Habib Baygın 14952703 B.Doktora
Bilimsel
çalışmalarda kişi her hangi bir alanda çalışma yaparken çalışmasından bütüncül
bir sonucun ortaya çıkması ve iyi meyve vermesi, “Bilgi Bütünlüğü”ne bağlıdır.
Çalışmasına bütüncül bir bakışla giriş yapabilmesi de buna bağlı olduğu gibi.
Bu bütüncül açı, kişiyi ilim ederken ve işlerken hataya düşmekten korur. İslam
dinine müteallik gerek Kur’an, Sünnet gibi
asli ilimler olsun gerek gramer, edebiyat gibi fer’i veya tamamlayıcı diğer
ilimlerde olsun, bütün ilimlerin girizgahlarında o ilmin tanımı yapılırken
“hata Yapmama” veya “Kişiyi Hata Yapmaktan Koruma” şeklindeki gaye-ı illiye’ye vurgu yapıldığını
görmekteyiz. Onun için özellikle İslam kültür tarihinde, kadim bir gelenek olan
medrese ilimleri öğrenme hiyerarşisine henüz maddi ve suri ilel’ler aşamasında
bile fail ile’sinde bu gaye-ı illiye’ye hassasiyetle uyulduğunu görmekteyiz. Bu
şuur ve ideal “Alim” kavramıyla
benzeşmektedir. Zira Alim olmak bir ilmi sahada ihtisaslaşırken o saha ile
lüzumlu irtibatı olan ilimlerde de yeteri oranda bilgi birikimini gerektirir.
Tabi ki, bu vasfın fikri, ahlaki, içtimai gibi mütemmim yanları da vardır. Kişiyi, ilmi sahasında
bilgiyi işlerken, pratiğe yansıtırken hataya düşmekten korur. Bilgi bütünlüğüne misal, bir kişi tefsir alanında ihtisaslaşmaya
dönük bir çalışma yaparken mesela gramer, tarih, belağat, hadis ve senet gibi
ilimleri bilmelidir.
Bilgi: Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat,
vukuf. İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.
Kültür: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve
manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan,
insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların
bütünü. İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup
insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları
inançlar ve adetler sistemidir
Bilgi Bütünlüğü: Bir konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım olan bilgi
şümulüdür. Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin
herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.
Müslüman Kültürü: Tarihi seyir içerisinde İslam dininin Müslümanlara bıraktığı
maddi ve manevi miras zenginliğidir. Bu zengin miras Müslüman olan bütün
kavimlerin ortak eseridir. Müslüman kültürü ilmiyle, imanıyla ameliyle bir bütündür.
Bu bütünlüğü ilim, irfan ve hikmet şeklinde formülize edenler de vardır.
Müslüman kültüründen ve pratik hayatından müşahhas bir misal vermek gerekirse;
Müslüman’a yapılması farz olan bir şeyi, onu yerine getirebilmek için bilgi
donanıma sahip olması üzerine farzdır. Farz olan namazı
hakkıyla eda etmek için bu ibadetinin bütünlüğünü sağlayan erkan ve şartlarını
bilmek ve yerine getirme de farzdır.
Kuran’ın muhatabı olan bizler Kuran’ın tefsiri
ile ilgilenirken bilginin bütünlüğü Kuran’ın doğru anlaşılması açısından önem
arz etmektedir. Kuran üzerine araştırma yapan bir insan ele aldığı bir konuyu
incelerken bütüncül bir anlayışla değerlendirmesi gerekmektedir. Kuran
naslarının bütünlüğü konusu müfessir ve araştırmacıların görmezden
gelemeyecekleri bir konudur. Zira Kuran dikkatle incelendiği zaman görülecektir
ki onu oluşturan parçalar en küçüğünden en büyüğüne kadar birbiri ile
bağlantılı bir yapı oluşturmaktadır. Bir başka ifade ile Kuran’ın parçaları yerine
göre birbirini tamamlayan yerine göre birbirini açıklayan nitelikleriyle
ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır. Bundan dolayı eş-Şatıbi Kuran’ın bütünlüğü
bağlamından hareketle sözgelimi namazın farziyetini sadece ‘namaz
kılınız’ şeklindeki ilahi emirlerden değil namazla ilgili Kuran’da yer alan
bütün delillerden çıkarmaktadır
Kuran tefsir edilirken bilginin bütünlüğünün ifade ettiği
diğer bir anlam ise,yukarda anlatılan tarihi süreçte ortaya konan tefsir
literatürü araştırılarak ve dikkate alınarak Tefsir çalışmalarının
yapılmasıdır. Yani kuran yorumcusunun Kuran’ı doğru anlayıp anlamlandırması
indiği dönemden günümeze kadar yapılmış çalışmaları incelemesi ilk muhatapların
anladığı manaya ulaşması, yapılan çalışmaları araştırmasına bağlıdır. Yorumcu
bu çalışma esnasında tarih içerisinde ayetlere Hz. Peygamber efendimizden ve
sahabi neslinden itibaren müfessirlerin yapmış olduğu tefsirlerin, yorumların
hangilerinin tarihi ve dönemsel ve yerel olduğunu ve hangilerinin evrensel ve
tutarlı olduğunu tespit etme fırsatını elde etmiş olacaktır.
.
Sonuç
olarak Müslüman ve İslami ilimler alanında ihtisas yapacak olan akademisyenlerin ve araştırmacıların bütüncül bir bilgi birikimine sahip olmaları gerekir. Çünkü İslami
ilimlerin tamamı birbiriyle yakından ilişkilidir. Nitekim bütün İslami ilimlerin
ana kaynağı Kuran ve ilahi muradın anlama ameliyesi
olan Tefsir olunca Bilginin Bütünlüğü daha da önem kazanmaktadır.
Zira diğer İslami ilimlerin tamamı ya kuranın anlaşılması için birer araç ya da Kuranı anlama tekniklerini
öğretmeyi gaye edinmiş amaçlardır.
[1]Faruki, İsmail Raci, İslam
Kültür Atlası, çev: M.Okan Kibaroğlu,Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yay.
[2] Demirci,Muhsin, Tefsir
Usulü, İFAV, İstanbul 2013
MEHMET VEYSİ ÖZLÜK
ÖRENCİ NO: 13952753
BİRLEŞİK DOKTORA
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi, sözlük manası itibariyle öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen malumat demektir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en belirgin özellik; onun bilgiyi elde etme arzusudur. Bu arzusunu elde etmek için kaynaklar söz konusu edildiğinde de öteden beri klasik kaynaklarımız üç başlığa vurgu yapmaktadır:
1. Havass-ı Selime (Duyular)
2. Akl-ı Selim
3. Haber-i Sadık (Vahiy ve mütevatir haberler)
Bu üç kaynağın yanında keşif, ilham ve rüyanın bilgi kaynağı olup olamayacağı tartışıla gelmiştir.
Bütünlük ise; parçaları birbirine eksiksiz bağlı olan birliği dile getirir. Alman düşünürü Kant da bütünlüğü düşüncenin ana kavramlarından saymış ve teklikle çokluğun birleşimi olarak tanımlamıştır. Bir misalle açıklamak gerekirse; evren, parçaları çeşitli biçimlerle birbirine bağlı bir bütündür. Örneğin bir elma, elma ağacının değil, bütün bir doğanın ürünüdür…
Bilgi bütünlüğü de; bir konuyu anlamlandırırken, lazım olan bilgi şümulüdür. Ayrıca “bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur” şeklinde tarif edilebilir.
Bütüncül ve kapsamlı bilgi, yanlış anlamalardan ve değerlendirmelerden uzak kalmamıza yardımcı olur. Konulara bütüncül yaklaşmak, onları doğru anlamak için son derece önemlidir. Bir konuda yeterli ve doğru bilgi sahibi olabilmek için, o konuyu bir bütün olarak ele almak gerekir. Bilginin bütünlüğü dini konularda daha da önemlidir. Sözgelimi bir konu hakkında dinin ne dediğini anlayabilmek için, o konudaki ayet ve hadisleri, onlara getirilen yorumları bir bütün olarak anlamak gerekir. Ancak bunlar, o konunun sadece “ağaç” kısmıdır. Daha yeterli ve doğru bilgi için o ayetlerin nüzul ortamına gidilmeli ve vahiy anı adeta tekrar yaşanmalıdır.
Müslümanlar için bilgi kaynaklarının başında gelen vahyi (Kuran-ı Kerim), doğru bir şekilde anlamak ve aktarmak da bilgi bütünlüğünü gerektirir. İlk dönem alimlerimiz bunun farkında olduklarından bütün İslami ilimlerde uzmanlaşmışlardı. Mesela İmam Suyuti’nin tefsir, hadis, fıkıh, sarf, nahiv, ulumu’l kuran ve diğer dini ilimlerde nitelikli ve hacimli eserler vermesi, selef alimlerimizin bütüncül bilgiye önem verdiklerini bize göstermektedir. Buna göre Kuran’ın doğru anlaşılması fıkıh, hadis, kelam, sarf, nahiv, belagat, islâm tarihi, mezhepler tarihi, arap dili ve belagati gibi ilimlerin bilinmesini gerekli kılmaktadır.
