(Hadis Es. Tef. Riv. II) Tarih/usul mütalaası ödevi. Hedef tarih: 31 Mart 2014
Tefsir tarihi/usulü- hadis tarihi/usulü- fıkıh tarihi/usulü hakkında birer kitap mütalaa edilmesi ve “bilginin bütünlüğü” çerçevesinde müzakere ve münakaşa olunan hususların hülasasının 31 Mart 2014 hedef tarihine kadar iletilmesi beklenmektedir.
İlk defa ders alanlar tarihleri ve ikinci defa ders alanlar usulleri mütalaa etmelidir.
MEHMET VEYSİ ÖZLÜK
ÖRENCİ NO: 13952753
BİRLEŞİK DOKTORA
TEFSİR, HADİS VE FIKH’IN
MENŞEİ VE TEŞEKKÜLÜ
Giriş
Allah’ın emirlerini peygamberler
birbiri ardınca getirdiler; devirler birbiri ardınca değişti; kimse kardeş
kavgasının önüne geçmeye çalışmadı; zamanlar birbirini takip etti; insanoğlu
peygamberlere vahyolunan ilahi emre sırtını çevirdi; hatta o emirleri yok etmek için çalıştı. Âdem, Şit, İdris ve Nuh’un (A.S.) kitaplarına
çok eski denilse de Kuran’da zikri geçen İbrahim’inki (A.S.) gibi sonradan
gelen bir kitap bile öncekilerin akıbetine uğradı ve yeryüzünden kayboldu. Aynı
fesatçı ruh, insanı, Musa (A.S.)’a gelen Tevrat’a da saygısızlığa sevk etti; Tevrat
da tamamen imha edildi, bir kısmı hafızalarda kalanlarla yeniden yazıldı, fakat
o da aynı akıbete uğradı. Tevrat, yani elimize kadar gelen kısmı, eskilerin
hafızalarından kayda geçtiklerinin üçüncü yazılışıdır.
Allah’ın (C.C.) büyük yardımı tecelli etti ve İsa (A.S.) sevgi ve
yumuşak başlılık mesajı ile insanlara
gönderildi. Fakat
insan, ruhunun asaletsizliği icabı bu peygambere üç dört
sen için olsun, vazifesini rahatça yapma imkânı
vermedi. İsa (A.S.) devamlı surette kendini gizlemek zorunda kaldı. Etrafındaki insanların ilkelliği, görevini o kadar güçleştirdi ki, ne incili yazdırma fırsatı buldu, ne de öğrencileri tarafından
dininin prensiplerinin belirlenip MEHMET VEYSİ ÖZLÜK ÖRENCİ NO: 13952753 BİRLEŞİK DOKTORA TEFSİR, HADİS VE FIKH’IN
MENŞEİ VE TEŞEKKÜLÜ Giriş Allah’ın emirlerini peygamberler
birbiri ardınca getirdiler; devirler birbiri ardınca değişti; kimse kardeş
kavgasının önüne geçmeye çalışmadı; zamanlar birbirini takip etti; insanoğlu
peygamberlere vahyolunan ilahi emre sırtını çevirdi; hatta o emirleri yok etmek için çalıştı. Âdem, Şit, İdris ve Nuh’un (A.S.) kitaplarına
çok eski denilse de Kuran’da zikri geçen İbrahim’inki (A.S.) gibi sonradan
gelen bir kitap bile öncekilerin akıbetine uğradı ve yeryüzünden kayboldu. Aynı
fesatçı ruh, insanı, Musa (A.S.)’a gelen Tevrat’a da saygısızlığa sevk etti; Tevrat
da tamamen imha edildi, bir kısmı hafızalarda kalanlarla yeniden yazıldı, fakat
o da aynı akıbete uğradı. Tevrat, yani elimize kadar gelen kısmı, eskilerin
hafızalarından kayda geçtiklerinin üçüncü yazılışıdır. Allah’ın (C.C.) büyük yardımı tecelli etti ve İsa (A.S.) sevgi ve
yumuşak başlılık mesajı ile insanlara
gönderildi. Fakat
insan, ruhunun asaletsizliği icabı bu peygambere üç dört
sen için olsun, vazifesini rahatça yapma imkânı
vermedi. İsa (A.S.) devamlı surette kendini gizlemek zorunda kaldı. Etrafındaki insanların ilkelliği, görevini o kadar güçleştirdi ki, ne incili yazdırma fırsatı buldu, ne de öğrencileri tarafından
dininin prensiplerinin belirlenip derlenmesini sağlayabildi.
Bu dünyayı terk
ettikten çok sonra bu
örencileri ve onlardan sonra gelenler onun öğretisinden hafızalarında kalanları topladı, fakat her biri anlam ve işaret edilen şey itibariyle farklılaştı. Çelişkileri iman edenleri şaşırttı. İnciller her gün sayıca
arttı ve metin değişiklikleri o kadar fazla
ayrışmaya neden oldu ki, bu kargaşanın içinden çıkmak için bir yol arandı; içlerinden dört tanesi seçildi. Geçerli olan bu İnciller, Allah tarafından vahyedilmiş bir kitaptan
ziyade bizdeki “siret” yani İslam peygamberinin hayatını anlatan eserlere benzemektedir.
Hz. Peygamber’e (S.A.V.) gelecek
olursak; O kendisine gelen Kuran vahyinin
tamamını, her vahin
nazil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Kendisi ümmi olduğundan, risaletinin başlangıcından
ibaren okuma-azma bilen sahabelerin bazılarını vahiy kâtibi olarak görevlendirmiştir. Ne zaman kendisine
Kuran ayeti nazil olsa, hemen kâtiplerinden
birini çağırır ve gelen vahyi eksiksiz yazdırırdı. Vahiy
kâtibi yazma işini bitirince, Hz. Peygamber
(S.A.V.) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrederdi. A- Tefsir, Hadis ve Fıkıh’ta “Hz. Peygamber Dönemi” A–1- Tefsir Hz. Peygamberin tefsirdeki yeri oldukça önemlidir.
Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) Kuran’dan sonra ilk müfessirdir. Çünkü kendisine
indirilen vahyi açıklama ve tebliğ etme görevini de kendisi yerine getiriyordu. Bu görevi erine getirirken kullandığı
vesilelerden ilki muhataplarının
soruları üzerine Kuran’ı tefsir etmesidir. Şöyle
ki Kuran’ın ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nispetinde onu
anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Hz.
Peygambere sormuşlardı. İşte bu durumlarda
Allah Resulü (S.A.V.) onların algı
ve anlayışlarını dikkate alarak açıklamalarda bulunuyordu. Mesela “Rabbinin, seni övgüye değer bir makama çıkaracağını umabilirsin” ayetindeki “makam”ın
ne olduğu sorulunca,
onun şefaat makamı
olduğunu beyan etmiştir. Hz. Peygamber’in (S.A.V.)
Kuran’ı tefsir emesi
bazen de herhangi bir ayet hakkında soru sormak
suretiyle muhatapların dikkatini çekerek açıklaması şeklinde
gerçekleşirdi. Allah Resulü
(S.A.V.)’in sualleri de daha zaide, “Bu
ayetin manası nedir bilir misiniz?” yahut “Bu
ayet ne
hakkında nazil olmuştur bilir misiniz?”şeklindedir.
Burada şunu hemen belirtmek
gerekir ki, Hz. Peygamber’in (S.A.V.) söz ünü ettiğimiz uygulamadaki amacı, ashabının herhangi bir konudaki
bilgisini ölçmek değil, onların zihinlerini yeni bir şeyi öğrenmeye hazırlamaktır. Kaynaklardan öğrendiğimize göre Hz. Peygamber (S.A.V.)
bazen de bir ayeti ya nüzulünü müteakip tebliğ maksadıyla okuyarak açıklar yahut kıraat esnasında veya hutbe irat ederken tefsir
ederdi. Buradaki amaç da öyle anlaşılıyor
ki, ashabı bilgilendirme maksadına yönelikti. Hz. Peygamber (S.A.V.)
bazen de, bir hükmü belirttikten sonra yahut bir nasihatin ardından veya ashap için lüzumlu olan bir hususu beyan ederken mana bakımından ilgili gördüğü başka bir ayeti okur ve açıklardı. Buna “Hz. Peygamber’in (S.A.V.) ayeti temessül etmesi” yani delil getirmesi denilmektedir. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in
Kuran’ı tefsir teme yöntemlerini de şu şekilde
sıralayabiliriz: 1. Mücmelin tebyini 2. Müphemin tafsili 3. Mutlakın takyidi 4. Müşkilin tavzihi A–2-
Hadis Hadis tabiri sadece Hz. Peygamber (S.A.V.)’in
sözlerini değil, onun yaptıklarını ve
ashabının yaptıklarından hoş
karşılananları ifade eder. Bu üç kısımdan her birinin hadis kitaplarında yeri vardır. Aşikârdır ki, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in her söylediğini, her yaptığını
ve hoş gördüğünü tamı tamına yazmak imkânsızdır. Böyle ayrıntılı bir yazış
insan gücü üstündedir ve Kuran’da beyan buyrulduğu gibi meleklere özgü bir görevdir: ”Sizin üstünüzde muhafızlar,
bütün yaptıklarınızı
bilen kerim kâtipler vardır.” Diğer taraftan,
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hayatı boyunca
O’nun hakkında bir şey yazılmadı manasına gelecek, şüphe uyandıracak
bir söz, böyle bir imayı manasızlığın ta kendisi haline getirir. Hz. Peygamber
(S.A.V.)’in, dudaklarının arasından çıkan sözlerden, Kuran’dan olmayandan başkasının yazılmasını
ashabına yasak ettiğine dair hadisler
eksik değildir. Bununla beraber öyle
sözler vardır ki, o sözleriyle ashabına
hadislerin yalnız yazılmasına müsaade etmekle kalmamış, yazılmasını
hatta emretmiştir. Nitekim Ensar ’dan bir zat Hz.
Peygamber (S.A.V.)’in her gün vaaz, nasihat veya uyarı yoluyla söylediklerini
işitince kendisinin aydınlandığını, ancak
hafızasının zayıf olmasından dolayı hepsini aklında tutamadığını ilave edince Hz. Peygamber (S.A.V.) ona şöyle cevap verir:”Sağ
elinden yardım al (yani onları az).” Hemmam bin Münebbih de şöyle demiştir: “Ebu
Hureyre’nin şöyle dediğini işittim:
Resulullah’ın ashabı arasında benden daha fazla sayıda hadis rivayet
eden yoktur Abdullah bin Amr hariç. O,
işittiğini anında yazardı, ben bunu yapmazdım.” Hz.
Peygamber (S.A.V.) zamanında resmen yazılan hadisleri de şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Medine
Anayasası 2. Nüfus Sayımı 3. İmtiyaz Beratları 4. Davet Mektupları 5. Devlet Görevlilerine Verilen Talimatlar 6. Vergi
Tarife ve Hükümleri 7. Kuran
Çevirisi (Selman Farisi’nin Farisiler için yazdığı
çeviri) A–3-
Fıkıh Fıkıh’ın “usul” ve “Füru” olmak zere iki ana
kısma ayrıldığını biliyoruz. Usul kısmı,
dini hükümlerin
kaynakları ile bu kaynaklardan hüküm çıkarma metotlarını,
füru
kısmı ise mezkûr kaynaklardan belli metotlarla
çıkarılan, elde edilen hükümleri, dini-ameli kaide ve talimatı ihtiva
etmektedir.
Fıkıh’ın
usul ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okunup okutulması,
sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla
beraber, gerek usulün ve gerekse fürû'un temelleri, Hz. Peygamber(S.A.V.)
devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere
inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat vazeden Allah'tır.
