SALİH ÇAÇAN
14912783
YÜKSEKLİSANS GÜZ DÖNEMİ
HADİS ESERLERİNDE TEFSİR RİVAYETLERİ I
TEFSİR,
HADİS VE FIKIH USÛLÜ İLİMLERİNİN MUKAYESELERİ
Usûl
kelimesi sözlükte; hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina
edildiği şey anlamındaır. Usûl ıstılahi manada ise; herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin
sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlardır.
Fıkıh sözlükte,
bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına
gelmektedir. Fıkıh ıstilahi manada ise,
şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir.
Başka bir ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi
ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere
“fıkıh” denir. Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden
insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir
Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin
sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun
hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu
edinir.
Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma,
kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki
şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah,
haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat,
butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak,
mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser,
muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın,
iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip
edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Fıkıh usûlü ilminin gayesi, kural ve nazariyelerini tafsili
delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Yani Fıkıh Usulü
ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden
çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır.
İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını
öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni
meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve
delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine
usul ilminden istifade eder.
Usûlü'l-Fıkhın doğuşu ve gelişimi konusuna değinecek olursak;İslâm'ın
ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek
istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden
birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber,
vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de
gerek Hz. Peygambere olan
yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi.
Karşılarına çıkan problemin halli
için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları
hükümlerle problemin hükmünü ortaya
koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan
hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere
yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri
onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların
takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden
sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve
hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı
kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal
etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri
Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler
de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde
değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde
şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî
görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru
hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi.
Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh
usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda
olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil
eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü
müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret
ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip
onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri
usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Bu ilim zamanla fıkıhtan
ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı.
Tefsir
kelimesi sözlükte; bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi
açmak manalarına gelir.Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya
çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi
ortaya koymak demektir.
Tefsir
usûlu bir ilim olarak; Kur’ân’ın
anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya
koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler
vermektedir.
Hadis
kelimesi ıstılahi manada; Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad
edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.
Hadis Usulü; Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın)
kabul ve red bakımından durumunun kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim
demektir.
Tefsir, hadis ve fıkıh
ilimleri başta olmak üzere tüm İslami ilimlerin ilk nüveleri Hz.Peygamber
(s.a.v.)zamanında atılmıştır. Bu ilimler ilk başta birbirlerinin içerisinde
mundemiç bir halde iken,daha sonraları özellikle hicri II.asırdan sonra her
ilim mustekil bir ilim haline gelmiş,o günden günümüze kadar tevarüs yoluyla en
güzel bir şekilde nakledilmiştir. İslami
ilimlerin bu şekilde olması şu sonucu doğurmaktadır;her hangi bir İslami ilim
dalında çalışma yapmak isteyen kimse şüphesiz ki bu ilimleri bir bütün olarak
değerlendirmek zorundadır. Bu ilimleri bütüncül bir şekilde ele alan kimse
doğru sonuçlar elde edebilecektir.
Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î
delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir
ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip
olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap
adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk
uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının
olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade
etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde
kalmıştır.
Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine
katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.
Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden
faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi
gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey
Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir. hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere
getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul
bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh
bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize
sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine
başvurur. Hadis; İslamî
ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına
yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem
de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması
bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda
Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız ele almak mümkün
değildir. Dolayısıyla bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir
Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis
Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.
KAYNAKLAR
·
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, ve Tefsir Tarihi, FECR YAY.
2010, Ankara.
·
Yücel, Prof. Dr. Ahmet, Hadis Usûlü, MÜ
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2012, İstanbul
·
Vehbe
Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları
Tefsir- Hadis ve Fıkıh Mukayeseli Tarihi
İslam Tarihine bütüncül olarak bakarsak tefsir-hadis-fıkıh ilim dallarının birbirlerinden kopmayan bir tarihe sahip olduğunu müşahede ederiz. Kur’an’ın ilk indiği andan itibaren bir islam medeniyet modeli çizildiğini söyleyebiliriz. Evvelinde insanın inşası ile başlayan süreç ahirinde toplumun , devletin, ekonominin inşasına kadar gitmektedir. İslam tarihinin ilk dönemi Mekke dönemidir. Bu dönem ilahi vahye ilk muhatapların dönemidir. İslamın yayılmaya başlaması ile Mekkeli müşriklerin bu dinden razı olmadığını ve gerek kavli gerek fiili hakaretlerde bulunduğunu kitaplarımızdan okuyoruz. Bu dönem ayetlerinin bir çoğu o dönem yeni Müslüman olan mazlum Müslümanlara teselli olarak geldiği gibi diğer bir kısım ayetler de müşrikleri ciddi ve etkili tahzir ayetleri şeklinde gelmiştir.
Bu dönemde islam toplumundan bahsedecek bir çoğunluk olmadığı için ahkam yetleri pek görülmez. Bilakıs akaie dair ayetlerin vurgusu çokça yapılır. İkinci dönem olan Medine dönemi ise Müslümanların medine ye hicret etmesi ile başlayan bir süreçtir. Burada ilk olarak Hz.Peygamber bir mescid kurmuş ve bu mescidi Müslümanların gerek ibadetleri gerek sosyo-ekonomik ihtiyaçlarını müzakere edecek bir meclis şeklinde kurmuştur. Dolayısıyla bir islam toplumu doğmuş ve gelen ayetlerin bir çoğu hukuksal ayetler şeklinde inmiştir.
İslam teşrii dönemini Üstad Abdulvahhab Hallaf’ın kitabında1 belirttiği üzere taksim edeceğiz.
-Peygamber Dönemi
-Sahabe Dönemi
-Tedvin -Müctehid İmamlar Dönemi
Peygamber Döneminde teşriinin kaynağı evvela Kur’an’ı Kerim idi. Daha sonra Hz.Peygamber geliyordu. Bununla beraber Hz.Peygamber bir müşkil ile karşılaştığı zaman cevabını Kur’an dan doğrudan bulmadığı zaman kendi ictıhadını buyururlar.Bu ictihad esnasında ise zaman zaman sahabilerle istişare
etmeyi de ihmal etmezdi. Bu dönem teşrii nin bazi özelliklerine değinmek faydalı olacaktır.
1.Teşri, tederrücen inmiştir. Allah, bizim için zorluk değil ;kolaylık diler. Bundan dolayı bir işi emredeceği veyahut yasaklayacağı zaman toplumun durumunu göz önünde bulundurarak onlara en kolay şekilde emir-nehy buyurur. Tedricilikten kastımız budur. İçkinin haram kılınması buna en güzel örnektir.
2-Kanunlar azdır. İslam evvela insanı ferdan ferdan yetiştirir. Belli bir ahlaki seviyeye ulaşan insan için çok fazla kurallar serdedilmez. Bununla beraber toplum maskahatını da ön planda tutan Allah cc çok fazla kanun serdetmemiştir.
3-Kolaylık ve hafiflik.
SAHABE DÖNEMİ
Hz.Peygamber in hicri 11. Asırda vefatı ile başlayan ve birinci asrın sonlarına doğru nihayete eren bir dönemdir. Bu dönemin genel bir özelliği şudur ki ; Bir sorun ile karşılaşan sahabiler evvela Kur’a ‘a bakarlar, burda bulamayınca HZ.Peygamber’in sünnetine bakarlar , burdan da doğrudan bulamayınca kendileri istinbat ederler. Bununla beraber istişare ederler. Meşhur Muaz b. Cebel örneğinde olduğu gibi. Bu dönemde fetva verme yetkisi herkesin elinde değildi. Bu işte ehil olanlar vardı. Örneğin, Hz. Ömer, Hz. Ali, HZ.Aişe, Zeyd b. Sabit, Ubey b.Kab vs. Burda teşrii kaynağı, kısaca izah etmek gerekirse Kur’an, Sünnet Ve Sahabe içtihadıdır.
Ayrıca bu dönemde tedvin işleri de yavaş yavaş yayılmaya başlamıştır. Peygamber döneminde ise tedvin için adımlar atılmıştı. Bu dönemde biraz daha serilik kazanmış oldu. Bilhassa Kur’an ‘ın Mushaf hakine getirimesi , sonrasında Peygamber’e ait olan kavillerin, fiilerin yazılması işleri. Kısmen metodolojiden de bahsetmek mümkündür. İlk dönem Müslümanları , tedvin dönemi,altın ilmi çağ dönemi de dahil ilmi işlerde ince eleyip sık dokumaya özen göstermişlerdir.
Bu dönemin bir diğer baskın özelliği de fitne ve fücurun yaygınlaşması idi. Bilhassa dönemin sonlarına doğru HZ.Osman’ın katledilmesi ile başlayan kaos. Müslümanlar çok büyük bir tramvayı atlatmaya çalışırken bir taraftan islamın hala sinelerine değmediği münafıklar ortalığı karıştırmak ,için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu esnada ilmi faaliyetler çok hızlı ilerlemese de toplanılan
hadıslerle yada sahabi fiileriyle ilgili bir çok uydurma haber baş göstermiştir. Sıffın ve Cemel…
Ayrıca bu ihtilaflar neticesinde bir çok yeni grup peyda olmuştur. Haricilik, şia nın ilk tohumları, ehli sünnet kavramı vs.
TEDVİN- MÜCTEHİD İMAMLAR DÖNEMİ
Hicri 2. Asır ile başlayan, 4. Asrın ortasında nihayet bulan bir dönemdir.Neredeyse 250 sene sürmüştür. Bu dönemin en baskın özelliği tedvin faaliyetlerinin hız kazanması ayrıca sistematik haline getirilmesidir. Burada usül (metodoloji) ise artık daha da belirgınleşmeye başlamıştır. İctihad ve teşrii ricali bu dönemde artmıştır.
İlmi faaliyetlerin altın çağı desek yanlış olmaz sanırım. Bir çok ilim kendi sahasında geşilti, ayrıldı , kendi usülünü kurdu , dallandı budaklandı. Tefsir –hadis ve fıkıh kendi ilmi alanlarını kurmaya başladılar. Birbirlerinden tamamen ayrıldıklarını söylemek doğru olmaz. Her büyük ilim dakınında merkezinde Kur’an ve Sünnet vardır. Birbirlerinden yararlanmaları da pek tabiidir.
Bu dönemle ilgili söylenecek bir diğer özellik, islam topraklarının gelişmesi ile bir çok farklı kültürlerle Tanışılmış, farklı beldeler görülmüş ayrıca farklı kültürden insanların islam a rağbetleri olmuştur. Bu durum da beraberinde farklı soruları farklı ihtiyaçları ve zamana-mekana münasip cevapları gerektirmiştir. Bu toplumsal ihtiyaç da tedvin dönemi ilim çalışmalarını hızlandırmaya vesile olmuştur.
En büyük temsilcileri olarak Ebu Hanife ve arkadaşları, İmam Şafii ve arkadaşları, Ahmed b. Hanbel ve arkadaşları , Malik b. Enes ve arkadaşlarının sayabiliriz.
Bu dönem teşrii kaynakları; Kur’an, Sünnet, ,İcma ,Kıyasla İctihad ve İstinbat’tır.
Bu kaynaklardan yola çıkarak imamlar delaletler noktasında ihtilafa düşüyorlar ve mezhepler oluşmaya başlıyor. Mezheplerin farklılığı özde , akaid de olan farklılıklar değildir. Doğrudan toplumun günlük ihtiyacını karşılayan sosyo-ekonomik- hukuksal fikir ayrılıklarıdır.
Bu dönemler içinde tehsir –hadis- fıkıh kendi içlerimde bir ayrılığa yavaş yavaş sürükleniyorlardı fakat bu tam bir bağımsızlık değildi, olamazdı da. Kendi usülleri üzerine yoğunlaştılar desek daha doğru demiş oluruz. Ku’an ve Sünneti merkeze alan bu üç disiplin , alimlerin kendi şahsiyet, aile, çevre, hocalar, sosyo-ekonomik durumlarından da kaynaklanan sebeplerden mütevellit istediklere alanda uzmanlaşıyorlar , ilmi kazanırken , bir taraftan üretiyorlar bir taraftan da halka sunuyorlardı. Her üç disiplinin ortak noktaları çoktur. Rivayet kültürünü merkeze alırlar. Bu konuda uslü ile göze çaroan ve daha yaygınlaşan fıkıh olmuştur. Tefsir ve Hadis birbirlerine yakın usüllere sahiptir.
Rahma Yuones
15912760
Mukayeseli
tarihler/usuller kıraati hülasası nedir?
اولا علم التفسير.
تعريف علم التفسير
اختلف علماء اللغة فى
لفظ (تفسير) فقيل:
1-هو تفعيل من الفسر
بمعنى الابانة وكشف المراد عن الللفظ المشكل .
2-هو مقلوب من سفر
ومعناه ايضا الكشف.
والتفسير اصطلاحا هو:
علم يفهم به كتاب الله
تعالى المنزل على نبيه محمد صلى الله عليه وسلم وبيان معانيه واستخراج احكامه
وحكمه.
وقال ابو حيان:التفسير
علم يبحث فيه عن كيفية النطق بألفاظ القران ومدلولاتها واحكامها الافرادية
والتركيبية .
الفرق بين التفسير
والتأويل.
يرى بعض العلماء ان
التفسير والتأويل مترادفان ،وقال بعض العلماء ان بين التفسير والتأويل فرقا ثم
اختلفوا
1-فمنهم من يرى ان
الاختلاف بالعموم والخصوص
فقال بعضهم ان التفسير
اعم من التأويل .
وقال بعضهم ان التأويل
اعم لجريانه فى الكلام وغيره
2-ومنهم من يرى ان
الاختلاف بينهم بالتباين ثم اختلفوا:
فقيل التفسير هو القطع
بأن مراد الله كذا،والتأويل ترجيح احد المحتملات بدون قطع.
ومنهم من قال التفسير
ما يتعلق بالرواية، والتاويل ما يتعلق بالدراية.
وقيل علم التفسير للخلق
،وعلم التأويل للحق.
وقال ابو طالب الثعلبى
التفسير بيان وضع اللفظ اما حقيقة او مجاز ،والتأويل تفسير باطن اللفظ.اى ان
التأويل اخبار عن حقيقة المرادوالتفسير اخبار عن دليل المراد.
نشأة علم التفسير
ومراحله:
نزل القران على سيدنا
محمد صلى الله عليه وسلم بلسان قومه اللسان العربى ،وقد كان القوم عربا خالصا
يفهمون القران وكانوا يتفاوتون فى فهمه وادراكه فكان بعضهم يفسر ما غمض على الاخر
من معنى فان اشكل عليهم لفظ ولم يجدوا من يفسره لهم سألوا الرسول صلى الله عليه
وسلم فبينه لهم وبهذا نشأعلم التفسير ثم مر بمراحل:
1 المرحلة الاولى(التفسير فى عهد الرسول صلى الله عليه وسلم):
فقد تكفل الله بحفظ القران كما
تكفل لنبيه محمد صلى الله عليه وسلم بان يجمع القران فى صدره ثم كلف الله نبيه ان
يبين لهم القران وان يفسره لهم قال تعالى (وانزلنا اليك الذكر لتبين للناس ما نزل
اليهم ولعلهم يتفكرون ) لذا كان الصحابة يرجعون الى الرسول صلى الله عليه وسلم
فيما اشكل عليهم فهمه من القران فيبينه لهم.
وقد اختلف العلماء فى مقدار ما
فسره الرسول صلى الله عليه وسلم فقيل:
الراى الاول :ان الرسول صلى الله
عليه وسلم بين لاصحابه معانى القران كما بين لهم الفاظه ،وهذا قول ابن تيمية وغيره
واستدلوا بأدلة منها
1- اية النحل قال تعالى
(وانزلنا اليك الذكر لتبين للناس ما نزل اليهم ولعلهم يتفكرون)
الرأى الثانى :قالت
طائفة ان الرسول صلى الله عليه وسلم لم يبين لاصحابه الا القليل من معانى الايات
واستدلوا بأدلة منها:
1 -قالوا ان الله لم
يأمر نبيه محمد صلى الله عليه وسلم بالنص على المراد فى الايات كلها لأجل ان يتفكر
عباده فى كتابه والعلم بالمراد فيما لم ينص على معناه يستنبط بأمارات ودلائل.
والرأى الراجح هو:ان
الرسول صلى الله عليه وسلم لم لم يبين معانى كل الايات القرانية لان:
1- من الايات ما يرجع
فهمها الى معرفة كلام العرب والقران نزل بلغتهم ومثل هذا لايحتاج الى بيان.
2- ومنها ما يتبادر فهمه
الى الاذهان لظهوره وبيانه فلا يحتاج الى بيان .
3- ومنها ماستأثر الله
بعلمه كقيام الساعة وحقيقة الروح وغير ذلك من الامور الغيبية التى لم يطلع الله
عليها نبيه محمد صلى الله عليه وسلم نفسه.
4- ومن الايات مالا فائدة
فى معرفة أكثر من معناها المتبادر مثل معرفة لون كلب اصحاب الكهف.
منهج الرسول صلى الله
عليه وسلم فى التفسير
لم يكن الرسول صلى الله
عليه وسلم يطنب فى تفسير الاية او يخرج الى مالا فائدة فى معرفته ولا ثمرة فى
ادراكه.فكان جل تفسيره صلى الله عليه وسلم بيانا مجملا او توضيحا لمشكل او تخصيصا
لعام ،او تقييدا لمطلق او بيانا لمعنى لفظ او متعلقة.
المرحلة الثانية (التفسير فى عهد
الصحابة رضى الله عنهم)
كان الصحابة عربا خلصا
يفهمون القران ويدركون معانيه ومراميه
بمقتضى سليقتهم العربية .واذا خفى عليهم معنى رجعوا الى الرسول صلى الله
عليه وسلم فبين لهم ذلك ووضحه وان لم يتيسر لهم ذلك رجعوا الى اجتهادهم وكان
التفاوت بينهم واضحا فى هذه المرتبة .ويرجع تفاوتهم فى فهم القران الى امور عديدة
منها:
1-تفاوتهم فى ادوات
الفهم كالعلم باللغة فمنهم من كان واسع الاطلاع فيها ملما بغريبها ومنهم دون ذلك.
2-تفاوتهم فى ملازمة
الرسول صلى الله عليه وسلم وحضور مجالسه.
3-تفاوتهم فى معرفة
اسباب النزول وغيرها مما له تأثير فى فهم الاية.
4-تفاوتهم فى العلم
الشرعى .
5-تفاوتهم فى مداركهم
العقلية شأنهم شأن غيرهم من البشر.
وقد تميز تفسير الصحابة
رضى الله عنهم بمزايا منها:
1-قلة الاخذ
بالاسرائيليات وتناولها فى التفسير لحرصه صلى الله عليه وسلم على اقتصار اصحابه
على نبع الاسلام الصافى الذى لم تكدره الاهواء ولم تشبه الاختلافات والافتراءات .
2-لم يكن تفسيرهم يشمل
القران كله.اذ ان بعض الايات كانت واضحة لهم بحيث لا تحتاج الى تفسير لتضلعهم فى
اللغة.
3-وقد كانوا لا يتكلفون
التفسير ولا يتعمقون فيه تعمقا مذموما فقد كانوا يكتفون فى بعض الايات بالمعنى
العام مثل المراد بقوله تعالى (وفكهة وابا)انه نعداد لنعم الله تعالى على عباده.
4-قلة تدوينهم للتفسير
وان اغلب ماروى عنهم كان بالرواية والتلقين وليس بالتدوين.
منهج الصحابة رضر الله
عنهم فى التفسير:
الاول:تفسير القران
بالقران
فان من ايات القران ما
جاء مجملا فى موضع وجاء مبينا فى موضع اخر .فقصص القران مثلا جاءت فى بعض المواضع
موجزة وجاءت القصة نفسها فى موضع اخر مفصلة كقصة ادم وابليس.وهذا النوع هو احسن
طرق التفسير.
الثانى تفسير القران
بأقوال الرسول صلى الله عليه وسلم
وان لم يجد الصحابة رضى
الله عنهم تفسير الاية فى القران رجعوا الى الرسول صلى الله عليه وسلم فسألوه عنها
فبينها لهم.
الثالث الاجتهاد
والاستنباط
فان لم يجد الصحابة رضى
الله عنهم التفسير فى القران ولا فى سنة رسول الله صلى الله عليه وسلم اجتهدوا
لانهم عرب خلص والقران نزل بلغتهم.
وقد توافرت عندهم ادوات
الاجتهاد لانهم:
اولا يعرفون اوضاع
اللغة العربية واسرارها وهذا يعينهم على معرفة الايات التى يتوقف فهمها على فهم
اللغة العربية.
ثانيا يعرفون عادات
العرب واخلاقهم وهذا يعين على فهم ما يتعلق باصلاح عاداتهم وتهذيب سلوكهم من
الايات.
ثالثا معرفتهم بأحوال
اليهود والنصارى فى جزيرة العرب وقت نزول القران وهذا يعينهم على معرفة الايات
التى تتحدث عن اليهود والنصارى .
رابعا: معرفة اسباب
النزول فهم الذين شاهدوا التنزيل وحضروا الاحداث.
خامسا: قوة الفهم
والادراك وهذا امر معلوم من سيرتهم رضى الله عنهم .
وكان اكثر الصحابة
رواية فى التفسير اربعة هم:
1- على بن ابى طالب 2-
عبدالله بن مسعود 3-عبدالله بن عباس 4- ابى بن كعب.
حكم تفسير الصحابة.
1 اذا كان مما ليس
للرأى فيه مجال كالامور الغيبية فله حكم المرفوع يجب الاخذ به.
2 واذا كان غير ذلك مما يرجع الى اجتهاد الصحابى فهو موقوف عليه
مادام لم يسنده الى الرسول صلى الله عليه وسلم.
واوجب بعض العلماء
الاخذ بموقوف الصحابى لما شاهدوه من القرائن والاحوال والتى اختصوا بها وليست
لغيرهم .
المرحلة الثالثة (التدوين فى عهد
التابعين رحمهم الله)
لم يكن هناك فرق كبير
بين منهج الصحابة والتابعين فقد تلقى التابعون تفسيرهم من الصحابة وكانوا يتحرجون
من التفسير كما تحرج الصحابة .
منهج التابعين فى
التفسير:
قام منهج التابعين فى
التفسير على:
1-تفسير القران بالقران
كما فى منهج الصحابة.
2-تفسير القران بالسنة
كما مر ايضا فى منهج الصحابة .
1 تفسير القران بأقوال
الصحابة فان التابعين كانوا يرجعون الى اقوال الصحابة .
2 الفهم والاجتهاد فان لم يجد التابعون التفسير فى القران ولا فى
السنة ولا فى اقوال الصحابة اجتهدوا فهم اهل للاجتهاد وقد تلقوا التفسير عن
الصحابة.
3 اقوال اهل الكتاب من اليهود والنصارى.
مزايا تفسير التابعين
رحمهم الله تعالى:
1- دخول الاسرائيليات فى
التفسير.
2- لاتساع الفتوحات
الاسلامية ودخول كثير من العجم فى الاسلام زادت الحاجة الى تفسير كثير من الايات
التى لم يتناولها الصحابة لظهور معناها عندهم فزاد التابعون تفسير ما احتاج الناس
الى تفسيره،فأتموا التفسيروشمل القران كله.
3 ظل التفسير فى هذا العصر محتفظا بطابع التلقى والرواية مع اختلاف
ان اهل كل مصر يعنون شكل خاص بالتلقى والرواية عن امام مصرهم:
4 كثرة الخلافات التفسيرية
وزيادتها عما كانت عليه فى عهد الصحابة .
5 ظهرت نواة الخلاف المذهبى فظهرت بعض الاراء التى تحمل فى طياتها
بذور هذه المذاهب .
6 كان التفسير فى هذا العهد مرويا باسناد كل قول الى صاحبه ونسبته
اليه حتى تعرف الاحوال ويميز قويها وضعيفها وصحيحها وسقيمها.
ومن اشهر المفسرين من التابعين:
1-الحسن البصرى 2-مجاهد
بن جبر 3-عامر الشعبى 4-سعد بن جبر 5-عطاء 6- عكرمة
حكم تفسير التابعين
اختلف العلماء فى حكم
الرجوع الى تفسير التابعى اذا لم يرد تفسير لا عن الرسول صلى الله عليه وسلم ولا
عن الصحابة :
الرأى الاول:قالت طائفة
انه لا يجب الاخذ بتفسير التابعى لانهم :
1-ليس لهم سماع من
الرسول صلى الله عليه وسلم فلا يمكن ان يحمل تفسيرهم عن انهم سمعوه من الرسول
كالصحابة.
2- انهم لم يشاهدوا القران
والاحوال التى نزل عليها القران فيجوز عليهم الخطأ.
3- ان عدالة التابعين غير
منصوص عليها كما نص على عدالة الصحابى .
4- الرأى الثانى :وقالت
طائفة انه يؤخذ بقول التابعى فى التفسير اذا لم نجد تفسيرها فى السنة ولا فى اقوال
الصحابة لانهم تلقوا التفسير عن الصحابة وحضروا مجالسهم.
والرأى الراجح:
انهم ان اجمعوا على
تفسير واحد وجب الاخذ به ،وان اختلفوا فلا يكون قول بعضهم حجة على بعض ولا على من
بعدهم ويرجع فى ذلك الى لغة القران والسنة او عموم لغة العرب او اقوال الصحابة.
المرحلة الرابعة (التفسير فى عهد
التدوين)
كان التفسير فى المراحل
السابقة بالرواية وان وجد تدوين فهو قليل.
وقد بدا عصر التدوين فى
اواخر القرن الاول الهجرى ،وقد مر تدوين التفسير بمراحل:
المرحلة الاولى:
دون فيها على انه باب
من ابواب الحديث وممن دون فى هذه المرحلة:
1- يزيد بن هارون
السلمى 2-شعبة بن الحجاج 3- وكيع بن
الجراح .
وتتميز هذه المرحلة
بمزايا منها:
1- كان لهم عناية خاصة
بالاسناد.
2- لم يكن جمعهم للتفسير
مستقلا بل على انه باب من ابواب الحديث.
3- لم يقتصر على التفسير
المرفوع للرسول صلى الله عليه وسلم بل اشتمل على تفسير الصحابة والتابعين.
المرحلة الثانية:
اصبح التفسير فى هذه
المرحلة علما مستقلا بذاته شاملا لايات القران وسوره مرتبا حسب ترتيب المصحف ،
وورد ان اول من صنف فى التفسير عبدالملك بن جريح.
واشهر من الف فى هذه
المرحلة: 1- ابن ماجه 2- ابن جرير الطبرى 3- ابن حيان 4- الحاكم.
ويتميز التدوين فى تلك
المرحلة بالاتى:
1-ان ما دون فيها كان
بالتفسير المأثور عن الرسول صلى الله عليه وسلم والصحابة والتابعين .
2-كان التفسير فى تلك
المرحلة بالاسناد الكتصل الى صاحب التفسير المروى عنه.
3-لم تكن لهم عناية
بالنقد وتحرى الصحة فى رواية الحديث فكانوا يكتفون بذكر الاسناد وهذا يبين درجة
المروى عنه.
4- اتسعت رواية
الاسرائيليات فدون الكثير منها ضمن التفسير .
المرحلة الثالثة:
كانت تلك المرحلة منعطفا
خطيرا فى تاريخ التفسير حيث بدأ بعض المفسرين فى اختصار الاسانيد ونقلوا الاثار
المروية عن السلف دون ان ينسبوها الى قائليها فاختلط الصحيح بالضعيف كما ازداد فى
هذه المرحلة القول فى التفسير بالرأى المحمود منه والمذموم وتجرؤا على القول فى
القران بغير علم ،وتطورت كثيرا رواية الاسرائيليات وتوسعت فى استقصاء الاخبار
الاسرائيلية فيما لا فائدة من معرفته.
المرحلة الخامسة:
كانت هذه المرحلة نتيجة
حتمية للمرحلة السابقة فقد انفتح باب التفسير على مصراعيه فدخل منه الصحيح والعليل
،ولم يزل مفتوحا الى يومنا هذا فبعد ان كان التفسير يعتمد على النقل عن الرسول صلى
الله عليه وسلم واصحابه والتابعين اصبح فى هذه المرحلة يعتمد على التفسير بالرأى
وذلك نتيجة لنشأة كثير من الفرق والملل والمذاهب فى الاسلام فأصبح اصحاب كل مذهب
يفسرون ايات القران حسب ما يوافق مذاهبهم كما اعتنى ارباب العلوم بما يوافق
علومهم.
ومن اهم الؤلفات فى هذا
العصر :
اهم المؤلفات فى
التفسير بالمأثور :
1- جامع البيان فى تفسير
القران للطبرى 2- معالم التنزيل للبغوى3- تفسير القرا العظيم المعروف بتفسير ابن
كثير.
ومن اهم المؤلفات فى
التفسير بالرأى :
1- الكشاف للزمخشرى 2-
مفاتيح الغيب للرازى 3- البحر المحيط لابى حيان .
تلك هى اهم المراحل
التى مر بها تدوين التفسير .
ثانيا علم السنة.
السنة فى اللغة :السيرة
حسنة كانت او قبيحة.
السنة فى الشرع: يختلف
معنى السنة فى اصطلاح المتشرعين حسب اختلاف فنونهم واغراضهم.
1-فالسنة فى اصطلاح
المحدثين هى:
كل ما اثر عن النبى صلى
الله عليه وسلم من قول او فعل او تقدير او صفة خلقية او خلقية ، او سيرة سواء اكان ذلك قبل البعثة او بعدها .والسنة
بهذا المعنى مرادفة للحديث النبوى .
2-السنة فى اصطلاح
علماء اصول الفقه:
هى كل ما صدر عن النبى
صلى الله عليه وسلم غير القران من قول او فعل او تقدير مما يصلح ان يكون تقديرا
لحكم شرعى..
3-واما السنة فى اصطلاح
الفقهاء فهى:
كل ما ثبت عن النبى صلى
الله عليه وسلم ولم يكن من باب الفرض ولا الواجب ،فهى الطريقة المتبعة فى الدين من
غير افتراض ولا وجوب.
وقيل يطلق لفظ السنة
ايضا فى مقابلة البدعة .
-معنى الحديث والخبر
والاثر.
الحديث لغة :الجديد من
الاشياء ،والحديث الخبر يأتى على القليل والكتير والجمع احاديث وهو شاذ على غير
القياس.
فالحديث والخبر فى
اللغة مترادفان من وجه
والاخلاصة ان:
اذا اطلق لفظ (الحديث)
اريد به ما اضيف الى النبى صلى الله عليه
وسلم من قول اوفعل او تقرير او صفة خلقية او خلقية ،وقد يراد به ما اضيف الى صحابى
او تابعى ،ولكن الغالب ان يقيد اذا ما اريد به غير النبى صلى الله عليه وسلم.
ويطلق الخبر والاثر
ويراد بهما ما اضيف الى النبى صلى الله عليه وسلم وما اضيف الى الصحابة والتابعين
وهذا رأى الجمهور .
الا ان فقهاء خراسان
يسمون الموقوف اثرا والمرفوع خبرا.
-تدوين السنة بداية من
القرن الاول والثانى للهجرة.
بدأ تدوين السنة فى
حياة النبى صلى الله عليه وسلم .
فنجد انه لم يصح من
الاحاديث الواردة فى النهى عن كتابة الحديث سوى حديث ابى سعيد الخدرى(لا تكتبوا
عنى ومن كتب عنى غير القران فليمحه).
اراء العلماء فى سبب
النهى:
1-ان يكون من منسوخ
السنة بالسنة ،اى انه نهى عن كتابة الحديث فى اول الامر خشية التباس القران بغيره.
2-ان يكون النهى عن
كتابة القران مع غيره فى صحيفة واحدة.
3-ان يكون النهى لمن خشى
منه الاشكال على الكتابة دون الحفظ ،والاذن لمن امن منه ذلك.
ومن الاحاديث الواردة
فى الاذن بالكتابة:
1-حديث ابى هريرة:قال
خطب رسول الله صلى الله عليه وسلم فى فتح مكة الى ان قال(اكتبو لابى شاه).
2-حديث بن عباس :ان
رسول الله صلى الله عليه وسلم قال فى مرضه(ائتونى بكتاب اكتب لكم كتابا لا تضلوا
بعده).
-جهود الصحابة رضى الله
عنهم فى تدوين السنة المطهرة ونقلها الى الامة.
بذل الصحابة رضى الله
عنهم جهدا كبيرا لنقل السنة الى الامة ،ومن امثلة تلك الجهود:
1-الحث على حفظ الحديث
2-الكتابة بالسنة بعضهم الى بعض 3-حث تلاميذهم على كتابة الحديث وتقييده 4-تدوين
الحديث فى الصحف وتناقلها بين الشيوخ والتلاميذ،وكانت هذه الصحف النواة الاولى لما
صنف فى القرنين الثانى والثالث من الجوامع والمسانيدز
-جهود التابعين فى
تدوين السنة:
قام التابعين بتبليغ
السنة عن الصحابة رضى الله عنهم .وقد بذلوا جهدا كبيرا فى تدوين السنة وحفظها ،ومن
امثلة هذه الجهود:
1-الحث على التزام
السنة وحفظها وكتابتها والتثبيت فى روايتها وسماعها.
2-تدوينهم للسنة فى
الصحف ،وقد انتشرت كتابة الحديث فى عهد التابعين فأصبحت ملازمة لحلقات العلم
للاسباب التالية :
1-انتشار الروايات وطول
الاسانيد وكثرة اسماء الرواه وكناهم وانسابهم.
2-موت كثير من حفاظ
السنة من الصحابة وكبار التابعين وخيف بذهابهم ان يذهب كثير من السنة.
3-ضعف ملكة الحفظ مع
انتشار الكتابة بين الناس وكثرة العلوم المختلفة .
4-ظهور البدع والاهواء.
-التدوين فى القرن الثانى
الهجرى :
ويشمل:-بعض التابعين
صغار السن الذين تأخرت وفاتهم ،واتباع التابعين والذي يعتبر الجيل المؤسس لعلوم
السنة المطهرة
فقد نشط الائمة
والعلماء فى هذا الجيل وبدأوا بالتدوين الشامل المبوب المرتب بعد ان كان من قبلهم
يجمع الاحاديث المختلفة فى الصحف والكراريس بشكل محدود وبدون تبويب ولا ترتيب ،كما
نشأ على ايديهم علم الرجال وبدأ التصنيف فيه
ومن اشهر رجال السنة فى
هذا الجيل :مالك والشافعى والثورى والاوزاعى وابن مبارك وشعبة وغيرهم.
-وتميز هذا العصر
بالاتى:
1-جمع الحديث وتقييده
مصنفا ومرتبا على الابواب وضم بعضها الى بعض.
2-تدوين اهل هذا العصر
كان بهدف نشره بين الناس بخلاف القرن الاول فقد كان للتدوين الشخصى.
3-اشتملت المصنفات على
احاديث الرسول صلى الله عليه وسلم واقوال الصحابة والتابعين .
4-ظهور التفريق بين
التدوين والتصنيف.
وقدحملت مصنفات علماء
هذا القرن عناوين :موطأت -_مصنفات-جوامع-سند،وبعضها كان بعناوين خاصة مثل الجهاد –الزهد
وغيرها .
وومن اشتهر بوضع
المصنفات الامام مالك
-التدوين فى القرن
الثالث الهجرى.
ففى هذا العصر ازدهرت
العلوم الاسلامية وعلوم السنة خاصة ،فيعد هذا القرن من ازهى عصور السنة ففيه نشطت
الرحلة لطلب العلم ونشط فيه التأليف فى علم الرجال،وتوسع فى علم الحديث فظهرت كتب
المسانيد ،والكتب الستة والتى اعتبرتها الامة دواوين الاسلام.
وبرز فى هذا العصر كثير
من الحفاظ والنقاد والعلماء ومنهم:
1-احمد بن حنبل 2-اسحاق
بن راهوية 3-على بن المدينى وغيرهم.
كما ظهر على ايدى هؤلاء
العلماء نوع جديد من التأليف وهو العقيدة.
وقد تميز التدوين فى
هذا العصر بالاتى:
1-تجريد احاديث رسول
الله صلى الله عليه وسلم وتمييزها عن غيرها ،بعد ان كانت قد دونت فى القرن الثانى
ممزوجة بأقوال الصحابة وفتاوى التابعين.
2-الاعتناء ببيان درجة
الحديث من حيث الصحة والضعف.
3-تنوع المصنفات فى
تدوين السنة حيث ظهرت الانواع التالية:
كتب المسانيد-كتب
الصحاح والسنن-كتب مختلف الحديث ومشكلها،وغيرها الكثير من المصنفات فى هذا القرن.
-التدوين فى القرن
الرابع.
تابع علماء السنة فى
هذا القرن من سبقهم فى خدمة السنة المطهرة وعلومها،فمنهم من نسج على منوال
الصحيحين فى تخريج الاحاديث الصحيحة مثل :
صحيح بن حبان –صحيح بن
خزيمة
ومنهم من نهج نهج اصحاب
السنن فى الاقتصار على احاديث السنن والاحكام مع اشتمالها على الصحيح وغيره مثل:
سنن البيهقى –سنن الدار
قطنى
كما ظهر نوعان جديدان
من المصنفات فى هذا القرن وهما:
اولا كتب المصطلح:
علوم الحديث التى جمعت
تلك القواعد التى كانت متفرقة فى كتب من سبقهم من علماء القرنين الثانى والثالث.
ثانيا كتب المستخرجات.
-التدوين فى القرن
الخامس الهجرى.
فقد سلك علماء السنة
طرقا اخرى ومجالات جديدة لتدوين السنة وحفظها وجمعها حيث ظهرت فى هذا القرن النواه
الاولى للموسوعات الحديثة ومنها :
كتب الجمع بين الصحيحين
–كتب الجمع بين الستة
التدوين بداية من القرن الخامس الى نهاية القرن التاسع.
من بداية القرن الخامس
مرت على المسلمين محن وبلايا شديدة ومنها:
1-استمرار الانحطاط
العلمى والجمود الفكرى الذى بدأ من القرن الخامس .
2-استمرار الحملات
الصليبية على ديار المسلمين .
3-سقوط بغداد على ايدى
التتار.
4-ومنها استمرار تسلط
اصحاب البدع والاهواء على رقاب المسلمين وتحكمهم فيها ،وقد بدأ ذلك من منتصف القرن
الرابع الهجرى تقريبا.
5-ومنها تلك الفتن
والقلاقل الداخلية بين بعض ولاة المسلمين وامرائهم .
وقد سلك العلماء فى هذا
القرن مسالك شتى لخدمة السنة ومنها:
1-العناية التامة بكتب
السلف رواية ودراسة وشرحا وترجمة لرجالها.
2-العناية بعلوم الحديث
تأليفا وترتيبا وتهذيبا ،وقد كثرت كتب المصطلح المرتبة المهذبة شرحا ونظما.
3-الابتكار فى التصنيف
والعناية بالترتيب .
وبعد القرن التاسع
الهجرى لم يعد هناك تجديد ولا ابتكار وما كان من جهود فهو بمثابة تكرار لجهود
السابقين او خدمة لها بالشروح والتلخيصات والتعليقات.
ثالثا علم الفقه
الفقه لغة :
الفقه عند العرب معناه
الفهم والعلم .
الفقه فى الاصطلاح:
1-اصطلاح الصدر الاول
:هوعلم الدين دون غيره من العلوم ،وكان علم الدين يشمل فى هذا الوقت كتاب الله
وسنة رسوله.
2-الفقه فى اصطلاح
المتأخرين :معناه علم القانون الاسلامى وقد خصوه بالعلم بالاحكام الشرعية العملية
،اى هو:
العلم بالاحكام الشرعية
العملية المكتسب من ادلتها التفصيلية .
نشأ علم الفقه مع نشأت
ميلاد الشريعة الاسلامية ،فقد استنبطت الاحكام العملية فى صدر الاسلام من الايات
القرانية والاحاديث النبوية .
العصور التى مر بها الفقه الاسلامى .
الاول عصر الرسول صلى الله عليه وسلم.
اولا التشريع فى حياة
الرسول صلى الله عليه وسلم:
يعتبر هذا العصر من اهم
العصور الفقهية كون التشريع الربانى تم فى هذا العصر وان التشريع الالهى هو اساس
الفقه فى جميع ادواره وعصوره،ولقد كان الفقه فى هذا العصر هو فقه الوحى فقط حيث
كانت الاحكام الشرعية تنزل على النبى صلى الله عليه وسلم بلفظها القران والسنة.
طبيعة التشريع فى العهد
المكى:
استمر الوحى ينزل على
رسول الله صلى الله عليه وسلم قرابة 13 عاما اكمل الله فيها دينه وقد كانت
التشريعات قليلة فى هذه المرحلة لان المسلمين كانوا مستضعفين ،فكان التركيز فى
المرحلة المكية على بيان اصول الدين والدعوة اليها،فنجد ان الاحكام الشرعية
التفصيلية التى انزلت فى هذه المرحلة كانت تتعلق بالاصول العقائدية او انها تحارب
الرذائل الخطيرة فى الحياة الانسانية .
التشريع فى المرحلة
المدنية:
فى هذه المرحلة تغير
وضع المسلمين بعد الهجرة وكونو دولة فاحتاجوا الى التشريعات التى يسير عليها
المسلمون فى مجتمعهم وتبنى شخصية الفرد وتحمى الاسرة وتنظم العلاقات .
استمرت العناية بأصول الدين
وتنزلت الايات التى تبين الاحكام العملية وتوضحها ،وقد تعرضت ايات الاحكام الى
جميع انواع ما يصدر عن الانسان من اعمال العبادات من صلاة وصوم وغيرها ،والى
الامور المدنية ،والامور الجنائية ،والى نظام الاسرة ،والى الشئون الدولية.
وقد كان الرسول صلى
الله عليه وسلم يبين مافى القران من اجمال ويخصص ما يحتاج الى تخصيص ويقيد ما
يحتاج الى تقييد وقد يأتى باحكام لم يتعرض لها القران .
وكانت مصادر التشريع هى
كتاب الله وسنة رسوله صلى الله عليه وسلم،وقد شرعت هذه الاحكام بالتدريج ولم تشرع
جملة واحدة.
-اجتهاد النبى صلى الله
عليه وسلم.
اجمعت الامة على انه
يجوز لنبينا محمد صلى الله عليه وسلم وكل الانبياء الاجتهاد فيما يتعلق بمصالح
الدنيا وتدبير الحروب ونحوها.
واختلفوا فى حكم
اجتهادهم فى الاحكام الشرعية والامور الدينية :
واستدل المانعون بقوله
تعالى(وما ينطق عن الهوى ان هو الا وحى يوحى ).
وذهب جمهور العلماء الى
انه يجوز للانبياء الاجتهاد فى الاحكام الشرعية والامور الدينية وحملوا قوله
تعالى(وما ينطق عن الهوى)على القران الكريم والوحى الذى انزله الله.
ثانيا عصر الصحابة.
بعد وفاة النبى صلى
الله عليه وسلم واجه الصحابة مشكلات جديدة لم تكن وقعت قبل عصرعم وهى تحتاج الى
بيان ،فالاحكام والمشكلات التى يجدون نصا يدل عليها من الكتاب والسنة يقف الصحابة
فى ذلك عند حدود ذلك النص،واذا لم يجدوا نصا استخدموا الرأى ،وكانوا فى اجتهادهم
معتمدين على ملكتهم التشريعية التى حصلت لهم من مصاحبة الرسول صلى الله عليه وسلم
والوقوف على اسرار التشريع ومبادئه العامة ،فتارة يقيسون واخرى يقضون بما تقتضيه
المصلحة العامة .
-اختلاف الصحابة
لم يختلف المسلمون فى
عهد النبى صلى الله عليه وسلم لان الرسول كان يحسم كل اختلاف،وبعد وفاة النبى صلى
الله عليه وسلم اختلفوا فى مسائل قليلة جدا وذلك لعدة امور:
1-الفقه العظيم الذى
كان الصحابة يتمتعون به .
2-كانت السياسة فى
عهدهم تابعة للدين.
3-النهج الذى وضعه
الصحابة لانفسهم ،وهذا النهج يقوم على:
عدم التسرع فى ابداء
الرأى-قلة رواية الحديث-استخدام نظام الشورى-الزام كبار الصحابة بالبقاء فى
المدينة فى عهدى ابى بكر وعمر مما سهل الرجوع اليهم فى مختلف القضايا.
-ومن الاسباب التى ادت
الى الاختلاف :
1-وقوع حوادث لم تقع فى
عهد النبى صلى الله عليه وسلم.
2-تفاوت الصحابة فى فهم
النصوص وفقهها.
3-بلوغ الاحاديث لبعضهم
وعدم بلوغها للاخرين.
4-تفرق الصحابة فى عهد
عثمان وعلى مما ادى الى صعوبة الرجوع اليهم .
5-مدى اعتمادهم على
الرأى ،فمنهم من لايرى حرجا فى اللجوء اليه ومنهم من يتحرج منه الا لضرورة.
وكانت مصادر التشريع فى
هذا العصر هى كتاب الله وسنة رسوله صلى الله عليه وسلم والمصدر الجديد هو الاجتهاد
وكانوا يسمونه الرأى.
-ثالثا عصر التابعين.
سلك التابعون نهج
الصحابة فى التعرف على الاحكام،فقد كانوا يرجعون الى الكتاب والسنة فيما يواجههم
من نوازل ،فان لم يجدوا رجعوا الى اجتهاد الصحابة،وان لم يجدوا اجتهدوا رأيهم
مراعيين المنهج الذى دلهم عليه الكتاب والسنة والضوابط التى راعاها الصحابة فى
اجتهادهم.
ولكن جدت امور جديدة فى
هذا العصر منها:
1-التوسع فى الاخذ
بالرأى :فقد اكثر بعض العلماء من الاعتماد على الرأى والنظر فى الاستدلال على
الاحكام واخذوا يولدون المسائل ويضعون لها الحلول ويفرضون الاحكام ،وعرف هؤلاء
بأهل الرأى.
2-اتساع دائرة الاختلاف
فى هذا العصر للاسباب التالية:
-الاكثار من الاعتماد
على الرأى.
--الفتن التى هبت على
الدولة الاسلامية ،وفرقت المسلمين ،وقد ظهر فى هذه الاثناء فرق تبنت احكاما
تشريعية خالفت بها سلف الامة كالخوارج والمعتزلة.
-تفرق السنة فى اقطار
الدولة الاسلامية .
-كان لاهل البلاد
المفتوحة عادات وتقاليد مختلفة ،وهذا الاختلاف يؤدى الى اختلاف الفقهاء ،لان
الفقيه يراعى احوال بلده مادامت غير مخالفة للشرع.
3-تعددت المدارس
الفقهية واشهرها مدرسة المدينة ومدرسة الكوفة .
4-التوسع فى رواية
السنة النبوية..
لم يستمر الصحابة على
الحد من رواية الحديث فقد اخذوا يكثرون من التحديث فى اواخر عصر الخلفاء الراشدين
.
-رابعا عصر التدوين
والائمة المجتهدين.
ابتدأ هذا العصر فى
نهاية الدولة الاموية واكتمل وازدهر فى بداية الدولة العباسية وانتهى عندما تجزأت
الخلافة العباسية فى منتصف القرن الرابع.
وورث اهل هذا العصر
المنهج الذى بينه الرسول صلى الله عليه وسلم وسار عليه الصحابة والتابعون ،وقد فقه
كثير من الفقهاء هذا المنهج وساروا عليه.
وبما ان العلماء كانوا
يتفاوتون فى الالتزام بمنهج الصحابة فقد حدث اختلاف فى بعض الاصول ،وفى طريقة
استخلاص الاحكام.
وقد تحددت هذه المناهج
فى مذاهب لكل منها اصوله وفروعه وعلماؤه واتباعه ،واختلف علماء هذه المذاهب فيما
بينهم حول بعض الاصول كالقياس والاستحسان ،وكثر الجدال بين علماء هذه المذاهب
وعقدت المناظرات والمساجلات.
ولكن الخلاف كان محكوما
بالدليل والبرهان فقد كان العلماء يرفضون التقليد،وينظرون فى الدليل ،وينهون عن
التعصب،ويأخذون الحق ممن جاء به.
-واهم سمات هذا العصر:
1-تدوين السنة 2-تدوين
المسائل الفقهية 3- المدارس الفقهية 4- المذاهب الفقهية 5- اتساع دائرة الخلاف.
وقد نشطت الحركة
العلمية فى هذا العصر وبدأ تصنيف الفقه فى هذا العصر مختلطا بالسنة النبوية وما
اثر عن الصحابة والتابعين ،ومن امثلة هذا النوع من التصنيف موطأ الامام مالك.
ووجد بجانب الفقه
المختلظ بالحديث كتب الفقه الجردة عن السنة والاثار،وقد عنى بهذا النوع من التصنيف
علماء الاحناف.
وقد بوب العلماء هذه
الكتب ورتبوها،وبعضها كان يعرض مذاهب علماء الامصار ،وبعضها عنى ببيان فقه امام من
الائمة.
فقد كانت الكتب فى هذا
العصر تعنى بالدليل وتهدف الى اظهار الحق من غير تعصب .
-خامسا عصر التقليد
والجمود.
خمدت حركة العلم فى هذا
العصر فى منتصف القرن الرابع الهجرى وغلب التقليد والجمود الفكرى فى العلماء ،ولا
زلنا الى يومنا هذا نرزخ تحت وطأة عصر التقليد .فبعد ان انهارت الدولة الاسلامية
عام 656ه ترك الخلفاء كل الوان الاجتهاد ولم يبق عند بعضهم الا شئ من التمييز بين
الاقوال وبيان قويها من ضعيفها وشغلوا انفسهم بتأليف الكتب ،واختصار ما خلفه لهم
الفقهاء السابقون.
وعلى الرغم من حالة
الجمود والقليد التى اصابت الفقه فى هذا العصر ،فان بعض الفقهاء دونوا مجموعة من
الكتب ساروا فيها على منهج الاوائل ،وتعد من اعظم المدونات الفقهية ومنها
:المحلى،المغنى،المجموع.
ومن اسباب الجمود
الفكرى والتعصب المذهبى :
1-الغلو فى تعظيم
الائمة .
ومن الغلو المذموم
تعظيم اقوال الائمة بحيث تقدم على النصوص الواضحة الصريحة وايجابهم على كل متكلف
بالغ ان يلتزم احد المذاهب الفقهية.
2-كثرة التأليف فى
الفقه.
3-المختصرات الفقهية.
4-عدم اتباع المنهج
العلمى فى التوثيق.
-ومن الاثار المترتبة
على الجمود الفكرى والتقليد المذهبى :
1-ترك الاشتغال بعلوم
الاجتهاد .
2-محاربة الذين يشتغلون
بعلوم الاجتهاد.
3-شيوع المناظرات
والجدل:وكانت تعقد لا لبيان الحق ،والتوصل الى مراد الله من كلامه وانما انتصارا
للمذهب .
4-الاختلاف والعداوة
والبغضاء.
5-غمط فضل اصحاب العلم
والفضل.
6-انتشار الخراب والفتن
بسبب التقليد والتعصب.
7-تضييق اتباع المذاهب
على انفسهم .
8-الاشتغال بالفرضيات
والمسائل المستحيلة الوقوع ،او التى لا يبنى عليها عمل .
9-كثرة الجهل وقلة
العلم .
-سادسا الفقه فى العصر
الحاضر.
يبدأ هذا العصر من
النصف الثانى للقرن الثالث عشر الهجرى وفى هذا العصر تم اقصاء الشريعة الاسلامية
عن الحكم فى الديار الاسلامية وهذا كان فى النصف الاخير من القرن الثالث عشر
الهجرى.
فنجد ان الشريعة
الاسلامية قد استبدلت بالقوانين الوضعية ،وانزوت المحاكم الشرعية لتحكم فى الاحوال
الشخصية فقط ،ولم يأت منتصف القرن الرابع عشر الهجرى حتى اصبحت القوانين الوضعية
هى المهيمنة فى كل الديار الاسلاميةباستثناء المملكة العربية السعودية.
ولكن حدث شئ عظيم فى
هذا العصر حيث بدأت طباعة امهات الكتب فقد قلت العناية بها فى عصر التقليد واوشكت
بعض الكتب الفقهية المهمة على الضياع ،ولكن ظهور الطباعة كان سبيلا لحفظها .
وبدأ تدوين الفقه فى
موسوعات ،ومن خصائص الموسوعة :
الشمول والترتيب
السهل،والاسلوب المبسط ،وموجبات الثقة .
-والذى دعا الى انشاء الموسوعة
الفقهية:
1-ان كتب الفقه غير
مرتبه فى كل المذاهب الفقهية ترتيبا واحدا
2-لا توجد فهرسة دقيقة
ترشد الباحث الى المسألة التى يريدها .
وقد ظهر فى هذا العصر
لون جديد من المؤلفات الفقهية ،وهو مايسمى بالنظريات الفقهية .
وقد نشط العلماء فى
اقامة المعاهد والكليات والمجامع العلمية والفقهية والمؤتمرات الفقهية ،والمعاهد
والكليات التى تقوم بتدريس الشريعة منتشرة فى شرق العالم الاسلامى وغربه.
المراجع:
1-بحوث فى اصول التفسير
ومناهجه للدكتور فهد بن عبدالرحمن بن سليمان الرومى (استاذ الدراسات القرانية
)كلية المعلمين بالرياض.
2-تاريخ تدوين السنة
النبوية والتعريف على اشهر انواع كتب السنة-تلخيص لرسالة فضيلة الدكتور محمد بن
مطر الزهرانى رحمه الله الاستاذ بكلية الحديث الشريف فى الجامعة الاسلامية سابقا .
3-تاريخ الفقه الاسلامى
للدكتور عمر سليمان الاشقر.
Adı-Soyadı : Hüseyin YURTGEZEN
Öğrenci No : 15952710
Bölümü : Bütünleşik Doktora
Dönem : 2015-2016 Güz Dönemi
Lügat yönünden eskinin zıddı 'yeni' manasına gelen hadis, aynı zamanda haber anlamına da gelir.Istılah yönünden hadis, umumiyet itibariyle, Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunur. Hadis Hz. Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen sünnetin hiç bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar kusursuz tam bir karşılığıdır.
İslam teşriinde sünnetin, Kur'an'dan sonra ilk kaynak teşkil ettiği,bu konuya eğilmiş olan herkesçe bilinen bir husustur.Hz. Peygamber hayatta kaldığı müddetçe hadis,sahabe arasında dolaşmış,müzakere ve münakaşa edilmiştir.Hz. Peygamber bazı hadislerinde sahabeyi hadis rivayetine teşvik etmiştir. Bu teşvik gelecek nesillerin İslam'ı kusursuz anlamaları gayesine matuftur. Sahabe bu teşviklerin de etkisiyle hadis rivayetlerine çok önem vermiştir.
1) Hadis kitabetinin yasaklanması :
Hadis yazmayı yasaklayan en meşhur hadis,Ebu Said el-Hudri tarafından rivayet edilen şu hadistir: ''Benden hiç bir şey yazmayınız. Kim benden Kuran'dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden rivayet ediniz bir beis yoktur. Kim benim üzerime kasden yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.
2) Yasak kararının sebepleri:
a) Yazı : İbn-i Kuteybe'ye göre yasak iyi yazı bilmeyenlere mahsustur.
b) Kuran'la karışma tehlikesi : Yasağın en önemli sebebi, hadis sahifeleriyle Kuran sahifelerinin karışması tehlikesidir.
3) Yasağın kaldırılması :
Hz. Peygamberin, hadislerin yazılmasıyla ilgili müsadesi hakkında çeşitli haberler vardır.Ebu Hureyre'den gelen bir habere göre, ismi açıklanmayan bir şahıs,Hz. Peygambere hafızasından şikayet etmiş, Hz. Peygamber de ona ''elinden yardım iste'' yani yaz demiştir.
Bu dönemde Hz. Ali, Abdullah b. Amr b. As, Cabir b. Abdillah gibi bazı sahabelerin hadis sahifeleri vardı. Özellikle İbnu'l As'ın 'sadıka' isimli sahifesi meşhurdur.
4) Sahabe devrinde hadislerin yayılması :
Fetihlerle birlikte İslam ülkelerinin genişlemesi sonucu, fethedilen yerlerde inşa edilen ve birer medrese hüviyetini alan mescidler,alim sahabilerin önderliğinde,bazı ilim merkezlerinin teşekkül etmesine sebep olmuştur. Bu merkezler ilim sahasında önderlik etmiş, Kuran hadis ilimlerinin gelişip yayılmasında en mühim amil olmuşlardır.
Bu dönemde başta Medine olmak üzere,Mekke,Kufe, Şam,Basra ve Mısır çok önemli birer ilim merkezi konumundaydılar.
5) Hadislerin yayılması ve er- rıhle fi-talebil-hadis :
Fetihlerin çoğalması ,sahabenin bir çoklarının Mekke ve Medine'den ayrılıp çeşitli ülkelere dağılmalarına ve oralarda yerleşmelerine sebep olmuştur.Bu sahabilerin her birisinin kendisine has ilmi bir şahsiyeti vardı.Değişik hadislerin değişik yayılması, teşrii görevin ifasında farklı neticeler doğurmuştur.Şöyle ki her sahabi sahip olduğu malumata ve bulunduğu mekanın maslahatına göre içtihat ediyor ve bu durumda farklı hükümler ortaya çıkıyordu. Hal böyle olunca bir sahabi bilmediği bir hadisi öğrenmek veya bildiğinden emin olmak için başka bir ülkede yaşayan başka bir sahabinin yanına gidebiliyordu. Bu tür seyahatler tabiun döneminde daha da arttırmış, hadislerin daha geniş ülkelere sağlamış ve de bir hadis metninin değişik rivayet şekillerinin ortaya çıkmasına da vesile olmuştur.
1) Mevzu hadisin tarifi:
Başta İslam düşmanları olmak üzere,mensup oldukları hizip ve fırkaları, mezheplerini, kabilelerini, hükümdarlarını methetmek,halkın dine rağbetini arttırmak gibi maksatlarla,din düşmanlarının,cahil ve yalancıların uydurdukları ve bir takım isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz. Peygambere iftira ile isnad ettikleri sözlerdir.
2) Hadis vaz'ının başlangıcı:
Müslümanlar arsında vuku bulan siyasi ihtilaflar ve bu ihtilafları neticesinde ortaya çıkan şia ve havaric fırkaları hadis vazının başlamasında başlıca rol oynamışlardır. Her fırka, siyasi görüşlerinin doğruluğuna halkı inandırabilmek için,dini nasslara başvuruyor, nass bulamayınca da hadis uydurma yoluna başvuruyorlardı.İbn-i Teymiye'nin ifadesine göre hadis vazında en ileri gidenler şii'lerdir.
a) Haber çeşitleri:
Haberlerin bize gelişi itibariyle doğrulukları hakkında kesin kanaata varılanlarla,doğru oulp olmadıkları bazı karineler yardımı ile tespit olunanlar,usul kitaplarında iki grupta mütalaa edilmiş, birincisine ''mütevatir'',ikincisine de ''ahad'' denilmiştir. Hakkında haber verilen söz veya fiili bizzat işitip gören ve sonra da onu işitme veya görme imkanını bulamayan kimselere haber verenlerin, sayı bakımından çok olması halinde bu haber mütevatir olur. Mütevatir olmayan ikinci grup haberlere de ahad denilmiştir.
b) Hadislerin değeri üzerinde münakaşalar:
İmamet ve hilafet meselesinin müslümanlar arasında sebep olduğu ihtilaflar erken dönemden itibaren silahlı çatışmaya dönüşmüştür. Bu çatışma ise kendi görüşlerinde haklı olduklarını iddia eden ve bu iddialarını dini nasslarla ispat etmeye çalışan birbirine düşman fırkaların doğmasına yol açmıştır. Bu durum hadis vazında başlıca rol oynamıştır.
1) Tedvin ne demektir?