Kur’an’ı doğru bir şekilde anlamak isteyen kişinin başvurması gereken ilimlerden birisi de “Sebeb-i Nüzûl”dür. Ayetlerin iniş sebeplerini ve ortamını ifade eden bu bilgiler ayetlerin hangi durumlara binaen, kimleri muhatap alarak nâzil olduğunu anlatır. Bu da ayetlerin arka planı hakkında ipuçları demektir ki; ayetleri bu doku içinde görmek, onları anlamamızı kolaylaştırır. Bununla birlikte, bunlar vahyi doğru anlamak için yeterli tarihi malzemeler değildirler. Buna ek olarak Kur'an çalışmaları için geliştirilen ilim dallarından biri de “İlmu’l-Mekki ve’l-Medeni”dir. Netice itibariyle vahyin geliş şartlarına benzer olarak, vahiy mahallinin bilinmesi de gereklidir.[1]
Kur'an'ın doğru bir şekilde algılanmasında önemli olan bir diğer husus da Allah Rasulü'nün açıklamalarıdır. Mesela,”salat-ı vusta” ve “seb’ul mesani” gibi medlulleri açıklanamayan tabirlerin, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beyanı olmaksızın anlaşılması zor, belki de imkansızdır. Aynı şekilde ibadetlerin nasıl yapılacağı, sosyal münasebetlerle ilgili Kur’an’ın öngördüğü düzenlemelerin nasıl gerçekleşirileceği gibi konularda da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in açıklamaları bağlayıcıdır.[2]
Bir başka dikkat edilmesi gereken nokta da kıraat farklılıklarıdır. NitekimKıraat lmamları tarafından tesbit edilen mütevatir kıraatler; imale, teshil, tahkik, idğam ve med gibi kelimelerin sadece telaffuzuna yönelik bazı farklılıklar gösterdiği gibi; harf ve hareke farklılığı olanları da vardır. Kelimelerin sadece telaffuzuna yönelik olanlar, mahalli şive ve ses aksanları ile ilgilidir ki, kelime aynı kelimedir. Fakat harf ve hareke farklılığı bulunan kıraatler, kelimelerin farklı bir anlam kazanmasına sebep olur. Ancak kesinlikle ayetlerde bir çarpıklık ve tezat teşkil etmez. Aksine her bir kıraat, ayete değişik açılardan bakılmasını sağlamakta ve mana zenginliği kazandırmaktadır. Hal böyle olunca, her devirde yetişen müfessirler bu kıraatler ışığında ayetlere yeni açıklama ve yeni yorumlar getirmişlerdir. Nitekim Taberi, Keşşaf, Kurtubi, Razi, İbn Kesir gibi çeşitli devirlerin tefsir otoritesi olan Müfessirler, tefsirlerinde kıraat farklılıkları üzerinde de durmuşlar ve bunlar ışığında birbirinden güzel manalar vermişlerdir. Güpümüz müfessirleri de bu kıraat farklılıklarını gözardı edemezler; etmemelidirler.[3]
Şu halde Kur’an’ı anlama sürecinde, bu ilimlerden herhangi birini dışarıda tutmak mümkün olmadığı gibi, bu ilimlerden herhangi biriyle iştigal eden birisinin, ne kadar derinleşirse derinleşsin ötekilerini ihmal ederek doğru sonuçlara varması düşünülemez.
[1]Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çev: M.Okan Kibaroğlu,Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yay.
[2] Demirci,Muhsin, Tefsir Usulü, İFAV, İstanbul 2013
[3] Tuğral, Rahim, Farklı Kıraatların Tefsirdeki Yeri, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1992, sayı: 7, s. 269-281
ÖĞRENCİ ADI
SOYADI :KERİM ENDEZ
BÖLÜMÜ :BİRLEŞİK
DOKTORA
DÖNEM :2014/2015
ÖĞRENCİ NO :14952705
KONU :BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ
Bilginin sözlük manası ‘öğrenme,
araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen malumat’(1)demektir. İslam âlimlerinin
çoğunluğuna göre ise bilgi:”Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “Mâlum olanın,
olduğu hâl üzere bilinmesidir.”
Bilginin
bütünlüğü ise, bir konuyu anlamak ve anlamlandırmak için lazım olan
metaryallerin tamamı demektir. Bu metaryaller,ortaya konulmuş olan yeni
bilgileri kapsadığı gibi,daha önce ortaya konmuş olan bilgileri de
kapsamaktadir.
Bütün
ilimlerde olduğu gibi,tefsir alanında da ilmi bir araştırma ortaya koyabilmek; o
alanda yapılan çalışmaları araştırmak,Kur’ân’ın
înzal edilmesinden günümüze kadar geçen tarihi süreç içerisinde,ortaya
konulmuş olan mirası,bütüncül bir anlayışla değerlendirmekle mümkündür.Aksi
takdirde yapılan çalışma ,zan ve tahminlerden elde edilmiş nazariye
olmaktan,başka bir anlam ifade etmeyecektir.Ayrıca meseleyi bütüncül bir yaklaşımla
ele almak,bilgiyi elde ederken yanlış anlamlardan ve değerlendirmelerden
kurtulmamıza büyük katkı sağlayacaktır.
Yüce kitabımız Kur’ân’ı bütüncül
olarak değerlendirebilmek için,asr-ı saadetten günümüze kadar geçen zaman
dilimini ele almak durumundayız.Asr-ı saadette Hz. Peygamber’in,bir taraftan
kendisine vahyedilen Kur’ân bölümlerini muhataplarına okuduğunu,diğer taraftan
manası anlaşılamayan hususları açıklayarak tebliğ ettiğini görmekteyiz.(2)Gerçi
her ne kadar ilk muhataplar,ana dilleri Arapça olduğu için kur’an’ı genel
çerçeve itibarıyla anlama imkanına sahip iseler de,yine de onun bir kısım
mütaşabih lafızlarını ve bazı ayrıntıları anlamakta sıkıntı
çekiyorlardı.Peygamber(s.a.v.)’de bazı vesileler ile hem onlara anlayamadıkları
ayetlerin manalarını açıklıyor,hem de ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini
göstererek onlara rehberlik ediyordu.dolayısıyla yüce kitabımız kur’an hem
tefsiri hem de uygulanması yönünden en güzel şekilde ashaba aktarılıyordu.
Hem Kur’an’ın bütüncül bir
yaklaşımla ele alınması bağlamında hem de sünnetin bu konuda ki önemine işaret
olması için şu misallere yer vermek yerinde olsa gerektir.
”(Yahudiler
ve hristiyanlar)Allah’ı bırakarak kendi hahamlarını ve papazlarını rehber
edindiler.”(3)ayetini Peygamber (s.a.v.)”Yahudi ve hristiyanlar kendi din
bilginlerinin helal saydığı şeyi helal,haram saydığı şeyleri haram
saydılar.”şeklinde tefsir ve beyan etmiştir.
Yine
Peygamber(s.a.v.)”O gün (yer) bütün haberlerini anlatacaktır.”(4)ayetini “onun
haberleri,sırtında taşıdığı her erkek ve kadın hakkında o falan gün falan şeyi
yaptı diyerek şahitlik etmesidir.”şeklinde tefsir etmiştir.
Rasülüllah (s.a.v.)ayetleri gelişi
güzel tefsir etmiyor,bu tefsiri belli bir usul çerçevesinde yapıyordu.bunlar da
mücmelin teybini,mübhemin tevziihi,mutlakın takyidi ve müşkilin te’lifi
şeklindeydi.mesela rasülüllah(s.a.v.)”Haklı olmadıkça Allahın haram kıldığı
cana kıymayın”(5)ayetini”Allahtan başka tanrı olmadığına ve benim Allahın
rasülü olduğuma iman eden hiçbir müslümanın kanı helal olmaz.ancak 3 şeyden
birini yaparsa(helal olur.)adam öldürmek,evli iken zina etmek,ve dinden
çıkıp,Müslümanlardan ayrılmak.(6)yine
peygamber(s.a.v.)”Namazlara(özellikle)orta namaza devam edin.”(7)ayetindeki
(orta namaz)ifadesini”Orta namaz ikindi namazıdır.”(8)şeklinde tefsir etmiştir.
Hangi alanda
olursa olsun bilgi bütünlüğünü sağlamak iki şekilde mümkündür.birincisi kişinin
çalıştığı alanla ilgili olan diğer alanlarda da yeteri kadar donanıma sahip
olmasıdır.meşkalelerin olabildiğince çoğaldığı,bir ilmi sahada ihtisaslaşmanın
birçok alanda bilgi birikimi zaruri hale getirdiği günümüzde bu bütünlüğü
yakalamak çok zordur.ikincisi ise birden fazla kişinin kolektif olarak
çalışmasıdır.günümüzde bu bütünlüğü sağlamak için kolektif çalışmaktan başka
çıkar yol olmasa gerektir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz
ki:tefsir alanında çalışma yapmak isteyen bir kimse meseleye bütüncül bir
yaklaşımla yaklaşmak zorundadır.bu bütüncül yaklaşımın ilk ayağında da hiç
şüphesiz hadis ve sünnet gelmektedir.zira kur’an ile sünnet adeta et ile tırnak
gibidir.dolayısıyla sünnet olmadan kur’an’ı,kur’an olmadan da sünneti anlamak
imkansız gibidir.bütüncül yaklaşımın ikinci ayağında ise,başta ashab-ı
kiram,tabiuun,ve tebei tabiin’den olmak üzere,günümüze kadar gelmiş olan büyük
tefsir mirasını incelemek yer almaktadır.daha öz bir ifade ile: bu bütüncül
yaklaşımın bir yatay,bir de dikey boyutu vardır.yatay boyutu;23 yıllık vahiy
sürecini,esbab-ı nuzül ve konu ile ilgili ayetlerin tamamını dikkate
almaktır.dikey boyutu ise,Kur’ân’ın nazil olmasından günümüze kadar,nesilden
nesile Kur’ânı anlama ğayretlerinin sonucu olarak ortaya konan Tefsir
litaratürünü dikkate almaktır.
Selam ve
saygılarımla..
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
İslam İlimlerinin ana kaynağı şüphesiz,
Kur'an-ı Kerim’dir. Şöyle bir baktığımızda aslında Kur'an-ı Kerim, kendisinin
üzerinde düşünülmesini, anlaşılmasını ve açıklanmasını isteyen, netice de
yaşanılır kılınmasına muhataplarına teşvik eden vahiy mahsulü bir kitaptır. Bu
gerçek kur’anın birçok ayetinde açıkça zikredilmektedir. İslam'ın ilk
üniversitesi masabesinde olan mescitlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an-ın
anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır
diyebiliriz. Aslında bütün Kur'an ilimleri,Kur'an-ın anlaşılması açısından
değerlendirildiğinde bu ilimlerin ilk başta içiçe geçmiş bir halde bulundukları
bir hakikattır.Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir.Kur'an ilimlerine yönelik
tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde
Kur'anın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna
bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek
tabii bir olgu olarak olarak görülüyor.Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir
alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.Kur'an ilimleri ise
daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak
isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.İslam
ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan
ilimlerdir.İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varolşlarının gereği olarak
,konusu,amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat
Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ,ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan
ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz.İçerik olarak tefsir,tefsir
tarihi,hadis,hadis usülü,fıkıh,fıkıh usülü kapsayan bu ilimlere ''beyan''
tabiride ıtlak edilir.Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler,mutlak
olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez.Dolayısıyla
''İslami'',''dini'veya ''şer'i'' nitelemesi,İslamla veya dinle olduğu anlamında
bir nitelemedir.Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.Peygamber'den öğrenilenlerle
sınırlandırılmayıp,Hz.Peygamber'den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı
olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur.Bu suretle
kelam,mantık da bu ilimler kategorisine dahil edilmiştir.Bu arada yardımcı
İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri
anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir. Hicri 2.asrın ortalarından
önce yaklaşık olarak hicri 143 yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam
ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Bu tarihten sonra ilimler tasnif
edilmeye başlandı.Her ilim için kendi içinde litaratürü ve tarihi oluştu
diyebiliriz.Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki
bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır.Fakat
sonraları, Hadis ehlince,ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye
başlandı.Fıkıh,kelam ve tefsir terimleri,daha sonraki dönemlerde,bağımsız bir
bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar.İslami ilimlerin doğuşunu
etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal
değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini
hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.Hem siyasi ve itikadi
mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya
çıktılar.İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve
kültür merkezlerinde ortaya çıktı ve gelişti diyebiliriz.Neticede kur’an
merkezli bu ilmler her biri diğerini tamaladı ve bugün de bu ilimlerden
faydalanmanın üst seviyede olması gerektiği insanlığın sorunlarına kur’an ana
merkezde olmak üzere İslam ilimleri ışığında çareler aranması gerektiği
aşikardır.