Allah'ın hükmü bize, ya Kitap’ı (Kuran-ı
Kerim), ya Peygamberi (Sünnet),
ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyas, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkıh’ın
birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kuran-ı Kerim baştan
sona birçok hafız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen
yazılmış ve hafızalarda muhafaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış
yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Rasûlullah'ın(S.A.V.) yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medine dönemlerine ayrılır. Birinci dönemde
inanç, düşünce ve ahlâk prensiplerine daha çok önem verilmiş, gelen ayetlerin
çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Fıkıh’ın gerek ibadet ve gerekse hukuk
kısımlarını konu alan ayetler ise daha azdır. Mekke dönemine ait olup tarihi
bilinen hükümler şunlardır: 1. Namaz 2. Beş vakit namaz 3. Gusül, abdest ve necasetten taharet 4. Cuma namazı Medine
Dönemi’ne ait olan bazı hükümleri de
şu şekilde sıralayabiliriz: Belediye nizamı,
Oruç, Bayram namazları, Fıtır sadakası, Kurban, Zekât, Kıblenin değiştirilmesi,
Ganimetler ve taksimi, Miras hükümleri, Boşanma, Recim cezası, Teyemmüm, İffete
iftira cezası, Hac ve umre, İlâ, Anlaşma kaideleri, Alkollü içkilerin ve şans
oyunlarının yasaklanması, Zıhâr, Vakıf, Mulâ'ane, Faizin yasaklanması … B- Tefsir, Hadis ve
Fıkıh’ta “Sahabe Devri” B–1-
Tefsir Hz. Peygamber’in(S.A.V.) vefatının ardından Kuran’ı tefsir etme
göreviyle karşı karşıya kalan sahabeleri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle
iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları
tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak rey ile tefsire karşı
çıkıyordu. Bu anlayışta Allah Resulü’nün(S.A.V.):
“Kim bilgisizce Kuran hakkında bir şey söylerse cehennemdeki yerine
hazırlansın”, “Kim sırf kendi içtihadıyla
Kurân hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiştir” şeklindeki
tehdit dolu sözlerinin etkili olduğu söylenebilir. Bu yüzden olmalı ki meselâ
Hz. Ebû Bekir kendisine “ebben”
(Abese (80), 31) kelimesinin anlamı sorulduğunda: “Allah’ın kitabına dair
herhangi bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya anlamını bilmediğim bir
şey hakkında konuşursam, hangi arz beni üzerinde taşır ve hangi semâ beni
altında gölgelendirir?” demiştir. Bu rivayetler bize gösteriyor ki o
dönemde bir kısım sahabe Kuran ayetlerini yorumlama noktasında çok duyarlı
hareket ederek, nassları kendi tercihleri doğrultusunda anlamlandırmayı ilâhî iradeye
müdahale olarak telakki ediyor; bunun için de böyle bir müdahaleden uzak
durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı. Buna mukabil bir kısım sahabe de
naklin bulunmadığı yerde kendi içtihatlarıyla Kuran’ı tefsir etme cihetine
gidiyordu. Bu durumdaki sahabeler, herhangi bir ayeti tefsir ederken öncelikle
Kuran’a, sonra da Resûlullah’ın(S.A.V.) sünnetine başvuruyorlar; şayet
aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihatlarıyla
tefsir ediyorlardı. İçtihadî tefsirlerinde de genel olarak ya dil ya da din
konusuna önem veriyorlardı. Çünkü Kuran, kendi ana dilleriyle nâzil olduğu için
onun lafız ve terkiplerini ve bu terkiplerin inceliklerini iyi biliyorlardı. Bu
bakımdan sahabeler bir taraftan dil tahlilleriyle diğer taraftan da eski Arap
şiiriyle istişhatta bulunmak suretiyle Kuran’ı tefsir etmişlerdi. Özellikle İbn
Abbas’ın, tefsirde Arap şiirini çok kullandığı hatta kendisini imtihan etmek
maksadıyla soru soran Nâfi b. el-Ezrak’ın sorduğu her kelimeyi şiirlerden beyit
okuyarak cevaplandırdığı bildirilmektedir. Sahabelerin yapmış olduğu tefsîrin genel
özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür: Sahabe Kuran’ı tefsir ederken
başvurduğu yöntem ve kaynaklar da şöylece sıralamak mümkündür: B–2- Hadis Az
olmayan bir sahabe topluluğu, Hz. Peygamber’in(S.A.V.)
vefatının ardından, fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve İslam’ın
gayesini gerçekleştirme yolunda gayret sarf etmişlerdir. Bu gayenin
gerçekleştirilmesi için takip edilen yol ise, fethedilen ülkelerde ilk iş
olarak hem ibadet hem de ilim merkezi olabilecek mescitler inşa etmek olmuştur.
Bu husus, Hazreti Peygamber devrinde de görülen ve üzerinde ibretle durulması gereken
bir konudur. Nitekim hicret senesi, Mekke'den Medine'ye gelirken Küba’da
konaklayan Hazreti Peygamber(S.A.V.),
orada ilk mescidi inşa ettiği gibi, Medine'ye vardığı zaman yine ilk işi
Mescidi Nebevinin inşası olmuştur. Hadis
ilminin sahabe devrini daha iyi kavramak, onların oluşturduğu ilim merkezlerini
tanımakla mümkündür. Sahabe Devri’ndeki Bazı İlim Merkezleri: A. Medine: Âlim sahabelerin
gayretleriyle teşekkül eden ilim merkezlerinin başında, Medine'yi zikretmek gerekir; çünkü burası, Hazreti
Peygamberin ve ashabının Mekke'den hicretle İslam imparatorluğunun temelini
attıkları ilk şehirdir. İslam teşriinin büyük bir kısmı burada oluşmuş, Hazreti
Peygamber hadislerinin çoğunu burada söylemiştir. Şehrin her köşe ve bucağında
ondan bir hatıraya rastlamamak mümkün değildir. Bu itibarla sahabenin kibarı,
onun vefatından sonra da buradan ayrılmayı hoş karşılamamış, onun kabrine yakın
olmayı, onunla birlikte yaşamak kadar değerli saymıştır. Hadis ve
fıkıh sahasında şöhret kazanmış pek çok sahabe Medine'de yaşadığı için, burası,
Hazreti Peygamberi görmeyen, fakat onun hadislerini en yakın arkadaşlarından
işitip hıfzetmek isteyen hadisçilerin devamlı ziyaretgâhı olmuş, tıpkı bir
ticaret merkezi gibi, hadis almağa gelenlerle dolup taşmıştır. Medine'de
yaşayan ve hadis sahasında otorite olan bu sahabelerin başında Ebi Bekri Sıddik,
Ömer bin-Hattab, halife olarak Küfe’ye intikalinden önce Ali İbn Ebi Talib, Eba
Hurayra, Hz. Aişe, Abdullah bin Ömer, Ebi Said el-Hudri ve Zeyd bin Sabit'i
zikretmek gerekir. Bu sahabelerden dördü, Eba Hurayra, Abdullah bin Ömer, Hz. Aişe
ve Ebi Said el-Hudri, çok hadis rivayet etmekle şöhret kazananlardandır (muksirun).
Zeyd bin Sabit ise, Kuran ve Sünnet ahkâmına vakıf, vefat edinceye kadar, dört
halife devrinin kaza, fetva, kıraat ve feraizle ilgili meselelerinde kendisine başvurulan
önderlerinden birisi idi. B. Mekke: İlk vahiyle
İslami davetin başlangıç şerefine nail olmasına rağmen, halkı, Hazreti
Peygambere ve etrafındaki bir avuç müslümana reva gördükleri tehdit ve
işkencelerle onların hicret etmelerine sebep olan bu şehir, ancak sekiz sene
sonra, müslüman fethiyle tarihteki gerçek yerini almıştır. Fetihten sonra
Hazreti Peygamber(S.A.V.) Muâz bin
Cebel'i Mekke'de bırakmış ve Mekke halkına Kuran ve Sünnet ahkâmını ve kıraatı öğretmesini
ona emretmişti. Muâz bin Cebel, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) genç ve âlim sahabelerinden biri idi ve onunla birlikte
bütün gazvelere iştirak etmişti. Muâz bin Cebel ile birlikte Mekke'de daha bir
çok sahabi yerleşmiş bulunuyordu. Fakat Mekke Medresesi, asıl Abdullah bin
Abbâs'ın Basra’dan dönüşünden sonra kuvvet kazanmıştır. Tefsir sahasındaki mevkiinin
yanı sıra fetva vermekle şöhret kazanmış yedi sahabi arasında zikredilen İbn Abbas,
rivayet ettiği Şunu da unutmamak lazımdır ki, Mekke, sonra
da Medine, bir hac ve ziyaret mahalli olmaları itibariyle her iki şehrin de
İslâm âleminde ayrı bir mevkii vardır. Her sene buralara gelen binlerce
ziyaretçi arasında muhtelif ülkelerin fakih, müfessir ve muhaddislerinin de bulunması,
ilim hayatının canlılığını muhafaza etmesini sağlayan başlıca amillerden birisi
sayılmak icap eder. Çünkü bu çeşit toplantılarda cereyan eden müzakerelerin,
bilhassa hadislerin teyit, takviye ve neşri yönünden rolü çok büyüktür. C. Küfe: Küfe,
bidayette bir ordu karargâhı olarak kurulduğu için, ordu içinde bulunan birçok
sahabi buraya gelmiş bulunuyordu. Fakat Ali İbn Ebi Talip Medine'yi terk ederek
hilâfet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra şehir geçici bir karargâh
merkezi olmaktan çıkmış, her gün süratle genişleyen büyük bir devletin makamı
olmuştur. Bu sebepten pek çok sahabi buraya yerleşmiş ve ömürlerinin sonuna
kadar burada yaşamışlardır. Küfe'ye yerleşmiş olan sahabilerin ilim yönünden en
meşhurları, şüphesiz Ali İbn Ebi Talip ve Abdullah İbn Mesüd idi. Ancak Hz.
Ali’nin Küfe hayatı, ilminden çok siyasete dönüktü ve vaktinin çoğunu harplerle
geçiriyordu. Daha halifeliğinin başlangıcında, Hz. Aişe ile
Basra çöllerinde dövüşmek zorunda kalmış, bunu Hz. Muaviye ile olan çatışması
takip etmişti. Fakat bu çatışmanın ortaya çıkardığı Hariciler kadar hiçbir şey
her halde onu meşgul etmemiştir. Bütün bu meşgaleler, onun ilim için zaman
ayırmasına daima engel olmuştur. Abdullah bin Mesud'a gelince, Küfe medresesi,
varlığını ve şöhretini ona borçludur, denilebilir. İbn Mesüd ilk müslüman olan
altı kişinin altıncısıdır. Önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etmiştir.
Uzun müddet Hazreti Peygamber’in(S.A.V) hizmetinde bulunmuş, bu arada Kuranı
hıfz etmiş, manasını en iyi bir şekilde öğrenmiştir. Hazreti Peygamberin (S.A.V.) hizmetinde bulunması ise ona, onun
sözlerini, fiil ve hareketlerini yakından öğrenmek imkânını vermiştir. Geniş
bilgisi dolayısıyla sahabenin ilk devre âlimlerinden biri sayılan İbn Mesud,
Halife Hz. Ömer tarafından öğretim için Küfe'ye gönderilmiştir. Onun buraya
gelişinden sonradır ki Küfe medresesi teşekkül etmiş ve bu medreseden Alkame bin
Kays, Esved binYezid, Mesrük bin Ecda, Ubeyde İbn Amr es-Selmâni, Haris İbn Kays
gibi tanınmış tabiin uleması yetişmiştir. D. Basra: Basra'da
kalan sahabilerin ilim yönünden en meşhurları şüphesiz Ebü Musa Eşğari ve Enes bin
Malik’tir. Hz. Ali’nin hilâfetinde Abdullah bin Abbas'ın da Basra’ya vali
olarak tayin edildiği malumdur. Bu sahabiler yanında hadis rivayetleriyle
tanınan İmran İbn Husayn, Mağkıl İbn Yesar, Abdurrahman İbn Semura ve daha birçok
sahabiyi saymak mümkündür. Fakat bunların arasında Kurân ve Hadis bilgisiyle tanınan
ve fakih olarak da şöhret kazanan sahabi Ebü Musa Eşğari idi. Enes bin
Malik ise, küçük yaşında Hazreti Peygamber’in(S.A.V) yanına gelmiş ve on seneye yakın bir müddetle
ona hizmet etmiştir. Bu zaman zarfında Hz. Peygamber’den (A.S) pek çok hadis işiten Hz.Enes, rivayet ettiği
2286 hadisle muksirun arasında üçüncü sırayı almıştır. Sonradan Basra'ya
yerleşmiş olan bu büyük sahabi orada uzun müddet yaşamıştır. Onun Basra'da en
son ölen sahabi olduğu söylenir. E.Mısır: Mısır’da
yerleşen sahabilerin en meşhuru, şüphesiz, Abdullah İbn Amr İbn As’tır.