Tedvin, lügatta cemetmek, toplamak manasına gelir. Tedvin, muhtelif sahabiler tarafından yazılmış olan sahifeleri bir arada toplayarak bir kitap meydana getirmek anlamına gelebileceği gibi, yine muhtelif sahabilerin rivayet etmiş oldukları hadisleri yazıp bir kitapta toplamak anlamına da gelir.
2) Hadis tedvininin başlangıcı:
Hz. Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabilerin hadis yazdıkları ve bir takım sahifeler oluşturdukları bilinmektedir. Ancak sistemli bir toplama faaliyeti sahabe devrinden sonra yani hicri birinci asrın sonları ile ikinci asrın başlarında, imam ez-Zühri ile başlamıştır.
3) Hadislerin tasnifi:
Gerek sahabenin, gerekse ez-Zühri'nin yaptığı çalışmalar basit bir sıra ile yazılmıştı. Bu çalışmaların içinde aranılan bir hadisi veya bilgiyi bulmak çok güç oluyordu. İşte bu güçlük kısa bir süre sonra muhaddisler tarafından fark edilmiş ve kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamak için hadislerin konularına göre tasnif ve tertip olunması cihetine gidilmiştir. Yapılan bu çalışmalar sonucu içeriklerine göre adlandırılan, ''musannef'', ''cami'', ''sünen'', ''siyer ve meğazi'' türü bir çok eser ortaya çıkmıştır.
a) Kelam ilminin doğuşu :
Hicri birinci asırda ortaya çıkan,Mürcie, Cebriyye, Kaderiyye ve Mutezile gibi akaid mezheplerinin ortaya çıkmasına sebep olan cidal ve münakaşalar aynı zamanda, ''kelam'' adı verilen yeni bir ilmin de doğmasına zemin oluşturmuştur. Akaidle ilgili sistemli münakaşalar ilk defa Mutezile taraftarlarınca başlatılmıştır.
b) Hadisçilerin itham edilmeleri :
Mutezile mensupları, başta sahabe olmak üzere hadisle meşgul olan muhaddisleri hiç bir kayda tabi olmadan itham etmişler, prensiplerine ve akıllarına aykırı düşen hadisleri, ya tamamen ya da kısmen reddetmişlerdir.
c) Halku'l-Kur'an inancı mihnet :
Bu inanç, Allah'ın sıfatları ve bilhassa kelam sıfatının nefyi neticesinde ortaya çıkmış bir görüştür.Mutezile mezhebinin zuhurundan sonra sıfatlar meselesi münakaşa edilmeye başlanmış, halku'l-Kuran meselesi de bu tartışmaların bir parçasını teşkil etmiştir. Özellikle halife Memun, Mutasım ve vasık zamanlarında Kuran'ın mahluk olduğunu reddeden ehli-sünnet mensupları büyük işkenceler ve zulme maruz kalmışlardır.
Hicri üçüncü asırda telif faaliyetleri çok hızlanmış ve oluşturulan eserlerle,bu asır hdis tarihinin en parlak devri olmuştur.hadis ilminin çeşitli konularında ve bilhassa usule dair kitaplar telif edilmeye başlanmıştır. Buhari, Müslim, Nesai, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace gibi imamlar, cami ve sünenlerini bu asırda tasnif ederek ''kütüb-i sitte'' adıyla bilinen ve Kuran'dan sonra İslam'ınen önemli kaynağı sayılan altı sahih kitap meydana gelmiştir. Bu dönemde telif edilen önemli eserlerden birisi de Ahmet b. Hanbel'in ''müsned'' adlı çalışmasıdır. Bunların dışında ''musannef'' adı verilen bir çok eser ve
sünen çalışmaları da bu dönemde telif edilmiştir.
Teşri esaslarını ortaya koyduğundan dolayı bu dönem çok önemlidir.Mekke ve Medine dönemi diye ikiye ayrılır.Mekke döneminde genellikle yaratılış,akaid ve geçmiş ümmetlerden bahsedilirken,Medine döneminde ise savaş, barış, evlenme, boşanma, veraset, borç, ceza gibi daha çok muamelata dair hükümler konmuştur.Bu dönemde teşrii kuvvet yalnız Hz. Peygamberde bulunuyordu. Bu dönemde teşriin kaynakları vahiy ve Hz. Peygamberin ictihadından ibarettir.Hz. Peygamber kendisine gelen sorulara vahiy yoluyla, vahiy gelmeyince de kendi ictihadıyla çözüm sunuyordu.İctihat ederken hata ettiği de oluyor fakat vahiyle düzeltiliyordu. Bedir esirlerine yapılacak muamele hususunda yaptığı ictihat örnek olarak gösterilebilir.Sahabe bu dönemde nadir de olsa Hz. Peygamberin teşvikiyle zaman zaman ictihat etmiştir.Fakat bu ictihatların teşri hükmünü alması için Hz. Peygamberin onayı şarttır.
a) Tederrüc: Ahkam, insanların maslahatına, ihtiyaç ve durumlarına göre aşama aşama vazedilmiştir.
b) Kanun vazındaki azlık:Kuran ve sünnette, teşri gerektiren soruların sorulması yasaklanmıştır.Bu durum hüküm sayısını azaltmıştır.Hakkında hüküm konmayan şey mubah sayılmıştır.
c) Kolaylık ve hafiflik:Kuranın birçok ayetinde Allahın insanlar için zorluk değil kolaylık dilediğinden ve insanın yükünü hafifletmek istediğinden bahsedilir.Hz. Peygamber de iki şey arasında kaldığında günah olmadıkça daima kolay olanı tercih etmiştir.
D )Teşriin halkın maslahatı ile bir yürümesi: Bazı hükümler önce konmuş sonra maslahat gereği kaldırılmıştır.
Bu dönem Hz. Peygamberin vefatı ile başlayıp hicri birinci asrın sonlarına kadar devam etmiştir.Resulullahın vefatından sonra yeni ihtiyaç ve hadiseler vuku bulmaya başlıyor ancak haklarında verilmiş hüküm bulunmuyordu.Bu durumu gören sahabenin ileri gelenleri teşriin yani yeni kanunlar koymanın üzerlerine vacip olduğunu görüp derhal harekete geçmişlerdir.Bu sahabeler Hz. Peygamber zamanında ayetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerine şahit olmuş dolayısıyla içtihat için yeterli donanıma sahip olmuşlardı. Bu dönemde fetva veren sahabilerin şehirlere dağılımı şu şekilde idi:
MEDİNE: Hz. Ebubekir, Hz.Ömer, Hz.Osman ,Ubey b.Kab ,Hz.Aişe, Abdullah b. Ömer vb.
MEKKE: Abdullah b.Abbas
KUFE :Hz.Ali, Abdullah b.Mesud
BASRA: Enes b. Malik, Ebu Musa el-Eşari
MISIR :Abdullah b. Amr b. AS
Bu isimler fetva veren sahabenin meşhurları olup, fetva veren sahabenin sayısı 130 civarında olduğu yazar tarafından dile getirilmiştir.
-Sahabe devrinde teşriin kaynakları:
1)Kuran 2)Sünnet 3)Kıyas 4)İçtihat
Sahabe zamanında hadisler henüz tedvin edilmiş değildi.Hz. Ömer tedvin ettirmeyi düşünmüşse de Kuran'la karışır endişesiyle bu düşüncesinden vazgeçmiştir.Sahabe içtihat ederken çeşitli nedenlerle ihtilaf etmiş, ancak hiç bir sahabi diğer sahabe veya müslümanları kendi görüşüne uymayı ilzam etmemiştir.
-Sahabenin içtihatındaki ihtilaf sebepleri :
1) Kuran sünnet ahkamına dair nassların çoğu manaya delalet bakımından kati değil zanni idi. Bu durum ihtilafa sebebiyet verebiliyordu.
2) Sünnet bu devirde henüz tedvin edilmemiş olduğundan belirli bir sünnet üzerinde ittifak sağlanamamıştı.Buna binaen Hicaz'daki bir müftinin bildiği bir sünneti Şam'daki bir müfti bilmeyebiliyor bu da farklı fetvaların verilmesine sebep olabiliyordu.
3 )Özellikle fetihlerden sonra ashabın yaşadıkları çevreler farklı olduğundan maslahat ve ihtiyaçlar da farklı olabiliyor bu da farklı içtihatlara sebep oluyordu.
4) Siyasi otoritelerin kadı ve müftiler üzerindeki etkisi de farklı içtihatların doğmasına sebep olabiliyordu.Bu durum ayrıca ehli-sünnet,şia, havaric gibi dini fırkaların doğmasına da zemin hazırlamıştır.
Yazar, bu bölümün sonlarında sahabenin ileri gelenleri hakkında özet mahiyetinde bilgiler vermiştir.
Bu dönem hicri ikinci asırla başlayıp dördüncü asrın ortalarına kadar devam devam etmiştir.Bu dönemde sünnet, sahabe, tabiin ve tebeut-tabiinin fetvaları, Kuran tefsirleri ve müctehid imamlar fıkhı tedvin edilmiştir.Dolayısıyla bu dönem teşri tarihinin ''altın devri'' sayılmıştır.Bu dönemde farazi meseleler de ele alınmış ve bunlara yönelik çözümler sunulmuştur.Başta dört mezhep imamı olmak üzere bir çok müctehid ve alim bu dönemde yetişmiştir.
-Bu dönemde teşriin kaynakları :
1) KURAN 2)SÜNNET 3)İCMA 4)KIYAS
Bu dönemde halife Ömer b. Abdulaziz hadislerin araştırılarak yazılması emrini vermiş ve bu işle Muhammed b. Şihab ez-Zühri görevlendirilmiştir.Bu dönemde İmam Malik b.Enes halife Mansur'un talebiyle ''muvatta'' adlı meşhur eserini yazmıştır.
Sahabe zamanında nadir olarak yaşanan içtihat farklılıkları bu dönemde daha fazla yaşanmaya başlamıştır.Bu içtihat farklılıklarının yaşandığı konular ve sebeplerini şöyle sıralayabiliriz :
1) Bazı teşri konularının takdiri ile ilgili ihtilaflar
2) İmamların teşri temayüldeki ihtilafları. Bu durum onların ''ehli-hadis'' ve ''ehli rey'' olarak bölünmelerine yol açmıştır.Bu ihtilafın en önemli sebebi olarak, hicaz bölgesinin hadis ve sahabe fetvaları açısından çok zengin, Irak bölgesinin ise bu kaynaklara kısmen sahip olması gösterilebilir. Hicazlılar kaynak sıkıntısı yaşamazken, yeteri kadar kaynağa sahip olmayan Irak ekolüne mensup müctehidler ise bir çok içtihatlarında akıllarına dayanıyorlardı.
3) Müçtehit imamların lügatla ilgili bazı asli prensipler üzerindeki ihtilaflar
Bu dönemde başta sünnetle ilgili tedvin edilen eserler olmak üzere,fıkıh ahkamı ve usulüne dair bir çok eser telif edilmiştir.
Bu dönemde ulema artık Kuran ve sünnete gitmeyerek taklide razı olmak suretiyle akıllarını bu daireye hapsetmişlerdir. Bu suretle teşri, eski imamların ulaştıkları seviyede kalmış ve yeniliklere de ayak uydurulamamıştır.
-İçtihat hareketinin duraklama sebepleri :
1) İslam devletlerinde yaşanan karışıklık ve fitneler döneminde ilim ve fende genel bir gerileme başlamış, bunun en büyük tesiri de teşri hareketinde görülmüştür.
2) Müctehid imamlar devrinde, imamların farklı gruplara ayrılması sonucu, farklı usul ve yollar(medreseler) zuhur etmiş, her medrese veya grubun talebeleri tüm gayretlerini kendi mezheplerini yüceltmek için kullanmışlardır.
3)Ehil olmayan insanların teşri ve içtihat faaliyetlerinde bulunması sonucunda, birbirine zıt fetvalar ortaya çıkmıştır.
Bu durumun vehametini gören zamanın uleması, dördüncü asrın sonlarında içtihat kapısının kapanmasına, kadı ve müftilerin geçmiş imamların hükümleriyle kayıtlı kalmalarına hükmetmiş ve bu hastalık ancak bu cümud(dondurma) ile önlenebilmiştir.
4) Bu devirde ulemaya haset ve enaniyet gibi hastalıklar musallat olmuş, bazıları verdikleri fetvalarla çeşitli menfaatleri hedeflerken, diğer ulemayı da aşağı mertebelere indirmişlerdir. İçtihat eden bir alime, diğer ulema tarafından aşırı tenkitler ve hilelerde bulunulması sonucu, müctehidler içtihat etmeye çekinir olmuş ve müctehid değil ''mukallid'' olmayı çare olarak görmüşlerdir.
-Son asırda girişilen teşrii hareketler
Osmanlı hükümeti onüçüncü asrın sonlarına doğru ulemayı toplayıp onlardan muamelata dair bir kanun çalışması yapmalarını talep etmiş, bu çalışmayı yaparken de dört mezhebin dışına çıkılabileceğini belirtmiştir. Yapılan çalışmalar sonucu 1286 yılında ''mecelle-i ahkam-ı adliyye'' adlı bir kanun hazırlanmış ve 1292 yılında yürürlüğe girmiştir. İşte bu kanun dört mezhebin taklidine karşı açılan ilk kapıdır.
Mısır'da şeri mahkemeler hanefi mezhebi üzere hüküm verdiklerinden zamanla şikayetler çok artmış ve 1920 yılında 25 maddelik yeni bir kanun hazırlanmış ancak bu çalışmada dört mezhebin dışına çıkılmamıştır.
1929 yılında yine Mısır'da yeni bir çalışma daha yapılmış bu çalışmada dört mezhebin dışına çıkılmış fakat İslam mezhepleri dışına çıkılmamıştır.
Son olarak yine Mısır'da 1936 yılında ulemadan, herhangi bir mezhebe bağlı kalmadan, maslahat ve içtimai gelişmeye uygun olarak vakıf,miras gibi meselelerle ilgili yeni bir kanun hazırlanması istenmiş ve komisyon bu çalışmasını tamamlamış ve o kanun bugün halen devletin kanunları arasında yerini korumaktadır.
1- Kur'ân-ı Kerîm Nasıl Bir Kitaptır?
23 yıla yakın peygamberlik müddeti içinde, Hz. Peygamber'e Cebrail vasıtasıyla İlâhî vahiy mahsulü olarak gelen Kur'ân-ı Kerîm, çok kısa bir zamanda tevhid akidesini yayarak, insanlığı dalmış olduğu bataklıktan kurtarmaya çalışmış ve ona iki âlemin saadet yollarını göstermiştir. Çok kısa bir zamanda başarılmış ve meyvelerini vermiş olan böyle bir inkılaba tarihte rastlanamaz. Böyle bir inkılâbın muharrik unsuru olan Kur'ân-ı Kerîm, Müslümanlar arasında mukaddes bir kitap olmanın dışında, sadece Arap Edebiyatı'nın bir şaheseri olmakla kalmamış, aynı zamanda Hz. Peygamberin nübüvvet ve risaletini teyid eden en büyük mucize olmuştur. Üslûbu, insanlara tesiri, tarihî meselleri, hakikatleri beyanı, te'lifi, ihtiva ettiği ilimler ve maarif, ıslâh siyâseti, gaybî haberleri ve daha akla gelebilecek çeşitli yönleriyle bir eşsizlik kazanmıştı. Kur'ân'ın bu eşsizliği kendine hâsdır ve diğer münzel kitaplarla farklılıklar gösterir.
2- Tefsir Ve Te'vil Kelimelerinin Anlamı
Tefsir kelimesi ıstılah olarak “Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir” şeklinde tarif edilir. Fakat bu kapalılık kelâmın sahibinden bir beyâna muhtaç olur. Onun için hakiki tefsir Allah ve Resûlü'nün beyânı ile yapılandır. Kısacası, hakiki tefsir rivayete muhtaç bulunan yani tevkîfi olandır. Te'vil kelimesi kökünden tefil ölçüsünde yapılan bir masdardır. Kelimenin aslı geri dönmek (rücu) manasınadı. İstılah olarak “Zahiri mutabık olan mânâyı iki ihtimalden birine hamletmektir”.
Kur'ân'ı, ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zât olan Hz. Peygamber'e sormuşlardı. İlk devirde, derin akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı.Hz. Peygamberi, Kur'ân tefsirine sevkeden en mühim âmil, şüphesiz İslâmiyetin kendi emridir. Kur'ân, kendisi üzerinde düşünmeyi istemiş, kapalı olan bir âyet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğ ve tebyinle mükellef kılmıştır. Kısacası, Kur'ân kendinin anlaşılmasını, açıklanmasını, tefsir edilmesini, uygulanmasını istemiştir. Bu bakımdan İslâm'da tefsir hareketi, bizzat İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur. Onun için Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed’in kendisi olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm’in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm, Arap dili ve edebiyatının en ince sanatlarını ihtiva eden ve bu dilin ve edebiyatının gelişmesinde en mühim âmil olan İlâhî bir kitaptır. Onu tetkik eden kimse aynı konuda çok ufak değişikliklerle tekrarların olduğunu görür. Ondaki âyetler, birbirleriyle karşılaştırılıra, bir kısmının mücmel, bir kısmının mübeyyen, bazısının mutlak, bazısının mukayyet, bazı kıssaların bir yerde kısa ve özlü olarak anlatılmasına mukabil, diğer bir sûrede geniş bir şekilde anlatıldığı görülür. İslâm âlimleri müphem ve mücmel olan âyetlerin izahı hususunda en iyi ve en sağlam yolun yine Kur'ân olduğunda ittifak halindedirler.
Kur'ân-ı Kerîm’in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zât, kendisine kitap gelen Hz. Muhammeddir. O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Bunlarsız peygamber olunamaz. Bu bakımdan Kur'ân'da Hz. Muhammed'e ve diğer peygamberlere âit tebliğ ve tebyin emirleri çokça geçmektedir.
Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, beşer olarak Kur'ân tefsirinde salâhiyet sahibi olan kişi şüphesiz Hz. Peygamber'dir. O halde Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağı peygamberin sünneti olacaktır. Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhûl (ö. 113/731) den rivayet edildiğine göre “Kur'ân'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur'ân'a olan ihtiyacından daha fazladır.
Kur'ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izah ve açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri sünnet islâm şeriatinin ikinci kaynağı olmuştur. Sahabe daha ilk günlerden itibaren Hz. Peygamberin sözlerini dikkatle tâkib ederek onları hafızalarında tutmaya ve toplamaya önem vermişlerdir. Vefatından sonra da sahabe ders halkaları teşkil ederek Kur'ân'ı ve onun sünnetini öğrenme ve öğretmekle meşgul olmuşlardır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı vardı:
a- Kur'ân-ı Kerîm.
b- Hz. Peygamber.
c- İctihad ve re'y.
d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.
Bazen Kur'ân'da bir mesele, bir yerde mücmel olarak ifade ve beyân edilirken, aynı mesele başka bir yerde daha açık olarak anlatılmaktadır. Yine Kur'ân'da âyetler arasında mutlak ve mukayyetler, umum ve husus ifade edenler olduğu gibi, usûl ıstılahınca isimlendirilen daha pek çok çeşit ayet vardır. Bundan dolayı, Kur'ân'da bir mesele inceleneceği zaman o mesele ile ilgili bütün âyetler üzerinde durulmalıdır. Buradan da Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsir edildiği neticesine varıyoruz. Eğer bir meselenin halli bu şekilde mümkün oluyorsa, artık başka bir kaynağa müracaat etmeye lüzum yoktur.
Kıyâme Sûresi’nin 17-19. âyetlerindeki “Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutmak bize düşer. Biz onu (Cebrâile) okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu sana açıklamak bize düşer” ifadesinden, Hz. Peygamber’in Kur'ân'ın manasını mücmel ve mufassal olarak bildiğini söyleyebiliriz. Hz. Peygamber sağ iken, Kur'ân'dan manası kapalı olan âyetlerin tefsiri hususunda sahabe arasında bir ihtilafın olması mümkün değildi. Kıraatında ihtilafa düştükleri ve manaları anlaşılmayan âyetlerin açıklanmasını Allah Elçisinden sorarlardı. Hz. Peygaberden aldıkları cevaplarla mutmain olur, aralarında bir ihtilaf bahis konusu olmazdı.
Sahabe, bir mesele ile karşılaşıp müşkil durumda kaldıkları zaman, o meselenin hallini Kur'ân'a başvurarak veya bu konuda Hz. Peygamber'den bir haberin bulunup bulunmadığını araştırarak yaparlardı. Eğer her iki kaynakta bir şey bulamazlarsa ictihâd ve re'ylerine müracaat ederlerdi.
Bu kaynak belki sahabe devrinde fazla bir önem taşımasa da, sahabe devrinin sonu ve tabiiler devrinde tefsir hareketinde bilhassa olumsuz yönü ile etkili olacaktır. İslâm cemiyet olarak gelişmekte, ülke olarak da genişlemekte idi. İslâm'ın bünyesine din, dil ve kültür bakımından çeşitli kimseler katılmakta idi. Te'sir ve müteessir olma kaidesi her yerde insanlar için geçerlidir. Sahabenin bazısı, Kur'ân'ın mufassal olarak bahsetmediği kıssaların mahiyet ve teferruatını, İslâm'a girmiş bulunan Ehl-i Kitab'a sormayı âdet edinmişlerdi. Bunlardan alınan bilgiler genellikle, İslâm inancı ile karşılaştırılmak suretiyle ince bir süzgeçten geçirilir, Kur'ân ve sünnete uygun olanlar kabul edilirdi.
Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem zevatı tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise, hâdise ve sebebleri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası, nüzûl sebeblerine vâkıf olmaları idi. Sağlam imanlarından dolayı, aklî delillere ve aklî düşünceye ihtiyaçları yoktu. Hz. Peygamber vefat edince feyz kaynakları kesilmiş, onlar Kur'ân'la karşı karşıya kalmışlardı. Onlar, Kur'ân'ı anlamakta insanların en muktediri sayılır. Çünkü Kur'ân Arap dili ile ve onların belagat üslûblarıyla nazil olmuştu. Onlar, O'nun maksat ve hedefini idrak edebiliyor, O'nu umumî olarak anlayabiliyorlardı. Bununla beraber aralarında anlayış ve idrak farkları olması tabiî idi. Sahabenin topladığı bilgi malzemesi ve âdetlere vukufları bakımından anlayışları başka başka olabilirdi. Bunlar daha ziyade, ilmî derecelerindeki farklılık ve aklî mevhibelerinden ileri gelmekte idi. İlmî bakımdan aralarında büyük farklılıklar olduğu gibi, fazilet bakımından da müsâvî değillerdi. Bazısı bazısından daha cesur, bazısı daha kerîm, bazısı ise daha âlimdi.
Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Yukarıda verdiğimiz örneklerde, genel olarak sahabenin, ya dil veya dini olarak tefsir yaptıkları görülmektedir. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu. Bazen bu dinî izah tarzları hususî bir anlayış ifade ederken, insanların psikolojik durumları da nazarı dikkate alınıyordu. Bazen sahabe izah etmiş olduğu hususu beyân ederken, bizzat o hali yaşıyarak tatbik ediyordu. Bazen de, sahabenin yanında, talebesinin cevap vermesi şeklinde açıklanıyordu ki bu saygısızlık gibi görünürse de, aslında böyle bir şey bahis konusu değildir. Zira Hz. Peygamber’in huzurunda, sahabenin ona olan saygısından dolayı ve vahiy sahibi olan peygamberi dinlemek için konuşmamalarından, sahabenin huzurunda tabiilerin de konuşmamaları gerektiği neticesini çıkarmak doğru değildir.
Sahabenin tefsirindeki metodunu ve hususiyetlerini kısaca belirttikten sonra, İslâmi ilimlerin her sahasında olduğu gibi, bilhassa tefsir ilminde şöhret kazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz: Ali b. Ebi Talib (ö. 40/661), Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652), Ubeyy b. Ka'b (ö. 19/ 640), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688), Ebû Musa el-Eş'ari (ö. 44/ 664), Zeyd b. Sabit (ö. 45/665) ve Abdullah b. ez-Zübeyr (ö. 73/692). Bunlardan başka, Hz. Aişe (ö. 59/678), Ebu Hureyre (ö. 57/677), Cabir b. Abdillah (ö. 74/693), Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), Abdullah b. Amr b. el-As (ö. 63/683) Enes b. Malik (ö. 91/710) gibi zatlardan da, tefsir haberleri nakledilmişse de, ilk başta zikrettiğimiz müfessir sahabilere nisbetle, nakilleri nisbeten az sayılır. Bunlar arasında en fazla tefsir rivayet edenler şunlardır: Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Aii b. Ebi Talib ve Ubeyy b. Ka'b.
Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, bünyesine yeni ülkelerle beraber, ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de katmaya başlamıştır. Müslümanlar ilk defa Medine'de basit site devletinin temellerini atınca, bu devleti devam ettirecek kanun hükümlerine muhtaç oldular. Kur'ân-ı Kerîm onların kanunlarının menşei ve anayasaları idi. Bu basit devlete tabi olan ilk Müslümanların ihtiaçları da basitti. Ülkeler fethedildikçe o ülkelerin medeniyetleri ile karşı karşıya gelen Araplar, onlarla bir arada yaşamaya başlamışlardır. Bu bakımdan onlar, bedevi hayatın sınırları içinde kalmaktan kurtulmuş, ihtiyaçlarında da değişiklikler hasıl olmuştu. Gerek İslamiyete yeni girenleri ve gerekse Müslüman olmayanları bir idare altında toplamak ve onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu hususlar için Kur'ân-ı Kerîm ilk merci oluyor, yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler ve müfessirler Kur'ân'a sarılıyorlardı. İslam devleti çok genişlediğinden, dinin menşei olan Hicaz'dan diğer ülkelere, bazı imkansızlıklardan dolayı, dini haberier pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol oynamağa başlıyordu. Bu şahsi görüş sahiplen aynı ırk, aynı kültür, aynı dil, aynı din ve aynı örf ve adeti ihtiva eden bir cemiyet içinde yetişmediklerinden görüşlerinin neticesi de değişik oluyordu.
Bir taraftan Arap olmayan Müslüman unsurların İslamiyeti öğrenme arzusu, diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların, bu milletleri idare etme sanatıyla, yani idarecilikle iştigal edip, diğer sahalarda çalışmayı hakir görmeleri sebebiyle, ilim ve bilhassa tefsir sahasında önem kazanan şahsiyetlerin Arap olmadıklarını görüyoruz. Bunun en mühim sebebi, İbn Haldun'un da dediği gibi “Bilgiler bir sanaat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar
İslâm'a ilk defa sahabe devrinde girmeye başlayan İsrâiliyât, tabiîler ve daha sonraki nesiller döneminde, Ehl-i Kitaptan çok sayıda kimsenin Müslüman olmasıyla, geniş boyutlara ulaşmıştır. İsrâiliyât “İsrâiliyye” kelimesinin çoğuludur. Hz. Peygamberin vefatından sonra, sahabe devrinden itibaren, isrâiliyât denilen menkulât, ekseriya Kur'ân-ı Kerîm'de, kısa ve kapalı olarak zikredilen kıssalar etrafında meydana gelen boşlukları doldurmak için, diğer mukaddes kitap mensuplarına müracaat edilerek, onların bu hususta kitaplarında bulunan tamamlayıcı malumatın aktarılışından kaynaklanıyordu. Başlangıçta Araplar yazı ve ilimde ileri bir durumda olmadıklarından, bu haberlerin iyi veya kötüsünü ayırt etmeksizin aldılar, İbn Haldun bu hususta: “Bunların eserlerinde doğru ve reddedilenlerin ayırt edilmeden toplanmış olmasının sebebi şudur: Araplar, İlâhi kitapları olmayan bir kavimdir. Onlar göçebeliğe dalmış, okuma ve yazma da bilmiyorlardı. Kâinatın sebebi, hilkatin başlangıcı ve vücûdun sırları gibi herkesin bilmek istediği şeyleri öğrenmek istedikleri zaman, kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlara başvuruyorlardı. İslâmî eserlerde, İsrâili rivayetler ekseriya, Abdullah b. Selâm, Ka'bu'l-Ahbâr, Vehb b. Münebbih ve Abdülmelik b. Cüreyc gibi şahıslar etrafında dönmektedir. İnsanların bu şahıslar hakkındaki görüş ve fikirleri değişik olmuştur. Bir kısmı, onları yalancılıkla itham ederken, bazıları da onları sağlam görmüşlerdir.
İslâm yayılmakta, genişlemesi devam etmekte, şehirler çoğalmakta ve gelişmekte, sahabe de ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabiîlere devredilmişti Bu arada, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, fetvalar çoğalmış meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aramaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkha ait bilgiler de toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğraşan kişilerin, hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz. Bu devrin müfessirleri, Kur'ân'ı anlamak için yine Kur'ân'a, sonra sahabenin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış oldjkları tefsirlere itimad etmişlerdir. Tabiîler tefsirde buraya kadar takip ettikleri esaslarda, sahabe devri ile aynı usûlü paylaşmışlardır. Çeşitli şehirlere ve beldelere giden sahabe, Hz. Peygamber'den hıfzettiklerini de yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerlerde öğretmenlik yapmışlar ve etraflarına pek çok meraklı kişi toplanmıştır. Tabiiler dediğimiz bu yeni talebe grubu onlardan ilim almış ve kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir.
Mekke Medresesi: Bu medresenin kurucusu ve başkanı, tefsir ümindeki kabiliyet ve bilgisi müsellem olan Abdullah b. Abbas'tır. Talebeleri tabiilerdir. Onlara Allah'ın kitabını tefsir eder, mânâ yönünden müşkil olan kısımları açıklardı. Ondan işittiklerini talebeleri, daha sonrakilere nakletmişlerdir. Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Mücâhid (ö. 103/721), İkrime (ö. 105/ 723), Ata b. Ebî Rabah (ö. 114/732) ve Tâvûs b. Keysan (ö. 106/724) gibi daha pek çok kişi onun tefsirdeki talebeleri arasında yer almaktadır.
Medine Medresesi: Bu devirde sahabe her ne kadar çeşitli şehirlere ve bölgelere dağılmış ise de, pek çok sahabe Medine'de kalmış, oradaki gençlere Allah'ın kitabını ve Resulünün sünnetini öğretmişlerdir. Medine'de de bir tefsir medresesi teşekkül etmiş, pek çok tabiî orada talebelik yapmıştır. Bu medresenin başında Ubeyy b. Ka'b'ın bulunduğunu söyleyebiliriz. En meşhur talebeleri, Ebû'l-Âliye er-Riyâhi (ö. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurezî (ö.118/736), ve Zeyd b. Eşlem (ö. 136/753) dir. Onların bir kısmı doğrudan doğruya, bir kısmı da bir vasıta ile Ubeyy b. Ka'b'dan tefsir aldılar.
Irak Medresesi: Bu bölgeye pek çok sahabi gelmiş ve Iraklılar onlardan İslâmî ilimleri ve tefsiri almışsa da, bu medresenin ilk üstadlık payesi Abdullah b. Mes'ud'a verilmiştir. Onun tefsir ve tefsir rivayetleriyle meşgul olan bir kişi oluşu, buna sebep olmuştur. Hz. Ömer devrinde, Ammar b. Yâsir Kûfe'ye vali olarak gönderildiğinde, onunla birlikte Abdulah b. Mes'ud da muallim ve vezir olarak gönderilmişti. Küfeliler, kendilerine gelen diğer sahabeden daha fazla, İbn Mes'ud'dan dini bilgileri almış ve onun etrafında toplanmışlardı. Bu medresenin tefsir ilminde şöhret kazanan şahsiyetlerinden bir kaçını zikredelim: Alkame b. Kays (ö. 62/682), Mesrûk b. el-Ecda' (ö. 63/683), el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Mürre el-Hemadânî (ö. 90/ 709), Âmir eş-Şa'bî (ö.103/721) el-Hasen el-Basrî (ö 110/728), Katâde b. Diâme (ö. 117/735), İbrahim Neha'î (ö 95/714) gibi daha pek çok ünlü alim İbn Mes'ud'dan ilim almışlardır.
Kur'ân-ı Kerîm tefsiri ilmi, İslâm'ın zuhuru ile başlamış, bizzat Kur'ân, kendisinin tefsir edilmesini istemiştir. Rivayetle başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar böylece devam etmiştir. Şüphesiz tefsir ilmi rivayetle başlamış, hadisçiler, Hz. Peygamber ve sahabeden naklettikleri tefsire âit hadisleri, toplamış oldukları mecmualarının içinde müstakil bablar halinde göstermeye başlamış ve çok kısa bir müddet içerisinde de, tefsirde müstakil te'lifler yapılmaya başlanmıştır.
İslâm devleti fütuhattan sonra, çeşitli ırklara mensup, muhtelif dil ve medeniyetlere sahip cemiyetler arasında geniş bir devlet şeklini alınca, Arap dili yavaş yavaş bozulmaya başlamış, bunun üzerine dil kaidelerinin kayıt ve zaptına, lafızların toplanmasına lüzum görülmüş ve Arap olmayanlar buna daha çok muhtaç olmuşlardır. Çünkü Araplar yaratılıştan sahip oldukları meleke sayesinde, kaideler öğrenmekten ve kelime ezberlemekten müstağni idiler. Bu sebepten dolayı, Arap dili ilimleriyle daha ziyade Arap olmayanlar meşgul olmaya başlamış, edebiyat ve dil âlimlerinin çoğunluğunu bunlar teşkil etmişlerdir. Müslümanların her türlü ihtiyaç karşısında muhatap olarak gördükleri Kur'ân-ı Kerîm’i, kolay okuyup anlayabilmek için onun yazısı, nokta ve harekeleri bahis konusu edilmiş, hattâ onu tefsir etmek ve onu iyi anlayabilmek için Arap edebiyatına müracât edilmeye başlanmıştır.
Ebû Zekeriyya Yahya b. Ziyâd b. Abdillah b. Mansûr el-Kûfi el-Ferrâ (144-207/761-822) Kûfeliler arasında nahiv, lügat, edebiyat ve diğer ilimlerde en âlim olanı idi. Ailesinin İran'ın Deylem bölgesinden olduğu anlaşılmaktadır. Kendisi İslâm'ın en mühim kültür merkezlerinden biri olan Kûfe'de, Ebû Ca'fer et-Mansûr zamanında 144/761 yılında doğdu ve tahsilini orada tamamladı. Kays b. er-Rebi, Mendel b. Ali, Ebû Bekir b. Ayyaş, el-Kisâî, Süfyân b. Uyeyne gibi zevattan ilim aldı. Sibeveyh’in kitabını en önemli kaynak ittihaz etti. Hıfzı çok kuvvetli idi. Hocalarından aldıklarının hiç birini hıfzına güvendiği için yazmadı. Bu hıfz kuvveti hayatı boyunca devam etti. Kitaplarını bir nüshaya bakmaksızın imla ederdi. Kisâi'den sonra Kûfe’nin ilim önderi addedildi. 207/822 senesinde Mekke'den dönerken yolda vefat emiştir
Ebû Ubeyde Ma’ıner b. el-Müsenna et-Teymî (110-210/728-825), Basra nahivcilerinin en meşhûrlarındandır. Zamanında İslâmî ilimlerin yani tefsir, hadis, fıkıh ve ahbara dâir ilimlerin esasları ortaya konulmuştu. Kendisi uzun bir ömür yaşadığından, bütün bu kültür nevilerine iştirak etmiştir. Uzun müddet Basra'da kalmış, orada yetişmiştir, iğneleyici bir dile sahip olduğundan, muasırları tarafından kendisine iyi bir nazarla bakılmamıştır. Bu bakımdan kaynaklar cenazesinde hiç kimsenin bulunmadığını zikrederler.
Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe ed-Dîneverî (213-276/828-889) Küfe ve Basra ekollerini birleştirmede rol oynayan Bağdat nahiv ekolünün ilk mümessillerinden biridir. İranlı bir aileden gelmektedir. İbn Kuteybe'ye göre te'vilcilerin hataları ekseriyetle mecazda idi. Buna göre yolların ayrıldığını ve ihtilafların hasıl olduğunu söylemektedir.
Yedi harf ve kıraat ihtilaflarını bahis konusu etmiş ve onları yedi vecihte toplamıştır.
İslâm'da tefsir hareketine hız veren âmillerden biri ve belki de en mühimi, İslâm'ın birinci asrından itibaren gerek dinî ve gerekse siyasî bir anlayışla zuhur etmeye başlayan fırkalar olmuştur. Herşeyden evvel Müslüman olduklarını unutmayan bu fırkalar, yaptıkları işlerin doğruluğunu ispat için Kur'ân'a başvuruyorlardı. Gittikleri yolun doğruluğunu göstermek için âyetleri, kendi görüşlerini teyid edecek şekilde te'vil ediyorlardı.
Bu fırka, Hişâm b. Abdilmelik zamanında yaşamış olan Vâsıl b. Atâ (80-131) nın mezhebidir. Emevîler devrinde neşet etmiş, fakat Abbasiler döneminde İslâm fikriyatını meşgûl eden bir fırka olmuştur. İbn Teymiye’nin de dediği gibi, bunlar, cidal ve kelâm yönünden insanların en muazzamıdır. Yani onlar akılcıdırlar. Zaman geçip kültürler kaynaşıp fikir ihtilafları zuhur edince, akılcılık cereyanı genişlemeye başlamış ve onlar selef yolunun birçok esaslarını tanımamışlardır. Akıl onlar için herşeydir. Bir kimse onunla, Allah'ı, dinin lüzumunu, helâl ve haramı bilmeğe mecburdur. Bunlara göre nakil, ancak akılla mutabakat ettiği zaman delil olabilir. Eğer nakille akıl arasında mutabakat olmazsa, nakil te'vil edilmelidir. Mu'tezilîler, dâima bu yolda hareket ederek tefsirler meydana getirmişledir. Mu'tezile “usûlü hamse” dedikleri beş esasta birleşir. Bunlar “et-Tevhîd, el-Adl, el-Va'd ve'l-Va'îd, el-Menzile beyne'l-Menzileteyn, eî-Emru bil-Ma'rûf ve'n-Nehyu ani'l-Münker” dir.
İslâm fikir hayatında çok mühim yeri olan Mûtezile’nin ileri gelen şahsiyetlerinden ve imamlarından biri olan Ebu'l-Hasan Abdulcebbâr b. Ahmed el-Hemedânî, el-Esedâbâdî eş-Şâfi'î, Hemadân şehri yakınlarındaki Esedâbad'da doğmuştur. Doğum tarihi hakkında bilgimiz yoktur. Ancak kaynaklar onun uzun müddet yaşadığını, 90 yaşını aştıktan sonra 414/1025 senesi Zi'lka'desinde vefat ettiğini kaydederler.
Zemahşerî, şüphesiz asrının imamı, edep ve nahiv ilimlerinde üstad olan faziletli bir nahivci idi. Tefsirde, nahivde, dilde, edebde ve diğer ilimlerde müthiş bir zekaya mâlikti. Böyle bir zâtın etrafında pek çok talebe toplanmıştır. Zemahşeri, onlara bildiği ilimleri öğrettiği gibi, mensubu bulunduğu Mu'tezile akide sistemini de öğretmekten ve onları kendi mezhebine davet etmekten geri kalmamıştır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, İmametin Hz. Ali'ye âit olduğuna ve hilâfete en lâyık onun olduğuna inanan fırkaya Şia denir. Bu fırka İslâm'ın İlk mezheplerindendir. Bu mezhep siyâsî bir görüşle ortaya çıkmıştır. Bu görüşe göre Ali diğerlerine nazaran hilâfete daha lâyıktı. Sahabe arasında da bu görüşü benimseyenler vardı. Ammâr b. Yâsir, Câbir b. Abdillah, Selmân-ı Fârisi (ö. 32/625), Ebû Zerr el-Gıffarî (ö. 32/652), el-Mikdâd b. Esved (ö. 33/653) gibi sahabe, Ali'yi hilâfete daha lâyık görüyorlardı
Hâricilik de Şiîlik gibi Hz. Ali zamanında bir mezheb hüviyeti ile ortaya çıkmış siyasî fırkalardan biridir[1619]. Başlangıçta Hz. Ali'ye yardımcı olan bu insanlar, Tahkîm meselesinde, hakem tâyin etmesi hususunda âdeta Ali'yi icbar ediyor ve Abdullah b. Abbas'ı hakem tâyin etmek isteyen Ali'yi fikrinden vazgeçirip, Ebû Mûsâ el-Eş'ari'yi seçmesini zorluyor ve arkasından da En'âm Sûresinin 57. “Hüküm ancak Allah'ındır...” âyetine dayanarak, Hz. Ali’nin işlemiş olduğu günahdan tevbe etmesini istiyorlardı. Hz. Ali’nin, Ebû Musa'yı hakem tâyin etmekle küfre girdiğine kail olmuşlardır. Kendileri de aynı şeyieri kabul ettikleri için küfre saplanmış, fakat tövbe ederek dalâletten kurtulmuşlardır
Tasavvuf sahasında pek çok tefsir te'lif edilmiştir. Bunların ilki, Ebû Muhammed Sehl b. Abdillah et-Tüsterî (ö. 283/986)nin “Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim'dir. Bu sahada meşhur olan diğer tasavvûfi tefsirlerden, Ebû Abdirrahmân Muhammed b. Musa es-Sülemî (ö. 412/1021)nin “Hakâiku't-Tefsir”inin, Muhammed el-Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) “Latâifu'l-İşârât bi Tefsiri'l-Kur'ân” ini, Ebû Muhammed Ruzbehân'ın “Arâisu'i-Beyân fi Hakâiki'l-Kur'ân”ın, Necmuddin Dâye’nin “Te'vilâtu'n-Necmiyye” sini, Ni’metullah Nahcivânî’nin “el-Fevâtihu'l-İlâhiyye ve'l-Mefatihu'l-Gaybiyye” sini, İsmail Hakkı Bursavî’nin “Ruhu'l-Beyân” ını sayabiliriz.
Tasavvuf, nazarî ve amelî olmak üzere ikiye ayrılır. Her iki kısmın görüşlerine uygun olarak iki çeşit sûfî tefsir meydana gelmiştir.
1. Nazarî Sûfî Tefsir
2. İşârî Süfî Tefsir.
Nazarî Sûfî müfessirler, Kur'ân'ı, tetkiklerine ve felsefi görüşlerine dayandırıp onu arzu ettikleri şekilde mânâlandırmışlardır. Kur'ân'ın gayesi, insanları irşâd olduğundan, onlar Kur'ân'dan kendi anlayışlarına uyacak mânâları çıkarmakta zorluk çekmişlerdir.
İşârî tefsirlerin makbul olabilmesi için, verilen bâtınî mânânın sıhhat şartlarının bulunması gereklidir. Bâtın mânânın da sahih olması için şu dört şarttan hâlî olmaması gerekir:
1- Bâtın mânânın Kur'ân lâfzının zahir mânâsına aykırı olmaması,
2- Başka bir yerde bu mânânın doğruluğunu teyid eden şer'î bir şahidin bulunmaması,
3- Verilen bu mânâya, şer'i veya aklî bir muarızın bulunmaması,
4- Verilen bâtın mânânın tek mânâ olduğu ileri sürülmemesi.
Ebû Muhammed Sehl b. Abdillah et-Tüsterî, Huzistân eyâletinin Ehvâz şehrinin, Tüster kasabasında 200/815 veya 201/816 senelerinde doğmuştur. Kendisi ileri gelen ariflerden biri idi. Bu mesleği seçmesinde dayısı olan Muhammed b. Savvâr'ın rolü mühim olmuştur. Allah korkusu hususunda benzeri olmayan bir kişi idi. Bugün Mısır'da 1326/1908 de ve 1329 da basıldığı söylenen ve elimizde bulunan Tüsterî’nin tefsirinden her ne kadar İbn Hallikân bahsediyorsa da, bu eserin başkaları tarafından meydana getirilmiş ve toplama mahiyetinde bir eser olduğu da söylenmektedir.
İslâm'da felsefe hareketi Abbasîler devrinde terceme faaliyeti ile başlamıştır. Abbasîler bu iş için, Yahudi, Hıristiyan, İranlı, Hindli ve Sâbiîlerden olan kişileri kullandılar. Bunlar, geçmiş araştırmalarına bağlı olarak, Yunan, Hind, Yahudi, Iran ve diğer felsefî görüşleri, Arap diline neklettiler. Bu eserler, Araplar arasında yayıldı. Şüphe yok ki Araplar daha önce böyle birşey görmemişlerdi. Bu yeni görüşlerle, dinleri, düşünüş tarzları ve yaşantıları ile olan farklılığı müşahede etmeye başladılar.
Gelişen insan akliyatını ve aklın dindeki rolünü göz önünde bulunduran Ebû Bekr el-Bâkillâni (ö. 403 /1012), İmâmu'l-Haremeyn (ö. 478/1085), İmam el-Gazâli (ö. 505 /1111) ve daha sonra Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1209) gibi şahsiyetler, din ile hikmeti birleştirmeye gayret etmiş, kısacası felsefeyi, hikmeti, dine hizmet edecek duruma getirmişlerdir. Onlar, Kur'ân'daki hikmetleri açık bir şekilde ortaya koymak suretiyle, insanları dinin veya Kur'ân'ın menbaına doğru sevketmişlerdir. Onlara göre Kur'ânî hikmet, diğer hikmetlerin, felsefelerin ve kelâmî yolların en sağlamıdır.
Fıkhî tefsir, Kur'ân-ı Kerîm’in amel yani ibâdât ve muamelât yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili bulunan âyetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir koludur. Bu nevi tefsirin gayesi, İslâm'ın ilk temel kaynağı olan Kur'ân'ın ihtiva ettiği amelî hükümleri, kaide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları açıklamak ve onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve âhiret saadetini temin etmektir.
İsminden de anlaşılacağı üzere, emir, nehiy, haram, helâl hususundaki beş yüz âyeti ele alarak onların tefsir ve izahını, Kur'ân'daki sıraya göre değil de, aynı konuya âit olanları bir araya getirip, ayrı ayrı bablar altında incelemiştir.
Bu eser, yukarıda da söylediğimiz gibi Şâfii’nin bizzat kaleme aldığı bir eser değildir. el-Beyhâkî’nin çeşitli isnadlarla Şâfii’den gelen ahkâm âyetleri hakkındaki görüşleri toplayan bir eserdir.
Bu tefsir çeşidine “me'sûr” veya “menkûl” tefsir adı da verilir. Bu nevi tefsir, Kur'ân'ın Kur'ân ile Kur'ân'ın, Hz. Peygamber’in sünnetiyle tefsirini veya sahabenin âyetler hakında Allah'ın muradını beyân etmeye matuf nakillerini ihtiva eder. Sahabe ve tabiîlerden gelen tefsir rivayetleri, Taberî'de ve Taberî'den önceki rivayet tefsirinde bol miktarda kullanılmaktadır.
Burada şöhret kazanmış rivayet tefsirlerinden bir kaçını zikretmekle iktifa edeceğiz:
Muhammmed b. Cerir et-Taberî’nin (ö. 310/922), Câmiu'l-Beyân an Te 'vil-i Âyil-Kur'ân' ı,
Ebû'l-Leys es-Semerkandî’nin (ö. 375/985), Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim'i.
Ebû Ishâk es-Sa'lebî’nin (ö. 427/ 1036), el-Keşf ve'l-Beyân an Tefsiri'l-Kur'ân'ı.
Ebû Muhammed el-Huseyn el-Bagavî’nin (ö. 516/1122), Meâlimu't-Tenzin.
İbn Atiyye el-Endelûsrnin (ö. 542/1147), el-Muharreru'l-Veciz fi Tefsiri'l-Kitabi'l-Aziz'i.
İbn Kesîr’in (ö. 774/1373), Tefsiru'l-Kur'ânil-Azim'i
Abdurrahmân es-Saâlibî’nin (ö. 876/1471), el-Cevâhiru'l-Hisân’ı.
Celaluddîn es-Suyûtî’nin (ö. 911/1505), ed-Durru'l-Mensûr'u.
Bu tefsir nevine “Re'y” veya “Aklî” tefsir de denilir. Dirayet tefsiri, sadece rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din, mezhep ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Burada bahsettiğimiz “Re'y” den maksat ictihad'tır. Bu tefsir nev'i bir zarurete, bir maslahata mebni olarak zuhur etmiştir. Re'y tefsirinin câiz oîmamasi hususunda başlangıçta münakaşalar yapılmış, bazıları buna cevaz vermez İken, bazıları da uygun görmüşlerdir.
En meşhur dirayet tefsirlerinden bazıları şunlardır:
Fahruddin er-Râzî (ö. 606/1209), Mefâtihu'I-Gayb.
el-Beydâvî (ö. 685 veya 691/1286 veya 1292), Envâru't-Tenzîl ve Esâru't-Te'vil.
en-Nesefî (ö. 710/1310), Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vil.
el-Hâzîn (ö. 741/1340), Lübâbut-Te'vil fi Meâni't-Tenzîl.
Ebû Hayyân (ö. 745/1344), el-Bahru'l-Muhît
Celâluddin el-Mahalli (ö. 864/1460) ve Celaluddin es-Suyûtî (ö. 911/1505), Tefsiru Celaleyn.
el-Hatîb eş-Şirbinî (ö. 977/1569) es-Sirâcu'l-Munir.
Ebu's-Su'ûd (ö. 982/1574) İrşâdu'l-Akli's-Selîm ilâ Mezâye'l-Kitabi'l-Kerîm.
el-Âlûsî (ö. 1270/1854), Ruhu'l-Meânî fi Tefsiri'l-Kur'âni'l-Kerîm.
Müslümanlar her devirde Kur'ân-ı Kerim'e, dünya ve ahiret saadetlerini sağlayan bir esas, bir anayasa gözü ile bakmışlar, nüzulünün başlangıcından itibaren, muhtevasını iyi anlamak için çeşitli yönlerden onu araştırmışlar ve onu tefsir etmişlerdir. Başlangıçtan zamanımıza kadar, lügat, belagat, edeb, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli yönlerdeki tefsirlerde çeşitli usûl meseleleri ortaya konmuştur.
Asrımızdaki tefsir hareketleri, genel olarak dirayet veya aklî tefsir ekolü içerisinde mütalaa edilebilir. Fakat aralarında gösterdikleri farklılıklar sebebiyle onları dört grupta inceleyebiliriz.
1- İlhâdi Tefsirler
2- Mezhebî Tefsirler.
3- İlmî Tefsirler.
4- İçtîmâi-Edebi Tefsirler.
Hiç şüphe yoktur ki Kur'ân-ı Kerim hedef olarak birinci derecede, İnsan hayatında, cemiyette ve kainatta cereyan eden sabit esaslara dikkat çekmiş ve insanı doğru bir inanca, faydalı işlere ve iyi ahlaka yöneltmeye çalışmıştır. İnsana, hayat ve kainat hakkındaki hâdiselere uygun kıymet hükümleri kazandırmak ve insanoğlunu iki âlemin saadetine ulaştırmak onun esas gayesi olmuştur. Kur'ân'ın geçmişin karanlıklarında kaybolmuş bazı hâdiseleri, geleceğin bilinmezliğinde gizli kalan bazı keşifleri bildirmek, kısacası insanları harikulade dediğimiz, tabiat kanunları dışındaki hususlarla uğraştırmak, insanın akıl ve dikkatini asıl olan gayeden arizi olan hallere çevirmek çibi bir işlevi yoktur ve bu onun metoduna da uygun değildir. Ancak, o, kendisinin bir beşer sözü olmadığını, Yüce Allah katından geldiğini göstermek için veya insanlar için ibret olabilecek bazen açık, bazen de işaret ve remizlerle, geçmiş ve geleceğin mucizevi olaylarından haber verebilir. Fakat bunlar, Kur'ân'ın asıl gayesini teşkil etmez.
Kur'ân'ın âyetleri birbirlerini tasdik ve te'yid edici mahiyette olduklarından, o, okundukça ve üzerinde akıl yoruldukça, meselefere çareler bulunacaktır. Ondaki, geleceğe ait haberler, maksada hizmet edecek bir kapalılık (müphemlik veya mücmellik) içerisinde sunulmuş, onların keşfedilip ortaya çıkarılması, insanın tekâmülüne, derin kavrayış ve keskin nazarlara bırakılmıştır.
İşte harici tesirlere lüzum kalmadan, İslâm'ın kendi bünyesi içerisinden doğan ve dış tesirlerle renklenip şekillenen Kur'an-ı Kerimin tefsiri ilmî, bütün teferruatı ile zamanlarındaki ilmî ve kültürel faaliyetleri aksettiren bir ayna vazifesi görmüştür. Bu bakımdan tefsirler, sadece yazarların durumunu değil, ondan daha fazla olarak, yazarın yaşadığı cemiyetin çeşitli durumlarını da aksettirirler. Bunun içindir ki tefsirlere sadece mukaddes kitabın bir izahı, açıklaması olarak bakılmamalı, onun aynı zamanda bir topluluğun sosyal, kültürel ve ilim târihi için en mühim kaynaklardan biri oîduğu gözlerden uzak tutulmamalıdır. Türlü sebeplerle insanların ve cemiyetlerin ihtiyaçlarının artması, Kur'ân'ı yeni ihtiyaçlara cevap verecek şekilde tefsir etmeye sevketmektedir. Bu sebeptendir ki tefsir ilmî hakkında herşey söylenip bitmiş değil,, belki onun hakkında şimdiye kadar söylenenler -Kur'ân'ın, Hz. Peygamber’in ve sahabenin Kur'ân hakkındaki söyledikleri istisna edilecek olursa- ileride söylenecek olanlar yanında bir hiç olarak kalacaktır.
Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi ve Tefsir Tarihinin Bilginin Bütünlüğü Açısından İncelenmesi
HADİS TARİHİ:
Hadisin alimlere göre değişik tarifleri bulunmakla birlikte 'Hz. Peygamberden nakledilen söz, fiil ve takrirler'e hadis denmiştir. Hz. Peygamberden hadisi bizzat alan sahabiler, kendi devirlerinde hadisi genel olarak yazılı hale getirmemişlerdir. Tabii istisnai olaraka kendi hadislerini yazan sahabiler de yok değildir.
Hadislerin yazılı hale gelememesinde hadislerin Kur'an ile karışması endişesi hakimdir.Hz. Peygamberin peygamberlik hayatı, hadis yazımı açısından iki kısımda değerlendirilecek olsa, ilk kısımda Hz. Peygamber, hadislerin yazımı konusunda izin isteyenlere izin vermemiştir. Ayrıca az sayıdaki kendisine izin verilen sahabi, kendi sahifelerini oluşturmuşlardır.
Hadslerin yazımı konusunda karşılaşılan güçlükler arasında; devrin şartları içerisinde yazı malzemesinin kıt oluşu neticesinde yazı malzemesi olarak kullanılan hurma yaprağı, kemikler, vb. araçların üzerine yazı yazmak ve yazılan yazının muhafazası konusunda karşılaşılan problemleri de zikretmek gerekir.
Hz. Peygamberin vefatının ardından İslam toprakları genişlemiş ve Sahabiler çeşitli görevlerle bu islam topraklarında görevlendirilmişlerdir. Bu görevlerden bir tanesi gittikleri yerlerde fetva görevini yerine getirmekti. Şunu unutmamak gerekir ki bu sahabilerin gittikleri yerlerin örf ve ananeleri birbirinden farklıydı. Giden sahabilerin hadise muttali olma seviyesi bir değildi. En önemlisi hadisler tedvin ve tasnif edilmemişti.
Hadislerin yazıya geçirilememiş olması, İslam beldelerinin genişlemesine mukabil sahabilerin fetholunan yerlere dağılmaları vb. durumlara ilaveten bir de Müslümanlar arasında fitne hareketleri meydana gelmeye başladı. Hadis uydurma girişimleri olabildiğince hızlandı.
Tüm olumsuzlukları gören İslam büyükleri-normal şartlarda hafızalarına güvenmelerine rağmen- hadisleri tedvin etme girişimlerine başladı. İlk tedvin işi alttan alta gayr-i resmi başlarken halife Abdülmelik zamanında resmi olaraka İbn-i Şİhab ez-Zühri'nin görevlendirilmesiyle hadiste tedvin işi başlamıştır ki bu, hadisin ilk aşaması olan hıfz dönemi ve ikinci olarak kitabet döneminin tedvin dönemine evrildiğini işaretler ki bu tedvin dönemi hicri birinci asrın sonu ve hicri ikinci asrı kapsar.
İslam dünyasında erken dönemde görülen fitne hareketlerinin ardından gelişen hadis uydurmacılığına karşı cerh ve tadil ilmi doğmuştur. Bu durum, İslam ve onun köklerinin sapasağlam ayakta kalmasını sağlamıştır.
Hadislerin dördüncü ve son aşaması olan tasnif dönemi hicri ikinci yüyzyılın ortasından başlamış ve hicri üçüncü yüzyılda en üst seviyesine ulaşmış ve bu çağda kütüb-ü sitte vücut bulmuştur.
TEFSİR TARİHİ:
Kur'an'ı ilk tefsir eden Hz. Peygamberdir. Şüphesiz onun tefsiri Kur'an'ın tamamını kapsamıyordu. Zira tefsir, anlaşılamayan bir metni anlaşılır kılma çabası idi. Hz. Peygamber zamanında Kur'an genel anlamda sahabe tarafından anlaşılır bir durumdaydı. Bunun dışında Hz. Peygamberin tefsiri olarak söylenebilecek şey; mücmelin tebyini, mübhemin tafsili, mutlakın takyidi ve müşkilin tavzihi idi. Hz. Peygamberin fonksiyonu beyan ve teşrii idi.
Sahabenin Kur'an tefsiriyle ilgili durumları ise şundan ibaretti: Onlar Kur'an'ın inişine bizzat şahit olmuşlardı ve sarsılmaz bir imana sahiplerdi. Arap dilinin üslup ve inceliklerini iyi biliyorlardı. Tüm bu özellikleriyle onlar, müteşabihlere karşı rey ile tefsirden kaçınma naklin bulunmadığı yerde kendi ictihatlarını kullanma, dil tahlilleri nasih-mensuha ve sebeb-i nüzula işaret etme ve Arap şiiriyle istişhat etme şeklinde özetleyebileceğimiz tefsir anlayışına sahiptiler. Sahabelerin yaptığı tefsirde Kur'an'ı baştan aşağı tefsir etme yoktu. Ahkam ayetlerinden hüküm çıkarma yoktu. Tefsir sahabe döneminde tedvin edilmiş değildi. İsrailiyyattan yararlanma söz konusuydu.
Tabiun alimler, tefsirde Kur'an ve aünneti kullanmışlar ve gaybi konularda sahabeden yararlanmışlardır. Ehl-i kitabın görüşlerine müracaat etme ve akli tercihte bulunma da tabiun tefsirinde vardı. Mekke, Medine ve Kûfe medreseleri bu dönemde kurulmuştu. Bu dönemde KUr'an baştan aşağı tefsir edilmişti. Kelime açıklamaları,fıkhi izahlar,şiirle istişhad vb. bu dönemin özelliklerindendi. Tefsir bu dönemde şifahi larak nakledilmeye devam ediliyordu.
Etbaüt-tabiin devrinde tefsir tedvin edilmeye başladı. Tefsir ilk olarak Hadis ilminin kolu olarak tedvin edilmiş ve daha sonra h.150 den itibaren müstakil olarak tedvin edilmeye başlandı. İlk olarak Kur'an Mukatil b. Süleyman tarafında baştan aşağı tefsir edildi.
FIKIH (TEŞRİİ) TARİHİ:
1)HZ. PEYGAMBER DÖENMİ:
Fıkıh tarihi dört bölümde incelenir: Hz. Peygamber devri, Sahabe devri, Tedvin ve müctehitimmalar devri, taklid devri.