ADEM ORHAN
YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ
ÖĞRENCİ NO:13912738
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi araştırma, gözlem ve öğrenme yoluyla elde edilen gerçeklik demektir.
Bilgi bütünlüğü kavramı ile ne kastedildiğini ele almadan önce " bütün-bütünlük " kavramı üzerinde durmak yararlı olacaktır.
" Bütün" kelimesi Türkçe'de tam,eksiksiz,parçalanmamış,parçalandığında hüviyeti değişen,bir takım niceliklerin toplamı anlamını ifade etmektedir. "Bütünlük " ise bütün olma hali anlamındadır.
Bilginin bütünlüğü;bilginin saklanması veya açık/kapalı iletişim ağlarından iletimi sırasında içerik açısından her hangi bir değişime uğratılmamış olması, özgün halinde korunması demektir.
Bir konuda yeterli ve doğru bilgi sahibi olabilmek, tam ve eksiksiz kavrayabilmek için, o konuyu bir bütün olarak bilmek bütün fertleri ile ele almak gerekir. Böyle bir davranış yanlışanlamalardan ve değerlendirmelerden uzak kalmamıza yardımcı olur. Örneğin insanın ne olduğunu kavrayabilmek için onun tabiatla, diğer yaratılmışlarla ve onu yaratan ile ilişkisini bilmek gerekir. Onu sadece canlı bir varlık olduğunu bilmek tam bir bilgi değildir.
Aynı şekilde Kur’an’ı Kerim ve sünnetin doğru anlaşılması ve doğru aktarılması için bir bütün halinde ele alınmaları gerekir. Çünkü bir yerde kapalı olan ifade başka bir yerde açık, muhtasar olarak verilen fikir, diğer tarafta tafsilatlı, bir yerde mutlak olan başka bir yerde kayıtlanmış, bir yerde genel ifadeli bir husus, diğer yerde tahsis edilmiş şekliyle geçebilir. Örneğin; Enbiya Süresi'nin 74.ayetindeki ( Lut'a da hüküm ve ilim verdik. Onu çirkin işler yapan kasabadan kurtardık ) الخبائث kelimesi, kötü, bayağı işler anlamına gelmektedir. Kötülüklerin neler olduğu konusunda bu ayetten kesin bir bilgi edinememekteyiz. Çünkü kelime genel anlamlı olup, kapsadığı şeyler, son derece çeşitlidir. Ama Kur'an, bu kötü fiillerin neler olduğu hususuna diğer surelerdeki pasajlarda açıklık getirmekte ve bunların kadınları bırakıp erkeklerle temasta bulunma, yol kesme, peygamberi yalanlama ve onu yurdundan çıkarma tehdidinde bulunma gibi fena işler olduğunu bize bildirmektedir.
Sünnetin anlaşılmasında da durum bundan farklı değildir. Sünneti bir bütün olarak ele almayanlar birbiriyle çelişkili görünen bazı hadisleri gördüklerinde hemen inkara kalkışırlar. Buna en güzel örnek bazı insanların, büyük küçük bütün müslümanların ezberlediği en meşhur hadisi reddetmesidir. Buda Abdullah b.Ömer ile bir çok kimsenin rivayet ettiği, " İslam beş temel üzerine kurulmuştur." hadisidir. bunların kanıtı ise şudur :" Hadis, İslam'da önemli olmasına rağmen cihadızikrekmemiştir. Buda, onun uydurma olduğunu gösteren bir delildir." Bu kişilerin mantığı eğer doğru ise; Yüce Allah, kitabında müminlerden, takva sahiplerinden, Rahman'ın kullarından, iyi kimselerden, ihsan sahiplerinden, akıl sahiplerinden ve daha bir çok kimseden övgü ile bahsedip, onlara büyük mükafatlar vadettiği halde,onların vasıfları arasında cihadı zikretmediği için bu kimselerin bu Kur'an ayetlerini de reddetmesi gerekir. Gördüğümüz gibi bu kimseler sünnete bir bütün olarak yaklaşmadıklarından dolay bu hataya düşmüşlerdir. Şayet sünneti bir bütün olarak ele almış olsalardı, böyle bir hataya düşmezlerdi. Çünkü nice hadis-i şerifte cihadın farziyetinden ve faziletinden bahsedilmektedir.
Bu anlattıklarımızdan anlaşıldığı gibi; konulara bütüncül yaklaşmak, onları doğru anlamak için son derece önemlidir. Parçacı yaklaşım ise yanlış sonuçlara götürür.
İBRAHİM UÇAN 13912777 YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ
Bilgi Bütünlüğü
Bilgi", günlük hayatta sıkça kullandığımız bir kelimedir: "bilgili insan", "bilgi güçtür", "bilgi edinme hakkı", "ilmî bilgi" gibi. Bununla beraber, bilginin ne olduğunu ve elde ediliş yollarını pek düşünmeyiz.
Bilgi, en basit tarifiyle, varlık hakkında insan zihninde oluşan şeydir. Burada bir başka soru akla gelmektedir. Varlık, var olan her şey ise, varlık hakkındaki bilgi bir bütün olarak varlığın genelini mi, yoksa tek tek var olan ve varlığın parçaları olarak eşyaların her birini mi ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı da varlığın nasıl algılandığıyla alâkalıdır.
Geçmiş yüzyıllarda gerek İslâm âleminde, gerekse diğer coğrafyalarda varlık bir bütün olarak ele alınmış; ilim adamları ve mütefekkirler, matematikten fiziğe, tıptan astronomiye varlığın her alanıyla ilgilenip, insan ve kâinat arasındaki münasebetin bütünlüğüne vurgu yapmışlardır. Sadece İbn Sina'nın eserlerine baktığımızda bile, onların geniş bir bilim ve felsefe alanını içine aldığını görürüz. Meselâ; El-Kanun fi't-Tıp (Tıp), Kitabü'l-Necat (Metafizik) , Risale fi-İlmü'l-Ahlâk (Ahlâk), Kitabü'ş-Şifa (Mantık, Matematik, Fizik ve İlâhiyat).
İlk bakışta birbiriyle alâkasız konularda gibi görünen bu eserlerin, aslında varlığın bütüncül bir şekilde algılanmasından dolayı birbiriyle iç içe ve entegre olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum Aydınlanma dönemine kadar devam etmiştir.
Bilimlerin giderek daha fazla alt-dala ayrılması, ilerlemenin en önemli kıstası kabul edilmiştir. Bu bilim anlayışında, varlığı anlama adına daha detaylı konular çalışılıp derine inilirken, varlığın birbiriyle, en önemlisi de insanla olan bağlantısı ihmal edilmektedir. Neticede varlık âlemi bir bütün olarak görülememekte, elde edilen "parçalanmış bilgi", teknolojiyi ilerletme dışında insanoğlunun pek de işine yaramamaktadır.
Aslında bilimlerin dallandırılması menfî bir şey değildir. Elbette, bilim ve teknoloji ilerledikçe bu olacaktır. Burada önemli olan husus, izlenecek yolun bütünden uzaklaşmaya yol açmamasıdır. "Bütün"le olan mânâ münasebeti koparılmadan çalışılacak yeni bilim dalları, bizi varlığın yaratılmasında, Yüce Yaratıcı'nın (celle celâluhu) ilim, kudret, hikmet ve sanatını mikro ve makro âlemlerde müşahedeye götüreceğinden, müspet neticelere vesile olacaktır.
Son yıllarda bu durum, başta Batı olmak üzere, dünyada yaygın şekilde tenkit edilmeye başlanmış ve bunun neticesinde, farklı bilim dalları arasında etkileşimi ifade eden "disiplinler-arası çalışma" kavramı ortaya çıkmıştır. Yani iktisat tarihle, tarih sosyolojiyle daha yakınlaşır olmuştur. Aynı şekilde fizik, kimya ve biyoloji de birbirlerine giderek daha fazla yaklaşmıştır. Meselâ fizik, kimya, biyoloji gibi farklı sahalarda, çalışmalar nano-teknoloji boyutunda yürütüldüğünde, bu bilimler arasındaki sınırlar kalkmaktadır. Dolayısıyla, eğer varlık âlemine, Yaratıcı (celle celâluhu) hesabına bakmayı başarabilirsek, ilimler arasındaki bu yakınlaşma bizi bütüncül bilgiye götürecektir.
Günümüzde ilmî çalışmalar, varlığın daha küçük parçasına ait bilgi edinmek mânâsına gelen "parçalanmış bilgi" yerine, daha "bütüncül bilgi"ye doğru değişim göstermektedir. Bu ise, fiziki âlemin daha bütüncül bir şekilde incelenmesi ve anlaşılması neticesini doğurmaktadır. Bir başka ifadeyle, bugüne kadar yan yana incelenmesi "bilimsel" kabul edilmeyen üç temel varlığın, yani insan, dünya ve uzayın bir arada ve bir bütün olarak incelenmeye başlanması mânâsına gelmektedir. Tıpkı İbn Sina ve çağdaşlarının zamanında olduğu gibi. Oysa bu hakikat, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından "ilmin kapısı" yani referans/başlangıç noktası olarak vasıflandırılan Hz. Ali'nin (ra): "İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı." sözüyle asırlar önce ifade edilmişti.