Abdullah, babası Hz. Amr, Hz. Muaviye tarafından Mısır’a vali tayin edilmesi
üzerine bu ülkeye gelip yerleşmişti. Babasının vefatından sonra bir müddet için
onun yerine getirilmiş, azledildikten sonra da Mısır’da yaşamağa devam etmiştir.
Bu arada hac ve umre için Mekke'ye gitmiş, Şam'a seyahat etmiş, sonra yine
Mısır’a dönmüştür. Vefat edinceye kadar Mısır’da yaşayan Hz.Abdullah buradaki
medresenin başta gelen imamlarından biri olmuştur. Abdullah İbn
Amr'dan başka Mısır'a gelmiş ve oraya yerleşmiş daha pek çok sahabi vardır. Suyuti'ye
istinaden B–3-
Fıkıh C- Tefsir, Hadis ve
Fıkıh’ta “Tabiin Devri ve Sonrası” C–1- Tefsir Tabiîler,
tıpkı sahâbîler gibi tefsirde öncelikle Kurân ve sünnete başvuruyorlar; şayet
bu iki kaynakta, nassları tefsîr edebilmelerine yardımcı olacak bir malzeme
bulamazlarsa, o takdirde özellikle esbab-ı nüzûl, mübhemât ve gaybla ilgili
konularda sahâbîlerin görüş ve tercihlerine müracaat etmek zorunda
kalıyorlardı. Çünkü bu konular daha önce de belirttiğimiz gibi aklî muhakeme ve
ictihâdın dışında kaldığı için fikir yürütmenin mümkün olmadığı alanlardır. Her
zaman olmasa da tabiîlerin tefsirde bazen Ehl-i kitabın görüşlerine müracaat
ettikleri de oluyordu. Doğal olarak onlar ancak bu aşamalardan sonra kendi
görüşlerini ortaya koyuyorlardı. Böylece anlaşılmaktadır ki tabiîlere ait iki
tür tefsir mevcuttu. Bunlardan biri yukarıda belirttiğimiz kaynaklardan yararlanmak
suretiyle ortaya koydukları, diğeri de kendi bilgi birikimleri ve kabiliyetleri
yoluyla ulaşmış oldukları tefsirdi. Yani tabiîler, mecburiyetin doğurduğu özel
durumlar yanında zaman zaman da aklî tercihlerde bulunarak Kuran’ı tefsir
ediyorlardı. Nasıl ilk muhatap topluluk olan ashabın
Kuran’a dair beyanlarının kendine özgü bir niteliği var ise, onlardan sonra
gelen ve tefsire büyük hizmetlerde bulunan tâbiûn tefsirinin de kendine has bir
takım özellikleri bulunmaktadır. Bunlar maddeler halinde şöyle sıralanabilir: 1- Sahabe tefsiri
manası kapalı olan ayetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kuran’ın bütünü
tefsîre konu olmuştur. 2- Tâbiûn tefsirinde
kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, ayetlerden istinbât ve
istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır. 3- Şiirle istişhâd
metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatleri şerh ve izah etmek
de bu dönemin bir başka özelliğidir. 4- Tabiîler Kuran’da
geçen kıssalarla manası müphem olan ayetlerin tafsilatını öğrenebilmek için
Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. Dolayısıyla isrâiliyat
denilen gayr-i İslâmî bilgiler, sahabe
dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kuran tefsirine girmişti. 5-Bu dönemde de tefsir,
henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine şifahî olarak
aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Küfe gibi belli başlı ilim
muhitlerinde yerleşmiş olan ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş;
böylece tabiin dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir. 6- Tâbiiler
herhangi bir Kuran ayetini tefsir ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı.
Yani bildikleri bir ayetin tefsirinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsir
etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak tefsire
yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir. Kaynakların
verdiği bilgiye göre tefsir, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya
başlandı. Kısa bir süre sonra da müstakil bir ilim haline geldi. Esasen bu, bir
zaruretin sonucuydu. Çünkü tabiin döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla
gelen tefsîr rivâyetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve birtakım
hâdiselerin meydana gelmesi neticesi dirâyet (re’y) tefsîri de ortaya çıkmaya
başlamıştı. Rivayet tefsiri, Hz. Peygamber (S.A.V.)
ve ashaptan nakledilen rivayetlerin hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda
muhafaza altına alınmıştı. Şayet dirayet tefsiri için de aynı şey yapılırsa, bu
malzeme de korunmuş olacaktı. İşte muhtemelen sözünü ettiğimiz anlayıştan
hareket eden ilk dönem müfessirleri, bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin
edilen malzemeyi vakit geçirmeden kendi alanına taşımak; diğer taraftan da daha
sonra bir açılım göstererek devam edecek olan tefsîrin temellerini atmak maksadıyla
müstakil eser yazma hareketini başlattılar. Elimizdeki belgeler Kurân’a dair
nakilleri bir araya toplayarak onu baştan sona tefsîr eden ilk şahsın, Mukâtil
b. Süleyman olduğunu göstermektedir. Mukâtil’den başka Süfyân es-Sevrî, Yahya
b. Sellâm, Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ ve
Abdürrezzak b. Hemmâm gibi şahsiyetler de müstakil tefsirler kaleme alan
müfessirler arasında sayılmaktadır. Klasik Tefsir Ekolleri: 19.
yüzyıl öncesi tefsir ekollerdir. Üç çeşittir: İşari, Mezhebî ve Fıkhî.
Mezhebi ekoller de üç çeşittir: Mutezile,
Şiî ve Haricî ekol. Mutezile tefsir ekolü, akla yoğun şekilde önem veren
ve Kuran tefsirinde kendi mezhebî görüşleri doğrultusunda yorum yapan bir
ekoldür. Şia (imâmiye) ekolü, imamet doktrininden dolayı Şiî imamların yaptığı tefsirleri
sahih gören ekoldür. Hariciye ekolü ise sadece Kuran metninin lafız düzeyini
önemseyen ve ayetleri kendi mezhebi doğrultusunda tefsir eden ekoldür. İşârî tefsir
ekolü ise, keşif ve ilham yoluyla elde ettikleri ledünni ilimle Kuran ayetlerinin
bâtınî yönünü tefsir eden sufi bir ekoldür. Fıkhî tefsir ekolü ise, sadece Kuran’daki
ahkâm ayetlerini tefsir eden ekoldür. Çağdaş Tefsir Ekolleri: 19.
yüzyıl sonrası sistemleşen tefsir ekolleridir. Üç çeşittir: Konulu, İçtimaî ve Bilimsel. Konulu tefsir ekolü,
Kuran’daki bir konuyu gayesine uygun bir şekilde bütüncül olarak ortaya koymayı
hedefleyen bir ekoldür. İçtimaî tefsir ekolü, Kuran’ın mesajını doğrudan anlatmayı
ve içtimaî hayatta meydana gelen problemlere Kuran çerçevesinde çözmeyi
amaçlayan bir ekoldür. Bilimsel tefsir ekolü ise Kuran’daki kevnî âyetleri
pozitif ilimlerin verileriyle tefsîr eden bir ekoldür. C–2- Hadis Hazreti Peygamber(S.A.V.) ve ashabı devrinde bazı sahabilerin
hadis yazdıklarını ve bir takım sahifeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Sistemli bir toplama faaliyetinin ise,
sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında
başladığı bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakamla tespit
edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber,
tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak
bir mahiyettedir. Bu haberlerde İbn Şihab ez-Zuhri "hadisleri ilk tedvin eden
kimse" olarak görülür. Ez-Zuhri’nin
tedvin faaliyetine, Emevi halifesi Omer bin Abdülaziz resmi bir hüviyet
kazandırmıştır. İslam ülkesinin genişlemesi, hadis bilenlerin bu ülkenin
birbirinden uzak muhtelif şehirde olması, daha da kötüsü siyasi, iktidi mezheplerin
zuhuru ile müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi, nihayet bunlara
paralel olarak hadiste vaz’ (uydurma) hareketinin başlaması hepimizin
malumudur. Bu tehlikenin bertaraf edilmemesi halinde hadislerin tamamen yok
olacağı, her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale gelmiştir. İşte bu
durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak, hadis rivayet
edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra
güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin rivayet ettiği hadisleri
sıhhat veya zafiyet yönünden derecelendirmeğe yönelmişlerdir. Hadisçiler bu
faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası yanında çok hadis rivayetiyle de
tanınan ve imam olarak kabul edilen Halife Ömer bin Abdülaziz de sahih
hadislerin ancak bir kitapta toplanması halinde korunacağı inancında idi.Bunun
için de, Medine'de amili olan Ebü Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm’a şu emri
göndermiştir: "Hazreti Peygamberin(S.A.V.) hadislerini, sünnetlerini, Amra binti
Abdirrahman'ın rivayet ettiği hadisleri araştır ve yaz; zira ben, filmin
kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitmelerinden korkuyorum". Ömer bin
Abdülaziz 'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve topladığı hadisleri
Halifeye gönderen kimse ez-Zuhri olmuştur. Hadis
tarihi açısından, ikinci asırda ortaya çıkan hadis eserlerine ve müelliflerine
işaret etmek de elbette ki faydalı olacaktır. İkinci asırda telif ve tasnif
edilen hadis eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkündür: Hadiste Altın Çağı ve
Kütüb-ü Sitte İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur
eden ve giderek gelişen mutezile mezhebi kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve
hadisçileri hedef olarak seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı
prensipler yönünden, hadis ve hadisçilerle ters düşmüştür. Bunun neticesinde,
iki taraf arasında ithamlara varan sert tartışmalar çıkmıştır. Hatta mezhep
mensuplarının Halife Me'mun vasıtasıyla sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı
tarafın tehdit ve işkencelerle imha edilmesi cihetine bile gidilmiştir. İşte,
ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelâmı arasında ortaya çıkan ve üçüncü
asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı, hadisçilerin, Hazreti
Peygamberin(S.A.V.) sünnetine dayalı amel
ve itikadi bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu
suretle meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek
mutezilenin ve gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir
araya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen
ve sıhhati ile ün salan Buhari' deki iman,
tevhit, kader, Kitap ve Sünnete sarılma gibi bölümler kitabın, kesinlikle İslam’ı
mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan korumak maksadıyla hazırlandığını
ispat eder. Buna benzer bölümleri Müslim’in Sahih’inde de görmek mümkündür. Kutub-i Sitte musannifleri
arasında bulunan İbn Mace'nin bu konuda takip ettiği yol çok daha açık ve
kesindir. Sünen adlı eserine, sünnete
tâbi olmanın gerekli olduğunu gösteren hadisleri bir araya getirmekle başlamıştır.
Bunu, hadisin ehemmiyeti, hadiste kasden yalan söylemenin kötülüğü, Hulafa-i
Raşidin’in sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfi rey ve kıyastan sakınma,
iman, kader, ashabın faziletleri, iyi ve kötü olan sünneti takip edenler,
sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir. İbn Mace, bu bâblarda zikrettiği
hadislerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin(S.A.V.) ağzından cevap vermek ve onların İslam
dışı görüşlerini çürütmek gayesi gütmüştür. Kutub-i Sitte'nin zuhuru dolayısıyla
hicretin üçüncü asrı, hadis tasnifinin altın çağıdır.Bu asırda tasnife hız
veren âmillerin başında, mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm
ilminin doğuşunu ve kelâmcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi
zikrettik. Ancak şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, tasnife hız veren amiller
sadece bunlardan ibaret değildir. Hadis uydurma faaliyetleri de tedvin ve
tasnife hız veren amillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir.
Çünkü sahih hadislerin belirli kitaplarda toplanması halinde, bu kitaplar
dışında kalan hadislere itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadis
toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de,
hiç olmazsa topladığı hadisler arasına uydurma olanlarını karıştırmamağa dikkat
sarf ettiği için, vücuda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkanı
hasıl olmuştur. Bu bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadis kitaplarının vücut
bulduğu bir devir olarak görülür. Hadis hafızı büyük imamların çoğunluğu bu
asırda yaşamış; hadislerin isnatlarına, isnatların illetlerine, ricalin cerh ve
tadil yönünden mertebelerine vakıf meşhur üstatlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih
hadis mecmuaları bu asırda onların eliyle vücut bulmuştur. Bu asrı takip eden
devirlerde her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse
de, asıl telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerdeki hadislerin
bir kitap içinde cem’ine yahut isnadların hazfedilmek suretiyle ihtisarına
yahut da mustedrek veya mustahreclerinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza
müteakıb asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi
yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili
hakkında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. İşte,
üçüncü asrın hadis ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu,
altın çağı olarak vasıflandırıyoruz.