Hz. Peygamber devri, teşri kuvvetinin sadece Hz. peygambere ait olduğu devirdir. Bu durum ya Allah'ın ayet göndermesi ile ya da vahiy gelmeyen hususlarda Hz. Peygamberin ictihadı ile gerçekleşiyordu. Genel olarak bu devrede sahabe teşrii içerisinde değildi. Ama bazen peygambere ulaşma şansının olmadığı zamanlarda sahabe kendi icthadına göre hüküm vermek zorunda kalıyordu. Hz. Peygamber Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken Kur'an ve sünnette hüküm bulamadığı zaman nasıl hareket edeceğini sormuş, o da reyimle hüküm veririm deyiince bu peygamberin hoşuna gitmişti. İşte bu durumlar, bu devrede teşrii yetkisinin Hz. Peygamberde olmakla birlikte istisnai durumların var olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber devrinde teşriin genel geçer olarak dört özelliği vardı:Teşriide Tederrüc, azlık, kolaylık ve hafiflik..
2)SAHABE DEVRİ:
Bu devir Hz. Peygamberin vefatıyla başlar. Hicri birinci asrın sonunda sona erer ve 90 yıllık dönemi kapsar. Bu devir teşriide Kur'an,sünnet ve sahabenin etkin olduğu devirdir. Bu devir, hakkında nass bulunmayan meselelerde ictihad kapısının açıldığı devirdir. Sahabenin kendi dönemlerinde karşılaştıkları zorluklar şunlardı:
1)Kur'an ve sünnet ahkamına ait nasların çoğu, murad edilen manaya delalet zanni idi.
2)Sünnet bu devirde tedvin edilmemiş olduğu için üzerinde ittifak edilmiş bir sünnet mecmuası yoktu.
3) Sahabenin yaşadığı çevre birbirinden farklı olduğu için teşriie konu ihtiyaçlar birbirinden farklıydı.
3)TEDVİN VE MÜCTEHİT İMAMLAR DEVRİ:
Bu devir hicri 2. asır ile başlar ve 250 sene devam eder. Bu devir 4. asrın ortalarına kadar uzanır. Teşriin kaynakları; Kur'an,sünnet,icma ve kıyastır. Bu devrin 'Tedvin ve müctehit imamlar devri' olarak isimlendirilmesi tedvin işinin hızlanması sebebiyledir. Bu devirde fıkhın gelişmesine etki eden amiller;
1) İslam devletinin sınırlarının genişlemesi ve değişik milletlerin islama girmesi
2)Bu dönemde kendini ifta işine hasredenler, teşrii yollarının kolaylaştırılmış ve güçlüklerini gidermiş olarak buldular
3)Bu devir müslümanlarınnın bütün işlerini islama göre yapmak isttemeleri
4)Bu devirde kendine has kabiliyyeti olan meşhur kmselerin yetişmesi
49TAKLİD DEVRİ:
Bu devir 4. hicri asrın ortalarından günümüze kadar uzamıştır. Bu devirde ulema Kur'an nasslarından hüküm çıkarma konusunda himmetini geri çekmiştir. Şüphesiz bunda bir takım sebepler rol oynamıştır. Bu sebepler;
1) İslam devletinin sultanları,valileri ve insanları birbirine düşman müteaddit hükümdarlıklara bölünmesi
2)Üçüncü devirde imamların muhtelif gruplara ayrılması netiesinde ayrı ayrı ekoller zuhur etmiş ve her alim içinde bulunduğu gruba zafer kazandırma saikiyle hareket etmiştir.
3)Fetvaların ehil insanlarınn elinde yükselmesine fırsat tanıyacak bir sitemin geliştirilememesi
4)Ulemaya haset ve kin gibi hastalıkların arız olması
SONUÇLAR
1. islam ilimleri ilk önce şifahi yolla nakledilmiş, sonrasında kitabet, tedvin ve tasnif işi gelişmiş ve sistem rayına oturmuştur.
2. İslam dünyası içinde fitnelerin erken dönemde zuhur etmesi neticesinde ilimlerin korunup gelişmesi için cerh ve ta'dil ve isnad takibi vb. sistemler oluşmuştur.
3. H. 2. asırdan itibaren ilimler tedvin edilmeye ve müstakil olarak gelişmeye başlamıştır.
4. İlk olarak tefsir hadis ilminin içinde mütaala edilmiş ve sonrasında tefsir mustakil hale gelmiştir. En sonunda fıkıh bu kategoriye eklenmiştir.
Hazırlayan: Osman Gül
Ders: Hadis Eserlerinde Tefsir Rivayetleri I
Konu: İslam’da Tefsir, Hadis ve Teşri’ Tarihimizin Mukayesesi
İslam’ın doğuşunu müjdeleyen yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinde İslam tarihi, İslami ilimler ve İslam medeniyeti teşekkül etmeye başlamıştır. Hz. Peygamber de ilk vahiyle tebliğ ve şari’lik vazifesini almış oldu.Saydığımız bu ilimler Kur’an’ın çerçevesinde ve çevresinde gelişmeye başlamış ihtiyaçlar doğrultusunda da sistemleşip gelişmişlerdir. Her çağda gelen ve yaşanan bütün dinler için açıklayıcı ve izah edici bir rehber ve elçiye ihtiyaç duyulmuştur.İslam’ın müjdecisi Kuran’ın da bazı sebeplerden ötürü açıklanması ve tefsie edilmesine ihtiyaç vardı.Bunu tabi ki en iyi yapacak olan bu işle görevlendirilen Hz.Muhammed idi. Kur’an onun tefsiriyle ve örnekliğiyle anlaşılıp yaşandı. Bu esnada Hz. Peygamber’in Kuran’ı tefsiri ve diğer dini telkinleri, emirleri ve içtihadlarıyla hadis ilmi oluşuyordu.Kur’an’ın sahip olduğu yüksek fesahat, belağat,ilahi hikmetler, muhkem ve müteşabih ayetlerin anlamlandırılması, dini kavramlara yüklenen ıstılahi anlamlar, mugayyabat ilmi ve sayılabilecek daha birçok sebepten ötürü Hz. Peygamberin hadislerinde Kuran’ı tefsir amaçlı izahlar hadis rivayetleri adı altında kayda geçiyordu.Tabi bu arada zuhur eden hadiseler üzerine nazil olan ilgili ayetler doğrultusunda İslam’ın teşrii ilmi birikimi şekilleniyordu.Yalnızca ilahi vahyin ürünü olan Kur’an-ı Kerim tedricen inerken evvela hadis ilmi neş’et etmeye başlamıştır.
Hadis, terim olarak ;Hz.Peygamber’den nakledilen söz,fiil ve takrirlerin tümüne verilen ad olmuştur.Hadis tarihi nakledilen bilgilere göre ilk devirde sözlü rivayetlere dayanır. Hz.Peygamber ,Hicaz bölgesinde yazının ve yazı için gerekli techizatın yetersiz olması , hadis metinlerinin henüz tamamlanmayan Kur’an metniyle karıştırılabilmesi gibi sebeplerden dolayı sözlerinin yazıya geçirilmesini yasaklamıştı. Fakat imkanların elverişli hale gelmesi ve Kuran’ın tamamlanması üzerine Hz.Peygamber kendisinden varid olan şeylerin yazılmasına müsaadee etti. Bu dönemde Hz. Ebu Bekir , Hz. Ömer , Cabir b. Abdullah gibi sahabilerin sahifelerinin bulunduğunu biliyoruz.Ancak sistemli bir tedvin 1. Asrın sonlarında sahabeden sona oluşmaya başlamıştır.İlk tedvin eserini oluşturanın İbni Şihab Ez-Zühri(124 H.) olduğu nakledilir.Anlaşılan o ki bu tarihte artık sahabeden nakledilenler de yazılmaya başlanmıştır. Ne var ki daha sonraları İslam topraklarında fırkalaşma ve mezhepleşmeler başgöstermeye başladı. Bu da mevzu hadis tehlikesini beraberinde getirdi.Bu durum üzerine muhaddisler cerh ve ta’dil ilimlerini öenem vermeye başladı. Hatta Ömer B. Abdülaziz tehlikeyi sezerek valilerine sahih hadislarin kayıt altına alınarak muhafaza edilmesi emrini vermişlerdir.Bu durumda Hadis ilminde tedvin döneminin resmi olarak Ömer b. Abdülaziz’le başlayıp ilk eseri de İbni Şihab ez-Zühri’nin verdiğini anlıyoruz.
Ancak İbni Şihab’ın yaptığı toplayabildiği bütün rivayetleri kayıt altına almaktı. İstenilen bir mesele hakkında rivayet bulmak kolay değildi. Bu yüzden musannef ve müsnedlere ihtiyaç duyuldu. Sonra mustalahu’l-hadis kitapları yazıldı. İkinci asra toplu bakıldığında ise şu hadis çalışmaları göze çarpar:
-Siyer ve megazi kitapları
-Sünen kitapları
-cami’ler
-musannefler
-belli konularda yazılan kitaplar
Tefsir ilmi ise doğal olarak daha Kur’an’ın nazil olmaya başlamasıyla sözlü olarak aslında başlamıştır.Tefsir illminin ,Hadis ilminden ayrılarak müstakilleştiğini söylemek uygun değildir.Çünkü Hadis ilmi rivayetleri, Hz.Peygamberin İçtihadlarını ve hatta sahabe sözlerini barındıran biz ilimdir. Tefsir ilmiyse Hz.Peygamber’in yalnızca vahiy meleğinden aldıkları yada ilahi işaretler ve ilhamla ayetleri tefsir ve tebyin etmesinden müteşekkildir.Yani aynı kaynaktan sadır olmaları bu ilimleri bir tek ilim halinde anlamak anlamına gelmez.Zaten hadis ilminin kitabetine de Kuran’ın yazılması ve hıfzedilmesiyle başlanmıştır.Bu vakte kadar sahabe sözlü de olsa tefsir ilmine vakıf olmaya başlamıştı.
Bugün Sa’lebi’den gelen nakiller sayesinde Hz.Peygamber’in tefsirinden haberdar olmaktayız.Yani bu tefsir rivayetlerine tedvin edilen hadis mecmualarından ulaşıyoruz.Sahabe de kendi dönemlerinde tefsir konusunda otorite olmuştur.Çünkü onlar hadiselere vakıf olarak ayetlerin sebe-i nüzüllerine hakimdiler. Buna ek olarak güçlü imanları onların sahih tefsirde otorite olmalarını sağlamıştır.Ancak onların da kişisel özellikleri ,anlayış ve kültürleri tefsirde farklı tarzları benimsemelerine yol açabilmiştir.
Daha sonrasında Tabiin tefsiri hulefa-i raşidin den başlayarak yeni coğrafalar ve kültürlerin etkisi altında gelişmiştir.İlk dönemde bütün ilimler hadis ilmi içersinde mütelaa ediliyordu. Bu durum doğal bir sürecin başlangıcı olması hasebiyle böyledir.Yoksa tefsir ya da fıkıh ilmini Hadis ilminin bir cüzü saymak doğru değildir.Tefsirin gelişmesi ise İslam coğrasında hadiseler çeşitlendikçe bu hadiselere çözüm bulmak ya da tefsiri bu doğrultuda yorumlamak amacıyla farklılık arzeden tefsir rivayet ve yorumları yapılmıştır.Ve sırasıyla :
-Fırkalara göre tefsir
-Mutasavvıflara göre tefsir
-Lügatçılara göre tefsir akımları gelişme göstermiştir.
İslam medeniyetinde Teşri’ ilminin gelişmesi de tefsir ilmiyle benzerlik arzeder.Teşri’ tarihi için önem arzeden bir hadise olan Medine’ye hicret İslam hükümlerinde etkili olmuştur.Şöyle ki hicretten önce nüfuzu gayet zayıf olan müslüman topluluk henüz ameli, ticari ve medeni faaliyetlerini tam manasıyla yerine getiremiyordu.Zaten Mekke döneminde henüz akide problemi varolduğundan daha çok akaid konnulu ayetler nazil oluyordu.Her iki dönemde de Teşrii kuvvet Hz.Peygamber idi.Hz. Peygamber’e ister vahye dayalı olsun ister içtihadi meselelerde olsun bütün meselelerde tabi’ olunuyordu.Ancak henüz onun sağlığında dahi Hz.Ali ,Muaz B. Cebel gibi alim sahabilere fetva vermeleri için cevazı Hz.Peygamber bizzat kendisi vermişti.O’nun teşri’ yolu ise bir hadise için ayet nazil olmasını beklemek ya da içtihadını kullanmak olmuştur.
Teşri’ tarihinde sahabe dönemi ise nas bulunmayan konular için istinbat devri olmuştur.Önde gelen yani Hz. Peygamberin müşaviri konumundaki sahabiler yeni olaylar hakkında fetvalar üretmeye başladılar.Fakat bu dönemda hala tdin faaliyeti görülmez.
Tedvin ve müctehid imamlar dönemine gelince; bu dönem h.2. asırdan 4. asrın ortarına kadar olan zaman aralığıdır. Bu dönem kanunlaşma ve ahkamın gelişmesi açısından olgunlaşma dönemidir. Artık ticari,medini,askeri v.b alanlarda yeterli gelişmelere ulaşıldığı için fıkıhta da gelişmeler yaşanmıştır.
Sonuç olarak; bütün bir insanlık alemine İslam dinini getiren yüce Kur’an’ın insanlığa tebliğ edilmeye başlanmasıyla onun kendi özünden Tefsir ilmi neş’et etmiştir. Hz.Peygamber’den varid olan bu tefsir mahiyetindeki sözleri ve bunun yanında dini vaazları hadis ilminin temelini atmış , O’nun , İslam kültür ve ahlakının ve muamelatın ahkamını beyan etmesiyle de teşri’ ilminin süreci başlamıştır. Bu üç ilim de aslında doğal bir süreç içersinde ve kendi şartları doğrultusunda teşekkül etmiştir.Her üç ilim dalı da önceden tasarlanarak ortaya çıkarılan bir ilim dalı değildir.Bu ilim dallarına bütüncül bir bakış yaptığımızda aynı amaca hizmet eden , insanlığın maslahatını amaç edinen ilke ve kurallar, dünya ve ebedi ahiret saadetini temin eden mesajların insanlara en sağlıklı şekilde ulaştırılması için belli bir süreç içersinde neş’et etmiş , gelişmiş ve sistemleşip , ilim dalı haline gelmiştir.
KAYNAKLAR
Cerrahoğlu, İsmail,Kuran Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller, Ankara Üniv.Basımevi,1968
Koçyiğit,Talat, HadisTarihi, Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1968
Hallaf, Abdulvahhab, İslam Teşri’ Tarihi, Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1970
TEFSİR-HADİS-TEŞRİ’ TARİHİNİN BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ AÇISINDAN MUKAYESİ
İnsanoğlu yaratıldığı andan itibaren Rabbinin kendisine vermiş olduğu bir takım bilgilerle hayatı anlamlandırır. Bu anlamlandırmayı kolaylaştırmak ve onlara yol göstermek için peygamberler ve onlarla beraber ilahi buyruklar göndermiştir. Peygamber zinciri Hz Adem’den Hz Muhammed’e (aleyhimüsselam) kadardır. Bu peygamberler aynı zamanda insanoğlunun unuttuğu fıtratını tekrardan hatırlatmak ve sıratı mustakime iletmektir. Hz peygamber de bu açıdan Arap yarımadasına gönderilmiştir. Hz peygamber yaklaşık 23 yıl bu bölgedeki insanların inanç, ibadet, ahlak, yaşam biçimleriyle ve zihniyetlerini değiştirmek ya da düzeltmek için çaba sarf etmiştir. Bu dönemde inen ayetler olaylar üzerine nazil olduğundan dolayı insanların her an gündemindeydi. Ya teşvik eder ya da uyarırdı. Hz peygamber anlaşılmayan ayetleri sorular üzerine ya da önemine binaen kendisi açıklamıştır. Tabiî ki bütün ayetleri açıklamamıştır. Bu dönemde sahabilerin bir kısmı ağırlıklı olarak Kuranla meşgul olmuştur. Bazıları hadislerle meşgul olmuş, bir kısmı ise Kuranın ahkâmıyla ağırlıklı olarak meşgul olmuştur. Hz peygamber döneminde İslami ilimler bir bütündü, çünkü vahiy hala kesilmemişti. Hz peygamberin vefatından sonra Tefsir-Hadis-Teşri’ ilimlerinin tarihi hemen hemen aynı süreçlerden geçmiştir. Öncelikli olarak bu ilimlerden kısaca bahsedelim
Tefsir, Kuran-ı Kerimin ayetlerinden Allah’ın murad ettiği manaları bulmak çalışan bir ilimdir. Tefsir Tarihi de bu ilimin gelişim safhalarını ve bu safhalarda meydana gelen oluşumları, değişimleri, yenilikleri inceleyen bir ilimdir. Bu ilim tefsiri, genel olarak Hz Peygamber, Sahabi, Tabiun ve Tedvin dönemi olarak dört döneme ayırır. Bu dönemlerin her biri kendi dönemlerinde gelişimler ve yayılmalar yaşamıştır.
Hadis, Hz Peygamberin söz, fiil ve takrirlerini inceleyen bilimdir. Bu ilim Hz Peygamberin yaşamına yönelik inceleme yapar, onun ağzından çıkan bir sözü ya da bir konuda sessiz kalmasını bir çok açıdan inceler. Hadis Tarihi de hadis ilminin gelişim süreçlerini, bu süreçlerde meydana gelen olaylar ve bunların etkilerini inceler. Bu ilim hadisi, Hz peygamber, Sahabi, Tabiun ve tedvin dönemi olarak dört döneme ayırır. Bu dönemlerde, yazılma, yayılma, cerh ve Ta’dil ve tedvin aşamaları meydana gelmiştir.
Teşri’, Kuran’da bulunan Ahkam ayetlerini inceleyen bir ilimdir. Bu ilim Müslümanların dini konularda başvuracağı temel bilgileri içerir. Namaz, hac, zekat, oruç gibi temel ibadetleri ya da muamelat, miras gibi toplumsal konularla ilgili ayetleri inceler. Teşri’ Tarihi de bu ilimin gelişim süreçlerini bu süreçlerde meydana gelen olaylar ve etkenleri inceler. Teşri’ Tarihi bu ilmi, Hz Peygamber, Sahabi, Tedvin ve Müçtehid İmamlar ve Taklid dönemi olarak dört döneme ayırır. Bu dönemlerde, oluşum, yayılma, usul, tedvin ve taklid aşamaları meydana gelmiştir.
Görüldüğü gibi bu üç ilimin tarihi genel olarak aynı aşamaları yaşamıştır. Bu da bu ilimlerin birbirlerini etkilediklerini ve birbirleriyle sürekli bilgi alış-verişi olduğunu gösterir. Tefsir-Hadis-Teşri’ ilimlerinin tarihi süreçlerinde, Hz Peygamber dönemi oluşum dönemidir. Bu dönemlerde ezberlenme ya da yazılma çok olmamakla beraber az da olsa vardır. Sahabi döneminde ise, bu ilimler yine sözel olarak aktarılmış, yazıya aktarma az da olsa yine vardır. Bu alanlarda kendini geliştirmiş Sahabiler tarafından daha geniş alanlara yayılmıştır. Yine her biri diğeriyle bir bağlantısı olmadan gelişmemiştir. Tefsirin gelişimi, hadisin gelişimi ya da tam tersi şekilde etkilemiştir. Bu ilimlerin her biri diğeri olmadan gelişemez. Bir ayetin tefsirini yapılırken hadise ya da ahkam ayet ise Teşri’e ihtiyaç vardır. Sahabi dönemide meydana gelen siyasal ve toplumsal çatışmalar bu ilimlerin gelişimlerinde etkili olmuştur. Tabiun döneminde ise sahabilerin gayreti ve tabiundan büyük zatların gayretiyle bu ilimlerin Usulleri oluşmaya başlamıştır. Bu ilimlerin yöntemlerinin oluşmaya başladığı dönemdir. Bu dönemden sonraki dönem de ise usulün gelişimi ile artık tedvin dönemi başlamış eserler sistematik hale gelmeye başlamıştır. Ve bu dönem her bir ilmin en güçlü olduğu dönemdir. Bilginin değer verildiği ve insanların özgürce birbirini eleştirebildiği ve bilimsel faaliyetlerin yoğun olduğu dönemdir.
SONUÇ
Tefsir-Hadis-Teşri’ İlimlerinin tarihsel sürçleri incelendiğinde genel olarak aynı aşamaları geçmişler ve bu süreçte de birbirleriyle sürekli bilgi aktarımında bulunmuşlardır. Bu ilimlerin tarihsel süreçlerinde aynı zamanda her dönemde meydana gelen toplumsal, siyasal ve mezhepsel olaylar bu süreci olumlu ya da olumsuz olarak etkilemiştir. Bu üç ilmin tarihsel sürecinde, önce sözel olarak aktarım yapılmıştır. Tabiun döneminde yazılmaya başlanmış ondan sonraki dönemde ise sistematik hale getirilmiştir.
KAYNAKÇA
Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, TDV yayınları, Ankara 2014
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr yayınları, Ankara 2014
Hallaf, Abdullahvahhab, Teşri’ Tarihi, çev:Talat KoçyiğitTEFSİR,
HADİS VE FIKIH TARİHLERİ MUKAYESESİ
Giriş
İslamî ilimler, müslümanların Kur'ân'ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dinî ilimlerdir. Bunlar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Siyer, Tarih ve ahlâk ilminden ibarettir. Bütün bu ilimlerin kaynağı da bilindiği gibi Kur'ân'dır. En önemli görev Tefsir ilminindir. Vahyin nüzûlünü takiben ortaya çıkmış olan tefsir ilmi, sonraki dönemlerde de büyük bir ivme kazanarak gelişmesini devam ettirmiştir. Çünkü tefsirin işlevi Kur'ânî nasların ne anlama geldiğini ortaya çıkarmaktır. Bunu yaparken o, hem Arap dilinden hem de Hz Peygamber ve onun ashâbından yani hadis, siyer ve tarih ilminden yararlanmıştır. Tefsir bir taraftan burada sözünü ettiğimiz bu ilimlerden yararlanırken diğer taraftan da müslümanların bireysel ve toplumsal hayatlarında çok önemli bir yere sahip olan kelâm ve fıkıh ilmine malzeme sağlamıştır.
Tefsir Tarihi
İnsanlığı tarihin
karanlıklarından aydınlığa çıkaran Kur'ân-ı Kerîm'dir. Onun sahip olduğu
hikmetleri ortaya çıkaran bilim dalı ise Tefsir ilmidir. Tefsir, Kur'ân'ın dil
bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin
bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Bu faaliyet önceleri
şifahî tarzda, hicri 2.asırdan itibaren de yazıya geçirilerek günümüze kadar
devam edip gelmiştir.
Kur'ân'ın inzâli ve
kitaplaşma süreci :
Kur'ân-ı Kerîm, Hz
Peygamber'e inzal edildiği andan itibaren hem hıfz hem de yazım yoluyla tespit
edilmeye başlanmıştı. Çünkü Hz Peygamber'in aslî görevi, vahiy kanalıyla gelen
Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek
kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale
getirmekti. Bu yüzden Allah resûlü bir taraftan tebliğ vazifesini yerine
getirirken diğer taraftan da sahabîleri, Kur'ân okumaya ve ezberlemeye teşvik
ediyordu. Müslümanlar yeni bir dine girmenin verdiği heyecan ve imânla, Kur'ân
metnini ezberliyor ve onu gece gündüz okuyorlardı. Hz Peygamber, ashabı Kur'anı
ezberlemeye teşvik etmekle birlikte, onun yazıya geçirilmesini de emrediyordu.
Hz Peygamber devrinde her ne kadar Kur'ân-ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsa
da tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleşmiştir. Kur'ân'ın kitâbeten
derlenmesi, bilindiği gibi Hz Peygamber'in vefatından sonra halifeliğe seçilen
Hz Ebu Bekir devrinde yapılmıştır. Hz Ebu Bekir devrinde yapılan Yemâme
savaşında birçok kurrânın şehit edilmesi istikbalde Kur'ân'a yönelik bir
tehlikeyi gösteriyordu. İşte bu tehlikeyi sezen sahabî Hz Ömer idi. Henüz bir
araya toplanmamış olan Kur'ân metnine ciddi şekilde zarar gelebilirdi. Hz Ömer
Hz Ebu Bekir'in yanına giderek endişesini dile getirip ona Kur'ân'ı derlemesini
teklif etti. Çok geçmeden Hz Ömer'in
teklifini kabul etti ve Halife ile birlikte Kur'ân'ı cem etme işi için Zeyd bin
Sabit'i görevlendirdi. Neticede Zeyd bin Sabit Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer'in de
yardımlarıyla bir yıl süren bir çalışmanın sonunda Kur'ân'ı derlemişti. Hz Peygamberden
farklı kıraatler öğrenip, özellikle Hz Ömer devrinde İslâm Devleti'nin
sınırları genişlemesi neticesinde Kur'ân öğretmenliği vazifesiyle çeşitli
beldelere giden sahabîler, gittikleri yerlerde Hz Peygamber'den öğrendikleri
kırâat tarzlarını okutmuşlardı. Tabiatıyla bu farklı beldelerde yaşayan
insanlar arasında manaları aynı olsa da bazı kelimelerin lafız itibariyle
farklılığından kaynaklanan birtakım ihtilaflar vardı. Hz Osman devrinde Zeyd b
Sabit başkanlığında, beş sene kadar süren titiz bir çalışmanın sonunda birkaç
Kur'ân nüshası yazıp, çeşitli İslâm beldelerine göndermek sûretiyle söz konusu
ihtilafları bertaraf etmiş ve Kur'ân'ı daha önceki ilahî kitapların başına
gelen tahrif ve tebdilden korumuştur.
A- Tefsirin doğuşu ve
gelişmesi (Sözlü nakil dönemi)
Kur'ân yaklaşık 23 senelik
bir zaman içinde Hz Peygamber (sav)'e vahyedilmiş kutsal bir metindir. Tefsirin
ortaya çıkış süreci de, Hz Peygamber ile başlamaktadır. Ondan sonra da ashâb ve
tabiûn dönemlerinde müslüman âlimler Kur'ân rehberliğinde bir hayat kurma
düşüncesiyle kendi zihin dünyalarında tefsire müstesna bir yer vermişlerdir.
Hz Peygamber'in tefisiri:
Hz Peygamber, bir taraftan
kendisine vahyedilen Kur'ân bölümlerini muhataplara okuyor, diğer taraftan da
mânâsı anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu.
Sahabe tefsiri:
Yaklaşık 23 sene boyunca
Kur'ân'ın inişini müşahede edip bu esnada meydana gelen olayları bizzat yaşayan
sahabîler hem ilim hem de îman noktasında belli bir olgunluğa erişmişlerdi. Bu
da Kur'ân naslarını tefsir konusunda ashabı Resûlullah'tan sonra en güvenilir
konuma getirmişti.
Tâbiûn tefsiri :
Hz Peygamber'in vefatının
ardından Hulefây-ı raşidîn döneminde fetihler hızla artmaya devam etmiş, bunun
sonucunda pek çok farklı kültür ve dine mensup insanlar Müslüman olmuştur. Yeni
müslüman olan kimselerin önceki kültür, medeniyet, örf ve âdetlerini İslâm
toplumuna aktarmaları sonucunda sosyal, kültürel ve dini anlamda bir karışma
ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla İslamî çözümlerin bulunmasını gerekli kılıyordu. Doğal olarak bu durum tabiûn dönemi tefsirini
açılıma tâbi tutmuş, böylece söz konusu kuşak sahâbeden sonra tefsir tarihinde
önemli bir yer almıştır. Tâbiiler de tıpkı ashab gibi tefsirde öncelikle Kur'ân
ve sünnete başvuruyorlardı. Ancak söz konusu bu iki kaynakta nasları tefsir
edecek yardımcı bir malzeme bulamadıklarında, özellikle esbâb'ı nüzûl mübhemat
ve gaybî konularda sahabîlerin görüş ve tercihlerine gitmek zorunda
kalıyorlardı.
B- Tefsirin Tedvini
(Yazılı nakil dönemi)
Tefsir yazıya geçirilinceye
kadar sözlü nakil yoluyla aktarılmıştır. Bu sürecin ilk halkasında Hz
Peygamber, ikinci halkasında da vahyin nüzûl ortamını müşahahede eden ve
meydana gelen hâdiseleri bizzat yaşayan ashâb vardır. Ashâb bir taraftan Hz
Peygamberin işittiklerini ve çeşitli şekillerdeki müşahadelerini, diğer
taraftan da kendi içtihad ve kavillerini yine aynı yolla tabiîlerle
nakletmişlerdir. Tefsir bu dönemde de sözlü nakilden kurtulamamış ama diğer
dönemlerle kıyasla bu dönemde tefsir bir hayli genişlemiştir. Ayetlerle ilgili
rivâyetlerin farklı isnad zincirlerinin nakledilmesi ve dil ilimlerinin
genişlemesi etkili olmuştur. Bu döneme kadar geçen süreçte tefsirle ilgili
bilgiler, beyanlar, açıklamalar, tartışmalar, sözlü nakil yoluyla korunarak
nihayet tedvin asrına yani tebe-i tabiîn dönemine gelinmiş ve bu dönemde
tefsire dair malzemeler yavaş yavaş yazıya geçirilmiştir. Böylece İslamî ilimlerin
diğer ş
İlk defa hadis ilminin bir
kolu halinde tedvin edilen tefsir, çok kısa bir süre sonra müstakil bir ilim
haline getirildi. Öyle anlaşılıyor ki, bu bir zaruretin sonucuydu. Çünkü tâbiûn
döneminin sonlarına kadar şifahî olarak yani sözlü nakil yoluyla gelen tefsir
rivayetleri yanında, aklî (içtihadî) tefsir de ortaya çıkmaya başlamıştı.
Rivâyet tefsiri Hz Peygamber, ashab ve tâbiundan nakledilen rivâyetlerin hadis
kitaplarına girmesiyle bir anlamda muhafaza altına alımıştı. Aklî tefsir için
de aynı şey yapılırsa, bu malzeme de korunmuş olacaktı. İlk dönem müfessirleri,
bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin edilen malzemeyi vakit geçirmeden
kendi alanına taşımak, diğer taraftan da daha sonra bir açılım göstererek devam
edecek olan tefsirin filolojik mahiyette temellerini atmak maksadıyla müstakil
te'lif hareketini başlattılar.
Tefsirin Hadisle birlikte
Tedvini :
Tefsir ilk defa hadis
ilminin bir şûbesi olarak tedvin edilmiştir. Muhaddisler, hadisleri toplayıp
tedvin etmek maksadıyla çeşitli İslâm beldelerini dolaşırken sahâbe ve
tâbiîlerden nakledilen tefsirle ilgili mevkûf ve maktû haberleri de bir araya
getirmişlerdi. Bu zatların amacı
öncelikle hadis ilmini tedvin etmekti. Ancak topladıkları hadisleri yazıya
geçirirken tefsire dair rivâyetleri de hadisleri yazdıkları kitapların
içerisine bir bölüm olarak kaydetmişlerdi. Böylece tefsir de hadis ilminin
tedvin aşamasında onunla birlikte aynı kaynakların içerisine girmiş oldu.
Hadis tarihi :
Hadis tarihi, hadislerin ilk
kaynağı olan Hz Peygamber'le başlayıp günümüze kadar devam eden yaklaşık onbeş
asırlık bir zaman dilimini kapsamaktadır. Hadislerin naklinde ve Hz Peygamber'e
âidiyetini tespitte isnadın son derece önemli olduğunu düşünen ilk dönem
âlimleri, râviler arasındaki hoca talebe ilişkisi ve isnadların ittisâlini
araştırmada sağlayacağı kolaylığı dikkate alarak hadîs tarihinde sahâbe, tâbiîn
ve tebe i tabiin şeklinde tabaka esaslı ayrırıma tabi tutmuşlardır. Bu ayırıma
göre yaklaşık ilk dört asırlık dönem mütekaddimûn, sonraki dönem ise müteahhirûn
olarak isimlendirilmektedir. İsnadlı bilgilerin bulunduğu ilk dönem
mütekaddimûn, hadis ve hadîs ilmiyle ilgili bilgilerin isnadsız olarak
nakledildiği dönem müteahhirûn olarak kabul edilmektedir. Hadis tarihini önce
Rivâyet dönemi, Nakil dönemi ve Son dönem olmak üzere 3 dönemde ele alacağız.
Rivayet dönemi :
Hz Peygamber'den yaklaşık
hicrî beşinci asrın sonlarına kadar geçen süreyi kapsamaktadır. Bu dönemde
hadisler çoğunlukla bizzat hocadan alınıp isnadıyla bir sonraki nesle rivayet
yoluyla aktarılmıştır. Hz Peygamber Kur'ân'la karışmasını önlemek amacıyla
başlangıçta kendisine ait bilgilerin yazılmasını yasaklamış, böyle bir endişe
söz konusu olmadığında ise izin vermiştir. Bütün bunlar hadîslerin sonraki
nesillere aslına uygun olarak naklini sağlamak amacıyla bizzat Hz Peygamber
tarafından alınan ve uygulanan kurallardır.
Sahâbiler Hz Peygamber'den
duyduklarını ve gördüklerini tabiîlere onlar da aynı şekilde sonrakilere
nakletmişlerdir. Bu, nesiller boyu böyle devam etmiştir. Sahâbe başka
sahabîlerden öğrendikleri bazı hadîsleri bizzat Resûlullah'a gelip sormuş ve
kendilerine ulaşan bilgiyi kaynağından tahkîk etmişlerdir. Bir taraftan Hz Peygamber'den rivayette hataya
düşmemek diğer taraftan da yapılan hataları düzeltmek amacıyla bir kısım
kurallar geliştirmişlerdir. Bunlar hadis rivayetinde ihtiyatlı davranmak, az
hadis rivayet etmek, hatalı rivayetleri düzeltmek, ve hadisleri müzakere etmek,
hatırlamak amacıyla hadisleri yazmak idi.
Tabiîn dönemi yaklaşık 170
yıllık bir zamanı kapsamaktadır. Tabiîler bir taraftan sahâbe, diğer yandan
kendilerinden sonra gelen tebe-i-Tabiîn nesilleriyle iç içe yaşamışlardır.
Tabiîn bilgilerin çoğunu sahâbeden almış, onların dizi dibinde yetişmiş bir
nesildir. Tabiîn ve tebe-i Tabiin döneminde İslam toplumunda sahâbe zamanında
bulunmayan yeni siyasî, sosyal ve kültürel hadîseler meydana gelmişti. Emevîler
döneminde itikadî konularda tartışmalar başladı. Devlet başkanlığı konusu,
kader, irade, büyük günah, iman ve küfür kavramlarıyla ilgili tartışmalar
yaşanmış. Genişleyen İslâm ülkesinde yeni birçok meselenin ortaya çıkması ve
bunların fıkhî hükümlerinin tespiti ihtiyacı buna bağlı olarak Hicaz ve Irak
başta olmak üzere İslâm ülkesinin birçok bölgesinde fıkhın büyük bir gelişme
göstermesi, müctehid hukukçuların farklı yorumlarına dayanan muhtelif
yaklaşımların teşekkülüne yol açmıştır. Hulefâ i Raşidin döneminden itibaren
İslâm toprakları sürekli genişlemiş, fethedilen bölgelerdeki milletlerden
birçok kimse İslâm'ı kabul etmiştir. Hz Osman'ın şehit edilmesi olayıyla İslâm
toplumunda siyasî bölünmeler başlamış ve bu durum iç savaşlara kadar varmıştır.
Bu savaşlarda taraflardan binlerce müslüman
ölmüştür. Hulefâ i Raşidin döneminden itibaren yapılan fetihler sonucu
İslâm topraklarının genişlemesiyle dışa açılma ve farklı kültürlerle karşılaşma
gündeme gelmiş ve Abbasîler döneminde zirveye ulaşarak bu kültürlere ait
eserlerin tercümesi faaliyeti başlatılmıştır.
Nakil dönemi :
Hicrî altıncı asırdan miladî
XVIII. asrın başlarına kadar geçen süreyi kapsamaktadır. Nakil dönemi
hadislerin değil hadis kitaplarının nakledildiği bir dönemdir. Bu dönemin en
önemli özelliği rivâyetin sona ermesi ve rivâyet döneminde telif edilen hadîs
kaynaklarının aktarılmasının başlamasıdır. Rivâyet döneminde her hadîs
isnâdıyla rivayet edilmekteydi. Nakil döneminde ise isnadlarıyla hadîsleri bir
araya getiren câmî, sünen, müsned ve musannef gibi temel hadîs kitaplarının
isnadları oluşmaya başlamıştır. Darülhadislerin kurulmasıyla kitap esaslı bir
eğitime geçilmiştir. Bu dönemde kaleme alınan râvilerle ilgili kitapların
önemli bir kısmı Kütübü Sitte merkezli olmuştur. Hadislerin sıhhatini
belirlemede başta Buharî ve Müslimîn el Camiu's Sahih'leri olmak üzere temel
hadîs kaynaklarının esas alınması bu dönemde olmuştur. İbnü's Salah ile
birlikte hadis terimlerinin tanımları yapılmıştır. Bu dönemde ehl'i hadîs
yaklaşımı genel kabûl görmüştür. Mu'tezile ve ona yakın olan ehl'i rey anlayışı
zayıflamıştır. Hadis usûlü sahasında esas kabul edilen eserler bu dönemde
kaleme alınmıştır. En büyük ilgiyi İbnü's Salah'ın ulûmü'l hadîs'i görmüştür.
Son dönem :
Bu dönem oryantalistlerin
geliştirdikleri yöntemlerle hadîs tarihi, hadîs usûlü ve hadîs literatürü
hakkında yaptıkları çalışmalardır. Onlar hadis tarihi, usûlü ve literatürü ile
ilgili birçok araştırma yapmış ve Müslümanlardan bütünüyle farklı sonuçlara
varmışlardır. Onlara göre hadislerin Hz Peygamber ile herhangi bir ilişkisi
bulunmamaktadır. Hadisler özellikle hicrî ikinci ve üçüncü asırlarda
müslümanlar tarafından ortaya atılan
görüşlere otorite kazandırmak amacıyla Hz Peygamber'e nispet edilmişlerdir.
Buna göre yapılması gereken bu görüşlerin kim tarafından Hz Peygamber'e nisbet
edildiğini tespit etmektir.
İslam Hukuku :
Hz Peygamber devri:
Bu devir İslâm Hukuku'nun
kuruluş devresi olması ve hukukun temeli olan vahyin bu dönem içinde sona
ermesi bakımından çok önemlidir. Hz Peygamber devrinde hukukun kaynakları kitap
ve sünnettir yâni vahiydir. Hz Peygamber'in âhirete intikali ile vahiy kapısı
kapandığı için incelediğimiz devrin en belirgin özelliği olmaktadır.
Bu devrin başka bir özelliği
tedriçtir: yani hukuk inkılabının sindire sindire yapılması, kültür değişiminin
sosyal krizlere meydan vermeden gerçekleştirilmesidir.
Belli bir zaman için konmuş
olan kanunun, zamanı gelince değiştirilmesi manasında (nesih) bu devrin bir
başka özelliğidir. Bu devirde değişen kanun, âyet ve hadîse dayanan kanundur
ki, bunun daha sonraki devirlerde değiştirilmesi mümkün değildir.
Bazı olaylar ve problemler
ortaya çıkınca, müslümanlar Hz Peygamber'e başvurarak çözüm istiyorlardı. Bunun
üzerine ya âyetler geliyor, yahut da
yanlızca mânâ ve hüküm Allah Resûlü'nün zihnine doğuyor bunu ifade etmek de
kendisine düşüyordu.
Bazı hallerde ise, problem
ve suâl beklenmeden, hukukî hükümler va'z ediliyor, hukuk nizamının binası
parça parça tamamlanıyordu. Şûra, zekât ile ilgili miktarlar, aile ve ceza
hukuku ile ilgili bazı kaideler ve hükümler doğrudan vazedilenlere örnektir.
Çözüm beklenen bir problem
veya hâdiseye rağmen vahiy gelmezse Resûlüllah içtihada başvuruyor, gerekli
görürse ashâbı ile de istişare ediyordu. Sahâbe de gerek bu istişarede ve
gerekse Hz Peygamber'den uzakta bulundukları zamanlarda O'ndan öğrendikleri usûle
göre içtihad ederlerdi. Gerek Hz Peygamber'in ve gerekse sahâbenin içtihadı,
sonunda ilâhî tasvibe mazhar olduğu için sünnet vasfını kazandırdı.
Sahâbe devri:
Bu devirde hüküm
kaynaklarının başında yine Kitap ve Sünnet vardır. Henüz yaygın bir şekilde
yazıya geçirilmemiş olan Sünnet'in rivayet ve doğru anlama bakımından ayırma
konusunda titizlik gösterilmiş, Hz Peygamber'den nakledildiği doğru zaptedilip
anlaşıldığı, dini bakımdan bağlayıcı olduğu sabit olan hadislerle amel edilmiş,
bunlara aykırı hareket asla tecviz edilmemiştir. Kitap ve Sünnet'te hükmü
açıkça bulunmayan meseleler ortaya çıktıkça bilhassa Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer
gibi halîfeler istişâreye başvurmuş, meseleleri şûrâ içtihadı ile netice ve
hükme bağlama yolunu tutmuşlardır.
Sahâbe nesli içtihadlarında
imkan buldukları ölçüde istişare ederdi, içtihad yoluyla vardıkları hükümleri
Kitap ve Sünnet'in açık hükümlerinden titizlikle ayrı tutardı, birinci nevi
hükümlere kesin nazariyle bakmayıp kendilerine nispet ederlerdi.
Emevîler döneminde İslâm
ülkesinin sınırları genişlemişti. Emevî hükümdarlar genellikle siyasetin
gereğini dinin gereğine tercih ettiklerinden Hz Peygamber ve râşid halifeler
çizgisinden sapmalar meydana gelmeye başladı. Bunu gören bilginler daha ziyâde
Medine'de toplanarak hem hadisleri, hem de bunların ışığında fıkıh kaidelerini
tespit ve tedvin etmeye koyuldular. Bu davranışlarıyla bilginler aynı zamanda
Emevî idaresine karşı reaksiyonlarını göstermiş oluyorlardı.
Abbasîler devri (Fıkhın olgunluk çağı) :
Abbasîler döneminde İslâm
ülkesinin sınırları genişlemiş, birçok millet İslâm ümmetine dâhil olmuş,
siyasî içtimâî, iktisadî ve dinî zaruretler fıkhın inkişâfına yol açmış, İslâm
Hukuku nazarî ve amelî olarak büyük gelişmeler kaydetmiştir. Hukuk ilminin
malzemesi genişledi, eğitim ve öğretim faaliyetleri gelişti, yeni fetihler
birçok milletin müslümanlarla temasını sağlamış, bu yeni coğrafî şartlar, örf,
âdet ve teâmüller ile karşı karşıya gelen müçtehidler, İslâm'ın umumî ve hususî
hükümleri açısından bunları ele almış. Böylece gelişen İslâm kültür ve
medeniyyeti içinde İslâm hukuku da malzeme, teknik ve düşünce bakımından önemli gelişmeler
kaydetmiştir. İmam Ebu Hanîfe Irak'ta, Imam Şafii Mısır'da, Imam Malik
Hicaz'da, fıkıh çalışmaları yapmıştır. O devirde âdet olan ilmî seyahatler
vâsıtasıyla da bu bölgeler arasında ilim ve fikir alışverişi yapılmıştır.
Abbas
Bu dönemde fikrî hayat
gelişme göstermiş, çeşitli ilimlerde önemli ilerlemeler kaydedilmiş, kültür
zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sahasında önceki devirlere nispetle gelişme ve
ilerleme değil en azından duraklama göze çarpmaktadır. Artık müçtehid imamlar
çağının hür ve mutlak içtihadı, olmuş olacak meselelere doğrudan Kitap ve
Sünnet ile diğer kaynaklardan çözüm arama faaliyeti yerine taklitçiliğe yani
önceki üstad ve müçtehidlerin dediklerini tekrara, demediklerini de dediklerine
bakarak çözme usûlüne bırakmıştır. Bu yol taklit yolunu hâkim kılmış.
Mecelle'den zamanımıza
(uyanış çağı) :
19. asırda İslâm
milletlerini uyandırmak, kaybettikleri maddî ve manevî değerleri yeniden elde
etmek istediklerini sağlamak maksadıyla harekete geçen İslâm münevverlerinin
programında içtihadın da önemli bir yer bulduğunu görüyoruz.
Kanunlaştırma hareketi
başlamış (mecelle), mezhepleri bir araya getirme çabaları, içtihad mahsûlü tez
çalışmaları başlamış ve gelişmiştir, batılılar İslâm Hukuku'na da yönelmişler,
ilmî toplantılar ve konferanslar yapılmıştır.
1926 yılında İsviçre Medenî
kanunu'nun kabûlü ile 57 yıldan beri yürürlükte bulunan Mecelle lağvedilmiştir.
Sonuç
Kısacası Kur'ân'ın
anlaşılmasını temin etmeye çalışırken başta hadis olmak üzere, siyer, tarih,
Arapça, ahlâk vb. İslamî ilimlerden yararlanan tefsir, elde ettiği sonuçları
müslümanların itikadî ve amelî hayatlarında çok önemli bir yere sahip olan
kelâm ve fıkıh gibi temel bilim dallarına takdim etmiştir. Onlar da elde etmiş
oldukları bu malzemeyi, kendi yöntemleriyle işleyerek Kur'ân eksenli bir hayat
için altyapı oluşturmaya çalışmışlardır. Bu bakımdan diyebiliriz ki, dinin
anlaşılması için başta tefsir olmak üzere bütün İslamî ilimler, üzerlerine düşeni
hakkıyla yerine getirmeye gayret göstermişlerdir. Çünkü bütün din bilimleri
Kur'ân merkezlidir. Kur'ân'ın doğru bir şekilde anlaşılması da kuşkusuz onların
sağlıklı bir biçimde yapılanmasını sağlamıştır. Böylece tefsirin, bir kısmından
yararlanmak, bir kısmı için de malzeme üretmek sûretiyle bütün İslamî ilimlerle
sıkı bir ilişki içinde olduğu anlaşılmaktadır.
Kaynaklar :
İsmail CERRAHOĞLU, (2014), Tefsir Tarihi, Ankara, Fecr.
Hayrettin KARAMAN,
(2013), Ana Hatlarıyla İslâm Hukuku, İstanbul, Ensar.
Ahmet YÜCEL,
(2014), Hadis Tarihi, İstanbul, İfav.
Muhsin DEMİRCİ,
(2014), Tefsir Tarihi, İstanbul, İfav.
Meliz Yeşilyurt ▪ Öğrenci No: 15912732 ▪ Yüksek
Lisans
Mukayeseli Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihi
Bu
yazımızda ki amaç tefsir, hadis ve fıkıh tarihlerini birbiri ile mukayese ederek
bir bütün halinde sunmaktır. Bunun öncesinde, felsefî kavramlardan olan
bütünlük kavramının ne anlama geldiğini açıklamak gerekir. Dolayısıyla bütün,
parçaları birbirine eksiksiz bağlı olan birliği ifade etmektedir. Bir düşünür
olan Kant, bütünlüğü düşüncenin ana kavramlarından sayarak, teklik ile çokluğun
bireşimi olduğunu ifade etmiştir. Bir örnek vermek gerekirse evren, parçaları çeşitli
biçimlerle birbirne bağlı olan bir bütündür. Örneğin, bir armut, armut ağacının
değil, bütün bir doğanın ürünüdür. Evrende olan tek tek canlı ve cansız
varlıklar içinde bulunduğumuz, çokluğu ifade eden, evreni oluşturmaktadır.
Tefsir,
hadis ve fikih tarihlerini mukayaseli okumak bütünsel bilgiyi anlamina
gelmektedir. Bütünsel bilgi felsefede, herhangi bir seyi tümüyle ve bütün
iliskileriyle bilenin bilgisini ifade etmektedir. Dolayisiyla bir seyi
incelerken onun baska nesnelerle olan baglantisini göz önünde tutmak gerekir.
Felsefede, baglantilarindan koparilmis nesnenin bilgisi, bütünsel bir bilgi
olmayip, eksiktir. Bu eksikligindan dolayi da yanlis bir bilgidir. Birseyin
bütünleyici olmasi onun, tamamlayici olmasi anlamina gelmektedir. Bütünlük ve
bütünsel bilgi kavamlarinin sundugu bilgilerden hareketle islami ilimlere
bütüncül yaklasma zaruriyetine aciklik
Yazımızı
islamî ilimlerden tefsir, hadis ve fıkıh tarihleri ile sınırlı tuttuğumuz bu
ilim dallarına baktığımızda her biri müstakil bir alandır. Dolayısıyla her biri
kendi içerisinde bir bütünlük oluşturmaktadır.Yukarıda verdiğimiz örnekten
hareketle, müstakil olan, bu ve konu edinmediğimiz diğer ilim dalları bir araya
geldiğinde islamî ilimler dediğimiz bütünlüğü oluşturmaktadırlar. Ancak günümüzde
müstakil olan bu ilim dallarına bütüncül bir yaklaşım sergilediğimizde her
birinin (hadis, tefsir, fıkıh tarihleri) özelde sınırları belli olan kendisine
ait bir tarihi olup olmadığı sorusu akla gelmektedir. Bu soru karşısında
tümevarım metodu ile tefsir, hadis ve fıkıh tarihlerinin nasıl ortaya
çıktıklarını anlayabilmek için öncelikle Hz. Peygamber döneminden başlayarak kısa
bir zihin yolculuğu yapmak gerekir.
Öncelikle
bilgi muşafeheten başlamıştır. Hz. Peygamber kendisine Cebrail (as) vasıtası
ile getirilen vahyi ashabına tebliğ etmiştir. Ashabın ayetlerle ilgili anlamadığı
meselelere ilişkin sordugu sorular yine Hz. Peygamber tarafından
cevaplandırılmıştır. Bu faaliyet daha sonra tefsir olarak adlandıracagımız
bilgi alanını teşkil edecektir. Bununla birlikte Hz. Peygamber‘in günlük
hayatta her alana ilikin söylediği sözleri daha sonra hadis diyeceğimiz bilgi
alanının temelini ifade edecektir. Yine âyetlerle bildirilen ahkama dâir
soruların cevapları ise fıkıh bilgisinin temelini oluşturacaktır. Dikkatimizi çekmesi
gereken nokta ise o dönemde Hz. Peypgamber tarafından verilen bu cevaplar
karşısında bugün tefsir, hadis veya fıkıh olarak ayırdığımız gibi bir ayrıma
ihtiyac yoktu. Her biri birbiriyle iç içe olmak sûretiyle gelişmekteydi. Hz.
Peygamber’in o dönemde vermiş olduğu bilgiler ashabın yaşadığı ortama ve
sayılarına göre yeterliydi. Dolayısıyla Hz. Peygamber, ashabına gereken ve
yeterli bir bilgi birikimini miras bırakmıştı. Ancak daha sonra bu birikim
yeterli görülecekmiydi?
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra sahabe döneminde gerçekleştirilen fetihler
aracılığı ile Müslümanların sayısında büyük oranda bir artış söz konusuydu. Bu
artış farklı kültür, dil ve etnik gruplarınında arttığı anlamına gelmekteydi. Sahabe,
Hz. Peygamber döneminde daha önce karşılaşmadığı yeni meselelerle karşı karşıya
gelmeye başlamıştı. Dolayısıyla artık Hz. Peygamber zamanında olmayan ihtiyaçlar
ortaya çıkmakta ve yeni hadiseler meydana gelmekteydi. Hz. Peygmber’den geriye
kalan miras, ortaya çıkan yeni durumların çözümünde yetersiz kalmaktaydı. İlk
dönem vahiyle bildirilen nasslardan yeni olayların hükmüne delalet edecek
malumat yoktu.
Sahabe
döneminde hâsıl olan ihtiyaç sebebi ile Hz. Ebu Bekir, Kur’an‘ı tek bir nüsha
olmak suretiyle iki kapak arasında toplatmıştır. Ancak daha sonra farklı lehçe
üzerine okuyuşların çoğalmasıyla ve bununla birlikte ayetleri yanlış okuma
endişesi ortaya çıktığından dolayı Hz. Osman döneminde Kur’an nüshası istinsah
edilmiş ve yedi farklı bölgeye gönderilmiştir. Böylelikle ayetlerin yazılı ve
şifahî olarak nakli tevatür derecesine ulaşmış ve kat’iyyet kazanmıştır. Bu
girişimle Kur’an nüshalarının istinsahı ile Ḳırāʿat ve Resmu’l-Ḳurʾān ilmi ele
alınmış bulunmaktaydı. Yeni yeni ihtiyaçlar sebebiyle tedvin döneminde Kur’an
harflerinin nokta ve harekelenmesi ve Kur’an’ı güzel yazı ile yazma faaliyeti
gelişmiştir. Nitekim Hz. Osman’ın istinsah ettiği mushaflar kûfî yazı ile
yazılmış, nokta ve harekelenmemişti. Acem olan Müslmanların kelimeleri yanlış
okuyabilecekleri endişesi ile Ebu’l-Esved ed-Duʾelī kelimelerin sonlarını
harekeleyen işaretler (nokta) koymuştur. Böylelikle İʿrābu’l-Ḳurʿān ilmi ortaya
çıkmıştı. Daha sonra Ḫalīl ibn Aḥmed harekelemeyi bütün harfler üzerinde
uygulamıştır.
Sahabe
nuzûl ortamını müşahede etmesi sebebiyle hâdise ve hükümler arasında bir
bağlantı kurabilmekteydi. Nuzûl ortamını iyi bildiklerinden dolayı Kur’an’da bazı
kelimlerin lugat anlamlarını bildikleri gibi, kazandıkları yeni anlamları arasında
da ilişki kurmakta zorluk çekmiyorlardı. Ancak daha sonra acem dediğimiz
müslümanlar açısından dinî ıstılahların manalarının açıklanmasına ihtiyaç
duyulmuştu. Kur’an’da bir lafızın bir çok manayı kapsadığı gibi bir çok lafızın
bir manaya geldiği lafızlarda mevuttur (Vucūḥ ve Nezāir). Zâhiren birbirine zıt
gibi görünen ayetler (Muşkilu’l-Kurʾān) arasındaki ihtilaf da Kur’ân’ı tefsir
etmeye duyulan ihtiyaçlardan bir diğeriydi. ʿUlūmu’l-Ḳurʾān olarak adlandırdığımız
ilimlerin ilk dönemde atılan temelleri, süreç içerisinde daha sistemli ve
müstakil bir hal almaya başlamıştır. Esbābu’n-Nuzūl, Mekkī-Medenī, Nāsiḫ-Mensūḫ
ve Ġarību’l-Ḳurʾān ilimleri ilk tedvin edilen ilimlerdir. Tabiûn döneminde İslam
devletinin sınırlarının genişlemesi sebebiyle, müslümanların sayılarındaki
artış, tefsir faaliyetlerinin de hız kazanmasına sebep olmuştur.
Fetihlerden
sonra sahabe bir tek merkezde kalmayıp çeşitli beldelere dağılmıştır. Resmî
görevleri yanı sıra islamî öğretimle meşgul olmuş ve pek çok ögrenciye ders
vermiştir. Tâbiûn olarak isimlendirdiğimiz bu ögrenci grubu onlardan ilim
okumuş ve sonrakilere nakletmişlerdir. Böylelikle farklı merkezlerde ilim
medreseleri zuhur etmiş ve daha sonra düşünce yapıları farklı olan ekoller
haline gelmişlerdir. Sahabenin ders okuttugu tâbiûnun büyük bir kısmını arap
olmayan müslümanlar (Mevâlî) teşkil ediyordu. Arapların idarecilikle meşgul
olduklarından mevâlî, İslam’ı öğrenme arzusuyla,
ilim ve özelliklede tefsir alanında iştigal etmeye başlamıştır. Bu süreçte
onlar rey ile tefsir metodunu sahabeye göre daha fazla kullanmışlardır. Takip
ettikleri metod ile yaptıkları tefsir içerisine, eski din, kültür ve içinde yaşadıkları
toplumun düşünce tasavvurunu da yansıtmışlardır.
Erken dönemde
yazılı bir temel ile başlayan tefsir, tâbiûn döneminde tedvin edilmeye
başlanmıştır. Bu dönemde tefsirde ihtilaflar çoğalmış ve mezhebî görüş
farklılıkların temelini oluşturacak tartışmalar başlamıştı. Ayrıca bu dönemde
yoğun olarak kitap ehlinin de islama girmesi, tefsire israiliyatın girmesine
neden olmuştur.
Tefsir
ilk defa hadis ilmi altında tedvin edilmiştir. Hadisler, muhaddisler tarafından
bir araya getirilirken tefsir ile ilgili mevḳūf ve maḳtuʿ rivayetleride
toplamışlardır. Ancak kısa bir zaman diliminden sonra tefsir müstakil bir ilim
haline getirilmiştir. Bunun böyle olması yine bir zarûrî ihtiyaçtan dolayıydı. Aklî
tefsirler hızla yayılırken, rivayet tefsirinin koruma altına alınması gerekliliği
ortaya çıkmıştı. Böylelikle müstakil tefsir eserleri ortaya çıkmaya başlamıştır.
Tedvin döneminin ilk mustakil tefsir eseri olarak, Muḳātil b. Suleymān’nın Tefsirini
zikredebiliriz.
Acemlerin
sayısındaki artış, Kur’an âyetlerine ilişkin sorularının artmasını beraberinde
getirmişti. Bunlardan biri Kur’an ayetlerinin anlamı ile ilgili sorunların
artmaya başlamasıydı. Sahabe için anlaşılan ayetler, acemli için garib ve
mübhemlik ifade etmekteydi. Dolayısıyla sahabe bu durumlar karşısında nass ve
sünnet dogrultusunda yeni çözümler üretmeliydi. Bu ihtiyaçları karşılama
sebebiyle, sahabe devrinde, hakkında nass bulunmayan hâdiseler için istinbat
kapısı açılmış bulunmaktaydı. İslam’ın pek çok bölgeye yayılması ve Müslümanlar’ın
farklı bölgelere dağılması sebebiyle; aynı bölgede yaşamadıklarından dolayı Mekke
ve özellikle de Medine’den yeni bilgi alma ve ulaştırma pek kolay değildi.
Bunun yanı sıra ehil olan sahabilerin çoğu, ilk zamanlar Medîne’de yaşıyor
iken, fetihlerle birlikte İslam coğrafyasının genişlemesiyle farklı ülkelere
dağılmışlardı. Sahabe devrinin ilk zamanlarında teşrî, cemaatin içtihadı ile
oluyorken; dağıldıktan sonra şartlar sebebiyle ferdî içtihadlar başlamıştır. Böylelikle
hem içtihadlar hem de müçtehidlerin sayıları artıyordu. Böylelikle hakkında
nass bulunmayan konulara veya nassların tefsir ve tebyîni ile ilgili fetvalar
sâdır olmaya başlamıştı. Bunun neticesi olarak sahabe arasında, sâdır olan
ahkâmlarla ilgili her birinin delilleri olmak sûretiyle bir çok ihtilaf ortaya
çıkmıştı.
Peygamber’in
hadîsleriyle sahabe fetvaları, Irak’ta, Hicaz’daki kadar çok olmamasından
dolayı Hicaz bu açıdan büyük bir servete sahipti. Irak, Şî’a’nın beşiği, Havaric’in
merkezi olmasından dolayı hadîslerde yalan ve iftiraya yol açan fitnelerin de
merkeziydi. Bu yüzden Irak fakihleri hadîs kabulünde şiddetli davranıyorlardı. Hadisin
meşhur olması ve Şâriî’nin hikmeti ile uyuşması şartı koşulmaktaydı. Aksi halde
hadis ya te’vil yada terk edilirdi. Hadis kabulünde şartların Hicaz’a göre daha
ağır olmasının sebebi, Irak beldesinin Hicaz’dan farklı olmasıydı. Bu farklılık
kendisini zuhur eden hadiselerde de göstermekteydi. Dolayısıyla bu hadiselerden
doğan ihtiyaç, Irak fakihlerini daha fazla düşünme ve araştırmaya sevkederek içtihad
kabiliyetlerinin ve ufuklarının genişlemesine sebep olmuştur. Hicaz’da olaylar
pek farklılık göstermemekteydi. Bu sebeple nassları zâhirî manalarıyla anlamaya
yöneldiler. İlletlerini araştırmaya ihtiyaç hissetmediler. Sonuç itibariyle
ihtiyaçlar ve şartlar gereği Ehl-i rey ve Ehl-i hadis adında düçünce yapıları
farklı olan iki ekol ortaya çıkmıştır.
