması, bir başka râvinin de, aradaki vâsıtayı hazfederek hadîsin tamamını öbür râviden nakletmesi de mud-recu'l-isnadm bir çeşidini teşkil eder.
Bir râvinin sika râvilere muhalefetle, metne, metnin aslından olmayan bazı sözler ilâve ederek , bu sözlerin hadîsin aslından olmadığını beyan etmeksizin rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-metn denilmiştir.
Bir hadîs metninde idrâc vâki olup olmadığı çeşitli şekillerde bilinir:
1) Hadîsin bir başka sahîh isnadla gelen rivayetinde mudrec olan kısım, kendisine idrâc edilen hadîs metninden ayırt edilmiş olur. Yukarıda zikredilen misallerde bu husus açık bir şekilde görülmektedir.
2) Ya Râvinin, yahutta buna vâkıf imamların açık beyanlarıyle mudrec olan kısım bilinmiş olur.
3) Bir hadîsin mudrec olduğu, bazen de, o sözün Hazreti Peygamber tarafından söylenmiş olmasının aklen imkânsız bulunmasıyle anlaşılır. Meselâ Ebû Hureyre'den şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir:
e) Maklûb Hadîsler
Hadîs râvilerinin isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri değiştirilerek rivayet edilen hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre maklûb, kelime manâsına uygun olarak, ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle değişikliğe uğramış hadîs demektir.
f) İsnadında Râvi Ziyâde Edilmiş Hadîsler
Bazen bir hadîsin muttasıl isnadı ortasında râvi ziyâde edilemek suretiyle aynı hadîsi rivayet eden diğer râvilerin rivayetlerine muhalefet edildiği görülür ki, ortasında râvi ziyâdesi ihtiva eden bu çeşit hadîslere el-mezid fî muttasılı11-esânîd denilmiştir. İsnaddaki bu muhalefet, ancak, ziyâdeyi yapmayan râvinin, ziyâdeyi yapandan daha titiz olması halinde bahis konusudur. Bunun da şartı, ziyâdenin yapıldığı yerde semâ'a açık olarak delâlet eden bir sîganm kullanılmasıdır. Semâ'a delâlet etmeyen tabirler kullanılmışsa, meselâ hadîs o yerde an'ane ile rivayet edilmişse, ziyâdeyi ihtiva eden rivayet tercih olunur.
g) Metninde Ziyade Edilmiş Hadîsler
Hadîs ilminde bilinmesine önem verilen konulardan birisi de ziyâde olup, bununla, güvenilir (sika) olan bir râvinin, hadîsin rivayeti sırasında onda yaptığı fazlalık kasdedilir.
Bazen bir, bazen de iki veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde rivayet edilen, fakat ne râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne kendisinden rivayet ettiği şeyhine yakınlığı ve ne de şâir tercih sebeplerinden herhangi birinin bulunmaması dolayısıyle rivayetleri arasında tercih yapılamayan hadîse muztarib denilmiştir.
Kelimeyi yanlış okumak manâsında tashîften ism-i mefûl olan musahhaf, hadîs ıstılahında, metin veya isnadında bir kelimesi veya râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edilmiş hadîse verilen isimdir.
Hadîsin gerek metnindeki bir kelimenin ve gerekse isnadmdaki bir râvi isminin telaffuzunda vâkî olan hatâ, ya kelime veya ismin şekil ve hat yönünden değişmeden yalnız bazı harflerindeki noktaların değişmesiyle (yâni noktalı bir harften noktanın düşmesiyle, yahut noktasız bir harfin noktalı olarak okunmasıyle), yahutta kelime veya ismin yazılış yönünden şekil değiştirmesiyle olur.
Muharref, Tahriften ism-i mefûl olup, harf ve yazı şekli değişikliğe uğramış kelime veya ibarelere verilen bir isimdir. Meselâ bir ibare içinde geçen mahrum kelimesi, bir hatâ neticesi merhum veya mercûm şeklinde okunur ve yazılırsa, bu kelime muharref olur; yâni tahrife, veya yazı şekli değişikliğe uğramış olur.
1. İsnadın Lügat ve Istılah Manâsı
İsnad, lugatta ya lâzım (geçişsiz) olarak dağın eteğinden zirvesine doğru tırmanmak ve yükselmek, yahutta müteaddî (geçişli) olarak yükseltmek manâsında kullanılmıştır. Bundan ayrı olarak, İsnadın, bir de iti-mad etmek manâsı vardır ve her iki manâ, sülâsîden kullanılan sened kelimesinin tam karşılığıdır. Hadîs ıstılahında ise, isnâd, sözün, aracılar vâsıtasıyle asıl sahibine yükseltilmesidir ve bu tarif, kelimenin, dağın zirvesine yükselmek veya yükseltmek manâsından alındığına delâlet eder.
2. Hadîs Rivayetinde İsnad Tatbiki
Hadîs rivayet edenlere hadîslerini kimlerden aldıklarım sorma işinin ve dolayısıyle rivayette isnad tatbikinin oldukça erken bir devirde başladığı anlaşılır.
Alî, lugatta, yücelik veya yükseklik manâsına gelen uluv'dan ism-i fail olup, râvi sayısının azlığı dolayısıyle Hazreti Peygambere yakınlık (kurb) kasdedilmiştir. Isnaddaki bu yakınlık, hadîsi en kısa yoldan Hazreti Peygambere ulaşan sahüı bir isnadla rivayet etmek suretiyle meydana gelir. Yukarıda zikrettiğimiz misalden de anlaşıldığı gibi, bir tâbi'înin Hazreti Peygambere yakınlığı, hadîsi bir sahabî vâsıtasıyle ondan nakletmesidir.
Nazil, hadîs rivayetinde en son râvi ile Hazreti Peygamber veya hadîs imamlarından biri arasındaki râvi sayısının azlık veya çokluğuna, yahut meşhur hadîs kitaplarından birinin rivayetine, râvinin erken veya geç vefat etmesine, yahutta hadîs semâmın erken veya geç vuku bulmasına göre, isnadın uzunluk veya kısalık yönünden kazandığı iki vasıftan biridir. Diğer vasıf, daha önce üzerinde durulan isnadın âlî olmasıdır.
4. İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri
Özellikle Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerden -ister munkatı isnadla rivayet edilmiş olsun, ister muttasıl isnadla rivayet edilmiş olsun - bütün hadîslere merfû denilmiştir. Bu söz, fiil ve takrirler, ya açık bir ifade ile Hazreti Peygambere isnad edilirler; yahutta bunlar Hazreti Peygambere açık bir şekilde isnad edilmemiş olsalar bile, onların, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirleri olduklarına hükmetmekte herhangi bir güçlük çekilmez.
Sahabeden, isnadı ister muttasıl olsun ister munkatı olsun, söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen haberlere mevkuf denilmiştir. Sahabe sözlerine bu ismin verilmesi, isnadın sahabîde son bulması ve Hazreti Peygambere ulaşmamış olması dolayısıyledir. Bununla beraber, sahabîde son bulmuş her isnadla gelen habere mevkuf denilemiyeceğini de hatırdan çıkarmamak gerekir. Zira bazı mevkuf haberler, aslında hükmen merfû olabilirler. Bu ise, merfû hadîslerle ilgili bir evvelki bahiste de açıklandığı üzere, sahabîden mevkuf isnadla rivayet edilen bir haberin, Hazreti Peygamberin, söz, fiil ve takrirlerinden olması itibariyledir
İsnadı tâbi'ûnda son bulan ve tâbi'ûnun söz ve fiillerinden ibaret olan haberlere maktu denilmiştir.
Umumiyet itibariyle isnadı, ilk râvisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfû olan hadîslere musned denilmiştir. El-Hâkim Ebû Ab-dillah'ın musnedle ilgili açıklaması da bize bu tarifi vermektedir. Ona göre musned, "muhaddisin yaşı dolayısıyle işittiği açık olan şeyhinden rivayet etmesi ve bu şekilde isnadın Hazreti Peygambere kadar ulaşmasıdır.
HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ
Hazreti Peygamber devrini idrak etmiş, müslüman olarak Peygamberi görmüş, onun sohbetinde bulunmuş ve yine müslüman olarak ölmüş olan kimselere sahabî (çoğulu: Sahabe) denir.
Hadîsçiler, sahabîleri, derece, itibar ve fazilet yönünden çeşitli tabakalara ayırmışlardır. Bunlar arasında, el-Hâkim'in tasnifi büyük şöhret kazanmıştır. Bu tasnife göre sahabe, fazilet bakımından 12 tabakaya ayrılır.
Bunlar sırasıyle şöyledir:
1) Mekke'de ilk defa müslüman olanlar: Bunlar arasında cennetle tebşir edilen şu on sahabî de vardır: İlk dört halîfe, Ebû Bekr, Ömer İbnu'l-Hattâb, Osman Ibn Affân, Alî İbn Ebî Tâlib ile, Talha İbn Ubeydillah, ez-Zubeyr İbnu'l-Avvâm, Abdurrahman İbn Avf, Sa'd îbn Ebî Vakkâs, Ubeyde Îbnu'l-Cerrâh ve Sa'd İbn Zeyd.
2) Dâru'n-Nedve azaları.
3) Habeşistan'a hicret edenler.
4) Birinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.
5) İkinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.
6) Hazreti Peygamber Küba'da iken kendisine iltihak eden müs-lümanlar.
7) Bedir savaşına iştirak edenler.
8) Bedir savaşı ile Hudeybiye andlaşması arasında hicret edenler.
9) Hudeybiye yakınındaki ağaç altında Hazreti Peygambere bey'at edenler.
10) Hudeybiye andlaşması ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler.
11) Mekke 'nin fethedüdiği gün müslüman olanlar.
12) Mekke'nin fethinde ve Hazreti Peygamberin Veda Haccı'nda onu gören çocuklar.
Hazreti Peygamberin ashabından herhangi birine mülâki olan ve onunla sohbeti bulunan kimseye tâbi'î (çoğulu: Tâbi'ûn) denilmiştir
Muhadram, câhiliyye devrinde yaşayan, Hazreti Peygamberin devrini de idrak eden ve fakat onunla sohbeti bulunmayan müslümanlara verilmiş bir isimdir. Kelimenin lügat manâsı çeşitlidir.
Câhiliyye ve îslâm devirlerini idrak etmiş olmakla beraber, Hazreti Peygamberle sohbetleri bulunmayan ve onu hiç görmeyen kimselere de muhadram denir.
3. Râvinin Akıl ve Bâliğ Olması
D. HADÎS RÂVİLERÎNÎN CERH VE TA'DÎLİ
1. Cerh ve Ta'dîl Ne Demektir?
Lugatta, bir kimseyi yaralamak manâsına gelen cerh ile, bir kimsenin adaletinin açıklanması demek olan ta'dîl, her ikisi birden hadîs ilminin en Önemli konularından birini teşkil eder. Cerh ve ta'dîl olmaksızın bir hadîsin sahîh veya zayıf olduğunu tesbit etmek mümkün değildir. Çünkü sıhhat ve zafiyet, her şeyden Önce, hadîsi nakleden râvinin güvenilir olup olmamasına bağlı olarak ortaya çıkan sıfatlardır. Bir râvi, ne derece güvenilir bir kimse ise, onun rivayet ettiği hadîs de o derece sıhhat kazanmış olur.
Hadîs râvilerinin cerh ve ta'dîli, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bu ilmin en önemli kısımlarından birini teşkil eder. Çünkü hadîslerin sahîh ve sakimi, makbul ve merdûdu, onları rivayet edenlerin hal ve meşreblerinin tesbit edilmesiyle bilinir. Bu bakımdan ilim ehli, râvilerin cerh ve ta'dîlinİn müslümanlar üzerine farz olduğunu açık bir şekilde beyan etmişlerdir.
4. Cerh Sebeplerinin Açıklanması
Usûlcülerin ittifak ettikleri diğer bir husus, cârihin, râvinin cerhine sebep teşkil eden halleri bilmesi ve bunları açıklamasıdır. Eş-Şâfi'î'den rivayet edildiğine göre, bir şahıs, diğer bir şahsı cerheder; bunun sebebi sorulduğu zaman, cârih: "Onu ayakta işerken gördüm" der. "Bunda cerhi gerektirecek ne var?" denilince adam: "Orasına burasına idrar sıçrar, sonra bu halde namaz kılar" diye cevap verir. Bu ve bunun gibi haller, te'vîl yolu ile cerhetmektir; fakat gerçek bilgiye sahip olanlar, bir kimseyi bu şekilde cer-hetmezler. Bu gibi hallerde, cârihten cerh sebeplerini sormak gerekir.
Cerhe Sebep Teşkil Eden Haller
1. Herkesten daha çok hadîs rivayet etmiş olsa bile, sefîh olan ve sefahatini ilân eden kimseden;
2. Hazreti Peygamberden rivayet ettiği hadîslerde kizb (yalancılık) ile itham olunmasa bile, günlük hayatında yalan söylediği sabit olan kimseden;
3. Hevâ ehlinden olan ve halkı da kendi hevâsına davet eden kimseden;
4. İbadet ve faziletiyle tanınmış olsa bile, ne rivayet ettiğini bilmeyen kimseden ilim alma.
Hadîslerin sıhhatinin doğru olarak tesbît ve sahîh olan hadîsin sakîminden ayırt edilebilmesi için, her şeyden önce, onları rivayet eden kimselerin hal ve meşrebi erinin, güvenilir olup olmadıklarının, doğum ve vefat tarihlerinin doğru bir şekilde bilinmesine ihtiyaç vardır. Çünkü bunların bi-linmesiyle, râvinin, kendisinden hadîs rivayet ettiği şeyhine hakikaten ulaşıp ulaşmadığı, onu idrak edip etmediği, onunla teması olup olmadığı ve nihayet ondan hadîs işitip işitmediği Öğrenildiği gibi, râvinin, rivayetinde yalan söyleyip söylemediği, hatâ yapıp yapmadığı, hatâlarının, hadîsin sıhhatini tehlikeye sokacak derecede büyük olup olmadığı da anlaşılır.
Tabakât kelimesi, lugatta, birbirine benzeyen kimseler manâsına gelen tabaka'nm çoğulu olup, ıstılahta, birbirine yakın yaşlarda bulunan şeyhlerden, yine birbirine yakın kimselerin hadîs rivayet etmek, yahut hadîs rivayet etmeseler bile o şeyhlerin devrine yetişmek suretiyle meydana getirdikleri gruplardır. Bazen iki kimse, bir hususta birbirine benzemek suretiyle aynı tabakadan sayıldıkları halde, benzemedikleri diğer bir husus sebebiyle ayrı tabakalardan sayılırlar. Buna göre, meselâ sahabîler, Hazreti Peygamberle sohbetleri itibariyle hepsi de bir tabaka teşkil ederler. Bununla beraber, İslâm'a ilk girenler, bazı gazvelere iştirak edenler, hicrette bir olanlar ve bunun gibi bazı tarihî olaylara katılanlar itibariyle sahabîlerin de tabakalara ayrıldıkları görülür. İbn Sa'd onları beş tabakaya ayırmış, el-
Hadîs ıstılahında rivayet, sünnetin, hadîsin, veya benzeri haberlerin nakli ile, bunların, onları haber verenlere isnadından ibarettir. Bu tarîf, bize, rivayetin üç temel unsuru bulunduğunu gösterir: Birincisi, rivayete konu teşkîl eden sünnet, hadîs, veya benzeri olan haber; ikincisi, bu haberi kendisine nakledene isnad ile rivayet eden şahıs; üçüncüsü de, haberi kendisine rivayet edenden alan diğer şahıs. Kısacası, mervî, bu mervîyi elinde bulunduran ilk kaynak veya şeyh; onu bu kaynaktan alıp nakleden râvi.
Rivayetin gayesi, her şeyden önce, Hazreti Peygamberin söz ve fiillerinden ibaret olan sünnetini, yahut daha umumî manâsıyle hadîsini, asırlarca sonra gelecek olan nesillere duyurmak olunca, biraz önce işaret ettiği-nıiz üçlü unsur sistemi, bu duyurma işinin en emîn yolu olarak ortaya çıkar. Nitekim Hazreti Peygamberden haberi alan sahabî, bunu Hazreti Peygambere isnad ile tâbi'îye rivayet ettiği gibi, aynı haberi sahabîden alan tâbi'îde, onu kendisine rivayet eden sahabîye isnad ile, kendisini takip eden nesilden tâbi'u't-tâbi'îye rivayet etmiş; böylece haberin, Hazreti Peygamberden asırlarca sonra yaşamış olan kimselere ulaştırılması mümkün olmuştur.
Rivayetin sıhhati, bu üçlü unsurun sıhhatine bağlıdır. Üçlü unsurun sıhhati ise, rivayet edilen haberde herhangi bir değişiklik yapılmaması ve rivayet eden şahsın da, haberi kaynağına isnadının sahîh olması ile gerçekleşir. Bu sebepledir ki hadîs ilminde, bir taraftan rivayet edilen haberin aslında, hangi suretle olursa olsun, bir değişikliğin yapılıp yapılmadığı incelenirken, bir taraftan da haberi rivayet eden şahsın, onu kendisine rivayet eden şahsa isnadının sıhhati araştırılmıştır. Keza haberi rivayet eden şahsın güvenilir olup olmadığının araştırılması da rivayetin sıhhatini tesbît yönünden gerekli görülmüştür. Nitekim bu araştırma sonucudur ki, metinde vukubulan değişiklikler sebebi ile şâz, münker, mu'allel gibi metne müteallik zayıf hadîs çeşitleri tesbît edilirken, mürsel, munkatı, mu'dal ve mu-delles gibi isnadla ilgili zayıf hadîsler de belirlenmiştir. Ayrıca, telif edilen ciltler dolusu râviler tarihi ile de, hadîs rivayeti ile meşgul olan râvüerin doğum ve ölüm tarihleri, hal ve meşrebleri, şeyhleri ve talebeleri, hadîs ri-vayetindeki mevkileri gözler önüne serilmiştir. Bütün bunlar, Hazreti Peygambere isnad edilen haberlerden sahîh olanlarını sakîm olanlarından ayırt etmek için girişilen faaliyetlerin sonucudur.