السلام عليكم ورحمة الله وبركاته
حضرة الأستاذ الدكتور أحمد نديم سرنسو المحترم
تحية طيبة يشرفني التواصل مع حضرتكم،
وأسأل الله لكم التوفيق والسداد في مسعاكم الفكري والدعوي، ولأشقائنا وأحبابنا في تركيا الشامخة.
نشرت السيدة F. D. التي قدمت نفسها كطالبة ماجستير؛ مقالا بموقعكم بعنوان: وحدة المعرفة (باللغة العربية) بتاريخ: 5/12/2014
والمقال عبارة عن انتحال كامل (دون زيادة أو نقصان) من رسالتي للماجستير التي كانت بعنوان: (تصنيف العلوم في الفكر الإسلامي وآثارها في التوجيه الحضاري)، التي ناقشتها عام2011 ، وانتحال السيدة كان من الفصل الرابع (الأبعاد الحضارية في فلسفة تصنيف العلوم في الفكر الإسلامي (موجود في المرفق) وباللون الأصفر ،..
وقد نشرت سابقا بعض الأجزاء من رسالتي على موقع إلكتروني اسمه veecos وتم حجب الموقع لاحقا، ولست أدري إن تم الانتحال منها أوتم الحصول على الرسالة بطريقة أخرى.
ما أود إبلاغكم به هو ُ أنني بصدد نشر رسالتي للماجستير؛ وحيث إنه لا يجوز في عرف التحكيم العلمي أن يكون شيء من المحتوى مطابقا لما هو موجود على النت، فإنني ألتمس من فضيلتكم سحب المقال أو إثباته كله لصاحبه الأصلي (المتحدث)، أو أي طريقة ترونها مناسبة لكم ولجمهور موقعكم الكريم
.
تقبلوا تحياتي الأخوية أستاذنا الكريم.
كل التقدير والاحترام لكم، ولجهودكم الطيبة.
أخوك وتلميذك: د/ عمر بن بوذينة (الجزائري)
أستاذ مساعد بقسم العقيدة والدعوة- كلية الشريعة بجامعة قطر
د/ عمر بن بوذينة
الشمول هو مسلك معرفي يضمن إلى حد بعيد السداد في الوصول إلى الحق، لأن الحقيقة مخفية وراء أسباب، وبقدر الإحاطة بتلك الأسباب يكون التوفيق في الكشف عنها (1) وبقدر ما كان البحث متصفا بالجزئية؛ كانت الأحكام النهائية جزئية أيضا. ولهذا جاءت نصوص القرآن الكريم لتوجيه العقل إلى النظر الكوني.
فالشمولية هي مطلب أساس، والمنهج الشمولي يظل ضرورة للعقل المسلم؛ مادام نداء القرآن الكريم يروم ذلك.
قال تعالى: ((قُلِ انظُرُواْ مَاذَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ)) (2)
((قُلْ سِيرُواْ فِي الأَرْضِ ثُمَّ انظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ)) (3)
((قلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ)) (4)
دعوة قرآنية صريحة لبحث عناصر الكون ومادته الطبيعية، وقراءة واستيعاب الأحداث التاريخية وفهم تراث الناس من الأديان والمذاهب.
فهذا الفكر الشمولي في النظر، وتقصي الحقائق؛ الذي جاء به القرآن الكريم ودعا إليه؛ ظهر جليا عند علماء التراث العلمي الإسلامي في تصنيف موسوعاتهم العلمية، وفي اهتمامهم الموسوعي بشتى أنواع الفروع العلمية.
يقول "طاش كبرى زادة" في بداية موسوعته في تصنيف العلوم أن المسلمين بحثوا عن الحقيقة في مستويات الوجود الأربع: الوجود العيني في الواقع، والوجود الصوري في الذهن، والوجود اللفظي في العبارة، والوجود الخطي في الكتابة. وتابـع تصنيفه على أساس ذلك في إحصائه لثلاثمائـة علم. (5)
ولا عجب عندئذ في أن يخلف هذا النمط من التعليم المتسع رجالا قطعوا أعمارهم في طلب التمكن من أغلب العلوم العقلية والنقلية، ومن هؤلاء الأعلام جل فلاسفة الإسلام. (6) ولم تكن الموسوعية طابع التعليم أو طابع التكوين الذي حصله أعلام الفكر الإسلامي؛ بل كانت أيضا طابع التأليف، فصنفت الموسوعات التي تتناول العلمين فأكثر، أو تتناول الموضوع الواحد من جميع جوانبه القريبة والبعيدة، وتكاثر التأليف الموسوعي بتكاثر الإنتاج في العلوم؛ سدا للاحتياج المتزايد إلى المصادر التي تجمع بين دفتيها مجمل هذه المعارف المتنوعة، فتوجه اهتمام العلماء وفلاسفة المسلمين إلى معارف الوجود بحثا واستقصاء لجميع مناحي هذا الوجود، وأقاموا على جميع أجزائه التي بحثتها مختلف العلوم بالدراسة والتمحيص.
وهكذا فإن من مقتضيات الشمولية الموضوعية أيضا؛ أن يتجه الفكر الإسلامي بالبحث والتقصي لكل مظاهر الكسب المعرفي الإنساني العام، فتكون علوم الأوائل والأواخر ومذاهبهم وأديانهم وكسوبهم الثقافية جميعا مبسوطة لنظر العقل دون حجرا أو استبعاد لشيء منها، والتعرف إليه يسفر عن الانتفاع بما هو حق مفيد، ومنه ما هو باطل ضار. والنظر فيه والتعرف إليه يسفر عن الانتفاع بما هو حق، وعن التحوط مما هو باطل ضـار أن يكـون له تسرب إلى المسلمين بشكل أو بآخر. (7)
فقد كان إذن من مقتضيات المنهجية العلمية الإسلامية؛ عدم النظر إلى المعرفة كشذرات وأجزاء متفرقة متقطعة؛ كل منفصل عن الآخر ولا يجمعها نظام متسق، بل على العكس من ذلك اتجهت المنهجية الإسلامية في تصنيف العلوم مثلا إلى الجمع والربط بين أجزاء الوجود الكوني رغم تباينها في كل متوحد وواحد.
وكان من إفرازات المنهج الشمولي؛ منهج وحدة المعرفة التي تربط بين أجزاء الكون، وبين شرائح الوجود الاجتماعي والإنساني -رغم الاختلاف– في سياق واحد، وذلك في تناغم مع حكمة الخالق من الوجود والخلق.
فوحدة المعرفة تتلخص: في أن الوجود الكوني وحدة مترابطة المرافق والأجزاء؛ فلا تستقيم أي معرفة جزء منه إلا ضمن قاعدة واسعة من البصيرة العلمية بالدائرة الكونية كلها. (8) وكانت هذه الوحدة نتيجةَ طبيعة َلتوحيد المبدأ الإلهي؛ الذي هو أساس جميع "الألغاز الكبرى" القديمة الموجودة كفكرة مركزية في جميع الحضارات التقليدية. (9)
فالتوحيد هو أساس العقيدة الإسلامية وركنها الأصيل، وهو الأصل الذي يبنى عليه الإيمان بوحدانية الله تعالى ذاتا وصفات، ومبدأ في الخلق ومدبر للكون، ومنتهى لكل الكائنات في المصير.
فعقيدة التوحيد توجه معتنقيها في ممارسة حياتهم فكرا ووجدانا وسلوكا؛ توجيها تطبعه الوحدة؛ بحيث يصير كل نشاط ذهني أو عملي دائر في بنيته وغايته على قانون من الوحدة؛ التي تتآلف بها المختلفات، وتتوحد بها المقاييس، وتلتقي بها المشارب على هدف مشترك.
والفكر التوحيدي يفسر الكون في كثرة موجوداته وتعدد حوادثه على نمط وحدة الأسباب ووحدة القوانين، وما يقع في هذا الكون الفسيح إنما هو راجع إلى نواميس مشتركة ضمن إطار واحد تشترك فيه كل الأجزاء في وحدة الأصل، ووحدة الغاية والمصير .
ولهذا فالوحدة الغائية هي صبغة لمنهجية الفكر العلمي الإسلامي في بحثها المادي عن قانون الوجود وحيثياته، والبحث عن الحقائق؛ بشروطه المتعلقة بالطرق والأساليب الموصلة -من الناحية المنهجية- إلى الحق.
ولهذا نزع كثير من مصنفي العلم في تمثيل ذلك التوحيد؛ الذي كان يتقوم به الفكر الإسلامي فقد كانت تلك العلوم تدور حول غاية موحدة، والفكر الذي أنشأها مشدود إلى تلك الغاية.
فما نراه من العلوم والمعارف المستقلة بعضها عن بعض؛ ليست في حقيقتها إلا أجزاء، أو أعضاء مترابطة من بناء هذا الهيكل الكوني كله، فهي في الحقيقة ليست -كما يتوهم- مستقلة عن بعضها(10)، بل إن بينها من التمازج والتداخل والتفاعل؛ ما يجعلك لا تحيط علما بأي منها إلا على ضوء ما قد يبصرك به المجموع الكلي لذلك الهيكل الكوني الشامل. (11)
وعلى هذا (عقيدة التوحيد والفكر التوحيد) انطلق المسلمون في صناعة حضارتهم؛ التي بنوها بمعارفهم الكونية والإنسانية وفق هذا المنهج، فصاغوا الحياة الإنسانية وقدروا تصاريفها وباشروا المادة الكونية يفسرونها بمقتضى القانون العلمي، فنشأت الحركة العلمية وتطورت في سياق الغرض والتوجه الديني الإسلامي، فكان التوحيد في المنهج، وكان التوحيد في العمل (المادي والروحي) الذي أثمر حضارة إسلامية رشيدة.
والمتأمل في الفكر الإسلامي اليوم ؛ يجد أن التوحيد السببي قد ضعف فيه إلى حد كبير، فغدا في الغالب فكرا يكَلّ عن النفاذ إلى العلة المشتركة عند بحثه في الظواهر؛ فلا يدرك أسبابها الحقيقية، ويفسرها تفسيرات غير صحيحة ... إن خاصية التوحيد في الفكر بمعناها المنهجي تظل عنصرا أساسيا من عناصر السداد فيه، تتوقف عليها إلى حد كبير كفاءة التقديرات الإصلاحية في تحريك الحياة الإسلامية نحو النماء، ذلك لأن هذه الكفاءة لا تتوفرإلا بخطط تبنى على الإدراك للأسباب وتوجيه الغايات.