Sahabe
döneminde sahabîlerin içtihadları tedvin edilmemiştir. Fetvalarına tâbiî
olunmakla kimse zorunlu kılınmamıştır. Ancak diğer taraftan daha sonra fıkıh
usulü olarak adlandırdığımız ilim dalına iliskin mesalih gibi kavramlar gelişmekteydi.
Tedvin ve müçtehid imamlar döneminde İslam devlet hudutları genişlemiş, değişik
bir çok milleterin idaresini üstlenmiştir. Müslümanların teşrîi ricallerine her
alanda müracaat etmeleri ve fetva talep etmeleri devrin müctehidlerininin
gelişmelerine ve güçlenmelerine sebebiyet vermiştir. Yaşadıkları çevre de büyük
katkı sağlayarak çok meşhur kimseler yetişmis ve netice itibariyle Ebû Hanîfe,
Mâlik b. Enes, Imam Şâfi’î, Ahmed b. Hanbel gibi bir çok imam ve müçtehid
ortaya çıkmıştır.
Tedvin
döneminde fıkıh ilmine dâir eserler mevsû’at adı altında toplanmıştır. Bunlardan
en meşhurları, Ebû Yûsuf’un Ebû Hanîfe’den rivayet ettiği kitaplar, Enes b.
Mâlik’ten rivayet ettiği ahkam, İmam Şâfiî’nin ʿUmm adlı kitabıdır. Fıkıh
usûlüne ait tedvin edilen kitaplar arasında İmam Şafiî‘nin er-Risāle adlı eseri
en meşhurudur. Usûl-i fıkıh ilmini ilk defa ortaya koyan kimse olarak şöhret
kazanmıştır. İmam Safiî, fıkhın kaidelerini ilmî bir şekilde tertip etmiştir.
Hz.
Peygamberin Sünneti de sahabe devrinde tedvin edilmemişti. Hz. Peygamber ve
sahabe döneminde hadis şifahi olarak yani hıfz aracılığı ile aktarılmaktaydı. Ancak
yazı bilen sahabîlerin bazı hadisleri kayda geçirdikleri bilinmektedir. Bu, hadis
ilminde kitabete zemin hazırlamıştır. Hadislerin kitabeti konusunda sınırlamalar
mevcut idiyse de râvileri araştırmaya yönelik bir takim tedbirler alınmıştır. (Hz.
Ebû Bekir şahidin teyidini, Hz. Ömer hadisin delilini, Hz. Ali yemin talep
ediyordu) Böylelikle ravileri araştırma ihtiyacı hadiste rivayet ilmini
doğurmuş ve bir çok kitabın telif edilmesinde sebep olmuştur. Ravileri araştırma
ihtiyacı özellikle ilerleyen zamanlarda daha çok hissedilmişti. Hadis birikimi,
fetihler, ilim merkezleri ve rihle marifetiyle İslam coğrafyasının her bir
yanına yayılmaktaydı. Bir bölgede hangi sahabe ikamet ediyorsa onun aktardığı
hadisler o bölgede bilinmekteydi; buraya uğramayan sahabilerin hadisleri ise
bilinmemekteydi. Bu sebepten dolayı yeni bir hadis nakledildiğinde ravi dakik
kurallara tabii tutulurdu.
Hadislerin
tedvin edilmemesi farkli ülkelerde farklı hükümlerin verilmesine yol açmıştır.
Böylelikle farklı hükümleri öğrenme adına er-Rıḥle fī Ṭalebi’l-Ḥadīs̱ geleneği başlamıştır. İkinci
asrın başlarından itibaren cerh ve ta’dil hareketi sistemlestirilmiş ve buna
göre hadis ve ravilerin güvenilirlikleri tespit edilmeye başlanmıştır. Bu
hareketin temel ilkeleri ise Muṣṭalaḥu’l-Ḥadīs̱ ilminin doğuşuna zemin hazırlamıştır. İmam Şafi’î
sahih hadisin kurallarını ve ravinin ta’dili için gerekli ilkeleri ortaya
koymuş ve zamanla hadis usulü kaideleri belirlenmiştir.
Hadisleri
sistemli toplama faaliyeti, sahabe devrinden sonra başlamıştır. İbn Şihāb
ez-Zuhrī hadisleri ilk tedvin eden kişi olarak bilinir. Hadislerin tedvin
edilmesine siyasi ve sosyal faktörler gibi âmiller de sebebiyet vermiştir. Örneğin,
ikinci asırda hadisçiler ve mu’tezile kelamcıları arasında şiddetli tartışmalar
meydana gelmiştir. Hadisçiler, kelamcıların Yunan felsefesi kaynaklı fikirlerinden
korunmak için tedvin faaliyetine hız kazandırmışlardır. Tedvin döneminde kayda
geçirilen hadisleri bulma noktasında zorluklar farkedilmiş ve bu ihtiyaca
binaen hadislerin tasnif edilmesine karar verilmiştir. Hadislerin tasnif dönemi
altın çağ olarak zikredilmektedir. Bu dönemin en büyük kazanımları Kutub-u
Sitte’de yer alan değerli hadis eserleri olmuştur.
Tefsir,
hadis ve fikih tarihlerini okurken dikkat çeken husus, bu ilimlere dair edindiğimiz
bilgilerin rivayetler aracılığı ile gelmiş olmalarıdır. Dolayısıyla gerek
tefsir gerek fıkıh her birinde rivayetler söz konusudur. Rivayetlerin isnad ve
metin kritiğini gerçekleştiren ilim dalı hadistir. Doğrudan hadisin alanı olan
rivayetlerin metinlerini incelediğimizde, konularına göre bu tefsir, fıkıh veya
hadis alanına ilişkin bir rivayet olduğuna dair bir ayrımda bulunuyoruz. Hadis,
hem tefsiri ve hem fıkhı ifade ediyorken, aynı şekilde tefsir veya fikih dediğimizde
hadisı ifade etmektedir. İslam tarihi içerisinde ekollerin çıkmasına yine rivayetler
sebep olmuştur. Bu ekoller belirli rivayetler çerçevesinde fikrî tasavvurlarını
oluşturmuşlardır.
Tefsir, hadis ve fıkıh tarihlerini mukayese
ettiğimizde ortaya çıkan sonuç şudur ki, her birinin ihtiyaca binâen süreç içerisinde bir ilim dalı olarak zuhur ettiş olmalarıdır. Yine
bu alanlara ilişkin yazılan eserlerde toplumun ihtiyacı belirleyici kriter
olmuştur. Bu tarihî süreç birbirinden bağımsız olarak değil,
birbiriyle iç içe olan bir süreçte gelişmiştir. Bunun en büyük sebebi her
birinin tek bir kaynaktan zuhur etmiş olmasıdır. Yine toplumsal, kültürel,
zamansal ve mekansal gibi şartlar nedeniyle tek bir kaynaktan zuhur eden bu
ilim dallarını tek tek müstakil ilim dallarına ayırma ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Bugün kendi zâviyemizden baktığımızda, islamî ilimlerin tarihî serüvenini sağlıklı bir şekilde takip edebilmek için her biri bir
diğerini tamamlayan tefsir, hadis ve fıkıh tarihlerini mukayese ederek okumamız
gerekmektedir. Böyle bir okuma gerçekleştiğinde her birinin birbiri ile
bağlantılı ve iç içe olduğunu farkedebilecektir. Her birinin sınırları ve
araştırma alanları farklı gibi görünüyor olsada tutarlı ve iyi bir bakış açısı
edinebilmek için tıpkı ilk dönemde ortaya çıkmaya başladıkları gibi bu ilimlere
bütüncül bir yaklaşım kaçınılmazdır.
KAYNAKÇA
KOÇYİĞİT, Talât. Hadis Tarihi.
Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1977.
DEMİRCİ, Muhsin. Tefsir
Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları,
2014.
HANÇERLİOĞLU, Orhan. “ Bütünlük,“ Felsefe
Ansiklopedisi: Kavramlar ve Akımlar, c.1, ss.205-206.
HALLÂF, Abdulvahhâb. İslâm
Teşrîi Tarihi. Terc. Talât Koçyiğit, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, 1970.
PAK,
Zekeriya. „Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri (Taberî Öncesi),“ Mehmet Akif Koç
(ed.), Tefsir (Ankara: Grafiker
Yayınları, 2012) içinde, ss.135-171.
SERİNSU, Ahmed Nedim. Kur’ân ve Bağlam. İstanbul: Şûle
Yayınları, 2008.
SEZGİN, M. Fuad. Buhârî’nin Kaynakları. Ankara: Otto
Yayınları, 2012.
CERRAHOĞLU, İsmail. Kur’anın Tefsirinin
Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, 1968.
TEFSİR, HADİS VE FIKIH USULLERİ
MUKAYESESİ
1.
Peygamber devrinde Kur’an ve Hadis
bağlantıları
Kur’an’in nazil olduğu devirdeki Araplar, ileri bir
kültür seviyesinde değillerdi. Bilhassa konuşmalarında ve şiirlerinde hakikat
ve mecaz, tasrih ve kinaye, icaz ve itnab gibi edebi sanaatlar kullanılmakta
idi.[1]
Bundan dolayıdır ki, Kur’an vahyı ederken ilk muhataplarına kendi kültür
sevileriyle indirilmiş. Yani kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş.
Kur’an-ı Kerim’in gaye ve maksadını,
Kur’an’ın Kur’an ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zat,
kendisine kitap gelen Hz. Muhammeddir.[2]
O, mutlak olarak, insan arasında Kur’an’ı en iyi bilendir ve en iyi
müfessirdir. O, İnsanlara Kur’an açıkmalamak üzerine vazifelendirilmiştir. Zira
tebyin ve tebliğ, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Bunlarsız Hz.
Muhammed peygamber olarak görevlendirilmez.
Kur’andaki hükümlerin ekserisi külli
olduğundan, o kulli hükümleri izah ve açıklamak için daima sünnete duyulmuştur.[3]
İslam şeriatinde, hadis ikinci esaslı kaynağı olmuştur. Zira Hz. Peygamber’in hadislerindeki
asıl amaç Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek, gizli kalan noktaları açığa çıkarmak,
Yüce Allah’ın emir ve hükümlerindeki maksadını açıklamaktır.[4]
Hadis, Kur’an umumunu ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nasih ve mansuhunu
beyan eder. Yani Hadis, Kur’anda gelen bir hususu, ona uygun olarak te’kid,
mücmeli beyan, amm tahsis, mutlak takyid, müşkil tavzih eder.[5]
Bu
halde, Selman Başaran ve Ali Sönmez Hadis ifadeleri Kur’anı açıklamak üzerinde
söz eder.[6]
a)
Kur’andaki bazı mücmel lafızları
açıklar. Mesela namazın, oruçun, ve zekatın ayrınteları Hz. Peygamber
tarafından belirtilmiştir.
b) Hadisler, Kur’andaki mutlak
ifadelerin boyutlarını belirler. Mesela Nisa suresinin 11. Ayetinde geçen
vasiyet lafzı mutlak anlamda kullanılmıştır. Bu halinde vasiyet eden kişi her
miktarda vasiyette bulunabilir. Fakat hadis vasiyeti malın üçte biriyle
sınırlanmıştı.
c) Hadisler bazı umumi ayetleri hususileştiri. Örneğin,
En’am suresinin 82. ayetinde Allah “imana ermiş olan ve zulüm işleyerek
imanlarını karartmayanlar, işte onlardır güven içinde olacak olanlar, çünkü
doğru yolu bulanlar onlardır” demektedir. Bazı sehabiler bu ayettedeki zulüm
sözu genel maanasında anlamışlar. Hz. Peygambere sorurken “Hangimiz
zulmetmiyoruzki?” demişler. Hz. Peygamber bunun üzerine: “öyle değil, zulüm
burada şirk anlamındadır” buyurmuştur.
d)
Hadisler Kur’an müşkil ifadelerini
açıklar. Mesela Bakara suresinin 186. ayetinde Allah “tan yerinde beyaz
iplik siyah iplikten ayırt edilince kadar yiyiniz, içiniz” buyurmuştur. Ayetindeki beyaz ve
siyah iplikten, gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı kastedildiğini Hz.
Peygamber açıklamıştır.[7]
e)
Hadis, bazı alimlere gore, Kur’an’ın bazı
ayetleri nesih yoluyla açıklar, yani hükmün değiştiğini bildirir. Mesela Bakara
suresinin 180. ayetinde Allah “herhangi birinize ölüm yaklaştığında, eğer
arkasında yeterli bir servet bırakıyorsa, ana babasına ve yakın akrabalarına uygun
şekilde vasiyette bulunma size farz kılındı. Bu, takva sahipleri için bir
yükümlülüktür” demiştir. Ayetinde zikri geçen ana baba ve mirasçı olan yakın
akraba için vasiyet edileceği hükmünü, “mirasçıya vasiyet edilmez”, hadisi
nashederek yürülükten kaldırmıştır.
Hz. Muhammed, bir peygamber olarak
zaman, mekan, ve muhataplarının durumuna gore, onun söz ve hükümleri dağılmış
olabilir. Bunları bazen geneli tahsis, mücmel ve müphemi beyan, mutlakı takyid,
müşkil tavzih etme ve ayeti ameli ve takriri olarak açıklama şeklinde, bazen
dil bazen geniş bir anlamı tahdid, bazen kelimenin arap dilindeki anlamını te’yid,
bazen sahışların durumunu ve o zamanki edebi sanatları izah, bazen beyan ve
tatbik, bazen temsil, tasvir ve tavsif, remz ve işaret, bazen intibaha davet ve
muhatabın psikolojik durumundan istifade etmek suretiyle tefsir etmiştir.[8]
Allah,
toplumundaki zafiyeti bildiği için o toplumun yaşayan problemlerine cevap
teşkil edecek hukuki düzenlemeler getiriyordu.[9]
Yani toplum herhangi problemler çıkıyordu, bu problemin çözümleri isterse o
konuda Allah’ın ilgili hükümleri ve tavsiyeleri geliyordu. Onda, Allah’ın
şeriat ve ahkamında, onun muradını ve meksadını beyan vardı. Hz. Peygamber,
Kur’an tefsir ederken, ayetteki kelime manalarını değil, ayetin bütün olarak
manasını öğretmekti. Çünkü kelime bilgisini bilmektense maaniyi bilmeyi daha
asağıdır.
2.
Sehabe Döneminde Tefsir, Hadis ve
Ahkam Teşri’i Uygulamaları
Hz. Peygamber’den sonra tefsir
alanında en mühim rölü sehabe almıştır. Sehabe, Kur’an ayetlerin izahını bazen
Hz. Peygamberden dinlenilen suretiyle bazen de ictihadlarıyla yapmışlardır. Genelde
ayetlerin manasını anlatırken ayetlerin sebabi nüzüllerini anlatmak
suretiyle izah edilmiştir. Ayyetteki dini bir müşkil manayı halletmek için,
tahsis yolu ve tarihsel yolu takip etmişlerdir. Bazen dini bir hükmü remz
yoliyle izah etmişler, bazen bu dini izahları, hususi bir anlayış ifade
ederken, insanların ruhi durumları da nazarı dikkate alınmakta idi.[10]
Bu halde,
Zekeriye Pak, onun makelesinde Sahabe dönemi tefsir faaliyetinin genel
özelliklerini belirtmiştir.[11]
1. Sahabe arasında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir. Bu
dönemde tefsir, sehabenin şifahi izahlarından şifahi izahlarından ibarettir.
2. Sahabe devrinde Kur’an’ın tamamı baştan sona sıra ile
tefsir edilmemiştir.
3. Kur’an’ın manalarını anlamadaki ihtilaf, sahabe devrinde
oldukça azdır.
4. Ahkam ayetlerinden ilmi istibatlar fazla yapılmamıştır
5. Sahabe devrinde Ehl-i kitab’a müracaat sonraki döneme
göre oldukça azdır.
Sehabe arasında
tefsir sahasında en meşhür müfessiri addedilen, Abdullah b. Mes’ud (Ö. 32/652)
ve Abdullah b. Abbas (Ö. 68/687-688)dır. Abdullah b. Abbas tefsir alanında en
önemli şohrette ulaşlardan biridir. Hz. Peygamber onun için “Allahın onu dinde
fakih kıl ve onu te’vil oğret” dua olmuş, ve onun bereketiyle islam ilimlerde
şohreti kazanmıştır. Abdullah b. Mes’ud, bu sahada Abdullah b. Abbas’dan sonra
ilk akılı sehabe biridir. O da Kur’an’ın en büyük müfessirlerinden biridir. Irak’ta
tefsir medresesinin temelini oluşturmuştur. Bu mederese fıkıhda olduğu gibi
tefsirde de re’ye ehemmiyet vermiş ve bu ekolden, daha sonraki nesillere bu ilimleri
nakleden pek çok kimseler yetişmiştir.[12]
Ebu Hanife’nin coğu fıkhı görüşü de Ibn Mes’ud’un Tefsirine dayanmaktadır.
İbn
Abbas, Kur’an tefsirine dair haberleri ya Hz. Peygamber’den ya sehablerden
işitmek yada kendi ictihadi ile tefsir etmiştir. Bazen de yabancı kültürlerden
aldığı malzeme ile nakletmiştir. Onun Kur’an tefsirinde, sahih olan ve sahih
olmayan ona isnat edilen tefsir bilgileri arasında rastlanmaktadır. Çünkü ona
isnatta bulunanlar onun siyasi yönden abbasilerin atası olmasını, Hz. Peygamber’in
amcazadesi olmasını ve bilgisinin genişliğini istismar etmişlerdir. Yani Abbasi
halifelerine yaklaşmak veya onlardan bir menfaat temin etmek için İbn Abbas’tan
rivayette bulunanlar çoğalmıştır.[13]
Bu durumda, tefsir sahasında o kadar çok karışık ki, tek bir kalime bile
çeşitli bir mana ortaya çıkmiştir.
İbn Abbas hem tefsirde hem de hadisde
ve fıkıhta otorite sayılmıştır. Kendisinden 1660 hadis rivayet edilmiş, bunlardan
95 tanesi Buhari, 49 tanesi yalnız Müslim Sahihlerine almışlardır.[14]
Ayrıca diğer sehabiler de Hz. Peygamber’den hadis rivayet etmişlerdir. En büyük
hadis mecmuası olduğu söylenen Baki b. Mahled’in müsned’inin 1300 sahabi
tarafından rivayet edilen hadisleri içerisine aldığı bilinmektedir.
Sahabe devrinde
teşri’in başlıca üç kaynağı vardı; Kur'ân, Sunnet ve Sahabe ictihadı. Her hangi
bir hadise zuhur ettiği, veya bir ihtilaf vukubulduğu zaman, sahabeden fetva
ehli olanlar Kur'anı Kerime bakıyorlardı. Eğer vukuatın hükmüne delâlet eden
bir nass bulunursa onunla hükmediyorlar, bulamazlarsa, ona delâlet edecek nassı
Sunnette arıyorlardı.[15]
Sehabe, Kur’an ve Sunnet nasslarından, fıkıh ve ahkam halkın masalihini
gerçekleştirmeyi dayanarak tespit ediyordu. Bu anlayışda, ictihad için kesin
bir delil teşkil ediyordu.
Dolaysiyle, müfti
sehabiler, bu üç kaynağa, tertip üzere (önce Kur’an’a, sonra sunnete, sonra
ictihad’a) müracaat ittifak etmiştir.
3. Sonuç
Kur’an, usul ve tarih olarak hadis ve fıkıh ile birbirleriyle bağlıyor. Onlar bir amaç üzerine bilginin bütünlüğü oluşturuyor. Hz. Muhammed, bir peygamber olarak bize Kur’an beyan etmekte sunnet ile izah etmiştir. Bu halde, sunnet bir hüccet ve teşri’in kaynağı olduğunu önemsemeliyiz. Sehabe devrinden itibaren teşri’in kaynağı, tertip üzere (önce Kur’an’a, sonra sunnet’e, sonra ictihad’a) müracaat ittifak etmektedir. Ahkam, kur’an nassları ve Hz. Peygamber sunnetleri dayanarak tespit edilmektedir. Bunlarında bir konu ahkam bulmazsak ahkam tespit etmek için ictihad yapılmaktadır. Bu durumda islam teşri’i halkların masalihlerine karşıt olmamalıdır. O yüzden, Fıkıhda ahkam teşri’inin halkın masalihini gerçekleştirmek gayesine matuf bulmaktadır.
[1] Cerahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi,
Ankara, 2014, 37
[2] Cerahoğlu, a.g.e., 39
[3] Cerahoğlu, a.g.e., 41
[4] Başaran, Selman, Hadis Usulü ve Tarihi,
Bursa, 2010, 23.
[5] Cerahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi,
Ankara, 2014, 54
[6] Başaran, Selman, Hadis Usulü ve Tarihi,
Bursa, 2010, 23-24.
[7]
Başaran, a.g.e., 24.
[8] Cerahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi,
Ankara, 2014, 55
[9]
Albayrak, Halis, Tefsir Usulu, Istanbul, 2014, 79
[10] Cerahoğlu, İsmail, Tefsir Usulu, Ankara, 2014, 235
[11]Koç,
Mehmet Akif (ed.), Tefsir, Ankara, 2015, 130-131
[12]
Cerahoğlu, a.g.e., 236
[13]
Koç, Mehmet Akif (ed.), Tefsir, Ankara, 2015, 132
[14] Başaran, a.g.e., 66
[15] Halaf, Abdulvahab, İslam Teşri’ Tarihi (terj.), Ankara, 25.
KAYNAKÇA
CERRAHOĞLU, İsmail. Tefsir Usulu. Ankara: Türki Diyanet Vakfı Yayınları, 2014.
CERRAHOĞLU, İsmail. Tefsir Tarihi. İstanbul: Fecr, 2014.
ALBAYRAK, Halis, Tefsir Usulü. İstanbul: Şule yayınları, 2014.
BAŞARAN, Selman. Hadis Usulü ve Tarihi. Bursa: Emin Yatınları, 2010.
HALLÂF, Abdulvahhâb. İslâm Teşrîi Tarihi. Terc. Talât Koçyiğit, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1970.
PAK, Zekeriya. „Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri (Taberî Öncesi),“ Mehmet Akif Koç (ed.), Tefsir (Ankara: Grafiker Yayınları, 2012) içinde, ss.135-171.
Adı ve
Soyadı: MÜNÜR AKKUŞ
Öğrenci No: YL-Özel Öğrenci
Dönem: 2015/2016 GÜZ DÖNEMİ
Konu: ESBAB-I NÜZUL I
Hadis, fıkıh
ve tefsir ilimlerinin tekevvün ve teşekkül (oluşum - gelişim) süreçlerinde
birbirlerini etkilediklerini söylemek, durumun izahatında kifayetsiz
kalacaktır. Bir ağaç gibi bu ilimlerin hepsinin başlangıçta yekvücut olduğunu,
daha sonra birbirinden ayrışarak branşlara/ dallara ayrıldığını ve tarihin
akışında aynı kaynaklardan- kök ve gövdeden- Kur’an ve sünnetten beslenmeye
devam etiğini söylemek sanırız yanlış olmaz.
Bu ilim
dalları arasında Hz. Peygamber’den ve tabiîn döneminden sonra ayrışmanın
başlamasında; alimlerin kabiliyet ve yönelimlerinin, siyasi, ekonomik ve
toplumsal olayların, kültürel ve coğrafi unsurların etkin olduğunu belirtmek
gerekir.
Temel
ilimlerin tarihsel gelişimini farklı açılardan bakarak birkaç kategorilerde
incelemek mümkündür.
a)
Kronolojik
açıdan: Hicri birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü asırlar ve
sonrası,
b)
Tekevvün süreci
açısından: Oluşum, gelişim, açılım, daralma, dönüşüm dönemi,
c)
Coğrafi bölge
olarak: Arabistan, Suriye, Horasan, Mısır, Endülüs, Hint, Irak,
İran, Anadolu ve Batı,
d)
Siyasi
olarak: Hz. Peygamber dönemi, dört halife, Emevîler,
Abbasiler, Fatımiler, Karahanlılar, Gazneliler, Memlûklüler, Selçuklular ve
Osmanlılar olarak,
e)
İlim tedris
yöntemi olarak: Hıfz, kitabet, tedvin ve tasnif dönemi olarak,
f)
Ferdi
dönemler olarak: Hz. Peygamber dönemi, Sahabeler, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn
ve sonraki dönem,
g)
Metodolojik
açıdan: Oluşum, gelişim, sistemleşme, duraklama ve taklit
dönemi olarak bir çok açıdan inceleyebiliriz.
Ayrıca bu
bilimleri bakış açılarına göre ayrı ayrı ele alabileceğimiz gibi bir bütün
içinde ve karşılıklı etkileşimleri bakımından da inceleyebiliriz. Ancak bu
dönemleri birbirinden ayırmanın çok güç olduğunu ve bunların iç içe olduğunu,
kesin sınırlar ile ayrılamayacağını da belirtmeliyiz.
Meselâ bir tefsire bir yandan mezhebi (meselâ Şiî) denirken öte yandan
dirâyet tefsiri demek mümkündür. Sosyal tefsir kategorisi içinde yer alan bir
tefsirin hem dirâyet hem rivayet yöntemlerini birlikte kullanması da mümkündür.
Esasen konuya eleştirel biçimde bakıldığında tefsiri bölümlemenin teorik
anlamda bazı sakıncaları olduğu görülür. Zira Kur’an bir gaye için gelmiştir,
asıl gayesine göre anlaşılmalı ve o yolda tefsir edilmeye çalışılmalıdır.
Aksi takdirde tercih edilecek tefsir yöntemlerinin Kur’an’ın bu yönünü
gölgede bırakması, onun amaçı dışında bir sonuca ulaşılması söz konusu
olabilir. Kur’an tefsirindeki en önemli prensip Kur’an’a ön yargısız
yaklaşılması ve onun götürdüğü istikametin takip edilmesidir.
Kur’an ve İslami ilimlerle iştigal edenlerin kültürel mirastan
faydalanırken şu hususu göz önünde bulundurmalarının önemli olduğunu
düşünüyoruz; “Âlimlerin düşüncelerinin ve eserlerinin kategorizasyonu, bizim
onlara verdiğimiz anlam ve çıkarımların sonucudur. Oysa âlimler, insanlığa söyleyecek sözü olan
ve bunu bir görev addeden, belirli bir fikri olgunluğa ulaşmış zatlardır. Bu
emeğe saygı duymak ve mahir bir sarraf edasıyla bıraktığı terekelerde gizli
olan mücevheratı bulup çıkarmaya çalışmak her ilim talibinin minhâcı olmalıdır”
Konumuzun söz
konusu ilimlerin tarihsel gelişimlerinin mukayesesini içermesi hasebiyle, her
bir ilim dalını kendi içerisinde ve tarihi süreç içerisinde değerlendireceğiz.
Bu
çalışmamızda ana kaynak olarak Diyanet Vakfının neşrettiği İslam
Ansiklopedisinin ilgili maddelerinden faydalanılacaktır.
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilâf
yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri ondan
ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmış onlardan da tüm ümmete ve
insanlığa mal olmuştur.
Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait
Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in
Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah
yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer
doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını
açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir.
Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle
tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir
şekillerindendir.
Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını
takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan
etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır (Resûlullah’ın Kur’an’ı yorum şekilleri
için bk. Yıldırım, I, 99-233). Hadis kaynaklarında nakledilen sahâbe
rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında bilgi bulunduğu gibi
âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan
gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır.
Ancak sahâbîlerin tefsir
yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri konularda fazla
konuşmadıkları görülmektedir (Taberî, I, 72). Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve
Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den intikal
eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri bilinmektedir
(a.g.e., I, 75). Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap şiirinden
ve nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların halli için Arap tarihinden
faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze
çarpan en önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin (İsrâiliyat) kullanılmaya başlanmasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin yorumu için
yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in Ehl-i kitap’tan
gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması (Buhârî, “Tefsîr”, 2/11;
“İ’tisâm”; 25, “Tevhîd”, 42, 51) Kur’an ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere
girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen bu
rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde telif edilen tefsirlerde önemli
bir yer işgal etmiştir (İbn Teymiyye, Mukaddime, s. 87).
İlk tam Kur’an tefsirini kaleme alan Mukatil b. Süleyman’ın eseri ikinci
ve üçüncü nesildeki bu değişimi açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan İslâm
toplumunda İsrâiliyat’ın sakıncalı görülmeyen kısmını kabullenme eğilimi
tefsirin genişlemesini sağlayan önemli unsurlardan biri olmuştur.
İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için,
“Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua
ettiği (Müsned, I, 214, 269, 314; Buhârî, “ ‘İlim”, 17, “Vudû,”, 10; Müslim, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”,
138) İbn
Abbas’a dayanmaktaydı. Onun
arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime
el-Berberî, Tâvûs b.Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine
önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan
gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından
güvenilemeyecek olanlar da vardır (Süyûtî, II, 1228-1233). Tefsirde bir diğer
önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî,
Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah
b. Vehb gibi âlimler mevcuttur.
İlk Müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu
kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak
okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür.
Onun takipçileri arasında Alkame b.Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b.
Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaî
gibi şahsiyetler vardır (M. Hüseyin ez-Zehebî, I, 49-95; Cerrahoğlu, Tefsir
Tarihi, I, 103-112, 140-167).
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde
tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin
farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin
gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil
bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması,
İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur.
Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren
yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde
bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin
kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767)
yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukatil b. Süleyman’ın günümüze
ulaşan Kur’an tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr: Tefsîru Mukatil b. Süleymân) ve
tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı
Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları ve halka açık tefsir dersleri,
gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları, gerekse kendilerine
çokça başvurulan I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıl tefsir âlimlerinin değerlendirmeleri
bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve nakledilmiştir; hatta bunlar
tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Belki de bu sebeple İbnü’n- Nedîm
el-Fihrist’inde (s. 36-37) tâbiînden ve tebeu’t-tâbiînden çok sayıda müfessirin
tefsir rivayetlerini “Kitâbü tefsiri …” gibi başlıklar altında vermiştir. Bu durumda tefsirlerin
tedvinini II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün görünmektedir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir
eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece
tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî
gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın
açıklamaları ile yetinen Müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap
olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın
nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen Müslümanlar,
Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya
başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân,
mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır.
Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi kabul görürken öte yandan
Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen
kaynaklar olarak görülmüştür.
Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil
tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam
etmiştir. İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî
gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık
halde bulunan tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için
önemli bir hizmet görmüştür. Câmi u’l-beyân
an tevîli âyi’l-Kur’ân adını verdiği eseri genellikle bir rivayet tefsiri
olarak kabul edilse de iyi bir inceleme onun aynı zamanda dirâyet tefsirine ait
pek çok unsur içerdiğini ortaya koyar. Nitekim son zamanlarda Taberî’nin
tefsirinin dirâyet yönüne dikkat eden çalışmalar yapılmaktadır. Taberî’den
sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun
eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde
Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Gayb’ını
özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın küçük yerinde yayılması ile İranlıların,
Türklerin, Türkistanlıların, Kafkas kavimlerinin, Hintli Müslümanların,
Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in yazdığı çok
sayıda tefsir meydana getirilmiştir.
Modern dönemde; İslâm
dünyasının XIX. yüzyıldan itibaren yaşadığı sürecin ve geçirdiği değişimlerin
Kur’an tefsiri alanında da birtakım yansımaları olmuş, tefsir literatüründe gerek
şekil gerekse muhteva bakımından önemli değişiklikler meydana gelmiştir.
Kur’an tefsirine yeni işlevlerin de yüklendiği bu süreçte tefsir alanında klasik
çizgiyi devam ettirmeye çalışanların yanı sıra yeni ihtiyaçları karşılamaya ve
modern dönüşümlerin ortaya koyduğu problemleri cevaplandırmaya yönelik ürünler
çağdaş İslâm düşüncesinin en aktif alanlarından birini oluşturmuştur.
Modern tefsir literatürünün dikkat çekici özelliklerinden biri pratik
endişelerin ve sosyal, siyasal, ideolojik içeriklerin bu tür eserlerde
klasik döne me göre çok daha ağırlıklı bir yere sahip olmasıdır. Bu literatürde
İslâm’ın inanç esaslarına ve toplumsal düzenlemelerine yönelik eleştirilere cevap
amaçını taşıyan savunmacı bir üslûp ve siyasal, sosyal düşünceleri Kur’an tefsiri
yoluyla meşrulaştırma çabası görülmektedir. Modern dönemde Müslümanların ilim
geleneğine karşı mesafeli durarak modern bir İslâm anlayışı oluşturma çabaları
Kur’an’ın yeniden yorumlanması konusuyla ilgilidir. Bu bağlamda klasik
dönemde İslâmî ilimler hiyerarşisinde daha çok açıklayıcı ve yorumlayıcı fonksiyona
sahip olan ve Kur’an’ı özellikle dil ve tarih açısından açıklamaya çalışan tefsire
kelâm ve fıkıh gibi ilimlerin normatif bazı fonksiyonları da yüklenmek istenmiş,
İslâm’ın inanç ve uygulamaya yönelik taraflarını doğrudan tefsirle temellendirme
arayışları söz konusu olmuştur. Tefsir literatürünün muhatap kitlesinde ortaya
çıkan farklılık da bu konuda önemlidir. Klasik dönemde tefsirler ilmî üslûp ve
muhtevaya sahipken modern dönemde popüler seviyeye hitap eden çalışmalar
artmıştır. Dikkat çekici bir diğer husus, Kur’an’ın tamamını tefsire dair
eserlerin yanı sıra belli âyetlere ve konulara yoğunlaşan tematik tefsir tarzının
yaygınlaşmasıdır.
Hz. Peygamberin söz davranış ima takrir gibi anlatım türlerinde ifade bulan
ve sahabiler tarafından diğer insanlara aktarılan hadisler, önceleri sadece
Resulullah’a has kılınmıştır. Daha
sonraları Bazı alimler, hadis
teriminin kapsamını daha da genişleterek sahabe ve tabiinin şahsi beyan ve
fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber'e ait olan hadislere merfu,
sahabeye ait olanlara mevkuf, tabiine ait olanlara
da maktu
adını vermişlerdir (İbn Hacer, Tehzibu't- Tehzib, VII, 33). Sonraları merfu,
mevkuf ve maktu terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi
kullanılmaya başlanınca bir kısım alimler sadece merfu rivayetlere, bazıları da
merfu ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir. Yine ilk
devirlerde Resul-i Ekrem'in söz, fiil ve takrirleriyle birlikte sahabe ve tabiine
ait her turlu haberi ifade etmek üzere eser kelimesi de kullanılmıştır.
Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu
iki terimin eş anlamlı olarak Resulullah'ın söz, fiil ve takrirleri için kullanılması
özellikle hadis alimleri arasında daha fazla kabul görmüştür. Sünnet ve hadisin
çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber'in ahlakını, şemailini,
peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıklarını da bu çerçeve içine alanlar
olmuştur (İbn Teymiyye, XVIII, 10; Keşfu'zzunun,1, 635-636). II. (VIII.)yüzyıldan
itibaren hadisi ifade etmek üzere kullanılan terimlerden biri de ilimdir.
İlk dönemlerde ilim kelimesinin kapsamına Kur'an, hadis ve fıkhın girdiği,
fakat sonraları ilim sözüyle daha çok hadisin kastedildiği anlaşılmaktadır (İmtiyaz
Ahmed, s. 110-123).
Hadislerin tedvinini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehit
edilmesi olayından hemen sonra Havaric ve
Galiyye gibi siyasi fırkaların, I.
(VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye
ve Murcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Muşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir.
Muhafazakar çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine
gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis
uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve
önlem almaya sevk etmiştir. Özellikle Şia'nın kendi grupları, daha sonra Abbasi
hilafeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı
menfaatcilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslam
aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı
kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi (bk.
MEVZU), tedvine taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir.
Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz ravilere karşı daha
temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya,
bid'atcıların rivayetlerinden kaçınmaya sevk etmiş (Darimi,
"Mukaddime", 38) ve I. (VIII.)
yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir.
İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i Sünnet'e mensup ravilerin rivayetleri
kabul görmüş, ehl-i bid'atın rivayetleri alınmamıştır (Muslim,
"Mukaddime", 5). Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak
gören kimseler tarafından raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dindarlık
ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan
söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece
daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin
hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
684-705 yılları arasında Emeviler'in Mısır valisi olan Abdulaziz b. Mervan'ın
bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden
korumak amaçıyla devlet adamlarının bile gayri resmi olarak hadis tedviniyle
ilgilendiklerini göstermektedir. Abdulaziz b. Mervan, Bedir Gazvesi'ne katılan
yetmiş sahabi ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesir b. Murre el-Hadrami'ye
yazdığı bu mektupta, Ebu
Hureyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer
sahabilerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir. Bu
mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülaziz, ileri
gelen alimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz
kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya
getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvin işini resmen başlatmaya
karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış alimlere
ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebu Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda alimlerin
ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz.
Peygamber'in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini
ifade etmiştir (Darimi, "Mukaddime", 43; Buhari, "İlim",
34; Hatib, Takytdu'l-Hlm, s. 106). Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle
yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihab
ez-Zuhri (o. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek
suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülaziz de
toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir (İbn Abdulber,
1, 331). Sahabe tarafından kaleme alınan sahifeler bir yana, bir tesbite göre
I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında 400
kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle
bilinmektedir (M. Mustafa el- A'zami, ilk Devir Hadis Edebiyatı, s. 58- 161; İmtiyaz
Ahmed, s. 416-590).
Hadislerin tedvini tamamlanınca bunların sistemli birer kitap
haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek
usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı alimler
hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef"
adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk
ravileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen
türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.
Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle
beraber Tirmizi (Kitabu'l-İlel, s. 738) ve daha geniş bir şekilde Râmhurmuzî'nin
verdiği bilgiye göre bu konuda ilk çalışmayı, genellikle el- Musannef
(el-Cami, es-Sünen, el-Muvatta') diye anılan eserleriyle Mekke'de İbn
Cureyc (o. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Raşid, Basra'da İbn
Ebu Arûbe ile Rebi' b. Sabih (Subeyh), Kufe'de Sufyan es-Sevri,
Medine'de Malik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mubarek, Rey'de Cerir
b. Abdulhamid, Şam'da Velid b. Muslim gibi muhaddisler
yapmıştır (el-Muhaddisu'l- fasıl, s. 611-614).
İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın
ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren
hazırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin
bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır. Yemenli muhaddis Ma'mer b. Raşid'in
günümüze ulaşan el-Cami’ adlı eseri ilk tasnif mahsullerinin genel yapısı hakkında
fikir vermektedir (bk. literatür).
II. (VIII.) yüzyılda tasnif edilen eserlerle III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında
kaleme alınan hadis kitaplarının çoğunda Hz. Peygamber'in hadisleri sahabeye ait görüşlerden
ve tabiinin fetvalarından ayrılmamıştır. Malik b. Enes'in el-Muvatta
adlı eseri bu nevi teliflerin belirgin özelliğini taşımaktadır. II. (VIII.) yüzyılda
sağlam hafızaları, güvenilir rivayetleri ve isabetli tenkitleriyle hadislerin
daha sonraki nesillere aktarılmasını sağlayan diğer muhaddisler arasında Abdurrahman
el-Evzai, Şu'be b. Haccac, Hammad b. Seleme, Leys b. Sa'd, Cerir b. Abdulhamid,
İsmail b. Uleyye, Abdullah b. Vehb, Vekî’ b. Cerrah, Sufyan b. Uyeyne, Yahya b.
Said el-Kattan ve Abdurrahman b. Mehdi bulunmaktadır.
Genellikle III. (IX.) yüzyılda hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre
muhtelif sistemler uygulanmıştır. Bunların en yaygın iki şekli, hadislerin ravi
adlarına (ale'rrical) ve konularına (ale'l-ebvab) göre tasnif edilmesidir.
Hadislerin ilk ravisi olan sahabilerin adlarını esas alarak her sahabinin bütün
rivayetlerini sağlamlık derecesine bakmadan bir araya getiren müsnedlerin
ilk musannifleri olarak Esed b. Musa (o. 212/827), Ubeydullah b.
Musa el-Absî, Yahya b. Abdulhamid el-Himmani, Musedded b. Muserhed ve Nuaym b.
Hammad'ın adları zikredilmektedir. Bunların eserleri hakkında fazla
bilgi bulunmamakla beraber Ebu Davud et-Tayalisî'nin (o.
204/819) el-Müsned'i ile Mekke'de kaleme
alınan ilk müsnedler arasında sayılması gereken Abdullah b. Zubeyr el-Humeydi'nin
(o. 219/834) el-Müsned'i, ve en
hacimli hadis külliyatından biri olan Ahmed b. Hanbel'in (o. 241/855) el-Müsned'i günümüze ulaşmıştır (bk. Literatür).
Ravi adlarına göre tasnif edilen kitaplardan olan mu'cemlerde rivayetler sahabe
adına veya mu'cemi tasnif eden muhaddisin hocalarının adlarına yahut ravilerin
yaşadığı şehirlere göre tertip edilmiştir. Taberanî'nin üç mu'cemi bu
türün en tanınmış örnekleridir. Konularına göre tasnif edilen, bu sebeple genel
olarak "musannef' diye anılan
hadis kitaplarının ilk örnekleri de Ma'mer b. Raşid'in el-Camfi ile Malik b. Enes'in el-Muvatta'ıdır. Bu
türün III. (IX.) yüzyıldaki ilk örnekleri arasında Abdürrezzak es-San'ani’nin
(o. 211/826-27) el-Musannef i ile Ebu
Bekir b. Ebu Şeybe'nin el-Musannef’i
gösterilebilir (bk. Literatür). III. yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis
kitapları olarak Kütüb-i Sitte kabul
edilmektedir. Bunların içinde, sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından
Buhari
ile Muslim'in el-Camiu'ssahih'leri
Kur'an'dan sonra İslam'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu
olarak Malik b. Enes'in el- Muvatta'ını
veya Abdullah
b. Abdurrahman ed-Darimi'nin es-Sünen'ini (el-Müsned) gösterenler olmuşsa
da yaygın kanaate göre altıncı kitap İbn Mace'nin es- Sünen'idir. Diğerleri
Ebu
Davud'un es- Sünen'i, Tirmizi'nin
es-Sünen diye de anılan el-Camii's-sahih'i
ve Nesai'nin el-Mucteba diye de
bilinen es-Sünen'idir.
Bu yüzyılda birçok muhaddisin yetişmesinde emeği gecen, hadislerle ravileri
ve hadis kitaplarına dair tenkitlerinden faydalanılan diğer muhaddisler arasında
Affan
b. Muslim, Said b. Mansur, İbn Sa'd, Yahya b. Main, Ali b. Medini, İshak b.
Rahuye, Ebu İshak el-Cuzcani, Ebu'l-Hasan el-İcli, Ebu Zur'a er-Razi, Baki b.
Mahled, Ebu Hatim er-Razi, Ebu Zur'a ed-Dımaşki, İbn Ebu Asim ve Bezzar'ın
adları sayılabilir.
III. (IX.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili
çalışmalar da yapılmış olup Ebu Ubeyd Kasım b. Seliam'ın kırk yılda
meydana getirdiği Garibu'l-hadis adlı
eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmelidir. Daha sonra da bu türde pek çok
kitap yazılmıştır.
IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için seyahat etme geleneği sürmekle
beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahi rivayet
yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda
meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar
yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı alimler IV. yüzyılın başını mutekaddimin
döneminin sonu, muteahhirin devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir.
Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebu Ya'la el-Mevsıli'nin (o.
307/919) el-Müsned'i sahabeye ait birçok
haberi de ihtiva eden önemli bir kaynaktır. İbn Cerir et-Taberi,
orijinal bir çalışma olan Tehzibu'l-asar'ında
(nşr. Mahmud Muhammed Şakir, Müsnedu 'Ömer b. Hattab, Müsnedu 'Ali b. Eb'ı Talib,
Müsnedu 'Abdillah b. Abbas, I-IV, Kahire 1403/1982; nşr. Nasır b. Sa'd er- Reşid,
I-IV, Mekke 1404) aşere-i mubeşşere, Ehl-i beyt ve mevalinin müsnedleriyle İbn
Abbas'ın müsnedinin bir bölümünü bir araya getirmiş; hadislerin tariklerini, illetlerini,
alimlerin bu hadisler hakkındaki ihtilaflarını ve sonunda da kendi tercihini
belirtmiştir. İbn Huzeyme de bugün tam nüshası elde bulunmayan es-Sahin’ini tasnif etmiştir (nşr. M.
Mustafa el-A'zami, I-IV, Beyrut 1395/1975). Ebu Avane el-İsferayini, el-Musnedu'l-muhrec 'ala Kitabi Muslim b.
el-Haccac (eserin bir bolumu Musnedu Ebi'Avane adıyla yayımlanmıştır;
Haydarabad 1362/ 1943), İsmailî de
el-Mustahrec adlı eserleriyle yeni bir tasnif türü olan "müstahrec"
çalışmalarını başlatmışlardır. Daha sonra Sahih-i Buhari ve Sahih-i Muslim üzerine
çeşitli mustahrecler hazırlanmıştır. Ebu Ca'fer et-Tahavi, seçtiği ahkam
hadislerini değerlendirdiği Şerhu
Me'ani'l-asar'ını, İbn Hibban, daha önceki hadis
kitaplarından tamamen farklı bir tertipte hazırladığı el-Müsnedu'ssahih'ini (et-Tekasim ve'l-enva’), Taberani, hocalarının
adlarına göre tertip ettiği el-Mu'cemu'l-evsat
ve el-Mu'cemu'ssağir adlı eserlerinden daha hacimli olup sahabe adlarına
göre alfabetik olarak tasnif ettiği el-Muccemu'l-kebir"i,
Darekutni,
hadislerin farklı rivayetlerine büyük ölçüde yer verdiği es-Sünen'ini ve Hakim en-Nişaburi el-Mustedrek ale's Sahihayn
adlı eserini meydana getirmiştir.
IV. yüzyılda daha sonraki çalışmalara kaynaklık eden önemli dirayet
kitapları da telif edilmiştir. İbn Ebu Hatim'in, ravileri bütün
yönleriyle tanıyan hadis münekkidi babası Ebu Hatim er-Razi ile hocası Ebu
Zur'a er-Razinin görüşlerine dayanarak kaleme aldığı, hem sika hem de zayıf
hadis ravilerinin tenkidine dair ilk eserlerden biri olan el-Cerh ve't-ta’dil’i; Ramhurmuzi'nin
derli toplu ilk usul-i hadis çalışması olduğu kabul edilen el-Muhaddisü 'l-fasıl beyne 'r-ravi ve 'l-va'i
adlı eseri; İbn Adi'nin, zayıf raviler hakkında munekkitlerin görüşlerini
aktardığı ve bu ravilerin rivayetlerinden örnekler verdiği el-Kamil fi du'afaî’r-rical'i; Hattabi'nin, önce Ebu Davud'un es-Sünen'ine
Mecalimu's- Sünen, ardından Buhari'nin el- Camiu's-Sahih'ine İ'lamu's-Sünen adıyla yazdığı sahasında
ilk çalışmalar olarak kabul edilen hadis şerhleri; Halef
el-Vasıti’nin etraf kitaplarının ilk
örneklerinden olan Etrafu's-Sahihayn'i
ile Ebu
Mes'ud ed-Dımaşki'nin Etrafu’s-Sahihayn’i, Hakim en-Nişaburi'nin usul-i
hadise dair ilk ve önemli kaynaklardan biri olan Ma ' r i f e t u "ulumi'l-hadis'i bu tür eserlerdendir.
V. (XI.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmaların temel özelliği
değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde
yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler devam etmiştir. Bu
yüzyılın başlarında Ebu Nuaym el-İsfahani (o. 430/1038) el-Müsnedu'l- mustahrec a’la Sahihi Muslim adlı eseriyle sahabenin
hayatına dair Ma'rifetu's- sahabe'sini, Mısırlı muhaddis ve tarihçi Kudai,
hadislerden kolayca faydalanılmasını sağlamak amacıyla kısa metinli 897 hadisi yarı alfabetik olarak sıraladığı Şihabu'l-ahbar'ını (Bağdat 1327) yazmıştır.
Hadise dair çeşitli eserleri bulunan Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki es- Sünenu'l-kübra'da
diğer hadis kitaplarında bulunmayan pek çok hadisi, sahabe ve tabiin sözlerini
muhtelif rivayetleriyle birlikte bir araya getirmiş; Ma'rifetu's- sünen ve'l-asar adlı eserinde de Şafıi fıkhının dayandığı
20.881 hadisi, sahabe ve tabiin sözünü toplamıştır. Endülüslü muhaddis İbn
Abdulber en-Nemeri, bütün sahabilerin hayatını yazmak amacıyla başladığı
el-İstiab fi marifeti'l-ashab'da
mükerrerleriyle birlikte 4225 kadar sahabiye yer vermiş; Cami'u beyani'l-ilm'de ilme ve ilim tahsiline dair Hz. Peygamber,
ashap, tabiin ve daha sonraki alimlerin tavsiye ve tecrübelerine dair
rivayetleri senedleriyle birlikte derlemiş; fıkhu'l-hadise de
büyük yer verdiği et-Temhid lima
fi'l-Muvatta' mine'l- me'ani ve'l-esanid'de İmam Malik'in el-Muvatta'ını
şerh etmiştir. Dirayetu'l- hadisin çeşitli dallarında eser veren
Hatib
el-Bağdadi hadislerin yazılmasıyla ilgili Takyidu'l-İ’lm (nşr. Yusuf el- Uş, Dımaşk 1949), hadis öğrenim ve öğretim
usullerine dair hemen hemen yarısı merfu olan 1924 rivayeti ihtiva eden el-Cami’ li-ahlak’ır-ravi (nşr.
Muhammed Re'fet Said, Kuveyt 1401/1981) ve usul-i hadisin önemli kaynaklarından
biri olan el-Kifaye fi İ’lmi'r-rivaye
adlı eserlerini yazmıştır. Buhari ile Muslim'in el-Camiu's-sahih'leri,
özellikle el-Cem' beyne's-Sahihayn adlı eserlerde ve okuma kolaylığı sağlamak
için genellikle senedleri zikredilmeden alfabetik şekilde veya müsned
tertibinde bir araya getirilmiş, Humeydi müsned tarzındaki el-Cem' beyne’s-Sahihayn adlı kitabıyla
(nushaları için Brockelmann, GAL Suppl., 1, 578) bu türün en güzel örneğini
ortaya koymuştur.
V. (XI.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli hadis kitaplarından seçmeler
yapmak, hatta bütün hadisleri bir araya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda
derleme
eserler kaleme alınmıştır. Geniş kapsamlı hadis kitapları tasnif
etme gayretleri arasında Hasan b. Ahmed es-Semerkandinin (o.
491/1098), İslam dünyasında bir benzerine rastlanmadığı ve 800 cüz içinde
muhtemelen mükerrer rivayetlerle birlikte 100.000 hadis ihtiva ettiği
belirtilen (A'lamu'n-nubela', XIX, 206) Bahru'l-esanid
fi sıhahi'l-mesanid adlı eserinin önemli bir yeri vardır. Ancak bu eser günümüze
kadar gelmemiştir. Ferra el-Begavi'nin (o. 516/1122) 4931 (veya 4719) hadis ihtiva
eden Mesabihu's-sünne adlı eseri yüzyıllar
boyunca büyük bir ilgi görmüştür. Begavi, Kütüb-i Sitte başta olmak üzere
güvenilir hadis kaynaklarından senedlerini çıkararak seçtiği hadisleri önce konularına
göre sıralamış, ardından Buhari ile Muslim'in veya bunlardan birinin
sahihlerine aldığı hadisleri "sıhah" başlığıyla, Ebu Davud, Tirmizi,
Nesai ve Darimi'nin sünenlerine aldıkları hadisleri de "hisan" başlığıyla
bir araya getirmiştir. Bu eser üzerinde çoğu şerh olmak üzere muhtelif
çalışmalar yapılmış, Hatib et-Tebrizi, Mesabih'in
kaynaklarında bulunduğu halde Begavi'nin eserinde yer almayan 1350 hadisi
üçüncü bir babda toplayarak eserine Mişkatu'l-
Mesabih adını vermiş, bu çalışma da büyük rağbet görmüştür. Endülüslü
muhaddis Rezin b. Muaviye es-Sarakusti (o. 535/1140), İbn Mace'nin es-Sünen'i
yerine İmam Malik'in el-Muvatta'ını koyarak Kütüb-i Sitte'deki hadisleri et-Tecrid li's-sıhah ve's-Sünen
(el-Cem' beyne'l- usuli's-sitte veya et-Tecrid fı'l-cem' beyne'l- Muvatta' ve's-sıhahi'l-hams)
adlı eserinde toplamış, bu eseri yetersiz gören Mecduddin İbnu'l-Esir kitap
adlarını alfabetik sıraya koyarak eseri yeniden tertip etmiş ve çalışmasına
Cami'u'l-usul li-ehadisi'r-Resul adını
vermiştir. Bu arada Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi de Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inin
büyük bir kısmı ile Buhari, Muslim ve Tirmizi'nin el- Cami'u's-sahih'lerini müsned
tertibine koyarak Cami'u'l-mesanid
ve'l-elkab (Brockelmann, GAL, I, 662; Suppl., I, 917; Abdulhamid el-Alluci,
s. 89-90) adlı yedi ciltlik eserini meydana getirmiştir.
VII. (XIII.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde hadis rivayeti geleneği eskiye
göre azalarak devam etmiş, bu arada İbnu's- Salah eş-Şehrezuri,
Ulumu'l-hadis olarak da bilinen ve usul-i hadis çalışmalarının mihverini teşkil
ederek yüzlerce çalışmaya konu olan Mukaddime'sini kaleme almıştır. Radıyyuddin es-Sagani'nin,
Sahih-i Buhari ile Sahih-i Muslim'- den seçtiği 2267 merfu hadisi senedlerini
vermeden yarı alfabetik sıra ile topladığı Meşariku'l-envari'n-nebeviyye
adlı eseri (nşr. Eşref b. Abdulmaksud, Beyrut 1409/1989, el-Cem' beyne’s-Sahihayn
adıyla) uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur. Hadis alanındaki
telifleriyle bilinen Munziri, büyük rağbet gören et-Terğib ve't-terhib'ini (I-II,
Hindistan 1300) pek çok kitabı taramak suretiyle meydana getirmiştir. Bu
yüzyılın en velud alimlerinden olup usul-i hadis alanında da önemli eserler
yazan Nevevi, el-Minhac fi şerhi Sahihi Muslim'den başka daha çok
ictimai ve ahlaki mahiyetteki hadisleri ihtiva etmesi sebebiyle günümüzde de
elden düşmeyen Riyazu's- salihin adlı
eseri (Mekke 1302), dua ve zikir konusundaki hadisleri bir araya getiren el-Ezkar'ı (Kahire 1306) tasnif etmiştir.
Özellikle ravilere ve tanınmış şahsiyetlere dair kaleme aldığı pek çok kitabıyla
bilinen Zehebi de (o. 748/1348) Tezkiretu'l-huffaz,
zayıf ravilere dair Mizanu'l-i'tidal
ve tanınmış muhaddislere dair Siyeru A’lami'n-nubela'
(1-XXIII, Beyrut 1401-1405/1981- 1985) adlı kitapları yazmıştır. Ebu'l-Fida
İbn Kesir'in Kütüb-i Sitte, Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'i, Taberaninin üç
mu'cemi, Bezzar ve Ebu Ya'la el-Mevsılinin müsnedlerini esas kabul ederek
kaleme aldığı, fakat gözlerini kaybettiği için Ebu Hureyre'nin bir kısım rivayetlerini
derleyemediği, bununla beraber 35.463 rivayeti bir araya getirdiği Cami'u'l-mesanid ve's-Sünen el-hadi li
akvemi sünen adlı eseri (nşr. Abdulmu'ti Emin Kal'aci, 1-XXXV1I, Beyrut
1415/1994) büyük bir gayretin mahsulüdür. Suyuti, Cemı’l-cevami'i ile İbn Kesir’in başlattığı çalışmayı daha ileriye götürmüştür.
IX. (XV.) yüzyılın dikkate değer çalışmalarından biri "zevaid" kitaplarının tasnifidir. Nureddin
el-Heyseminin (o. 807/ 1405) Mecm’u'z-zevaid'i,
Mısırlı muhaddis Ahmed b. Ebu Bekir el-Busiri’nin pek çok zevaid çalışması, asrının
yegane hadis hafızı olarak bilinen İbn Hacer el- Askalani’nin, Ahmed b.
Hanbel'in de aralarında bulunduğu tanınmış sekiz muhaddisin müsnedlerinde
bulunmakla beraber Kütüb-i Sitte'de yer almayan hadisleri bir araya getirdiği el-Metalibu'l aliye'si bu türün örneklerindendir.
İbn Hacer'in hadisle ilgili yüzlerce telifi arasında Fethu'l-bari bi-şerhi Sahihi'l-Buhari ile el-İsabe
fi temyizi's-sahabe adlı eserleri özellikle
kaydedilmelidir. Halk arasında yaygın
olan hadisleri, hadis diye bilinen hikmetli sozleri ve mevzu hadisleri bir
araya getiren Muhammed b. Abdurrahman es-Sehavfnin (o. 902/1497) el- Makasıdu'l-hasene'si ile (Leknev
1303) İsmail b. Muhammed el-Aclunî’nin (o. 1162/1749) kaleme aldığı,
bu eseri de ihtiva eden aynı konudaki geniş eseri Keşfu'l- hafa ve muzilu'l-ilbas a’mme'ş-tehere mine'l-ehadisi a’la
elsineti'nnas {I—II, Kahire 1351) adlı kitabı önemli çalışmalardır. Çeşitli
eserleri yanında hadis derlemeciliğiyle de tanınan Suyuti’nin, 200.000 civarında
olduğunu tahmin ettiği bütün hadis rivayetlerini bir araya getirmek amaçıyla,
bir kısmı günümüze ulaşmayan yetmiş bir kaynağı tarayarak kaleme almaya başladığı,
ancak vefatı sebebiyle tamamlayamadığı Cem'u'l-cevami’
adlı eseriyle, bu eserden seçtiği ve alfabetik olarak sıraladığı kısa metinli
10.000 hadisi ihtiva eden el-Cami'u 's-sağir'i
bu dönemin önemli hadis çalışmalarıdır. Muttaki el-Hindi'nin Kenzu'l-'ummal fi Süneni'l-akval ve'l-efal’i
hadis metinlerini ihtiva eden en hacimli kitap sayılabilir. Eserde, Suyuti'nin
adı gecen iki çalışması ile Ziyadetu'l-Cami's-sağir'indeki hadisler kitap ve
bablara göre sıralanmış, ardından bu kitaplar adlarına göre alfabetik sıraya
konmuştur.
Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler
ve nesiller, bazan da siyasi, sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır.
Bundan dolayı fıkhın dönemleri Hz. Peygamber, sahabe, Abbasiler, Selçuklular,
Moğol istilasından Mecelle'ye ve Mecelle'den günümüze kadarki devirler şeklinde
bir sıralamaya tabi tutulmuştur.
Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir;
çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama
bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de
kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten önce Mekke'de
gecen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlak
konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resul-i
Ekrem'in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine'de ise İslam
Allah-fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir
taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza,
muhakeme usulu, muamelat, devletler arası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm
ve kaideler konulmuştur.
Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya çıkıyordu,
a) İlahi hükmün açıklanmasını gerektiren bir olay meydana geliyor veya soru
soruluyor bunun üzerine ya bir ayet nazil oluyor yahut hüküm Hz. Peygamber'e
bildiriliyor, o da kendi sözü ve üslubu ile (sünnet) hükmü açıklıyor,
uyguluyordu. Bazan vahiy de gelmiyor, Resul-i Ekrem Allah'ın iradesiyle ilgili
irfan ve tecrübesine dayanarak (içtihad) bir uygulamada bulunuyor, eğer hata
ederse Allah tarafından tashih ediliyordu. Kur'an-ı Kerim'de
"yes'elunek" (Senden soruyorlar) ifadesi on beş yerde geçmektedir (bk.
M. F. Abdulbaki, el-Mucem, "se'l" md.) ve bunların sekizi fıkıh
konularıyla ilgilidir. İki yerde de "yesteftunek" (Senden dini hükmü
açıklamanı istiyorlar; en- Nisa 4/127, 176) ifadesine yer verilmiştir. Esbab-ı
nüzul kitaplarında vahyin gelmesine ve dini hükmün açıklanmasına sebep olan birçok
örnek hadise zikredilmektedir.
b) Bir olay veya soru beklenmeden ilahi plandaki yeri ve zamanı geldiği için
bazı hükümler doğrudan bildiriliyordu. Çünkü İslam'ın amacı yalnızca belli bir
sosyokültürel düzeydeki toplumun ihtiyaçlarını karşılamak değildi; İslamiyet
hem muhatabı olan toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor, onları geliştiriyor, hem
de evrensel hüküm ve değerler getiriyordu.
Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır: Tedric,
kolaylık ve nesih. Tedric hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulması,
böylece hem toplumun hazırlanmasına hem de yeni hükümlerin toplum tarafından özümsenmesine
imkan verilmesi, sonuçta derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek teşriin
tamamlanmasıdır.
Zaman acısından tedriç yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar
halinde tamamlanma bakımından namaz, zekat, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri
ilgi çekicidir.
Kolaylık ise yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan
gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak dinle muhatabı arasına zorluk
engelini koymamak, tekâmül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme
ve kolaylaştırmayı esas almaktır.
İbadetlerin günün kısa sayılabilecek parçalarına dağıtılması, insanların tabii
ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mubah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı,
yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma halinde
haramların mubah hale gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir. İslam alimleri
arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı
olarak bazı hükümlerin önce konup sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir.
Fıkhın usul ve füru kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi,
okutulması, kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla
beraber gerek usulün gerekse füruun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmış,
hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur'an-ı Kerim
yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde düşünme,
kafa yorma (içtihad: kıyas, istidlal), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak
(icma) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu kaynakların ilk
ikisi tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise ya kullanılmış
veya ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Ayet ve hadisler ibadetler, aile
hayatı, ictimai hayat, beşeri münasebetler, fert-toplum ilişkisi, devletler
arası ilişkiler gibi ferdi ve ictimai hayatın her alanında bazan genel hüküm ve
ilkeler, bazan da özel ve ayrıntılı hükümler koyarak sonraki dönemlere olcu ve örnek
olabilecek yeterli açıklamayı getirmiş, bu yönüyle İslam teşriinin çatısı Hz.
Peygamber döneminde tamamlanmıştır. Ayetlerin acık ve doğrudan hüküm
getirmesi esas alındığında fıkıhla ilgili ayet sayısı 200 civarındadır. Ancak çeşitli
istidlal yollarıyla ulaşılabilen hükümler göz önüne alındığında bu sayı
artmaktadır. Mesela Ebu Bekir İbnu'l-Arabi'nin Ahkamu'l-
Kur'an adlı eseri fıkhi hükümler getiren ayetlerle ilgili olup eserde yaklaşık
800 ayet üzerinde durulmuş, bunlardan çeşitli hükümler çıkarılmıştır (Hacvi, I,
26). Fıkıh kaynağı olarak sünnet Kur'an'ın açıklanması gereken ayetlerini açıklamakta,
temas etmediği konularda doldurulması gerekli boşlukları doldurmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de genel çizgileriyle anlatılan iman ve İslam konularının, namaz,
oruç, hac, zekat gibi temel ibadetlerin vb. hükümlerin geniş açıklamaları ve
uygulama örnekleri sünnetin açıklama görevinin; fıtır sadakası, vitir namazı,
bazı cezalar, kadının hala ve teyzesinin ikinci eş olarak alınmasının
yasaklanması, evcil eşek etinin haram olması, oruç bozmanın kefareti gibi yüzlerce
örnek de boşlukları doldurma fonksiyonunun görüldüğü alanlardır. İbn
Kayyim el-Cevziyye'nin tesbitine göre fıkıh hükümlerine esas teşkil
eden hadislerin sayısı, aynı konudaki farklı veya mükerrer rivayetler haric
tutulursa 500 civarındadır; bu temel hükümlerle ilgili hadisleri açıklayan,
tafsilat veren, kayıt ve şartları bildiren hadislerin sayısı ise 4000'e ulaşmaktadır
(İ'lamu'l-muuakkı'in, II, 245).
Fıkhın füru
kısmından Mekke dönemine ait olanlar arasında gusül, abdest, necasetten
taharet, namaz, cuma namazı gibi önemli ibadetler vardır. Medine döneminin
birinci yılında hutbe, ezan, nikah, cihad, belediye nizami; ikinci yılında oruç,
bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekat, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler
ve taksimi; üçüncü yılında miras hükümleri, boşanma; dördüncü yılında
yolculukta ve tehlikeli durumlarda namaz, recm, toprak iktaı, teyemmum, kazif
cezası, örtünme, evlere izinle girme, hac ve umre; beşinci yılında yağmur duası
ve namazı, ila; altıncı yılında milletler arası anlaşmalar, hac ve umre yolunda
engellenmeyle ilgili hükümler, içki ve kumarın yasaklanması, zıhar, vakıf,
isyan ve haydutluğun cezası; yedinci yılında evcil eşeğin, dişi ve pençesiyle
avlanan et oburların haram kılınması, zirai ortaklık; sekizinci yılında Mekke'nin
kutsiliği ve dokunulmazlığı, kısas, içki satışının ve geçici nikahın
yasaklanması, hukuk karşısında insanların eşitliği, kabir ziyaretine izin
verilmesi; dokuzuncu yılında cıplak olarak tavaf etmenin yasaklanması, mulaane,
onuncu yılında insan haklarının ilanı, vasiyet, nesep, nafaka ve borçlarla
ilgili bazı hükümler, cezanın şahsiliği, faiz yasağı hükümleri gelmiştir (Karaman, İslam
Hukuk Tarihi, s. 78-104)
Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir
kırılma noktasıyla Hulefa-yi Raşidin ve Emeviler şeklinde ikiye ayrılmaktadır.
Her iki dönemde de sahabe nesli fıkıh acısından belirleyici bir role sahip
olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emeviler devri hilafetin
saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir.
Hulefa- yi Raşidin devri dini hayatın, İslam'ın insanlığa getirdiği inkılabın
tekamül devridir.
Bu dönemde her şey din için, dinin amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Emeviler
devrinde ise fazilet ve manevi tekâmülün yerini siyasi istikrar ve maddi gelişme
almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın ve siyasi baskıların doğurduğu
muhalefet (Havariç ve Şia), özellikle fıkhın kamu hukuku alanında yeni düşünce
ve teorilere zemin hazırlamıştır. Hulefa-yi Raşidin döneminde fıkhın kaynaklan
bakımından önemli olan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahabe içtihadının
Hz. Peygamber'e arzı ve tasvibinin alınması imkanının ortadan kalkmış bulunmasıdır.
Bundan böyle fıkıh Kitap ve Sünnet'in
sınırlı nasları ile re'y içtihadına dayanmaktadır.
Bu devirde re'yin manası, Kitap ve Sünnet'in hükmünü açıklamadığı
meseleleri nasların parça parça ve bütün olarak açıklamalarına dayanıp bunlar üzerinde
düşünerek hükme bağlamaktır.
Terim olarak adları konmamakla beraber sonradan istihsan, istislah, örf, kıyas
isimlerini alan metotlar da re'y çerçevesi içinde kullanılmıştır. Birinci ve ikinci
halifeler ihtilafı azaltmak, birliği sağlamak ve şari’in maksadına isabet ihtimalini
arttırmak için bilhassa kamu hukuku alanında istişareye başvurmuşlar, bunun
aksamaması için Hz. Osman devrine
kadar halifeler şura üyelerinin Medine'den ayrılmasına izin vermemişlerdir.
Şura içtihatları ferdi içtihatlardan daha kuvvetli ve bağlayıcı kabul edilmiş,
ferdi içtihatlar ise yalnızca sahiplerini bağlamış, içtihada gücü yetmeyenler için
seçeneklerden biri olmuştur.
Dini-ictimai bir kurum olarak mezhep şeklini almasa da sahabe arasında bir
hayli içtihat ve hüküm farkları, bir anlamda müçtehit sayısı kadar mezhep vardır.
Sahabe arasındaki metot ve görüş farklılığının başlıca sebepleri olarak, fetihler
ve başka amaçlarla Medine'den uzakta bulunan ashabın vahiy kaynağına dayalı
bilgi eksiklikleri, bu kaynaktan elde edilen bilginin farklı anlaşılması, yanılma,
unutma, çelişik gibi gözüken nasların farklı şekillerde uzlaştırılması veya
hakkında nas bulunmayan konularda farklı görüşlerin benimsenmiş olması gibi
hususlar sayılabilir (örnekler için bk. Karaman, İslam Hukukunda İçtihat, s.
47-54). Aksine iddialar da bulunmakla beraber sahabenin tamamını müçtehit
derecesinde fıkıh alimi olarak değerlendirmek mümkün değildir. Hatta
kendilerinden daha bilgili ve zeki olanlara fıkıh malzemesi taşıyan sahabe ile
bu malzemeyi anlayan, yorumlayan ve yeni hükümler çıkaran sahabe 100.000'i aşkın
ashap arasında azınlığı teşkil etmektedir (Şirazi, s. 35- 36; Gazzali, Menhul,
s. 469-470; Suyuti, er-Red ca/a men ahlede ile'l- zarz, s. 187-190).
Verdikleri fetva sayısı bakımından ashabın fakihleri üç gruba ayrılmıştır. Fetvalarının
sayısı birer büyük cilt teşkil edecek kadar çok olan sahabiler Hz. Ömer, Ali, İbn
Mes'ud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz. Aişe'dir. İçlerinde Hz. Ebu
Bekir, Osman, Ebu Musa, Talha, Zübeyr gibi şahsiyetlerin bulunduğu yirmi kadar
sahabinin verdiği fetvalar birer küçük kitabı dolduracak hacimdedir.
Üçüncü grupta yer alan 120 kadar sahabinin verdiği fetvaların tamamı bir
cilde sığacak kadardır (İbn Hacer, 1, 14; Hacvi, I, 278). Bu dönemde içtihatta
bulunurken, fetva verirken bazı kural ve ilkelere riayet edilmiş, bunlar daha
sonraki devirlerde birçok fıkıhçıya örnek olmuştur,
a) Sahabe, vahiy kaynağına danışmadan ve onun tasvibine arz etmeden yapılacak
re'y içtihadının kapısını açmıştır. Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'ari'ye gönderdiği
mektup bu konuda önemli bir vesikadır (Şirazi, s. 39-40).
b) Sahabiler içtihat ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin görmemiş,
Allah ve Resulü'ne nisbet etmemiş, kendi görüşlerini bu iki kaynağın acık hükümlerinden
ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir,
c) Henüz nazari fıkıh başlamamıştır; fıkhı ilgilendiren olay ve ilişki vuku
buluncaya kadar beklenmekte, ameli ihtiyaç ortaya çıkınca hüküm bulma cabasına girişilmektedir.
d) Belli bir illete ve hikmete bağlı olduğu bilinen hükümler illet ve
hikmetin değiştiği sabit olunca değiştirilmiş, ayrıca kamu düzenini korumak, hak
ve adaleti gerçekleştirmek, zaruretleri gidermek maksadıyla bazı hükümlerin
uygulaması askıya alınmıştır.
Muellefe-i kuluba devletin zekat gelirinden pay verilmemesi, bir defada söylenen
üç talakın erkekler için önleyici ve cezai tedbir olması bakımından üç talak sayılması,
deve fiyatlarının yükselmesi sebebiyle diyet miktarını belirlemede ve ödemede
bazı kolaylıkların getirilmesi, açlık ve kıtlık yüzünden hırsızlık yapanların
elinin kesilmemesi, esnaf ve zanaatkâra, kusurları olmasa da iş yerlerinde zayi
olan müşteri mallarını ödetme gibi konularda Hz. Ömer'in uygulamaları bu tutum ve yaklaşımın örnekleridir.
e) İktisadi ve ictimai şartların değişmesi sebebiyle aynen uygulandığı takdirde
şeriatın amaçlamadığı kötü sonuçlar doğuracak cevaz hükümleri ve seçenekler
uygulanmamıştır. Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin menedilmesi, Suriye ve
Irak topraklarının ganimet olarak gazilere dağıtılmaması, Hz. Osman'ın hac
mevsiminde Mina'da dört rek'atlı farz namazı yolculuk sebebiyle kasredip iki
rek'at kılması mümkünken halkı yanlışa düşürmemek için dört rek'at kılması ilgi
çeken örneklerdir,
f) Sahabiler bazı olay ve ilişkileri de Hz. Peygamber'in benzeri konularda
verdiği hükme benzeterek, benzemeyenleri de "iyidir, hayırlıdır, maslahattır"
diyerek hükme bağlamışlardır; zekat vermeyenlere karşı savaş, Kur'an-ı Kerim'in
bir mushafta toplanması, cuma için dış ezan ilavesi, fiyatların sınırlandırılması
bu usulle konulmuş hükümlerdir. Şarkiyatçıların ısrarlı inkarlarına ve olumsuz
yorumlamalarına rağmen son elli yıl içinde yapılan araştırmalar, diğer temel İslam
ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da tedvinin Hz. Peygamber devrine kadar uzandığını
ortaya koymuştur. Gerçi bugün anlaşıldığı manada fıkıh risalelerinin yazımı
sahabe devrinin sonlarında başlamış ve Emeviler döneminde gelişmiştir. Ancak bu
risalelere ve daha sonraki dönemlerde yazılacak kitaplara kaynaklık eden fıkıh
yazıları daha önceden başlamıştır.
Beşinci Halife Hz. Hasan'ın Muaviye lehine
hilafetten çekilmesiyle başlayan ve 132 (750) yılına kadar suren Emeviler devrinde
sahabe nesli zamanla ahirete intikal etmiş ve bunların yerini tabiin nesli almıştır.
Hz.
Ömer'in Kur'an bilgisini yaygınlaştırmak ve ona yabancı unsurların karışmasına
engel olmak için yasakladığı hadis rivayeti, ondan sonra sahabilerin İslam dünyasına
dağılmaları ve gittikleri yerlerde Hz. Peygamberden gördüklerini ve işittiklerini
nakletmeleri sebebiyle yeniden başladı, bu arada çeşitli maksatlarla hadis
uydurma olayı da baş gösterdi. Hulefa-yi Raşidin devrinden farklı
olarak Emeviler'de bilhassa kamu hukuku alanında Kitap ve Sünnet'in lafız ve
ruhundan sapmalar görüldüğü gibi (Ebu Nuaym, II, 167;Suyuti, Tarihu'l-hulefas.
196; Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s. 163 vd.) o dönem ictimai hayatının yaşayan
sünnet olma niteliği de hayli azalmıştı. Bu durumun yaygınlık kazanmasının İslam'a
zarar vereceğini düşünen sahabe ve tabiin Hicaz'da ve özellikle
Medine'de toplanarak sahih hadisleri derlemeye başladılar.
Aynı maksatla herhangi bir olayın meydana gelmesini beklemeden hazır ve
nazari fıkıh hükümleri üretildi. Sahabenin yetiştirdiği tabiin nesli müçtehitleri ustat,
muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaziyyun (ehl-i hadis) ve Irakıyyun
(ehl-i re'y) şeklinde iki gruba ayrıldılar. Büyük tabiin devrinde
bu iki gruptan birincisinin imamı Said b. Museyyeb, ikincisinin imamı İbrahim
en-Nehai idi. Ashaptan İbn Mes'ud Irak'a giderek Kufe'ye yerleşmiş,
burada muallimlik, hakimlik ve müftülük görevlerini ifa etmiş, Hz. Ali de
halife olunca hilafet merkezi Medine'den Kufe'ye taşınmıştı.
Hz. Ali buraya intikal etmeden önce İbn Mes'ud'dan başka Sa'd b. Ebu Vakkas,
Ammar b. Yasir, Ebu Musa el- Eş'ari, Mugire b. Şu'be, Enes b. Malik, Huzeyfe b.
Yeman, İmran b. Husayn gibi sahabiler, Hz. Ali ile birlikte de İbn Abbas gibi
sahabiler gelmişlerdir. Iraklılar fıkhı bunlardan öğrendikleri ve sünnetin tamamının
bunlar sayesinde Irak'a intikal ettiğine inandıkları için kendilerini Medine fıkıhçılarına
denk saymış ve birçok konuda onlardan farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Medine'de ise daha çok sayıda sahabe vardı. Resulullah Hüneyn Gazvesi'nden
döndükten sonra Medine'de 12.000 kadar sahabe bırakmış, bunların 10.000'i ömürlerini
burada tamamlamışlar, 2000 kadarı da diğer İslam bölgelerine dağılmışlardır.
Medine'de fıkıh ve hadis bilgisi aktaran ashabın ileri gelenleri Hz. Ebu Bekir,
Ömer, Osman, Ali (Kufe'ye gidinceye kadar), Zeyd b. Sabit, Aişe, Ummu Seleme,
Hafsa, İbn Ömer, Ubey b. Ka'b, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Ebu
Hureyre, Mısır'da Zubeyr b. Avvam, Ebu Zer el-Gıfari, Amr b. As, Abdullah b.
Amr; Şam'da Muaz b. Cebel, Ebu'd-Derda, Muaviye; Kuzey Afrika'da Ukbe b. Amir,
Muaviye b. Hudeyc, Ebu Lubabe, Ruveyfi' b. Sabit'tir.
Her bölgenin fıkıhçıları burada bulunan sahabeden aldıkları bilgiye, bunların
ve talebelerinin verdiği fetva ve hükümlere, kendi örf ve adetlerine dayanarak birtakım
fıkhi istidlal ve içtihadlarda bulunmuş ve zaman zaman da diğer bölge fukahası
ile ihtilafa düştükleri olmuştur. Ancak fıkıh tarihi bakımından en önemli
gruplaşma Irak ile (Kufe) Hicaz (Medine) fukahası arasında meydana gelmiştir. Fıkıh
ve hadisle ilgili bilgiler Medine'de daha çok olduğu içindir ki ilk halifelerin
sünnetini ihya etmek isteyen Ömer b. Abdulaziz Medine' de önce kadı, sonra vali
olan Ebu Bekir b. Hazm'e bir talimat göndererek bu bölgede yaşayan sahabe ve
tabiinden hadisler toplayıp yazarak kendisine göndermesini istemiştir.
Medineliler, kendi bölgelerinde yaşayan alimlerden bir teyit bulunmadıkça Kufe
ve Şam kaynaklı rivayetleri kullanmıyor, bunları delil olarak geçerli saymıyorlardı;
gerekçeleri de bu bölgede meydana gelen siyasi olaylar, kargaşa ve fitnelerin
re'y ve rivayetlere olumsuz tesiriydi. Emeviler'in sonu ile Abbasiler devrinin
başlarında
Irak medresesinden ehl-i re'y, Hicaz medresesinden ehl-i eser (ehl-i hadis)
çıkacaktır. Hicaz ve Irak grupları arasındaki ihtilaf daha ziyade muhit ve hoca
(bilgi kaynağı) farkına dayanmakla birlikte bu iki okul arasında bazı usul
farkları da bulunmaktadır. Her iki
grup Kitap, Sünnet ve sahabe icmaını hüküm kaynağı olarak kullanır. Hicazlılar
Medine halkının örfüne Hz. Peygamber'in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer
verirler, muhitleri gereği hadis malzemeleri de daha zengindir. Iraklılar
Medine örfünü kaynak olarak kabul etmezler, hadis malzemeleri azdır, mevcut üzerinde
daha titiz ayıklama yaparlar ve re'y içtihadına daha fazla yer verirler.
Sahabe fakihlerinin hemen tamamının Arap olmasına karşılık tabiin fukahası arasında
çok sayıda Arap olmayan kimse (mevali) vardır. Bu dönemde önemli merkezlerde fıkıh
ilmini temsil eden başlıca alimleri şöylece sıralamak mümkündür; Medine'de
Said b. Museyyeb, Urve b.
Zubeyr, Kasım b. Muhammed, Harice b. Zeyd, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Suleyman
b. Yesar, Ubeydullah b.Abdullah b. Utbe, Ebu Bekir b. Hazm, Ebu Ca'fer Muhammed
el-Bakır, Rebiaturre'y, İbn Şihab ez-Zuhri;
Mekke'de Ata b. Ebu Rebah, Mucahid b. Cebr, İkrime, Sufyan b. Üyeyne,-
Basra'da Hasan-ı Basri, Muhammed b. Şirin, Katade b. Diame; Kufe'de Alkame b.
Kays, Şureyh b. Haris, Mesruk b. Ecda', Abdurrahman b. Ebu Leyla, İbrahim
en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman; Şam'da Mekhul b. Ebu Muslim, Ömer b.
Abdulaziz, Ebu İdris el-Havlani; Mısır'da Leys b. Sa'd.
Hadisler fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda kısmen
toplanmış olmakla beraber bunların belli istemlere göre tasnif edilmesi fıkhın
tedvininden sonra olmuştur.
Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emeviler döneminde (I.
[VII.]yüzyılın sonunda ve II. [VIII.] yüzyılın başında) yazıldığı anlaşılmaktadır.
İbn Kayyim'in verdiği bilgiye göre İbn Şihab ez-Zuhri'nin fetvaları üç
ciltte toplanmıştır. Hasan-ı Basri'nin konulara göre düzenlenmiş
fetvaları ise yedi cilttir . Bu dönemde yazılıp günümüze kadar gelen dört kitap
tesbit edilmiştir: Suleym b. Kays el-Hilali'nin fıkıh kitabı, Katade b. Diame'nin el-Menasia'i,
Zeyd
b. Ali'nin Menasiku'l-hac ve
adabuh ile el-Mecmu’ adlı eserleri. Yine bu dönemde yazıldıkları bilindiği
halde günümüze kadar gelmeyen kitaplar da uzunca bir liste teşkil edecek kadar fazladır
(Sezgin, 1/3, s. 10-26). Abbasiler devri fıkhın olgunluk çağıdır.
Bu hanedan, hilafeti hakkı olana geri vermek ve Hulefa-yi Raşidin devrini ihya
etmek gibi bir dava ile iktidara talip olduğundan, halifeler görünüşte de olsa
hem din hem de dünya işlerinde Allah Resulunun halifesi ve Müslümanların başkanı
sıfatı ile davranıyorlardı. Bunun tabii sonucu olarak din ulemasının söz, fiil,
düşünce ve inançlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Nitekim Ebu Ca'fer
el-Mansur siyasetine ters düşmeyen alimlere ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği
görevi kabul etmediği ve gizlice muhalefeti desteklediği için Ebu Hanife'yi kırbaçlatmıştır.
Mehdi-Billah zındıklara karşı çok sert davranmış, onların takip edilerek
cezalandırılması için bir daire kurmuştur. Harunurreşid, Ebu Yusuf'u yargının
başına getirmiş ve yanından hiç ayırmamıştır. Me'mun Kur' an-ı Kerim'in mahluk
olduğuna dair bir emirname çıkarmış, mut'a nikahını münakaşa ettirmiş, cevazına
dair emir çıkarmaya teşebbus etmiştir. Abbasiler'in bu tutumları bilgi ve
uygulama olarak fıkhı da etkilemiştir. Sulama düzeni, vergiler, kanallar, çeşitli
divanlar vb. bir yönüyle dini işlerdi ve bu konuda yapılacak düzenlemelerin şer'i
esaslara aykırı olmaması gerekiyordu. Bu sebeple Ebu Yusuf el-Harac adlı eserini kaleme almış, diğer
muctehidler de çeşitli çözümler ve görüşler ortaya koymuşlardı.
Daha önceki dönemde henüz doğmamış bulunan mezhepler aşağıdaki sebeplerle
bu devirde ortaya çıkmaya başlamıştır:
a) Daha önceki müçtehitler fıkhın bütün konularında sistemli içtihatlarla hüküm
üretmedikleri halde bu dönemin müçtehitleri bunu yapmışlardır,
b) İçtihatlar belli kitaplarda toplanmış ve bunlardan istifade etmek
isteyenler için ulaşma kolaylığı sağlanmıştır,
c) Hicaz ve Irak grupları içinden hadis ve re'y okulları doğmuş, bu
okullara mensup olanlar arasında münakaşa ve münazaralar yapılmıştır.
d) Bu tartışmalar, belli okullara mensup müçtehitlerin içtihat usullerini sistemli
olarak kaleme almalarına ve böylece fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur.
Bu dönemde, "belli bir müçtehidin kendine mahsus içtihat usulü ve bu
usulle elde edilmiş fıkıh hükümleri bütünü" manasında mezhepler doğmaya başlamış
olmakla beraber IV. (X.) yüzyıla kadar Müslüman halk dört mezhebe bölünmediği
gibi fıkıh mezheplerinin sayısı da dört değildir. Daha birçoğu arasında Hasan-ı
Basri, Ebu Hanife, Evzai, Sufyan es-Sevri, Leys b. Sa'd, Malik b. Enes, Sufyan
b. Üyeyne, Şafii ve daha sonra İshak b. Rahuye, Ebu Sevr, Ahmed b. Hanbel,
Davud ez-Zahiri, İbn Cerir et-Taberi'nin mezhepleri meşhurdur. Bunların her
birinin farklı içtihad usulleri, buna dayalı re'yleri ve hükümleri, çeşitli bölgelere
yayılmış tabileri vardır.
Abbasiler devrine girerken fıkıhçılar arasında tartışılagelen, hüküm çıkarmada
re'ye ve hadise verilecek yer ve değer konusuna bağlı olarak re'yciler ve eserciler
diye bilinen yeni bir gruplaşma meydana geldi. Her birinin aşırıları ve
mutedilleri ayrı ayrı değerlendirildiğinde dört ayrı gruptan soz edilebilir,
a) Aşırı re'yciler. Sünneti delil ve hüküm kaynağı olarak kabul etmeyen,
delil olarak Kur'an'a ve re'ye dayanan bu grup zaman içinde tarihe karışmış ve
eser bırakmamıştır. Basra Mu'tezilesi veya Hariciler içinden çıktığı tahmin
edilen bu grubun görüş ve delillerini İmam Şafii nakletmiştir (el-um, VII,
250).
b) Mutedil re'yciler. Sünneti delil olarak kabul etmekle beraber sıhhatini
tesbit konusunda titiz ölçüler kullanır, hadis rivayetinde çekimser davranırlar.
Kıyas, istihsan, maslahat gibi re'y içinde yer alan usul ve kaynakları
kullanmaktan çekinmezler; farazi meselelere hüküm üretirler, üstatların söylediklerinden
hareketle hüküm çıkarırlar. İbn Ebu Leyla, Ebu Hanife, Rebiaturre'y, Zufer b.
Huzeyl, Evzai, Sufyan es-Sevri, Malik b. Enes, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani,
Osman el-Betti bu grup içinde yer almaktadır,
c) Aşırı eserciler. Re'y içtihadını ve özellikle bunun en önemli kısmı olan
kıyası, sahabe ve tabiin fetvalarını delil olarak kabul etmezler. Bazı Mu'tezile
imamlarına da nisbet edilen bu tutum, bilhassa Zahiriyye adıyla bilinen
mezhebin imamı Davud ez-Zahiri ve tabilerine aittir,
d) Mutedil eserciler. Genel olarak hadisçiler mutedil esercilerdir. Re'y ve
kıyası reddetmemekle beraber buna nadiren başvururlar, hadislerin yanında
sahabe ve tabiin fetvalarını da kaynak olarak değerlendirirler; hiçbir re'yi
hadise tercih etmezler, farazi meselelerin fıkhını da yapmazlar.
Şu'be b. Haccac, Hammad b. Zeyd, Ebu Avane el-Vasıti, İbn Lehia, Ma'mer b. Raşid,
Leys b. Sa'd, Sufyan b. Uyeyne, Vekf b. Cerrah, Şerik b. Abdullah, Fudayl b. İyaz,
Abdullah b. Mubarek, Yahya b. Said el-Kattan, Abdurrezzak es-San'ani, Ebu Davud
et-Tayalisi, Ebu Bekir b. Ebu Şeybe, Ahmed b. Hanbel ve daha sonraki tabakadan
meşhur altı hadis kitabının muellifleri mutedil esercilerin ileri gelenleridir
(İbn Kuteybe, s.219-230; Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, Huccetullahi'l baliğa, I,
317). Fıkıh ve mezhepler tarihi muellifleri meşhur mezhep imamlarını, re'y ve
eser taraftarlarındaki aşırılık ve itidali göz önüne alarak farklı gruplara
yerleştirmişlerdir. İbn Kuteybe, Ahmed b. Hanbel'in ismini fıkıhçı olarak
zikretmemiş, diğer üç imamı ise re'yciler listesine almıştır (el-Macarif, s.
216). Makdisi Ahsenut-tekasim'de, muhtemelen terimlere farklı manalar vererek
bir yerde Ahmed b. Hanbel'i fıkıhçı değil hadisci olarak zikretmiş, buna karşılık
Hanefi, Maliki, Şafii ve Zahiriler'i fıkıh mezhepleri içine almış, bir yerde Şafiiler'i
ehl-i hadis, Hanefiler'i ehl-i re'y aymış, bir başka yerde ise Ebu Hanife ve Şafii'yi
re'yci, İbn Hanbel ve tabilerini hadisci olarak göstermiştir.(s. 37, 127, 142).
Şehristani, İmam Malik, Şafii, Sufyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve Davud
ez-Zahiri'nin mensuplarını ehl-i hadis, Ebu Hanife ve mensuplarını ise ehl-i
re'y olarak tesbit etmiştir (el-Milel, I, 365-368). İbn Haldun'a göre ehl-i
Hicaz eserci ve hadisci, ehl-i Irak ise re'ycidir. Birincisinin imamı Malik,
ikincisinin imamı Ebu Hanife'dir. Şafii, Ebu Hanife ve Malik'ten istifade
ederek bu iki usulu mezcetmiştir. Ahmed b. Hanbel ise muhaddistir-, ancak onun
talebesi Ebu Hanife'nin talebesinden okumuş, faydalanmış ve Hanbeli fıkhını
tedvin etmiştir. (Mukaddime, 111, 1046-1050).
Abbasiler döneminde fıkhın tedvinine gelince, kısmen hadislerin ve fıkhın
daha önceki devirlerde toplanıp yazıya geçirildiği bilinmektedir. Bu iki ilim
dalı dışındaki bütün İslam ilimlerinin tedvini Abbasiler döneminde başlamıştır
(Suyuti, Tarihu'l- hulefas. 261). Bunlar arasından sünnet, fıkıh ve fıkıh usulü
ilimlerinin tedvini bu asırda önemli gelişmeler kaydetmiştir,
a) Sünnet. Konulara göre sünnetin kitaplara geçirilmesi bu dönemde gerçekleştirilmiş
ve daha önce bu usule göre yazılmış olan fıkıh kitapları örnek alınmıştır.
Hadis dalında meşhur olan altı kitabın (Kutub-i Sitte) telifi de bu dönemdedir,
b) Fıkıh. Emeviler devrinde başlayan fıkhın tedvini bu dönemde kemiyet ve
keyfiyet olarak zirveye ulaşmıştır. Abdullah b. Mubarek, Ebu Sevr, İbrahim
en-Nehai, Hammad b. Ebu Suleyman gibi fıkıh alimlerinin telif ettikleri fıkıh
kitapları (İbnu'n-Nedim, s. 297-319) günümüze kadar gelmemişse de İmam
Malik'in, hadislerle beraber sahabe ve tabiin fetvalarını ve kendi içtihadlarını
ihtiva eden el-Muvafagat, İmam
Muhammed'in el-Mebsut, el-Asar gibi kitapları, Ebu Yusuf'un el-Harac'ı ve İmam Şafii'nin
el-Um külliyatı zamanımıza ulaşmış, üzerlerinde çalışmalar yapılmış ve
defalarca basılmış eserlerdir. Daha sonraki fıkıh kitaplarına da örnek olan bu
eserlerde takip edilen telif sistemi, bir konu (kitab, bab, fasıl) içine giren
meseleleri ve bunların hükümlerini bir araya getirmek, delillerini zikretmek,
farklı içtihadlara cevap vererek bunları çürütmekten ibarettir.
c) Fıkıh usulu. Fukaha arasındaki
ilke ve metot itibariyle görüş ayrılıkları ve bunlarla ilgili tartışmalar fıkhın
tedvininden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilaf ve tartışmalar bir yandan
karşılıklı reddiye kitaplarının yazılmasına, öte yandan fıkıh usulü ilminin doğmasına
sebep olmuştur.
Muctehidler, tartışmaları ve ihtilaf sebeplerini dağınıklıktan kurtarmak ve
bir temele oturtmak için kullandıkları delilleri, delillerden hüküm çıkarma ve yorumlama,
deliller çelişir gibi göründüğünde uzlaştırma kurallarını derleyip yazmak
durumunda kalmışlar, bu ise usul-i fıkıh ilim dalını oluşturmuştur.
Daha sonraki devirlerde yazılan bazı fıkıh usulu kitapları da belli bir müçtehidin
içtihadları ile ortaya koyduğu hükümler incelenerek elde edilen usul
kaidelerinin derlenmesi şeklinde yazılmıştır.
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in usul konusunda da kitap yazdıkları zikredilmişse
de (M. Zahid Kevseri, Husnu'ttekadt, s. 33; a.mlf., Buluğu'l-emani, s. 67) bunlar
günümüze ulaşmamış olup elde bulunan ilk usul kitabı İmam Şafii'nin Kur'an ve
onun hükmü açıklama metodu, nasih-mensuh, haber-i vahid, kıyas, istihsan, sünnet
ve Kur'an ile ilişkisi, hadislerin gizli kusurları, icma, içtihad ve ihtilaf konularını
ihtiva eden er-Risale'sidir. Fıkhın furu ve usulu tedvin edilirken farz, vacip,
mendup, sünnet, haram, mekruh, şart, rukun, illet, sebep gibi daha önceki dönemlerde
tanım ve kapsamı kesinlik kazanmamış birçok terim yaygın olarak kullanılmaya başlanmış,
bir kısım terim de daha ziyade vuzuh ve kesinlik kazanmıştır (İbn Kayyim, T
lamu'l-muvakkidin, I, 40 vd.; Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, el-Inşaf, s. 7 vd.). Abbasiler'in
son zamanları ile Selçuklular devri fıkhın duraklama dönemidir.
Merkezi otoritenin sarsılması ve birçok İslam devletinin kurulması, bu
devletler arasındaki dostane ve hasmane munasebetler, çeşitli kültürlerin karşılıklı
etkileşiminin meydana gelmesi, hak ve batıl birçok fikir cereyanının, inanaç ve
düşüncenin ortaya çıkıp yayılması vb. amiller, İslam toplumunda düşünce ve kültür
hayatını ve ilmi gelişmeleri hem olumlu hem de olumsuz yönden etkilemiş olmakla
birlikte bu dönemde fıkıh ilminde tekamül grafiğinin yükselmesi durmuş, hatta aşağıya
doğru seyretmeye başlamıştır. Artık büyük muctehidler ve mezhep imamları
devrinin hür ve mutlak içtihadı. Kitap ve Sünnet kaynaklarından hukuki ve dini
hayata doğrudan çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini taklitçilik
ruhu almaya başlamış, sonu gelmez faydasız tartışmalar yaygınlaşmış, mezhep taassubu
yerleşmiş ve içtihad kapısı kapanmıştır. Taklit ruhu ve zihniyeti, menfi
munazara ve munakaşalarla mezhep taassubu bu devri karakterize eden belli başlı
hususlardır.
Taklit ruhu ve zihniyeti. Fıkıhla meşgul olan alimlerle halkın kendilerini,
içtihadı terkederek belli bir müçtehide bağlanma mecburiyetinde hissetmeleri, muctehidlerin
re'y ve içtihadlarını vahiy gibi bağlayıcı telakki etmeleri bir taklit zihniyetidir
ve bu zihniyet bu dönemin eseridir. Hanefi fıkıhçılarından Ebu'l-Hasan
el-Kerhi'nin şu sözleri taklit ruhu ve zihniyetinin tanımı gibidir:
"Mezhebimizin hükmune uymayan her ayet ya te'vil edilmiştir veya
mensuhtur; muhalif hadisler de böyledir; ya te'vil edilmiş, zahiri manalarıyla
alınmamıştır, yahut da hadis mensuhtur" (Risale, s. 84). Bu anlayışa göre fıkıhçıyı
bağlayan ayet ve hadisler değil mezhep imamlarının sözleridir; bir ayet veya
hadis bu sözlere aykırı görünürse imamın sözü alınacak, naslar buna göre
yorumlanacak veya hükümden kaldırılmış sayılacaktır. Şafii mezhebinden İmamu'l-Haremeyn'in
babası Ruknulislam el-Cuveyni'nin
mezhep taassubunu terkederek sahih hadislere dayalı el-Muhit adıyla bir kitap yazma
teşebbüsünden Ahmed b. Huseyin el-Beyhaki'nin tenkidi üzerine vazgeçmesi de aynı
zihniyetin bir başka tezahürüdür.(Subki, V, 77-90). Taklit zihniyetinin yerleşip
kökleşmesine sebep olan başlıca amiller şöylece özetlenebilir: a) Yetişkin
talebe. Her mezhep imamının iyi yetişmiş, yaşadıkları dönemde halkın saygısını
ve güvenini kazanmış öğrencileri olmuştur. Kendileri de alim olan bu öğrencilerin
hocalarına karşı besledikleri aşırı saygı ve bağlılık, vazife ve menfaatlerde ustadın öğrencilerine verdiği öncelik daha sonraki öğrencileri ve halkı etkilemiş,
gittikçe taklit zihniyetinin kökleşmesine zemin hazırlamıştır, b) Siyaset, kaza
ve vakıf menfaatleri. Menfaat ve mevkilerin belli bir imamın öğrencilerine verildiği
zamanlarda içtihad ehliyetini elde edenler menfaati tercih ederek bu vasıflarını
açıklamamayı, içtihadlarını imamın mezhep ve usulu içinde yürütmeyi tercih etmişlerdir.
Daha önceki dönemlerde kadılar muctehidler arasından seçilirken, giderek hukuki
istikrar ihtiyacı ağır bastığından, içtihadları kitap haline getirilmiş bir müçtehide
bağlı kadılar tercih edilmeye başlanmıştır. Devlet başkanları ile vezirlerin belli
bir mezhebi iltizam etmeleri de görevlerin verilmesinde bu mezhebe bağlı alimlere
öncelik sağlıyordu. Nitekim Selçuklular daha ziyade Hanefi mezhebini tervic
etmişlerdir. Ebu Yusuf'tan beri Abbasiler'in bu mezhebe meyilleriyle Selçuklu siyasetine
uygunluğu bu tercihte rol oynamıştır. Tuğrul Bey'in veziri Amidulmulk el-Kunduri'nin
Eş'ari ve Şafiiler'e yaptığı baskı ve zulme son vererek bu mezheplere bağlı
alimlerin memleketlerine donmesini sağlayan Nizamulmulk'ten sonra Şafii mezhebi de ülkede hayat
hakkı elde etmiştir (iA, X, 403; Subki, III, 393; İbnu 1-Esir, X, 31, 209). Doğuda
Gazneli Mahmud, batıda Selahaddin-i Eyyubi Şafii mezhebi için aynı imkanı sağlamışlardır.
Bazı vakıf menfaatlerinin belli bir mezhebe bağlı alim ve öğrencilere tahsis
edilmesi de taklit ruhunun yerleşmesine sebep olmuştur (Şarani, I, 32). c)
Tedvin. Muctehidin mezhebinin tedvin edilerek kitaplara geçirilmesi istifade için
başvurmayı kolaylaştırmış ve bu gelişme hem o mezhebin yaşamasına yardımcı olmuş
hem de yetişenleri tembelliğe sevk etmiştir. Münazara ve münakaşalar. Gerçeği bulmaya
yönelik tartışmaların faydalı olduğu acık olmakla birlikte bu dönemde fıkıh
alanında sürdürülen tartışmaların amaç ve sayısında olumsuz gelişmeler olmuştur.
Gazzali'ye göre bu dönem tartışmalarının amacı nüfuz kazanmak, bilgisini göstermek,
mezhebinin propagandasını yapmak, idarecilere şirin görünmektir (İhya', II,
49). Tartışmalar aşırı derecede çoğalmış ve yaygınlaşmıştır.
Başta Irak ve Horasan olmak üzere hiçbir büyük merkez yoktur ki orada iki büyük
alim arasında tartışma yapılmamış olsun (örnekler için bk. Subki, V, 12-50,
209-218; İbnu 1-Esir, X, 125 vd.). Bu tartışmalar, tarafları her hâlükârda mezhep
görüşlerini benimsemeye ve müdafaaya mahkum ediyor, sonuçta da grup ve ekoller
arası bilgi alışverişi adeta imkansız hale geliyordu.
Mezhep taassubu. Daha önceki dönemde de bir muctehidin içtihad usulü ve bu
usule göre çıkardığı hükümler mecmuası manasında mezhepler ve bu mezheplerin tabileri
bulunmakla beraber mezhep taassubu yoktu, mezhepler arasına duvarlar cekilmemişti.
Fıkıh alimleri birbirleriyle görüşur, karşılıklı istifade ederler, halk da
gerektiğinde birden fazla muctehidden faydalanırdı.
III. (IX.) yüzyıldan itibaren başlayan mezhep taassubu gittikçe güçlendi ve
adeta düşmanlığa dönüştü. Taassubun çeşitli tezahürleri vardı,
a) Tefrika, fitne ve tahrip. Mezhepleri farklı olanların birbiri arkasında
namaz kılamayacakları, nikahlarının sahih olmayacağı gibi bölücü telakkiler yayılmış,
Bağdat, Rey, İsfahan, Merv şehirlerinde fıkıh mezheplerine mensup gruplar
birbirleriyle vuruşmuşlar, birçok insanı ve serveti telef etmişlerdir. İbn
Cerir et-Taberi, thtiluiii'l-iukaha adlı kitabında Ahmed b. Hanbel'in görüşlerine
yer vermediği için Hanbeliler tarafından taşa tutulmuş, vefat ettiği zaman
ancak gece defnedilebilmiştir.
b) Hatada ısrar. Taklit, bir şeye delilsiz olarak uyma ve bağlanma olduğundan
karşı tarafın delili kuvvetli, içtihadı isabetli de olsa hatada ısrar edilmiş, "Benim
imamım en doğrusunu bilir" zihniyetinden hareket edilmiştir,
c) Muhaliflerin yıpratılması. İmamlara, mezhep fıkıhçılarına delile
dayanarak muhalefet edenlere hücum
edilmiş, bulundukları cevrede dışlanmaları için elden gelen yapılmıştır,
d) IV. (X.) yüzyıldan önce en şerefli bir iş ve farz-ı kifaye derecesinde bir
ibadet olarak bilinen içtihada karşı çıkılmış, bu sıfat ve ehliyetlerini açıklayan
alimlere eziyet edilmiş, yeni yetişenlerin de cesaretleri kırılmıştır. Bu
sebeple IV. (X.) yüzyıldan itibaren "mutlak müstakil içtihad" nadir
hale gelmiş, mezhepte ve meselede içtihad birkaç asır daha devam etmiş, giderek
o da azalmış ve yerini koyu taklide terk etmiştir (Karaman, İslam Hukukunda İctihad,
s. 180 vd.; a.mlf., 'İslam Tarihinde Mezheb Kavgaları", İslam'ın Işığında.
Günün Meseleleri, II, 715-721).
Mezhep imamlarının müçtehit talebelerinden sonra başlayan bu devirde tedvin
hareketini takip edilen usul ve gaye bakımından birkaç gruba ayırmak gerekir.
1. Mezhep hükümlerinin usul ve dayanaklarını tesbit için yazılan kitaplar. İctihad
hareketi duraklayınca yürüyen hayatın ihtiyaclarını karşılamak ve imamlardan
sonra meydana gelen boşlukları doldurabilmek için "tahric" diye daha önceki
uygulamadan farklı yeni bir usul icat edilmiştir; bunu yapanlar (ashabu't-tahric,
muharricun), önce imamın içtihadlarını inceleyerek her bir hükümde dayandığı
usul ve illeti tesbit etmekte, daha sonra bunu esas alarak emsal hükümler
uretmektedirler (Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, el-İnşaf, s. 29 vd.).
Ebu'l-Hasan el-Kerhi ve Debusi'nin risaleleriyle Cessas, Ebu'l-Usr
el-Pezdevi, Şemsuleimme es-Serahsi'nin usul ve fürua dair kitapları bu maksatla
yazılmıştır. İmam Şafii usulunu bizzat yazdığı için Şafii mezhebinde furudan
usule değil tersine bir metodun geliştiği soylenebilir.
Aynı fıkıh döneminde usulden hareket eden ve "Şafii veya kelamcılar mesleği"
denilen bu usule göre de kitaplar yazılmıştır. Ebu'l-Huseyin el-Basri'nin el-Muctemed,
İmamu'l-Haremeyn el-Cuveyni'nin el-Burhan, Gazzali'nin el-Mustaşia adlı usul
kitapları bu türün seçkin örnekleridir.
2. Tercih amacına yönelik eserler. Mezhep imamlarının içtihadları
talebeleri tarafından derlenip yazılırken birbirini tutmayan ve açıklanmaya muhtaç
bulunan içtihad ve re'ylere de yer verilmiş, daha sonra yazılan eserlerde imama
ait ve muteber olanlarını muteber olmayanlardan ayırmak için yapılan çalışmalara
"tercih" denilmiş, bunun da rivayet ve dirayet şeklinde iki turu olmuştur.
Rivayet bakımından tercih, imamın sözünü nakleden ravinin güvenilirliğine göre yapılmaktadır.
Mesela Hanefiler, İmam Muhammed'in kitaplarından mevsuk olarak nakledilenleri
tercih etmişlerdir. Ebu Hafs el-Kebir, Ebu Süleyman el-Cuzcani gibi
Hanefiler'in rivayetlerine dayanan kitaplar bu kabildendir ve bunlara "zahiru'r-rivaye"
denilmektedir. Daha zayıf rivayetlerle
nakledilenler ise "nadiru'r-rivaye" veya "nevadir" adını
almaktadır. Şafiiler, Rebi' b. Suleyman el-Muradi'nin rivayetini Muzeni
ve diğer öğrenci ravilerin rivayetlerine tercih etmişlerdir.
Malikiler ise İbnu'l-Kasım'ın rivayetini daha sağlam bulmuşlardır. Bir imamdan
nakledilen ve rivayet yönünden eşit derecede mevsuk olan veya biri imama, diğeri
yine mezhebin imamı sayılan talebesine ait bulunan iki zıt görüşten birini
Kitap ve Sünnet'e, usule bakarak tercih etme işi de "dirayet yoluyla tercih
"tir ve bu dönemde başlamıştır.
Bu tur calışmaların günümüzde de kullanılan örnekleri vardır. İmam
Muhammed'in mevsuk altı kitabını Hakim eş-Şehid el-Kaii adlı eserinde ozetlemiş,
Serahsi de bunu el-Mebsut adlı kitabın da şerh ve ikmal etmiştir. İmam Malik'in
mezhebinin esaslarını ihtiva eden el-Mudevvenetu'l-kubra'yı İbn Ebu Zeyd el-Kayrevani
ve Ebu Said el-Berazii yukarıda açıklanan usulu kullanarak ihtisar etmişlerdir.
Şafiiler'den Ebu İshak eş-Şirazi'nin el-Muhezzeb', Gazzali'nin el-Basit,
el-Vasit ve el-Veciz adlı kitapları da aynı türün örnekleridir.
3. Mezhep savunmasına yönelik kitaplar. Mezheplerin farklı hükümlerini bir
kitapta toplayıp mukayese ederek bir sonuca varmak isteyen fakihler,
"hilaf" adıyla bilinen yeni bir fıkıh bilim dalı meydana getirmişlerdir.
Bunlar da iki gruba ayrılır. Birinci grubun amacı kendi mezhebini savunmak, diğer
mezheplerin delillerini çürütmektir; yukarıda zikredilen kitaplar bu türün de örnekleri
sayılabilir, ayrıca Debusi'nin bu konudaki eseri ilk hilaf kitabı olarak
kaydedilmiştir (İzmirli İsmail Hakkı, s. 4 vd.).
İkinci grubun gayesi ise İslam'ın genel olarak bağlayıcı ve muteber
delillerinden hareket ederek fıkıhçıların ihtilaf ettikleri hükümleri incelemek
ve isabetli olanı belirlemeye çalışmaktır. İbn Cerir et-Taberi'nin İhtilafu'l-fukaha3
adlı kitabı böyle bir eserdir. İbn Ruşd'un Bidayetu'l-muctehid, Muvaffakuddin İbn
Kudame'nin el-Muğrıi, İbn Hazm'ın el-Muhallu adlı eserleri kısmen de olsa bu
tercih çalışmalarına örnek olarak zikredilebilir.
Bu fıkıh döneminde adliye teşkilatı ve kanunlaştırma konularında da önemli gelişmeler
olmuştur. Abbasiler devrinin birinci döneminde (846-946) giderek içtihad hareketi
duraklamış, mezhepler doğmuş ve kadılar hükümlerini bu mezheplerden birine göre
-mesela Irak'ta Hanefi, Suriye ve Mağrib'de Maliki, Mısır'da Şafii mezhebine göre
vermişlerdir.
Mahkemeye kadının bağlı bulunduğu mezhep dışından biri
başvurduğunda kadı o dava için davacının mezhebinden bir naib tayin etmiştir. Kadıların görev
ve yetkileri genişlemiş, daha önce medeni ve cezai davalara bakan kadılar artık
vakıflar, vesayet, emniyet, belediye işleri, darbhane, hazine işleriyle de meşgul
olmuşlardır. Hem duruşma yazıya geçirildiği,
hem de yazılı belgelere önem verilmeye başlandığı için fıkha "şurut"
ve "sicillat" gibi kavramlar ve müesseseler girmiştir.
Abbasiler'in ikinci döneminde (946-1258), bilhassa Şii Buveyhiler'in Bağdat'a
hakim oldukları zamanda kadılık makamına önemli bir meblağ ödenerek gelinebilmiş,
bunun sonucu olarak davalarda taraflardan mahkeme harcı alınmıştır. Selçukluların
hakimiyet bölgesinde kaza, genel hatlarıyla Abbasiler'in ilk döneminde olduğu gibi
Hanefi ve kısmen Şafii mezhebine göre yürütülmüştür. Şer'i mahkemelerin yanında
kamu düzenini bozan veya siyasi yönü bulunan suçlara bakan örfi mahkemelerin
kurulması da bu dönemdedir.
Ayrıca ordu mensuplarının şer'i davalarına bakan kazaskerlik kurumu da
faaliyete geçirilmiştir (Hasan İbrahim Hasan-
Ali İbrahim Hasan, s. 273-290, 294; İA, X, 400; Uzunçarşılı, s.21, 132).
Selçuklular'ın, Uygurlar ve Hazarlar'da mevcut din ve dünya işlerini
birbirinden ayıran bir devlet telakkisini ilk defa İslam aleminde uyguladıkları,
kamu menfaatini korumak için dini hukukun nazari ve dar kalıplarını terk ettikleri
iddiası (Köprülü, TTK Belleten, 11/5-6, s. 41 vd.; Kafesoğlu, TD, XV/20, s.
178, 182-183; İA, VI, 185-186; X, 390) bilgi eksikliğine ve aceleye gelmiş bir
genellemeye dayanmaktadır.
Bu iddiaya delil olarak halifelerin dünya işlerine karıştırılmaması, şeriata
aykırı vergiler ve cezalar, bazı Türk örf ve adetlerinin uygulanması ve askeri
ikta gibi bir kısım toprak tasarrufları ileri sürülmüşse de halifelerin dünya işlerine
karıştırılmaması onların iktidarsızlıklarından kaynaklanmış olup görünüşte
halifeye bağlı bulunan sultanların uyguladıkları hukuk da İslam hukukudur. Kamu
menfaatini korumak için -buna ters düşer gibi görünen nasların askıya alınması, fıkıh hükümlerinin terkedilmesi,
Hz. Ömer zamanından itibaren yine fıkıh içinde yer alan maslahat ve zaruret
prensipleri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. İslam'ın kesin hükümlerine aykırı
olmayan örf ve adetlerin uygulanması Hz. Peygamber'den beri cari olmuştur. İkta
usulü yine kamu yararı prensibine bağlı olarak Hz. Ömer devrinde başlamıştır;
Nizamul mülk'un yaptığı da bunun bir çeşidi olan askeri ikta uygulamasıdır. Şeriatın
belirlediği suç ve cezalar dışında kalan suçlar için belli cezaların verilmesi
ta'zir alanına girer ve bu uygulama İslam'ın ulu'lemre tanıdığı yetkiye dayanmaktadır (Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.
261 vd.). Bir ferdin, toplumun, devletin herhangi bir uygulaması, niyet ve
beyan şeklinde İslam'ı terketmeye dayanmadığı ve meşruiyetini -zorlama
yorumlarla da olsa dinden aldığı müddetçe laik ve din dışı oluştan, şeriatın
terkedilmesinden söz edilmesi doğru değildir.
Moğol istilasından Mecelle'ye kadar suren dönem fıkhın gerileme cağıdır. Hukuk
ilmi ve kurumlarının gelişmesinde onu
uygulayan yönetim ve devletin rolü önemlidir. Abbasi ve Selçuklu hakimiyetine son
veren Moğollar, İlhanlı Hükümdarı Gazan Han'a kadar (1295-1304) devleti Cengiz
yasasına göre idare etmişler, halkı şahsi ve dini işlerinde serbest bırakmışlardır.
Halk ve fıkıhçılar belli mezheplere sımsıkı sarılmış, bunları meşru savunma aracı
olarak kullanmışlar, içtihada ve mezhepler arası iletişime kapılarını kapamışlardır.
Daha önceki dönemlerde seyahatler yoluyla fakihler arasında kurulan bağlar ve
ilişkiler bu devirde zayıflamış, her mezhep fıkıhçısı kendi kabuğuna cekilmiştir.
Muctehidlerin ve talebelerinin fakih yetiştiren kitaplarının okunması
terkedilmiş, onların yerine hazır hüküm ve bilgileri delilsiz, tahlilsiz ve
tartışmasız nakleden kitaplar okunur olmuştur. Medreselerde belli zaman içinde
fıkhın bütün konularını okutabilmek için başlatılan ihtisar ve metin yazarlığı
giderek bir sanat şeklini almış, bilmece haline gelen metinlere bu defa şerhler
ve haşiyeler yazma gereği hasıl olmuştur. İctihadın çözüm getiren ışığı
sondurulunce yürüyen hayatın ihtiyacları amaçtan uzak, şekle bağlı yorumlar ve
hilelerle (hiyel ve meharic) karşılanmış, bu da fıkhın Müslüman hayatını kuşatma
kabiliyetini olumsuz etkilemiştir. Mısır Abbasileri ve Memlukler devrinde bir
ara Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde içtihad hareketi canlanır gibi olmuş,
ancak teşvik görecek yerde baskı ve hücuma maruz kaldığından yaygınlık
kazanamamıştır.
VI. (XII.) yüzyılın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas
çevresinde devlet eliyle bir içtihad hareketi başlatılmış, fakat başarılı
olamamıştır. Muvahhid Hükümdarı Abdulmu'min el-Kumi'nin tasarladığı, oğlunun ve
özellikle torunu Ebu Yusuf el-Mansur'un yürüttüğü bu hareketin sebebi,
Zahiriyye mezhebine mensup bulunan yönetimin halkın Maliki fıkıh kitaplarına
mahkum olarak ana kaynaklarla alakalarının kesilmiş olduğunu görmeleridir. Fıkıhçıları
yeniden ana kaynaklara döndürebilmek için Maliki fıkıh kitaplarının okutulması yasaklanmış,
ele geçirilenler yakılmış, bunların yerine on hadis kitabının (Ku-tub-i Sı'tte'nin
İbn Mace'nin es-Sünen i dışındaki beşi, el-Muvatta Beyhaki ve Darekutni'nin es-Sünen'leri,
Bezzar ve İbn Ebu Şeybe'nin el-Müsned'leri) ihtiva ettiği hadisler konularına göre
derlenerek yazdırılmış, öğretim ve uygulamanın bu kaynaklardan yapılması
emredilmiş, başarılı olanlara mükafatlar verilmiştir.
Ancak bu hareketin arkasında bir Zahiriyye temayülünün bulunması, baskı yapılması
ve yönetimin değişmesinden sonra yeni yöneticilerin eskilere ait her şeyi yıkma
ve değiştirme arzuları hareketi başarısız kılmıştır (Hacvi, II, 170-173). Bu dönemde,
Gazan Han'dan önceki Moğol hakimiyeti dışında kalan zamanlarda İslam ülkesinin
hakimiyet bölgelerinde şeriat uygulanmıştır. Genel olarak kamu hukuku alanında İslami
esaslar ve hükümler çerçevesinin dışına çıkılmadan örf, adet ve kanunnameler, özel
hukuk alanında ise fıkıh ve fetva kitapları gereken yerlerde kanun gibi kullanılmıştır.
Akkoyunlular, Memlukler ve Anadolu Beylikleri'nden intikal eden kanunlar
bulunmakla beraber (İA, VI, 194) derlenmiş en eski tipik kanunnamelerden günümüze
gelenler Osmanlılar'a aittir (Akgündüz, bk. bibi.). Bu kanunnameler de Selçuklular
devrindeki uygulamalarda olduğu gibi maslahat, zaruret ve ulu'l-emre verilen yetkiye
dayanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. J. Schacht'ın da işaret ettiği
gibi kanunnameler, "hükümlerine karşı gelmemek ve mer'iyete halel vermemek
şartıyla dini hukukun noksanlarını doldurmaya çalışan formel kanunlardır" (İA,
VII, 148). Kadılar ta'zir cezaları, toprak hukuku gibi konularda bu kanunnamelere, kamu ve özel hukukun diğer
alanlarında ise fıkıh ve fetva kitaplarına göre hüküm vermişlerdir.
Kadıların hükümde tabi olacakları mezhep, kullanabilecekleri fıkıh ve fetva
kitapları ile bunlarda bulunan ihtilaflı hükümlerde tercih usulu ilgili
eserlerde ("edebu'l-kadi", "cukudu resmi'l-mufti","edebu'l-mufti
ve'l-kadi") açıklanmış, bazı zamanlarda bu konuyla ilgili fermanlar da çıkarılmıştır
(Ebussuud Efendi, s. 49-53).