2. Hadîs Rivayetinde Bazı Müteferri Hükümler
Bunlardan bazılarını misal olarak kısaca zikredecek ve bilâhare oldukça mühim bir konu olan hadîslerin manâ ve lafızlarıyle rivayeti üzerinde biraz duracağız.
a) Gözleri görmeyen kimselerin rivayet etmiş oldukları hadîslerin alınıp alınmaması hususunda görüş ayrılığı vardır. El-Hatîbe göre gözleri görmeyen kimseler, gören fakat câhil olan kimseler gibidir Bununla beraber, güvenilir bir kimse, gözü görmeyen bir kimsenin hadîs hıfzetmesinde yardımcı olursa, onun rivayeti bazı hadîsçiler tarafından makbul sayılmıştır.
b) Râvinin, kendi semâ'ını ihtiva etmemekle beraber içerisinde şeyhi tarafından işitilmiş yahut şeyhinden yazılmış hadîsler bulunan bir kitaptan rivayet etmesi, bütün hadîsçiler tarafından tecviz edilmemiştir. Bununla beraber râvi, şeyhinden umumî bir icazet almışsa rivayeti sahîh addedilir. Eğer kitap, şeyhin şeyhinin semâ'ını ihtiva ediyorsa, râvinin, şeyhinden aldığı umumî icazet gibi, şeyhinin de kendi şeyhinden umumî bir icazete sahip olması gerekir.
c) Râvi, hıfzetmiş olduğu bir hadîsi, kitabında değişik bir şekilde bulursa, takip edeceği usûl, hadîsi kitaptan mı yoksa şeyhin ağzından mı hıfzettiğini araştırmaktır. Eğer kitaptan hıfzetmişse, hafızasındaki hadîsi bırakır ve kitaptaki hadîse itimad eder; eğer şeyhin ağzından işiterek hıfzetmişse ve hafızasına da güveniyorsa, kitabını, hafızasındaki hadîse göre tashih eder. Fakat hadîsin rivayetinde, "hıfzımda şöyle, kitabımda şöyle" diyerek ayrı ayrı belirtmesi gerekir.
d) Eğer râvi, kitabında, şeyhinden işittiğini hatırlayamadığı bir hadîs bulursa, Ebû Hanîfe ve bazı Şâfi'î imamlarına göre, hadîsin rivayeti caiz değildir. Fakat İmam Ebû Yûsuf, Muhammed ve eş-Şâfi'î ile ekser ashabı rivayeti tecviz etmişlerdir.
e) Râvinin, rivayet ettiği hadîslerde lâhn ve tashîf yapmamaya dikkat etmesi gerekir. Lâhn, i'rabıtı aksidir; yâni mu'reb kelimeleri aslına uygun olarak zikretmemek ve i'rabmda hatâ yapmaktır. Bu hatâdan korunabümek için, hadîs rivayetiyle meşgul olanların, nahiv kaidelerini ve lügati iyi bilmeleri gerekir. El-Asma'î'den nakledilen bir habere göre, hadîs talebesi, nahiv kaidelerini bilmediği zaman çok defa, Hazreti Peygamberden rivayet etmiş olduğu hadîslerde lâhin yapar ve onun "bana yalan isnad eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın" hadîs-i şerîfinin muhatabı mevkiine düşer; çünkü Hazreti Peygamber, lâhin yapmazdı. Ondan hadîs rivayet eden kimse ise, lâhin yapmak suretiyle ona yalan isnad etmiş olur" .
Lâhin üzere alman bir hadîsin, yine lâhin üzere mi yoksa bu lâhnin düzeltilerek aslına uygun bir şekilde mi rivayet edileceği hususunda, hadîsçüer arasında tam bir görüş birliği yoktur. Bazıları, meselâ Muhammed İbn Şîrîn, Recâ İbn Hayve, el-Kâsım îbn Muhammed, Ebû Ma'mer, İsma'îl îbn Ebî Hâlid, Sufyân, Mâlik İbn Enes gibi hadîsçüer, lâhinle alman bir hadîsin yine aynı şekilde rivayet edilmesi lâzım geldiğini ileri sürmüşlerdir. İbnu's-Salâh'a göre bu hadîsçilerin istinad ettikleri husus, hadîslerin lafz üzere, yâni işitildiği şekilde rivayet edilmesi esasıdır.
f) Râvi, bir hadîsi iki veya daha fazla kimseden işittiği zaman, eğer bu hadîsler arasında lafız yönünden bazı farklılıklar bulunsa bile manâ yönünden herhangi bir değişiklik yoksa, hadîsi bir tek isnad altında nakleder ve hadîsin lafzının hangi râviye âit olduğunu ayrıca belirtir. Meselâ Müslim İbnu'l-Haccâc, Sahîh'inde ekseriya şöyle bir usûl takip etmiştir:
g) Râvinin, şeyhinden sonraki râvilerin isim ve neseblerinin zikri hususunda şeyhine tâbi olması gerekir. Eğer şeyhi, hadîsin isnadında zikrettiği râvinin yalnız ismini verirse, râvinin aynı ismi vermesi ve o ismin nesebini zikretmemesi lâzımdır. Bununla beraber, ismi, nesebini zikretmek suretiyle tafsîl etmek lüzumunu hissederse, ayrı bir fasılda bunu verebilir.
h) Hadîsin isnadı ile metnini takdim ve te'hîr ile zikretmek, yâni önce metni sonra isnadı vermek, yahut isnadın yarısını metnin başında, diğer yarısını da metinden sonra nakletmek umumiyetle tecviz edilmemiştir ve bu şekilde rivayet edilen hadîs muttasıl sayılır. Bununla beraber, bir râvi, isnadı bu bölünmüş şekliyle şeyhinden işitmiş ve sonra onu metne takdîm ederek rivayet etmişse, hadîsin manâ üzere rivayetini tecviz edenler tarafından makbul sayılmış, fakat onun, işitildiği şekilde rivayet edilmesi gerektiğini ileri sürenler tarafından kabul edilmemiştir.
i) Bir râvi, isnadıyle birlikte bir hadîsi zikrettikten sonra ikinci bir isnad zikreder ve bunun sonuna mislehu veya nahvehu gibi tabirler ilâve ederse, bu aynı hadîsin iki isnad vâsıtasıyle alındığına delâlet eder. Fakat Şu'be İbnu'l-Haccâc, ikinci hadîsin zikredilmeme si suretiyle yapılan bu kısaltmayı tecvîz etmemekle beraber' Rivayet edilen bir habere göre Şu'be, fuları an fulân mislehu, hadîs değildir, demiştir, diğer bazı imamlar, râvinin, hafız ve zabıt olması halinde böyle bir tasarrufta bulunmasını mahzurlu saymamışlardır. Diğer bir ihtilâf, mislehu ve nahvehu tabirleri üzerinde çıkmıştır. Şu'be, mislehu tabiri, rivayete kifayet etmez; nahvehu tabirinde de şüphe vardır, derken, Sufyân es-Sevrî mislehu tabiri hakkında kifayet eder demiş, buna mukabil Yahya İbn Ma'în, mislehu tabiri ile rivayeti tecvîz etmiş ve fakat nahvehu tabirine iltifat etmemiştir. Ancak bu da manâ üzere rivayeti tecvîz etmeyenlere göredir. Diğerlerine göre ise, mislehu ile nahvehu arasında hiçbir fark yoktur'.
j) Râvinin, isnadıyle birlikte hadîs metninin ancak bir kısmını işittiği halde tamamını rivayet etmesi umumiyetle tecvîz edilmemiştir. Böyle hallerde, gerek şeyh olsun gerekse ondan rivayet eden kimse olsun, hadîsin zikredilen kısmını rivayet ettikten sonra zekere'l-hadîs, yahut zekere'l-hadîse zikrine bazıları cevaz vermişlerdir. İbnu's-Salâh'a göre böyle bir rivayet, hadîsin bir kısmında semâ' mevcut olmakla beraber icazet tarikiyle caiz olur'
k) Nebî ve Rasûl lafızlarının değişik olarak zikredilmesinde, umumiyetle herhangi bir mahzur görülmemiştir. Her ne kadar Abdullah îbn Ahmed îbn Hanbel'den, babası Ahmed'in, Rasûl yerine Nebî yazmış olan bir hadîsçinin kitabım düzelttiğine dâir bir haber nekledilmişse de, el-Hatîb, bunun lüzumsuz olduğunu ve Ahmed İbn Hanbel'den, bunda herhangi bir mahzur olmadığına dâir ayrı bir haber de nakledildiğini zikretmiş, ayrıca onun, manâ üzere rivayeti tecvîz edenlerden olduğunu sözlerine ilâve etmiştir'
Sahabe, rivayetin mes'ûliyetinİ müdrik olarak, Hazreti Peygamberden nakletmiş oldukları hadîslerde büyük bir titizlik gösteriyor, değil bir kelime değişikliğine, aynı kelimenin cümle İçerisinde yer değiştirmesine bile rıza göstermiyorlardî. Hadîs rivayet eden bir kimsenin, Hazreti Peygamberin ağzından bir sözü harf harf ve kelime kelime nasıl işitmişse, onu aynen nek-letmesini şart koşuyorlardı. Meselâ Abdullah îbn Ömer. hadîsini . şeklinde manâyı bozmayan bir kelime değişikliğiyle rivayet eden kimseyi azarlamış ve "yazıklar olsun sana; Hazreti Peygambere yalan isnad etme" demiştir' Keza yine İbn Ömer, İslâm'ın beş şartını birbiri arkasına sıralayarak sayan bir kimseye, Ramazan orucunu beşinci şart olarak sona almasını ihtar etmiş ve Hazreti Peygamberin ağzından nasıl işitti ise, onu öyle rivayet etmesini söylemiştir''.
4. Hadîslerin Manâ Üzere Rivayeti
Hadîslerin lafzen rivayetini şart koşan hadîsçüer tarafından ileri sürülmüş olan bu gibi mütalâlara rağmen, aralarında birçok sahabenin de bulunduğu büyük bir hadîsçi gurubunun, hadîslerin manâ yününden rivayet edilmesine cevaz verdikleri ve kendilerinin de bu yolda hadîs rivayet ettikleri görülmektedir.
Mana ile rivayetin şartları
1) Hadîs râvisinin, sarf ve nahiv kaidelerine tam manâsıyle vâkıf olması.
2) Lügat ilmine sahip olması.
3) Lafızların delâlet ettiği manâyı iyi bilmesi.
4) Bir hadîsi değişik lafızlarla rivayet ettiği zaman, o hadîsin, Hazreti Peygamberin kasdetmiş olduğu manâyı verdiğine her bakımdan kanaat getirmesi.
Akran olan, yâni aynı yaşlarda bulunan râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleri, hadîs ilminde rivayetu'l-akrân adı ile incelenmiştir. Bu konuyla ilgili olarak İbn Hacer şu bilgiyi vermiştir: "Râvi ile kendisinden hadîs rivayet ettiği kimse, yaş ve mülakat gibi rivayete müteallik meselelerde bir-leşirlerse, bu kısma rivayetu'l-akrân (aynı yaşta olan kimselerin rivayeti) denir. Akran olan râvi ile şeyhi birbirinden rivayet ederlerse, bu da mu-debbec ismini alır".
7. Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğır
Büyük yaşta olanların küçük yaşta olanlardan hadîs rivayet etmeleridir ki, kendisinden hadîs rivayet edilen küçüğün, ondan hadîs rivayet eden büyükten daha üstün ve daha faziletli olduğu vehmine düşülmemesi için konunun bilinmesinde fayda mülâhaza eden hadîsçiler, Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğır demişlerdir.
8. Rivâyetu'l-Âbâp Ani'1-Ebnâ'
Hadîs tarihinde âba' ve ebnâ', bir aile içerisindeki hadîs rivayeti münâsebetiyle sık sık kullanılan tabirlerden biri olarak görülür. Âbâ', eb (baba)'mn, ebnâ' da îbn (oğul)'un çoğuludur. Babaların oğullardan rivayet ettikleri hadîsler, bazı hadîsçilerin dikkatini çekmiş ve bu hadîsleri toplayan kitaplar telîf etmişlerdir. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin, babaların oğullarından rivayet ettikleri hadîsleri biraraya getiren böyle bir kitabı vardır
9. Rivâyetu'1-Ebnâ1 Ani'1-Âbâ1
Aile içerisinde görülen hadîs rivayetinin en meşhuru, hiç şüphesiz, oğulların babalarından yaptıkları rivayetlerdir. Ancak bunları iki kısımda mütalâ etmek gerekir. Birincisi, yalnız oğulların babalarından rivayetleridir ki, bu yolla gelen hadîsler, dâima, an ebîhi ibaresiyle nakledilmiştir. Bu şekilde rivayet edilmiş pek çok hadîs vardır
Sabık ve lâhık, iki râvinin, aynı şeyhten hadîs rivayet ettikleri halde, vefat tarihleri arasında uzun zaman farkı bulunması dolayısryle, isnada ulüv yönünden ayrı bir özellik kazandıran ve bu farkın bilinmemesi halinde isnadda inkıta bulunduğu vehmim uyandıran bir haldir ki, hadîs ilminin Önemli konularından birini teşkil eder.
Lugatta ihmal edilmiş, veya terkedilmiş manâsına gelen mühmel, bir râvinin., isimleriyle baba ve dede isimleri, yahut nisbetleri aynı olan iki ayrı şeyhten hadîs rivayet etmesi, fakat bu iki şeyhi belirleyecek ve onları birbirinden ayırt edecek herhangi bir isim veya sıfatı terketmesi, yahut ihmal etmesidir ki, bunlar, neseblerinin ihmal edilmiş olmaları dolayısıyle mühmel olarak adlandırılmışlardır.
Birbirini takip etmek manâsına gelen teselsül'den ism-i mefûl olan muselsel, ıstılahta, isnadındaki bütün ricalin, bazen râvilerin, bazen de rivayetin belirli bir hal ve sıfatını takip ettikleri hadîslere verilmiş bir isimdir.
Râvilerin hal ve sıfatları, ya onların sözlerinden, ya fiillerinden, ya da beraberce söz ve fiillerinden ibarettir. Rivayetin sıfatları ise, ya semi'tu, ah-beranâ ve haddesenâ gibi rivayet sığalarıdır; ya da rivayetin zamanı ve yeridir. Ancak bunların da çeşitli şekilleri bulunması dolayısıyle, bir söz veya fiilin isnad boyunca teselsül etmeside sayılamıyacak kadar çok şekillerde tezahür eder.
2. Hadîs Alma Yollan (Tahammulü'l-Hadîs)
1) İcâze Âmme:
2) İcâze Li-Gayri Mu'ayyenin bi-Vasfi'1-Umûm:
3) İcâze Ii'1-Ma'dûm:
4) İcâze li'1-Mechûl Ev Bi'1-Mechûl:
5) İcâze Limu'ayyenin fî Gayri Mu'ayyenin:
6) İcâze Limu'ayyenin fî Mu'ayyenin
7) İcâze Mâ Lem Yesma'hu'l-Mucîz Ev Lem Yetehammelhu Ba'du
8) İcâze Mücerrede Ani'l-Munâvele
9) İcâze Mukterine bi'1-Munâvele
10) İcâzetu'l-Mucâz
1) Munâvele Makrûne bi'1-İcâze:
2) Munâvele Mücerrede Ani'l-İcâze
HADÎSLERİN TOPLANMASI VE YAZILMASI
A.HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ
Tedvin, lugatta cemetmek, toplamak manâsına gelir. Yazılı sahîfeleri biraraya getirerek iki kapak arasında bir kitap yapmak, bu manâda tedvinin tam karşılığıdır'. Sahîfelerin, kitabı vücûda getiren, yahut başka bir ifade ile, tedvini yapan kimse tarafından yazılmış olması şart değildir. Bununla beraber, o, kendi yazdığı sahîfelerle bir kitap vücûda getirebileceği gibi, başkaları tarafından yazılmış sahîfeleri de toplayabilir, yâni tedvin yapabilir.