تلك الخطط المتوجهة إلى محاصرة الشتات الذهني للعقلية الإسلامية الحاضرة، التي اتسمت -في مقابل الشمولية- بالانتقائية وتجزيئ المادة المعرفية؛ تجزيئا نهائيا في صورة ذلك التكريس العلماني القائم على مبدأ الفصل بين الشريعة والحياة.
الهوامش:
(1)ـ عبد المجيد النجار، فقه التحضر، ص 71 .
(2)- سورة يونس، الآية : 110 .
(3)-.سورة الأنعام، الآية : 11.
(4)- سورة البقرة، الآية : 111 .
(5)- طاش كبرى زادة، مفتاح السعادة ومصباح السيادة في موضوعات العلوم، ج1، ص 75 .
(6)- طه عبد الرحمان، تجديد المنهج في تقويم التراث، ص 91
(7)- عبد المجيد النجار، عوامل الإشهاد الحضاري، ص 153 .
(8)- محمد سعيد رمضان البوطي، منهج الحضارة الإنسانية في القرآن الكريم، ص 122 .
(9)- سيد حسين نصر، مقدمة إلى العقائد الكونية الإسلامية، ص 14 .
(10) (11)- محمد سعيد رمضان البوطي، المرجع السابق، ص 122.
İslami terminolojide genel olarak el-ilim ve el-marife terimleriyle ifade edilen bilgi; daha ziyade bilen ile bilinen arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak tanımlanır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin ‘malumat’ kelimesi ile de karşılandığı görülür.(D.İ.B. İslam Ansiklopedisi c.6 s.157)
Kuran-ı Kerim‘de bilgi, en sık kullanılan anlamıyla ilahi vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlahi mesaj olarak ilim başlı başına kanıt olma özelliği de taşımaktadır: “sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan…"(bakara 2/120,145) ayetindeki ilim ile “ey insanlar, size rabbinizden bir burhan geldi…” (Nisa 4/174) ayetindeki burhan kesin ve kanıtlanmış bilgiyi ifade eder.
Kuran-ı Kerim’in bilgi kaynağını, vahiy başta olmak üzere duyular, akıl yahut bunun ötesinde kalbi sezgi olarak tesbit ettiği görülmektedir. Kuran’da yer yer göz, kulak ve kalbin birlikte anılması yanında kalbin akledici fonksiyonunun vurgulanması dikkat çekicidir. (Araf 7/179; Yunus 10/31; Nahl 16/78; İsra 17/36; Hac 22/46; Secde 32/9; Casiye 45/23)
İslam düşünce tarihinin büyük sentezcilerinden Gazzali kelam ,felsefe ve tasavvufun temel yaklaşımlarını tek bir sistem halinde birleştirmiş görünmektedir. Akıl, duyu ve ilham gibi bilgi kaynaklarını tenkid etme çabası en güçlü ve sistemli bir şekilde bu düşünür tarafından gösterilmiştir. Gazzali’nin tasnifine göre bütün bilgi türleri kesin bilgiler (yakıniyyat), kanaatler (itikadat) ve zanni bilgiler (zanniyat) olmak üzere üç esaslı terim altında toplanır.
İslam Kültürünün başlangıç aşamasında konuya nasıl yaklaşıldığına bakacak olursak; sahabe ve onları izleyen dönemde “ilim” denen bilgi türü, Kitaptan ve sünnetten doğrudan alınan bilgidir. Bunların anlaşılmasından doğan bilgi ise daha çok “fıkıh” olarak bilinir. Bu dönemde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Yaklaşık olarak hicri II.asırdan sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı. Bu tasnif şu başlıklar altında oluştu: kelam, fıkıh, hadis,tefsir.
İslami ilimler dediğimizde bilginin 2 temel kaynağı vardır ki bunlar: Kuran ve Sünnettir. Bu iki kaynaktan beslenen bilgi türleri muhakkak ki bütünlük arzedecektir. Bir diğer tabirle İslami ilimler kaynağı dolayısıyla “kullun la yetecezze” tarifine tam olarak uygunluk göstermektedir.
“Bilginin bütünlüğü” kavramını tefsir bağlamında ele alacak olursak; fıkıh, hadis, tarih, dil bilimi, siyer v.b. bilim dalları ve alt başlıklarının bilgisine sahip olmadan tefsir ilmi hakkında söz söylemenin kolay olmayacağını belirtmek gerekir. Tefsir ilmi; kelam, hadis, fıkıh ilimlerinde olduğu gibi ana gayesi Kuran’ın anlaşılması olması dolayısıyla, İslami ilimlerde bilginin bütünlüğü ilkesini aynı amaca hizmet ediyor olmaları da desteklemektedir. İslami ilimler tek bir Kelam’ı açıklamak için çaba sarfetmişlerdir. Dolayısıyla da İslam’da bilginin bütünlüğü esastır. Bunun en iyi örnekliğini mütekellim, muhaddis, müfessir,mutasavvıf kimliklerini şahsında toplayan Gazzali’de görmekteyiz.
Hamdi KARANFİL
Öğrenci No: 14912718
Tezli Yüksek
Lisans
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
İslâmî terminolojide genel olarak
el-ilm ve el-ma‘rife terimleriyle ifade edilen bilgi daha ziyade bilen (özne)
ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade
şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır. Bilgide kesinliği ifade etmek
üzere kullanılan yakīn terimine karşılık zan, şek (şüphe-reyb), vehim gibi
terimler de bilgide kesinliğe yaklaşılan veya uzaklaşılan durumları ifade etmek
üzere kullanılır. Bilginin tam zıddı olan bilgisizlik ise cehl kelimesiyle
ifade edilir. İlk İslâm filozofu
Kindî, bilgiyi “eşyanın hakikatleriyle kavranması” şeklinde tarif etmektedir.
Fârâbî’ye göre bilgi, “varlığı ve devamlılığı insanın yapıp etmelerine bağlı
olmayan varlıkların mevcudiyetiyle ilgili olarak akılda kesin hükmün hâsıl
olmasıdır.” İhvân-ı Safâ’nın bilgi tarifi ise “bilenin zihninde bilinenin
formunun oluşması” şeklindedir. Bilgi, en
basit tarifiyle, varlık hakkında insan zihninde oluşan şeydir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bilgi (ilim), en
sık kullanılan anlamıyla ilâhî vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah’ın
verdiği bilgidir. Bilgi problemi
açısından bakıldığında Kur’an’ın bilgi kaynağını, vahiy başta olmak üzere
duyular, akıl yahut bunun ötesinde kalbî sezgi olarak tesbit ettiği
görülmektedir. Kur’an’da yer yer göz, kulak ve kalbin (bazan “fuâd” şeklinde)
birlikte anılması yanında kalbin akledici fonksiyonunun vurgulanması dikkat
çekicidir
Kur’ân-ı Kerîm’e bilginin değeri
açısından bakıldığında “bilgide kesinlik” mefhumunun öne çıktığı görülür.
İlme’l-yakīn (kesin zihnî bilgi), ayne’l-yakīn (kesin, açık seçik gözlem),
hakka’l-yakīn (kesin tecrübe, bilginin yaşanarak tahakkuku) terimlerinin
geçtiği âyetler bu bakımdan dikkat çekicidir. Zan, şek ve reyb terimlerinin de
yine “kesinlik” kavramıyla ters yönden alâkalı olduğu hemen farkedilebilir Ayrıca bilginin hissî veya aklî idrakle
ilişkisini gösteren veya bu iki çeşit idraki özdeş kılan şuur, fehm ve fıkh
gibi terimlere de dikkat çekilmelidir
Kur’ân-ı Kerîm’deki duyma, algılama, düşünme, kavrama, bilme ve inanma
hadiselerine ait çok sayıda âyeti bilgi kavramı açısından yorumlamak mümkündür.
Bu âyetler, bilgi hakkında ortaya atılabilecek meselelerin disiplinli ve
sistemli bir şekilde tahlilini mümkün kılar.
Kaynakları, değeri ve objeleri ne
olursa olsun dinî, felsefî, ilmî, teknik ve amiyane bilgiler genel bilgi
kavramının belli derece ve tarzlarıdır. Bu anlamda bilgi insanlık kadar eskidir
veya bir özne olarak insan var olduğundan beri ona ait bilgi hep var olmuştur
"Bilgi" kelimesi akademik
hayatta oldukça sık kullanılır. Bilim adamları ve araştırmacılar, bulundukları
üniversite veya araştırma merkezinde, kendi sahalarında bilgi üretirler.Bilimi,
bilim insanları tarafından inşa edilen bir duvara benzetirsek, bilgi parçaları
bu duvarı oluşturan tuğlalara benzer.Batı'da 17–18. yy'larda Aydınlanma
dönemiyle başlayan önemli bir başka gelişme ise, bilim ve düşüncenin
(felsefenin) birbirinden ayrılmasıdır. Bu da din ile bilimin ayrışmasına, hattâ
birbirleriyle çatışır gibi algılanmasına sebep olmuştur. Bu şekilde gelişen
yeni kâinat algısında ise, Tanrı yerine "akıl", İlâhî bilgi yerine
"bilimsel bilgi" konmuştur.
Bilimlerin giderek daha fazla alt-dala ayrılması, ilerlemenin en önemli kıstası
kabul edilmiştir. Bu bilim anlayışında, varlığı anlama adına daha detaylı
konular çalışılıp derine inilirken, varlığın birbiriyle, en önemlisi de insanla
olan bağlantısı ihmal edilmektedir.
Neticede varlık âlemi bir bütün
olarak görülememekte, elde edilen "parçalanmış bilgi", teknolojiyi
ilerletme dışında insanoğlunun pekde işine yaramamaktadır.