Mecelle'den günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma
cağıdır. Cemaleddin-i Efgani ve tabilerinin başlattığı uyanış ve kalkınma hareketinin
programında içtihadın önemli bir yeri vardır. Programa göre yeni bir İslam
dunyası kurulurken ihtiyaç duyulan cozumler ve mevzuat, bir yandan çeşitli fıkıh
mezheplerine ait içtihatlardan tercihler yapılarak, ote yandan gerektiği
yerlerde içtihad edilerek ortaya konacaktır (Subhi Mahmesani, s.246 vd.). Fıkıhta
içtihat ve tercih hareketi Osmanlı ülkesinde Mecelle'nin tedvinini etkileyememiş,
bu kanun Hanefi mezhebinin fetvaya esas olan hükümlerinden derlenmiştir. Ancak
hareket, bazı darulfunun hocaları ile Sırut-ı Mustakim, Sebilurreşad gibi
mecmuaların yazarlarına tesir etmiş, bunlar çeşitli kitap ve makalelerinde içtihadı
savunmuşlardır (Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.315). Mısır'da Muhammed Abduh'un
öğrencilerinden Reşid Rıza'nın çıkardığı el-Menar dergisinde bir taraftan içtihad
hararetle savunulmuş, taklide şiddetle cephe alınmış, diğer taraftan içtihad ve
tercih mahsulü fetvalar, yorumlar ve çözümler neşredilmiştir. Aynı hareketin izlerini
Hindistan'dan Fas'a, Kazan'dan Yemen'e kadar o günkü İslam dünyasının çeşitli
ilim müesseselerinde, ulemasında ve mevzuatında görmek mümkündür. Bu dönemde fıkıh
araştırma ve uygulamalarında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. 1. Kanunlaştırma
(taknin, odification) hareketi başlamıştır. Bundan önceki dönemlerde görülen
kanunlar, fıkhın kanunlaştırılmasından ziyade fıkıh kitaplarına girmeyen hukuki
alanlardaki boşlukları şer'i esaslara göre doldurma mahiyetinde idi. Bu dönemde
başlayan hareket fıkhın kanunlaştırılmasına, mahkemelerde kullanılan fıkıh ve
fetva kitaplarının yerini usulüne göre hazırlanmış şer'i kanunların almasına yöneliktir.
Döneme ismini veren Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye kanunlaştırma hareketinin ilk önemli
adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslam dünyasında hızlı bir kanunlaştırma
faaliyetine girilmiştir. Mecelle'nin ortaya konmasına sebep olan dış ve iç
amiller vardır.
İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya gibi siyasi ve iktisadi ilişkiler içinde
bulunulan devletlerin, azınlıkları da bahane ederek yeni mahkemelerin kurulması
için baskı yapmaları ve bilhassa Fransız büyük elçisinin gayreti, içeriden de
bazı devlet ricalinin desteğiyle Fransız Medeni Kanunu'nun tercüme edilerek
olduğu gibi iktibası fikrinin güç kazanması dış amillerdir. Nizamiye
mahkemelerinin bazı davalarda şer'i hükümlere ve dolayısıyla bunları ihtiva
eden kanunlara ihtiyaç duyması, şer'iyye mahkemelerinde görev yapan hakimlerin
fıkıh ve fetva kitaplarından hüküm çıkarmada zorlanmaları, bu kitaplarda yer alan
bazı içtihatların eskimiş olması ve zamanın değişmesiyle ahkamın da değişeceği kuralına
göre değişme ihtiyacının hasıl olması da iç amillerdir. Osmanlılar'daki bu
amiller gibi İslam dünyasında kanunlaştırma hareketinin de zorlayıcı sebepleri
vardır.
KAYNAKLAR;
. Serinsu, Nedim,
Kur’an ve Bağlam, Şule Yayınları, İstanbul 2012
. Albayrak,
Halis, Tarihin İçinden Kur’an’ı Algılamak, Şule Yayınları, İstanbul 2011
. KANDEMIR, M. Yaşar,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Hadis” Maddesi, c: 15. S:32-35 Ankara : TDV, 1997
. BİRIŞIK, Abdülhamit,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Tefsir” Maddesi, c: 40. S:284-285 Ankara : TDV, 2011
. KARAMAN, Hayreddin,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Fıkıh” Maddesi, c:13. S:3-11 Ankara : TDV, 1996
HADİS TARİHİ
Rasûlullah (s.a.v)'in Hayatında Yazım
İslamdan önce Araplar şiirlerini,
hitabelerini, önemli günleriyle ilgili kıssaları, örf ve adetleriyle ilgili
değerlerini ve soylarını yazmaya önem vermezlerdi.Bu konularda daha çok
hafızalarına dayanırlardı. Bunun için ezberleme melekeleri gelişti ve
hafızalarının gücüyle kolay ve çabuk ezberlemekle meşhur oldular. Bu onların
arasında yazıyı bilenlerin bulunmasına bir engel teşkil etmez. Bilhassa
Mekkelilerin ticaretle uğraşmaları yazı ve hesabı bilmeye ihtiyaç duyuruyordu
.Ancak yazı bilenlerin sayısı gerçekten azdı.Bunun içinde Kur'an-ı Kerim
Arapları ümmî olarak vasıflandırır.
Rasûlullah (s.a,v)'in
Hayatında Hadisin Yazılması
Rasûlullah (s.a.v.)'in hayatında
katiplerin varlığına ve onların Kur'an'ı Kerimi yazma görevini yerine
getirmelerine rağmen onlar, şümullü ve araştırmalı bir şekilde hadis toplama ve
yazma işini yapmadılar. Genellikle ezbere ve hafızaya dayandılar. Zaten
Rasûlullah (s.a.v) de onlara yazma işini emretmemişti. Belki de onlarca hafızada
korunmasını kastetmişti emretmemekle... Bilhassa hadisin mana olarak rivayeti
caizdir.
Bütün
bunlara rağmen Rasûlullah (s.a.v.) in hadisin yazılmasını yasaklayan hadisleri
yanında, yazılmasını müsamaha ile karşıladığını bildiren hadisler de vardır.
Sahabe Devrinde Hadisin Yazılması
Hadisin yazılmasının yasaklanması ve
müsade edilmesiyle ilgili hadisler rivayet edildiği gibi, Sahabilerde de
hadisin yazılmasıyla ilgili değişik durumlar görülmektedir. Bazıları
yazılmasını hoş görmezken, bazıları da caiz görmektedirler. Bir kısmından ise
iki durumda da rivayet edilmektedir. Şu
rivayetler, hadisin yazılmasını hoş görmeyen büyük Sahabilerin durumunu
aksettirmektedir:
1.
Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a) beş yüz hadis topladı, sonra da onları yaktı.
2.
Ömer b. el-Hattab (r.a) hadisin yazılması hususunda Sahabeyle istişare etti.,
sonra Allaha bir ay istiharede bulundu, sonunda bu işten vazgeçti, ve:
-
Beri sünnetleri yazmak istiyordum. Ancak sizden önce bir takım kitaplar yazıp
onlarla meşguliyete dalarak Allahm kitabını bırakan bir kavmi hatırladım.
Vallahi ben, ebediyyen Allahm kitabına bir şey karıştırmayacağım, dedi.
Sahabilerin bir kısmında da hadis
yazılmasının cevazıyla ilgili rivayetler vardır. Bunlar; Hz Aişe, Ebu Hüreyre,
Muaviye b. Ebi Süfyan, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Ömer,
Abdullah b. Amr b. el-As, Bera b. Azib, Enes b.Malik Hasen b. Ali, ve Abdullah b. Ebi Evfa'dır. Bunlardan bir
kısmı önce hoş karşılamazken sonra caiz görmüşlerdir. Bunda tenakuz yoktur, zira onların hoş
karşılamaması, hadisin Kur'anla
karıştırılması korkusundan kaynaklanıyordu.Bundan emin olunduğu zaman hadisin
yazılmasını caiz gördüler. Bunun için bir kısmı Rasululîah (s.a.v) 'in
hayatınta da vefatından sonra da bazı hadisleri sahifeler halinde yazdılar.
Aşağıda bunlardan bilinenler gösterilecektir.
Sahabenin Hadis olarak yazdıkları Sahifelerden Örnekler
1. Sa'd b. Ubadetil-Ensari'nin sahlfesi
2. Abdullah b. Ebi Evfa'nın sahlfesi
3. Semure b.Cündüb (ö;60 h) nüshası ki bunda bir çok hadisleri topladı.
4. Rasulullah (s.a.v)'in azadlısı Ebu
Rafî'nin kitabı ki bunda namaza başlamakla ilgili hadisler vardır.
5. Ebu Hüreyre nin kitapları
6. Ebu Musa'l-Eşari (ö;50 h) nin sahifesi
7. Cabir b. Abdullah el-Ensari (ö;78 h)'nin
sahifesi
8.
Abdullah b. Amrb. el-As'm (ö;65 h) es-Sahifetü's-Sadıka'sı İmam Ahmed b. Hanbel bu sahifenin muhtevasını
Müsnedinde naklet-miştir.
9. Ebu Seleme Nebit b. Şerid el-Eşçai el-Küfi
sahifesi
10.
Hemmam b. Münebbih (ö;131 h)
es-Sahifetü's-Sahihası 138 hadisi ihtiva eden bu sahifeyi Hemmam, Ebu
Hüreyre(ö;59 h)'den rivayet ederek yazmıştır.
HADİSLERİN
TOPLANMASI (CEM'İ) VE TEDVİNİ
Hadisin cem'i veya toplanması, aynı
zamanda hadis ilimlerine ait malzemenin de toplanması anlamına alınabilir.
Bunlar iç içedir. Aynı şeyi tedvin için de düşünmek mecburiyetindeyiz:
Hadislerin tedvini mi, yoksa hadis ilimlerinin tedvini mi? Elbette bunlar, görünüşte
ayrı şeyler gibi olsa da; birbiriyle içice, ayrılması güç bir bütünlük arzeden
mefhumlardır. Bu yüzden kimi yazarlar, «hadis ilimlerinin rivayet ve dirayet
olarak tedvini», «hadisin tedvini», gibi bir ayırım da yapmaktadırlar. Biz
böyle bir ayırım yapmamaktayız.Hadislerin yazıya geçişi sırasında, kısmen
toplama faaliyetlerinin de meydana gelebileceği tabiîdir. Şunu demek
gerekmektedir: Yazıya geçiriliş ve toplama nasıl birlikte olabilmişse, tedvin
ile toplama hareketleri de bir biri içine girebilmektedir. Nitekim, aynı hal,
tedvin ve kitaplaştırma (bablara ayırma ve tasnif) meselesi için de sözkonusu
olmaktadır. Bu yüzden; tedvini tasnif gibi gören, tasnifi tedvinden ayrı
mütalaa eden, aynı işlemler yüzünden yanılan ilim adamlarına raslanmaktadır.Arap dilinde tedvin,
şu anlamlara gelmektedir: «Tefil vezninde, defterleri bir araya biriktirmek,
küçük küçük sayfalar, varak parçaları bir araya getirmek demektir. Hadis
ıstılahı olarak terkip şöyle tanıtılmaktadır: «Tedvinu'l-hadis: lugatta,
cemetmek, toplamak, bir araya getirmek mânasına gelen tedvin, hadis ıstılahında,
sahabi olsun tabiî olsun, muhtelif kimseler tarafından rivayet edilen
hadisleri yazarak bir kitapta toplamaktan ibarettir».
Resmî teşebbüsler dışında, ilim
çevrelerinin kendi özel teşebbüsleri mevcut bulunmaktadır. Bu tür; hadisleri
yazan, defterler tanzim eden, onu okuyan ve okutan bir ilim muhiti bulunma
saydı, devlet resmen kime yazıp ellerindeki malzemeyi isteyecekti? Bu noktadan
hareket ederek diyebiliriz ki, devletin resmî teşebbüsü kadar, âlimlerin şahsî
hizmetleri de, tedvin ve toplama işinin iki kıymetli yönünü meydana
getirmektedir. Tasnif devrinde adları daha geniş listeler halinde gelecek olan
âlimlerden, ilk tedvin faaliyeti yürüten bazı kişilerin isimleri bilinmektedir.
Rabî' b. Sabîh ve Sa'îd b. Arûbe bunlardan iki tanesidir. Sa'îd 156/772
senesinde vefat etmiştir. Rabi'in âhirete göçüş yılı ise, 160/776 senesidir.
Kaynakların verdiği bu isimlerin, bunlardan ibaret olmadığını bilmekteyiz. Devlet, şahsi
teşebbüsler halinde değişik ellerde birikmiş malzemeyi, vazifelendirdiği
kişiler vasıtasıyla bir araya topladı. Resmî emirde de belirtildiği gibi, buna
sebeb olarak; «âlimlerin vefatıyla ilmin yok olması ihtimali» gösterilmiştir.
Bu hareket, hadislerin artık iptidaî mânada da olsa bir kitaplaşması ve bir
araya toplanması demekti. Bunu, tasnif safhası takib etmiştir.Emevi halifesi
Abdulaziz oğlu Ömer'in, başlattığı resmî faaliyet, çevredeki pek çok ilim
adamını harekete geçirmiş, hadis ve sünnete, hatta sahabe söz ve tatbikatına
ait malzeme bir araya getirilmeğe başlanmıştır. Kaynaklar İbn Şihab Zührî adlı
bir hadisçinin diğerlerinden daha yüklü olan faaliyetlerine ayrıca temas eder.
Ebu Bekr b. Amr b. Hazm adı da, tedvinin resmî yönünde geçen üç isimden
birisidir
KİTAPLARIN
TASNİFİ ÇAĞLARI
Arap dilinde tasnif, sınıf sınıf
kılmak manasınadır. ıstılahta hadisleri konularına göre
ayırıp aynı konudakileri bir bâb içinde toplamak demektir. Tasnifin
sebebleri, gayeleri ve hareket noktalan vardır. Bir kere, ilmî çalışmaların
artışı, devletin yardımı; hadislerin oldukça toplu hale gelmesini sağlamış,
yazıya yönelen muhalefetin nisbeten tesirini azaltmış ve kitap başlangıcı
sayılacak; defter ve cüzlerin tedavülü, yerini tabii olarak kitaba
bırakmıştır. Kitabın yazımı, daha mükemmellerinin yazımı; bir iman hizmeti olma
yanında, ilmî araştırmaların getirdiği ihtiyaçların karşılanması olarak da
görülmelidir.Hadislerden, fıkıhta, akâid meselelerinde ve tevhid ilminde
faydalanma için, onların bablara ayrılması; hatta hadislerin değerlendirmeye
tâbi tutulmaları gerekliydi ve bu hizmetler yerine getirilmeye başlandı.
Bablara ayrılma yanında, hangi hadisler kimler yoluyla gelmiş sorusuna cevap
ihtiyacını gideren; ale'r -rical dediğimiz metodla, râvileri sıralayarak
hadislerini toplama hizmeti de başarıyla yürütülmüştür.
Hadis kitaplarının tasnifi
faaliyetleri, Emevîlerin son yıllarıyla Abbasîlerin ilk zamanlarına raslar.
Daha doğrusu, tasnif faaliyetini gerçekleştirenlerin, vefat tarihleri değişik
olmalarına rağmen bize bu çağlan verir. Bu devre, çalkantıların en bol olduğu,
aynı zamanda; ilim, fikir ve sanat faaliyetlerinin de arttığı bir dönem
olmaktadır.Kaynaklarımız, genellikle Râmehurmuzî'nin ilk defa neşrettiği bir
musannifler listesini verirler. Onların belirttiğine göre ilk tasnif
faaliyeti, belirli bir merkezden çok değişik yerlerde gerçekleştirilmiştir. Bu
musanniflerden bazıları şu âlimlerdir:
a)
Rabî' b. Sabîh (Subeyh okuyan da vardır), Basra, Öl. 160/776,
b)
Halid b. Cümeyi CAbd), 153/770; Ma'mer b. Râşid, Yemen, Öl. 153/770,
c)
Sa'îd b. Arûbe, Basra, öl. 156/772,
d)
İbn Cüreyc, Mekke, Öl. 150/767,
e)
Hammâd b. Seleme, Basra, Öl. 167/783,
f)
Süfyan Sevrî, Küfe, Öl. 161/777,
g)
Süfyan b. Uyeyne, Mekke, Öl. 198/813,
h)
Velid b. Müslim, Şam, Öl. 194/809,
Başlıca Türler (Çeşitli
Usûllerle Yazılmış Furû' Kitapları)
J) Muayyen Sayıda Derlenen Kitaplar(belirli sayılarda
hadisleri bünyelerinde toplama yolunu tutarak hazırlanmış kitaplar)
TASNİFTE
ALTIN ÇAĞ
Üçüncü hicret asrına genellikle bu
isim ver'lmektedir. el-Kütübü's-sitte adlı, çok itibar gören altı mecmuanın
tedvin devri olması hasebiyle «kütub-i sitte çağı» olarak da adlandırılan bu
devre, H. 201 - 301 yıllarını kapsamaktadır. Biraz daha ileri sarktığı olabilir.
Bu devrin, altın çağ diye tavsifinin, sebebleri vardır. İki yüz senelik ilmî
gelişmeler, en yüksek seviyesini bu günlerde bulmuş, nisbeten istikrarlı bir
idari ve siyasi devre meydana gelmiştir.
Hadisin gelişmesinde, kelâm ve
felsefî ilimler başta olmak üzere, pek çok ilim dalının, Abbasîler devrinde
aldığı seviye büyük rol oynamıştır. Avrupa'nın en batı noktasında, İspanya'da
İslâmm alemdarlığını yapan insanların, üçüncü hicrî asır ve sonrasında hadis
ilimlerine büyük katkıları olmuş; İspanya âdeta hadiste müstakil bir ekol kurup
İslâm- diyarlarına eleman ve eser ihraç etmiştir.
Sekiz Büyük
Hadisçi Ve Eserleri
a) İmam Mâlik b. Enes, el-Muvatta
b) İmam Ahmed b. Muhammed b.
Hanbeî, el-Müsned
f) Tirmizî, Câmiu's-Sahih (Veya
Sadece Es-Sünen)
g) Nesâî, El-Muctebâ (Veya
Sadece Süneni Suğrâ)
DURAKLAMA
VE GERİLEME DEVRELERİNDE HADİS ÇALIŞMALARI
Dördüncü asır ve sonrası, İslâm
ülkelerinde siyasî ve sosyal bir takım değişmelerin meydana geldiği çağdır.
Orta şark başta olmak üzere, İslâm coğrafyasında beyliklerin arttığı; daha
doğru bir ifade ile, bütünlüğün sarsılıp, bölünmelerin başladığı devirler
görülmektedir. Yine bu çağlarda, Sünni İslâmlık yanında, yapı bakımından şiî
karakter taşıyan devletlerin, ilim bölgelerinde uzun yüzyıllar hükümran olduğu
bir gerçektir. 490/1096 yılı Beytü'l-Makdis'e yapılan saldırı ile tanınır. Bu
tarihten 25 sene önce, artık Anadolu'da Türk varlığının görülmediği bölge
kalmamıştır. Miladî 1071 senesi, ünlü hadisçi Hatîb Bağdâdî'nin de vefat
yılıdır.
Altıncı
hicrî asır, hadiste duraklama devrinin; bir diğer deyişle zirvede yaşama
çağlarının adıdır. Bu çağda, Moğol istilası hareketi İslâm diyarlarının üzerinden
geçmiştir. Diğer bir bahtsız hareket beşinci asırda, Anadolu insanının üzerine
akınlarını yoğunlaştırmış; Haçlı zulmü yüzyıllar boyu sürmek üzere bu yollarda
başlatılmıştır. İspanya ve Kuzey Afrika'nın durumu da pek iç açıcı değildir.
Selçukluların tarih sahnesinde silinmesini müteakip Osmanlı Devleti, Batı
Asya'nın en güçlü İslâm devleti olarak görülmüş, al-tıyüz yıllık bir siyasî
birlik tesis edilirken, göz yaşlarıyla İspanya küfre terkedilmiştir.
Gerileme
devirlerinin çalışmalarını da şu başlıklar altında toplamak mümkündür;
a)
Zevâid kitapları yazmak suretiyle hadise ilgi duymak,
b)
Büyük cami' türleri meydana getirerek; bütün hadisleri toplama gayreti içine
girmek veya sünnetin tamamını topladığını zannetmek, .
c)
Özellikle ahkâm hadislerini toplayan kitaplara ağırlık vermek,
d)
Tahriç çalışmaları yapmak. Söz gelişi
evvelce tertip edilmiş bir hadis kitabı, bir tefsir veya fıkıh kitabının,
hadislerinin kritiğini üslenen eserler yazmak,
e)
Halk dilinde şöhret bulan, sahih ve asılsız haberleri toplayan; aktüel
konulardaki hadislere yer veren eserler yazmak,
f)
Etraf kitaplarına devam etmek.
Duraklama Ve Gerileme Çağlarının Yetiştirdiği Bazı Muhaddisler
Abdülaziz Dehlevî'-nin; eser ve yazar
tanıtan Büstânü'I-muhaddisîn adlı kitabında geçen bazı hadisçileri, asırlarına
göre sıralayarak, bir fikir vermesi için burada nakli uygun görmüş
bulunmaktayız.
a)
Dördüncü hicrî asır (300/399 - 912/1008). Ne-sâî, İbnu'l-Cârûd, Ebu Ya'lâ
Mevsılî, Ahmed b. Mervan Dineverî, îbn Huzeyme, Ebu 'Avâne, Hakîm Tirmizî,
Îbnu'l-Münzir, Tahâvî, Mehâmilî, Ebu Amr b. Semmâk, îbn Kani', îbn Hibbân, Ebu
Bekr Şafiî, Taberânî, Ebu Bekr Acürri, îbn Nüceyd, Ebu Bekr Ahmed
İsmailî,
Eb'ul-Kasım Gâfikî, Ebu'l-Hasen Bezzâr, Dâra-kutnî Ali b. Ömer, Ebu Süleyman
Hattâbî ve diğerleri.
b)
Beşinci asır (400-499/1009-1105). Muhammed b. Ahmed b. Cümey', Muhammed b.
Ahmed Hâkim, E-bu'l-Kasım Temmâm Râzî, Ebu Nu'aym îsfehânî; Hasen b. Muhammed
b. Hallâl, İsmail b. Abdurrahman Sâbûnî, Muhammed b. Selâme Kudâî, Ebu Bekr
Bey-hakî, İbn Abdulberr Nemerî, Hatib Bağdadî, Abdülkerim b. Hevâzm Kuşeyrî,
Ebu Abdullah Humeydî.
c)
Altıncı asır (500 - 599/1106 -
1202). Şîrûye b. Şehrdâr Deylemi,
Hüseyin b. Mes'ûd Bağavî, Kadı Ebu Bekr b. Arabi, Kadı İyâz b. Muşa Yahsubî,
Ebu Musa Medînî.
d)
Yedinci asır (600-699/1203-12993. Ahmed b. Ezher Bağdadî Tüceybî, İbnu'l-Esir,
İbn Halfûn, İbnu'l-Enmâtî, Zıya Makdisî,
İbnu'l-Kattân, Abdülmumin
Dimyatı, İbn Ebu Hamze, Ümmü'l-Hayâ Zehre b. Muhammed, Berzâlî, İbn Salâh,
Abdülazim Münzirî, Yü-nînî, İbn Seyyidi'n-Ebu Şâme, İbnu's-Sâbûnî, Nevevî, îs'irdî Takiyyuddin Ebu'l-Kâsım.
e)
Sekizinci asır (700-799/1300-1396). İbn
Dakîkil-İyd, İbnu'1-İmâm Askalânî, Muhammed b. Yusuf Kirmânî, Bedrüddin
Zerkeşî, İbnu'z-Zübeyr, İbn Teymiyye Harrânî, Mizzî ve diğerleri: Safiyyüddin
Mahmûd, Şe-refüddin Ahmed Ezârî, Alemüddin Muhammed b. Yusuf, Şemsüddin
Ba'lebekkî.
f)
Dokuzuncu asır (800-899/1397-1493). Abdurrahman b. Huseyin Irâkî, Ebu Abdullah Demâsinî, Şemsüddin Birmâvî, Ebu'l-Hayr b.
Cezerî, İbn Hacer Askalânî, Zerrûk Fâsî vd.
g)
Onuncu asır (900-999/1494-1590). Celâluddin
Suyûtî,
Şemsüddin Kastalânî, Ebu Mansur Abdulhâlik b. Zahir Şehhâmi, Hasen b. Abdullah
Bezzârî.
KAYNAK: Ali Osman KOÇKUZU, Hadis
İlimleri ve Hadis Tarihi
TEFSİR TARİHİ
TEFSİR VE TE'VİL
Tefsir kelimesi “Fesr veya taklib tarikiyle “Sefr” köklerinden
“Tef’il” vezninde bir masdardır. Fesr, beyân etmek, keşfetmek, izhâr etmek ve
üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi mânâlarda kullanılmaktadır. Bu mânâlardan
istifade edilerek “Fesr” lügatte tabibin hastalığı teşhis için bakmış olduğu az
suya denir. Bu az suyun zahiri benzerliğinden dolayı bevl olduğunu söyleyenler
de vardır. Tabibler bir şişe içerisindeki bu suyu veya idrarı tahlil ve tahkik
etmek suretiyle hastalığın sebebini bulabilirlerdi. Tefsir kelimesinin taklîb
tarikiyle türeyebileceğini söylediğimiz “Sefr” kökü, çeşitli anlamlara gelirse
de, bu kelimenin Araplar arasında, kapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak ve açmak
gibi mânâlarda kullanıldığı görülür. Tefsir kelimesi ıstılah olarak “Müşkil
olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir” şeklinde tarif edilir. Te'vil
kelimesi kökünden tefil ölçüsünde yapılan bir masdardır. Kelimenin aslı geri
dönmek (rücu) manasınadır. Tefil babı ise açıklamak, beyan, tefsir, keşf,
izah, terceme, netice gibi anlamlarda da kullanılır. İstılah olarak “Zahiri
mutabık olan mânâyı iki ihtimalden birine hamletmektir”.
HZ. PEYGAMBER'İN
KUR'AN'I TEFSİRİ
Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti,
ilahî kitabı insanlara vahiy suretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye
mazhar olan Peygamberin de O'nu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın
kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir.
Çünkü Kur'ân-ı Kerim'deki hakikatlan bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine
kitap gelen seçkin zât Hz. Peygamber'dir (sas). O, Kur'ân tefsirinin aslı ve
esasıdır. Zira Kur'ân O'na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar
içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve
tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. Bu
sebepledir ki, Kur'ân kendisinin tefsir edilmesini yine evvelâ kendisi
istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, islâm'ın kendi bünyesinden
doğmuştur.Kur'ân-ı Kerim'in tefsiri denilince, ilk olarak akla Hz. Peygamber
gelir. Burada, konuyla ilgili birkaç âyeti hatırlatmakta fayda vardır:
"Biz sana da Kur'ân'ı
indirdik. Ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın ve ta
ki insanlar da iyice fikirlerini kullansınlar". (Nahl, 16/44) "Ey “Resulüm,
sana bu kitabı indirdemiz, sırf onların, hakkında ihtilaf ettikleri gerçekleri
açıklaman ve sırf iman edecek kimselere hidâyet ve rahmet olması
içindir.". (Nahl, 16/64)
HZ.
PEYGAMBER'İN TEFSİRİNİN ÖZELLİKLERİ
Hz.
Peygamber'in tefsiri, Kur'ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî
hükümlerini tahsîs, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı
açıklama, garip kelimeleri beyan etme, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hale
getimtıe, edebî incelikleri muhtevi âyetlerin maksadını bildinne gibi belli
başlı kısımlara taalluk eder. Hz. Peygamberin (sas) âyetleri tefsir etmesi,
programlı bir takrir şeklinde olmayıp müteaddit vesilelerle oluyordu.
Hz. Peygamber’den Tefsir Örnekler
Örnek
1:
Bakara
Sûresi’nin 196. âyeti, Hac'da ihramlı iken, yapılmaması lâzım gelen amelleri
anlatırken, ancak hastalık veya ezâ verecek haller müstesna kılınmış, bunun
için de oruç, sadaka ve kurbandan biriyle fidye verilmesini şart koşmuştur.
Fakat bu fidyenin miktarı belirlenmemiştir. Oruç, sadaka ve kurbandan tayini
yapılmayan bu fidye miktarım, Hz. Peygamber bu hadisinde belirlemektedir. Yani
Hz. Peygamber, bir fıkhî meseleyi beyan ve tatbik etmektedir.(İ. Cerrahoğlu)
Örnek
2:
Kur'ân'da, herhangi bir sebeple kapalı
ve muğlak bırakılan, haklarında kat'î izahın ancak nakle mütevakkıf olduğu
mübhem hususlar, Resûlullah (sas) tarafından açıklanmıştır."Namazlara,
hele salat-ı vustaya dikkat edin ve kalkıp huşu ile Allah'ın divanında
durun." (Bakara, 2/238) âyetindeki "es-Salâtu'l-vustâ"nın
ikindi namazı olduğu Peygamberimiz (sas) tarafından bildirmiştir.(Davut Aydüz)
SAHABE DEVRİNDE TEFSİR
Hz. Peygamber'den sonra tefsir
sahasında en büyük rolü sahabe almıştır. Çünkü sahabe, sarsılmaz imânları,
hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzule vakıf olmaları sebebiyle Kur'ân'ı en
iyi anlayan topluluk kabul edilmiştir. İslam'a davette, Hz. Peygamber'in ilk
muhatabı olan bu muhterem zâtlar, kendisinden her zaman, imanlarını
kuvvetlendirecek feyzi almışlar, gerek Kur'ân'ın, gerekse Hz. Peygamber'in
(sas) emirlerine derhal itaat ederek, O'nun açıklamalarıyla, Hz. Peygamber'den
Kur'ân'ın mânâsını ve tatbikatını öğrenmişler, öğrendikleri sûreyi
ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden başka
sûreye geçmemişlerdir. Zira onlar, Hz. Peygamberin (sas): "Sizin en
hayırlınız, Kur'ân'ı öğrenen ve öğreteninizdir" hadisindeki öğrenme
ve öğretmenin mücerret mânâda kullanılmadığını, öğrenilen ve öğretilen şeylerin
muhtevasını bilme mânâsında kullanıldığını idrâk etmişlerdir.Sahabe, Kur'ân
âyetlerini tefsir ederken Kur'ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamberden (sas)
işittikleri ve gördükleri bir şey olup olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nass
mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlardı. Bunların dışındaki tefsirine ihtiyaç
duyduklan ayetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Bu arada
diğer ilahî kitaplara ve Ehl-i Kitab'a da müracaat etmişlerdir. Ancak
Isrâiliyyat denilen bu bilgileri almada Kur'ân ve Hadîs'i birer tashih kaynağı
görerek, onlara muhalif olan bilgileri bir tarafa bırakmışlardır. Çoğunlukla
âyetlerin sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle tefsir yapmışlardır.
İçtihatla yaptıkları tefsirde dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Ayetteki
müşkili halletmek için farklı metotlar takip ederek farklı görüşleri ortaya
koymuşlardıNetice
olarak sahabe efendilerimiz tefsirde şu metodu izlemişlerdir:
1.Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri,
2.Kur'ân'ın sünnetle tefsiri,
3.Kendi re'y ve içtihatları ile
yaptıklan tefsir.(Davut Aydüz).
SAHABENİN TEFSİRİNİN ÖZELLİKLERİ
Sahabe
döneminde Kur'ân'ın bütünü, bugünkü mânâda tefsir olunmamıştır. Onlar, vahiy
ve nüzul döneminde yaşadıkları için, Kur'ân'dan sadece kendilerine muğlak
olanları tefsir etme ihtiyacı duymuşlardır. Tefsir faaliyetinin genişlemesi ve
bu mânâda her ayetin tefsir edilmesi, insanların Allah Resûlü'nden zaman
itibariyle uzaklaşmasıyla kapalılığın tedricen artması sonucu ortaya çıkacak
olan bir keyfiyettir.Hz. Peygamberle (sas) beraber yaşayan sahabe için O'nun
sîreti ve şer'î hükümleri tatbiki canlı bir örnekti. Bundan dolayı genelde
fıkhî meseleleri bildiklerinden sahabenin tefsirinde fıkhî hüküm istinbâtı
nâdirdir.Ashabın akidesi temizdi ve itikâdî konularda ihtilafları yoktu.
Istikâmetlerindeki aynılık ve fikirlerinin birbirine yakınlığı sebebiyle
Kur'ânî mânâları anlamada ihtilafları çok azdı. Buna bağlı olarak tefsirleri de
kelâmî görüşlerden uzaktı.Temel karakter olarak sözlü rivayete dayanması ve
baştan sona ayet ayet bütün Kur'ân'ın tefsir edilmeyip sadece zamanına göre
müphem ve mânâsı kapalı bulunan ayetlerin tefsirini ihtiva etmesine bakılarak
Peygamberimiz (sas) ve Sahabe dönemleri "Tefsirin Birinci Merhalesi"
kabul edilmektedir.
Sahabeden,
Kur'ân tefsirine dair en çok rivayette bulunan ve tefsir alanında ün kazanan şu
kişileri sayabiliriz:
a. Alib.Ebî Tâlib (40/660).
b. Abdullah b. Mes'ûd (32/652). Ubeyy
b.Ka'b (30/650).
d. Abdullah b. Abbâs (68/687).
e. Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664). .Zeyd b.
Sabit (45/665).
g. Abdullah b. Zübeyr (73/692)
Sahabe içerisinde tefsirle ilgili
yapılan nakil ve dirayet açısından ilk sırayı Abdullah b. Abbâs almaktadır.
Kendisine isnâd edilen rivayetlerin çokluğu ve çeşitliliği O'nun ilminin
genişliğini ve derinliğini ortaya koymaktadır. Bu yüzden olmalı ki, İbn Mes'ûd
O'nun hakkında: "Evet İbn Abbâs Kur'ân'ın tercümanıdır." demiştir.
İbn Abbâs'tan sonra tefsirde adından en çok söz ettiren sahâbi, İbn
Mes'ûd ve Ubeyy b. Ka'b'tır.
Gerek Hz.
Peygamber (sas), gerekse dört halife devrinden itibâren, yeni fetihlerle İslâm
devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı
öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler
görevlendiriliyordu. ResûluUah zamanında Muaz b. Cebel'in Yemen'e, Hz. Ömer
döneminde de Abdullah b. Mes'ud'un Irak'a muallim olarak gönderilişini burada
misâl olarak zikredebiliriz. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan sahabe,
oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.İslâm dininin hükümran olduğu beldelerde,
sahabenin güzide bilginleri, tedris halkalarını kuruyor ve etrafına toplanmış
olan tâbiûndan öğrencilerine Kur'ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamberden (sas)
öğrendikleri tefsiri öğretiyorlardı. Bilhassa müslümanlann yaşadıkları bir çok
bölgede, fitnenin zuhûruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya
çıkması, her grubun, haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a sanlması,
bazen yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi
nedenler, sahabeden bazılarının yaptığı üzere, Kur'ân'ın tefsiri hakkında
ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gayesiyle tâbiûndan bazılarının
da karşı çıkmasına rağmen Kur'ân'ın ma'kûl ve doğru bir şekilde tefsir
edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka
sebeplerden dolayı Sahabenin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur'ân ve
hadîs tedrîs ediliyordu. Bu tedrîs neticesinde genel olarak "Mevâlî"
adıyla anılan ve Arap olmayan kişiler sahabeden ilim almışlar ve özellikle
tefsir alanında temayüz etmişlerdir. Tabiîler içinde tefsir ve fıkıhta öne
çıkan Nâfi', İkrime, Atâ, Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi şahıslar, tefsirde
meşhur sahâbilerin mevâlisi olarak anılmaktadırlar. İşte bu ve benzeri
kimseler, eski din ve kültürlerinin de belli ölçüde tesiri altında kalarak,
İslâmiyeti Araplardan farklı bir biçimde anlamışlar, bu anlayış farkları
yüzünden tefsirde önemli hareketlerin başlamasında etkin rol oynamışlardır.Bu
faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları sahâbîler, öğrencileri tabiîler olan
mektepler oluştu. Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiûndan
meşhur müfessirierin yetişmiş olduğu tefsir ekolleri şunlardır:
Bu medrese/ekol, Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür.
"İlim denizi" ve "Tercümânu'l- Kur'ân" unvanının sahibi
olan Abdullah b. Abbas (v. 68/687) tarafından kurulmuştur. Bu ekolün yetiştirdiği
en seçkin öğrenciler şunlardır: Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v.
103/721), İkrime (v. 105/723), Atâ b. Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan
(v. 106/724).
Medine medresesi, Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy
b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurulmuştur. O'nun tedris halkasında yetişen en
meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708), Muhammed b. Ka'b
el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eşlem (v. 136/753), doğrudan veya dolaylı
biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.
3. Irak (Küfe)
Medresesi/Ekolü:
İbn Mes'ûd(v. 34/654) 'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha
çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm
âlimleri, İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu medreseyi/ekolü, içtihâdî
hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek O'na "Irak Re'y Ekolü"
ismini vermişlerdir.Mesruk b. el-Ecda' (v. 63/683), Esved b. Yezîd (v. 75/694),
Mürre b. el-Hemedânî (v. 90/708), Âmir eş-Şa'bî (v. 103/721), Hasan Basrî (v.
110/728), Katâde b. Diâme (v. 117/735), İbrahim en-Nehaî, İbn Mes'ud'tan ilim
alarak yetişmişler ve tefsir alanında ün kazanmışlardır.
Tabiîler buralarda tefsir ve ilmî hayata yeni bir
hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsir okulu ayrı bölgeler ve ayrı şahıslar
tarafından kurulduğu için aralarında ayrılıklar bulunduğu gibi müşterek
taraflar da mevcuttur. Meselâ; Mekke ve Medine ekolleri re'y ve kıyasa fazla
yer vermezlerken, İrak medresesinde bu görüşlere fazlasıyla önem verilmektedir.
Tabiîler, tefsiri sahabeden ya işittikleri şekilde nakletmişler, ya da kendi
içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Bu arada İsrâiliyyat denilen hareket de
tefsire girmiştir. Aslında sahabe devrine kadar indirilebilecek bu hareket
tabiîler devrinde artarak devam etmiş, Yahudî, Hıristiyan ve diğer
kültürlerden gelen rivayetler tefsir kitaplarına girmiştir. İslamî eserlerde
İsrailî rivayetler çoğunlukla Abdullah b. Selâm (v. 43/663), Ka'bu'l-Ahbâr (v.
32/652), Vehb b. Münebbih (v. 110/728), Abdülmelik b. Güreye (v. 150/767)
üzerinde yoğunlaşmaktadır.
TABİ'UN TEFSİRİNİN ÖZELLİKLERİ
Sahabe
Tefsiri, kendilerine mânâsı kapalı gelen ayetlerle sınırlı kalmışken, tabiîler
döneminde Kur'ân'ın bütünü tefsir edilmeye başlanmıştır. Yine Sahâbe'nin
yaptığının aksine, ayetlerin icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip gerektiğinde
kelimeler de tefsir edilmiştir. Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar
âyet âyet tefsir edilirken, istinbat ve
istidlal yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle, âyetlerde geçen
bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir. Lügat müfredatının
yanında târihî bilgiler, fıkhî şerhler ve gayb âlemini tasvîr mahiyetinde
açıklamaların yapılması da sahabe döneminde fazlaca görülmeyen, tâbiûna ait
tefsir özelliklerindendir. Tabiîler arasındaki anlayış farklılığının çokluğuna
bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu ihtilaflar neticesinde
mezhebî ihtilafların tohumları da bu
dönemde atılmış olmaktadır.
TABİ'UN
DEVRİNDEN SONRAKİ TEFSİR
Sahabe ve tâbiûn rivâyetleriyle
başlayan tefsir ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk
asıriarda tefsir ilmini, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip
asıriarda rivayet tefsirinin yanı sıra dirayet tefsiri de gelişmeye başlamış,
böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsirier
meydana getirilmiştir. Sözlü rivayet karakterinden dolayı Hz. Peygamber ve
sahabe dönemine "tefsirin birinci merhalesi"; hadisin bir cüzü olma
özelliği sebebiyle tabiîler dönemine "tefsirin ikinci merhalesi"
denilmiştir. Etbau't-tâbiîn döneminde müstakil yapıya kavuştuğundan bu devre de
"tefsirin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir.Tefsirin
müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't- Tabiîn döneminde her bir ayet,
mushaf tertibi gözetilerek tefsir edilmiştir. Ancak bu tarzdaki ilk tefsirin
hangisi olduğu hususunda ittifak sağlanmış değildir. İlk müstakil tefsir
yazanın "Meâni'l-Kur'ân" adlı eseriyle Ferrâ (v. 207/822) olduğu öne
sürülmüşse de bu görüş kabul edilmemektedir. Tâbiûndan Said b. Cübeyr, Mücâhid
ve İkrime'nin tefsirlerinin de Kur'ân'm tümüne şâmil olmadığı düşünülürse bu
konuda ilk tefsir yazanın Mukâtil b. Süleyman (v. 150/767) olduğu görüşü
ağıriık kazanmaktadır. Bu arada en eski matbu Kur'ân tefsirinin de Süfyânü's-
Sevrî (v. 161/778)'nin olduğu bilinmektedir.
Bu devirde müstakil tefsir yazmış
zevattan bazısı şunlardır: Ali b. Ebî Talha (v. 143/760), Mukâtil b. Süleyman
(v. 150/767), Şu'be İbnu'l- Haccac (v. 160/776), Süfyan es-Sevrî (v. 161/778),
Vekî' İbnu'l- Cenah (v. 196/811), Süfyan b. Uyeyne (v. 198/813), Yahya b.
Sellâm (v. 200/815), Abdur-razzak b. Hemmâm (v. 211/827).İlk tefsirlerin çoğu
kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî (v. 310/922) ve İbn
Ebî Hâtim'in tefsirleri, bu eski tefsirleri koruyan tefsirler koleksiyonu
sayılmışlardır.
Daha önce
de belirttiğimiz gibi Resûlullah Efendimiz (sas), Kur'ân-ı Kerim'i fiilî, kavlî
ve takrîrî sünnetiyle tefsir etmiş ve bu tefsiri O'nun değerli ashabı, hem
kendi aralarında, hem de kendilerinden sonrakilere rivayet ederek
nakletmişlerdir. Ashaptan sonra gelen tâbiûn da aynı metodu takip ederek hem
birbirleri arasında, hem de kendilerinden sonrakilere intikal ettirmek üzere
ashaptan duydukları rivayetleri nakletmişlerdir. Bu dönemde daha çok rivayet
naklî ve bu rivayetler arasından bir kısmının tercih edilmesi şeklinde olan
tefsir çalışmaları müşahede edilmekteydi. Ancak Emevîler'in son dönemiyle
Abbâsîlerin ilk döneminde Hz. Peygamberin hadîsleri tedvîn edilmeye başlandı. Hadîslerden
muhtelif konular ayrı bablar altında toplanıyor ve tefsir konusu da bu hadîs
mecmuaları içerisinde ayrı bir bölüm olarak yer alıyordu. Henüz sûre sûre,
baştan sona Kur'ân tefsiri mevcut değildi. Peygamberimizden veya sahabe ya da
tâbiûndan rivayet edilen Kur'ân âyetlerinin tefsirleri Yezîd İbn Hârûn
es-Sülemî (v. 117/735), Şu'be ibn Haccâc (v. 160/777), Vekî' ibn Cerrah (v.
197/812), Süfyan ibn Uyeyne (198/813), Revh ibn Ubâde (v. 205/820),
Abdu'r-rezzâk ibn Hemmâm (v. 211/826), Âdem ibn Ebî îyâz (v. 220/835), Abd ibn
Humeyd (v. 249/864) gibi hadîs imamlarının derledikleri mecmualar içerisinde
yer alıyordu. Ancak bu mecmualarda tefsir yalnızca "kitâbu't- tefsir"
adıyla bir bölüm halinde mevcut idi. Ve kendilerinden önce geçen zevatın
tefsirlerinin aktarılmasından öteye geçmiyordu. Ayrıca yazıya geçirilen bu
nakiller Kur'ân'in tamamını ihtiva etmiyordu. Bunlar daha ziyade Peygamber
Efendimizin (sas) herhangi bir vesile ile yapmış olduğu tefsir, ya da âyetlerin
iniş sebepleriyle ilgili sahabenin müşahede ve duyduklarına dayanan
rivayetlerden ibaretti.
TEFSİRLERİN
TEDVİNİ
Bir
müddet sonra bir adım daha atılarak tefsirler ayrı mecmualar halinde
derlenmeye başlandı ki, buna tedvîn denilmektedir. Tedvîn sözlükte; "bir
araya getirmek, toplamak ve cem etmek" gibi mânâlar ifade etmektedir.
Terim olarak anlamı ise; "ilk devirden itibaren gelen tefsir rivayetlerini
muntazam bir şekilde bir kitapta toplamak" demektir. Kur'ân'daki her âyetin
tefsiri ile ilgili Hz. Peygamberden (sas) ve ashaptan nakledilen rivayetler
yine mushaftaki sırasına göre tanzim edilerek ilk tefsir mecmuaları meydana
getirildi. Bunlar arasında bilhassa İbn Mâce (v. 273/886), İbn Cerîr et-Taberî
(v. 310/922), Ebû Bekir ibn Münzir en-Neysâbûrî (v. 318/930), İbn Ebî Hatim (v.
327/938), İbn Hibbân (v. 369/979), Hâkim (v. 405/1014) gibi değerli tefsir âlimleri bulunuyordu. Ve
bu tefsirler de yine Hz. Peygamberden, ashaptan, tâbiûndan ve tebe-i tabiînden
nakledilmiş olan rivayetlerin isnatlar halinde aktarılmasından ibaretti.
Kısacası rivayet tefsiri idi. Yalnızca İbn Cerîr et-Taberî nakledilen
rivayetleri zikrettikten sonra kendi tercihini belirttiği gibi bazı yerlerde
gramer ve i'râbla ilgili bilgiler de veriyordu. Ayrıca âyetlerden çıkabilecek
hükümleri de zikrediyordu. Böylece ilk rivayet tefsirieri ortaya çıktı.Daha
sonraki dönemlerde isnat kaidelerine riâyet edilmeksizin ve doğrudan
rivayetlerin nakliyle yetinilme temayülleri belirdi. Bu sebeple titiz bir
isnat zincirinden yoksun bulunan rivayetler ortaya çıktı. Böylece ilk kez
hadîs ve tefsirde uydurma rivayetler yer almaya başladı. Özellikle Kur'ân
kıssalarının açıklanması için İsrâiliyyât nakledilmeye başlandı. Bu sebeple de
âyetlerin tefsirinde çok farklı yorumlara gidildi. Genişleyen İslâm devleti,
yaygınlaşan İslâm toplumu ve gelişen İslâm kültürü doğrultusunda ortaya çıkan
yeni problemlere Kur'ân'ın ışığında çareler bulmak arzusuyla aklî istidlallerle
Kur'ân'dan hükümler çıkarılmaya çalışıldı. Başlangıçta kişisel çabalarla nakledilen
rivayetlerden bir kısmının tercihi şeklinde görülen ve nispeten de kabul gören
bu faaliyet gittikçe genişledi. Antik kültürierin kalıntıları, değişik bilgi
malzemeleri, farklı görüşler, birbiriyle çelişen inançlar yavaş yavaş tefsir
kitaplarında sergilenmeye başlandı. Gramer faaliyetlerinin hızlanarak sarf ve
nahivle ilgili eserlerin tedvîn edilmesi, ahkâmla alâkalı farklı görüşlerin ortaya
çıkması, kelâm problemlerinin tartışılmaya başlanmasıyla, fırkaların değişik
inanç ve görüşlerini yayma gayreti içine girmesi ve Grek felsefesinden
eserlerin tercüme edilmesiyle İslâm düşünürleri tarafından tartışılmaya
başlanması neticesinde; bu disiplinlerin her biri kendi görüşlerini Kur'ân'ın
tefsirinde yansıtmaya çalıştılar. Bu disiplinlerden herhangi birisinde uzmanlaşmış
olan kişi, onu Kur'ân'a da uygulamaya yöneldi. Bu sebeple Zeccâc, Vahidî ve
Ebû Hayyân gibi müfessirler, gramer faaliyetlerine ağırlık veren, Kur'ân'ın
i'râbıyla alâkadar olan tefsirler yazdılar. Cessâs ve Kurtubî gibi fıkhî
mes'elelerle ilgilenen âlimler, fıkhî yanı ağırlıklı olan tefsirler yazdılar.
Kelâmcılar ve özellikle Râzî gibi aklî bilimlerde gelişmiş olan düşünürler de
felsefî ve kelâmî yönleri ağır basan tefsirler yazdılar. Tarihçilerin
kaleminden çıkan tefsirler de daha çok -doğru/yanlış- geçmiş haberlerin
naklinden ibaret oluyordu. Sa'lebî ve Hâzin gibi. Bu arada gerek Mu'tezîle'den
gerekse Şîa'dan birçok bilgin de kendi mezheplerinin görüşünü yansıtan
tefsirler yazdılar. Rummânî, Cübbâî, Kadı Abdülcebbâr, Zemahşerî gibi bilginler
Mu'tezilî inançlara ağırlık veren tefsirler yazarken, Tabersî ve Molla Muhsin
el-Kâşî gibi bilginler de Ca'ferî ve İmâmi görüşleri yansıtan tefsirler
yazdılar. Bu arada zühd ve takva yönü ağır basan es-Sülemî ve benzeri
mutasavvıflar da Kur'ân'ın tasavvufî yorumlarına yeltendiler. Daha sonra
İbnü'l- Arabî ve Sadreddin Konevî gibi bilginler de işarî tefsirler yapmaya
çalıştılar. Böylece her görüş kendi kanâatları doğrultusunda Kur'ân âyetlerini
yorumlamaya çalıştı.
Diğer taraftan bazı bilginler de Kur'ân-ı Kerim'deki değişik konuları
içeren tefsir kitapları yazdılar. Sözgelimi Ebû Ca'fer en-Nehhâs nâsih ve
mensûh ile ilgili, Ebû Ubeyde Kur'ân'daki mecazla ilgili, Râgıb el-İsfehânî
Kur'ân'daki terimlerle alâkalı, Vahidî Kur'ân'daki nüzul sebeplerini anlatan,
Cassâs Kur'ân'daki ahkâmı belirten ve İbnü'l- Kayyîm ise Kur'ân'daki yeminleri
konu edinen tefsirler yazdılar. Bunun sonunda tefsir faaliyeti, o devrin bütün
kültür müesseselerini içine alacak geniş bir yapıya kavuştu. Ve böylece muhtelif
tefsir çalışmaları ortaya çıktı
KAYNAK: İsmail CERRAHOĞLU, Tefsir Tarihi
Davut AYDÜZ,Tefsir Tarihi,
Çeşitleri ve Konulu Tefsir
FIKIH TARİHİ
Dini ve kanuni ıstılah yönünden
teşri, mükelleflerin amelleriyle ilerde karşılaşabilecekleri olaylara müteallık
hükümleri bildiren kanunların vazından ibarettir. Eğer bu teşriin kaynağı,
peygamberleri ve onlara indirdiği kitapları vasıtasiyla Allah Ta'ala olursa,
ortaya konulmuş olan kanunlar “ilahi“
olmak vasfını kazanır ve bu kanun yapma işine de “teşri-i ilahi“ adı verilir. Fakat bu kaynak, ister ferd ,
ister cemaat halinde olsun, eğer insanlar olursa, ortaya konan kanunlar “beşeri“ vasfını vasfını alır ve buna da
“teşri-i vaz'i “ denir. Buna göre, İslam hukukunda iki çeşit kanun var
demektir. Biri: Allah ta'ala'nın Kur'an
ayetleriyle ortaya koyduğu ve peygamberine ilham ederek onu üzerlerinde karar
kıldırdığı ilahi kanunlar;diğeri ise, sahabe ve tabi'un başta olmak üzere
müçtehit imamların “ilahi kanun“ nasslarından, bu nassların mana ve ruhuna
uygun bir şekilde ve istinbat suretiyle vaz' ettikleri beşeri kanunlardır.Buna göre islam hukukunda kanun vaz'ı(teşr-i islami)
denildiği zaman yukarıda zikrettiğimiz bu iki çeşit kanun vaz'ı akla gelir ve
bunların ortaya çıkışları, gelişmeleri,sonra da duraklamaları dört devir içinde mütala'a edilir:
1-)Hz Peygamber devri
2-)Sahabe devri
3-)Tedvin ve müçtehit imamlar devri
4-)Taklid devri
PEYGAMBER
DEVRİ
Bu devir kuruluş ve ortaya çıkış
devridir. Müddeti Hazreti Peygamber'in bi'setinden(610 m.) vefatına kadar geçen 22 yıl ve bir kaç aydan
ibarettir. Bu devir, çok kısa sürmüş olmakla birlikte, Kur'an ve Sünnet ahkamına ait nasslar ile, kanun vaz'ında
kendilerine müracaat edilen birtakım usulü bıraktığı ve hakkında nass
bulunmayan meselelerin hükümlerinin bilinmesine yardım eden delil ve kaynaklara
işaret ettiği, kısaca, kanun vaz'ının esaslarının ortaya koyduğu için bu devri
İslam Hukukundaki rolü büyük olmuştur.Peygamber devri de kendi içinde
birbirinden farklı iki döneme ayrılır:bu
devrin birinci dönemi Mekke dönemidir. Bu, Hazreti Peygamberin bi'setinden
başlayıp hicretine kadar devam eden 12 yıl ve bir kaç aylık zaman dilimini kapsıyor.
Bu dönemde daha çok davet ön plana çıktığı için tevhit, ahlak, iman gibi konular işleniyor ve müşriklerin bu
konularla ilgili düşünceleri eleştiriliyor. Dolayısıyla bu dönemde teşri'e,
kanun vaz'ına imkan bulunmadığı gibi buna gerek de kalmamıştı.Zaten Mekke'de
inen ayet ve surelerde işlenen konularda
bunları rahatlıkla görebiliyoruz.Mesela Yunus, Ra'd,Furkan gibi Mekki surelerde daha çok akaid, tevhit
ve geçmişte yaşanan olaylar anlatılır. İkinci dönem ise Hazreti Peygamber'in
Medine'ye hicretiyle başlayan ve
vefatına kadar devam eden yaklaşık 10 yıllık bir süreçtir. Bu dönemde
müslümanlar Mekke dönemine göre daha
güçlü bir konuma gelmişler, artık bir devletin temellerinin atıldığı dönemde
yaşayan müslümanlar, kendilerine karşı birleşen müşriklerle şavaşıyor, ayrıca medine şehir devletinde
müslümanların dışında Ehl-i Kitap'tan insanlar da var.onlarla olacak
ilişkilerin nasıl olması gerektiği ve müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerinin nasıl olması gerektiği ile
ilgili ayet ve sureler iniyor.Dolayısıyla
var olan ihtiyaca dayalı olarak kanun,teşri' ile ilgili ayetler
iniyor.Bu suretle Medine devri, evlenme,
boşanma, veraset, borçlar, cezalar v.s ile ilgili ahkamın ortaya çıktığı bir
devir olmuştur.Bu devirde, Kur'an-ı Kerimden akaid,ahlak ve kasa ayetleri
yanında ahkam ayetlerini de
kapsayan Bakara, Al-i İmran,
Nisa, Maide, Enfal, Tövbe, Nur ve Ahzab gibi sureler nazil olmuştur.
Bu devirde teşri'i kuvvet
yalnızca Hz. Peygamber'in elinde
bulunuyordu. Müslümanlardan hiçbiri ne kendisiyle ve ne de başkası ile ilgili
olarak ortaya çıkan bir mesele hakkında
hüküm teşri'i kuvvetine sahip değildi. Çünkü Hazreti Peygamberin aralarında
yaşaması, herhangi bir mesele hakkında ona kolayca başvurabilmeleri,
içtihatlarıyla fetva vermelerine veya
hüküm çıkarmalarına bırakmıyordu. Bir
hadise olsa, bir ihtilaf çıksa, bir sual sormak veya fetva istemek hatıra
gelse, hemen Hz. Peygambere başvuruyorlardı. O da onlara bazen kendisine
vahyedilen Kur'an ayetleriyle, bazen
Allah'ın, bazen de kendi aklının veya tedkik ve takdirinin ilham ve irşad
ettiği şeylere istinaden kendi içtihadiyle cevap veriyor, veya ihtilaflarını
hallediyordu.Bu hükümler müslümanlar için tabi olmaları gereken bir kanun
oluyor ve bu hükümlerin konulması işi de bir teşri'den ibaret oluyordu. Bununla
beraber, Hazreti Peygamber devrinde bazı sahabeler, birtakım ihtilaflarda ve
meydsns gelen bszı olaylarda kendi içtihatlarıyle hüküm verdikleri yahut hüküm
istinbatında bulundukları görülür. Mesela Ali b. Ebi Talip. Hz. Peygamber onu
Yemen'e Kadı olarak gönderdiği ona şöyle
demiştir:“Allah kalbine hidayet, diline kuvvet versin. Önüne iki hasım oturduğu
zaman, birini dinlediğin gibi, diğerini de dinlemeden aralarında hüküm
verme.Hükmün tebeyyün etmesi için her iki tarafı da dinlemen gerekir.“
Hz. Peygamber
devrinde, sahabenin içtihadına taalluk eden bu gibi misalleri artırmak
mümkündür.Ancak bunlar cüz'i meselerden ibaret olup Hz. Peygamber dışında
herhangi bir sahabinin teşrii kuvvete sahip olduğuna delalet etmezler.Bunlar,
mesafenin uzaklığı dolayisiyle Hz. Peygambere başvurmanın mümkün olmadığı,
yahut zuhur eden bir fırsatın kaçmasından korkulduğu için başvurulan çarelerdir
ve bunda mazurdurlar. Diğer taraftan böyle hallerde verilen hüküm veya
fetvalar, verildikleri zamana has bir tatbikattan ibarettir; yoksa teşriden
değildir. Zira hangi sahabiden ve hangi meselede içtihat mahsulü bir hüküm
sadır olmuşsa, bu hüküm, Hazreti Peygamberin ikrar ve tasvibine nail olmadıkça,
müslümanlar için bir teşri ve onları ilzam eden bir kanun olmuyordu.Bu
itibarla, Hazreti peygamberin hayatında teşrii kuvvet yalnız onun elinde
idi.Hazreti peygamber döneminde teşri'in
iki kaynağı vardı:Biri İlahi vahiy
diğeri de Hz. Peygamberin içtihadıydı.
SAHABE DEVRİ
Bu devir tefsir ve tekemmül
devridir. Müddeti, Hazreti peygamberin vefatından birinci Hicri asrın sonuna
kadar yaklaşık olarak 90 senedir. Bu
devir, teşri'i tefsir ve hakkında nass bulunmayan hadiseler için istinbat
kapısının açılış devridir.Bu devirde sahabe ileri gelenlerinden Kur'an ve
Sünnette mevcut ahkam nasslarının
tefsiri ile ilgili bir çok görüş sadır olmuştur; bu görüşler, nassların tefsir
ve tebyini için teşri'i bir merci sayılır. Keza yine bu sahabeden sadır olan ve
haklarında nass bulunmayan çeşitli hadiselere müteallik ahkamı ihtiva eden
fetvalar da içtihad ve istinbatın asılları olarak kabul edilir.Alim sahabiler,
nassların beyanı, neşri ve hakkında nass
bulunmayan meseleler hakkında fetva verme gibi, üzerlerine vacip
gördükleri teşri'i işini yürütmüşlerdir.
Bu bakımdan bunlar, sahabe devrinde teşri'i kuvveti ellerinde bulunduran ve
müslümanların kendilerine müracaatları hususunda Peygamberlerin halefleri olan
kimselerdir.Teşri hakkını, halifeleri tayini veye müslümanların seçmesiyle
değil, temayüz ettikleri şahsiyetleriyle kazanmışlardır.Sahabe devrinde
teşri'in başlıca üç kaynağı vardı: Kur'an, sünnet ve sahabe içtihadı. Sahabeden teşri'
konusunda ileri gelenlerden bazıları:Medine'den Zeyd b. sabit, Mekke'den Abdullah
b. Abbas, Irak'tan Abdullah b. Mes'ud, Mısır'dan Abdullah b. Amr ibn'il-As'dır.