Hazreti Peygamberin hayatında bazı sahabîlerin, onun hadîslerini yazarak "sahîfe" adı verilen küçük çapta kitaplar vücûda getirdiklerini görmüştük. Abdullah İbn Amr İbni'1-Âs'm Sâdıka adını verdiği hadîs sahîfesi, yahut Hemmâm İbn Munebbih'in Ebû Hureyre'den yazdığı ve Sahîha adını verdiği bir başka sahîfe, bunların arasında en çok şöhret kazananları idi. Ancak bu sahîfelerden ve onların yazılışından bahsedilirken, hiçbir zaman tedvin tabiri kullanılmamış, daha çok, yazma işine delâlet etmek üzere kitabet lafzı tekrarlanmıştır. Filhakika konu ile ilgili kaynaklarda, kitabet ile teduîn'in, hattâ daha sonra bahis konusu edilecek olan tasnifin, ayrı ayrı zamanlarda hadîs yazma ve toplama işine delâlet etmek üzere birbirinden farklı manâlarda kullanılmış oldukları görülür. Kitabet, Hazreti Peygamber ve sahabe devrindeki mücerred hadîs yazma işine delâlet etmek üzere kullanıldığı halde, tedvîn, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, yazılı hadîsleri toplamak, biraraya getirmek ve müstekıl kitaplar oluşturmak manâsında kullanılmıştır. Nitekim Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîler Hazreti Peygamberden İşittikleri hadîsleri yazmışlar, fakat bu sahabîlerden hiçbiri, kendi işittiği hadîsler yanında, diğer sahabîlerin işittikleri hadîsleri de toplayıp yazmayı düşünmemiş, yahut düşünmüş olsa bile, böyle bir işe teşebbüs etmemiştir. Nitekim meşhur sahîfe sahibi Abdullah İbn Amr, Sâdıka adım verdiği sahîfesine bakmak isteyen Mucâhid'e "bu, benim Rasûlullah (s.a.s.)'tan işittiğim es-Sahîfe es-Sâdıka'sıdır ve benimle Rasûlullah (s.a.s) arasında bu hadîsleri bana nakleden hiç kimse yoktur" derken'', sahîfeyi, Hazreti Peygamberden yalnız kendisinin işittiği hadîslerden meydana getirdiğini açık bir şekilde belirtmiştir. Keza Hemmâm İbn Munebbih'in sahîfesi de, yalnız Ebû Hureyre'nin Hazreti Peygamberden naklettiği hadîslerden müteşekkildir. Bu da gösteriyor ki, sahabe devrinde toplama faaliyeti yok, fakat bazı sahabîlerin, yazabildikleri ölçüde, Hazreti Peygamberden işittikleri hadîsleri yazma faaliyetleri vardır
Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdıklarını ve bir takım sabiteler vücûda getirdiklerini biliyoruz. Ancak yukarıda açıkladığımız manâda sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yâni birinci asrın sonlarıyle ikinci asrın başlarında başladığı anlaşılmaktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle bir konuda rakkamla tesbît edilmiş kesin bir târih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mâhiyettedir. Bu haberlerin bir kısmı, hadîs rivayetinde isnad tatbikinden bahsederken ismini zikrettiğimiz İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124) ile ilgilidir. Ez-Zuhrî bu haberlerde "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür. Bu konuda Mâlik İbn Enes'in şu sözü büyük şöhret kazanmıştır: (Hadîsi ilk-tedvîn eden kimse İbn Şihâb'tı Mâ-lik'in bu sözünü teyîd eden bir başka haber de, ez-Zuhrî'nin bizzat kendisinden nakledilmiştir. Ez-Zuhrî şöyle demektedir: "Bu ilmi benim tedvinimden önce hiç kimse tedvîn etmemiştir"'
İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler vardır. Bu haberlerden birinde, onun talebu'l-ılm yolundaki refiki Salih İbn Keysân şöyle demektedir: Ben ve-ez-Zuhrî, talebu'l-ılm için biraraya geldik ve sünneti yazalım dedik. Hazreti Peygamberden gelenleri yazdık. Sonra ez-Zuhrî, sahabeden gelenleri de yazalım; onlar da sünnettendir, dedi. Ben, değildir, dedim. O yazdı, ben yazmadım; o muvaffak oldu, ben kaybettim"'.
Birinci hicrî asrın sonu ile ikinci hicrî asrın başı, hadîs tedvininin başlangıcı kabul edilmekle beraber, asıl hadîs eserlerinin ortaya çıkışı, ikinci asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar. Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyeti üe ilgili olarak Salih îbn Keysân'dan naklen yukarıda zikrettiğimiz haber hatırlanacak olursa, ez-Zuhrî'nin Hazreti Peygamberden gelen sünen yanında, sünnetten olduğu görüşü ile sahabeden gelen haberleri de toplayıp yazdığı görülecektir. Hattâ Ebu'z-Zinâd'ın aynı manâda söylediği "biz, helâl ve haramla ilgili haberleri yazardık. İbn Şihâb ez-Zuhrî ise, işittiği her şeyi yazıyordu" sözü, ez-Zuhrî'nin, Hazreti Peygamberin hadîslerinden başka diğer birçok söz ve haberleri de topladığım göstermektedir. İşte bu durum, ez-Zuhrî ile başlayan tedvîn faaliyetinin ilk devredeki genel görünüşünün bir yanını teşkil eder. Bu görünüşün diğer yanı ise, tıpkı Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîlerin ondan işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazdıkları gibi, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan haberlerin aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmış olmasıdır. Bu tarzda meydana getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçüer tarafından da farkedilmiş; gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine, konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer alıyor ve böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmış oluyordu. Musannaf denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren ve Musned denilen hadîs kitapları da ortaya çıkmıştı.
Mustalahu'l-hadîse dâir ilk tedvîn edilen eserin müellifi olan er-Râmahurmuzî (Ö. 360), ilk musannıflar hakkında bize şu bilgiyi vermiştir:
"Bildiğime göre hadîsleri ilk defa tasnîf edip bâblara ayıran kimse, Basra'da er-Rabî1 İbvn Subeyh (Ö. 160), Sa'îd İbn Ebî Arûbe (Ö. 156), Yemeiı'de Abd diye adlandırılan Hâlid İbn Cemîl ve Ma'mer İbn Râşid (Ö. 153), Mekke'de İbn Cureyc (Ö. 150), sonra Kûfe'de Sufyân es-Sevrî (Ö. 161), Basra'da Hammâd İbn Seleme (Ö. 167) ve yine Mekke'de Sufyân ibn Uyeyne (Ö. 198), Şam'da el-Velîd îbn Müslim (Ö. 195), Rey'de Cerîr İbn Abdi'l-Hamîd (Ö. 182), Horasan ve Merv'de Abdullah İbnu'l-Mübarek (Ö. 181), Vâsıfta Hu-şeym îbn Beşîr (Ö. 193) ve bu asırda Kûfe'de îbn Ebî Za'ide (Ö. 193), îbn Fu-dayl (Ö: 196) ve daha sonraları Yemen'de Abdurrazzâk îbn Hemnıâm (Ö. 211) ve Ebû Kurra Mûsâ îbn Târik olmuştur".
îbn Hacer de, hadîslerin Hazreti Peygamber, ashabı ve kibâr-ı tâbi'în devrinde tedvîn edilmediğine temasla şu bilgiyi vermiştir: "...Bu devirde hadîsler iki sebepten dolayı camilerde mudevven ve muretteb değildi. Birincisi, Müslim'in Sahîh'inde de sabit olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerîm'le karışma korkusundan dolayı sahabenin tedvînden menedilmeleri; ikincisi ise, hafızalarının vüs'ati ve zihinlerinin akıcılığı idi. Çoğu yazı bilmiyordu. Fakat tâbi'ûn devrinin sonlarına doğru ulemânın muhtelif şehirlere dağılması, Havâric, Ravâfız ve kader münkirleri gibi bid'at ehlinin ortaya çıkması üzerine, âsârın tedvîni ve bâblara göre tasnifi başladı. Bu işe İlk defa girişenlerin başında er-Rabî' İbn Subeyh, Sa'îd îbn Ebî Arûbe ve diğerleri vardı. Bunlar, üçüncü tabaka gelinceye kadar her babı ayrı ayrı tasnîf ediyorlardı, îmam Mâlik, el-Muvattâ adını verdiği kitabını tasnîf etti. Bu kitapta Hicaz ehlinin hadîsini toplamış, sahabenin sözlerini, tâbi'ûn ve daha sonrakilerin fetvalarını da mezcederek onu telîf etmişti..."
Er-Râmahurmuzî'nin ilk musannıflardan verdiği bazı isimleri yukarıda zikretmiştik. İkinci asırda kitap tasnîf edenlerin hepsi, şüphesiz, bu isimlerden ibaret değildir. Bununla beraber bu isimler, çoğunun eserleri zamanımıza kadar intikal etmemiş olsa bile, tasnîf faaliyetinin, İslâm'ın çok erken bir devrinde başladığını göstermesi bakımından büyük ehemmiyeti hâizdir.
îkinci asırda telîf ve tasnîf edilmeye başlanan hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkündür:
a) Siyer ve nıağazî kitapları;
b) Sünen kitapları;
c) Câmi'ler;
d) Musannaflar;
e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
FIKIH USULÜ
Fıkıh: Müctehidlerin, tafsili şer'î delillerden istinbat ettiği şer'î-amelî hükümlerdir. Bir başka anlatımla, müctehidlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere ''fıkıh" denir.
Müctehidin tafsili delillerden bu hükümleri çıkarması ise, mutlaka, kendisine yol gösterecek belli başlı kurallara ve prensiplere uymasını gerektirir. Bu gerçeği göz önüne alan İslâm bilginleri, İslâm hukukuna candan hizmet aşkıyla, müctehidlerin hüküm istinbatında takip ettikleri metodlan açıklamak üzere özel bir çalışma yapmışlardır. Bu çalışma ile güdülen başlıca iki gaye şunlardır:
1- İctihad şartlarını taşıyanlar, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhî olaylara hüküm bağlayabilecekler,
2- İctihad şartlarını taşımayanlar ise, müctehidlerin hükümlere varırken dayandıkları delilleri ve o delillerden bu hükümlere nasıl ulaştıklarını Öğrenerek, onlardan nakledilen hükümleri gönül huzuru içinde kabullenmiş olacaklardı. İşte bu düşünceden hareketle, onlar, hakkında ister özel nas bulunsun ister bulunmasın, delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları ortaya koydular. İslâm bilginleri, bu arada delillerden hüküm çıkaracak kişi yani "müctehid" ile ilgili kurallardan söz ettiler, içtihadı, içtihadın şartlarını ve hükümlerini, taklidi ve taklidin hükümlerini açıkladılar. Bütün bu kurallara ve sözü edilen hususlarla ilgili incelemelere topluca "usûlü'l-fıkıh" adını verdiler. Şu halde fıkıh usulü için şöyle bir tarif vermek mümkündür:
"Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usûlü'l-fıkıh denir."
Tarifin Açıklanması:
(kurallar),'nin çoğuludur. Her biri birçok cüz'inin hükmünü kapsamına alan küllî kaziyeler (önermeler) demektir. Meselâ, "Her emir vücub içindir dediğimizde bir kuralı ifade etmiş oluruz. Çünkü bu, ve âyetleri gibi emir sıygası ihtiva eden bir çok cüz'îye uygulanabilir nitelikte küllî bir önermedir. Yine, "Her nehiy haram kılmak içindir dediğimizde bir kural söz konusudur. (Müctehidin hüküm çıkarabilmesine yarayan) ifadesi ise, bu kuralların, müctehidin hükümleri anlaması ve delillerden hükümleri elde edebilmesi için birer vasıta teşkil ettiğini anlatmaktadır. Bu hususta geniş açıklamaya ileride yer verilecektir. Kelimesi (hüküm) kelimesinin çoğuludur.
Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Meselâ, "Güneş doğmuştur" veya "Güneş doğmamıştır" dendiğinde doğma durumunun güneş hakkında varid olup olmadığı belirlenmiş olur.Hükümler bazen akıl yoluyla elde edilir ve bunlara "aklî hükümler" denir. Meselâ, "Bir ikinin yarısıdır" veya "İki zıt birarada bulunamaz" hükümleri böyledir. Bazen de duyu organları vasıtasıyla elde edilir ki bunlara "hissî hükümler" adı verilir. Sözgelimi, "Ateş yakıcıdır" veya "Güneş doğmuştur" hükümlerinde olduğu gibi. Bazen ise, hükümler şer'î kaynaklar vasıtasıyla elde edilir ve bunlar "şer'î hükümler" diye anılır. "Namaz farzdır" ve "Ribâ haramdır" hükümleri bu neviye örnek gösterilebilir. İşte usul kuralları, şer'î delillerden elde edilecek olan bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, aklî ve hissî hükümleri bertaraf etmek üzere tarifteki "hükümler" kelimesi "şer'î " kaydı ile sınırlandırılmıştır.Fakat şer'î hükümler de, kendi içinde ayırıma tabi tutulmuş ve bunlar için farklı isimlendirmeler yapılmıştır: Namazın ve orucun farz olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukukî muamelelerin caiz olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili olanlara "amelî hükümler"; Allah'a ve Allah'ın birliğine iman, Allah'ın meleklerini ve peygamberlerini, âhiret gününün geleceğini kabullenmek gibi inançla ilgili olanlara' 'itikadı hükümler'; doğruluğa sarılmak ve yalandan kaçınmak gerektiği gibi ruhun tezkiyesi ve. tehzibi ile ilgili olanlara ise "ahlâkî hükümler" denmiştir.
Usûl ilminde, sadece amelî hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği için, tarifte "amelî" kelimesini kullandık ve böylece itikadî ve ahlâki hükümleri dışarıda bırakmış olduk. Çünkü bunlar usûl ilminde incelenmez; itikadı hükümler "tevhid" veya "kelâm" ilminde, ahlâkî olanlar ise "tasavvuf" veya "ahlâk" ilminde incelenir.Tarifte yer alan "tafsîlî deliller", cüz'î deliller anlamındadır. Cüz'î deliller ise, herbîr olayla ilgili ve bu olaylardan herbirinin hükmünü gösteren deliller demektir.
fakîhin gayesi, belirli bir fiilin caiz veya haram olması, bir sözleşmenin geçerli veya geçersiz olması gibi cüz'î hükümlere ulaşmaktır. Cüz'î hükümler ise, cüz'î-tafsîlî delillerden elde edilir. İşte bu sebeple, icmalî-küllî delilleri dışarıda bırakmış olmak için, tarifte "tafsîlî" kelimesini kullandık. İcmalî-küllî deliller, fakihin değil, usûlcünün inceleme konusudur. Zira usûlcünün gayesi, fakihîn cüz'î hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarırken faydalanacağı vc şer'î kaynaklardan hüküm elde etmeye yarayan genel kurallara ulaşmaktır. Bu kurallar ise, ancak icmâlî-küllî delillerle ilgilidir, yoksa tafsîlî delillerle ilgili değildir.
Usulcünün Faaliyet Tarzı
Usûlcü, Kitap, Sünnet ve diğer delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, âmm, hâss, emir, nehiy, mutlak ve mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere bulunabileceklerine bakar ve bunlardan herbirinin hükmünü açıklayan.kurallar koyar.Meselâ, Kitap ve Sünnet'te mevcut “emri” inceler ve bunların hangi hükmü gösterdiğini araştırır. Araştırma sonunda anlar ki, "emir" "me'murun bih"in (emredilen şeyin) vacip olduğunu göstermektedir. Böylece "emir vücûba delâlet eder" kuralını koyar. Yine, hangi hükmü gösterdiğini tesbit etmek üzere Kitap ve Sünnet'te mevcut "nehiy"leri inceler ve incelemenin sonunda bunların "menhiyyün anh"in (yasaklanan şeyin) haramlığını gösterdiği sonucuna ulaşır. Böylece"nehiy haram kılmaya delâlet eder" kuralını koyar. Aynı şekilde, usulcü, şer'î delillerde yer alan "umum" sıygalarını inceler, bunların neye delâlet ettiğini tespite çalışır ve nihayet "umum" sıygasının, bütün fertlerini kesin bir şekilde kapsadığı sonucuna varır. Bunun üzerine "âmm bütün fertlerini kesin bir delâletle kapsar" kuralını koyar. İşte usulcü, şer'î delilin diğer nevileri hakkında da bu şekilde bir faaliyet gösterir.
Fakîhin Faaliyet Tarzı:
Fakih, fer'î bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usûl kurallarını alır, o fer'î olayla ilgili delile (cüz'î veya tafsîlî delile) uygular. Böylece o delilin hangi şer'î hükme delâlet ettiğini ortaya koyar.
Meselâ, fakih namazın hükmünü tesbit etmek istediğinde, namaz ile ilgili tafsîlî delilleri araştırır ve "namazı kılın" âyetini bulur. Bu cüz'î delile bakar ve bu delilde namaz kılmanın "emredildiğini" görür. Bu durumda "emir vücuba delâlet eder" şeklindeki emrin hükmünü açıklayan usûl kuralını kullanır ve bilir ki buradaki emri, emredilen şeyin vacip kılındığını göstermektedir. Böylece fakih, namazın vücubuna hükmeder ve "namaz vaciptir" der. Yine fakih. Yüce Allah'ın sözünden hareketle zina fiilinin hükmünü tespit etmek istediğinde, bu cüz'î delili inceler ve burada zinaya yaklaşmanın "nehye dildiğini" görür. Bu durumda, nehyin hükmünü açıklayan "nehiy haram kılmaya delâlet eder" şeklindeki usul kuralını kullanır ve sözünün haram kılmaya delâlet ettiği sonucuna vararak zinanın haramlığına hükmeder ve der ki: "Zina haramdır."Bu şekildeki örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Özet olarak: Usulcünün görevi, icmali delilleri (topluca kaynaklan) incelemek ve tafsîlî (herbîr olayla ilgili) delillerden cüz'î hükümler çıkaracak olan rnüctehid için küllî nitekilkte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer'î delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.Fakihin görevi ise, tafsîlî delilleri incelemek ve usûl kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz'î hükümler çıkarmaktır.
Usûl İlminin Konmasında ve Usûl İncelemelerinde Güdülen Gaye:
Usûl ilmi için daha önce verilen tariften anlaşılmaktadır ki, bu ilimden maksat, şer'î-amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çikarabihîıeyi sağlamaktır.Şu halde, bu ilmi öğrenen kimsede ietihad ehliyeti gerçekleşmişse, yani bu kimseye Kur'ân'ı ve Sünnet'i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas yapabilme şekillerini, İslâm teşriinin genel gayelerini bilmek gibi ietihad şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer'î nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle şer'î hükmü tesbit edebilir.Bu İlmî öğrenen kimse ietihad ehliyetini taşımıyorsa, o da bu ilim sayesinde şu faydaları sağlamış olur:
1- Müctehidlerin çıkarmış oldukları hükümleri tam-manasıyla kavramak ve bu hükümleri gönül rahatlığı ile kabullenmek. Şöyle ki: Kişi bu ilmi öğrenince, müctehidlerin kendi şahsi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilâkis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer'î kaynaklara dayandıklarını, ietihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını anlar.
2- Müctehİd imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahrîc yapıp hükme varmak. (Bir başka deyişle, kendisine uyulan müetehid o olayla karşilaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalışmak).
3- islâm hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih etmek.Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer'î hükümlerin tesbiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri Ölçüp tartmakve aralarından en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.