Aslında bilimlerin dallandırılması menfî bir şey değildir. Elbette, bilim ve
teknoloji ilerledikçe bu olacaktır. Burada önemli olan husus, izlenecek yolun
bütünden uzaklaşmaya yol açmamasıdır. "Bütün"le olan mânâ münasebeti
koparılmadan çalışılacak yeni bilim dalları, bizi varlığın yaratılmasında, Yüce
Yaratıcı'nın (celle celâluhu) ilim, kudret, hikmet ve sanatını mikro ve makro
âlemlerde müşahedeye götüreceğinden, müspet neticelere vesile olacaktır. Dolayısıyla,
eğer varlık âlemine, Yaratıcı (celle celâluhu) hesabına bakmayı başarabilirsek,
ilimler arasındaki bu yakınlaşma bizi bütüncül bilgiye götürecektir.
Günümüzde ilmî çalışmalar, varlığın daha küçük parçasına ait bilgi edinmek
mânâsına gelen "parçalanmış bilgi" yerine, daha "bütüncül
bilgi"ye doğru değişim göstermektedir.
Ahmet YILMAZ -
13912772
Aristoteles’e
göre bütün insanlar doğası gereği bilme eğilimine sahiptir. “Bilme eğilimi”
yalnızca bilmeyi istemeyi değil, bu istemenin istediğini elde etmesini, yani
kısaca bilmeyi de içermektedir. O zaman insan doğal olarak bilebilen, bilmeyi
bilen bir varlık olmaktadır. Türkçede birçok fiil kökünün sonuna eklenen bilmek
(yapabilmek, görebilmek… vb.) bilmenin insanın bir olanağı, aynı zamanda bir
erki, bir gücü olduğunu çok iyi anlatıyor.[1]
Bilgi sözlük manası itibariyle öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen malumat, insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, insan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü[2] demektir.
Felsefi olarak ise bilgi öznenin amaçlı yönelimi sonucunda, özne ile nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şeydir. Nesnelere yönelen özne onlar üzerine düşünerek, zihinsel bir etkinlik geliştirir. Bu etkinlik sonucu kavramlara ve kavramlardan da önerme ve çıkarımlara varılır.[3]
İnsanın bilgi üretmesi dış dünyadan gözlem, deney, okuma veya dinleme yoluyla veriler toplaması ve bu verileri zihinde kodlayarak malumat sahibi olması ile başlar. Ancak dış dünyadan insana ulaşan verilerin sadece zihinde depolanması bilgi değil, malumattır. İnsanın çeşitli kanallarla topladığı malumatların bilgi olabilmesi için o insana özgü bir biçime girmesi gerekmektedir. Bundan dolayı kendisine ulaşan bu hammaddeyi işleyebildiğinde; kendince anlamlandırıp düşünce sisteminin bir parçası haline getirebildiğinde bilgi üretmiş olur. Bu şekliyle bilgi üretme, insanın duyu organları vasıtası ile kendisine ulaşan verileri kendi zihin süzgecinden geçirip kendisine özgü bir anlam yüklemesi demektir.[4]
İslam terminolojisinde genel olarak el-İlm veya el-Ma’rife lafzıyla ifade edilen bilgi daha ziyade bilen ile bilinen arasındaki ilişki yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır. İlk İslam filozofu Kindi, bilgiyi “eşyanın hakikatleriyle kavranması" şeklinde tarif etmektedir. Farabi'ye göre ise bilgi; "varlığı ve devamlılığı insanın yapıp etmelerine bağlı olmayan varlıkların mevcudiyetiyle ilgili olarak akılda kesin hükmün hâsıl olmasıdır"[5]
Kur’an-ı Kerimde bilgi; en sık kullanılan anlamıyla ilahi vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir.
Bilgi bütünlüğü ise, söz konusu bilginin özünde yer alan veriye ilişkin temsili “güvenilirlik” olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifade ile bilgi bütünlüğü, bir konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım olan bilgi şümulüdür.[6] Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.[7] Dolayısıyla bilgi bütünlüğünün zeminini bilginin doğruluğu ve güvenilirliği teşkil etmektedir.
İslami bilgi sisteminde, bilgi denilince akla iki tür bilgi gelir. Birincisi, “vahyin bilgisi”dir. İkincisi ise Kuran-ı Kerim mirasına konu olan bilgidir. Burada “miras” kelimesinden amaç, insanlığa indiği günden bu yana Kuran-ı Kerim’i anlamak için neş’et eden ilim mirasını ifade etmektedir.
Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğü; Kur’an’ın tüm özelliklerini, Kur’an’ı tüm alt dalları ile bütünlüğe ait tüm yönlerinin birbiriyle etkileşim içinde, kendi iç dinamikleri ve bunların tümünün oluşturduğu bir sistemdir. Kur’an-ı Kerim’i anlamlandırmada, Kur’an-ı oluşturan kelime, cümle, ayet ve sure bazında parçalara indirgeyip anlama yerine, Kur’an-ı cümleler ile oluşan bütünlük, tarihi bütünlük, siyak-sibak bütünlüğü, ayetler ve sureler arasındaki bütünlük, surelerin dahili bütünlüğü, teşri bütünlüğü gibi topyekûn bir anlama yapılmalıdır.
Çünkü bütüncül bilgi, yanlış anlamalardan ve değerlendirmelerden uzak kalmamıza yardımcı olur. Konulara bütüncül yaklaşmak, onları doğru anlamak için son derece önemlidir. Parçacı yaklaşım, her zaman bizi doğru ve istenilen sonuçlara götürmez. Bir konuda yeterli ve doğru bilgi sahibi olabilmek için, o konuyu bir bütün olarak bilmek gerekir. Bir konu hakkında dinin ne dediğini anlayabilmek için, o konudaki ayet ve hadisleri, onlara getirilen yorumları bir bütün olarak anlamak gerekir.
Kur’an; bölümleri, bölümlerinin bünyesinde ana başlıkları ve tali başlıkları olan bir kitap değildir. Hayatı bütünüyle kucaklayan, muhataplarının yollarını aydınlatan, onlara dünya ve ahiret mutluluğunun yollarını gösteren bir kitabın, sadece belli konuları işlemesi beklenemezdi. Çünkü Kur’an-ı teşkil eden parçalar öylesine iç içedir ki, çoğu zaman birbirlerinden ayrılamaz. Bazı durumlarda herhangi bir ayetin bölümü, bir yandan o ayetin hedeflediği mana ile yakından ilgili iken, öte yandan başka ayetlerle irtibatlandırıldığında tali derecede tamamen farklı bir hedef gözetilebilmektedir. Kur’an tekrar tekrar okununca, en küçük birimi olan, harflere, kelimelere, yan cümlelere, cümlelerden oluşan ayetlere ve bu ayetlerin oluşturduğu daha büyük pasajlara kadar her Kur’an parçasının başlı başına görevler yüklendiği gibi, Kur’an bütünlüğü içinde, birbiriyle bağlantılı bir yapı oluşturduğu gözlenir. Kur’an’ı herhangi bir aygıta benzetirsek, sözünü ettiğimiz irili ufaklı bu parçaları, aygıtı oluşturan a,b,c,ç gibi öğeler olarak düşünebiliriz. Bu parçalar tek başlarına muayyen bir rol üstlenmekle birlikte onların aygıtının tümünün ahenkli çalışmasını sağlayan fonksiyonları vardır. Dolayısıyla Kur’an’ın parçaları, yerine göre birbirlerini tamamlayan, yerine göre birbirlerini açıklayan nitelikleriyle ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Çünkü bir yerde kapalı olan ifade, başka bir yerde açık, bir yerde kısa olarak verilen fikir, diğer tarafta tafsilatlı, bir yerde genel olan, başka bir yerde kayıtlanmış, bir yerde genel ifadeli bir husus, diğer yerde tahsis edilmiş şekliyle geçebilmektedir. Buna ilaveten, aynı kökten türeyen kelimeler, değişik ortamlarda farklı anlamlar kazandığı gibi, kök itibari ile büsbütün farklı olan kelimeler birçok yerde aynı anlamı vurgulayabilmektedir. Zemahşeri Kur’an’ın, tek bir söz hükmünde olduğunu ifade ederken, onun, bir bütün olduğunu ve bu bütünlüğü içinde anlaşılması gerektiğini vurgulamaktadır. Hepsinden daha önemlisi, Allah Resulü, En'am suresinin 82. ayetindeki ZULÜM (ظُلْمٍ) kelimesini, Lokman Suresi’nin 13. ayetiyle açıklarken ayetleri tek başına ele almanın zaman zaman Kur’an zihniyetine uygun düşmeyen sonuçlara varacağını, dolayısıyla ifadeleri, Kur’an’ın bütünlüğüne arz etmenin gerekli olduğunu, ashabının şahsında bütün Müslümanlara öğretmiştir.[8]
Bu yüzden Kur’an tek başına doğru bilgiye ulaşmamız için yeterli değildir. Allah’ın muradını anlamak için sahih sünneti de dikkate almak durumundayız. Ayetlerin sebeb-i nüzulünü bilmeden, ashab-ı kiramdan gelen rivayetleri dikkate almadan sahih bir Kur’an telakkisi oluşturamayız. Kur’an’ı anlamaya çalışırken üzerinde hassasiyetle durulması gereken diğer bir nokta da kullandığı üslûp ve tarzdır. Kur’an, Arapçanın imkânları ölçüsünce mecaz, teşbih, istiare, tekrar, te’kit gibi edebî tarzları kullanmaktadır. İşte bu yüzden ilk dönem âlimlerimiz bu bütüncül yaklaşımın farkında olduklarından bütün İslami ilimlerde uzmanlaşmışlardı. Mesela İmam Suyuti’nin tefsir, hadis, fıkıh sarf nahiv ve diğer dini ilimlerde nitelikli ve hacimli eserler vermesi eski âlimlerimizin ansiklopedik ve bütüncül bilgiye önem verdiklerini bizlere göstermektedir.[9]
Bilgi bütünlüğü, çalışmalara bütüncül bir bakışla giriş yapabilmemizi ve bu bütüncül bakış ise, bilgiyi elde ederken ve işlerken bizleri hataya düşmekten korur. İslam diniyle alakalı gerek Kur’an, Sünnet ve İcma’ gibi asli ilimler, gerekse gramer, edebiyat gibi fer’i veya tamamlayıcı diğer ilimler olsun, bütün ilimlerin girizgâhlarında o ilmin tanımı yapılırken “hata yapmama” veya “kişiyi hata yapmaktan koruma” şeklindeki gaye-ı illiye’ye vurgu yapıldığını görmekteyiz. Âlim olmak bir ilmi sahada ihtisaslaşırken o saha ile lüzumlu irtibatı olan ilimlerde de yeteri oranda bilgi birikimini gerektirir.