C–3- Fıkıh
Bağdad merkezli Abbasîler devri 750–1258 tarihleri
arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200
yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi
müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve
etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir. Fıkıh tarihi bakımından bu devrin
özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Abbâsîler hilâfeti haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i
râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile iktidara geldikleri için
-görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde müslümanların başı ve
Rasûlullahın(S.A.V.) halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî halifeleri -Arap
âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve çevgen taşırken,
Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor, divanlarında Hz.
Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı. Bu tutumun tabîi neticesi olarak din
bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Bu devirde fıkhın sahası genişlemiş, fıkıh inkişaf
etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı amilleri vardır: Abbasîler devrine kadar her merkezde birçok âlim ve müctehid vardı;
soruları cevaplandırıyor, davaları hallediyorlardı. Fakat bunlara izafe edilen mezhepler
yoktu. Bu devirde ise, aşağıdaki
sebepler, muayyen mezheplerin doğmasına yol açmıştır: Moğol İstilası’ndan
Mecelle’ye Kadar (Fıkhın Gerileme Çağı) Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen
fıkıh bilginlerinin diğerleriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren
kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Bu cümleyi biraz daha genişletmek, devrin
hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır: 3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin
Yazılmaması: Mecelle’den Günümüze
Kadar (Uyanış Çağı) MEHMET VEYSİ ÖZLÜK ÖRENCİ NO: 13952753 BİRLEŞİK DOKTORA TEFSİR, HADİS VE FIKH’IN
MENŞEİ VE TEŞEKKÜLÜ Giriş Allah’ın emirlerini peygamberler
birbiri ardınca getirdiler; devirler birbiri ardınca değişti; kimse kardeş
kavgasının önüne geçmeye çalışmadı; zamanlar birbirini takip etti; insanoğlu
peygamberlere vahyolunan ilahi emre sırtını çevirdi; hatta o emirleri yok etmek için çalıştı. Âdem, Şit, İdris ve Nuh’un (A.S.) kitaplarına
çok eski denilse de Kuran’da zikri geçen İbrahim’inki (A.S.) gibi sonradan
gelen bir kitap bile öncekilerin akıbetine uğradı ve yeryüzünden kayboldu. Aynı
fesatçı ruh, insanı, Musa (A.S.)’a gelen Tevrat’a da saygısızlığa sevk etti; Tevrat
da tamamen imha edildi, bir kısmı hafızalarda kalanlarla yeniden yazıldı, fakat
o da aynı akıbete uğradı. Tevrat, yani elimize kadar gelen kısmı, eskilerin
hafızalarından kayda geçtiklerinin üçüncü yazılışıdır. Allah’ın (C.C.) büyük yardımı tecelli etti ve İsa (A.S.) sevgi ve
yumuşak başlılık mesajı ile insanlara
gönderildi. Fakat
insan, ruhunun asaletsizliği icabı bu peygambere üç dört
sen için olsun, vazifesini rahatça yapma imkânı
vermedi. İsa (A.S.) devamlı surette kendini gizlemek zorunda kaldı. Etrafındaki insanların ilkelliği, görevini o kadar güçleştirdi ki, ne incili yazdırma fırsatı buldu, ne de öğrencileri tarafından
dininin prensiplerinin belirlenip derlenmesini sağlayabildi.
Bu dünyayı terk
ettikten çok sonra bu
örencileri ve onlardan sonra gelenler onun öğretisinden hafızalarında kalanları topladı, fakat her biri anlam ve işaret edilen şey itibariyle farklılaştı. Çelişkileri iman edenleri şaşırttı. İnciller her gün sayıca
arttı ve metin değişiklikleri o kadar fazla
ayrışmaya neden oldu ki, bu kargaşanın içinden çıkmak için bir yol arandı; içlerinden dört tanesi seçildi. Geçerli olan bu İnciller, Allah tarafından vahyedilmiş bir kitaptan
ziyade bizdeki “siret” yani İslam peygamberinin hayatını anlatan eserlere benzemektedir.
Hz. Peygamber’e (S.A.V.) gelecek
olursak; O kendisine gelen Kuran vahyinin
tamamını, her vahin
nazil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Kendisi ümmi olduğundan, risaletinin başlangıcından
ibaren okuma-azma bilen sahabelerin bazılarını vahiy kâtibi olarak görevlendirmiştir. Ne zaman kendisine
Kuran ayeti nazil olsa, hemen kâtiplerinden
birini çağırır ve gelen vahyi eksiksiz yazdırırdı. Vahiy
kâtibi yazma işini bitirince, Hz. Peygamber
(S.A.V.) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrederdi. A- Tefsir, Hadis ve Fıkıh’ta “Hz. Peygamber Dönemi” A–1- Tefsir Hz. Peygamberin tefsirdeki yeri oldukça önemlidir.
Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) Kuran’dan sonra ilk müfessirdir. Çünkü kendisine
indirilen vahyi açıklama ve tebliğ etme görevini de kendisi yerine getiriyordu. Bu görevi erine getirirken kullandığı
vesilelerden ilki muhataplarının
soruları üzerine Kuran’ı tefsir etmesidir. Şöyle
ki Kuran’ın ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nispetinde onu
anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Hz.
Peygambere sormuşlardı. İşte bu durumlarda
Allah Resulü (S.A.V.) onların algı
ve anlayışlarını dikkate alarak açıklamalarda bulunuyordu. Mesela “Rabbinin, seni övgüye değer bir makama çıkaracağını umabilirsin” ayetindeki “makam”ın
ne olduğu sorulunca,
onun şefaat makamı
olduğunu beyan etmiştir. Hz. Peygamber’in (S.A.V.)
Kuran’ı tefsir emesi
bazen de herhangi bir ayet hakkında soru sormak
suretiyle muhatapların dikkatini çekerek açıklaması şeklinde
gerçekleşirdi. Allah Resulü
(S.A.V.)’in sualleri de daha zaide, “Bu
ayetin manası nedir bilir misiniz?” yahut “Bu
ayet ne
hakkında nazil olmuştur bilir misiniz?”şeklindedir.
Burada şunu hemen belirtmek
gerekir ki, Hz. Peygamber’in (S.A.V.) söz ünü ettiğimiz uygulamadaki amacı, ashabının herhangi bir konudaki
bilgisini ölçmek değil, onların zihinlerini yeni bir şeyi öğrenmeye hazırlamaktır. Kaynaklardan öğrendiğimize göre Hz. Peygamber (S.A.V.)
bazen de bir ayeti ya nüzulünü müteakip tebliğ maksadıyla okuyarak açıklar yahut kıraat esnasında veya hutbe irat ederken tefsir
ederdi. Buradaki amaç da öyle anlaşılıyor
ki, ashabı bilgilendirme maksadına yönelikti. Hz. Peygamber (S.A.V.)
bazen de, bir hükmü belirttikten sonra yahut bir nasihatin ardından veya ashap için lüzumlu olan bir hususu beyan ederken mana bakımından ilgili gördüğü başka bir ayeti okur ve açıklardı. Buna “Hz. Peygamber’in (S.A.V.) ayeti temessül etmesi” yani delil getirmesi denilmektedir. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in
Kuran’ı tefsir teme yöntemlerini de şu şekilde
sıralayabiliriz: 1. Mücmelin tebyini 2. Müphemin tafsili 3. Mutlakın takyidi 4. Müşkilin tavzihi A–2-
Hadis Hadis tabiri sadece Hz. Peygamber (S.A.V.)’in
sözlerini değil, onun yaptıklarını ve
ashabının yaptıklarından hoş
karşılananları ifade eder. Bu üç kısımdan her birinin hadis kitaplarında yeri vardır. Aşikârdır ki, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in her söylediğini, her yaptığını
ve hoş gördüğünü tamı tamına yazmak imkânsızdır. Böyle ayrıntılı bir yazış
insan gücü üstündedir ve Kuran’da beyan buyrulduğu gibi meleklere özgü bir görevdir: ”Sizin üstünüzde muhafızlar,
bütün yaptıklarınızı
bilen kerim kâtipler vardır.” Diğer taraftan,
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hayatı boyunca
O’nun hakkında bir şey yazılmadı manasına gelecek, şüphe uyandıracak
bir söz, böyle bir imayı manasızlığın ta kendisi haline getirir. Hz. Peygamber
(S.A.V.)’in, dudaklarının arasından çıkan sözlerden, Kuran’dan olmayandan başkasının yazılmasını
ashabına yasak ettiğine dair hadisler
eksik değildir. Bununla beraber öyle
sözler vardır ki, o sözleriyle ashabına
hadislerin yalnız yazılmasına müsaade etmekle kalmamış, yazılmasını
hatta emretmiştir. Nitekim Ensar ’dan bir zat Hz.
Peygamber (S.A.V.)’in her gün vaaz, nasihat veya uyarı yoluyla söylediklerini
işitince kendisinin aydınlandığını, ancak
hafızasının zayıf olmasından dolayı hepsini aklında tutamadığını ilave edince Hz. Peygamber (S.A.V.) ona şöyle cevap verir:”Sağ
elinden yardım al (yani onları az).” Hemmam bin Münebbih de şöyle demiştir: “Ebu
Hureyre’nin şöyle dediğini işittim:
Resulullah’ın ashabı arasında benden daha fazla sayıda hadis rivayet
eden yoktur Abdullah bin Amr hariç. O,
işittiğini anında yazardı, ben bunu yapmazdım.” Hz.
Peygamber (S.A.V.) zamanında resmen yazılan hadisleri de şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Medine
Anayasası 2. Nüfus Sayımı 3. İmtiyaz Beratları 4. Davet Mektupları 5. Devlet Görevlilerine Verilen Talimatlar 6. Vergi
Tarife ve Hükümleri 7. Kuran
Çevirisi (Selman Farisi’nin Farisiler için yazdığı
çeviri) A–3-
Fıkıh Fıkıh’ın “usul” ve “Füru” olmak zere iki ana
kısma ayrıldığını biliyoruz. Usul kısmı,
dini hükümlerin
kaynakları ile bu kaynaklardan hüküm çıkarma metotlarını,
füru
kısmı ise mezkûr kaynaklardan belli metotlarla
çıkarılan, elde edilen hükümleri, dini-ameli kaide ve talimatı ihtiva
etmektedir.
Fıkıh’ın
usul ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okunup okutulması,
sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla
beraber, gerek usulün ve gerekse fürû'un temelleri, Hz. Peygamber(S.A.V.)
devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere
inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat vazeden Allah'tır.