Fıkıh Usûlünün Doğuşu:
Fıkıh usûlü ilmi, Hicrî ikinci aşırın sonlarında yani Hz. Peygamber, Sahabe ve Tâbiûn devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir. Zira Hz. Peygamber devrinde hükümler bizzat kendisinden Öğreniliyordu. Yani hükümler ya Rasûlûllah'a vahyedilen Kur'ân ile veya onun Kur'ân'ı söz, fiil yahut takrir yoluyla açıklayan Sünneti ile sabit oluyordu. Bu durumda birtakım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu.Hz. Peygamber'in Rabb'ine kavuşmasından sonraki dönemde İnsanlar arasında iftâ ve kaza (yargı) görevini Sahabenin büyükleri yürütüyordu. Bunlar, Kur'ân ve Sünnetin dili olan arapçayı, âyetlerin nüzul ve hadislerin vürûd sebeplerini çok iyi biliyorlar, İslâm teşrî'inin inceliklerine, maksat ve hedeflerine tam manasıyla vâkıf bulunuyorlardı. Çünkü bu büyük sahabiler, kavrama gücü, zekâ ve ahlakî meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde bir de uzun süre Rasûlûllah ile beraber yaşamış, ona arkadaşlık etmiş kişilerdi. Şer'î kaynaklarından hüküm istinbatı sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde ele almaya ihtiyaçları yoktu.Dinî veya dünyevî herhangi bir olayın hükmünü tesbit ihtiyacını duyduklarında, doğrudan doğruya Allah'ın Kitab'ına müracaat ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükmü bulamazlarsa Resûlûllah'm Sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa ictihad ederler, (Kur'ân ve Sünnetten) benzer olaylar araşıtrırlar, buldukları hükmü karşılaştıkları benzer olaylara da uygularlardı. Benzer olay da bulamazlarsa, İslâm hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları gözönünde bulundurarak, karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren çözümü ortaya koyarlardı.Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kadı Şurayh, İbrahim Nehaî vb. Tâbiûn müctehidleri de aynı yolu takip ettiler.İlk asır. Sahabe ve Tâbiûn devri böylece geçtikten sonra, daha Önce mevcut olmayan yeni durumlar ortaya çıktı. Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması bu durumlar arasında yer alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına yol açtı ki, artık eskiden olduğu gibi arapçanın İslâm toplumunun tabiî dili haline dönmesi imkansızlaştı.Müctehidlerin görüş belirtmelerini gerektiren çok sayıda olayların ortaya çıkışı da bu durumlardan biriydi.Yine, müctehidlerin çoğalması, ictihad ve hüküm istinbatında metodların çeşitliliği ve herbiriniri kendine göre doğru olan yolu takip etmesi bu yeni durumlar arasında zikredilmelidir.İşte bütün bunlar, fakih ve müctehidleri, ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî hüküm verme ihtimaline karşı tatmin edici bir tedbir alınması için harekte geçirdive onları şer'î delillerden hüküm istinbat edilirken esas alınacak prensipler ve kurallar belirlemeye şevketti. Onlar bu prensip ve kuralların belirlenmesinde, nasslarda yeralan ifadelerin kullanış tarzlarına ve Arap dilinin üslûplarına tümevarım metodunu uygulama yolundan faydalandılar. Sonra bu kuralları tedvin ettiler (derlediler) ve "Usûlü'1-Fıkh" adını verdikleri müstakil bir ilmî disiplin haline getirdi.
Fıkıh Usulü Alanındaki İlk Tedvin
Bu ilmin kurallarını müstakil bir eser halinde İlk defa biraraya getiren kimse Hicri 204 yılında vefat eden İmâm Muhammed b. İdrîs eş-Şâfıî'dir. Şafiî, usûl alanındaki meşhur "Risâle"sinde özellikle şu konulan incelemiştir: Kur'ân ve Kur'ân'ın hükümleri açıklayış şekilleri, Sünnet ve Kur'ân'a nisbetle Sünnet'in yeri, Sünnet'e uymanın Kitab'ın emriyle farz kılınmış olduğu, nâsih ve mensuh, hadislerin illetleri, haber-i vâhid, icmâ, kıyas ve istihsânın hüccet olarak kullanılıp kullanılamayacağı, hangi durumlarda ihtilâfın caiz olacağı ve hangi durumlarda caiz olmayacağı. Böylece İmâm Şâfıî, hüküm çıkarma metodlarını ve kurallarını ilk defa biraraya getiren bilgin olmuştur. Şu var ki bu metodları ilk defa ortaya koyan o değildir. Çünkü bunlar daha önce oluşmuştur. Herbir imamın, ictihad ederken takip ettiği kendine has metodu vardı. Bu metod, imâmın, İslâm hukukunun kaynakları üzerindeki araştırmaları sonucu (kendi zihninde) özümlediği birtakım kurallara dayanıyordu.Şafiî'den sonra başka bilginler bu ilmin meselelerini derlemeye devam ettiler. Meselâ Ahmed b. Hanbel "Kitâb'u tâati'r-rasûl'ü, "Kİtâb'un-nâsih vel'-mensuh"u ve "Kitâbu'l-ıîel'M yazdı. Sonra Hanefî bilginler ve kelâm bilginleri bu alanda eserler verdiler, geniş incelemelerde bulundular ve bu ilmin kurallarını sağlam esaslara bağladılar. Bütün bu. müellifler, bu ilimden maksadın "şer'î delillerinden amelî hükümleri çikarabilmeyi sağlamak" olduğu kanaatindeydiler. Şu halde ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak, bu delilden hükmün çıkarılması yönünde zihnî bir faaliyet ortaya konacak ve delilden hükmü çıkaran bir kimse bulunacaktı. İşte bunun için usûlcüler incelemelerini şu dört ayrı konu üzerinde yürüttüler:
1- Şer'î hükümler: Vücûb, hürmet, kerahet... vb.
2- Şer'î deliller: Kitâb, Sünnet... vb.
3- Delillerden hüküm çıkarma yollan, yani delillerin hükümlere delâlet şekilleri.
4- Hüküm çıkaran kişi, yani müctehid.
Ne var ki bütün bu müellifler, incelemelerinde aynı metodu takip etmediler. Çünkü ayrı bölgelerde bulunuyorlardı ve bu alanda eser yazarken hepsinin güttüğü gaye aynı değildi. Böylece usûl eserlerinin kaleme alınışı konusunda iki ayrı metod ortaya çıktı.
Birincisi: "Mütekellimin metodu" idi. Bu metodun böyle anılmasının sebebi, bu metoda göre yazanların çoğunluğunun kelâm bilgini olmalarıdır. Bu metod "Şâfıîyye metodu" diye de isimlendirilmiştir, çünkü bu metoda göre yazan ilk müellif İmâm Şafiî'dir.
İkincisi: "Hanefiyye metodundur. Bu metod Hanefî bilginler tarafından ortaya konmuş ve takip edilmiş
olduğundan böyle adlandırılmıştır.
Mütekellimîn Metodu
Mütekellimîn metodunun özelliği usûl kurallarının, delillerin ve burhanların gösterdiği yönde vaz'edilmesidir. Bu metoda göre yazan usûlcüler, belirli bir mezhep lehinde taassup göstermeksizin ve ulaşılan usûl kuralının mezhep imamlarından nakledilmiş fıkhı çözümlere uygun olup olmadığına bakmaksızın, delillerin desteklediği kuralları tesbit ve kabul etmişler, delillere aykırı düşen kuralları reddetmişlerdir. Böylece onların usûlü, furû'u'l- fıkhın ffer'î fıkıh çözümlerinin) hizmetçisi değil, furû'î hükümlere hakim bir usûl, bir istinbat yolu olmuştur. Bu yüzden onlar, izah ve örnek kabilinden zikrettikleri bir yana bırakılırsa, furû hükümlerine kitaplarında pek yer vermemişlerdir.
Hanefiyye Metodu
Hanefiyye metodunun özelliği ise, mezhep imamlarının ictihad ederken ve fıkhî meselelerin hükmünü verirken takip ettiklerine kanaat getirilen usûl kurallarının tesbit edilmesidir. Bu metoda göre usûl yazanların bu kuralları tesbit ederken dayandıkları esas malzeme, mezhep imamlarından nakledilen fıkhî çözümlerdir. Hanefi bilginlerinin bu metodu takip etmelerinin temelinde yatan sebep şudur: Hanefi mezhebinin imamları onlara, Şafiî'nin kendi talebelerine bıraktığı gibi derli-toplu bir kurallar kolleksiyonu bırakmış değildi, sadece çok sayıda ve çok çeşitli fıkhî meselelere ait çözümler ve bu çözümlerin içine serpiştirilmiş bazı kurallar bırakmışlardı. İşte Hanefi bilginler bu çözümlerin üzerine eğildiler, birbirine benzeyenlerini biraraya getirdiler ve bunları özümleyerek bir takım kurallar ortaya çıkardılar. Gerek imamlarından nakledilen çözümleri desteklemek, cedel ve münazara meclislerinde bu çözümlerin müdafaasında silah olarak kullanmak, gerekse mezhep imamlarından nakledilen İctihadların ele almamış bulunduğu yeni olayların hükümlerini çıkarırken kendilerinden yararlanmak üzere bu kuralları mezheplerinin usûlü haline getirdiler.Bu tutum onları, bazen şu sonuca götürüyordu: Önce mezhep imamlarından nakledilmiş çözümlerin gerektirdiği şekilde usul kuralları koyuyorlar, sonra koydukları bir kuralın mezhep içinde yerleşmiş furû çözümlerinden biriyle çatıştığını görüyorlar ve usûl kuralını değiştirip ona.bu fıkhı çözümle uyuşan bir şekil veriyorlardı.Bu duruma açıklık getirmek üzere iki örnek vereceğiz. Birincisi, gerek mütekellimîn gerekse Hanefiyye metodunun usûl kurallarını nasıl koyduklarını açıklamış, yani usûl kurallarını koyarken ikincilerin mezhep imamlarından nakledilen çözümlere dayanmasına karşılık birincilerin (doğrudan) şer'î delillere dayanmakta olduklarını göstermiş olacaktır. İkinci örnek ile ise, Hanefîlerin usûl kuralını koyduktan sonra onu, muhtelif fıkhî çözümlerle uyuşacak şekilde değiştirmelerini açıklamış olacağız.
Birinci örnek: Namazın vücubunda vaktin sebep teşkil edişi ile ilgili. Gerek Hanefîler gerekse diğerleri ittifak etmektedirler ki, beş vakit namazdan herbirinin vakti bu namazın vücubu ve bu namaza ait borcun mükellefin zimmetinde yer tutması için "sebep"tîr ve bu namazın edasının "sıhhat şartı" dır. Yani henüz vakti girmeden namaz vacip olmaz, vaktinden önce edâ edilmesi halinde bu namaz geçerli değildir; vakti geçtikten sonra da edâ edilemez. Aynı fakihler, namazın sebebini teşkil eden vaktin herhangi bir anında bu namazın kılınabileceğinde de birleşmişler, fakat vücûb için sebep teşkil eden zaman parçası hakkında yani Şâri'den mükellefe hitabın yöneldiğini gösteren işaret hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur (fakihlerin çoğunluğu) şöyle demektedir: Sebep, vaktin ilk kısmıdır, vakit girdiği anda mükellef, bu vakitle sınırlı bulunan namazın edasından sorumludur; fakat bu vaktin dilediği bir bölümünde edâ etme serbestisine sahiptir. Vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil oîan kişi için durum budur. Şayet kişi, vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil değilse, "sebep", vaktin, mâniin ortadan kalkmasından itibaren başlayan kısmıdır. Mâni bütün vakti kapladığı takdirde İse, kişiye hitap yönelmemiştir ve vücûb söz konusu değildir. Hanefîlerin görüşü İse şöyledir: Namazın vücubu için "sebeb", hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı ile vaktin ilk kısmıdır. Eğer namaz vaktin ilk kısmında edâ edilmişse, namazın vücubu için sebep budur. Şayet namaz, vaktin daha sonraki parçasında edâ edilmişse, "sebeb" bu kısımdır. Bu şekilde vaktin ilerlediğini ve edâ edilmediğini düşünelim: Nihayet, ancak bu namazın edâ edilebileceği kadar bir zaman parçası kalmışsa, artık bu kısım "sebebiyet" için belirli hale gelmiştir. Eğer namaz edâ edilmeden vakit sona ererse, bu defa vaktin tamamı "sebeb"tir.Cumhur burada şer'î delile dayanmaktadır. O da Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetidir: "Güneşin (batıya doğru) dönmesinden gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namazı ki!. " [Zira Yüce Allah, güneşin batıya doğru meyletmesini namazın vücûbuna ve "namazı kıl" hitabının mükellefe yönelmesine "sebeb" kılmıştır. Sünnet de, vakitlerin başlangıç ve bitişlerini açıklamış ve mükellefin namazlarının edasında genişliğe sahip olduğunu göstermiştir.Cumhurun koyduğu bu kuraldan şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Mükellef, vaktin herhangi bir bölümünde mükellefiyet manilerinden biri olmaksızın bulunmuşsa, borç zimmetinde sabit olur ve bunu edâ yahut kaza etmesi gerekir; fakat manilerden kurtulmuş olarak vaktin hiçbir anına rastlayamamışsa kendisine bir şey gerekmez.Hanefîlere gelince, onlar bu kuralda Kitab veya Sünnet'ten bir delile değil, mezhep imamlarından nakledilmiş bulunan fıkhı çözümlere dayanmışlardır. Bu konudaki furû' hükümlerine bakmışlar ve şu çözümü bulmuşlardır: Bir kimse vaktin başlangıcında mükellef iken, sonradan bir mükellefiyet manii ortaya çıksa bu mani vakit çıkıncaya kadar devam etse, bu vakte ait namaz ona vacip olmaz. Hanefî usûlcüler bu fer'î hükümden, vaktin ilk kısmının, namazın vücubu için "sebeb" olmadığı sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü -bu anlayışa göre-, ilk kısım "sebep" olsaydı sadece sebebin varlığı ile vâcib mükellefin zimmetinde borç olarak yer tutacaktı; zimmette bir borcun yer almasından sonra ise, bu borç edâ veya kaza edilmedikçe sorumluluk sona ermezdi. Yine, onîar önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef, namazı vaktin başlangıcında edâ ederse namaz sahih, (geçerli) olur. Bu hükümden de şu sonucu çıkardılar: Vaktin son kısmı namazın vücûbu için "sebeb" değildir. Şayet "sebeb" olsaydı, vaktin başlangıç kısmında kılınan namazın sahih olmaması gerekirdi. Çünkü bu namaz, sebebi ve sıhhat şartı yani "vakit" hanüz ortada yokken edâ edilmiş bir namaz olurdu. Halbuki sebebi ve sıhhat şartı gerçekleşmeden namaz sahih değildir. Aynı şekilde, Hanefî usûlcüler şöyle bir fer'î hükümle de karşı karşıya idiler: Mükellef, nakıs vakit girinceye yani güneşin rengi sararıncaya kadar ikindi namazını kılmamış bulunsa ve nakıs vakitte kılsa, namazı kerahetle birlikte sahihtir. Bu fıkhî çözümden de şu sonuca vardılar: Vâcib, daha önce edâ edilmeyip ancak vaktin sonunda ifa edilmiş olursa, vaktin sonu namazın vücubu için "sebeb"tir. Zira nakıs vakitte namazın edasının sahih olması, vücûb sebebindeki eksiklikten ötürü namazın da eksikliğiyle birlikte vâcib olduğuna delildir. Bunu biraz açacak olursak, eksik vücûb sebebi, kerahet vakti denen nakıs vakittir. Bu vakitte edâ edilen namaz kusurlu görülmekle beraber (mekruh olarak) sahih sayılmaktadır. Yani vâcib oluşu nasılsa edası da aynı vasfı taşımaktadır.Onlar, bir de önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef ikindi namazını vakti içinde kılmasa, sonra, meselâ ertesi günü nakıs vakitte (kerahat vaktinde) kılsa, bu namaz sahih olmaz. Bu hükümden ise şu sonuca vardılar: Vâcib, vakti içinde edâ edilmezse, vücubunun sebebi artık vaktin son parçası değil, bütün vakittir. Çünkü, vaktin çıkmasından sonra da vaktin son kısmını vücûb sebebi sayabilsek, nakıs vakitte namazın kaza edilebilmesi ve kazanın sahih olması gerekirdi. Bu takdirde vâcib -yukarıdaki olayda açıklandığı şekilde: sebebindeki eksiklikten ötürü eksik bir vâcib sayılırdı ve nakıs vakitte kazası da caiz olurdu.İşte bütün bu fer'î çözümleri göz önüne alarak ve kuralın bunlara uygunluğunu sağlamak üzere Hanefî fakihler şöyle demişlerdir: Namazın vücubu için "sebeb", hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı ile vaktin ilk kısmıdır. Şayet vaktin başlangıcında edâ edilmemişse "sebebiyet", edâ olayının bulunduğu sonraki kısma intikal eder.... Böylece, vaktin sonuna gelinmiş ve sadece farz namazın ifa edilebileceği kadar bir zaman kalmış olursa, biliriz ki artık vaktin bu son parçası "sebeb"tir; fakat mükellef namazı edâ etmeden bu parça da geçirilmiş ve vakit sona ermiş olursa, o zaman "sebebiyet" vaktin tamamına nisbet edilir.