Doğal
olarak Müslüman bütüncül bir bilgi birikime sahip olmalıdır. Özellikle dini ilimler söz konusu olduğunda
bu manadaki bütüncül bakış açısı ve bilinç önem arz etmektedir. Zira dini ilimlerde bütünlükten hakikat
doğar. Bu noktadaki eksiklik ya şüphe ve
hilelere ya da taassup ve dünyadan kopmaya, yalnızlaşmaya yol açar.
Müslümanların heyulalarını süsleyen bu ideal bütünlük ümmetin sorunlarını çözen
içtihat ölçüsüydü. Kurgulanan böyle bir donanım, bir ilim dalının birçok ilim
alanlarıyla girift halde iç içe olduğu, ayrıca meşgalelerin alabildiğine
hayatın her tarafını sarmaladığı günümüzde ferdi bazda gerçek manada bilgi
bütünlüğü sağlamak ulaşılabilir zor bir meziyettir. Zira ilim dallarının
geliştiği günümüz şartlarında bir kişinin bütün ilimleri ihata etmesi kolay
değildir. Bunun yerine aynı amaç ve ideali paylaşan birden fazla kişinin
kolektif çalışması bu meziyeti kazandıracak bir metot olabilir. İlim, irfan ve
hikmet ayakları üzerinde mebni olan ideal Müslüman kültüründe bilgiyi
işleyememe eksikliği kolektif çalışma şuuruyla giderilebilir.[10]
[4] http://www.antrenmandunyasi.com/kullanici_dosyalari/File/sporpsikolojisi/ogrenmeveogretme/bilgi.htm
[5] Diyanet
Ansiklopedisi cilt 6 s.158
YÜKSEK
LİSANS ÖĞRENCİSİ
Mehmet
BİLGİN
ÖĞRENCİ
NO:14912726
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi; doğruluğu
gerekli ve yeterli delillerle temellendirilmiş şuur muhtevasıdır.
İslami terminolojide
genel olarak el-ilm ve el-mari’fe terimiyle ifade edilen bilgi daha ziyade
bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli
bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır. Aynı şekilde sonuç
olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin malumat kelimesiyle de karşılandığı
görülür.
Bilenin, yöneldiği
konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla kuşatıp anlamasına ihata, onu tam olarak kavramasına vukuf, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına da rüsuh denilmektedir.
İlk İslam filozofu
Kindi, “bilgiyi eşyanın hakikatleriyle kavranması” şeklinde tarif
etmektedir.
Bütünlük ise;
parçaları birbirine eksiksiz bağlı olan birliği dile getirir. Bilgi bütünlüğünün öncüllerde
olması, niyet ve usulleri, neticelerde olması ise amaç ve gayeyi işar eder
sanki. Buna göre iş, eylem, davranış v.s. niyetlere göre mi yoksa
gayelere göre değerlenmeli ve bütünlük nerede aranmalı? Böyle bir soruya cevap
ararken niyet ve usul ilkeleri yani hazırlayıcı öncüller öne çıkarır. Müslüman
kültürü de bunu gerektirir. İman ve amel’den müteşekkil olan İslam bu iki vasfı
besleyip ayakta tutacak sahih bilgidir. İmam Buharî, El-Camü’s-Sahîh adlı
eserinde, “İlim”, iman ve amelden önce gelir demiş ve “Fe’lem ennehu la ilahe
illa’llah (Bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur) anlamındaki ayet-i kerimeyi
delil olarak göstermiştir. Bilgi olmadan Allah’ı, Peygamberi tanımak, gerçek
anlamda iman ve ibadet etmek mümkün değildir. Müslüman kültürü, “Allah
ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” Ayetinde yer alan Allah’ın kadim ve küllî sıfatından kendine
yetecek orandaki hadis bilginin yansımasıdır. Müslüman kültüründe bilgi, iman
ve amel layetecezza’ bir kül’dür. Bütünlük arz eden bu rukünler birlikteliğin menbaından (vahiy kaynağından) günümüze gelinceye kadarki tarihi seyir
içerisinde bazen ilim olmadan amel tek başına yeterli olamama, bazen ise amel
olmadan ilim tek başına kurtarıcı olamama gibi küll’i terkibin
cüzleri yer değiştirmiştir. Günümüzde biri, bilgiyi işleyememe, biri de bilgi
bütünlüğün etkin reçetesi olan kolektif çalışma ruhu olmak üzere İslam toplumunun
iki eksiği bulunmakta.
Bilgi
bütünlüğünün, dini alandaki ilmi çalışmalarda özellikle temel ilke usulleri
olan alanlarda farklı birden fazla neticelerin doğması sorunu öncelikle
haletmek gerek. Misal vermek gerekirse İslami ilimlerden herhangi birinde
yapılan çalışmada elde edilmek istenen amaçlar farklı farklı olabilir. Maddi,
manevi sosyal psikolojik v.s. gibi. Bana göre amaçlar faklılaştığı oranda o
ilmi çalışmada bütünlük de o derce dağılır. “Bilgi bütünlüğü” bilinciyle
girişilen iş, aynı amaca matuf olur. Bazen amaç ile gaye birbirinden
ayrılırlarsa yada ayrı ayrı gibi görünseler de hakikatte birleşirler. Başta “Allah rızasına nail olmak”
idealini bir tarafa bıraktıktan sonra, ilmi çalışmalarda özellikle de dini
ilimlerin gaye ve yardımcı dallarında bütünlüğü sağlayacak slogan terkip
ne olabilir? İlim dallarının hemen hemen hepsinde ille-i gaiyye kavramı gözümüze
çarpmaktadır. “Hata yapmamak”.
Bana göre Müslüman kültüründe
bilginin bütünlüğünün omurgasını teşkil eden bu terkiptir. Bu terkip
üzere bina edilen/ edilmeye çalışılan iş bütüncül olur. Nitekim Müslüman
kültürünün beslendiği değer kaynaklarımıza baktığımızda hep bu sihirli terkibe
vurgu yaptıklarını görmekteyiz.
Tecvit ilmi
telaffuz ve tilavette hata yapmamayı, Kıraat ilmi herhangi bir imama göre
Ku’an-ı Kerimi okurken onun temel ölçütlerine göre hata ve telfik’e düşmemeyi,
sarf ve nahiv ilimleri kelimeleri üretirken / türetirken ve cümle içerisinde
dizimi yaparken hata yapmamayı, mantık ve felsefe fikir ve tefekkürde hata
yapmamayı, Usulü’l-fıkıh ve fıkhın temel kaideleri, muhakeme yaparken yada
dışarıdaki hayatı yaşarken ve yorumlarken hata yapmamayı amaçlar. Fıkıh
ilminde, branşlaşmaya dönük çalışma yapmak isteyen kişi, fıkıh ilmiyle direk ve
dolaylı olarak irtibatı olan alanlarda da yeteri oranda bilgi birikimine sahip
olmayı gerektirir. Diğer bir ifadeyle anlatacak olursak, fıkıh ilminin
beslendiği Ku’an, Sünnet, Kıyas, İcma’ v.d. gibi ilimlerde yeteri derecede
malumat sahibi olmayı
gerektirir.
İmam-ı A”zam
(150/792) hazretleri buyuruyor ki: “İyi bil ki, uzuvların göze tabi olması gibi
amel de ilme tabidir. Az amelle ilim, çok amelle birlikte olan cehaletten
hayırlıdır. Bunun içindir ki, Allahü c.c. şöyle buyurur: “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?” Büyük fıkıh alimlerinden Süfyan es-Sevri
hazretleri şöyle buyuruyor: “İlim ameli davet eder. Eğer amel geldiyse ne
güzel, gelmezse ilim de göçer gider.” der. İşte Müslüman kültüründeki
bütünlük budur. İlim ile amel / amel ile ilim bütünlüğü.
İslamî
ilimlerinden hangisini ele alırsak alalım bu noktada bir bütünlüğün göze
çarptığı görülmektedir. Bütünlüğün olduğu her yerde de bu gaye, şuur ve
bilincin hep melhuz olduğu görülmektedir.
Bilimler
birliği mi Bilimsel tasnifimi? Bir alanda bilgi bütünlüğü iki şekilde
sağlanabilir. Biri birden fazla kişinin teşrik-i mesayi etmek suretiyle
kolektif çalışma yapmaları. Diğeri ise kişinin çalıştığı alan ile ilgili olan
diğer ilimler konusunda da yeteri oranda donanıma sahip olmasıdır. Bir ilim
dalının bir çok ilim alanlarıyla girift halde bağlı hale geldiği, bir ilmi
sahada yapılan ihtisaslaşmanın bir çok alanda bilgi birikimini zaruri hale
getirdiği, ayrıca meşgalelerin alabildiğine sarmaladığı günümüzde ferdi bazda
gerçek manada bilgi bütünlüğü sağlamanın ulaşılabilir zor bir meziyettir. Zira
ilim dallarının geliştiği günümüz şartlarında bir kişinin bütün ilimleri ihata
etmesi imkan dışıdır.
Bunun yerine
aynı amaç ve ideali paylaşan birden fazla kişinin kolektif çalışması bu
meziyeti kazandıracak bir metot olabilir.
SONUÇ
Müslüman
bütüncül bir bilgi birikime sahip olmalıdır. Özellikle kalp ve vicdanı
aydınlatan dini ilimler söz konusu olduğunda bu manadaki bütüncül bakış açısı
ve bilinç önem arz etmektedir. Zira dini ilimlerde bütünlükten
hakikat doğar. Bu noktadaki eksiklik ya şüphe ve hilelere yada taassup ve
dünyadan kopmaya, yalnızlaşmaya yol açar. Müslümanların heyulalarını süsleyen
bu ideal bütünlük ümmetin sorunlarını çözen içtihat ölçüsüydü. Kurgulanan böyle
bir donanım, bir ilim dalının bir çok ilim alanlarıyla girift halde iç içe
olduğu, ayrıca meşgalelerin alabildiğine hayatın her tarafını sarmaladığı
günümüzde ferdi bazda gerçek manada bilgi bütünlüğü sağlamak ulaşılabilir zor
bir meziyettir. Zira ilim dallarının geliştiği günümüz şartlarında bir kişinin
bütün ilimleri ihata etmesi imkan dışıdır. Bunun yerine aynı amaç ve ideali
paylaşan birden fazla kişinin kolektif çalışması bu meziyeti kazandıracak bir
metot olabilir. İlim, irfan ve hikmet ayakları üzerinde mebni olan ideal
Müslüman kültüründe bilgiyi işleyememe eksikliği kolektif çalışma şuuruyla
mümkün hale gelebilir.