TEDVİN VE MÜÇTEHİD İMAMLAR DEVRİ
Bu
devir H. 2. asır ile başlar ve 4. asrın ortalarında son bulur, müddeti yaklaşık
olarak 250 senedir. Bu devrin tedvin ve müçtehid imamlar devri olarak isimlendirilmesi, kitabet ve tedvin işinin
süratlenmesi sebebiyledir: sünnet, sahabe. tabiun ve tebe'u't-tabi'in
müftilerinin fetvaları, Kur'an tefsirleri, müçtehid imamlar fıkhı, usul-i fıkıh
ilmine ait risaleler, bu devirde tedvin edilmiştir. Tedvinin bu derece
süratlenmesinin sebebi de, içtihad ve teşrii ricalinin bu devirde çoğalması ve
hepsine de, vuku' bulan ve vuku'u
muhtemel bulunan hadiseler için kanun vaz'ında ve hüküm istinbatında büyük
tesir icra eden teşri ruhunun nüfuz etmesidir. İslam
teşri'i bu devirde nema bulmuş ve olgunlaşmış ve onun altın devri olmuştur.
İslam Devleti, sınırlarının genişliğine, işlerinin ve ihtiyaçlarının değişik ve
çok olmasına karşılık, bu devir, ona, kanun ahkam yönünden zenginleştiren
teşrii bir servet kazandırmıştır.Hicri birinci asrın sonlarında muhtelif ülkelerde ifta ve teşrii görevini
elde tutan sahabilere tabi'undan bir grup mülazemet etmiş,Kur'an'ı onlardan
almış, sünneti onlardan rivayet etmiş, fetvalarını bellemiş, teşri'in esrarını
ve ahkam istinbat yollarını onlardan öğrenmişlerdi. Bu tabi'un arasında fetva
isteyenler bulunduğu gibi, sahabe hayatta iken bizzat fetva verenler de vardı.
Mesela Medine'de Sa'id ibnu'l-Museyyib, Kufe'de Alkama b. Kays ve Sa'id b.
Cubeyr fetva verenlerdendiler.Bu devirde teşri ricalinin çoğu, şer'i ilimlerin
tedrisi ve hadis rivayeti ile meşgul oluyordu.Şureyh, Şa'bi ve Ebu Yusuf gibi
bazı imamlar, devletin kaza işlerinde vazife almışlar, Ebu Hanife gibi diğer bazı
imamlar ise resmi vazife almaktan çekinmişlerdir.Bunula beraber ifta işi har
hangi bir müftinin vazgeçebileceği bir vazife değil, ifasına muktedir oldukça,
ticaret, ders v.s. gibi şahsi meşguliyetleri yanında yapması gereken(vacip) bir
iş olmuştur. Bu devirde teşri'in dört kaynağı var:Kur'an, Sünnet,İcma' ve kıyasla içtihad, yahut hangi yolla olursa olsun istinbat.Bu dönemde
müçtehit imamlar bazı konularda ihtilafa düşmüşler. Bu da mazheplerin oluşumuna
zemin hazırlamıştır.
Müçtehid imamlar devrinin bıraktığı teşri'i eserleri üç bölümde
incelemek mümkün-dür.Birincisi, bu devirde sünnetle ilgili olarak tedvin olunan
sahih kitaplardır. İkincisi, fıkıh ve fıkıh ahkamının tedvini ile, aynı konuya
giren mesailin bir araya getirilip toplanması ve ahkamın illetlerinin bulunp
çıkarılmasıdır. Üçüncüsü, fıkıh usulüne ait tedvin olunmuş kitaplardır.Bu
tedvin, her müçtehidin kendine has
teşri'i bir yol ittihaz etmesinden sonra, kendi içtihad ve yollarını, üzerlerine
bina eylediği esas ve asılların vaz'ına büyük itina göstermesinin bir neticesi
olarak başlamıştır.Bu devrin bazı ileri gelen müçtehitleri:
1-)Ebu Hanife Nu'man b. Sa'id(H.150)
2-)Malik b. Enes (H.173)
3-)Muhammed b. İdris eş-Şafi'i(H.204)
4-)Ahmet b. Muhammed b.Hanbel eş-Şeybani el-Mervezi(H.241)
TAKLİD DEVRİ
Bu devir,
ulemanın Kur'an ve sünnet nasslarından hüküm istimdadı ve hakkında nass
bulunmayan meselerde şer'i delillerden hangisiyle olursa olsun, hüküm istinbatı
içn teşri'i kaynaklara müracattan ve mutlak içtihadda himmet ve gayretlerini
kestikleri ve kendilerinden önceki müçtehit imamların tabi olmakla iktifa
ettikleri bir devirdir.Bu devir, takriben 4. asrın ortalarında, müslümanların
her türlü kalkınma hamlelerini tesiri altına alan ve teşri'i canlıklarını
durgunluğa sevk eden siyasi, akli, hulki ve içtimai birtakım faktörlerin zuhuru
ile başlamıştır.Bu faktörler içtihad ve
kanun yapma hareketini durdurmuş, ulemada fikir hürriyeti ruhunu öldürmüş, bunu
neticesi olarak da, ulema, suyu hiç bir zaman kurumamış olan iki kaynağa(Kur'an
ve Sünnet) gitmeyerek, taklide razı olmuşlar,Ebu Hanife, İmam şafi'i, Ahmed b.
Hanbel ve akranları gibi kendilerinden önceki imamların fıkhına tabi olarak,
akıllarını, bu mezheplerin usul ve furu'unda oluşan sınırlı bir daire içine
hapsetmişler.
SON ASIRDA GİRİŞİLEN
TEŞRİ'İ HAREKETLERİ
13. Hicri
asrın sonlarına doğru Osmanlı Hükümeti, bazı ileri gelen ulemasını toplayarak,
onları, kaynağı İslam Fıkhı olmak üzere medeni muamelatla ilgili kanun vaz'ıyla
görevlendirmiş, alınan hükümlerin asrın ruhuna
uygun olması halinde, bunların, maruf mezhepler dışından da alınmasında mahzur görülmemiştir.Bu heyet, 1286
H.senesinde Mecelle-i Ahkam-ı Adliye adı verilen kanunu hazırlamış, 1292 H.
senesinde ısdar olunan bir emirle bu kanuna göre amel edilmesi istenmiştir. Bu kanunda beyi' ile ilgili bazı hükümler
İbn. Şubrume mezhebinden alınmıştır.Bu, dört mezhebin taklidine karşı açılan
ilk kapı olmuştur. Mısır'da da bu konuda 20. yüzyılda olumlu denecek bazı
adımlar atılmış.
Bugün yeni
adımların atılarak halkın mesalihini gerçekleştirecek, asrın ruhuna ve
inkişafına ayak uyduracak, geçmiş mezheplerden alınmasa bile Kur'an'ın ve sahih
Sünnetin nasslarına muhalif olmayacak kanunların vaz'ı temenni edilmektedir.
KAYNAK: Abdulvahhab HALLAF,İslam Teşri'i Tarihi,Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları
Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihi’nin Mukayeseli Olarak Bilginin Bütünlüğü Kapsamında Ele Alınması
Immanuel Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi isimli yazısında belli başlı bazı önermeler üzerinde durur. Bunlardan ikincisinde geçtiği üzere, “İnsanda (yeryüzünde tek akıl sahibi yaratık olarak) aklın kullanımına yönelik doğal yetenekler, tam olarak bireyde değil, ancak türde gelişebilir.” Bir yaratıkta akıl, o yaratığın içgüdülerinin sınırlarının çok ötesinde düşünmesini sağlayan özel bir yetenektir ve aklın tasarılarının ufku sınırsızdır. Adım adım ilerlemesi bir çaba, deneme ve öğrenim gerektirir. Buna göre, doğal yeteneklerinin hepsini tam olarak nasıl kullanacağını öğrenmesi için her insanın çok uzun yaşaması gerekirdi ve eğer doğa insan ömrünü kısa tutmuşsa türümüze ektiği çekirdeklerin, onun özgün eğilimine uyacak ölçüde gelişebilmesine kadar uzun ve aydınlanma yoluyla bir sonrakine devreden kuşakların gelip geçmesi gerekecektir. Bu gelişim derecesinin ulaşıldığı zaman noktası, insanın en azından aklındaki bir ide olarak çabalarının hedefi olmalıdır. Kısaca ifade etmek gerekirse, her insan tarihin sonunda ulaşılacak olan bir büyük insan idesi için çabalamalıdır. Yoksa insan dünyada amaçsız bir varoluşun içinde değildir. Bu şekilde ise tarih ve tarihin içindeki kültürel gelişim rahatlıkla görülebilir. Her bilgi türü, bu büyük bilgi hazinesinin bir parçasını oluşturur ve sonraki kuşaklara aktarılarak, büyük bir insanlık hazinesi oluşturulur. Bu yazı da bizde üç ayrı ama birbirlerini tamamlamaları ve gelişim süreçlerinde benzeşen tarih disiplinlerini ele alacağız.
Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimleri tarihsel gelişimlerine bakıldığında kümülatif bir yapı halinde karşımıza çıkarlar. Hepsine ayrı ayrı bakıldığında, bir doğuş, sonrasında bir gelişme ve en sonunda da bir olgunluk çağının olduğu açıktır. Öncelikle hepsi bir nedene, bir amaca ve en önemlisi bir ihtiyaca binaen ortaya çıkmıştır. Örnek vermek gerekirse, Kur’an ayetlerindeki bazı kapalılıkların giderilmesi için Tefsir ilmine, Peygamberin ağzından çıkan her kelimenin İslam dini açısından ikincil kaynak olması Hadis faaliyetlerine ve bu dinin muamelatta sınırlarının ve kurallarının belirlenmesi, daha doğru ifadeyle yaşanması için ise Fıkıh ilmine ihtiyaç duyulduğundan, biz bugün bu ilimleri bilgi hazinemiz içinde merkezi bir noktaya yerleştirmiş ve sonrasında da geliştirmişizdir. Hepsi kendi içlerinde bütünlüğe sahip olmakla birlikte, bir yapbozun parçaları gibi bir araya geldiklerinde de, büyük resmin görülebilmesi için uyumlu bir üst bütünlük oluşturmaktadırlar.
Üç disipline de
bakıldığı zaman tarih sahnesinde doğuşlarının Peygamber devri ile başladığı
görülmektedir. Hz.Peygamber kendisine inen vahyi, daha doğrusu Allah’ın belli
bir dönemde Arap toplumu ile diyalogunu, şifahi olarak insanlara aktarıyordu.
Kur’an metinlerine gösterilen yazma özeninin dışında hiçbir konuda yazım söz
konusu değildi. Fıkhi kurallar şifahi olarak tartışılıyor, Peygamberin sözleri
ise şifahi olarak naklediliyordu. Sahabe aklına takılanı soruyor ve cevabını
alıyordu. Buradan da anlaşıldığı üzere bütün bilgi herhangi bir ilmi aktivite
olmanın dışında kullanılıyordu. Bilginin açıklanmasında birincil kaynak Hz.
Peygamber’di. Daha sonrasında Sahabe ve Tabiun gelmekteydi. Bilgi bu zamanda
Tefsir, Hadis veya Fıkıh olarak ayrılmış değildi. Hepsi bir bütün olarak,
birbirinin içine geçmiş olarak gelişmekteydi. Ancak bir süre sonra İslam
Devleti’nin kurulmuş olması, fetih hareketleri ve farklı etnik unsurların İslam
dünyasına dâhil olmasıyla, dini çerçeve genişledi. Dolayısıyla farklı diller,
farklı kültürler derken, farklı sorular ve sorunlarla karşılaşan İslam dini ve
bu konuda çalışma yapan âlimler, ilimler konusunda yazı faaliyetlerine
başladılar. Yazı faaliyetlerinin başlaması, en başta Kur’an-ı Kerim’in
toplanması ve çoğaltılması iledir dememiz de pekâlâ mümkündür. Kıraat ilminin
ve yazının bu dönemde gelişmesi de bu durumu desteklemektedir. Farklı
okuyuşların getirebileceği muhtemel yanlışların önüne geçebilmek için noktalama
ve harekelemenin gündeme alınması da bu dönem açısından ilmi bir faaliyetin
yürütüldüğünü gösterir. Resmi Osman mushafının dağıtılması, büyük bir
karışıklığın önüne geçilmesine sebep olmuştur. Kur’an’ın yazıya geçirilip
standart nüshanın elde edilmesi, hadis yazma ve nakletme faaliyetlerinin de gelişmesine
katkıda bulunmuştur. Bilginin bütünlüğü çerçevesinde baktığımız zaman, ilk
tefsir metinlerinin hadis kitapları içinde yer aldığını görmek, aslında
birbirlerinden ayrılmaz bütünler hakkında konuşulduğunun açık bir
göstergesidir. Daha sonraları, rivayet kültürü içerisinde gelen bu tefsir
metinleri rivayetlerin ayrı olarak korunması endişesi ile müstakil eserlerde
ele alınmıştır. İlk ayrı tefsir kitabı olarak Mukatil b. Süleyman’ın eserini
zikredebiliriz. Rivayet tefsirlerinin ilk olarak çıkmış olması bu sebepledir.
Daha sonraları ise rivayetler arasında tercihlerde bulunarak görüş öne süren
dirayet tefsirleri, yoğunlukla ahkâm ayetlerini ele alan fıkhi tefsirler
yazılmıştır. Fıkıh literatürünün gelişimi ise nispeten sonraki bir döneme
rastlamaktadır. Risalet devrinde Hz.Peygamber’in ve sonrasında sahabenin Kur’an’a
ve kendi görüşlerine dayanarak yaptıkları içtihadi faaliyetler sonraları
sistemli bir hale getirilmiştir. Geç dönem sahabelerinin ve daha çok tabiinin
çalışmalarıyla gelişen fıkıh ilmi, Peygamber dönemindeki uygulamalar, hadis ve
tefsir ilminin gelişimiyle kaynaklarını bulmuş ve köklü bir ilmi disiplin
olmayı başarabilmiştir. Mezheplerin bölgesel olarak farklılıklarıyla da
desteklenen fıkıh ilmi, dünya hukuk sistemleriyle karşılaştırılacak bir düzleme
oturtulmuş ve devletlerin yönetimdeki gücü haline dönüşmüştür. Özellikle Tefsir
ve Hadis ilimlerinin yazımından sonra geçilen tedvin dönemi, fıkıh literatürü
açısından büyük yarar sağlamıştır. Bu dönemde gördüğümüz Ebu Hanife, Malik b.
Enes, İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel İslam fıkhının temel taşlarını oluşturmuşlardır.
Fıkhın tedvini de hadisin tedvini gibi karmaşayı önlemiş ve yanlış
anlaşılmaların önüne geçilmiştir. Tedvin döneminden sonra her ilim kendi
ıstılahlarıyla kendi özel alanlarında uzmanlaşmış ve ilk başta bütün olarak ele
alınan üç disiplin ayrı uzmanlık alanları olarak gelişimini sürdürmüştür.
[1] Özlem, Doğan ve Ateşoğlu, Güçlü Tarih Felsefesi Seçme Metinler Herder, Kant, Fichte, Schelling, Hegel, Schopenhauer, Doğubatı, 2012, s. 31-47
[2] Bağcı, Musa Hadis Tarihi H.İlk Üç Asır, Ankara Okulu, 2009
[3] Demirci, Muhsin Tefsir Tarihi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınevi, 2015
[4] Karaman, Hayrettin İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, 2011
[5] SERİNSU, Ahmed Nedim. Kur’ân ve Bağlam. İstanbul: Şûle Yayınları, 2008
[6] KOÇYİĞİT, Talat. Hadis Tarihi. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1977.
İSLAM
TEŞRİİ TARİHİ
(ABDULVAHHAB HALLAF)
A-)PEYGAMBER
DEVRİ
Bu dönemde Hz Peygamber dini kuralların uygulanması konusunda örnek ve etkindi.Çünkü bir sorun oluştumu vahiy geliyordu.Az da olsa sahabenin bu dönemde ictihadı mevcuttu.(Muaz b. Cebeli yemene gönderirken ictihatla amel edeceğini söylemesi)
B-)SAHABE DEVRİ
Bu dönemde teşrii kuvvet sahabenin elindedir.Kuran tedvin edilmiş .Sünnet ise tedvin edilmemişti.Medinede icithatlar sahabe yoluyla tek elden yapılıyordu.Fetihlerle beraber sahabiler yayıldı ferdi ihtiyaç başladı.Sahabilerin sünneti korumanoktasında önlemleri mevcuttu.(Hz Ebubekrin bir sahife teyit olmadıkça herhangi bir raviden hadis almaması)Bu dönemde öne çıkan isimlerden bazıları :
Zeyd b Sabit (vahiy katibi)
Abdullah b Abbas (Peygamberimizin kuzeni,ilmi yönden peygamber efendinimiz kendisini övmüştür)
Abdullah b Mesud (Fetva konusunda temayüz etmiş,Kufeliler fıkıh öğretmiş)
C-)TEDVİN VE
MÜCTEHİT İMAMLAR DEVRİ
Bu devirde fıkıh gelişmiştir.Çünkü hudutlar genişlemiş;Sünnet sahabe ve tabiun fetvaları tedvin edilmiş,Ebu Hanife İmam Malik gibi önemli isimler bu devirde yetişmiştir.Bu devirde din bilginleri arasında ihtilaflar da olmuştur.Yani rivayetler arası değerlendirmede( hangisi üstün ),lugatla ilgili prensiplerin değerlendirilmesi hususu ihtilafların başlıca sebepleridir.İhtilafın olaması İslamla ilgili bilgilerin artmasına çeşitlilik ve zenginlik oluşmasına sebep olmuştur.Fikri anlamda bir canlılık mevcuttut.
D-)TAKLİD
DÖNEMİ
Bu dönemde ise fikri canlılık durmuş önceki imamlar taklid edilmeye başlanmıştır.İslam toplumu arasında bölünmeler yaşanmış mezhepler arası üstünlük yarışları başlamış alimler iftiraya uğramamak için görüş belirtmekten çekinmişlerdir.Ulema çeşitli tabakalara ayrılmıştır. (Tahric ehli, Tercih ehil,Taklid ehli vs.)
E-)SON ASIRDA GİRİŞİLEN TEŞRİİ HAREKETLER
Dört mezhebin taklidine karşı bir eser kaleme alınmıştır.Mecellei Ahkamı Adliyye.Bu kanundav bey’ ile ilgili bazı hükümler İbn Şubrume mezhebinden alınmıştır.
TEFSİR TARİHİ
PROF. DR. İSMAİL CERRAHOĞLUNUN
TEFSİR USULU KİTABINDAN İLGİLİ BÖLÜM
TEFSİR VE TE’VİL
Tefsir ve te’vil kelimeleri muhtelif zamanlarda birbirlerinin yerine kullanılsa da aynı anlamda değillerdir.Tefsir te’vilden daha umumidir.Tefsir ekseriya lafızlarda te’vil ise manalarda kullanılır.
TEFSİRDE İHİTLAF
Sebepleri
Kıraat ihtilafı
İrab yönünden
Hakikat Mecaz ihtimali
Lafzın iki veya daha fazla manada iştiraki
Hz Peygamber ve seleften gelen tefsir rivaytlerinin ihtilafı
Hz.PEYGAMBER
VE TEFSİRDEKİ YERİ
Hz.Peygamber tefsirde Kuranın somutlaşmış halidir.Kuranı ilk açıklayandır.Bu konu şu hadis-i şerif önemlidir:
‘’Bana Kitapla beraber mislide verildi’’
TABİUNUN TEFSİRDEKİ YERİ
Bu dönemde Araplar ilimle ilgilenmemiş idare ile ilgilenmişlerdir.İlimle ilginen mevali olmuştur.Diğer ülkelere dağılan sahabilerden çoğunlukla arap olmayanlar ilim almışlardır.
Daha sonraları Rivayetlere İsraili kaynaklı bilgiler girmiştir.Bu konuda bir hadisi şerif mevcuttur.
‘’Beni İsrailden nakledin bunda hiçbir beis yoktur.’’
Müfessirlerin İsrailiyat Karşısındaki Tutumu
· Elden geldiğince uzak durmaları
· Kuranın ruhuna uygun olanları alma
Tefsir ilmi H.2 asırdan itibaren hadis ilminden ayrılmış müstakil eserler meydana gelmiştir.
HADİS
TARİHİ
PROF.DR.TALAT KOÇYİĞİT
Hadis Hz. Peygamberin söz fiil ve takrirleridir.
Haid yazımı ilk dönemlerde yasaklanmıştı.Bunun sebebi
· Yazı bilenlerin az olması
· Kur’anla karışma tehlikesi
· Yazılmak istenmiş fakat daha sonraları aslına uygun olarak nakledilememe kaygısı taşınmıştır.
Hadislerin yazımı tabiun dönemine rastlar.Bu dönemde ilk tedvin eden İbn Şhab ez Zuhridir.Bu dönemde tedvin ve tasnif edilen eserler şunlardır:
· Siyer ve megazi kitapları
· Sünen kitapları
· Cami’ler
· Musannefler
İlk yazılı hadisler Hz Peygamberin diplomatik mektupları ve sadakat hadisleridir.
Daha sonraları dini konularda ihtilaflar yaşanmış bunların sebepleri ise sahabilerin farklı çevrelerde yaşaması ilk dönemler hadislerin tedvin edilmemiş olması olarak açıklanmıştır.
Daha sonraları ise hadis uydurmacılığı (Vaz’ı) başlamıştır.Bunun sebepleri ise itikadi ,İslam düşmanlığı,ırk belde mezhep taassubu , vaizlerin tutumu ,tergib ve terhib olarak açıklanmıştır.Ve bundan dolayı cerh ve ta’dil diye bir hareket oluşmuştur.Bu konu da Muhammed b Sirinin şu sözü önemlidir.
‘’Bu ilim dindir,dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.’’
Sonuç olarak tefsir hadis ve fıkıh tarihine baktığımızda genel olarak içerikte aynı şeyleri görmekteyiz.
Kuranın açıklayıcısı konumunda olan bu ilimler aslında bir bütündür.Bu ilimlerden birisini göz ardı edersek Kur’anın anlaşılması eksik kalmış olur.Bu ilimlerin beslendikleri kaynak aynıdır.Bu yüzden Kuranın anlaşılmasında bilginin bütünlüğünü göz ardı etmemeliyiz.
İslamî
literatürün erken dönemde teşekkül edip gelişen çizgisini, tefsir – hadis –
fıkıh tarihleri mukayesesiyle incelediğimizde, çağdaş döneme etki eden bir
yanılgının farkına varmaktayız; İslam’ı kemikleşmiş bir yapı olarak algılama. İslam
geleneği sağlam bir metodolojiye sahiptir. Ahlakî özünün bir tarafa
bırakılmasıyla güncel şartlarda işlevsiz bir hukuk sisteminden ibaret
zannedilen bu geleneğin köklerinin, nuzul dönemi insanını ve onların da
ardından gelenleri nasıl inşa ettiğini okumalarımız sonucunda görebilmekteyiz.
Kur’ân-ı
Kerîm, inişinden bu yana pek çok ilmin ilham kaynağı olmuştur. Onun ışığı
altında birçok ilim doğmuş, İslâm medeniyeti vücut bulmuştur. Muhtelif isimlerle
karşımıza çıkan disiplinlerin aslı tek kaynağa, cehdi ortak amaca ulaşmaktadır.
Bu disiplinlere bakışta bütüncü bir yaklaşım edinmek, bizleri konu hakkında
daha sağlıklı fikir yürütmeye götürecektir.
İslâmî
ilimlerin gelişim tarihini ele aldığımızda, her parçanın birbirine benzediğini
ve benzer süreçlerle bütünü meydana getirdiğini görmekteyiz. Bu bağlamda İslâmî
fikir tarihi nuzul asrı dikkate alınarak okunduğunda, ihtilafların nasıl bir
sistem doğurduğu da dikkat çeker. Tarihin tekerrür ettiği,
kitap-sünnet-icma-kıyas dengesinin bir tecrübeler silsilesi üzerine kurulduğu
farkedilir. Bugün yaşanan sorun ve sorgulamalar temelde asırlar öncesinin
aynalığını yapar ve bizleri “tarihten ders almak gerektiği” sonucuna götürür.
Hicretin
ilk asrı bir uyum, sağlamlaştırma ve değişim devridir. Nuzul asrını
incelediğimizde Mekkî dönemde amelî kanunların va’z edilmediğini, o dönemde buna
henüz ihtiyaç duyulmadığını görmekteyiz. Önceliği inanç inşası izlerken, Medine
döneminde amelî hükümler ayrıntı kazanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm dinin özünü içermektedir. Onun
açıklayıcısı ve uygulayıcısı Hz. Peygamber hem vahiy vasıtasıyla hem de kendi
söz ve davranışlarıyla Müslümanların tek rehberi olmuştur. O, halkın eğitimine
büyük ehemmiyet vermiş; çoğu kez “Allah beni bir öğretici olarak gönderdi”
buyurmuştur. Bu sebeple vefatını izleyen dönemde hadis büyük önem teşkil etmiştir.
Hz.
Peygamber hayatta olduğu müddetçe de hadis
ashab arasında aktarılmış, müzakere edilmiştir. Zamanla okuma-yazmayı öğrenen
bazı genç sahabîler yazı ile kayıt tutmuştur. Hz. Peygamber’in hayatta oluşu ve
vahyin devam edişi hadisin karşılaşabileceği tüm tehlikelere karşı kalkan
olmuştur. Hz. Peygamber de ashabı hadis rivayetine teşvik etmiştir.
İlk
yıllarda yazı bilenler az, yazı malzemeleri kısıtlıydı. Hadislerin Kur’ân’a
karışması ihtimali göz önünde bulundurularak kitabete izin verilmemiştir.
İslâmiyetin yayılmasıyla yazı bilenler çoğalmıştır. Son zamanlarda Hz.
Peygamber hadislerin kitabetine karşı çıkmamış, hafızasında tutamayanlara
kitabeti tavsiye etmiştir.
Vahiy
süreci boyunca Hz. Peygamber inananlara sadece nassları öğretmekle kalmamış,
aynı zamanda onlara hayatın bütün alanlarında kendi kanunlarını da öğretmiştir.
İlk asırdan itibaren başkent ve eyaletlerin idare merkezlerine hakimler atanmıştır.
Örneğin Hz. Muʿāz̠ bin
Cebel Yemen’e kadı olarak gönderilmiştir.
İlk
vahiy tecrübesinden itibaren metinlerin ezberlenmesi, yazılarak kaydedilmesi;
ilerleyen dönemlerde de bu faaliyetlerin ehliyetli hocalar gözetiminde
yapılması; İslâm’ın orijinal öğretisinin hiçbir değişikliğe uğramadan
başlangıçtan günümüze kadar gelmesine vesile olmuştur.
Hz.
Peygamber’in vefatıyla geriye Kur’ân kalmış, nebinin canlı rehberliği
kesilmiştir. İlk dört halife yeni durumlara Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in
kendilerine öğrettiği ilkeler ışığında kendi hükümlerini uygulayarak çözüm üretmişlerdir.
Böylece sünnetteki hayata dair hassas dengeyi korumaya çalışmışlardır. Fütuhat
hareketleri ile birlikte İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi ile, Hz.
Peygamber fethedilen bölgelere muallim sahabîlerin gönderildiği bilinmektedir.
Bu uygulama ilerleyen dönemlerde de devam ettirilmiştir.
Ashabın
önceleri re’y temelli tefsirden kaçındıklarını görmekteyiz. Zira, İlk Muallim’in tedrisinden geçenler
hayattadır ve düzgün konuşma alışkanlıklarını muhafaza etmektedirler. Mesajı
anlayabilmekte ve anlayamadıklarını soracak kimseleri bulabilmektedirler.
Kur’ân ile karışır diye, telif hareketine sıcak bakmamaktadırlar. Hicrî birinci
asrın sonlarından itibaren Kur’ân ile ilgili ilimler müstakil olarak ele alınmıştır.
İlimler, hicrî ikinci asra kadar ashabdan tabiûna talim yoluyla şifahî
aktarılmıştır.
Sahabe
döneminde bilgiler rivayet yoluyla devamlı olarak kendilerinden sonraki
nesillere öğretilmekteydi. Bu öğrenci yetiştirme geleneğini örnek alan
muteahhirûnun çalışmaları ile zamanla ekoller oluşmuştur. İlim faaliyetlerine
eş zamanlı olarak, Hz. Ebû Bekir döneminde Kur’ân cem edilmiş, Hz. Osman
döneminde çoğaltılmış ve Hz. Ali sonrasında noktalama, harekeleme işlemleri
yapılmıştır.
Sahabe
tefsirinin ana karakteristiği, Hz. Peygamer’in tefsirini naklen ve ictihadlarıyla
yaptıkları yorumlardan ibaretti denilebilir. Ancak Kur’ân’ın anlaşılma zarureti fetihlerle birlikte artınca, sahabe
önceleri çekingen davrandıkları Kur’ân’ı tefsir işine yönelmişlerdir. İslam
fütühatı, farklı kültürlerden insanların müslüman olmasına sebep olmuştur. Bu
insanlar ne Arapça biliyorlardı ne de Kur’ân’ın nuzul ortamından, şartlarından
ve sebeplerinden haberdar idiler. Arap diline, gramerine ve kültürüne, nuzul ortamına
müşahade etmiş olmaları sebebiyle, birtakım özel bilgileri kendilerinde
toplayan bilgin sahabiler, bu boşluğu doldurma çabası içerisinde olmuştur.
Sahabeyi ise onlardan ilim alan tabiîler izlemiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm’i anlama çabaları sürecinde, tedvin faaliyeti bir ihtiyaç sonucu ortaya
çıkmıştır. Tüm ilimlerin gayesi aynı olduğundan; ileride tefsir, fıkıh, hadis,
kelam gibi isimlerle adlandırılacak bu ilimler, birbirine geçmiş haldedir.
Tedvinin amacı, Kur’ân’ın anlaşılmasına katkıda bulunmak, hadisleri tespit
etmek, Kur’ân ve hadislerin manalarını açıklamaktır. Bu amaçları gerçekleştirmek
için araç ilimler tedvin edilmiştir. Kur’ân’ı yaşanan hayata uyarlamak,
ahkamını somutlaştırmak için bu çaba verilmiştir. Her alim kendi ilmî ve fikrî
düzeyinde, elde ettiği bilgiler ışığında, fıtrî bir tavırla Kur’an’a yaklaşmıştır.
Tedvin
döneminde öncelikle hadis mecmualarının
oluştuğu bilinmektedir. Hadis mecmuaları tefsirlerden önce telif edilmiş ve bu
eserlerin bir bâbı da tefsire ait olmuştur. Bu durumu muteakkip, çoğunluğunu
rivayet tefsirlerinin oluşturduğu ilk tefsirler yazılmaya başlanmıştır.
Sarfedilen
bunca çabanın ana hedefi, nuzul ortamını sonraki nesillere nakletmek ve
açıklamaktır. Böylece o dönemin sosyal, iktisadî ve siyasî yapısını, o dönem
insanının zihnini oluşturan kavramları tanımış ve tespit etmiş olmakla Kur’ân’ı
anlama çabalarında yeni boyutlar elde etmenin mümkün olabileceği düşünülmüş
olabilir. Nihayetinde insan, varlık koşulları açısından aynı insandır.
Zamanla
zuhur eden sorunların çözümü Kur’ân ve hadiste net olarak bulunamayınca,
ictihad ihtiyacı doğmuştur. Dört halife döneminde fethedilen bölgelere ilk
olarak ilim ve ibadet merkezi olan mescitler inşa edilmiştir. Mekke
medresesinde, tefsir ve fetva sahasında otorite olan Hz. İbn Abbâs, aynı
zamanda muksirûndandı. Talebelerinden üçü tefsir ve hadis sahalarında meşhur
olmuşlardır: Tefsir
rivayetlerini aktaran Mucāhid İbn Cebr ve fakihlerden ʿAṭāʾ İbn Ebī Rabāḥ
ile Ṭāvūs İbn Keysān.
Bir
sahabi hangi ülkeye göç etmişse, orada yalnız onun tarafından aktarılan hadisler meşhur olmuş, o ülkeye
uğramayan sahabilerin hadisleri meçhul kalmıştır. Irak ehlinin hadisi, Şam
ehlinin hadisi, Mısır ehlinin hadisi ayrımı bundan kaynaklanmaktadır. Bu durum teşrii
görevinin ifasında farklılıklar doğurmuştur. Sahabe devrinde hadisler tedvin ve
neşredilmediğinden, aynı mesele hakkında farklı ülkelerde farklı hükümler
veriliyordu. Bu durum, Hz. Peygamber’in hadislerini ve ortaya çıkan farklı
hükümleri öğrenmek amacıyla gerçekleştirilen sahabe rıhlelerine sebep olmuştur.
Rıhle geleneği gelecek asırlarda da devam ettirilmiştir.
Hadis vaz’ı
Peygamber döneminde başlamamıştır. Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in aldığı tedbirler
sonucu, o devirlerde de vaz’a rastlanmamıştır. Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile
sonuçlanan ihtilaflarda Abdullah İbn
Sebe’nin büyük payı vardı. Hz. Ali devri tartışmaları sonucunda ise iki zıt tefrika
oluştu: Hz. Ali’yi tekfir eden ḥavāric ve ulûhiyetini
iddia eden rāfıḍa. Sahabe asrının sonunda murcie
ve ḳaderiyye; tabiûn asrının
başında cehmiyye ve mumes̠s̠ile
fırkaları oluştu. Sahabe döneminde bunların hiçbiri olmamıştı.
Bu
ihtilafların zuhurunda, İslâm’ın farklı kültür coğrafyalarına yayılmasının
büyük etkisi olmuştur. Özellikle Şi’a fırkası, hadis vaz’ının başlamasında
başlıca amil olmuştur. Çünkü her fırka kendi siyasî görüşlerini doğrulayacak
dinî nasslara ihtiyaç duymuştur. Şi’a ve havaric hilafet meselesinden dolayı
Emevîler’e karşı mücadeleye girişti. Bu durum, Emevîlerin ırkçı siyasetinden
usanan toplulukların da isyanına sebep oldu ve sonuç olarak Abbasî devleti
kuruldu.
Siyasî
ihtilaflar, itikadî ihtilaflar, İslâm düşmanlığı, ırk taassubu, hikayeciler ve
va’izlerin anlatımları, terġīb ve terḥīb gibi meseleler
hadis tedvini ihtiyacını doğurmuştur. Hadis vaz’ı ve beşerî zafiyetler, bu
ilmin zuhuruna sebep olmuştur. İmam Şafi’î sahih hadisin şartlarını ve ravinin
ta’dili için gerekli ilkeleri ortaya koymuştur. Zamanla hadis usulü kaideleri
belirlenmiştir.
Cerh
ve ta’dil hareketi; İkinci asrın başlarından itibaren sistemli bir şekle
girmiştir. Hadislerin ve ravilerin güvenilirlikleri tespit edilmeye
başlanmıştır. Bu hareketin temel ilkeleri Mustalaḥu’l-ḥadīs̠ ilminin
doğuşunu hazırlamıştır. Tedvin ve tasnif faaliyeti, hadis tarihinde birbiri
arkasından başlamıştır. Ancak her ikisi de ayrı faaliyetlerdir. Sistemli
toplama faaliyeti, sahabe devrinden sonra (1. asrın sonu-2. asrın başı) başlamıştır.
Kitabet,
çok sayıda hadisin hıfzını ve hatırlanmasını kolaylaştırmaktaydı. Fakat
‘hadisler ehil olmayanların eline geçer’ kaygısıyla çoğu alim sahifelerini
yakmıştır. Tedvin devrinin başlangıcında hadisler birbiri ardına gelişi güzel
yazılmıştır. Ancak bu sistemde hadislerin bulunması zor oluyordu.
İkinci
asırda hadisçiler ve mu’tezile kelamcıları arasında şiddetli tartışmalar
çıkmıştır. 3. asır tartışmaların en yoğun dönemi olmuştur. Hadisçiler,
kelamcıların Yunan felsefesi kaynaklı fikirlerinden korunmak için sıkı bir
tedvin faaliyetine girişmiştir. Meydana getirilen kitaplarda mu’tezile ve diğer
mezheplerin görüşlerini çürütecek rivayetlerin toplanmasına özen
gösterilmiştir.
Kutub-u
Sitte’nin oluşması sebebiyle, hicretin üçüncü asrı hadisin altın çağı olarak
görülmektedir. Genel kanaate göre bu asırda tedvin adına uzun bir yol
katedilmiş ve ilerleyen asırlara yapacak fazla bir şey kalmamıştır. Yeni
eserler oluşturulsa da, ilmin gelişmesine üçüncü asır çalışmaları kaynaklık
etmiştir. Bu tedvin şekli sonucu, Kutub-i Sitte dışında kalan rivayetlere
itibar azalmıştır.
Hükümler
tarihini ele aldığımızda, eski gelenek ve uygulamaları değiştirmek zorunda olan
buyruklar, hakimlerin bilgisine ulaştığı ölçüde aşamalı olarak devreye
girmiştir. Ancak onlara iletilmeyen vakalar da çoktu. Kanunun bilinmemesi
durumunda taraflar kendilerine uygun gelen şekilde hareket ediyorlardı.
Hz.
Peygamber’in vefatının ardından eski bir uygulamayı yürürlükten kaldırabilen
ilahi vahiyler kesilmiş oldu. Müslüman toplumu Hz. Peygamber tarafından kurulan
yasama ve kanun geliştirme imkanlarıyla yetinmek zorunda kaldı. Onun koyduğu
kanunları detaylandırmak icab etti. Yeni verilecek hükümlerde başlıca karar
amillerinden biri “Kur’ân’ın bildirdikleri yasaktır, geri kalanları meşrûdur”
ilkesi olmuştur.
Hicrî
ikinci asrın başlarından itibaren hukukçular tarafından kaleme alınmış bazı
özel kanun derlemeleri günümüze ulaşmıştır.
Hakimlerin
ve hukukçuların görüş hürriyetine, merkezî otorite tarafından müdahale
edilmemesi bu ilmin hızla gelişmesine imkan sağlamıştır. Ancak bu, fikir
ayrılıklarını da beraberinde getirmiştir. Çözüm için Ebû Hanife bir hukuk
akademisi kurmuş, burada hukuk uzmanları ile birlikte kanunlar derlenip düstur
haline getirilmeye başlanmıştır. Aynı tarihlerde İmam Mâlik ve Evzâî de benzer
çalışmalar ortaya koymuşlardır.
Hukuk
ilminin gelişmesi ve Hadis’in derlenmesi, birbirinden habersiz, hemen hemen
aynı dönemde ve birbirine paralel olarak tamamlanmıştır. İmam Şafiî, Ebu
Hanife’nin vefatına yakın bir ara doğmuştur.
Karşılıklı
hücumlar, hukukçuları hadis hakkında daha fazla bilgi edinmeye sevkederken,
Hadis uzmanlarını da, onlardan kanunlar çıkarmak maksadıyla, Hz. Peygamber ile
ilgili verileri düzene koymaya sevketmiştir. İmam Şafiî hem hadiste hem de
hukukta uzmanlaşmış ve iki disiplinin
sentezini ortaya koymuştur.
Ebu
Hanife, Malik, Şafiî, Cafer-i Sadık gibi pek çok hukukçu arkalarında kendi
isimleriyle adlandırılan hukuk okullarını bırakmışlardır. Bu okulların
talebeleri, günümüzde de İslâm’daki bazı alt grupları oluşturmaktadır.
Mezhepleri arasındaki farklar ise, hukukçular açısından o dönemde sorun teşkil
etmemiştir. Sonraki asırlarda örneğin Şafiîlerin İmam Şafiî’nin görüşünden
uzaklaşıp bazı hususlarda Mâlik’in veya Ebu Hanife’nin görüşünü benimsedikleri
görülmüş, bunun tam tersi durumlar da yaşanmıştır.
İslâm
hukuku bir devletin, egemen bir topluluğun kanunu olarak başlamış ve topluluğun
bütün ihtiyaçlarına cevap vermeye devam etmiştir. Bu hukukun zaman ve mekanın icaplarına uyan ve gelişmeye bağlı bazı üstün
özellikleri vardır. Bugün dahi o dinamizmini kaybetmemiştir. Her devirde hem ifrat ve tefrite
meyilli, hem de bağımsız düşünceli insanlara rastlanır. Bu, insanlık halidir. Efdal
olan orta yoldur.
Bugün üzerimize düşen; Mekke’de en başarılı örneğini gördüğümüz insan inşa etme sürecini devam ettirmektir. İnsanı insan yapan, geliştiren, güzelleştiren, yaşanan hayata dokunan İslam’ı tercih etmektir. Meramımızı anlatacak durulukta ve müsbet kelimelerle, etkin düşünceler üretmektir.
KAYNAKÇA
BAĞCI,
Musa H. Hadis Tarihi (H. İlk Üç Asır).
Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2009.
DEMİRCİ, Muhsin. Tefsir Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2014.
FAZLUR-RAHMAN.
İslâm. (çev. Mehmet Aydın-Mehmet
Dağ), Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2014.
HALLÂF,
Abdulvahhâb. İslâm Teşrîi Tarihi,
(çev. Talât Koçyiğit). Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, 1970.
HAMİDULLAH,
Muhammed. İslâm’a Giriş. İstanbul:
Beyan Yayınları, 2014.
KARAMAN,
Hayreddin. İslâm Hukuk Tarihi.
İstanbul: İz Yayınları, 2014.
KOÇYİĞİT,
Talât. Hadis Tarihi. Ankara: Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1977.
SERİNSU,
Ahmed Nedim. Kur’ân ve Bağlam.
İstanbul: Şûle Yayınları, 2008.
SEZGİN,
M. Fuad. Buhârî’nin Kaynakları.
Ankara: Otto Yayınları, 2012.
CERRAHOĞLU,
İsmail. Kur’anın Tefsirinin Doğuşu ve
Buna Hız Veren Amiller. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, 1968.
الاسم واللقب: عبدالحافظ الحاج
رقم الطالب: 14914742
.
1-اصول الفقة
أولاً : أصول الفقه .
ثانياً :الحد ( التعريف ) : علم أصول الفقه مركب من كلمتين : كلمة أصول و كلمة
الفقه ، وأي شيء مكون من أكثر من كلمة يعرف بتعريف مفرداته أولاً أي تعريف كل كلمة
على حدة ثم يعرف بتعريف المركب كله ، فتعريف أصول الفقه باعتبار مفرداته نجد أن
كلمة أصول جمع أصل ،والأصل هو ما ينبني عليه غيره فأصول الفقه إذاً هو ما ينبني
عليه الفقه أي بدون هذا العلم لا يمكن معرفة الفقه ؛ لأن علم أصول الفقه هو أساس
الفقه
، والفقه فرع عنه ، ومن لا يعرف الأصل لا يعرف الفرع أما كلمة الفقه فالفقه لغة هو
الفهم قال تعالى : ﴿ قَالُواْ يَا شُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيراً مِّمَّا تَقُولُ
﴾[1]أي ما نفهم كثيراً مما تقول ، والفقه اصطلاحاً أي بين أهل هذا الفن - ألا وهم
الفقهاء - مشتق من الصلح والطاء في اصطلاح مبدلة عن التاء ، وأصلها اصتلاحاً من
الصلح كأن أصحاب هذا الفن تصالحوا فيما بينهم على هذا المعنى لهذه الكلمة نعود
ونقول الفقه اصطلاحا هو معرفة الأحكام الشرعية العملية المستفادة من أدلتها
التفصيلية قلنا معرفة ، ولم نقل العلم ؛ لأن كلمة معرفة تشمل معرفة الشيء على حقيقته
"( العلم ) أو على غير حقيقته ( الوهم ) وعلى حقيقته مع احتمال مرجوح ( الظن
) أو على حقيقته مع احتمال مساو ( الشك ) والأحكام الفقهية أو الأحكام الشرعية
العملية منها اليقيني ومنها الظني أي ليست كل مسائل الفقه قطعية أي ليست كلها تعرف
على حقيقتها
ثالثا : الغاية من تعلم أصول الفقه :
معرفة الحكم الشرعي العملي أو فهم مراد الله ورسوله .
ربعا : استمداد أصول الفقه : يؤخذ اصول الفقه من الكتاب و السنة واللغة العربية ؛
لأنها اللغة التي أنزل بها القرآن عربي ،
والكتاب والسنة هما مصدرا التشريع .
خامسا : الواضع لعلم أصول الفقه : الشافعي رحمه الله هو أول من دون أصول الفقه ، وصنف له كتاب الرسالة و كتاب جماع العلم وكتاب إبطال الاستحسان و كتاب اختلاف الحديث وكتاب أحكام القرآن ، ولابد أن نفرق بين تدوين العلم وبين جود العلم فالعلم موجود في أذهان العلماء ، وقد يدون ، وقد لا يدون ، والتدوين يكشف عن وجود العلم لا موجد لعلم فالصحابة رحمهم الله كانوا يعملون بمقتضى أصول الفقه في معرفة الأحكام الفقهية
سادسا : فضل علم أصول الفقه : علم أصول الفقه هو أشرف العلوم من غيره باعتبار الفائدة ففائدة أصول الفقه معرفة أحكام الله الشرعية العملية ، والالتزام بهذه الأحكام هو الغاية من الخلق فالله خلقنا لنعبده ، وعبادته تحتاج معرفة ما أنزله الله من الأحكام الشرعية العملية ، وعلم أصول الفقه يعرفنا الموازين التي نعرف بها الخطأ من الصواب في اجتهادات العلماء ، وعلم أصول الفقه من الوسائل القوية التي حفظ بها الدين من التحريف والتضليل ومن يتمكن منه يتمكن من الرد على شبه أعداء الدين وعلى انحرفات الأئمة المضللين
سابعا : حكم تعلم أصول الفقه : من المعروف لدى العلماء أن الحكم على الشيء فرع عن تصوره ؛ لذلك العلماء يعرفون الأشياء أولاً ثم يحكمون عليها ثانياً ، ولأن أصول الفقه هو أساس الفقه إذاً تعلم أصول الفقه فرض عين على كل من يفتي الناس .و أخيرا نحتاج أن نعرف كيفية دراسة أصول الفقه فمن يرد أن يبدأ دراسة الفقه فليبدأ بعد إخلاص النية لله - بأن يقصد التعبد لله بهذا العلم وأن يتخلص من جهالته فيعبد الله جلّ وعلا على بصيرة - بدراسة المتون الأصولية المختصرة وتقديمها على المطولات هكذا تعلمنا من المشايخ ،وهكذا تكون المنهجية العلمية الصحيحة في الدراسة.
س5 : ما الفرق بين عمل الأصولي
وعمل الفقيه ؟
ج – الفقيه يشتغل بالجزئيات والتفاريع (الأدلة الجزئية ) و الأصولي ما يشتغل
بالجزئيات، ولا يشتغل بالتفاريع، فهذه مهمة الفقيه ، والأصولي يجهز القواعد
ويعطيها للفقيه ؛ لأجل أن الفقيه يطبقها على الأحكام، أو يستنبط الأحكام بواسطتها
.
س6 : ما فائدة أصول الفقه ؟
ج : لأصول الفقه فوائد عديدة منها أن استنباط الأحكام من الأدلة لا بد أن يستند
إلى الأدلة الأصولية تتضح أهمية أصول الفقه ، وأنها معينة على الفقه وأحكامه ، وهي
الدعامة الأولى ، وأساس النظر والاجتهاد في الأحكام ، وبها يتمكن المجتهد من
استنباط الأحكام الشرعية على أسس سليمة ، وقواعد صحيحة .
س7 : ما أنواع الأحكام ؟
ج- الأحكام أنواع كثيرة ويمكن تقسيمها لأحكام شرعية وأحكام غير شرعية :
الأحكام الشرعية : هي الأحكام الماخوذة من الشرع وتشمل الأحكام الاعتقادية
والأحكام الفقهية (العملية ) والأحكام التهذيبية .
الأحكام غير الشرعية :
1- الأحكام العقلية :كالعلم بأن الكل أكبر من الجزء .
2- الأحكام الحسيه: كالثابتة بطريق اللمس ( كعلمنا أن النار محرقه ) أو بطريقة
التجربة( كالعلم بأن السم قاتل أو بطريق )
3- الأحكام الوضعية: أي الثابتة بالوضع؛ كالعلم بأن كان وأخواتها ترفع المبتدأ و
تنصب الخبر.
اصول الحديث 2-
اولا : علم مصطلح الحديث هو علم يهتم بالنظر في ثبوت الحديث عن الرسول الله، يعرف به حال الراوي والمروي من حيث القَبول والرد، والنظر في دلالة النص على الحكم.
فائدته وأقسامه.
معرفة ما يقبل ويرد من الراوي والمروي مما يسهم في تنقية الأدلة الحديثية وتخليصها مما يشوبها من: ضعيف وغيره، ليتمكن من الاستدلال بها. وأقسامه:
1. علم الحديث رواية : وهو دراسة سند الحديث و رجاله. ذلك أنه العلم المتخصص بدراسة اتصال الأحاديث بالرسول صلى الله عليه وسلم من حيث أحوال رواته ضبطا وعدالة ومن حيث كيفية
2. السند اتصالا وانقطاعا وغير ذلك. فموضوعه: ألفاظ الرسول صلى الله عليه وسلم من حيث صحة صدورها عنه.
3. علم الحديث دراية: وهو دراسة متن الحديث. ذلك أنه العلم المتخصص ببحث المعنى المفهوم من ألفاظ الحديث وعن المعنى المراد منها بناء على قواعد اللغة وضوابط الشريعة وأحوال النبي صلى الله عليه وسلم. فموضوعه: أحاديث الرسول من حيث دلالتها على المفهوم والمراد
بعض مصطلحات علم الحديث.
السند: هو الطريق الموصلة إلى المتن، أي رجال الحديث، وسموه بذلك لأنهم يسندونه إلى مصدره.
الإسناد: هو الإخبار عن طريق المتن أو حكاية رجال الحديث.
المتن: هو ما انتهى إلى السند.
المخرج (بضم الميم وكسر الراء): ذكر رواته، فالمخرج هو ذاكر رواة الحديث كـالبخاري والإمام مسلم.
المحدث (بضم الميم وكسر الدال): هو العالم بطرق الحديث وأسماء الرواة والمتون فهو أرفع من المسند.
الحافظ: هو من حفظ مائة ألف حديث متنا واسنادا ووعي ما يحتاج إليه.
الحجة: هو من أحاط بثلاثمائة ألف حديث.
الحاكم: هو من أحاط لجميع الأحاديث المروية متنا وإسنادا وجرحا وتعديلا وتاريخا.
أنواع الحديث[عدل]
الحديث الصحيح: هو ما اتصل إسناده بعدل ضابط عن مثله بدون علة ولا شذوذ وهو يفيد الظن دون اليقين، والحديث الصحيح ينقسم إلى قسمين:
الصحيح لذاته: هو الحديث الذي اشتمل على أعلى صفات القبول بأن كل متصل السند بنقل العدول الضابطين ضبطا تاما عن مثلهم من مبدأ الحديث إلى آخره وخلا من الشذوذ والعلة، ويسمى هذا القسم ((الصحيح لذاته)) لأنه استوفى شروط الصحة ولم يكن في حاجة لمن يجبره، فصحته نشأت من ذاته لا من حديث آخر خارج عنه.
الصحيح لغيره: هو الحديث الذي قصرت شروطه عن الدرجة العليا بأن كان الضبط فيه غير تام. وإنما سمي ((بالصحيح لغيره)) لأن صحته نشأت من غيره.
الحديث الحسن: هو ما اتصل سنده بنقل العدل الضابط ضبطا غير تام عن مثله، من أوله إلى آخره وسلم من الشذوذ والعلة ((العدل في الحديث الحسن خفيف الضبط وفي الحديث الصحيح تام الضبط)). وينقسم الحديث الحسن إلى قسمين:
الحسن لذاته: وهو ما اتصل اسناده بنقل عدل خفيف الضبط عن مثله من أول السند إلى آخره وسلم من الشذوذ والعلة، وسمي ((بالحسن لذاته)) لأن حسنه لم يأته من أمر خارجي، وإنما جاءه من ذاته.
الحسن لغيره: هو ما كان في إسناده مستور لم يتحقق أهليته غير مغفل ولا كثير الخطأ في روايته ولا متهم بتعمد الكذب فيها ولا ينسب إلى مفسق آخر، أو هو ((أي الحسن لغيره)) ما فقد شرطا من شروط الحسن لذاته ويطلق عليه اسم ((الحسن لغيره)) لأن الحسن جاء إليه من أمر خارجي.
الحديث الضعيف: هو ما لم تجتمع فيه صفات الحديث الصحيح والحديث الحسن، والحديث الضعيف نوعان:
ضعيف ضعفا لا يمنع العمل به وهو يشبه الحسن في اصطلاح الإمام الترمذي.
ضعيف ضعفا يجب تركه وهو الوهم.
الحديث المعلق: وهو الذي حذف من أول إسناده واحد أو أكثر على التوالي ولو إلى نهايته، ومثاله الذي حذف من أول إسناده واحد قول البخاري: (وقال مالك عن الزهري عن أبي سلمة عن أبي هريرة عن النبي:"لا تفاضل بين الأنبياء"). فإنه بين البخاري ومالك واحد لم يذكره.
الحديث المنقطع: إنه كما سقط من إسناده رجل أو ذكر رجل مبهم. وقد عرفه العلماء بأنه ما لم يتصل إسناده وقالوا: انه مثل الحديث المرسل. وحكم الحديث المنقطع أنه ضعيف لأن المبهم فيه أو المحذوف منه مجهول.
الحديث المعضل: هو ما سقط من إسناده اثنان فصاعدا على التوالي أثناء السند وليس في أوله على الأصح.
الحديث المرسل (بضم الميم وفتح السين): هو الذي أضافه التابعي إلى رسول الله، ولم يكن هذا التابعي قد لقي النبي ، وحكم الحديث المرسل أنه من أقسام الحديث الضعيف، والحديث المرسل قد اعتمد عليه بعض الأقطاب من الأئمة كالإمام أحمد بن حنبل والإمام أبي حنيفة والإمام مالك بن أنس، ويعمل به خاصة بعض الفقهاء، وللحافظ العلائي كتابا سماه جامع التحصيل في أحكام المراسيل.
حديث مرسل الصحابي: هو ما أخبر به الصحابي عن قول النبي أو فعله، ولم يسمعه ولم يشاهده، إما لكبر سنه أو تأخر إسلامه أو غيابه ، وحكمه عند الجمهور أنه صحيح ويحتج به.
الحديث المدلس: هو الذي روي بوجه من وجوه التدليس، وأنواع التدليس هي:
تدليس الإسناد: هو الذي رواه المدلس إما أن يكون بلفظ محتمل لم يبين فيه الاتصال.
تدليس الشيوخ: هو أن يذكر الراوي شيخه من غير ما هو معروف ومشهود به.
تدليس التسوية: المعبر عنه عند القدماء: هو أن يروي عن ضعيف بين ثقتين وهو شر أقسام التدليس
تدليس العطف: وهو أن يصرح بالتحديث عن شيخ له ويعطف عليه شيخا آخر له لم يسمع منه ذلك المروي سواء اشتركا في الرواية عن شيخ واحد أم لا.
الحديث الموضوع: هو الحديث الذي وضعه واضعه ولا أصل له. والحديث الموضوع هو ما وضعه الشخص من عند نفسه ثم أضافه إلى رسول الله، وهذا النوع من أكثر الموضوعات الموجودة، ومن أسباب الوضع في الحديث:
1. التعصب العنصري بين الفرق والطوائف آنذاك.
2. السياسية بين الأمراء.
3. الزندقة.
4. القصاصون.
الحديث المتروك: هو ما يرويه متهم بالكذب ولا يعرف إلا من جهته ويكون مخالفا للقواعد المعلومة أو يكون قد عرف بالكذب في غير حديث أو عرف بكثرة الغلط أو الفسق أو الغفلة، حكم المتروك: أنه ساقط الاعتبار لشدة ضعفه فلا يحتج به ولا يستشهد به.
الحديث المنكر: هو من كان راويه ضعيفا أي هو حديث من ظهر فسقه بالفعل أو القول أو من فحش غلطه أو غفلته، وحكم الحديث المنكر أنه ضعيف مردود لا يحتج به.
الحديث المطروح: وهو ما نزل عن درجة الضعيف وارتفع عن الموضوع مما يرويه المتروكون، جعله البعض ضمن الحديث المتروك والبعض الآخر ضمن أنواع الحديث الضعيف.
الحديث المضعف: وهو ما كان فيه تضعيف السند أو المتن من بعض المحدثين وقيل بأنه أعلى درجة من الحديث الضعيف الذي أجمع على ضعفه.
الحديث المجهول: هو الذي فقدت فيه العدالة والضبط والسند وينقسم إلى أربعة أقسام:
مجهول العين: هو ما ذكر اسمه وعرفت ذاته ولكنه كان مقلا في الحديث.
مجهول الحال: هو ما يروى عنه اثنان فصاعدا.
مجهول الذات: كالاسم والكنية والكناية....
مجهول المستور: من يكون عدلا في ظاهره ولا تعرف عدالة باطنه.
الحديث المدرج: هو الذي اشتمل على الزيادات في السند أو المتن، ليست منه وينقسم المدرج إلى نوعين:
مدرج الإسناد: هو أن يجمع الكل على إسناد واحد دون توضيح الخلاف.
مدرج المتن: هو إدخال شيء من بعض كلام الرواة في حديث رسول الله في أول الحديث أو في وسطه أو في آخره.
الحديث المقلوب: وهو الحديث الذي أبدل فيه الراوي شيئا آخر، بأن يبدل راويا بآخر وقد يكون القلب إما في المتن وإما في السند، وقلب السند نوعان:
أن يكون الحديث مشهورا.
أن يكون القلب بتقديم أو تأخير لرجال الإسناد (كأن يكون الراوي منسوبا لأبيه)، وحكم الحديث المقلوب: أنه يجب أن نرده إلى ما كان عليه وهو الأصل الثابت للعمل به.
الحديث المضطرب (بضم الميم وكسر الراء): هو الذي روي بأوجه مختلفة مع التساوي في شرط قبول روايتها وقد يقع الاضطراب إما في المتن وإما في السند، وحكم الحديث المضطرب أنه يعد نوعا من أنواع الحديث الضعيف لان الاضطراب يشعر بعدم ضبط الراوي، والضبط في حد ذاته شرط في الصحة،(نذكر أن للحافظ ابن حجر العسقلاني كتابا أسماهالمغترب في بيان المضطرب).
3- اصول التفسير
تعريف أصول التفسير :
أولاً : تعريف أصول التفسير في اللغة : علم أصول التفسير مركب إضافي من كلمتين ( أصول ) و ( تفسير ) وقد سبق تعريف التفسير في اللغة ،والأصُول في اللغة : جمع أصل ، وأصل الشيء أسفل كل شيء ، وأساسه ، ومبدأه ، وما ينبني عليه غيره ، وقيل ما يفتقر إليه ولا يفتقر هو إلى غيره ورجل أصيل له أصل ، ورأى أصيل له أصل ، ورجل أصيل ثابت الرأي عاقل.
ثانياً : تعريف أصول التفسير في اصطلاح :
هنالك عدة تعريفات لعلم أصول التفسير اصطلاحاً وكلها تتفق على أنه علم يهتم ببيان الطرق السليمة لتفسير القرآن الكريم وتدبره وفق ما وضعه العلماء من ضوابط ، وقواعد ، يستطيع من خلالها المفسر وطالب العلم التعرف على كيفية الأخذ من تفاسير العلماء ما يوافق الحق والصواب ، ويترك ما عداه .
وقد عرفه الدكتور فهد الرومي بقوله هو : " القواعد والأسس التي يقوم عليها علم التفسير ، أو هو " العلم الذي يتوصل به إلى الفهم الصحيح للقرآن ويكشف الطرق المنحرفة أو الضالة في التفسير.