İkinci örnek: Hanefîler "usût'Ierinde şöyle bir kurala yer vermişlerdir: "Müşterek lâfız (konduğu bütün manaları aynı ada) kapsamaz". Önce "müşterek" lâfızı kısaca açıklayalım. Başta bir mana için vazedilmiş bir lâfız sonra başka biryana veya manalar için de vazedilmiş olursa buna "müşterek" denir. Meselâ "mevlâ" kölesini azâd eden efendi demektir. Fakat azad edilen köle için de "mevlâ" lâfzı kullanılmıştır. Her ikisi için de mevlâ kelimesi kullanılır olmuş, birbirinden ayırt etmek için ilkine "mevlâ a'lâ ikincisine "mevlâ esfel denmiştir. Yine, "aynl âfzının birçok manası vardır. Bunlar arasında altın, görme rganı olan göz, casus manaları sayılabilir. İşte yukarıda zikrettiğimiz kural demek istemektedir ki, "mevlâ" ve "ayn" gibi müşterek lâfızlar, aynı söz içinde bu manalarından sadece biri için kullanılır. Meselâ: (Bir "ayn" gördüm) dediğiniz zaman, hem casus, hem altın, hem görme organı olan göz gördüğünüzü kasdetmiş olamazsınız. Mezhep imamlarından herhangi biri bu kuralı böyle açık bir şekilde İfade etmiş olmayıp, Hanefî bilginler bazı fer'î çözümlerden bu kuralı çıkarmışlardır. Meselâ vasiyet bahsindeki şu hüküm bu çözümlere örnek gösterilebilir: "Hem esfel hem a'lâ gurubundan mevlâları olan bir kimse mevlâlan lehinde vasiyette bulunsa ve herhangi bir açıklamada bulunmadan vefat etse vasiyet bâtıl olur." Böyle bir durumda mûsînin (vasiyet edenin) "mevlâ" kelimesi ile kendisini azad eden mevlâyı mı yoksa kendi azâd ettiği mevlâyı mı kasdettiği, dolayısıyla mûsâ-lehin (lehim vasiyet edilen) kim olduğu bilinemez. Sonuç olarak vasiyet her iki nevi mevlâya teşmü edilmemekte, bunlardan sadece birisinin kastedilmiş olması gerekeceği, fakat bunun da bilinmediği düşünülerek vasiyet geçersiz sayılmaktadır. Bu fer'î hükümden hareketle, bilginler, "Umûmu'l-müştrekin kabul edilemeyeceği" yani müşterek lafzın, konduğu bütün manaları aynı anda kapsamayacağı sonucunu çıkarmış ve bunu bir usûl kuralı olarak vazetmişlerdir. Fakat bazı Hanefî bilginler, bu şekliyle kuralın, mezhep içinde yer alan diğer bazı fer'î çözümlerle uyuşmadığını gördüler. Meselâ, yemin bahsindeki şu hüküm böyleydi: "Bir kimse, birine "vallahi senin mevlânla konuşmayacağım" dese ve muhatabının her iki neviden mevlâsı bulunsa, bunlardan biriyle konuştuğunda yeminini bozmuş olur." Çünkü bu durumda yemin edenin, iki neviden herhangi bir mevlâ ile konuşması halinde yemininin bozulabilmesi, ancak burada "mevlâ" lâfzının her iki manada birden kullanılmış olması ile mümkün olabilirdi. Binaenaleyh bu hüküm, "müşterek" lafız hakkındaki yerleşik kurala -mevcut şekil içinde- ters düşmekteydi. Bunu farkeden bazı bilginler kuralı şu şekilde değiştirdiler:"Müşterek (konduğu bütün manaları aynı a) kapsamaz; ancak nefiyden (olumsuzdan) sonra ise kapsar". Artık zikredilen fer'î olayda "mevlâ" lâfzı nefiyden (olumsuzdan) sonra yer aldığı İçin, aynı sözde geçen müşterek lâfzın her iki manasının birden kastedilmesi geçerli oluyordu.İşte işaret edilen bu durumlardan ötürü Hanefîler, usûl eserlerinde furû-i fıkha ait çözümlere çokça yer vermiş oldular. Onlar, her ne kadar bunları, fer'î çözümlerin usûl kuralları üzerine bina kılındığını göstermek üzere zikrediyorlar idiyse de, -gerçekte- bu kurallar o furû' hükümleri uğruna konmuştu.Bu başlıkta Özelliklerinden söz ettiğimiz bu iki metoddan her birine göre yazılmış birçok usûl esbri bulunmaktadır. Şimdi bunların önemli örneklerini zikredeceğiz.
İslâm Hukukunun Temel İlkeleri
İslâm, semavî dinlerin en sonuncusudur. Bütün insanlığa hitap eden evrensel bir dindir. Din ve dünya ile ilgili hükümleri içerir. Bu hükümler üçe ayrılır:
a. İnançla ilgili hükümler (el-Ahkâmu‟l-İ‟tikâdiyye)
b. Ahlakla ilgili hükümler (el-Ahkâmu‟l-Hulukiyye)
c. İnsanların davranışları ve tasarrufları ile ilgili hükümler (el-Ahkâmu‟l-Ameliyye)
Mükellef, kendisine Şâri„ tarafından bir şey yapmak ve yapmamak zahmeti ilzâm edilen (borç altına sokulan) âkil ve bâliğ kimsedir.
Ehliyet, hukuk süjesinin haklara sahip olması, haklarını kullanması, görev, yükümlülük ve sorumluluklar yüklenebilmesidir.
İnsanların davranışları ile ilgili hükümleri inceleyen İslâm hukukunun temel ilkeleri şunlardır:
1. Sıkıntıları ortadan kaldırma(nefyu’l-harac), zorlukları kolaylaştırma ilkesi
2. Sorumlulukların azlığı ilkesi (kılletu’t-tekâlîf)
3. Hükümlerde tedrîcîlik ilkesi(et-tederruc fi’l-ahkâm)
4. İnsanların yararının gözetilmesi ilkesi
5. Adaletin gerçekleştirilmesi ilkesi (tahkîku’l-adâle)
Ruhsat, insanların özürlerinden dolayı kendilerine bir kolaylık ve müsaade olmak üzere ikinci derecede meşru kılınan şeydir.
İslâm Hukukunda hafifletici sebepler,
İhtiyaç,
Yolculuk,
Sefer,
Hastalık,
Unutma,
Hata,
Bilmeme,
İkrâh,
Umûmu‟l-belvâ(kaçınılması çok zor olan durumlar)
Fıkhın, şer’i delillerden elde edilen fıkhi hukumleri sistematik tarzda ele alan dalına furu-i fıkıh, delillerden hukum elde etme metodunu inceleyen dalına da usul-i fıkıh denir. Ahvâl-i Şahsiyye: Şahsın hukuku.
Hidâyet-i Mürşîde: Yol gosterici hidayet.
Deliller: Araştırılan hususta şer’i-ameli nitelikteki hukme ulaştıran vasıtaya delil denir. Fıkhi bir hukmun dini-hukuki dayanağı (edille-i şer’iyye, edilletu’l-ahkam) anlamında kullanılır. Fıkıh literaturunde yaygın genel kabule gore şer’i delillerden kitap, sunnet, icma ve kıyas aslî deliller; istihsan, istıslah (mesalih-i mursele), istishab, sedd-i zerayi’ gibi deliller de fer’î veya tâli deliller grubunda yer alır. Bu asli delillerin bir diğer adı da “dort delil”dir (edille-i erbaa).
Kitâp: Ayetler, iman, ahlak, adab-ı muaşeret, gecmiş toplumlardan kıssa ve oğutler, genel insani ve akli değerler, beşeri ilişkiler gibi konularda okuyucuya doğrudan ana fikir vermektedir.
İcmâ: İcma; muctehidlerin şer’i bir meselenin hukmune dair goruşlerini aynı yonde olmak uzere tek tek acıklamaları yoluyla meydana gelebileceği gibi (sarîh icmâ), şer’i bir mesele hakkında bir veya birkac muctehid goruş belirttikten sonra, bu goruşten haberdar olan o devirdeki diğer muctehidlerin acıkca aynı yonde kanaat belirtmemekle birlikte itiraz beyanında da bulunmayıp sukut etmeleri suretiyle de (sükûtî icmâ) oluşabilir.
Kıyâs: Naslarda (Kitap ve Sunnet’te) hukmu bulunmayan fıkhi meseleye, aralarındaki illet (gerekce) birliği sebebiyle, naslarda duzenlenmiş meselenin hukmunu vermek” şeklinde tanımlanır. Musiyi (vasiyet edeni) olduren musa-leh (vasiyet alacaklısının) vasiyetten mahrum olur. Boylece, naslarda musiyi olduren musa-leh hakkında ozel bir hukum bulunmadığı halde, kıyas yoluyla boyle bir kimsenin vasiyetten mahrum olacağına hukmedilmiş olur.
İstihsân: Muctehidin bir meselede, ozel bir delil sebebiyle, o meselenin benzerlerinde verdiği hukumden vazgecip başka bir cozumu benimsemesi, ya da iki farklı kıyas imkanı bulunduğunda, ilk bakışta dikkat cekmeyen kıyası (kapalı kıyası) gerekce birliği acısından daha guclu bulduğu icin acık kıyasa tercih etmesidir. Buna gore, istihsan ceşitlerini iki gruba ayırmak mumkundur:
1.
Genel hukumden istisna yoluyla yapılan istihsan.
2. Kapalı kıyas istihsanı. Istıslâh (Mesâlih-i Mürsele): İslam hukuk
terminolojisinde maslaha terimi geniş anlamda kullanıldığında, hem “yarar
sağlama”yı hem “zararı savma”yı ifade eder. Maslahanın bu iki yonu ayrı
ayrı anlatılmak istendiğinde birincisi icin “celbu’l-menfaa”
(celbu’l-maslaha), ikincisi icin “def’u'l-mefsede” (def’u'l-mefsede)
tabiri kullanılır. Yorum yoluyla da olsa nasların kapsamına girmeyen ya
da “illet” bağı kurularak (kıyas yoluyla) nasta duzenlenmiş bir olaya
bağlanamayan fıkhi bir meselenin hukmunu İslam fıkhının genel ilkelerine
gore belirleme yontemine “ıstıslâh“, bu metodu uygulayarak hukme
ulaşırken esas alınan maslahatlara da “mesalih-i mursele” denir.
Örf ve Âdet: Fakihlere gore bir toplumdaki orf ve adetin gecerliliği icin onun yaygın ve surekli olması, nasların lafzına ve ruhuna yani İslam hukukunun temel ilkelerine aykırı duşmemesi gerekir. Bu şartları taşıyan orfe sahih orf, taşımayana da fasid orf adı verilir.
Istıshâb: Daha once varlığı bilinen bir durumun -aksine delil bulunmadıkca- varlığını koruduğuna hukmetme yontemidir. Şekk ile yakin zail olmaz.
İbâha-i Asliyye Istıshâbı: Buna gore bir şeyden yararlanma veya bir davranışta bulunma hakkında naslarda ozel bir hukum yoksa veya kıyas yahut ıstıslah yoluyla naslardan bu hususta ozel bir sonuc cıkmıyorsa, “Eşyada aslolan mubahlıktır”. Berâet-i Zimme Istıshâbı: Bir kimsenin borclu veya suclu olduğuna dair delil bulunmadıkca borcsuz ve sucsuz kabul edilmesi esastır. Buna gore, alacaklı olduğunu iddia eden kimse bunu isbat edemediği takdirde davalının borclu olmadığına; yine, suc işlediği iddia edilen kişinin bu fiili isbat edilmedikce aynı prensibe gore suclu olmadığına hukmedilir.
Vasıf Istıshâbı: Şer’an varlığı kabul edilen bir hukmun, sebebinin ortadan kalktığı isbat edilmediği surece sabit sayılması esastır. Mesela, satım ve mirascılık gibi bir mulkiyet sebebine binaen sabit olan mulkiyetin, gecerli bir nikah akdinden sonra kurulan evlilik bağının, aradan ne kadar zaman gecerse gecsin, ortadan kalktığını gosteren bir delil olmadığı surece devam ettiğine hukmedilir.
İslâm Öncesi Şerîatler: Hz. Muhammed’den onceki ilahi dinlerin hukumlerinden (şer’ü men kablenâ) Kur’an-ı Kerim’de veya Hz. Peygamber’in sunnetinde yer almayanların Müslümanlar icin bağlayıcı olmadığında alimler fikir birliği icindedir. Hanefiler dâhil bir grup İslam alimi bu tur hukumlerin de muslumanlar hakkında da bağlayıcı delil olacağı görüşündedir.
Sedd-i Zerâî’: Harama, kotu ve zararlı bir sonuca vasıta olan davranışların yasaklanması, kotuluğe giden yolların kapatılması demektir. Kötülüklerin önlenmesi, menfaatların elde edilmesinden daha önceliklidir.
Re’y ve İctihâd: Re’y kelimesi fıkıh literatüründe “hakkında acık bir nas yani ayet veya hadis metni bulunmayan fıkhi bir konuda muctehidin belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsi goruş” anlamında kullanılan bir terimdir. İctihad sozlukte “zor ve meşakkatli bir işi gercekleştirme uğrunda kişinin olanca gayreti gostermesi”, fıkıh ilminde ise “fakihin şer’i-ameli bir meselenin hukmunu, ilgili delillerden cıkarabilmek icin olanca gayreti sarfetmesi” anlamına gelir. Bu melekeye sahip olan kimseye muctehid denir. Ehliyet: Kişinin dini ve hukuki hukme konu (muhatap) olmaya elverişli oluşu demektir.
Vücûb Ehliyeti: Kişinin haklara sahip olabilme ve borc altına girebilme ehliyetidir. Vucub ehliyetinin temelini zimmet ve hukuki kişilik teşkil eder; bu ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve ruşd ile alakası yoktur. Edâ Ehliyeti: Kişinin dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya ve hukuki işlem yapmaya elverişli oluşu demektir.
Hükmen Bulûğ Yaşı: Ebu Hanife’ye gore erkeklerde 18, kızlarda 17 yaş, coğunluğa gore her ikisi icin de 15 yaştır. Hüküm: İslam dininin, insanların dunya ve ahiret mutluluğunu sağlamak uzere getirdiği kuralların butunune şer’i hukumler (ahkam-ı şer’iyye) veya ilahi hukumler (ahkam-ı ilahiyye) olarak tabir edilir.
Amelî Hükümler: Itikadi hukumlere nisbetle ikinci derecede oldukları icin bunlara ahkam-ı fer’iyye de denilir.
Taabbudi hukumler: ibadetlerle ilgili dini hukumlere denilir.
Vaz’î Hüküm: İki durum arasında şariin kurduğu bağı ifade eden vaz’i hukum, kendi icinde sebep, şart ve mâni’ şeklinde uce ayrılır.
Sebep: Şariin varlığını hukmun varlığı, yokluğunu da hukmun yokluğu icin alamet kıldığı durumdur. Mesela vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına ulaşması zekatın sebebidir. Rükün: Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parca teşkil eden bir unsuru ifade eder. İbadetlerde rukunler ve bunların yanında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o ibadeti gecersiz (batıl, fasid) kılar. Namazda Kur’an okumanın (kıraat), ruku veya secdenin terkedilmesi boyledir.
Şart: Bir hukuki sonucun varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parca teşkil etmeyen fiil veya vasıftır. Mesela namaz icin abdest, nikah akdinde şahit şarttır.
Sıhhat; bir fiilin gerekli rukun ve şartları taşıması,
butlân; ruknunun veya kurucu unsurlarından birinin eksik olması,
fâsid; ruknu ve unsurları tamam olduğu halde şartlarının eksik olmasıdır.
Bâtıl: Bir hukuki işlemin batıl olması, onun kurulmamış ve yok hukmunde olması ve bu işleme hic bir hukuki sonucun bağlanmamasıdır.
Müfsîd: Bir ibadeti bozan veya bir hukuki işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe denir.
Teklîfî Hükümler: Mukellefin fiilleri.
Vâcip: Dini literaturde vacip, Hanefiler haric fakihlerin coğunluğuna gore, kesin bir delille ve kesin bir surette yapılması istenen dini yukumluluğu ifade ederse de Hanefiler bunu farz ve vacip şeklinde iki kademede ele almayı uygun gorurler.
Farz: Fıkıh ilminde, Allah ve Rasulu’nun mukelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir. Hanefiler delilin kat’i veya zanni oluşuna gore bir ayırım yaparak, bir fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istendiğini gosteren delil kat’i ise bunu farz, zanni ise bunu vacip terimiyle ifade ederler. Farzı terkeden kimse fasık durumuna duşer. Vacibin inkarı kufru gerektirmez.
Farz-ı ayn: Şariin her bir mukellefin ayrı ayrı ifa etmesini istediği mukellefiyettir.
Farz-ı kifâye: Muslumanların ferden değil de toplum olarak sorumlu oldukları mukellefiyetlerdir.
Vâcip: Hanefiler vacibi coğu yerde “ameli farz” olarak da adlandırırlar.
Sünnet: Muekked ve ğayr-i muekked ceşidine “huda sunneti” de denir. Hz. Peygamber’in, insan olması itibariyle yaptığı normal ve beşeri davranışlara ise zevaid sunnet veya adet sunneti denilir. Farz namazlardan once ve sonra kılınması sunnet olan namazlar icin, Şafii mezhebinde ayrıca vitir namazı ve şevvalde tutulan altı gun oruc icin revatib sunnet tabiri kullanılır.
Haram li-aynihî: Şariin, bizzat kendisindeki kotuluk sebebiyle, baştan itibaren ve temelden haramlığına hukmettiği fiildir.
Haram li-ğayrihî: Aslında meşru ve serbest olduğu halde, haram kılınmasını gerekli kılan gecici durumla ilgili olan fiildir.
Azîmet: Farz, vacip, sunnet, mustehap niteliğindeki bir davranışın yapılmasını; haram, mekruh gibi davranışların da yapılmamasını ifade eden butun teklifi hukumleri icine alır. Hanefiler’e gore, yolculuk esnasında dort rek’atlı farz namazların kısaltılarak ikişer rek’at kılınması esasen bir azimet hukmudur.
Ruhsat: Fıkıh ilminde “meşakkat, zaruret, ihtiyac gibi arızi bir sebebe bağlı olarak azimet hukmunu terketme imkanı veren ve yalnız soz konusu arızi durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve gecici hukmu” ifade eden bir terimdir.
İmâmeyn: İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed icin kullanılır.
Tarafeyn: İmam-ı A’zam ile İmam Muhammed icin kullanılır.
Şeyhayn: İki şeyh, iki reis, iki buyuk imam demektir. İmam-ı A’zam ile İmam Ebu
Yusuf icin kullanılır. En buyuk iki halife anlamında Hazret-i Ebu Bekr ile Hazret-i Omer icin de kullanılır.
Sekaleyn: İnsanlar ve cinler icin kullanılır. Bu iki topluluğa da peygamber olarak gonderildiği icin Peygamberimiz Hz. Muhammede Rasulu’s-Sekaleyn denir. Cin ve insanlara fetva verene de, Muftiyus-sekaleyn denir.