Fatih ÖRNEK
12912741
Yüksek Lisans
Bilgi nedir, sorusunun cevabını, sözlük; “insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat” şeklinde tanımlıyor.[1] Kısaca bilinen şey demek. Fakat burada bilginin, insan aklıyla sınırlandırılması durumu var. İnsan aklının erebileceği olgudan kasıt, aklın ermediği olguların bilgi olmadığı yönünde olsa gerektir. Yani vahyin bilgiden sayılmaması, ya da iyimser bir ifadeyle vahyin bu kapsamda değerlendirilmemesi durumu var.
Oysa Kur’an-ı Kerim’de bilginin (ilm) en sık kullanıldığı
anlam, Allah tarafından gönderilen vahiydir. Vahiyle gelen bilgi, ilahî
kaynaklı olduğu için mutlak ve objektif geçerliliği vardır, aynı zamanda da
delil niteliğindedir. “Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve
keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne bir
yardımcı vardır.”[2] ve “Ey
insanlar! Size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.”[3]
mealindeki ayetler, vahyin delil niteliğinde olduğunu vurgulamaktadır.[4]
İslâm öğretisinde, bir Müslüman için kaynak olarak ilk
sırada Kur’an gelirken, Hz. Muhammed’in (sav) emir ve yasakları, tavsiye ve
uyarıları, haber ve öğretileri ise ikinci sırayı almaktadır ki, buna genel
itibariyle, Resulullah’ın davranışları ve yaşayışını da içine alacak şekilde
sünnet denmektedir. Sünnetin ikinci
sırada gelmesi gerektiğini ise, birincil kaynak olan Kur’an bizzat
söylemektedir. Hatta öyle ki; “Aralarında hüküm vermek için Allah'a (Kur'an'a)
ve Resülüne davet edildiklerinde, mü'minlerin söyleyeceği söz ancak,
"işittik ve iman ettik" demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin
ta kendileridir.”[5] ve “Allah
ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü'min erkek ve hiçbir
mü'min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim
Allah'a ve Resülüne karşı gelirse şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”[6]
ayetlerinde görüldüğü gibi, Allah ve Resulü beraber anılmış, ikisine birden itaat
emredilmiştir. Dolayısıyla diyebiliriz ki, aslında Kur’an’ın sıralamadaki
üstünlüğü kelâmullah olması hasebiyledir. Hüküm olma ve o hükme uyma
yükümlülüğü açısından aralarında bir fark yoktur.
Peki bu bize neyi göstermektedir? İslam dininin, Kur’an ve
sünnetle beraber bir bütün olduğunu. Kur’an Hz. Peygamber’den, Hz. Peygamber de
Kur’an’dan ayrı düşünülemez. “Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi
okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca
bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.”[7]
Eğer peygambere gerek olmasaydı, elbette Allah’ın, Kur’an’ı kitap olarak
kullarına indirmeye gücü yeterdi. Eğer kitaba gerek olmasaydı, peygamber tek
başına insanları Hakk’a davet ederdi. Fakat İslam’ın din olarak kemâle ermesi
böyle olmamış, Kur’an Resulullah’a (sav) peyderpey indirilmiş, onda hükümler
beyan edilmiş, Peygmaber Efendimiz de bu
dini insanlara gerektiği gibi tebliğ ve talim etmiştir.
İşte bu noktada, bilginin bütünlüğü olgusu devreye
girmektedir. İslam’a tam anlamıyla vâkıf olmak isteyen bir kişi, hem Kur’an’a
yönelmeli, hem de Hz. Muhammed’i (sav) anlamalıdır. Kur’an’da çerçeveleri
bildirilen hükümler, uygulama sahasına Hz. Peygamber tarafından geçirilmiştir.
Kur’an’da emredilen namazın nasıl kılınacağını, ashabına o göstermiştir.
Sahabenin anlamadığı ayetleri, gene o tefsir etmiştir. Zaten Kur’an’ı bizzat
yaşayarak o, hâl diliyle de etrafındakilere örnek olmuştur. Kısacası, İslamî
öğretideki bir bilgi, hem Kur’an hem de sünnet beraber ele alınırsa ancak doğru
şekilde anlaşılabilir.
İslami ilimler dışında, genel olarak bilgiyi ele aldığımızda
ise, olgulara gene bir bütünlük çerçevesinde bakmamız gerekmektedir. İnsanlığın
edindiği tecrübe, bize bunu göstermektedir. Müspet ilimlerden müstağni olduğunu
düşünen ve hep mesafeli yaklaşan kilise, senelerce dünyanın düz olduğunu
düşünmüştür. Tam tersi, kendisini inançtan soyutlamaya çalışan bilim ise,
maddenin yaratıcı gücü olduğuna ve her şeyin bir tesadüf eseri meydana
geldiğine inanmak zorunda kalmış, bu yüzden de ilerleyeceğine daha çok açmaza
saplanmıştır. Çağımızda gelinen noktada, artık biliniyor ki, din ve bilim
birbiriyle çatışmaz, bilakis destekler. Bu da bilginin bütün olduğunun bir başka
göstergesidir.
Evren yapbozunun her bir parçası, bize kendi başına bir şey
ifade etse de, resmin bütününü görmek için parçaları birleştirip, öyle bakmak
gerekmektedir.
[1] “Bilgi”
maddesi. www.tdk.gov.tr
[2] Bakara
Suresi, 2:120
[3] Nisa
Suresi, 4:174
[4] Taylan,
Necip. “Bilgi” maddesi. TDV İslam Ansiklopedisi. http://www.tdvislamansiklopedisi.org/
[5] Nur
Suresi, 24:51
[6] Ahzab
Suresi, 33:36
[7] Bakara
Suresi, 2:151
ABDULBARİ
FAİK
ÖĞ. NO:
14912701
Yüksek Lisans
İnsanı çok yakından ilgilendiren bir konu olarak Adap ve Ta’lim
kavramlarını inceleyeceğiz. Öyle kavramlar ki İnsanoğlu onun arkasında
gizlendiği zaman daha güzel, daha yakın, daha sevimli ve pek de karakter sahibi
olarak gözüküyor. Peki, bu kavramların
içeriği nelerdir. İnsanın ne zaman işine yarayacaktır? Diye sormak istersek
eğer, bu kavramların her birisi insanların her halinde ve hayatlarının,
çevresinin ailesinin ve toplumda var olduğu müddetçe işine yarayacaktır diye
biliriz. Hele yaşadığımız bu çağda Âdâb-ı olmayan bir insan, Ta’limi olmayan
bir ruhu taşımak mümkün değil ama zor diyebiliriz. Ancak Âdâp, kökü itibarıyla
davet çağırı anlamlarına gelmektedir. Yani dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel
saydığı hayır ve iyiliğe yöneltmesi insanın övgüye değer kılması anlamlarına
gelmektedir. Arapçada edep edebiyat anlamına gelir. Yine bu kökten türeyen Edîp
kelimesi de hem “edepli kimse” hem de “edebiyatçı” manalarına gelmektedir.
Kısaca söylemek gerekirse, Adap fertlerin davranışlarını karşı tarafa güzel
gösteren bir eylemdir. Peygamber efendimizin hadislerinde bahsettiği “Edep”
hadis kitaplarında da ayrı bir başlık olarak gözükmektedir. Bundan edebin
insanın hayatındaki önemini göstermektedir.
İslam kültüründe ve medeniyetin inşasında ayrı bir rol oynayan
diğer bir terim ise Ta’limdir. Talim, birine bilgi öğretmek, ders okutmak
demektir. Bilgi öğretme işini yapana muallim, bilgi öğrenene müteallim denir.
Bu kavramın insan eğitimi ve öğretimi yani bir şeyi öğrenmek yeni bir şey
bilmek anlamlarına kullanıldığını görüyoruz.
ABDULBARİ
FAİK
ÖĞ. NO:
14912701
Yüksek Lisans
İnsanı çok yakından ilgilendiren bir konu olarak Adap ve Ta’lim
kavramlarını inceleyeceğiz. Öyle kavramlar ki İnsanoğlu onun arkasında
gizlendiği zaman daha güzel, daha yakın, daha sevimli ve pek de karakter sahibi
olarak gözüküyor. Peki, bu kavramların
içeriği nelerdir. İnsanın ne zaman işine yarayacaktır? Diye sormak istersek
eğer, bu kavramların her birisi insanların her halinde ve hayatlarının,
çevresinin ailesinin ve toplumda var olduğu müddetçe işine yarayacaktır diye
biliriz. Hele yaşadığımız bu çağda Âdâb-ı olmayan bir insan, Ta’limi olmayan
bir ruhu taşımak mümkün değil ama zor diyebiliriz. Ancak Âdâp, kökü itibarıyla
davet çağırı anlamlarına gelmektedir. Yani dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel
saydığı hayır ve iyiliğe yöneltmesi insanın övgüye değer kılması anlamlarına
gelmektedir. Arapçada edep edebiyat anlamına gelir. Yine bu kökten türeyen Edîp
kelimesi de hem “edepli kimse” hem de “edebiyatçı” manalarına gelmektedir.
Kısaca söylemek gerekirse, Adap fertlerin davranışlarını karşı tarafa güzel
gösteren bir eylemdir. Peygamber efendimizin hadislerinde bahsettiği “Edep”
hadis kitaplarında da ayrı bir başlık olarak gözükmektedir. Bundan edebin
insanın hayatındaki önemini göstermektedir.
İslam kültüründe ve medeniyetin inşasında ayrı bir rol oynayan
diğer bir terim ise Ta’limdir. Talim, birine bilgi öğretmek, ders okutmak
demektir. Bilgi öğretme işini yapana muallim, bilgi öğrenene müteallim denir.
Bu kavramın insan eğitimi ve öğretimi yani bir şeyi öğrenmek yeni bir şey
bilmek anlamlarına kullanıldığını görüyoruz.