سؤال الاول : ما العلوم التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بتفسير القرآن ؟
الجواب : العلوم التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بتفسير القرآن الكريم تتمثل فيما يلي :
علم اللغة : لأن به يمكن شرح مفردات الألفاظ ومدلولاتها بحسب الوضع .
علم النحو : لأن المعنى يختلف ويتغير باختلاف الإعراب فلابد من اعتباره .
علم الصرف : لأن بواسطته تعرف الأبنية والصيغ حتى لا يقع الخطأ .
علم الاشتقاق : لأن الاسم إن كان اشتقاقه من مادتين مختلفتين فإن المعنى يختلف باختلافهما .
علم المعاني : لأن به يعرف خواص تراكيب الكلام من جهة إفادتها للمعنى .
علم البيان : لأن به يعرف خواص التراكيب .
علم البديع : لأن به يعرف وجوه تحسين الكلام عند تعرض المفسر للقرآن .
علم القراءات : لأن به يمكن ترجيح بعض الوجوه المحتملة
على بعض .
علم أصول الدين : لأن به يستطيع المفسر أن يستدل على ما يجب وما يجوز وما يستحيل في حق الله تعالى .
علم أصول الفقه : لأن به يعرف المفسر كيف يستنبط الأحكام من آيات القرآن الكريم .
علم أسباب النزول : لأن به يستعين المفسر على فهم المراد من الآية .
علم القصص : لأن به يستطيع المفسر توضيح ما أجمل
في القرآن الكريم .
علم الناسخ والمنسوخ : لأن به يعرف المفسر المحكم من غيره .
علم الأحاديث : لأن المفسر يستعين بهذا العلم على تفسير آيات الذكر الحكيم .
علم الموهبة : وهذا العلم يورثه الله تعالى لمن عمل بما علم .
سؤال الثاني : على كم نوع يقع تفسير القرآن ؟ وما المراد بكل نوع منها ؟
الجواب : يقع تفسير القرآن الكريم على أربعة أنواع هي :
النوع الأول : التفسير الإجمالي : وهو تفسير يقوم على الإجمال والإيجاز حيث يقوم المفسر بتفسير القرآن دون توسع
النوع الثاني : التفسير التحليلي : وهو تفسير يقوم على تحليل الآيات تحليلا تفصيليا مصحوبا بالعلوم الشرعية واللغوية ،
وهذا النوع من أنواع التفسير مركب من جزأين :
الأول : التفسير بالمأثور الثاني : التفسير بالرأي
فأما التفسير بالمأثور : فهو تفسير القرآن بالقرآن ، أو تفسير القرآن بأقوال الرسول ، أو تفسير القرآن بأقوال الصحابة ، أو تفسير القرآن بأقوال التابعي للصحابة .
وأما التفسير بالرأي : فهو تفسير آيات القرآن بعد معرفة المفسر للعلوم والآداب التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بالتفسير .
النوع الثالث : التفسير المقارن : وهو تفسير يقوم فيه الباحث بإجراء مقارنات بين عدة مفسرين على اختلاف مناهجهم ومشاربهم
النوع الرابع : التفسير الموضوعي : هو جمع الآيات المتفرقة في سور القرآن المتعلقة بموضوع واحد لفظا أو حكما وتفسيرها
حسب المقاصد القرآنية .
وقيل : هو علم يبحث في قضايا القران المتحدة معنى أو غاية عن طريق جمع آياتها والنظر فيها على هيئة مخصوصة .
سؤال الثالث : ما الفرق بين التفسير بالمأثور والتفسير بالرأي ؟
الجواب : التفسير بالمأثور : هو تفسير القرآن بالقرآن ، أو
تفسير القرآن بأقوال الرسول ، أو تفسير القرآن بأقوال الصحابة ، أو تفسير القرآن بأقوال التابعي للصحابة .
وأما التفسير بالرأي : فهو تفسير آيات القرآن بعد معرفة المفسر للعلوم والآداب التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بالتفسير .
سؤال الرابع : ما الفرق بين التفسير الإجمالي والتفسير المقارن ؟
الجواب : التفسير الإجمالي : هو تفسير يقوم على الإجمال والإيجاز حيث يقوم المفسر بتفسير القرآن دون توسع .
وأما التفسير المقارن : فهو تفسير يقوم فيه الباحث بإجراء مقارنات بين عدة مفسرين على اختلاف مناهجهم ومشاربهم .
سؤال الخامس : ما الفرق بين التفسير الموضوعي والتفسير بالمأثور ؟
الجواب : التفسير الموضوعي : هو جمع الآيات المتفرقة في سور القرآن المتعلقة بموضوع واحد لفظا أو حكما وتفسيرها حسب المقاصد القرآنية .
وأما التفسير بالمأثور : فهو تفسير القرآن بالقرآن ، أو تفسير القرآن بأقوال الرسول، أو تفسير القرآن بأقوال الصحابة، أو تفسير القرآن بأقوال التابعي للصحابة .
سؤال سادس : ما الفرق بين التفسير الموضوعي والتفسير بالرأي ؟
الجواب : التفسير الموضوعي : هو جمع الآيات المتفرقة في سور القرآن المتعلقة بموضوع واحد لفظا أو حكما وتفسيرها حسب المقاصد القرآنية .
وأما التفسير بالرأي : فهو تفسير آيات القرآن بعد معرفة المفسر للعلوم والآداب التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بالتفسير .
سؤال السابع : ما الفرق بين التفسير الموضوعي والتفاسير الأخرى ؟
الجواب : التفسير الموضوعي يهتم بمتابعة موضوع من الموضوعات القرآنية وعدم الخروج منه إلى موضوع آخر حتى ينتهي الباحث منه .
وأما التفاسير الأخرى السابقة ( التفسير الإجمالي ـ التفسير التحليلي ـ التفسير المقارن ) فإنها تعتمد على تفسير القرآن الكريم كاملا وفق ترتيب السور والآيات في المصحف الشريف .
ما هي أهم موضوعات علم أصول التفسير ؟
الجواب : موضوعات علم أصول التفسير : البحث في علم التفسير من حيث تحديد قواعده وأسسه وشروط تناوله ، وطرق مناهجه وما شابه ذلك ، كما أن موضوعات هذا العلم تتعلق بالقرآن من حيث بيان معانيه واستخراج أحكامه وحكمه .
سؤال هل لعلم أصول التفسير فضل أم لا ؟
الجواب : لهذا العلم مكانة كبيرة وشرف عظيم لأن شرف العلم من شرف المعلوم ، وأصول التفسير تبحث في علم التفسير ، وموضوع هذا العلم هو القرآن الكريم الذي هو خير الكلام ، لذلك : فلا عجب أن تكون أصول التفسير من أشرف العلوم وأعلاها مكانة وأكثرها فضلا .
س4 : ما الفائدة التي تترتب على دراسة علم أصول التفسير ؟
الجواب : الفائدة التي تترتب على هذا العلم تتمثل فيما يلي :
التزود بالثقافة العالية من المعارف القيمة التي فيها النفع لطالب العلم .
التسلح بسلاح العلم والمعرفة للدفاع عن القرآن الكريم .
معرفة الطرق الصحيحة لتفسير القرآن الكريم وما يقبل منها وما يرد .
التعرف على منهج العلماء الراسخين في العلم والأخذ عنهم والدفاع عن ذاتهم لأنهم ورثة الأنبياء كما أخبر بذلك رسول الله.
معرفة القواعد التي تعين على فهم كتاب الله تعالى فهما صحيحا دون إفراط أو تفريط .
الاسم واللقب: عبدالحافظ الحاج
رقم الطالب: 14914742
.
1-اصول الفقة
أولاً : أصول الفقه .
ثانياً :الحد ( التعريف ) : علم أصول الفقه مركب من كلمتين : كلمة أصول و كلمة
الفقه ، وأي شيء مكون من أكثر من كلمة يعرف بتعريف مفرداته أولاً أي تعريف كل كلمة
على حدة ثم يعرف بتعريف المركب كله ، فتعريف أصول الفقه باعتبار مفرداته نجد أن
كلمة أصول جمع أصل ،والأصل هو ما ينبني عليه غيره فأصول الفقه إذاً هو ما ينبني
عليه الفقه أي بدون هذا العلم لا يمكن معرفة الفقه ؛ لأن علم أصول الفقه هو أساس
الفقه
، والفقه فرع عنه ، ومن لا يعرف الأصل لا يعرف الفرع أما كلمة الفقه فالفقه لغة هو
الفهم قال تعالى : ﴿ قَالُواْ يَا شُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيراً مِّمَّا تَقُولُ
﴾[1]أي ما نفهم كثيراً مما تقول ، والفقه اصطلاحاً أي بين أهل هذا الفن - ألا وهم
الفقهاء - مشتق من الصلح والطاء في اصطلاح مبدلة عن التاء ، وأصلها اصتلاحاً من
الصلح كأن أصحاب هذا الفن تصالحوا فيما بينهم على هذا المعنى لهذه الكلمة نعود
ونقول الفقه اصطلاحا هو معرفة الأحكام الشرعية العملية المستفادة من أدلتها
التفصيلية قلنا معرفة ، ولم نقل العلم ؛ لأن كلمة معرفة تشمل معرفة الشيء على حقيقته
"( العلم ) أو على غير حقيقته ( الوهم ) وعلى حقيقته مع احتمال مرجوح ( الظن
) أو على حقيقته مع احتمال مساو ( الشك ) والأحكام الفقهية أو الأحكام الشرعية
العملية منها اليقيني ومنها الظني أي ليست كل مسائل الفقه قطعية أي ليست كلها تعرف
على حقيقتها
ثالثا : الغاية من تعلم أصول الفقه :
معرفة الحكم الشرعي العملي أو فهم مراد الله ورسوله .
ربعا : استمداد أصول الفقه : يؤخذ اصول الفقه من الكتاب و السنة واللغة العربية ؛
لأنها اللغة التي أنزل بها القرآن عربي ،
والكتاب والسنة هما مصدرا التشريع .
خامسا : الواضع لعلم أصول الفقه : الشافعي رحمه الله هو أول من دون أصول الفقه ، وصنف له كتاب الرسالة و كتاب جماع العلم وكتاب إبطال الاستحسان و كتاب اختلاف الحديث وكتاب أحكام القرآن ، ولابد أن نفرق بين تدوين العلم وبين جود العلم فالعلم موجود في أذهان العلماء ، وقد يدون ، وقد لا يدون ، والتدوين يكشف عن وجود العلم لا موجد لعلم فالصحابة رحمهم الله كانوا يعملون بمقتضى أصول الفقه في معرفة الأحكام الفقهية
سادسا : فضل علم أصول الفقه : علم أصول الفقه هو أشرف العلوم من غيره باعتبار الفائدة ففائدة أصول الفقه معرفة أحكام الله الشرعية العملية ، والالتزام بهذه الأحكام هو الغاية من الخلق فالله خلقنا لنعبده ، وعبادته تحتاج معرفة ما أنزله الله من الأحكام الشرعية العملية ، وعلم أصول الفقه يعرفنا الموازين التي نعرف بها الخطأ من الصواب في اجتهادات العلماء ، وعلم أصول الفقه من الوسائل القوية التي حفظ بها الدين من التحريف والتضليل ومن يتمكن منه يتمكن من الرد على شبه أعداء الدين وعلى انحرفات الأئمة المضللين
سابعا : حكم تعلم أصول الفقه : من المعروف لدى العلماء أن الحكم على الشيء فرع عن تصوره ؛ لذلك العلماء يعرفون الأشياء أولاً ثم يحكمون عليها ثانياً ، ولأن أصول الفقه هو أساس الفقه إذاً تعلم أصول الفقه فرض عين على كل من يفتي الناس .و أخيرا نحتاج أن نعرف كيفية دراسة أصول الفقه فمن يرد أن يبدأ دراسة الفقه فليبدأ بعد إخلاص النية لله - بأن يقصد التعبد لله بهذا العلم وأن يتخلص من جهالته فيعبد الله جلّ وعلا على بصيرة - بدراسة المتون الأصولية المختصرة وتقديمها على المطولات هكذا تعلمنا من المشايخ ،وهكذا تكون المنهجية العلمية الصحيحة في الدراسة.
س5 : ما الفرق بين عمل الأصولي
وعمل الفقيه ؟
ج – الفقيه يشتغل بالجزئيات والتفاريع (الأدلة الجزئية ) و الأصولي ما يشتغل
بالجزئيات، ولا يشتغل بالتفاريع، فهذه مهمة الفقيه ، والأصولي يجهز القواعد
ويعطيها للفقيه ؛ لأجل أن الفقيه يطبقها على الأحكام، أو يستنبط الأحكام بواسطتها
.
س6 : ما فائدة أصول الفقه ؟
ج : لأصول الفقه فوائد عديدة منها أن استنباط الأحكام من الأدلة لا بد أن يستند
إلى الأدلة الأصولية تتضح أهمية أصول الفقه ، وأنها معينة على الفقه وأحكامه ، وهي
الدعامة الأولى ، وأساس النظر والاجتهاد في الأحكام ، وبها يتمكن المجتهد من
استنباط الأحكام الشرعية على أسس سليمة ، وقواعد صحيحة .
س7 : ما أنواع الأحكام ؟
ج- الأحكام أنواع كثيرة ويمكن تقسيمها لأحكام شرعية وأحكام غير شرعية :
الأحكام الشرعية : هي الأحكام الماخوذة من الشرع وتشمل الأحكام الاعتقادية
والأحكام الفقهية (العملية ) والأحكام التهذيبية .
الأحكام غير الشرعية :
1- الأحكام العقلية :كالعلم بأن الكل أكبر من الجزء .
2- الأحكام الحسيه: كالثابتة بطريق اللمس ( كعلمنا أن النار محرقه ) أو بطريقة
التجربة( كالعلم بأن السم قاتل أو بطريق )
3- الأحكام الوضعية: أي الثابتة بالوضع؛ كالعلم بأن كان وأخواتها ترفع المبتدأ و
تنصب الخبر.
اصول الحديث 2-
اولا : علم مصطلح الحديث هو علم يهتم بالنظر في ثبوت الحديث عن الرسول الله، يعرف به حال الراوي والمروي من حيث القَبول والرد، والنظر في دلالة النص على الحكم.
فائدته وأقسامه.
معرفة ما يقبل ويرد من الراوي والمروي مما يسهم في تنقية الأدلة الحديثية وتخليصها مما يشوبها من: ضعيف وغيره، ليتمكن من الاستدلال بها. وأقسامه:
1. علم الحديث رواية : وهو دراسة سند الحديث و رجاله. ذلك أنه العلم المتخصص بدراسة اتصال الأحاديث بالرسول صلى الله عليه وسلم من حيث أحوال رواته ضبطا وعدالة ومن حيث كيفية
2. السند اتصالا وانقطاعا وغير ذلك. فموضوعه: ألفاظ الرسول صلى الله عليه وسلم من حيث صحة صدورها عنه.
3. علم الحديث دراية: وهو دراسة متن الحديث. ذلك أنه العلم المتخصص ببحث المعنى المفهوم من ألفاظ الحديث وعن المعنى المراد منها بناء على قواعد اللغة وضوابط الشريعة وأحوال النبي صلى الله عليه وسلم. فموضوعه: أحاديث الرسول من حيث دلالتها على المفهوم والمراد
بعض مصطلحات علم الحديث.
السند: هو الطريق الموصلة إلى المتن، أي رجال الحديث، وسموه بذلك لأنهم يسندونه إلى مصدره.
الإسناد: هو الإخبار عن طريق المتن أو حكاية رجال الحديث.
المتن: هو ما انتهى إلى السند.
المخرج (بضم الميم وكسر الراء): ذكر رواته، فالمخرج هو ذاكر رواة الحديث كـالبخاري والإمام مسلم.
المحدث (بضم الميم وكسر الدال): هو العالم بطرق الحديث وأسماء الرواة والمتون فهو أرفع من المسند.
الحافظ: هو من حفظ مائة ألف حديث متنا واسنادا ووعي ما يحتاج إليه.
الحجة: هو من أحاط بثلاثمائة ألف حديث.
الحاكم: هو من أحاط لجميع الأحاديث المروية متنا وإسنادا وجرحا وتعديلا وتاريخا.
أنواع الحديث[عدل]
الحديث الصحيح: هو ما اتصل إسناده بعدل ضابط عن مثله بدون علة ولا شذوذ وهو يفيد الظن دون اليقين، والحديث الصحيح ينقسم إلى قسمين:
الصحيح لذاته: هو الحديث الذي اشتمل على أعلى صفات القبول بأن كل متصل السند بنقل العدول الضابطين ضبطا تاما عن مثلهم من مبدأ الحديث إلى آخره وخلا من الشذوذ والعلة، ويسمى هذا القسم ((الصحيح لذاته)) لأنه استوفى شروط الصحة ولم يكن في حاجة لمن يجبره، فصحته نشأت من ذاته لا من حديث آخر خارج عنه.
الصحيح لغيره: هو الحديث الذي قصرت شروطه عن الدرجة العليا بأن كان الضبط فيه غير تام. وإنما سمي ((بالصحيح لغيره)) لأن صحته نشأت من غيره.
الحديث الحسن: هو ما اتصل سنده بنقل العدل الضابط ضبطا غير تام عن مثله، من أوله إلى آخره وسلم من الشذوذ والعلة ((العدل في الحديث الحسن خفيف الضبط وفي الحديث الصحيح تام الضبط)). وينقسم الحديث الحسن إلى قسمين:
الحسن لذاته: وهو ما اتصل اسناده بنقل عدل خفيف الضبط عن مثله من أول السند إلى آخره وسلم من الشذوذ والعلة، وسمي ((بالحسن لذاته)) لأن حسنه لم يأته من أمر خارجي، وإنما جاءه من ذاته.
الحسن لغيره: هو ما كان في إسناده مستور لم يتحقق أهليته غير مغفل ولا كثير الخطأ في روايته ولا متهم بتعمد الكذب فيها ولا ينسب إلى مفسق آخر، أو هو ((أي الحسن لغيره)) ما فقد شرطا من شروط الحسن لذاته ويطلق عليه اسم ((الحسن لغيره)) لأن الحسن جاء إليه من أمر خارجي.
الحديث الضعيف: هو ما لم تجتمع فيه صفات الحديث الصحيح والحديث الحسن، والحديث الضعيف نوعان:
ضعيف ضعفا لا يمنع العمل به وهو يشبه الحسن في اصطلاح الإمام الترمذي.
ضعيف ضعفا يجب تركه وهو الوهم.
الحديث المعلق: وهو الذي حذف من أول إسناده واحد أو أكثر على التوالي ولو إلى نهايته، ومثاله الذي حذف من أول إسناده واحد قول البخاري: (وقال مالك عن الزهري عن أبي سلمة عن أبي هريرة عن النبي:"لا تفاضل بين الأنبياء"). فإنه بين البخاري ومالك واحد لم يذكره.
الحديث المنقطع: إنه كما سقط من إسناده رجل أو ذكر رجل مبهم. وقد عرفه العلماء بأنه ما لم يتصل إسناده وقالوا: انه مثل الحديث المرسل. وحكم الحديث المنقطع أنه ضعيف لأن المبهم فيه أو المحذوف منه مجهول.
الحديث المعضل: هو ما سقط من إسناده اثنان فصاعدا على التوالي أثناء السند وليس في أوله على الأصح.
الحديث المرسل (بضم الميم وفتح السين): هو الذي أضافه التابعي إلى رسول الله، ولم يكن هذا التابعي قد لقي النبي ، وحكم الحديث المرسل أنه من أقسام الحديث الضعيف، والحديث المرسل قد اعتمد عليه بعض الأقطاب من الأئمة كالإمام أحمد بن حنبل والإمام أبي حنيفة والإمام مالك بن أنس، ويعمل به خاصة بعض الفقهاء، وللحافظ العلائي كتابا سماه جامع التحصيل في أحكام المراسيل.
حديث مرسل الصحابي: هو ما أخبر به الصحابي عن قول النبي أو فعله، ولم يسمعه ولم يشاهده، إما لكبر سنه أو تأخر إسلامه أو غيابه ، وحكمه عند الجمهور أنه صحيح ويحتج به.
الحديث المدلس: هو الذي روي بوجه من وجوه التدليس، وأنواع التدليس هي:
تدليس الإسناد: هو الذي رواه المدلس إما أن يكون بلفظ محتمل لم يبين فيه الاتصال.
تدليس الشيوخ: هو أن يذكر الراوي شيخه من غير ما هو معروف ومشهود به.
تدليس التسوية: المعبر عنه عند القدماء: هو أن يروي عن ضعيف بين ثقتين وهو شر أقسام التدليس
تدليس العطف: وهو أن يصرح بالتحديث عن شيخ له ويعطف عليه شيخا آخر له لم يسمع منه ذلك المروي سواء اشتركا في الرواية عن شيخ واحد أم لا.
الحديث الموضوع: هو الحديث الذي وضعه واضعه ولا أصل له. والحديث الموضوع هو ما وضعه الشخص من عند نفسه ثم أضافه إلى رسول الله، وهذا النوع من أكثر الموضوعات الموجودة، ومن أسباب الوضع في الحديث:
1. التعصب العنصري بين الفرق والطوائف آنذاك.
2. السياسية بين الأمراء.
3. الزندقة.
4. القصاصون.
الحديث المتروك: هو ما يرويه متهم بالكذب ولا يعرف إلا من جهته ويكون مخالفا للقواعد المعلومة أو يكون قد عرف بالكذب في غير حديث أو عرف بكثرة الغلط أو الفسق أو الغفلة، حكم المتروك: أنه ساقط الاعتبار لشدة ضعفه فلا يحتج به ولا يستشهد به.
الحديث المنكر: هو من كان راويه ضعيفا أي هو حديث من ظهر فسقه بالفعل أو القول أو من فحش غلطه أو غفلته، وحكم الحديث المنكر أنه ضعيف مردود لا يحتج به.
الحديث المطروح: وهو ما نزل عن درجة الضعيف وارتفع عن الموضوع مما يرويه المتروكون، جعله البعض ضمن الحديث المتروك والبعض الآخر ضمن أنواع الحديث الضعيف.
الحديث المضعف: وهو ما كان فيه تضعيف السند أو المتن من بعض المحدثين وقيل بأنه أعلى درجة من الحديث الضعيف الذي أجمع على ضعفه.
الحديث المجهول: هو الذي فقدت فيه العدالة والضبط والسند وينقسم إلى أربعة أقسام:
مجهول العين: هو ما ذكر اسمه وعرفت ذاته ولكنه كان مقلا في الحديث.
مجهول الحال: هو ما يروى عنه اثنان فصاعدا.
مجهول الذات: كالاسم والكنية والكناية....
مجهول المستور: من يكون عدلا في ظاهره ولا تعرف عدالة باطنه.
الحديث المدرج: هو الذي اشتمل على الزيادات في السند أو المتن، ليست منه وينقسم المدرج إلى نوعين:
مدرج الإسناد: هو أن يجمع الكل على إسناد واحد دون توضيح الخلاف.
مدرج المتن: هو إدخال شيء من بعض كلام الرواة في حديث رسول الله في أول الحديث أو في وسطه أو في آخره.
الحديث المقلوب: وهو الحديث الذي أبدل فيه الراوي شيئا آخر، بأن يبدل راويا بآخر وقد يكون القلب إما في المتن وإما في السند، وقلب السند نوعان:
أن يكون الحديث مشهورا.
أن يكون القلب بتقديم أو تأخير لرجال الإسناد (كأن يكون الراوي منسوبا لأبيه)، وحكم الحديث المقلوب: أنه يجب أن نرده إلى ما كان عليه وهو الأصل الثابت للعمل به.
الحديث المضطرب (بضم الميم وكسر الراء): هو الذي روي بأوجه مختلفة مع التساوي في شرط قبول روايتها وقد يقع الاضطراب إما في المتن وإما في السند، وحكم الحديث المضطرب أنه يعد نوعا من أنواع الحديث الضعيف لان الاضطراب يشعر بعدم ضبط الراوي، والضبط في حد ذاته شرط في الصحة،(نذكر أن للحافظ ابن حجر العسقلاني كتابا أسماهالمغترب في بيان المضطرب).
3- اصول التفسير
تعريف أصول التفسير :
أولاً : تعريف أصول التفسير في اللغة : علم أصول التفسير مركب إضافي من كلمتين ( أصول ) و ( تفسير ) وقد سبق تعريف التفسير في اللغة ،والأصُول في اللغة : جمع أصل ، وأصل الشيء أسفل كل شيء ، وأساسه ، ومبدأه ، وما ينبني عليه غيره ، وقيل ما يفتقر إليه ولا يفتقر هو إلى غيره ورجل أصيل له أصل ، ورأى أصيل له أصل ، ورجل أصيل ثابت الرأي عاقل.
ثانياً : تعريف أصول التفسير في اصطلاح :
هنالك عدة تعريفات لعلم أصول التفسير اصطلاحاً وكلها تتفق على أنه علم يهتم ببيان الطرق السليمة لتفسير القرآن الكريم وتدبره وفق ما وضعه العلماء من ضوابط ، وقواعد ، يستطيع من خلالها المفسر وطالب العلم التعرف على كيفية الأخذ من تفاسير العلماء ما يوافق الحق والصواب ، ويترك ما عداه .
وقد عرفه الدكتور فهد الرومي بقوله هو : " القواعد والأسس التي يقوم عليها علم التفسير ، أو هو " العلم الذي يتوصل به إلى الفهم الصحيح للقرآن ويكشف الطرق المنحرفة أو الضالة في التفسير.
سؤال الاول : ما العلوم التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بتفسير القرآن ؟
الجواب : العلوم التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بتفسير القرآن الكريم تتمثل فيما يلي :
علم اللغة : لأن به يمكن شرح مفردات الألفاظ ومدلولاتها بحسب الوضع .
علم النحو : لأن المعنى يختلف ويتغير باختلاف الإعراب فلابد من اعتباره .
علم الصرف : لأن بواسطته تعرف الأبنية والصيغ حتى لا يقع الخطأ .
علم الاشتقاق : لأن الاسم إن كان اشتقاقه من مادتين مختلفتين فإن المعنى يختلف باختلافهما .
علم المعاني : لأن به يعرف خواص تراكيب الكلام من جهة إفادتها للمعنى .
علم البيان : لأن به يعرف خواص التراكيب .
علم البديع : لأن به يعرف وجوه تحسين الكلام عند تعرض المفسر للقرآن .
علم القراءات : لأن به يمكن ترجيح بعض الوجوه المحتملة
على بعض .
علم أصول الدين : لأن به يستطيع المفسر أن يستدل على ما يجب وما يجوز وما يستحيل في حق الله تعالى .
علم أصول الفقه : لأن به يعرف المفسر كيف يستنبط الأحكام من آيات القرآن الكريم .
علم أسباب النزول : لأن به يستعين المفسر على فهم المراد من الآية .
علم القصص : لأن به يستطيع المفسر توضيح ما أجمل
في القرآن الكريم .
علم الناسخ والمنسوخ : لأن به يعرف المفسر المحكم من غيره .
علم الأحاديث : لأن المفسر يستعين بهذا العلم على تفسير آيات الذكر الحكيم .
علم الموهبة : وهذا العلم يورثه الله تعالى لمن عمل بما علم .
سؤال الثاني : على كم نوع يقع تفسير القرآن ؟ وما المراد بكل نوع منها ؟
الجواب : يقع تفسير القرآن الكريم على أربعة أنواع هي :
النوع الأول : التفسير الإجمالي : وهو تفسير يقوم على الإجمال والإيجاز حيث يقوم المفسر بتفسير القرآن دون توسع
النوع الثاني : التفسير التحليلي : وهو تفسير يقوم على تحليل الآيات تحليلا تفصيليا مصحوبا بالعلوم الشرعية واللغوية ،
وهذا النوع من أنواع التفسير مركب من جزأين :
الأول : التفسير بالمأثور الثاني : التفسير بالرأي
فأما التفسير بالمأثور : فهو تفسير القرآن بالقرآن ، أو تفسير القرآن بأقوال الرسول ، أو تفسير القرآن بأقوال الصحابة ، أو تفسير القرآن بأقوال التابعي للصحابة .
وأما التفسير بالرأي : فهو تفسير آيات القرآن بعد معرفة المفسر للعلوم والآداب التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بالتفسير .
النوع الثالث : التفسير المقارن : وهو تفسير يقوم فيه الباحث بإجراء مقارنات بين عدة مفسرين على اختلاف مناهجهم ومشاربهم
النوع الرابع : التفسير الموضوعي : هو جمع الآيات المتفرقة في سور القرآن المتعلقة بموضوع واحد لفظا أو حكما وتفسيرها
حسب المقاصد القرآنية .
وقيل : هو علم يبحث في قضايا القران المتحدة معنى أو غاية عن طريق جمع آياتها والنظر فيها على هيئة مخصوصة .
سؤال الثالث : ما الفرق بين التفسير بالمأثور والتفسير بالرأي ؟
الجواب : التفسير بالمأثور : هو تفسير القرآن بالقرآن ، أو
تفسير القرآن بأقوال الرسول ، أو تفسير القرآن بأقوال الصحابة ، أو تفسير القرآن بأقوال التابعي للصحابة .
وأما التفسير بالرأي : فهو تفسير آيات القرآن بعد معرفة المفسر للعلوم والآداب التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بالتفسير .
سؤال الرابع : ما الفرق بين التفسير الإجمالي والتفسير المقارن ؟
الجواب : التفسير الإجمالي : هو تفسير يقوم على الإجمال والإيجاز حيث يقوم المفسر بتفسير القرآن دون توسع .
وأما التفسير المقارن : فهو تفسير يقوم فيه الباحث بإجراء مقارنات بين عدة مفسرين على اختلاف مناهجهم ومشاربهم .
سؤال الخامس : ما الفرق بين التفسير الموضوعي والتفسير بالمأثور ؟
الجواب : التفسير الموضوعي : هو جمع الآيات المتفرقة في سور القرآن المتعلقة بموضوع واحد لفظا أو حكما وتفسيرها حسب المقاصد القرآنية .
وأما التفسير بالمأثور : فهو تفسير القرآن بالقرآن ، أو تفسير القرآن بأقوال الرسول، أو تفسير القرآن بأقوال الصحابة، أو تفسير القرآن بأقوال التابعي للصحابة .
سؤال سادس : ما الفرق بين التفسير الموضوعي والتفسير بالرأي ؟
الجواب : التفسير الموضوعي : هو جمع الآيات المتفرقة في سور القرآن المتعلقة بموضوع واحد لفظا أو حكما وتفسيرها حسب المقاصد القرآنية .
وأما التفسير بالرأي : فهو تفسير آيات القرآن بعد معرفة المفسر للعلوم والآداب التي ينبغي أن تتوفر فيمن يقوم بالتفسير .
سؤال السابع : ما الفرق بين التفسير الموضوعي والتفاسير الأخرى ؟
الجواب : التفسير الموضوعي يهتم بمتابعة موضوع من الموضوعات القرآنية وعدم الخروج منه إلى موضوع آخر حتى ينتهي الباحث منه .
وأما التفاسير الأخرى السابقة ( التفسير الإجمالي ـ التفسير التحليلي ـ التفسير المقارن ) فإنها تعتمد على تفسير القرآن الكريم كاملا وفق ترتيب السور والآيات في المصحف الشريف .
ما هي أهم موضوعات علم أصول التفسير ؟
الجواب : موضوعات علم أصول التفسير : البحث في علم التفسير من حيث تحديد قواعده وأسسه وشروط تناوله ، وطرق مناهجه وما شابه ذلك ، كما أن موضوعات هذا العلم تتعلق بالقرآن من حيث بيان معانيه واستخراج أحكامه وحكمه .
سؤال هل لعلم أصول التفسير فضل أم لا ؟
الجواب : لهذا العلم مكانة كبيرة وشرف عظيم لأن شرف العلم من شرف المعلوم ، وأصول التفسير تبحث في علم التفسير ، وموضوع هذا العلم هو القرآن الكريم الذي هو خير الكلام ، لذلك : فلا عجب أن تكون أصول التفسير من أشرف العلوم وأعلاها مكانة وأكثرها فضلا .
س4 : ما الفائدة التي تترتب على دراسة علم أصول التفسير ؟
الجواب : الفائدة التي تترتب على هذا العلم تتمثل فيما يلي :
التزود بالثقافة العالية من المعارف القيمة التي فيها النفع لطالب العلم .
التسلح بسلاح العلم والمعرفة للدفاع عن القرآن الكريم .
معرفة الطرق الصحيحة لتفسير القرآن الكريم وما يقبل منها وما يرد .
التعرف على منهج العلماء الراسخين في العلم والأخذ عنهم والدفاع عن ذاتهم لأنهم ورثة الأنبياء كما أخبر بذلك رسول الله.
معرفة القواعد التي تعين على فهم كتاب الله تعالى فهما صحيحا دون إفراط أو تفريط .
MUKAYESELİ İSLAMİ İLİMLER TARİHİ
A- Hz. Peygamber Dönemi
Kur'an'dan sonra islami ilimlerin ilk kaynağı hz. Peygamber'dir. Tefsir ilmi açısından bakacak olursak Kur'an'ın ilk müfessiri yine Kur'an'ıın kendisidir. Daha sonra Kur'an'ı tefsir eden hz. Peygamber olmuştur. Hz. Peygamberi Kur'an tefsirine sevk eden en mühim amil, Kur'an'ın kendisinden gelen emirdir. Kur'an'da Allah: " biz sana Kur'an'ı, insanlara kendilerine indirileni açıklaman için indirdik" buyurmaktadır. Fakat Peygamber'in yaptığı tefsir, sonraki dönemlerden farklıdır. Hz. Peygamber lügat, belagat gibi teferruata girmeyip; sadece şeriat ve ahkamda Allah'ın muradı üzerinde durmuştur.
Hz. Peygamber kendisine gelen Kur'an ayetlerini vahiy katiplerine yazdırırdı. Bir çok sahabe gelen her ayeti ezberliyordu. Hz. Peygamber, Ebu Said el-Hudri'den gelen rivayete göre; Kur'an ayetleriyle karışma ihtimali, Arap yazısının yetersizliği ve sahabenin hıfz kabiliyetlerinin farklılık arz etmesi gibi sebeplerle hadislerin yazımını yasaklamıştı. Fakat hz. Peygamber'in Abdullah ibn Amr'a hadis yazması için müsaade ettiği ve birçok sahabenin hadis sahifelerinin bulunduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber'in uzun bir süre hadis yazımını yasakladığı, artık hadislerin Kur'an'la karışma ihtimalinin kalmadığı son dönemlerde ilmin zayi olması endişesiyle serbest bıraktığı veya kişiye özel yasaklama ve müsaadeye hükmettiği söylenebilir. Hadis sahifesi bulunan sahabenin birçoğunun hz. Peygamber'in vefatından sonra sahifelerini tertip etmiş olma ihtimali de mevcuttur.
Hz. Peygamber döneminde amele taalluk eden meselelere daha çok Medine döneminde rastlanmaktadır. Bu dönemde bir hüküm gerektiren hadiseler oluyor, yahut sahabeyi hz. Peygamber'e başvurup soru sormaya sevk eden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya ayet nazil oluyor ya da hüküm ve mana hz. Peygamber'e vahyediliyor, o da kendi üslubuyla hüküm açıklıyordu. Bazı durumlarda ise hüküm, içtihatlarına bırakılıyordu. Bazen de hükmün vazını gerektiren bir soru veya proplem bahis mevzu olmadan zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu durumda zamanın geldiğini Şari takdir ediyordu. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; gerek usulün gerekse füruun temelleri hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır.
B- Sahabe Dönemi
Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Onların tefsir konusundaki en büyük avantajları, hadise ve sebepleri müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, kısacası sebeb-i nüzule vakıf olmaları idi. Sağlam imanlarından dolayı akli delillere ihtiyaçları yoktu. Sahabe Kur'an ayetlerinin izahını ya Peygamber'den işitmek suretiyle veyahut içtihatlarıyla yapmışlardır. İçtihatlarıyla yapmış oldukları tefsirlerde umumi olarak ya dilsel ya da dini yöne ehemmiyet vermişlerdir. Tefsir konusunda bu dönemi hz. Peygamber döneminden ayıran en büyük özelliklerden birisi, sahabenin Kur'an'ı anlayışta ihtilaf etmeye başlamalarıdır. Sahabe arasında tefsir konusunda en meşhur olanlar şunlardır: Ali b. Ebi Talip, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Ubeyy b. Ka'b vb. Ayrıca bu dönemde Kur'an cem' edilip çoğaltılmıştır.
Hz. Peygamber döneminde daha çok hıfzla (ezber), kısmen de kitabetle (yazıyla) muhafaza edilen hadisler; kaybolup gitmesi endişesiyle sahabe devrinde yaygın bir şekilde yazıya geçirilmiştir. Birçok sahabenin özel hadis nüshaları mevcuttu. Fakat bunlar dağınık halde idi. Toplamak, iki kapak arasına almak manasındaki tedvin faaliyetinin sahabe devrinde mevcut olduğunu gösterecek hiçbir delil yoktur. Hadisleri yazıya geçiren sahabeden hiç birisi kendi işittiği hadisler yanında diğer sahabi arkadaşlarının işittikleri hadisleri toplayıp yazmayı düşünmemiş yahut düşünmüş olsa bile böyle bir işe teşebbüs etmemiştir. Çünkü bu faaliyeti gerektirecek bir ihtiyaç hasıl olmamıştır. Hadis yazanların başında Abdullah b. Amr ile Ebu Hureyre gelmektedir.
Her hangi bir ameli problemin halli için önce Kur'an'a sonra sünnete başvurulacağı hz. Peygamber devrinden beri biliniyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunamazsa re'y içtihadına başvuruluyordu. Sahabe döneminde İçtihat ile varılan hükümlerde ittifak edildiği kadar ihtilaf da ediliyordu. İhtilafı azaltmak ve bağlayıcılığı arttırmak için istişareye başvuruluyor, böylece icma manasına gelen bir çeşit şura içtihadı yapılıyordu. Temelleri hz. Peygamber zamanında atılan, sonraki devirlerde "kıyas, istihsan, istıslah, örf..." adı verilen esas ve metotlar bu devirde "re'y" ismi altında tatbik ediliyordu. Şu var ki sahabe arasında re'y ve içtihatla meşhur olanlar daha çok ilimle meşgul olan bir guruptan ibaretti. İçlerinden daha ziyade amel ile meşgul olanlarda içtihat kabiliyeti zayıftı. Fetvalarıyla meşhur olan yedi fakih sahabe arasında fetvası en çok olan Abdullah b. Abbas'tır. Bu dönemde fıkıh devletin anayasası mesabesinde idi. Halk yöneticileri serbestçe denetleyebiliyordu. Dolayısıyla hukukçuların otoritesi sonraki devirlerle mukayese edilemez ölçüde genişti.
C- Tabiin Dönemi
Sahabe döneminde ivme kazanan fütuhatla birlikte muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi faaliyetlere başlamış ve onlardan genelde Arap olmayanlar ilim almıştır. Mevali dediğimiz bu kimseler Müslüman olunca eski din ve kültürlerinin tesiri altında kalarak islamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardır. Bu durum tabiin dönemindeki tefsir faaliyetlerinde mühim hareketler meydana getirmeye başlamıştır. Tabiin de tefsiri sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerinde sadece kendi fikirlerini nakletmemişler, bununla beraber içinde yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını hurafeleriyle birlikte aksettirmişlerdir. Ayrıca bu dönem tefsirde israiliyatın çok yoğun bir şekilde kullanıldığı bir dönemdir. Bu dönemde tefsir konusunda ön plana çıkan şahıslar; Said b. Cübeyr, Mücahid ve ikrime'dir.
Hadis bilen sahabenin İslam coğrafyasının çeşitli yerlerine dağılması, Hulafa-i raşidin döneminin sonlarında ortaya çıkan fitne olayları ve akabinde Müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi, beraberinde hadis vaz'ını (uydurma) netice vermiştir. Bu tehlikenin bertaraf edilememesi halinde hadislerin tamamen yok olacağı kolayca idrak edilir olmuştu. İşte bu durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak hadis rivayet edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin rivayet ettiği hadisleri sıhhat ve zafiyet yönünden derecelendirmeğe yönelmişlerdir. Hadisçiler bu faaliyeti sürdürürken Emevi halifesi Ömer b. Abdulaziz, ilmin kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitmesinden duyduğu endişe ile ehil kişilere hadisleri bir kitapta toplamaları emrini vermiştir. Bu emre ilk intisap edip hadisleri tedvin eden kişi İbn-i Şihab ez-Zühri olmuştur. Burada şuna temas etmekte fayda vardır: Bu dönemde Arap yazısı henüz tekamülünü tamamlamadığı için ezberlenmeyen bir yazı her zaman yanlış okumaya ve anlamaya müsaitti. Bu yüzden gerek sahabe dönemindeki hadis kitabeti, gerekse tabiin dönemindeki tedvin faaliyeti, geleneksel hıfz faaliyetini ortadan kaldırmamıştır.
Emevi devlet yönetiminin sünnet çizgisinden ayrılması karşısında ikazlarının fayda vermediğini gören tabiinin büyükleri; sünnetin tespitine, kitap ve sünnete bağlı nazari bir fıkhın tesisine yöneldiler. Onlar bu davranışlarıyla hem ilim hem de amel halinde gerçek İslam'ın muhafazasına çalışıyor, aynı zamanda devleti idare edenlere aksülamel göstermiş oluyorlardı. Sahabenin yetiştirmiş olduğu tabiin nesli müçtehitleri, Hicazlılar ve Iraklılar olmak üzere iki gruba ayrılmışlardı. Daha sonra "eserciler" diye alınacak Hicazlıların hocası Said b. Müseyyeb, "re'yciler" diye anılacak Iraklıların hocası ise İbrahim en-Nehai'dir. Ayrıca fıkıh, hadislerden daha sonra yazıya geçirilmesine rağmen, bu dönemde hadislerden daha önce tedvin ve tasnife tabi tutulmaya başlamıştır. Hasanu'l-Basri'nin konulara göre düzenlenmiş fetvaları ve Zeyd b. Ali'nin el-Mecmu' isimli fıkıh kitabı buna örnek gösterilebilir.
D- Etbau't-Tabiin Dönemi
Tefsir bidayette rivayet tefsirinden ibaretti. Tefsir ilmi sadece rivayete dayanıp kalmış olsaydı, onu hadis ilminin bir cüz'ü olarak düşünebilirdik. Fakat bu dönemden itibaren rivayet tefsirinin yanında dirayet tefsiri de gelişmeye başlamıştır. Zuhur etmiş olan fikri, siyasi ve dini fırkalar devamlarını sağlayabilmek ve kendi fikirlerinin asıl olduğunu ortaya koyabilmek için Kur'an'a dayanmak mecburiyetini hissetmişlerdir. Bunun için bazı ayetler zorlanmak suretiyle tevil edilmeye çalışılıyor, hatta pek çok haberin uydurulması icap ediyordu. Bunlara bir de israiliyat dediğimiz haberler ilave edilirse, bu dönemde tefsir ilmindeki karmaşık durum kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Böyle bir durum karşısında bazı ciddi ilim adamlarının tefsire karşı olan itimadı sarsılmıştır. Bize kadar ulaşmasa da İbn Abbas'a isnatla varlığı bilinen en eski tefsir olan Ali b. Ebi Talha'nın sahifesi ve bize kadar ulaşan en eski tam tefsir konumundaki Mukatil b. Süleyman'ın tefsiri bu döneme aittir. Bunların dışında Yahya b. Sellam ve Abdurrezzak b. Hemmam'ın tefsirleri de bu döneme ait önemli tefsirlerdendir.
Gelişi güzel derlenip tedvin edilen hadis kitapları çok kullanışlı değildi. İstenilen hadise daha kolay ulaşabilmek için hadislerin tasnif edilmesi ihtiyaç olmuştu. Hadisler önce konularına göre sınıflandırılmış, bir süre sonra sahabi ravilerine göre sınıflandırılmıştır. Konularına göre tasnif edilenlere "musannef", sahabi ravilerine göre tasnif edilenlere ise "müsned" adı verilmiştir. Hadislerin tedvini tabiinin küçükleri, tasnifi de bundan yaklaşık çeyrek asır sonra tebau't-tabiinin büyükleri tarafından gerçekleştirilmeye başlamıştır. Hadislerin bablara göre tasnifine ilk defa girişenler er-Rebi' b. Şubeyh, Said b. Arube ve Mamer b. Raşid'dir. Bunlardan bize kadar ulaşan en eskisi Mamer b. Raşid'in "Cami'sidir. Bu eser daha sonra onun talebesi Abdurrezzak b. Hemmam tarafından, "Musannef" isimli eserinin sonuna ilave edilmiştir.
Bu dönemde fukaha, farklı coğrafyaların örf, adet ve teamülleri ile karşı karşıya gelmiştir. Bu cümleden olarak İranlıların örf ve adetlerinin hakim olduğu Irak'taki mesail Ebu Hanife'ye, Bizans örf ve hukukunun hakim olduğu Suriye mesaili Evzai ve benzerlerine, Kıptı tesiri altındaki Mısır mesaili el-Leys ve İ. Şafii'ye, Hicaz örf ve adetinin rengini taşıyan problemler İ. Malik'e arz edilmiştir. Böylece mezhepler oluşmaya başlamıştır. Ayrıca bu dönem fıkıh usul ve furu'una ait tasnifin yoğunlaştığı ve fıkıh terimlerinin doğduğu dönemdir. Furu' fıkıhta tasnif edilen eserlere İmam Malik'in Muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsut'u ve İmam Şafii'nin el-Ümm'ü; fıkıh usulünde yine İmam Şafii'nin er-Risalesi örnek verilebilir. Bu dönemde bir mevzu kaydedilirken ilgili hadisler, sahabe ve tabiin fetvaları tespit ediliyor, bunlardan çıkan neticeler ile kitabı yazan müçtehidin re'yleri birlikte yazılıyordu. Şüphesiz müçtehitler, hükümleri sıralarken bazı prensip ve esaslara dayanıyorlardı, fakat bunu fıkıh kitaplarında zikretmiyorlardı.
E- Günümüze kadarki Dönem
Zamanla müfessirler mütekellimlerden fikir hürriyetini iktibas etmiş ve tefsirde yeni ufuklar açmışlardır. Artık bir taraftan ahkam ayetlerinden istinbatlar yapılıp ahkam'ul-Kur'an çalışmaları yapılırken, diğer taraftan fırka mensupları kendi görüşlerini teyid edecek fikirleri ihtiva eden tefsirler telif etmekte idiler. Lugatçılar da Kur'an'ı filolojik yönden incelemişler ve i'rabul-Kur'an, garibü'l-Kur'an ve meani'l-Kur'an gibi eserler meydana getirmişlerdir. Bu dönemde ilk dikkat çeken tefsir; hz. Peygamber, sahabe, tabiin ve kendisine kadar gelen tefsir rivayetlerini toplayan bir ansiklopedi hükmündeki Taberi tefsiridir. Zaman geçtikçe tefsir ilmi hadis ilminin bir kolu olmaktan kurtulmuştur. Tefsirlerde bulunan israili rivayetler temizlenmeye gayret gösterilmiş, sahih haberlerin nakli hususu revaç bulmaya başlamıştır. III. asırdan itibaren ilmi tefsir yolunu açan, müteşabih ayetleri tevil eden Mutezile, tefsir ilmine damgasını vurmuş, aralarından Zemahşeri gibi büyük müfessirler çıkmıştır. Derken Mutezile'nin etkisini tamamen yitirdiği V. asrın ortalarında, ilmi tefsiri zirveye ulaştıran Fahreddin Razi isminde bir yıldız doğmuştur. Daha sonraki yüzyıllarda Beydavi ve Ebu's-Suud Efendi, Zemahşeri ve Razi'nin yolunu takip etmişlerdir. Zamanla içtimai hayatta mukallitlikten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun meydana gelişi, tefsirde de bir donukluk meydana getirmiştir. Bir önceki asra geldiğimizde ise bir hareketlenme meydana gelmiş; ilmi tefsir alanında Tantavi, içtimai-edebi tefsir alanında Muhammed Abduh, Mevdudi ve Seyyit Kutub gibileri bu durağanlığı bozan gayretler sarf etmişlerdir.
Kütüb-ü Sitte'nin zuhuru dolayısıyla hicretin üçüncü asrını hadis tasnifinin altın çağı olarak tavsif etmek mümkündür. Bu asırda tasnife hız veren amillerin başında; Mutezile ve benzeri mezheplerin zuhuru, kelam ilminin doğuşu ve kelamcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadele sayılabilir. Bu asırda ortaya çıkan eserler müteakip asırlara yapılacak fazlaca bir iş bırakmamıştır. Hadis hafızlarının çoğunluğu bu asırda yaşamış; hadislerin isnadına, isnadın illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden mertebelerine vakıf meşhur üstadlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis mecmuaları onların eliyle vücut bulmuştur. Taklitçiliğin de yaygınlaşmasıyla daha sonraki dönemlerin telif faaliyetleri, üçüncü asırda ortaya çıkmış eserlerdeki hadislerin bir kitap içinde cem'ine, yahut isnatlarının hazfedilmek suretiyle ihtisarına veya müstedrek ve müstahreçlerinin yapılmasına hasredilmiştir. Aynı şekilde müteakip asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserler ile ricalin cerh ve tadili hakkında ileri sürülen görüşlerin bilgi yönünden kaynağı yine üçüncü asır müellifleridir.
Artık fıkıhta büyük müçtehitler devrinin hür ve mutlak içtihadı, doğrudan doğruya Kitap ve sünnet kaynağından hukuki hayata çözümler getiren çalışmalar durmuş, onun yerini "taklitçilik ruhu" almağa başlamıştır. Bunun sonucunda üçüncü asırdan itibaren başlayan "mezhep taassubu" zamanla kuvvetlenmiş, düşmanlığa dönüşmüştür. Taklit ve taassubun en büyük zararı içtihat faaliyetinin durması olmuştur. Zira dördüncü asırdan sonra içtihat kapısı kapanmış; İbn Teeymiyye, Suyuti ve Şevkani gibi birkaç İslam aliminin dışında bu işe teşebbüs eden çıkmamıştır. Moğol istilasının meydana getirdiği tıravma da eklenince islam dünyası bütün enerjisini elindekini korumaya hasredip içine kapanmıştır. Hatta farklı mezhep sahiplerinin bir biri ardında namaz kılmalarının cevazı bile tartışılır hale gelmiştir. Artık orijinal eserler meydana getirmek yerine yazılmış eserlere şerh, haşiye, talik ve ihtisarlar üzerine yoğunlaşılmıştır. Ne var ki on dokuzuncu asır itibariyle İslam milletlerini uyarmak için yapılan çalışmalar netice vermiş; böylece kanunlaştırma hareketleri başlamış, içtihat ruhunu besleyen bazı eski kitaplar tahkik edilip neşredilmiş, asrımıza hakim olan batı menşeli hukuklara karşı İslam hukukunun müdafaa ve mukayesesi maksadına yönelik eserler verilmiş ve farklı mezheplerin görüşlerini bir arada toplayan çalışmalar yapılmaya başlamıştır. İstenilen düzeyde olmasa da bu hareketlenme günümüze kadar devam etmekte ve geleceğe dair ümitlerimizi yitirmememizi temin etmektedir.
Kaynaklar:
- Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU
- Hadis Tarihi, Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT
- İslam Hukuk Tarihi, Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN
Ahmet sağlam
15952706
Fıkıh Tarihi
Hz. Peygamber devrinde
fıkıh: Hz. Peygamber s.a.v’ in devri dinin tekamülü açısından çok önemlidir. Bu
dönemde teşrii faaliyeti tamamlanmış, sonra ki devirlere de kaynaklık
sağlamıştır. Hz. Peygamber’in fıkıh merkezli devrini ikiye ayırmak gerekir.
a- Mekke Devri: bu devirde
Allah Elçisi’nintebliği daha çok iman ve ahlak ile ilgili olduğundan yani dinin
temel prensipleri ile ilgili olduğundan fıkhi hükümler azdır.
b- Medine Devri: Artık
Müslümanlar devlet kurmuş ve bu devleti ayakta tutacak yasalara yani fıkha
ihtiyaç vardır. Yine Müslümanlar artık daha rahattırlar ve peygamber’in s.a.v
muhatabı artık müşriler değil zaten onunla aynı inancı taşıyan insanlardır.
Bundan dolayı fıkıh yoğun olarak işlenmektedir. Bu devrin özelliğini celbi
menafi ve defi mefasid olarak özetleyebiliriz.
Sahabe Döneminde Fıkıh:
İslam ülkesinin sınırları genişlemiş ve nüfusu çeşitlenip artınca Peygamber
zamanında bulunmayan bazı fıkhi problemler ortaya çıkmış sahabe bunların hüküm
ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuştur.
Bu dönemde fıkıh hem devletin hem de Müslümanların uyması gereken temel
yasalardır. Devlet fıkha müdahale etmiyor bilakis fıkıh ve dönemin alim
sahabileri devlete yön veriyor millet de bunu destekliyorlardı.
Tabiin Devrinde Fıkıh:
Emeviler döneminde durum değişti. Artık devlet fıkıhtan ayrı olarak yönetildiği
anlaşılmaktadır. Sahabenin yetiştirdiği tabiin nesli mekan ve bilgi-metot
farkına dayanarak iki gruba ayrılmışlardır. Hicazlılar ve Iraklılar. Hicazlılar
Said b. Müseyyeb Iraklılarsa İbrahim en-Nehai’yi üstad olarak benimsemişlerdir.
Tabiinin küçüklerine rastlayan Abbasi devri ise fıkhın olgunluk çağıdır. Artık
mezhepler oluşmaya başlamış ve çok farklı ictihadlar ortaya çıkmıştır.
Tabiinden sonra fıkıh
oturmaya başlamış mezhepler kurulmuş kitaplar hızla tedvin edilmeye
başlanmıştır. İlk tabiin de görülmüş olan hicaz ve ırak faklılaşması iyice
belirginleşmiş ve bunun mezheplere de büyük oranda etkisi olmuştur. Ancak
tebe-i tabiinde var olan ictihad melekesi sonraki asırlarda yerini taklid ve
taassub ruhuna bırakmıştır.
Özet olarak anlatmaya
çalıştığımız bu dinin temelleri olan her üç ilim, ortaya çıkışı, gelişimi ve
kaynakları açısından paralellik arz eder. Tarihi süreçte bu ilimleri
birbirinden bağımsız saymak çok büyük bir hata olacaktır. Durum böyle iken
bizler İslam ilimlerinde araştırma görevini hakkıyla yerine getirmek için her
daim bu ilimlere bir açıdan değil etkileşimde oldukları tüm ilim dalları
açısından bakmak zorundayız.
Tefsir Tarihi
Allah-u Teala Kerim Kitabını
insanlara vahiy vasıtasıyla gönderdi. Ancak göndermekle kalmadı bu Kitabın
açıklanması görevini de Elçisine s.a.v ‘e yükledi. Peygamber tebliğ ve teybin
ile mükelleftir. Bu hususlar ayetlerde açıkça belirtilmiştir.
Hz peygamberin s.a.v tefsiri Kuranı Kuranla
tefsir, mücmeli beyan, tekid manasında beyan, umumu tahsis, mutlakı takyit,
luğavi tefsir ve temsillerle tefsir etmesi gibi şekillerinde olmuştur.
Sahabe Döneminde Tefsir:
Kuran’da kendilerine muğlak olan yerler tefsir edilmiştir. Bu anlaşılmayan yerler
nisbeten yok denecek kadar azdır. Kuranı kuranla, hadisle, ictihadla ve diğer
ehli kitaptan rivayetlerle tefsir yapmışlardır.
Tabiin Döneminde Tefsir: bu
dönemde daha çok sahabeden duymuş oldukları tefsirleri nakletmişlerdir. Metot
olarak sahabenin yolunu izlemiş olmakla birlikte ayetleri kendi reyleriyle
tefsir hareketi daha açık olarak görülmektedir. Bu dönemde tefsir ihtiyacı daha
çopk hissedilmiştir. Çünkü ayetlerin inişine olaylara o zamana şahit
olmamışlardı. Bundan dolayı tefsirden ilk sebeb-i nüzul ilmi ihtiyacı peyda
oldu ve ilk yazılan tefsir ile ilgili eserlerde bu alandadır. Yine Kuran’ın
baştan sona tefsir edilmesi rivayetlere göre tabiinin büyüklerinden olan
Mücahid’e nasip olmuştur.
Tabiin ile başlamış olan
tefsirin yazımı bize kadar ulaşmış en eski tam tefsir Mukatil b. Süleyman’ın
(h.150) tefsiri olarak bilinmektedir. Daha sonralarda ise tefsir rivayet ve
dirayet olarak iki ayrılıp genel olarak dirayet tefsirinin birçok alt dalı
oluşmuş ve tefsirde farklı mezhepler ortaya çıkmıştır.
Hadis Tarihi
Hz. Peygamber Devrinde
Hadis: Allahın Elçisi s.a.v hayatlarına yön verecek anayasa mesabesindeki
Kuran’ı getirmiştir. Ancak detaylı bilgileri kendisi insanlara açıklamak
zorundaydı. İşte böyle bir durumda Onun sözleri de değer daha da kazanıyor ve
sahabiler o sözleri/hadisleri dinlemek için adeta birbiriyle yarışıyordu. Hz.
Peygamber’in hadislerin yazımı konusunda yazmaya izin verdiği ve vermediği
rivayetleri vardır. İbn Kuteybe izin vermediği hususundaki rivayetlerin kısmi
olduğunu yani kişiye özel olduğu görüşündedir. Nitekim Hz. Peygamber’in s.a.v
bizzat hadis ve türlü şeyleri yazdırdığı rivayetleri vardır. Demek ki Peygamber
s.a.v yazmaya karşı değil belki bazılarının veya bir zamana mahsus olarak
hadislerin yazımına karşı çıkmıştır.
Sahabe Döneminde Hadis:
Sahabe ezbere dayalı hayat şartlarından dolayı hadisleri ezberlemekte pek
zorluk çekmemiş ve bunu dinin bir gereği görmüşlerdir. Hadislerin daha sahabe
devrinde bir gereklilik olarak yazıldığı hakkında kuvvetli deliller vardır.
Zaten daha önce de söylendiği gibi hadislerin yazımına bizzat Peygamber izin
verdiği rivayeti vardır. Abdullah b. Amr, Ebu Hureyre ve Hz. Ebubekir r.a. hadisleri yazdıkları bilinenlerden bazılarıdır.
Tabiin Döneminde Hadis:
Alimler cerh ve tadile önem verip hadislerin doğru bir şekilde tespiti için
büyük önem gösterdiler. Emevi halifesi Ömer b. Abdulaziz alimlerin vefat edip
hadislerin kaybolmasından korktuğu için hadislerin bir araya toplanması
hususunda emir çıkarmıştır. Bu işte emeği büyük olan Zühri olmuş ve devlet
tarafından desteklenmiştir. Tedvin döneminden sonra tebe-i tabinin tasnif
dönemi başlar ki bu zamanda bu ilim iyice geliştirilmiş ve insanların daha
kolay ulaşabilecekleri şekle sokulmaya çalışılmıştır.
Tabiin ve sonrasında hadis
ilmi iyice tekamule erişmiştir. Hicri 150 yıllarına rastlayan tasnifi yani
hadislerin musannaf türünde yazılan kitaplara alınması ve hicri 200 den sonra
hadis ilminin altın çağı olan sünenlerin yazımı hadis ilmini iyice
olgunlaştırmıştır. Sonraki zamanlarda daha çok sünenler üzerinde şerh haşiye ve
tahric gibi çalışmalar yapılarak bu ilmin canlılığı korunmaya çalışılmıştır.
Kaynaklar
İslam Hukuk Tarihi, Hayreddin Karaman
Tefsir Tarihi, Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu
Ana Hatlarıyla Hadis, İ.Lütfi Çakan