Allah'ın hükmü bize, ya Kitap’ı (Kuran-ı
Kerim), ya Peygamberi (Sünnet),
ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyas, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkıh’ın
birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kuran-ı Kerim baştan
sona birçok hafız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen
yazılmış ve hafızalarda muhafaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış
yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Rasûlullah'ın(S.A.V.) yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medine dönemlerine ayrılır. Birinci dönemde
inanç, düşünce ve ahlâk prensiplerine daha çok önem verilmiş, gelen ayetlerin
çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Fıkıh’ın gerek ibadet ve gerekse hukuk
kısımlarını konu alan ayetler ise daha azdır. Mekke dönemine ait olup tarihi
bilinen hükümler şunlardır: 1. Namaz 2. Beş vakit namaz 3. Gusül, abdest ve necasetten taharet 4. Cuma namazı Medine
Dönemi’ne ait olan bazı hükümleri de
şu şekilde sıralayabiliriz: Belediye nizamı,
Oruç, Bayram namazları, Fıtır sadakası, Kurban, Zekât, Kıblenin değiştirilmesi,
Ganimetler ve taksimi, Miras hükümleri, Boşanma, Recim cezası, Teyemmüm, İffete
iftira cezası, Hac ve umre, İlâ, Anlaşma kaideleri, Alkollü içkilerin ve şans
oyunlarının yasaklanması, Zıhâr, Vakıf, Mulâ'ane, Faizin yasaklanması … B- Tefsir, Hadis ve
Fıkıh’ta “Sahabe Devri” B–1-
Tefsir Hz. Peygamber’in(S.A.V.) vefatının ardından Kuran’ı tefsir etme
göreviyle karşı karşıya kalan sahabeleri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle
iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları
tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak rey ile tefsire karşı
çıkıyordu. Bu anlayışta Allah Resulü’nün(S.A.V.):
“Kim bilgisizce Kuran hakkında bir şey söylerse cehennemdeki yerine
hazırlansın”, “Kim sırf kendi içtihadıyla
Kurân hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiştir” şeklindeki
tehdit dolu sözlerinin etkili olduğu söylenebilir. Bu yüzden olmalı ki meselâ
Hz. Ebû Bekir kendisine “ebben”
(Abese (80), 31) kelimesinin anlamı sorulduğunda: “Allah’ın kitabına dair
herhangi bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya anlamını bilmediğim bir
şey hakkında konuşursam, hangi arz beni üzerinde taşır ve hangi semâ beni
altında gölgelendirir?” demiştir. Bu rivayetler bize gösteriyor ki o
dönemde bir kısım sahabe Kuran ayetlerini yorumlama noktasında çok duyarlı
hareket ederek, nassları kendi tercihleri doğrultusunda anlamlandırmayı ilâhî iradeye
müdahale olarak telakki ediyor; bunun için de böyle bir müdahaleden uzak
durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı. Buna mukabil bir kısım sahabe de
naklin bulunmadığı yerde kendi içtihatlarıyla Kuran’ı tefsir etme cihetine
gidiyordu. Bu durumdaki sahabeler, herhangi bir ayeti tefsir ederken öncelikle
Kuran’a, sonra da Resûlullah’ın(S.A.V.) sünnetine başvuruyorlar; şayet
aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihatlarıyla
tefsir ediyorlardı. İçtihadî tefsirlerinde de genel olarak ya dil ya da din
konusuna önem veriyorlardı. Çünkü Kuran, kendi ana dilleriyle nâzil olduğu için
onun lafız ve terkiplerini ve bu terkiplerin inceliklerini iyi biliyorlardı. Bu
bakımdan sahabeler bir taraftan dil tahlilleriyle diğer taraftan da eski Arap
şiiriyle istişhatta bulunmak suretiyle Kuran’ı tefsir etmişlerdi. Özellikle İbn
Abbas’ın, tefsirde Arap şiirini çok kullandığı hatta kendisini imtihan etmek
maksadıyla soru soran Nâfi b. el-Ezrak’ın sorduğu her kelimeyi şiirlerden beyit
okuyarak cevaplandırdığı bildirilmektedir. Sahabelerin yapmış olduğu tefsîrin genel
özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür: Sahabe Kuran’ı tefsir ederken
başvurduğu yöntem ve kaynaklar da şöylece sıralamak mümkündür: B–2- Hadis Az
olmayan bir sahabe topluluğu, Hz. Peygamber’in(S.A.V.)
vefatının ardından, fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve İslam’ın
gayesini gerçekleştirme yolunda gayret sarf etmişlerdir. Bu gayenin
gerçekleştirilmesi için takip edilen yol ise, fethedilen ülkelerde ilk iş
olarak hem ibadet hem de ilim merkezi olabilecek mescitler inşa etmek olmuştur.
Bu husus, Hazreti Peygamber devrinde de görülen ve üzerinde ibretle durulması gereken
bir konudur. Nitekim hicret senesi, Mekke'den Medine'ye gelirken Küba’da
konaklayan Hazreti Peygamber(S.A.V.),
orada ilk mescidi inşa ettiği gibi, Medine'ye vardığı zaman yine ilk işi
Mescidi Nebevinin inşası olmuştur. Hadis
ilminin sahabe devrini daha iyi kavramak, onların oluşturduğu ilim merkezlerini
tanımakla mümkündür. Sahabe Devri’ndeki Bazı İlim Merkezleri: A. Medine: Âlim sahabelerin
gayretleriyle teşekkül eden ilim merkezlerinin başında, Medine'yi zikretmek gerekir; çünkü burası, Hazreti
Peygamberin ve ashabının Mekke'den hicretle İslam imparatorluğunun temelini
attıkları ilk şehirdir. İslam teşriinin büyük bir kısmı burada oluşmuş, Hazreti
Peygamber hadislerinin çoğunu burada söylemiştir. Şehrin her köşe ve bucağında
ondan bir hatıraya rastlamamak mümkün değildir. Bu itibarla sahabenin kibarı,
onun vefatından sonra da buradan ayrılmayı hoş karşılamamış, onun kabrine yakın
olmayı, onunla birlikte yaşamak kadar değerli saymıştır. Hadis ve
fıkıh sahasında şöhret kazanmış pek çok sahabe Medine'de yaşadığı için, burası,
Hazreti Peygamberi görmeyen, fakat onun hadislerini en yakın arkadaşlarından
işitip hıfzetmek isteyen hadisçilerin devamlı ziyaretgâhı olmuş, tıpkı bir
ticaret merkezi gibi, hadis almağa gelenlerle dolup taşmıştır. Medine'de
yaşayan ve hadis sahasında otorite olan bu sahabelerin başında Ebi Bekri Sıddik,
Ömer bin-Hattab, halife olarak Küfe’ye intikalinden önce Ali İbn Ebi Talib, Eba
Hurayra, Hz. Aişe, Abdullah bin Ömer, Ebi Said el-Hudri ve Zeyd bin Sabit'i
zikretmek gerekir. Bu sahabelerden dördü, Eba Hurayra, Abdullah bin Ömer, Hz. Aişe
ve Ebi Said el-Hudri, çok hadis rivayet etmekle şöhret kazananlardandır (muksirun).
Zeyd bin Sabit ise, Kuran ve Sünnet ahkâmına vakıf, vefat edinceye kadar, dört
halife devrinin kaza, fetva, kıraat ve feraizle ilgili meselelerinde kendisine başvurulan
önderlerinden birisi idi. B. Mekke: İlk vahiyle
İslami davetin başlangıç şerefine nail olmasına rağmen, halkı, Hazreti
Peygambere ve etrafındaki bir avuç müslümana reva gördükleri tehdit ve
işkencelerle onların hicret etmelerine sebep olan bu şehir, ancak sekiz sene
sonra, müslüman fethiyle tarihteki gerçek yerini almıştır. Fetihten sonra
Hazreti Peygamber(S.A.V.) Muâz bin
Cebel'i Mekke'de bırakmış ve Mekke halkına Kuran ve Sünnet ahkâmını ve kıraatı öğretmesini
ona emretmişti. Muâz bin Cebel, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) genç ve âlim sahabelerinden biri idi ve onunla birlikte
bütün gazvelere iştirak etmişti. Muâz bin Cebel ile birlikte Mekke'de daha bir
çok sahabi yerleşmiş bulunuyordu. Fakat Mekke Medresesi, asıl Abdullah bin
Abbâs'ın Basra’dan dönüşünden sonra kuvvet kazanmıştır. Tefsir sahasındaki mevkiinin
yanı sıra fetva vermekle şöhret kazanmış yedi sahabi arasında zikredilen İbn Abbas,
rivayet ettiği Şunu da unutmamak lazımdır ki, Mekke, sonra
da Medine, bir hac ve ziyaret mahalli olmaları itibariyle her iki şehrin de
İslâm âleminde ayrı bir mevkii vardır. Her sene buralara gelen binlerce
ziyaretçi arasında muhtelif ülkelerin fakih, müfessir ve muhaddislerinin de bulunması,
ilim hayatının canlılığını muhafaza etmesini sağlayan başlıca amillerden birisi
sayılmak icap eder. Çünkü bu çeşit toplantılarda cereyan eden müzakerelerin,
bilhassa hadislerin teyit, takviye ve neşri yönünden rolü çok büyüktür. C. Küfe: Küfe,
bidayette bir ordu karargâhı olarak kurulduğu için, ordu içinde bulunan birçok
sahabi buraya gelmiş bulunuyordu. Fakat Ali İbn Ebi Talip Medine'yi terk ederek
hilâfet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra şehir geçici bir karargâh
merkezi olmaktan çıkmış, her gün süratle genişleyen büyük bir devletin makamı
olmuştur. Bu sebepten pek çok sahabi buraya yerleşmiş ve ömürlerinin sonuna
kadar burada yaşamışlardır. Küfe'ye yerleşmiş olan sahabilerin ilim yönünden en
meşhurları, şüphesiz Ali İbn Ebi Talip ve Abdullah İbn Mesüd idi. Ancak Hz.
Ali’nin Küfe hayatı, ilminden çok siyasete dönüktü ve vaktinin çoğunu harplerle
geçiriyordu. Daha halifeliğinin başlangıcında, Hz. Aişe ile
Basra çöllerinde dövüşmek zorunda kalmış, bunu Hz. Muaviye ile olan çatışması
takip etmişti. Fakat bu çatışmanın ortaya çıkardığı Hariciler kadar hiçbir şey
her halde onu meşgul etmemiştir. Bütün bu meşgaleler, onun ilim için zaman
ayırmasına daima engel olmuştur. Abdullah bin Mesud'a gelince, Küfe medresesi,
varlığını ve şöhretini ona borçludur, denilebilir. İbn Mesüd ilk müslüman olan
altı kişinin altıncısıdır. Önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etmiştir.
Uzun müddet Hazreti Peygamber’in(S.A.V) hizmetinde bulunmuş, bu arada Kuranı
hıfz etmiş, manasını en iyi bir şekilde öğrenmiştir. Hazreti Peygamberin (S.A.V.) hizmetinde bulunması ise ona, onun
sözlerini, fiil ve hareketlerini yakından öğrenmek imkânını vermiştir. Geniş
bilgisi dolayısıyla sahabenin ilk devre âlimlerinden biri sayılan İbn Mesud,
Halife Hz. Ömer tarafından öğretim için Küfe'ye gönderilmiştir. Onun buraya
gelişinden sonradır ki Küfe medresesi teşekkül etmiş ve bu medreseden Alkame bin
Kays, Esved binYezid, Mesrük bin Ecda, Ubeyde İbn Amr es-Selmâni, Haris İbn Kays
gibi tanınmış tabiin uleması yetişmiştir. D. Basra: Basra'da
kalan sahabilerin ilim yönünden en meşhurları şüphesiz Ebü Musa Eşğari ve Enes bin
Malik’tir. Hz. Ali’nin hilâfetinde Abdullah bin Abbas'ın da Basra’ya vali
olarak tayin edildiği malumdur. Bu sahabiler yanında hadis rivayetleriyle
tanınan İmran İbn Husayn, Mağkıl İbn Yesar, Abdurrahman İbn Semura ve daha birçok
sahabiyi saymak mümkündür. Fakat bunların arasında Kurân ve Hadis bilgisiyle tanınan
ve fakih olarak da şöhret kazanan sahabi Ebü Musa Eşğari idi. Enes bin
Malik ise, küçük yaşında Hazreti Peygamber’in(S.A.V) yanına gelmiş ve on seneye yakın bir müddetle
ona hizmet etmiştir. Bu zaman zarfında Hz. Peygamber’den (A.S) pek çok hadis işiten Hz.Enes, rivayet ettiği
2286 hadisle muksirun arasında üçüncü sırayı almıştır. Sonradan Basra'ya
yerleşmiş olan bu büyük sahabi orada uzun müddet yaşamıştır. Onun Basra'da en
son ölen sahabi olduğu söylenir. E.Mısır: Mısır’da
yerleşen sahabilerin en meşhuru, şüphesiz, Abdullah İbn Amr İbn As’tır.
Abdullah, babası Hz. Amr, Hz. Muaviye tarafından Mısır’a vali tayin edilmesi
üzerine bu ülkeye gelip yerleşmişti. Babasının vefatından sonra bir müddet için
onun yerine getirilmiş, azledildikten sonra da Mısır’da yaşamağa devam etmiştir.