Hikmet Kıratlı
Doktora 15922719
Bilginin Bütünlüğü
Çerçevesinde Fıkıh, Hadis ve Tefsir Usullerinin Değerlendirilmesi
Müslümanlar
Hz Peygamber’in vefatından itibaren dinlerini korumak için ilim sahaları ihdas
ettiler ve bu ilimlerin gelişim süreci bir paralellik içerisinde şekillendi. Kuran’la birlikte sünnet, sahabe sözleri ve
icma metinsel kaynaklar olarak rivayet
formunda sonraki nesillere aktarıldı. Bu metinsel kaynakları işlemek ve
geleneği sürdürmek amacıyla çeşitli akademik disiplinler oluştu. Bu disiplinler
bir görev paylaşımı anlayışıyla ve çalıştıkları alanlara uygun yöntemlerle
İslam bilimler geleneği içerisinde yerlerini aldılar. Bu disiplinler kelam,
fıkıh, hadis, tefsir, olarak sıralanabilir. Bunlar ihtiyaçlar doğrultusunda
gelişim gösterdiler ve kendilerine bırakılan alanlarda çalışmalarını
sürdürdüler.
Bilginin Aslı Olarak
Usül
Bu çalışmalar,
Müslümanların, Peygamber (sav)’in olmadığı bir dünyada karşılaştıkları
sorunları O’nun çizdiği istikametin dışına çıkmadan halletme telaşının ürünleriydiler.
Neticede varılmak istenen nokta Müslümanların karşı karşıya olduğu problemleri
çözecek ve bütünüyle vahyin istikametinde kalması istenen bir usul ortaya
koymaktı. Başka bir ifadeyle İslam, tarihi gelişimi içerisinde Arabistan’dan
başlayıp kadim medeniyet havzalarını da içine alacak şekilde büyüyen İslam
coğrafyası toplumun idare ve sevki için kendisine ait bir metodoloji ihdas etmeliydi. Nitekim tarih içerisinde uzun
sayılamayacak bir sürenin sonunda, ilk iki yüzyılın tartışmaları neticesinde bu
usul İmam Şafi tarafından ortaya kondu.
Bu
noktadan itibaren üzerinde duracağımız meseleler sırasıyla: bir anlama
faaliyeti olarak fıkhın tanımı ve usulünün İslami ilimler içindeki merkezliği,
fıkhın temeli olan dört delil çerçevesinde tefsir ve hadis usullerinin konumu
olacaktır.
Fıkıhta
usul bilgisi, Müslümanlar arasında var olan bütün mezhebi veya hizbi
ayrılıklara karşın ortak bir zeminde durmuştur. Hangi mezhebe refere edilirse
edilsin bir âlim tefsirde, hadislerin tespitinde, fıkhi hükümlerin istidlali
noktasında bir başka âlimden metot itibariyle çok az farklılık göstermiştir.[1]. Neredeyse
bütün usul tanımlarında usulün esası; kitap, sünnet, icma, kıyas olarak
belirlenmiştir [2].
Bu dört delil usul-ü fıkhın temel dayanağı olmak noktasında genel kabul görmüş
ve ancak bundan sonra, bunların ne derece ve ne şekilde delile konu olacakları
tartışma konusu olmuştur. İşte bu nokta-i nazardan fıkha dair tahlillerimize
geçebiliriz.
Fıkhın en geniş tanımı: söz ve
fiillerin amaçlarını kavrayan keskin ve derin bir anlayıştır[3]. Fıkhın
bu tarifi genel anlamda kabul görmüş bir tarif olarak Müslümanın en özet
haliyle hayatı anlama eylemini ifade etmektedir. Fakat sonraki dönemlerde özel
bir disiplin alanı haline gelen fıkıh şerî-amelî hükümleri ayrı ayrı
delillerine dayanarak bilmek anlamında tanımlanmıştır[4].
Fıkıh ayrı bir ilim adı olana dek yukarıda bahsi geçtiği üzere bir anlama
faaliyeti olarak geniş bir manaya sahipti. Fıkh-ul’luga, fıkh-ul’hadis gibi
kavramlar buna işaret ederler.
Bu, fıkhın bugünkü anlamıdır ve
tefsir, hadis, kelam gibi ilimlerin yanında bir disiplin olarak konusunu ortaya
koyar. Ancak ilk dönem İslam ilim geleneğine baktığımız zaman şunu görürüz:
sahâbe neslinden itibaren ulema mertebesinde ve başvuru mercii olan, ilimde
rush sahiplerinin gündemlerini işgal eden meseleler bugünkü anlamıyla fıkıh,
hadis, tefsir ve kelam gibi ilim dallarının tamamına şamildir. Müslümanlar
bilgiyi ilk kaynağı Kuran olmak üzere fıkhetmenin aracı olarak kullanmış, bugün
her biri ayrı bir uzmanlık alanı olan ilimlerin temelini atmak suretiyle
bütünlüğü olan bir yapının zeminini inşa etmişlerdir. Bu zeminin ana yapısını
ise şöyle ortaya koymak mümkündür: tefsir; bilginin aslî kaynağı olan vahyin
doğru anlaşılmasının metodunu ve asıl anlaşılması gereken şeklinin kaydını
verir. Hadis; vahyin ilk ve ideal pratiği olan sünnete nasıl ulaşılması
gerektiğinin metodunu ve bu metotla belirlediği kayıtları sunar. Fıkıh ise
diğer iki ilmin metot ve kayıtlarını öncül kaynak belirleyip, bir anlama ve hüküm
verme faaliyeti olarak insanın Allah, toplum ve tabiatla kurduğu ilişkinin
konusu olan amellerinin hükmünü ortaya koyar. Buradan anlaşılan; Müslümanın ana
faaliyetinin fıkıh olduğu ve diğer iki ilmin görevinin bu faaliyetin değişmez
kaynaklarını, nasslarını belirlemek olduğudur. Fıkhın bu konumunun tarihsel bir
süreçte nasıl ortaya çıktığı ve diğer iki ilimle bahsi geçen ilişkinin nasıl
şekillendiği usûl-i fıkh üzerinden anlaşılabilir.
Fıkıh
yukarıda bahsi geçtiği üzere, anlama faaliyeti olarak çok geniş bir manaya
delalet eder. Ancak mesele bu anlama faaliyeti Müslümanların dünya ve
ahiretlerini ilgilendiren hükümleri tespit etmek olduğunda ortaya özel bir
metodoloji çıkmıştır. Bu da usul-i fıkıhtır. Tanımı itibariyle usul-i fıkıh,
ameli hükümleri tafsili delillerden istinbat etmek için gereken metotları
tanıtan kaideler ilmidir[5].
Fıkıh genel anlamda amellerin hükümlerini bilmek iken usul-i fıkıh bu hükümlere
ulaştıran delilleri tespit etme işidir.
Müslümanların
fıkıhta belirledikleri metodolojinin doğal sonucu; kitap, sünnet, sahabe ve
ulema icması ve fukehanın kıyası şeklinde bir istidlal silsilesinin tesis
edilmesi olmuştu. Görüldüğü üzere İslam Hukukunun bugün temeli sayılan usul
hakkında, ilk derleyicisinin çalışması milat sayılarak, geçmişin kutsanması
şeklinde bir değerlendirme yapılmaktadır. Ancak buna karşın usulün yazılmasının
İslam ilim geleneği çerçevesinde oturduğu yeri ifade etmesi bakımından İmam
Fahreddin Râzi’nin İmam Şâfii hakkındaki sözleri şu şekildedir: "Şâfiin Usul ilmine nispeti Aristo’nun mantık
ilmine ve Halil b. Ahmed'in aruz ilmine nispeti gibidir. İnsanlar Aristo'dan
önce, sırf salim tabiatlarına göre delil getirir ve itiraz ederlerdi, tarifleri
ve delilleri sıralayacak keyfiyeti bildiren bir kanunları yoktu. Şüphesiz sözleri karışık ve çapraşık idi.
Çünkü sadece yaratılmış, külli bir kanunla yardımlaşmazsa nadiren muvaffak
olur. Aristo, insanlara mantık ilmini çıkardı, tarif ve delilleri kendileriyle
bilecekleri külli bir kanun koydu. Aynı şekilde şairler Halil b. Ahmed'den önce
tabiatlarına dayanarak şiir söylüyorlardı. Halil aruz ilmini çıkardı ve bu,
şiirin iyisini ve kötüsünü bildiren külli bir kanun olmuştu. Bunun gibi İmamı
Şâfii’den önceki insanlar da Usul-ül’Fıkh meseleleri hakkında konuşuyor, delil
getiriyor ve itiraz ediyorlardı. Şeriatın delillerini, onların taaruz ve tercih
keyfiyetlerini bilmeleri hususunda başvuracakları külli bir kanunları
yoktu. İmam-ı Şâfii Usulül-F ıkh ilmini
çıkarmış ve şeriatın delillerinin sırasını bilecekleri bir külli kanun vazetmiştir[6]."
Vahye sahip İslam toplumu Fahreddin Razi’nin ifadelerinden de anlaşılacağı
üzere neyin nasıl yapılması gerektiğine dair sabiteleri olan bir usulü
benimsemiştir. İmam Şafii’nin ortaya koyduğu ve sonrasında gelişerek bugünkü
şeklini alan usul bu esas çerçevesinde şekillenmiştir.
İslam
toplumunda bilginin konusu en geniş anlamıyla fıkıhtır ve bilgi; insanların
ahiretlerini kazanmaları içindir. Bilgiyi, ifade edildiği üzere, İslam toplumu
içerisinde kıymetli kılan insanların faydasına ve zararına olanı yani fıkhı
bilmelerine hizmet etmesindedir. Fıkhın başlıca kaynağı Kuran’dır. Kuran ilk
delil ve ilk müracaat kaynağı olması hasebiyle doğru anlaşılmalıdır. Fıkhın
ikinci kaynağı sünnettir. Sünnet ifade edildiği üzere Kuran’ın, kendisini
tebliğ ve tebyin etmekle görevli, Hz Peygamber tarafından pratiğe aktarımıdır.
Müslümanlar ilk nesilden itibaren bu pratiğin kaydını tutmuşlardır. Bugün hadis
ilminin konusu olan bu kayıtlar yine bir usül çerçevesinde fıkha delil
olmuşlardır. Her ne kadar ilk dönemlerde Müslümanlar gerek yaşadıkları kargaşa
ortamlarında hadis uydurma vakalarının yaşanması gerekse de hadis kayıtlarının
belirli bölgelere geç ulaşması sebebiyle sünnetin delilliği noktasında olmasa
da hadis rivayetlerinin delilliği noktasında tartışmalar yaşamışlardır. Burada
İmam Şafii’yi bir kez daha anmak gerekir ki hadislerin nasıl delil olacağının
metodu da yine yazdığı usulle ortaya konmuştur. Muhammed Hamidullah’ın
ifadesiyle İmam Şafii muhaddislerin eline peygamberin mahfuz sözlerinin
hayatında olduğu kadar güvenilir olduğunu isbat edebilmek için en kuvvetli
silahı vermişti[7].
Fıkhın
üçüncü kaynağı olan icma ise başta sahabenin sonrasında ise ulemanın bir görüş
birliğine varmasıydı. Fıkhın asıl delillerinin dördüncüsü olan kıyas ise
fakihin bir meseleyi önceki delillerden birinde verilen bir hükme
benzetmesiydi.
Bütünlüğü
İfadesi; Ortak Konular
Fıkıh, Tefsir ve Hadis
usulleri bugün her biri ayrı birer çalışma sahası olarak İslam ilim geleneğinde
olduklarında farklı bir şekilde çalışılmaktadırlar. Her bir alan modern parçacı
yaklaşım anlayışı içerisinde kendi meselelerinin tartışıldığı ayrı sahalar
halindedir. Ancak bugünün herhangi bir talebesi bunları eline aldığında ortak
birkaç konuyu rahatlıkla tespit edebilir. Bunlar nasih ve mensuh, amm ve hass,
mutlak ve mukayyyet, mutlak ve mukayyettir. Bu üç konu ayrı ayrı her usulde
kendine yer bulmuştur. Biz bunları detaylı olarak incelemeden kısaca açıklayarak
geçmiş olacağız.
Nasih ve mensuh ilmi,
aynı konuda farklı sonuca varan Kuran ayetlerinin veya hadislerin birbirlerini
önce ve sonra söylenmiş olmakla birbirlerini iptal edip etmedikleriyle ilgilenmektedir.
Bu yönüyle fıkhın ana meselelerinden biri olmaktadır. Zira fakih ayet ya da
hadis olmak üzere bu şekilde bulunan nassların hangisinin delil teşkil
edeceğini bilmek zorundadır. Hangisinin önce indiğini/söylendiğini bilmesi
halinde ancak, delillendirmeyi doğru yapabilir. Bu hususta hem tefsir ilminde
hem de hadis ilminde nasih ve mensuh olanı tespit etmek için çalışmalar
yapılmış hem de usul-i fıkıhta hangisinin nasıl delil olacağının esasları
ortaya konmuştur.
Amm-hass,
mutlak-mukayyet meselesinde ise ayet ve hadis lafızlarının kapsamı
tartışılmıştır. Hitabın kime yapıldığı; hükümlerin kimleri, hangi zaman ve
şartlarda kapsadığı sorularının cevapları bu ilimler çerçevesinde tespit
edilmektedir. Her üç usulde de bu konularda yapılan çalışmaların bir literatür
mevcuttur.
Sonuç:
Bu değerlendirmeler
çerçevesinde usulün Müslüman için elzem bilginin kaynağı olduğunu ve ana
kaynaklarının doğru anlaşılması için tefsir ve hadiste, bu kaynaklardan
bilginin üretilebilmesi için de fıkıh usulünün geliştirildiğini ifade etmiş
olduk. Maksadımızı ortaya koyması babında İmam Şafii’nin şu sözünü aktarmak
ihtiyacı duyuyoruz: Ümmetin söylediklerinin tamamı sünnetin şerhidir. Sünnetin
tamamı da Kuran’ın şerhidir. Kuran’ın tamamı da Allah’ın yüce isimlerinin ve
sıfatlarının şerhidir. Esasında bu söz ifade etmeye çalıştığımız bütünlüğü
ortaya koymaktadır.
KAYNAKÇA
-
Prof. Dr.
Apaydın, Yunus, Klasik Fıkıh Usulünün İşlev ve Yapısı, İslam Hukuku
Araştırmaları Dergisi, sayı-1, 2003
-
Ebu Zehra, Muhammed,
İslam Hukuk Metodolojisi, Ankara-1986
-
Hamidullah,
Muhammed, Usul-ü Fıkhın Tarihi, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cild 2, Cüz
1, İstanbul-1956-57
-
Hallaf,
Abdurrahman, İslam Hukuk Felsefesi, Ankara-1973
-
Koçyiğit, Talat,
Hadis Usulü, Ankara-2009
[1] Prof.
Dr. Yunus Apaydın, Klasik Fıkıh Usulünün İşlev ve Yapısı, İslam Hukuku
Araştırmaları Dergisi, sayı-1, 2003, s.11
[2] A.g.e,
s. 22-23
[3] Muhammed
Ebu Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, 1986, s.13
[4] A.g.e,
s.13
[5] Muhammed
Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, 1986, s.14
[6]
Abdulvahhab Hallaf, İslam Hukuk Felsefesi, 1973, s.76
[7] Muhammed
Hamidullah, Usul-ü Fıkhın Tarihi, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cild 2,
Cüz 1 1956-57, s.5
Mukayeseli Usul Kıraati Hülasası 07.12.2015
Adı ve
Soyadı: İdris Sami Sümer
Öğrenci No:
14922749
Bölümü:
DOKTORA
Dönem:
2015/2016 Güz
Konu: Mukayeseli
Usul Kıraati Özet
TEFSİR USULÜ
Tefsir, ڧسرve veya سڧرkökünden
gelen tef’îl vezninde bir masdar olup bir şeyin gerçekliğini ortaya çıkarma
babında benzer anlamlara gelir. Lügavi olarak; bir şeyi açıklamak,
meydana çıkarmak ve bir şeyin örtüsünü açmak gibi anlamlara gelen kelime, esasen,
bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Bu, her söz için geçerli
olmakla beraber Kur’an yorumu için kullanıldığında Allah’ın ne demek istediğini
anlama faaliyeti anlamına gelir.
Tefsir Usûlü terkibinin ikinci kısmını oluşturan Usul
kelimesi, asl kelimesinin çoğuludur. Lügat anlamı temel, kök ve esas
demektir. Istılah anlamı ise; kendi mevcudiyeti sabit olup, ağyarın kendisi
üzerine inşa edildiği şey demektir.
Hz. Peygamberin yaşarken vahiy alıyordu. Ona
inananlar, Kur’an’dan anlamadıkları şeyleri ona soruyorlardı ve o da onların
anlamadığı yerleri açıklıyordu. Onun tefsiri mutlak tefsirdi ve anlamın
doğruluğu hakkında herhangi bir ihtilaf vuku bulmuyordu. Onun ölümüyle vahiy
kesilmiş dolayısıyla tefsir-i nebi de bitmişti. Fakat kendisinden sonra
gelenler için hayat devam ediyor, genişleyen İslam coğrafyası ve giderek
çoğalan Müslüman nüfusun farklı soru ve sorunları ortaya çıkıyordu. Bu aşamada
doğru tefsir için sahabe, tabiin ve sonra gelen âlimler, bir takım ilke ve
kurallar belirlemeye başlamışlardı. Kur’an’ın doğru anlaşılması için konulan bu
doğal ilkeler tefsir usulü ilminin temellerini atmıştı. Bu usul ilmi, Kur’ân’ın
anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya
koyar ve bu ilkelerin kendi iç disiplininde nasıl kullanılacağına dair bilgiler
verir. Burada maksat Kur’an’dan doğru yöntemlerle doğru bilgi ve yorumu elde
etmektir.
Her ilmin kendi iç disiplininde kendine has kavramları
oluştuğu gibi Tefsir usulü ilminin de kendine has kavramları oluşmuş ve bu
kavramlar doğru tefsir metodunun parametrelerini kurmuştur. Şimdi biz bu
kavramları özet olarak verelim.