Bu arada hac ve umre için Mekke'ye gitmiş, Şam'a seyahat etmiş, sonra yine
Mısır’a dönmüştür. Vefat edinceye kadar Mısır’da yaşayan Hz.Abdullah buradaki
medresenin başta gelen imamlarından biri olmuştur. Abdullah İbn
Amr'dan başka Mısır'a gelmiş ve oraya yerleşmiş daha pek çok sahabi vardır. Suyuti'ye
istinaden B–3-
Fıkıh C- Tefsir, Hadis ve
Fıkıh’ta “Tabiin Devri ve Sonrası” C–1- Tefsir Tabiîler,
tıpkı sahâbîler gibi tefsirde öncelikle Kurân ve sünnete başvuruyorlar; şayet
bu iki kaynakta, nassları tefsîr edebilmelerine yardımcı olacak bir malzeme
bulamazlarsa, o takdirde özellikle esbab-ı nüzûl, mübhemât ve gaybla ilgili
konularda sahâbîlerin görüş ve tercihlerine müracaat etmek zorunda
kalıyorlardı. Çünkü bu konular daha önce de belirttiğimiz gibi aklî muhakeme ve
ictihâdın dışında kaldığı için fikir yürütmenin mümkün olmadığı alanlardır. Her
zaman olmasa da tabiîlerin tefsirde bazen Ehl-i kitabın görüşlerine müracaat
ettikleri de oluyordu. Doğal olarak onlar ancak bu aşamalardan sonra kendi
görüşlerini ortaya koyuyorlardı. Böylece anlaşılmaktadır ki tabiîlere ait iki
tür tefsir mevcuttu. Bunlardan biri yukarıda belirttiğimiz kaynaklardan yararlanmak
suretiyle ortaya koydukları, diğeri de kendi bilgi birikimleri ve kabiliyetleri
yoluyla ulaşmış oldukları tefsirdi. Yani tabiîler, mecburiyetin doğurduğu özel
durumlar yanında zaman zaman da aklî tercihlerde bulunarak Kuran’ı tefsir
ediyorlardı. Nasıl ilk muhatap topluluk olan ashabın
Kuran’a dair beyanlarının kendine özgü bir niteliği var ise, onlardan sonra
gelen ve tefsire büyük hizmetlerde bulunan tâbiûn tefsirinin de kendine has bir
takım özellikleri bulunmaktadır. Bunlar maddeler halinde şöyle sıralanabilir: 1- Sahabe tefsiri
manası kapalı olan ayetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kuran’ın bütünü
tefsîre konu olmuştur. 2- Tâbiûn tefsirinde
kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, ayetlerden istinbât ve
istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır. 3- Şiirle istişhâd
metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatleri şerh ve izah etmek
de bu dönemin bir başka özelliğidir. 4- Tabiîler Kuran’da
geçen kıssalarla manası müphem olan ayetlerin tafsilatını öğrenebilmek için
Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. Dolayısıyla isrâiliyat
denilen gayr-i İslâmî bilgiler, sahabe
dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kuran tefsirine girmişti. 5-Bu dönemde de tefsir,
henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine şifahî olarak
aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Küfe gibi belli başlı ilim
muhitlerinde yerleşmiş olan ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş;
böylece tabiin dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir. 6- Tâbiiler
herhangi bir Kuran ayetini tefsir ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı.
Yani bildikleri bir ayetin tefsirinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsir
etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak tefsire
yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir. Kaynakların
verdiği bilgiye göre tefsir, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya
başlandı. Kısa bir süre sonra da müstakil bir ilim haline geldi. Esasen bu, bir
zaruretin sonucuydu. Çünkü tabiin döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla
gelen tefsîr rivâyetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve birtakım
hâdiselerin meydana gelmesi neticesi dirâyet (re’y) tefsîri de ortaya çıkmaya
başlamıştı. Rivayet tefsiri, Hz. Peygamber (S.A.V.)
ve ashaptan nakledilen rivayetlerin hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda
muhafaza altına alınmıştı. Şayet dirayet tefsiri için de aynı şey yapılırsa, bu
malzeme de korunmuş olacaktı. İşte muhtemelen sözünü ettiğimiz anlayıştan
hareket eden ilk dönem müfessirleri, bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin
edilen malzemeyi vakit geçirmeden kendi alanına taşımak; diğer taraftan da daha
sonra bir açılım göstererek devam edecek olan tefsîrin temellerini atmak maksadıyla
müstakil eser yazma hareketini başlattılar. Elimizdeki belgeler Kurân’a dair
nakilleri bir araya toplayarak onu baştan sona tefsîr eden ilk şahsın, Mukâtil
b. Süleyman olduğunu göstermektedir. Mukâtil’den başka Süfyân es-Sevrî, Yahya
b. Sellâm, Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ ve
Abdürrezzak b. Hemmâm gibi şahsiyetler de müstakil tefsirler kaleme alan
müfessirler arasında sayılmaktadır. Klasik Tefsir Ekolleri: 19.
yüzyıl öncesi tefsir ekollerdir. Üç çeşittir: İşari, Mezhebî ve Fıkhî.
Mezhebi ekoller de üç çeşittir: Mutezile,
Şiî ve Haricî ekol. Mutezile tefsir ekolü, akla yoğun şekilde önem veren
ve Kuran tefsirinde kendi mezhebî görüşleri doğrultusunda yorum yapan bir
ekoldür. Şia (imâmiye) ekolü, imamet doktrininden dolayı Şiî imamların yaptığı tefsirleri
sahih gören ekoldür. Hariciye ekolü ise sadece Kuran metninin lafız düzeyini
önemseyen ve ayetleri kendi mezhebi doğrultusunda tefsir eden ekoldür. İşârî tefsir
ekolü ise, keşif ve ilham yoluyla elde ettikleri ledünni ilimle Kuran ayetlerinin
bâtınî yönünü tefsir eden sufi bir ekoldür. Fıkhî tefsir ekolü ise, sadece Kuran’daki
ahkâm ayetlerini tefsir eden ekoldür. Çağdaş Tefsir Ekolleri: 19.
yüzyıl sonrası sistemleşen tefsir ekolleridir. Üç çeşittir: Konulu, İçtimaî ve Bilimsel. Konulu tefsir ekolü,
Kuran’daki bir konuyu gayesine uygun bir şekilde bütüncül olarak ortaya koymayı
hedefleyen bir ekoldür. İçtimaî tefsir ekolü, Kuran’ın mesajını doğrudan anlatmayı
ve içtimaî hayatta meydana gelen problemlere Kuran çerçevesinde çözmeyi
amaçlayan bir ekoldür. Bilimsel tefsir ekolü ise Kuran’daki kevnî âyetleri
pozitif ilimlerin verileriyle tefsîr eden bir ekoldür. C–2- Hadis Hazreti Peygamber(S.A.V.) ve ashabı devrinde bazı sahabilerin
hadis yazdıklarını ve bir takım sahifeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Sistemli bir toplama faaliyetinin ise,
sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında
başladığı bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakamla tespit
edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber,
tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak
bir mahiyettedir. Bu haberlerde İbn Şihab ez-Zuhri "hadisleri ilk tedvin eden
kimse" olarak görülür. Ez-Zuhri’nin
tedvin faaliyetine, Emevi halifesi Omer bin Abdülaziz resmi bir hüviyet
kazandırmıştır. İslam ülkesinin genişlemesi, hadis bilenlerin bu ülkenin
birbirinden uzak muhtelif şehirde olması, daha da kötüsü siyasi, iktidi mezheplerin
zuhuru ile müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi, nihayet bunlara
paralel olarak hadiste vaz’ (uydurma) hareketinin başlaması hepimizin
malumudur. Bu tehlikenin bertaraf edilmemesi halinde hadislerin tamamen yok
olacağı, her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale gelmiştir. İşte bu
durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak, hadis rivayet
edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra
güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin rivayet ettiği hadisleri
sıhhat veya zafiyet yönünden derecelendirmeğe yönelmişlerdir. Hadisçiler bu
faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası yanında çok hadis rivayetiyle de
tanınan ve imam olarak kabul edilen Halife Ömer bin Abdülaziz de sahih
hadislerin ancak bir kitapta toplanması halinde korunacağı inancında idi.Bunun
için de, Medine'de amili olan Ebü Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm’a şu emri
göndermiştir: "Hazreti Peygamberin(S.A.V.) hadislerini, sünnetlerini, Amra binti
Abdirrahman'ın rivayet ettiği hadisleri araştır ve yaz; zira ben, filmin
kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitmelerinden korkuyorum". Ömer bin
Abdülaziz 'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve topladığı hadisleri
Halifeye gönderen kimse ez-Zuhri olmuştur. Hadis
tarihi açısından, ikinci asırda ortaya çıkan hadis eserlerine ve müelliflerine
işaret etmek de elbette ki faydalı olacaktır. İkinci asırda telif ve tasnif
edilen hadis eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkündür: Hadiste Altın Çağı ve
Kütüb-ü Sitte İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur
eden ve giderek gelişen mutezile mezhebi kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve
hadisçileri hedef olarak seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı
prensipler yönünden, hadis ve hadisçilerle ters düşmüştür. Bunun neticesinde,
iki taraf arasında ithamlara varan sert tartışmalar çıkmıştır. Hatta mezhep
mensuplarının Halife Me'mun vasıtasıyla sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı
tarafın tehdit ve işkencelerle imha edilmesi cihetine bile gidilmiştir. İşte,
ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelâmı arasında ortaya çıkan ve üçüncü
asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı, hadisçilerin, Hazreti
Peygamberin(S.A.V.) sünnetine dayalı amel
ve itikadi bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu
suretle meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek
mutezilenin ve gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir
araya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen
ve sıhhati ile ün salan Buhari' deki iman,
tevhit, kader, Kitap ve Sünnete sarılma gibi bölümler kitabın, kesinlikle İslam’ı
mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan korumak maksadıyla hazırlandığını
ispat eder. Buna benzer bölümleri Müslim’in Sahih’inde de görmek mümkündür. Kutub-i Sitte musannifleri
arasında bulunan İbn Mace'nin bu konuda takip ettiği yol çok daha açık ve
kesindir. Sünen adlı eserine, sünnete
tâbi olmanın gerekli olduğunu gösteren hadisleri bir araya getirmekle başlamıştır.
Bunu, hadisin ehemmiyeti, hadiste kasden yalan söylemenin kötülüğü, Hulafa-i
Raşidin’in sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfi rey ve kıyastan sakınma,
iman, kader, ashabın faziletleri, iyi ve kötü olan sünneti takip edenler,
sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir. İbn Mace, bu bâblarda zikrettiği
hadislerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin(S.A.V.) ağzından cevap vermek ve onların İslam
dışı görüşlerini çürütmek gayesi gütmüştür. Kutub-i Sitte'nin zuhuru dolayısıyla
hicretin üçüncü asrı, hadis tasnifinin altın çağıdır.Bu asırda tasnife hız
veren âmillerin başında, mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm
ilminin doğuşunu ve kelâmcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi
zikrettik. Ancak şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, tasnife hız veren amiller
sadece bunlardan ibaret değildir. Hadis uydurma faaliyetleri de tedvin ve
tasnife hız veren amillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir.
Çünkü sahih hadislerin belirli kitaplarda toplanması halinde, bu kitaplar
dışında kalan hadislere itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadis
toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de,
hiç olmazsa topladığı hadisler arasına uydurma olanlarını karıştırmamağa dikkat
sarf ettiği için, vücuda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkanı
hasıl olmuştur. Bu bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadis kitaplarının vücut
bulduğu bir devir olarak görülür. Hadis hafızı büyük imamların çoğunluğu bu
asırda yaşamış; hadislerin isnatlarına, isnatların illetlerine, ricalin cerh ve
tadil yönünden mertebelerine vakıf meşhur üstatlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih
hadis mecmuaları bu asırda onların eliyle vücut bulmuştur. Bu asrı takip eden
devirlerde her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse
de, asıl telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerdeki hadislerin
bir kitap içinde cem’ine yahut isnadların hazfedilmek suretiyle ihtisarına
yahut da mustedrek veya mustahreclerinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza
müteakıb asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi
yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili
hakkında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. İşte,
üçüncü asrın hadis ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu,
altın çağı olarak vasıflandırıyoruz.
C–3- Fıkıh
Bağdad merkezli Abbasîler devri 750–1258 tarihleri
arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200
yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi
müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve
etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir. Fıkıh tarihi bakımından bu devrin
özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Abbâsîler hilâfeti haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i
râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile iktidara geldikleri için
-görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde müslümanların başı ve
Rasûlullahın(S.A.V.) halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî halifeleri -Arap
âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve çevgen taşırken,
Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor, divanlarında Hz.
Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı. Bu tutumun tabîi neticesi olarak din
bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Bu devirde fıkhın sahası genişlemiş, fıkıh inkişaf
etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı amilleri vardır: Abbasîler devrine kadar her merkezde birçok âlim ve müctehid vardı;
soruları cevaplandırıyor, davaları hallediyorlardı. Fakat bunlara izafe edilen mezhepler
yoktu. Bu devirde ise, aşağıdaki
sebepler, muayyen mezheplerin doğmasına yol açmıştır: Moğol İstilası’ndan
Mecelle’ye Kadar (Fıkhın Gerileme Çağı) Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen
fıkıh bilginlerinin diğerleriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren
kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Bu cümleyi biraz daha genişletmek, devrin
hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır: 3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin
Yazılmaması: Mecelle’den Günümüze
Kadar (Uyanış Çağı) Mürtaza Trabzon Yüksek Lisans Öğrencisi
2013/2014 Öğrenci no: 13912724 USÛL TEFSİR USULÜ Kur'ân'ın genel anlatım düzeni içerisinde
her âyet, anlaşılırlık bakımından aynı değildir. Onların bazıları kolayca anlaşıldığı
gibi, bir kısmının anlaşılması için âyetlerin lafzî anlamlarının yanında nüzul
ortamlarının, icaz yönlerinin ve içerdikleri sanatların bilinmesine de ihtiyaç
vardır. İşte bu konuda insanın yardımına koşan en yakın bilim dalı,
"Tefsir Usûlü İlmi" dir. Çünkü bu ilim dalı Kur'ân'ın anlaşılmasına
ve yorumlanmasına yardımcı olmak maksadıyla belli yöntem ve metodlar tavsiye
etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’i açıklama (tebyin)
görevinin Resûl-i Ekrem’e ait olduğu yine Kur’an’da bildirilmektedir. Nahl
sûresinde (16/44, 64; ayrıca bk. el-Mâide 5/15, 19; İbrâhîm 14/4; ez-Zuhruf
43/63) Resûlullah’a, indirilen Kur’an’ı beyan etme ve ihtilâfa düşülen konuları
çözümleyecek biçimde onu açıklama görevi verilmektedir. İşte sünnet, Kur’ân’ı
açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle
gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür: A-
Hz. Peygamber (as)’ın Kur’an’ı tefsir etme
yöntemleri 1-Mücmelin Tebyini Mücmel, kendisinden ne kastedildiği
anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah,
bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Allah Resûlü’nün
açıkladığı nasların başında ahkâm, gayb, yaratılış, kader, kıyâmet vb. konuları
içeren âyetler gelmektedir. Meselâ “Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları
(kötülükler) kalplerini paslandırmıştır” ( Mutaffifîn (83), 14) âyeti, Ebû
Hureyre’nin naklettiği, “kul bir günah işledi mi onun kalbine siyah bir nokta
konulur. O bunu tevbe ve istiğfar ile koparıp attığı zaman kalbi cilalandırılır.
Ancak tekrar günah işlerse siyah noktalar artırılır. Nihayet onlar kalbini
tamamen kuşatır. İşte bu Yüce Allah’ın Kur’ân’da buyurduğu pastır” şeklindeki
hadisle açıklığa kavuşmuştur (tebyin). 2-Mübhemin Tafsili Mübhem kavramı, insan, melek ve cin gibi
varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime ve nitelemenin
Kur’ân’da açık değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins
isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi
anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi müphem lafızlar anlam bakımından bir
belirsizliği ve anlaşılmazlığı ifade etmektedir. Böyle olunca mübhem olan
hususların açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir zaruret söz konusudur.
Bu zaruretin ortadan kaldırılmasında da belirleyici olan aklî yaklaşımlar değil
rivâyetlerdir. Bu sebepledir ki İslâm âlimleri mübhem lafızların açıklığa
kavuşturulması noktasında sahâbe kavillerini bağlayıcı görmüşlerdir. Meselâ حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَى /“Namazlara (özellikle) orta namaza
devam edin” (Bakara (2), 238) âyetindeki orta namazdan maksadın ne
olduğu açık değildir. Yani cins bir isim olan “namaz” ve onu tavsif eden
“vustâ” lafzından dolayı âyette anlam yönüyle bir mübhemiyet vardır.
İşte burada Resûlullah’ın: “Orta namaz ikindi namazıdır” sözü, bu
müphemiyeti ortadan kaldırıp âyeti anlaşılır hale getirmektedir. 3-Mutlakın Takyidi Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle
kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi
demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de
kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur’ân, Allah Resûlü’ünün sünnetiyle
takyîd edilmiştir. Meselâ “Artık Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun”
(Müzzemmil (73), 20) âyetini, Hz. Peygamber’in, “Fatihasız namaz olmaz” hadisi
takyid ederek, namazda farz olan kıraâtın Fâtiha sûresi olduğunu göstermektedir. 4-Müşkilin Tavzihi Sözlükte “karışık olan” anlamına gelen
müşkil kavram olarak da, Kur”an’ın bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi
görünen hususlar diye tanımlanabilir. Ancak şunu hemen belirtmek lazım ki “Eğer
o (Kur’ân) Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde
birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı” (Nisâ (4), 82) âyeti Kur’ân’da
birbiriyle çelişen âyetlerin bulunmasını imkânsız kılmaktadır. Meselâ “İçinizden
oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış
olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür” (Meryem (19), 71) buyurularak,
istisnâsız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok âyette ise, /“Allah, inanan ve iyi işler yapanları,
altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır” (Hac (22), 14)
denilmektedir. Tabiatıyla bu da ilk bakışta bir çelişki gibi görünmektedir. İşte
Hz. Peygamber, “(Âyette geçen) vürûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız
ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiç kimse kalmayacaktır. Ancak
cehennem müminlere, Hz. İbrahim’e olduğu gibi serin ve selâmet olacak,
hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryad edecektir.
Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz üstü
çökmüş olarak cehenneme atacaktır” hadisiyle, bu müşkili yani
âyetler arasındaki çelişki zannını ortadan kaldırmış olmaktadır. B- Sahabenin tefsir yöntemi Hz. Peygamber’in vefatının ardından Kur’ân’ı
tefsîr etme göreviyle karşı karşıya kalan sahâbileri, bu husustaki yaklaşımları
itibariyle iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih
nassları tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsîre
karşı çıkıyordu. Bu anlayışta Allah Resûlü’nün: “Kim bilgisizce Kur’ân
hakkında bir şey söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın”, “Kim
sırf kendi içtihadıyla Kur’ân hakkında bir şey söylerse isabet etse bile
hata etmiştir” şeklindeki tehdit dolu sözlerinin etkili olduğu
söylenebilir. Buna mukabil bir kısım sahâbî de naklin
bulunmadığı yerde kendi içtihâdlarıyla Kur’ân’ı tefsîr etme cihetine gidiyordu.
Bu durumdaki sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsîr ederken öncelikle Kur’ân’a,
sonra da Resûlullah’ın sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki
kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihadlarıyla tefsîr ediyorlardı. Sahâbe Tefsîrinin Genel Özellikleri Sahâbîlerin yapmış olduğu tefsîrin genel
özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür: 1. Sahâbîler Kur’ân’ı âyet âyet baştan
sona tefsîr etmemişlerdi. Zira onlar,Kur’ân’ın tümünü tefsîr etmeye ihtiyaç
duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlak, müphem, müşkil
ve mücmel lafızlarla sınırlı idi. 2. Zaman zaman sahâbîler arasında bir
kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp
tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi. 3. Ahkâm âyetlerinden hüküm istinbatında
bulunmuş değillerdi. 4. Tefsîr bu dönemde henüz tedvin
edilmemişti. 5. Âyetlerin nuzûl sebeplerini
açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği âyetlerin inmesine sebep olan
olaylara şâhit olmalarıydı. Sahâbenin Tefsîrde Müracaat Ettiği
Kaynaklar Sahâbe Kur’ân’ı tefsîr ederken bazı
yöntem ve kaynaklara başvurmuştur. Bunları şöylece sıralamak mümkündür: 1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri. 2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri. 3. Şiirle istişhad etmek. 4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri. 5. Kendi ictihatları. C- TÂBİÛN DÖNEMİ TEFSİRİ Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde önemli
rol üstlenen bir nesildir. Tefsîr Mektepleri Mekke Tefsîr Mektebi İlk tefsîr mektebi Mekke’de kurulmuştu.
Kurucusu, Müslümanların tefsirde en büyük otorite kabul ettiği Abdullah b.
Abbas’tır. Medine Tefsîr Mektebi Tâbiiler devrinde kurulan ikinci bir
ekol/mektep Medine’de Ubey b. Ka’b’ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştır. Kûfe Re’y Mektebi Sözünü ettiğimiz mekteplerin üçüncüsü ise
Abdullah b. Mes’ûd tarafından Kûfe’de kurulmuştur. Tâbiûn Tefsîrinin Genel Nitelikleri 1. Sahâbe tefsîri manası kapalı olan
âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kur’ân’ın bütünü tefsîre konu
olmuştur. 2. Tâbiûn tefsîrinde kelime açıklamaları
yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan
hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır. 3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları
açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka
özelliğidir. 4. Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla
manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap
âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. Dolayısıyla isrâiliyat denilen
gayr-i İslâmî bilgiler, sahâbe dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kur’ân
tefsîrine girmişti. 5. Bu dönemde de tefsîr, henüz tedvin
edilmiş değildi. Tefsîre dair haberler yine şifâhî olarak aktarılmıştı. Ancak
bu haberler, Mekke, Medine ve Kûfe gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş
olan ashâbın ileri gelenleri tarafından rivâyet edilmiş; böylece tâbiûn
dönemindeki rivâyetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir. 6. Tâbiiler herhangi bir Kur’ân âyetini
tefsîr ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı. Yani bildikleri bir âyetin
tefsîrinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsîr etmeye çalışıyorlardı. Bu da
tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak tefsîre yeni birçok görüşün ilave
edilmesi anlamına gelmektedir. Tâbiî Müfessirlerinin Tefsîr Kaynakları 1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri. 2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri. 3. Şiirle istişhad etmek. 4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri. 5. Sahâbî sözleri (görüş ve içtihatları). 6. Kendi içtihatları (görüşleri). Tefsir usulü kaynakları Yararlanılan
kaynaklar: 1- http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/ILH1006.pdf 2-
Cerrahoğlu, İ. (1991). Tefsîr Usülü, Ankara 3- Demirci,
M. (2007). Tefsîr Usûlü, İstanbul.
HADİS USULÜ
Hadîs rivayetiyle bu
rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvalinden,
merviyyatın sınıflarından bahseden ilme Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs
denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda tedvin edilmiştir. Bu konuda İbn Hacer
şu bilgiyi vermiştir: Hadîs ehlinin ıstılahlanyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî
Ebû Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.) olup telîf ettiği kitabına
el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını vermiştir. Hadis usulü ilminin gayesi, bir haberin Hz.
Peygamber’e ait olup olmadığını tespit etmeye yarayan kuralları belirlemek ve
ilgili haberlere bunları uygulamaktır.
RÂVÎ (الرَّاوِي)
Arapça’da revâ-yervî fiilinden ism-i fâil
olan râvî kelimesi, sözlükte sulamak, taşımak, nakletmek, iletmek gibi
anlamlara gelir. Kavram olarak geniş anlamıyla rivâyet eden demektir. Hadis
ilmi’nde, belli usullere göre hadisi alıp (tahammül), bu usullere uygun rivâyet
lâfızları kullanarak başkalarına nakleden (eda) kimseye denir. Çoğulu “ruvât”tır.
Nâkil (çoğ. “nekale”) ve racül (çoğ. “ricâl”) kelimeleri de aynı
anlamda kullanılır. Sözlükte, bir şeyi benzeriyle örtmek, kaplamak, konum,
katman, aynı veya benzer özelliklere sahip insan grubu gibi anlamlara gelen tabaka,
hadiste yaş ve öğrenim/isnad veya sadece öğrenim bakımından birbirine yakın
râvîler grubu demektir. Çoğulu tabakâttır.