1. VÜCÛH ve
NEZÂİR. Tefsir ilminde elfâzu’l müşterek (müşterek lafızlar) diye de
isimlendirilen vücuh; bir şeyin ön tarafı, yöntem, yol, metot gibi anlamlara
gelmektedir. Vech kelimesinin çoğuludur. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da
farklı anlamlarda kullanılması demektir. Mesela, Kur’an-ı Kerim’de rahmet
kelimesi, İslam, Kur’an, Peygamber ve yağmur için kullanılmıştır. Rahmet
kelimesinin ifade ettiği bu olgular arasında anlam farkı olsa da hedef
birlikteliği söz konusudur.
Nezâir ise,
nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, durum, eylem ve kelamdaki
benzerlikler anlamına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki lafızları farklı
sözcüklerin aynı anlamı ifade etmesidir. Buna göre vücuhta bir kelimenin çoklu
anlamı, nezairde bir olgunun veya şeyin çoklu sözlükle ifade edilmesi söz
konusudur. En meşhur örnek cehennem için kullanılan farklı ifadelerdir.
2. MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN. Müphem
kelimesi sözlükte kapalı olan ve anlaşılması, algılanması zor olan şey
anlamına gelmektedir. Kastedilen şeyin anlam olarak net olmamasını ifade eder.
Terim olarak; melek, cin, insan bir toplum veya olayın Kur’an’da
sarahaten değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, belirsiz zaman
ve mekân zarfları isimleriyle zikredilmesidir. Mesela, Kâf süresi 14. Ayette
geçen Tubba ashabı, Buruç süresinde geçen ashab-ı uhdud gibi. Mübhemât ilminin
tedvini, V. hicrî asırdan sonra tefsir
usulü kaynaklarında yer edinmeye başlamıştır.
3. ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN. Kur’an-ı
Kerim’in ilk nazil olduğu dönem, Arap şiir ve edebiyatının zirve olduğu,
cahiliye şairlerinin şiir ve edebiyatta şahika eserler vazettiği bir çağdı. Bu
dönemde sözün ne söylediği kadar nasıl söylendiği de çok önemli bir şeydi.
Nitekim bedevi bir Arap şairi Hz. Peygamberin ağzından Hicr süresi 94. Ayeti[1]
işitince secdeye kapanmış ve secdeden kalktıktan sonra sözcün içeriğine değil
söyleniş tarzına secde gösterdiğini söylemekten çekinmemiştir. Üslup, sözün
söyleniş ve oluşturuş biçimi demektir. Genel olarak sözün yazılı veya sözlü
kendi dönemine uygun söyleniş şeklidir. İlahi kelam olan Kur’an-ı Kerim, iniş
ve sonraki dönemlerde üslubuyla insanları hayrette bırakmıştır. Kur’an’daki
tehaddi ayetleri muarızları defalarca Kur’an’ın benzerini oluşturmaya
çağırmasına rağmen bu çağrılara hiçbir cevap gelmemiştir. Kur’an-ı Kerim, eşsiz
muhteva zenginliği yanında eşsiz üslup zenginliğine ve hâkimiyetine de
sahiptir. Onun içeriğini taklit etmek mümkün olmadığı gibi üslubunu da taklit
etmek imkânsızdır. Nitekim buna cüret eden Müseylime gibi insanların ortaya
koyduğu sözler kendi taraftarlarının bile alay ve eğlencesinden
kurtulamamıştır.
4. GARİBU’L-KUR’ÂN. Garîb kelimesi
sözlükte, yurdundan uzak kaldığı için bilinmeyen bilinmediği içinde yalnız
olan kimse için kullanılır. Lafız için kullanılmasının sebebi, kelimenin veya
kavramın dilde kullanımının azlığından dolayıdır. Yani kelimenin garipliği söz
konusudur. Kur’an-ı Kerim’de diğer dillerden ve nazil olduğu Kureyş lehçesinden
başka lehçelerden kullanılan kelimeler mevcuttur. Tabancı dillerden gelenler
Arapçalaşmış kelimelerdir ki her Arap onu bilmezdi. Mesela bunlardan birisi
olan Abese süresindeki ‘ebbe’ kelimesi Habeşçe’den geldi denilmiştir. Hatta Hz.
Ömer bunun Cuma hutbesi sırasında diğer sahabeye sormuş ve bu kelimenin anlamını
bilmediğin söylemiştir. İmam Suyuti, itkan adlı eserinde 67 yabancı kökenli
kelime tespit ettiğini yazmıştır.
5. AKSÂMU’L-KUR’ÂN. Türkçede
yemin anlamına gelen kasem kelimesinin çoğulu aksam’dır. Sözlükte ant,
antlaşma, yemin, ahit ve güç gibi anlamlara gelmektedir. Istılahta ise, bir
kimsenin herhangi bir şey için negatif veya pozitif duruşunu tespit anlamında
veya muhtemel eylemin gerçekleştirilmesi meyanında Allah veya kutsal kabul
ettiği bir değer üzere yemin etmesi veya onu şahit kılmasıdır. Kur’an’da bazen
Allah kendi adına ve sıfatlarına bazen tabiat ayetlerine kasem etmiştir. Kur’an’da
yemin kullanılması ve insanların ikna edilmeye çalışılması Allah’ın insanlara
sevgisinin bir göstergesi olarak kabul edilmiştir.
6. MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN.
Kavramsal anlamı, manaları tam olarak bilinemeyen veya bir sebepten dolayı manalarında
kapalılık bulunan veya çok anlamlı olması sebebiyle bir anlama hamli kesinlikle
mümkün olmayan şey anlamına gelen müteşabihat, sözlükte de birbirine benzeyen
şey anlamına gelmektedir. Benzerliğin yoğunluğundan dolayı ortaya çıkan
manalarının birinin birine tercihi kesinlik atfetmez. Âl-i İmran süresi 7.
Ayette Allah Teala Kur’an ayetlerinin bir kısmının muhkem bir kısmının müteşabih
olduğunu bildirmiştir. Muhkem ayetler, ne söylediği açıkça belli olan
ayetlerdir. Bu ayetlerde literal farklı anlamlar oluşabilir. Fakat hedef anlam
birlikteliği problemi söz konusu olmaz. Müteşabih ayetlerin yorumlanması
toplumsal akla ve kişisel faaliyetlere bırakılmıştır. İnsan zihninin çoklu
anlam ihtiyacına bir ikram kabul edilebilir. İnsan ve toplum için mutlak
ihtiyaç alanlarındaki hüküm ve değerler muhkem ayetlerde zikredilmiştir. Allah
en iyi bilendir.
7. TENÂSUBU-L KUR’ÂN. Kur’an-ı Kerim’in kendine has uslubu olduğu gibi yine kendine has
diziliş biçimi vardır. Gerek surelerin gerekse ayetlerin konuşlandırıldığı
yerler tefsir usulü ilminde tenasübü-l Kur’an başlığı altında incelenmiştir. Münâsebet
ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini,
irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve
sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu ilişki Kur’an-ı
dikkatle okuyan her irfan ve ilim sahibi kişinin dikkatini çekmiş ve onlardan
bazıları gözlemlerini kitaplara geçirmişlerdir.
8. NÂSİH-MENSÛH. Sözlükte ortadan
kaldırmak, ilga etmek, silmek, kayıt altına almak, bir şeyi bir yerden başka
bir yere intikal ettirmek anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise; şer’î
bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak veya önceki tarihli bir hükmün,
sonraki tarihli bir hüküm ile değiştirilmesi anlamına gelmektedir. Hükmü
kaldırana nasih, hükmü kaldırılana mensûh, olayın cereyan şekline de nesh
denilmektedir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre Kur’an-ı Kerim’de nesh vardır.
azınlık ise Kur’an’ın kendi içinde nesh olmadığını, Kur’an’da geçen nesh
ayetlerini önceki şeriatler ile ilgili olduğunu ileri sürmüşlerdir.Nesh
problemi birbirine zıt gözüken ayetlerin sözde zıtlıklarını açma yolunda hemen
hicri ilk asırda başlayan bir algı problemidir. Neshi reddeden alimler, nesh
teorisi yerine ‘tahsis’ teorisini koymuşlardır.
9. ESBÂBU’N-NÜZÛL. Esbâb, sebep
kelimesinin çoğuludur. Sözlükte metot, yol, işaret, araç gibi anlamlara gelmektedir.
Nüzûl kelimesi ise gerek soyut gerekse somut olsun bir şeyin yukarıdan aşağıya
inmesi ifade eder. Kur’an yaşayan hayat içinde kısım kısım indirilmiştir. Bazen
vuku bulan bir olay bazen de meydana gelecek bir olay Kur’an’ın ayet veya
surelerinin konusu olmuştur. Mesela mücadele süresinde vuku bulmuş zıhar olayı
üzerine, Rum süresinde ise vuku bulacak Rumların zaferi olayı üzerine vahiy
inmiştir. Bazen peygambere sorulan bir soru üzerine bazen de bir itiraz üzerine
vahiy nazil olmuştur. Sebeb-i nüzul ilmi, Kur’an’ın doğru anlaşılmasın en fazla
lazım olan ilimlerin başında gelir. Bu ilimin sağlam kaynaklardan temin
edilerek kullanılması Kur’an yorumunda aşırılığı, yanlışı engeller. Müşkil
anlam problemini izale etmede önemi yadsınmaz. Bu ilim doğru anlam elde etmenin
imkânlarını sunar. Fakat sebebin hususiliği hükmün umumiliğine engel değildir
ilkesini ihmal etmemek kaydıyla.
USUL-Ü FIKH
Fıkıh, İslami ilimlerde yetkinlik kazanmış müçtehitlerin,
şer’i delillerden istinbat ettiği ameli hükümlerdir. Bu Kur’an-ı Kerim’de
Allah’ın ilim sahiplerine yüklediği bir görevdir. ‘Onlara güven
veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; hâlbuki onu, Resul’e
veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin
içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve
rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.[2] İlm-i
fıkıhta derinleşmek için bir grup Müslüman’ın ilimle uğraşmasının gerektiği Tövbe
süresinde de emredilmiştir. ‘İnananların hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru
değildir. Onların her kesiminden bir grubun, dinde derin bilgiler edinmek ve
sefere çıkan topluluk geri döndüğünde korunmaları ümidiyle onları uyarmak için,
arkada kalmaları gerekmez mi?[3]Fıkıh ilmi
esasta ikiye ayrılır.
1. Uygulamalı
fıkıh (Füruat fıkhı)
2. Teorik fıkıh
(nazari fıkıh). Fıkıh ilminin oluşması sürecinde anlam daralmasından dolayı
fıkıh kavramı ilk elde furuat fıkhını ifade edecek biçimde kullanılmıştır.
Usul-ü Fıkıh terkibinin birinci kısmını oluşturan usul
kelimesi ‘asl’ kelimesinin çoğuludur. Kelime; sözlükte, temel, esas, kaynak ve
kök gibi anlamlara gelmektedir. Istılahta ise, yöntem, kaide, ilke gibi
anlamlara gelmektedir. Usul-ü fıkıh terkibi, fıkhın hüküm inşasında izlediği
yöntem ve kaideler bütünü demektir. Zira müçtehitler şer’i kaynaklardan hüküm
istinbat ederlerken belirli kural ve kaideler uymakla mükelleftir. Süreç içinde
oluşan usul-ü fıkıh nosyonuna aykırı içtihat muteber addedilmez. Mesela Kitapta
ve sünnette haramlığına dair bir şeyin haramlığı hakkında hüküm verilecekse
‘eşyada asıl olan ibahadır’ ilkesinin çerçevesinde müçtehit fıkhi faaliyetini
inşa etmek zorundadır. Usul-ü Fıkhın konusu delillere dayanan ameli
hükümlerdir. Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf,
sedd-i zerai, sahabe sözleri, şer’ü men kablena (önceki şeriatların hükümleri),
şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, ruhsat, azimet,
sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat,
butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak,
mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser,
muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın,
iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip
edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Fıkıh Usulünün Amaç- Fayda ilişkisi: İslam’ın
gönderiliş amacı insanı mutlu etmektir. İslam’ın rükunlarını oluşturan bütün
ilimlerin mevcudiyetinin amacı da İnsanın mutu mesut bir hayat sürmesidir.
Diğer ilimler gibi usul-ü fıkıhta bütün gayretini doğruya ulaşmaya adamıştır.
Bu adanmışlığın amacı doğrun delillerden doğru hükümler istinbat ederek toplumu
iyiye ve güzele sevk etmektir. Kur’an-ı Kerim, evrensel bir kitap olması,
kıyamet gününe kadar başka vahiy gönderilecek olmaması münasebetiyle mücmel ve
genel geçer kaideler ihtiva eder. Bundan dolayı Kur’an tikel hükümler yerine
tümel hükümler inşa etmiştir. İslam alimleri ve düşünürler kendi dönemlerinin
problemlerinin çözümü için bu tümel hükümlerden mahalli hükümler istinbat
edebilirler. Kapalı lafız ve olayları açabilirler. Nihayetinde fıkıh usülü
ilmi; belirli ilke ve kaidelere dayanarak Kur’an’dan ve sahih sünnetten
hükümler inşa etmektir. Usul-ü Fıkıh tarihinde şeri delillerin kaynakları
aşağıdaki maddelerle belirtilmiştir. Bu maddelerden Kur’an ve Sünnet ortak
kaynak diğer hükümler ise müçtehitler arasında ihtilafladır.
Fıkıh ve usul-ü Fıkha Kaynaklık eden
Şeri Deliller
Kur'ân-ı Kerim: Dinin
ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Bu konuda Müslümanlar arasında herhangi bir
ihtilaf söz konusu değildir. Allah peygambere ‘Onların arasında Allah’ın
sana indirdikleri hükmet buyurmuştur.’[4]Kur’an-ı
Kerim’de hükmü açık olan bir şeyde başka bir kaynağı delil almak caiz değildir.
Çünkü Allah Kur’an için; ‘O Kur’an sen ve kavmin için bir hatırlatmadır. Siz
ondan hesaba çekileceksiniz.’[5]Demiştir.
Sünnet: Sünnetin şeri kaynaklar
arasında yer alması bazı İslam âlimleri tarafından şaz görüşler ileri
sürülmekle beraber genel olarak kabul edilmiştir. Delil kuvveti bakımından
Kur’an’dan sonra diğer kaynaklardan önce gelir. Meşhur Muaz b. Cebel hadisinde
sünnetin şeri delil olduğu apaçık bir şekilde yer alır. Sünnetin ve Kur’an’ın
kaynak değeri itibari ile şöyle bir farkı vardır. Sünnet kaynak itibari ile
sübutu zannidir. Kur’an ise sübutu katidir. Kati delil varken zanni delile
itibar edilmez.
İcma’: Ümmetin alimlerinin bir
meselede çoğunluğa varan bir oranda ortak hüküm izhar etmesi anlamına gelir.
Usulcüler icmayı temelde iki kısma ayırmışlardır.
1.
Açık (sarih) İcma: icmanın bu türü ittifakla kesin
delil teşkil eder. Bunun zıddına ileri sürülen hükümler makbul kabul
edilmemiştir. Bundan dolayı sarih icmaya uymak vaciptir denilmiştir. Kur’an-ı
Kerim’deki şu ayet sarih icmaya delil olarak getirilmiştir. ‘Kendisi
için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı çıkar ve müminlerin
yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o
ne kötü bir yerdir![6]
2.
İcmanın ikinci nevini oluşturan sukuti icmanın delil
kaynaklığı hususunda usulcüler arasında ihtilaf edilmiştir. Bazıları bunu kesin
olarak reddederken bazıları delil olarak kabul etmişlerdir.
Kıyas: Bazı usul-ü fıkıhçılara göre
kıyas. İslam’da şeri deliller arasındadır. Fakat kıyasın tam olması lazım ve
kıyasta usul hatası yapılmaması gerekir. İbrahim Nazzam ve bazı şiiler ise
kıyası şeri deliller arasında görmemişlerdir.
Örf: Örf kelime
olarak maruf ile aynı kökten gelir. Lügat anlamı bilinen, kabul edilen şey
anlamlarına gelir. Âlimler örfün şeri delil olması hususunu şeri kanunlara
aykırı olmama şartına bağlamışlardır. Hatta âlimler, şeri delile aykırı olan
örfün kaldırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Buna göre örfe dayanan hükmü
delil örfün değişmesiyle mülga olur denilmiştir.
Mesâlih-i Mürsele: İmam Malik’in
temsilciliğinde Medine ehlinin kabul ettiği şeri delil kaynağı olarak
görülmüştür. Fakat stil olarak diğer mezhep ve ekol mensuplarınca da ara ara
başvurulan bir şeri delil kaynağı olarak görülebilir.
İstihsan: Bu metot,
Ebu Hanife nezdinde meşhur olmuş ve bazı usulcüler tarafından şiddetle
eleştirilmiştir. Ebu Hanife’nin bu konuda istihsan ediyorum sözü kaynaklarda
meşhur olmuştur. O hakkında açık nas olmayan bazı durumlarda bu metodu
kullanmaktan çekinmemiştir.
Sedd-i zerayi: Nerdeyse birçok mezhebin kullandığı metotların başında gelir. Kelime
olarak zararlı durumu engelleme faydalıya yol açma anlamına gelmektedir. Özellikle
Malikiler bu delili kullanma hususunda gayretlidirler. Hanefiler de bu konuda
malikiler gibidir. Mesela Hanefiler, mirastan mahrum bırakılmak için boşanmış
kadının miras hakkını boşanmış olsa bile tam olarak alabileceğini bu ilkeye
dayanarak koymuşlardır.
Fıkıh Usulünün Doğuşu Metotları ve
Gelişmesi
Hz. Peygamber
döneminde her an vahiy gelmekte idi. Gerek vahiy gerekse Hz. Peygamber,
toplumsal hayatta meydana gelen olaylar için çözüm sunan hükümleri
belirliyorlardı. Hz. Peygamberin ölümü ile hem vahiy kesilmiş hem de mukayyet
şari olan Hz. Peygamberin çözüm hükümleri son bulmuştu.
Hz. Peygamberin ashabı bu
aşamada yeni oluşan olaylar için Kur’an’dan ve Hz. Peygamberin söz ve
fiillerinden hüküm çıkarmışlar, bunlarda bir şey bulamadıkları zaman kendileri içtihatta
bulunmuşlardır. İlk neslin azalmasıyla tabiin nesli söz peyda olmuş onlarda
aynı metodu kullanmışlardır. Onlar hüküm inşa ederken aynı zamanda kendilerinden
önceki neslin vardığı sonuçları da ihmal etmemişlerdir. Bu neslin sonu
itibariyle usulü fıkıh sistemleşmeye başlamış, şeri delillerden hüküm elde etme
metotları bir ilim dalı olarak disipline olmaya başlamıştır. Kısaca
anlattığımız bu süreç, usulü fıkhın oluşum süreci olarak isimlendirilmiştir.
Usulü fıkıhla ilgili elimize ulaşan en eski kaynak imam Şafinin er- Risale adlı
eseridir. Bu sebeple Şafi bu ilmin kurucusu olarak bilinir. Daha sonraları bu
ilim dalı İslami ilimler arasında haklı bir şöhret kazanmış ve birçok fakih bu
alanla ilgili çok ciddi eserler bırakmıştır. Allah hepsinden razı olsun.
Hadis, Hz. Peygamberin bir
olay, vaka veya durum karşısında söylemiş olduğu takrir, tasvip, men veya zem
ile ilgili söylediği sözler için kullanılır. Hz. Peygamberi çok seven
Müslümanlar, onun ağzından çıkan sözleri çok önemsemişler ve onları
hafızalarına almaya çalışmışlardır. Bazı sahabiler ise onun özel izni ile
sözlerini kayıt altına almışlar ve yazmışlardır. Abdullah b. Amr’ın sahifeleri
gibi.
Hz. Peygamberin vefatından
sonra Halife Ebu Bekir ve Ömer’in gayretiyle Kur’an bir kapak içine derlenmiş
fakat hadisler şifahi aktarımla öğrenilmiş ve öğretilmiştir.
Hicri II. Asrın başında
hadislerin tedvin devri başlamıştır. Yaklaşık üçüncü asrın sonlarına kadar bu
tedvin, tasnif süreci devam etmiştir. Bu süreç içinde Kur’an’ın muhtevasına
müdahil olamayan siyaset ve menfaat kendi haklılığını ispat için hadisi hedef
seçmiş ve onu kullanmaya kalkışmıştır. Bu durumun farkına varan alimler,
hadisin korunması hususunda özel bir gayrete girişmişler ve bu gayretlerinin
sonucu olarak hadis usulü ilmi tekevvün etmiştir.
Hadis kelimesi sözlükte
eskinin karşıtı olan yeni anlamında kullanıldığı gibi söz, kelam anlamına da
gelmektedir. Hadis kelimesinin müradifi olarak bu ilmi disiplin içinde haber
kelimesi de kullanılmıştır. Fakat hadis ile haberi ayıranlar hadisi mutlak
peygamber için haberi peygamberin dilinden gelen haberler için kullanmışlardır.
Bazı usulcüler ise hadis ile haber arasında umum husus ilişkisi ihdas ederek
her hadisin haber olduğunu fakat her haberin hadis olamayacağını ileri
sürmüşlerdir. Terim olarak hadis,
özellikle Hz. Peygamberin ağzından çıkan sözler için kullanılmaya tahsis
olmuştur. Hadisin pratik şekli ise hadis usulü ilminde sünnet kavramıyla ifade
edilmiştir. Sünnet, lügatte, iyi veya kötü olsun
yol, gidişat seyri manasına gelmektedir.
Hadis oluşum, rivayet yönü ve metnin sıhhati gibi ana
noktalardan değerlendirilmiş ve hadis usulcüleri tarafından farklı değerler
taşıyan isimler altında kategorize edilmiştir.
Hadisler, rivayet ve nakil bakımından iki kısma
ayrılmıştır. Bunlar mütevatir ve ahad hadislerdir.
1.
Mütevatir Haberler; Kelime olarak Mütevatir, ardı sıra
ara vermeksizin takip etmek, kesinti olmadan peşi sıra gelmek gibi anlamlara
gelmektedir. Kelime hadis usulünde bu anlamda bir haberin kaynak kişiden
alınarak nesiller boyu birçok kimse tarafından kesinti olmaksızın aktarılması
anlamında kullanılmıştır.
Hadis Usulcüleri bir haberin tevatür derecesine
ulaşabilmesi için bir takım şartlar belirlemişlerdir. Bu şartlar şunlardır.
1.
Mütevatir haber, yalan üzere birleşmeleri mümkün
olamayan bir kalabalık tarafından nakledilmiş olmalıdır.
2.
Haberin aktarımı sırasında bir nesilde meydana gelen
artış mütevatir haber için artı değerdir fakat azalma tevatürün derecesini
bozar.
3.
Mütevatir Haber, kesin ilme görme veya işitmeye
dayanmalıdır. Zan tevatürü bozar. Yani haberi ilk aktaranlar kaynaktan
nakledilen fiili görmek sözü duymak zorundadırlar.
Lafzî Mütevâtir : İsnadın
başında, ortasında veya sonunda bütün tabaka veya nesillerde, bir hadisin lafzen,
kalabalık tarafından rivayet edilmesidir. Mütevâtir lafzının en güzel örneği
Kur'an-ı Kerim'dir. Hadisler arasında da bu şekilde nakledilenler bulunmakla
beraber bunların sayısı çok azdır. Mütevatir haber lafzi ve manevi olarak iki
kısma ayrılır. Meşhur ‘Kim benim üzerime
yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın’ hadisi lafzi mütevatire
bir örnektir.
Manevî Mütevâtir: Kelimenin
manasından da anlaşıldığı gibi, lafzî mutabakatı olmayan, fakat mana ile
rivayet edilen hadislerdir. Bununla beraber, lafzî mutabakat olmasa bile, bu hadislerde
de yalan üzerinde birleşmeleri ihtimal dâhilinde olmayan kalabalık bir
cemaatin rivayeti şart koşulmuştur. Hz. Peygamberin dua ederken ellerini
kaldırış biçimi ile ilgili gelen haberler manie mütevatire örnektir.
2. Ahad Haberler: Ahad, lügatte,
"bir" manasına gelen ve bir şeyin sayısına delâlet eden ahad veya
vâhıd kelimesinin çoğuludur. Hadis usulü Istılahında ise, tevatür derecesine ulaşamayan,
bundan dolayı mütevatir haber olamayan haberlere verilmiş bir isim olarak
kullanılır. Mütevatir haberin kendi içinde kısımları olduğu gibi ahad haberin
de kısımları vardır. Ahad haber, meşhur, aziz ve garip olmak üzere üç ana kısma
ayrılmıştır.
a) Meşhur Haber: Kelime olarak bilinen, tanınan gibi anlamlara gelen meşhur
kelimesi, hadis ıstılahında kök anlamından kopmamakla beraber teknik bir
anlamda kullanılarak farklı bir anlam kazanmıştır. Hadis usulünde Meşhur, en
az üç isnatla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine erişmeyen hadislere
denilmiştir. Meşhurun diğer bir manası da, aslı bulunsun veya bulunmasın,
halk dilinde dolaşan bütün hadisleri içine alır. Fakat teknik olarak bu ikisi
karıştırılmamalıdır. Halk dilinde meşhur olan sözler için kullanılan meşhur
hadis ıstılah anlamında değil sözlük anlamında kullanılmaktadır.
b) Aziz Haber: Aziz, kelime
olarak, şerif olmak, ikram ve izzeti bol olmak ve birinin zayıfken kuvvetli ve
kudretli olması anlamlarına gelmektedir. Hadis usulü ıstılahında ise azîz;
bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle kuvvet
kazanması ve azîz olmasıdır. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada yalnız iki
râvi tarafından rivayet edilen hadisler olarak tarif etmek daha doğru olur.
c) Garîb Haber: Garîb, lügatte
yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmış kimse demektir. Hadis usulü
ıstılahında ise, metin veya isnat yönünden münferit kalmış, benzeri başka
râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîslere denilmiştir. Garîb hadîsler,
umumiyetle sahih olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok edici bir vasıf
olduğu da ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (güvenilir) kimseler
olmaları halinde sübut bulur.
SIHHAT YÖNÜNDEN HABERİN
NEVİLERİ
Hadis Usulcüleri, hadisin
sıhhat yönünü belirlemede iki ana kritik noktası belirlemişleridir. Bunlardan
birincisi hadisin isnat yönü diğeri de hadisin manasının çeşitli yönlerden
doğruluk kriterlerine tabi tutulmasıdır. Buna göre bir haber bu değerlendirme
perspektifinden aşağıdaki kategorilere ayrılmıştır.
1.
Sahîh Hadîs: Makbul hadîs çeşitlerinin başında yer alan
sahîh, adalet ve zabt sıfatlarını hâiz olan râvilerin, muttasıl senedle
rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Sahih hadis kendi içinde
iki kısma ayrılır: Birincisi “Sahîh li-Zâtihi” denilen
hadistir ki; kendi şartlarıyla sahîh olup ve sıhhat yönünden en üst
derecede bulunur. İkincisi de “Sahîh li-Ğayrihi’dir. Bu
da; râvisinin zabtındaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan, ancak başka bir
sahîh isnadla rivayet edilip, sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh
mertebesine yükselen hadistir.
2.
HasenHadîs: Lügat yönünden "güzel"
manâsına gelir. Hadisçilerin ıstılahında ise, sahîh ile zayıf arasında yer
alan, fakat sahihe daha yakın olduğu için makbul hadîsler arasında sayılan
hadîs çeşididir. Hasen hadîs, kuvvet yönünden sahîh hadîs derecesinde olmasa
bile, delil olma yönünden ondan farksızdır. Hasen hadis de kendi içinde iki kısma
ayrılır: Birincisi olan “Hasen li-Zâtihi” âdil,
fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve
muallel olmayan hadîslerdir. Yani zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh hadîsin
aynısıdır. İkincisi, Hasen li-Ğayrihi’dir. Bu hadis:
Râvilerinin ehliyetleri tam olarak tespit edilmemiş bulunan, bununla beraber
rivayet ettikleri hadiste fazla hata yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan
kimselerin rivayet ettikleri hadistir. Bu hadis bir kaç yönden rivayet edilmesi
halinde şâz ve münker olmaktan çıkar ve hasen li-Ğayrihi adını alır.
3.
Mahfuz Hadîs: Şâz olan hadîsin mukabili olarak
makbul haberler arasında yer alan hadise mahfuz adı verilmiştir. Şâz, sika
râvinin zabt yönünden olsun, rivayetin çokluğu ve buna benzer tercihi
gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere muhalif olarak
rivayet ettiği ve rivayetiyle münferit kaldığı hadistir.
4.
Maruf Hadîs: Münker veya şâz merdûd olan hadîsin
mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz merdûd, zayıf
râvinin sika râvilere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf, münker
rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.
5.
Mutâbi Hadîs: Mutâbeat, şeyhinden rivayetiyle tek
kalmış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya o şeyhten yahut şeyhin
şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir.
6.
Şâhid Hadis: Ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, müsned,
sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma neticesinde mana
yönünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir. Çünkü
araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şahadet yolu
ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir.
B.MERDÛD
HABERLER. Merdud
haber; reddedilmesi gereken hadîslere delâlet etmek üzere, makbulün mukabili
olarak genel manada kullanılan bir tabirdir. Mütevâtir dışında kalan ve ahad
denilen haberler, ya makbul, ya da merdûd olurlar. Bir haberin merdûd olması,
genel olarak iki sebebe dayanır. Bu sebeplerden biri isnadla ilgilidir ve
isnaddan bir veya daha fazla râvinin düşmesiyle haber merdûd olur. İkincisi de
isnadı oluşturan râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden
cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır.
1. Muallâk
Hadîs: Muallak,
ta'lik'tan ism-i mefûldür. Ta'lik, lügatte bir şeyi asmak, destek veya
dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, musannifin,
kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya kendi şeyhini yahut kendi şeyhi
ile birlikte sırasıyla bir kaç şeyhi ve hatta bütün isnadı
hazfederek veya ibaresiyle, hadîsi zikrettiği ilk kaynağa isnad
etmesidir. Fuat sezgin hocanın Buhari’nin Kaynakları eserinde Buhari’nin
taliklerine birçok örnek verilmiştir.
2.
Mursel Hadîs: Hazreti Peygambere yakın bir devirde
yaşamış olmaları dolayısıyla, sahabenin çoğunu gören ve onlarla sohbette
bulunan tâbilerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden hadîs işittikleri sahabeleri
atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin rivayet ettikleri hadîslere
mürsel denilmiştir. Buna göre mürsel hadîs, isnadında sahabîsi düşmüş olan
hadîstir. Mürsel hadîslerin delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususunda
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şafi hukukçu ve hadisçi en-Nevevî'ye göre,
hadîsçilerin çoğunluğu, birçok fukahâ ve usulcüler nazarında mürsel zayıftır ve
onunla ihticac olunmaz. İmam Şafi de aynı görüşe sahiptir.
3.
Mursel-i Hafi: Mursel-i hafi, senedin
neresinde olursa olsun, muasır olan, fakat mülakatı bulunmayan yahut aralarında
sema olmayan iki râviden birinin diğerinden rivayet ettiği hadîstir. Burada
önemle olan iki ravi arasında mülakat olmadığının kesinlikle bilinmesidir.
4.
Mudelles Hadîs: Mudelles, zulmet veya karanlık
manâsına gelen deles'ten türetilmiştir. Kelime anlamı, bir şeyin ayıbını ve
kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken onu karanlıkta bırakıp
belirsiz hale sokmak demektir. Buna göre Tedlîs; râvinin, şeyhinden işittiği
ve işitmediği hadîsleri birbirinden ayırt etmeksizin hepsini de rivayet
etmesidir ki, işitmediği hadîsleri de işitmiş olduğu vehmini uyandırdığı için,
ayıbını ve kusurunu gizlemiş olur. Tedlîsin çeşitli şekilleri vardır.
5.
Mu'dal Hadîs: İsnadında birbirini takip eden iki
ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu tarife göre
mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini takip eden
en az iki râvinin düşmüş olması şart koşulduğu için, bazen bir, bazen de
birbirini takip etmeksizin aralıklarla birden fazla râvisi düşen ve ıstılahta
munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı, olduğu
halde, her munkatı mu'dal değildir. Mu'dal hadîsler, isnadlarından düşürülen
râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden halleri tespit edilmedikçe
merdûd hadîslerden sayılırlar.
6.
Munkatı Hadîs: Munkatı
tabiri, lügat yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için
kullanılmıştır. İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister
ortasında veya sonunda olsun, o isnad munkatıdır. Bu bakımdan sahabîsi düşen ve
mürsel denilen yahut musannifin tasarrufu ile isnadın başından hazfedilen ve muallâk
denilen isnadla munkatı arasında lügat manası yönünden hiçbir fark yoktur. Bununla
beraber ıstılahta munkatı, mürselden ayrı bir şeydir ve isnadda tâbi’e varmadan
önceki bir râvinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeden ondan
rivayetidir. Bu durum, tabiatıyla râvinin, hadîsi bir başka şahıs vasıtasıyla
almış olduğuna delâlet ettiği gibi, bu vasıtanın isnadda zikredilmemiş olması
da, isnadın munkatı, yani kopuk olmasını gerektirir.
7.
Metruk Hadîs: İsnat ve rivayet şartlarını
taşımayan, gerek hadis nakil metodu gerekse şahsi yaşamında yalancılık ile
itham edilen kimselerden gelen hadislere metruk hadis denilmiştir. Bu tür haberlerin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
Hadislerin Tedvin, Tasnif ve Tafsil
Süreci
Hadîslerin Tedvin Süreci
Hazreti Peygamberden gelen rivayetlerde o,
hadislerin yazılması ve yazılmaması konusunda farklı emir ve yasaklar
belirtmiştir. Bu birbirine aykırı görülen emirlerin bağlam ve durumları
farklıdır. Veya aralarında nesih mensuh olayı vardır. Gelen rivayetlere göre
bazı sahabeler Hz. Peygamberin sözlerini kayıt altına alarak muhafaza
etmişleridir. Fakat hadis usulcülerine göre hadisleri ilk tedvin eden İmam
Zühri’dir. ‘Evvele men devene el-hadise Zühri’ kavli hadis usulcüleri arasında
kabul görmüştür.
İmam Zühri’in hadisleri tedvin etmesi bazı rivayetlere
göre Emevi devletinin talebiyle de olmuştur. II. Ömer lakabıyla meşhur olan
Ömer b. Abdulaziz, imam Zühri’den bunu özellikle rica etmiştir.
Bununla birlikte Hadislerin tedvin sürecinde tedvin
işini Zühri tek başına yapmamıştır. İmam Zühri ile birlikte birçok hadis alimi
bu süreçte gönüllü çalışmıştır. Fakat Zühri’nin çalışmaları daha geniş ve
etkili olduğu için o bu hususta haklı bir şöhret bir kazanmıştır.
Hadislerin tedvin sürecinin hemen
akabinde veya maiyetinde hadis tasnif süreci de başlamıştı. Tedvin sürecinde
bir araya getirilen hadislerin daha kolay ulaşılama açılabilmesi, istifade
imkanın genişletilmesi için çeşitli tasnif yöntemleri de geliştirilmeye
çalışılmıştır. Hadis tasnif metotlarında iki ana metot öne çıkmıştır. Bunlardan
birincisi cami usulü denilen konu merkezli hadsilerin bir başlık altında
toplandığı hadis eserleridir. Buhari ve Müslüm’in sahihleri gibi. İkincisi ise
sahabi isimlerine göre dizayn edilmiş eserleridir. Bu yöntemler aranan
hadislere ulaşmada araştırmacılara büyük bir kolaylık sağlamıştır.
[1] ‘Sana emr olunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir.’ Hicr, 16/94
[2] Nisa, 4/83
[3]Tevbe, 9/122
[4]Mâide, 5/49
[5]Zuhruf, 43/44
[6] Nisa, 4/115