İlk Râvî Tabakaları
Râvî tabakaları denildiğinde daha çok
rivâyet asırları olarak bilinen ilk üç asırdaki râvîler anlaşılır. Hadis
tarihinde ilk dönem veya mütekaddimûn dönemi denilen bu asırlarda yaşamış beş
râvî tabakası vardır. Her biri kendi dönemi açısından hadis rivâyetinde büyük
bir öneme sahip olan bu tabakalar arasında ilk üç tabaka daha önemli, birinci
tabaka çok daha önemlidir. Şimdi zaman ve önem sırasına göre bu tabakaları
kısaca tanıyalım.
Sahâbe ( الصحابة)
Sahâbe kelimesi, sözlükte bir arada bulunmak, dost ve arkadaş olmak anlamına
gelen suhbet kökünden türetilmiş bir isim-i mensûb olup sahâbî kelimesinin
çoğuludur. Kavram olarak, Hz. Peygamber’i, ona iman etmiş olarak gören (ru’yet)
veya onunla karşılaşan (lika) ve müslüman olarak ölen kimse demektir.
Aynı kökten gelen sâhib (çoğulu: ashâb veya sahb) kelimesi ile eş
anlamlıdır.
Tâbiûn
(التَّابِعُون)
Sözlükte, uymak, peşinden gitmek, tâbi
olmak anlamına gelen teb’ (تبع )kökünden ism-i
fâil olan tâbi’ ( التابع )
kelimesinin çoğuludur. Hadis ilminde, mümin olarak bir veya daha fazla
sahâbi ile karşılaşan ve müslüman olarak ölen kimseye tâbiî ( التابعي ) denir. Hz.
Peygamber’in vefatı ile birlikte başlayan ve sahâbeden sonra hadis rivâyetinde
en önemli tabakadır. Tâbîin döneminin sonu, hicrî 150 civarıdır.
Muhadramûn (المخضرمون)
Tâbiîn tabakasından sayılan özel bir grup
vardır ki, bunlara muhadramûn (tekili: muhadram) denir. Hadiste, Câhiliyye
ve İslâm devirlerine yetişip Hz. Peygamber zamanında müslüman olduğu
halde onu görememiş kimselere denir. Bunlar, Hz. Peygamber zamanında
yaşamış olmaları bakımından sahâbeye, O’nu değil de sahâbeyi görmüş
olmaları bakımından tâbiîne benzerler.
Etbâu’t-tâbiîn (أَتْبَاعُ التَّابِعِينَ)
Tâbiîne tâbi olanlar anlamındaki bu
terkip, ıstılahta, mümin olarak tâbiînden bir veya birkaç kişiyle karşılaşan ve
müslüman olarak ölen kimse demektir. Hicrî 110’dan yani sahâbe döneminden sonra
başlayan etbâ’ tabakası, Hz. Peygamber’in insanların en hayırlı
nesilleri sıralamasında geçen üçüncü sırada yer alır. Bu neslin muhaddisleri,
sünnetin korunması, nakledilmesi ve müslümanların aydınlatılması yanında
rivâyet kurallarını geliştirip hadis ilminin temellerini atmaları ve hadislerin
tasnifini başlatmaları sebebiyle büyük önem arz eder.
RÂVÎLERİN CERH-TA’DÎLİ (الجَْرْحُ وَالتَّعْدَيلُ)
Sözlükte, maddî veya manevî olarak
yaralamak anlamına gelen cerh, gerekli tenkid şartlarını taşıyan
güvenilir bir âlimin, bir râvîyi kendisinde veya rivâyetinde tesbit ettiği
geçerli bir kusurdan dolayı tenkid etmesidir. Düzeltmek, doğrultmak, dengeye
getirmek manasına gelen ta’dîl, bir râvinin kendisine veya rivâyetine
bakarak güvenilir olduğunu açıklamaktır. Tezkiye kavramı ile eş anlamlıdır.
Cerh-ta’dîl ilmi ise, rivâyetlerinin kabulü veya reddi açısından
râvîleri inceleyip özel lafızlar kullanarak durumlarını açıklayan bir hadis
ilmidir. Cerhedene cârih, cerhedilene mecrûh, ta’dîl edene muadil
veya müzekkî, ta’dîl ve tezkiye edilene âdil veya adl,
cerhta’dîl faaliyetine tenkid, bu faaliyeti yapana da münekkid (çoğulu:
Nukkâd) denir.
Râvîlerin Özellikleri
Bir hadisin kabul edilebilmesi için
râvîsinde adâlet ve zabt denilen iki temel özelliğinin bulunması
gerekir.
Râvîde Görülen Kusurlar
Râvînin cerhine sebep olan kusurlar, beşi
adâlet, beşi de zabt sıfatıyla ilgili olmak üzere on noktada toplanır. Metâin-i
aşere ( اَلْمَطَاعِنُ العَشْرَة : on cerh noktası) denilen bu
kusurlar şunlardır:
Adâlet Sıfatıyla İlgili Kusurlar
1 .Kizbü’r-râvî ( كِذْبُ الرَّاوِي :Yalancılık)
2. İttihâmu’r-râvî bi’l-kizb ( إِتِّهَامُ الرَّاوِي بِالْكِذْبِ :Yalancılıkla itham)
3.Fısku’r-râvî ( فِسْقُ الرَّاوِي :
fâsıklık)
4. Bid’atü’r-râvî ( بِدْعَةُ الرَّاوِي :
Bid’atçılık)
5. Cehâlet ( الجَْهَالةُ : Bilinmezlik)
Zabt Sıfatıyla İlgili Kusurlar
1. Kesretü’l-ğalat ( كثرة الغلط :Çok hata
yapmak)
2. Fartu’l-ğafle ( فرط الغفلة : Çok
yanılmak)
3. Vehim( الوهم : Yanılma)
4. Muhâlefetü’s-sikât ( مخالفة الثقات :
Sika râvîlere muhalefet)
5. Sûü’l-hıfz ( سوء الحفظ : Kötü
hâfıza)
Bir hadisi belli esaslara uyarak
öğrenmeye tahammül, onu ezberden veya bir kitaptan usulüne uygun olarak
rivâyet etmeye ise edâ denir. İkisi birlikte tahammülü’l-ilm kavramıyla
ifade edilir. Hadisler sonraki nesillere rivâyet yoluyla aktarılmıştır. Sahâbe
hadisleri bizzat Hz. Peygamber’den işiterek (müşâfehe), onun davranışlarını
görerek (müşahede) veya diğer sahâbîler vasıtasıyla öğrenmekteydi. Onlar
öğrendiklerini genellikle ezberleme (hıfz) yoluyla muhafaza ediyor ve
bunu pekiştirmek amacıyla da bazen aralarında müzakere ediyorlardı.
Hadis Öğrenim ve Öğretim Yöntemleri
1.
Semâ’ ve Kırâat
2.
İcâzet, Münâvele ve Mükâtebe
3.
İ’lâm, Vasıyyet, Vicâde
Hadis Kitabı Okuma Usulleri
Okuyup geçme yöntemi ( طريق السرد
),
Açıklama ve araştırma yöntemi ( طريق الحل والبحث )
Geniş açıklamalı yöntem ( طريق الامعان
)
Hadisler Hz. Peygamber’e ait oluşu kesin
olanla olmayanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Hz. Peygamber’e ait oluşları
kesin olan hadislere mütvâtir, ihtimalli olanlara ise haber-i vâhid
denmektedir.
Mütevâtir hadîs, başından sonuna kadar her tabakada,
yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok
râvînin rivayet ettiği hadîstir.
Haber-i vâhid ise, herhangi bir tabakada
râvî sayısı, mutevatir hadîsin râvî sayısına ulaşamayan hadîstir. Buna göre her
tabakada râvî sayısı üç-dört olan bir hadîs de haber-i vâhiddir. Hadis usûlünün
asıl konusu bu tür hadislerdir.
Bunlar da Hz. Peygamber’e ait olup olmama
ihtimaline göre başlıca iki kısma ayrılırlar: Makbûl Hadisler, Merdûd Hadisler.
Hz. Peygamber’e ait olma ihtimali fazla olan hadislere makbûl, az olanlara ise
merdûd denilir.
Makbûl hadîsler sahîh ve hasen diye ikiye ayrılırlar.
Merdûd hadîsler zayıf hadislerdir. Bunların en meşhurları şöyledir:
1. Mürsel
2. Munkatı’
3. Mu‘dal
4. Mu’allak
5. Müdelles
6. Mu‘allel
7. Muzdarib
8. Maklûb
9. Şâzz- Mahfûz
10. Münker-Ma‘rûf
11. Metrûk
Metnin Özelliklerine Göre
Sınıflandırmalar
1. Kudsî
2. Merfû
3. Mevkûf
4. Maktû’
5. Muhkem
6. Muhtelifu’l-Hadîs
Senedin Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar
1.
Muttasıl
2. Mu‘an‘an
3. Muennen
4. Haber-i Vâhid
5. Âlî
/ Nâzil
Sened ve/veya Metninin Müşterek
Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar
1.
Müsned
2.
Müdrec
3.
Musahhaf ve Muharref
4.
Mutâbi‘ – Şâhid
Yararlanılan Kaynaklar:
1-
http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/ILH1007.pdf
2-
Hadis usulü- Talat Koçyiğit- Diyanet Yayınları.
FIKIH USULÜ Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili
delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1] Fıkıh ilminin diğer dalı olan
usulu’l-fıkıh, bir isim tamlaması (izafet terkibi)dir.[2] Bu ilme,
bazen tamlamanın başına ilim sözü eklenerek ilmu usulu’l-fıkh denildiği gibi,
bazen de fıkıh lafzı çıkarılarak sadece ilmu’l-usul denir.[3] Bugün
fıkıh usulü tabirinin karşılığı olarak İslam Hukuk Felsefesi, İslam Hukuk
Metodolojisi, İslam Hukuk Usulü, İslam Teşri’ Usulü, İslam Hukuku Nazariyatı
gibi terimlerin kullanıldığını görmekteyiz.[4] Bu
tamlamada usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul etmek daha
uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş,
bina edilmiştir. Buna göre Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri”
“fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[5] Ancak
Fıkıh usulü bir ilim dalı olarak ıstılahta terkip manasından daha farklı ve
daha geniş konuları ihtiva etmektedir. Çünkü fıkıh usulü ilminde fıkhi
delillerden bahsedildiği gibi, şer’i hükümlerden, istinbat kaidelerinden ve
benzeri konularından da bahsedilir. Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir:
Fıkıh usulü: 1) “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını)
mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya, 2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.” Şu halde bu ilim bize bir takım kaideler öğretecek[6] biz de
bir mesele hakkında anlamak, öğrenmek istediğimiz şer’i hükmü, o kaideler
yardımıyla özel delillerinden çıkaracagız.[7] Mesela
ben namazın farz olup olmadığını bilmiyorum. Bilmek istediğim bu meçhule Mantık
ve Usul ilimlerinde “Matlub-i haberi” adı verilir. Bunun için önce şer’i
delillerden Kitab’a bakar ve “namazı dosdoğru kılınız” (Bakara: 2/43)
ayetindeki emri görürüm. Fıkıh usulü kaideleri arasında “vücuba mani bir karine
bulunmadıkça emir siygası, vücub ifade eder” kaidesi bulunur. Ben bu usul
kaidesini kullanır ve bir mantık kıyası kurarak namazın farz olduğu hükmüne
söyle varırım: Matlub-i Haberi: Namaz farzdır. Küçük önerme: Çünkü Allah “namazı dosdoğru
kılınız” ayetiyle namazı emretmiştir. Büyük önerme: Allah’ın yapılmasını kesin olarak
istediği (emrettigi) her şey farzdır. Netice: O halde namaz da farzdır. Ben zinanın haram olup olmadığını
bilmiyorum. Bunu öğrenmek istiyorum. Şer’i delillerden Kitab’a baktığım zaman
“Zinaya yaklaşmayın” (İsra: 17/32) ayetindeki nehyi görürüm. Fıkıh usulü
kaideleri arasında “Haram kılmayı engelleyici bir karine bulunmadıkça nehiy
sıygası hürmet ifade eder” kaidesi bulunur. Ben bu usul kaidesini uygulayarak
zinaya yaklaşmanın haram olduğu hükmüne söyle varırım: Matlub-i Haberi: Zina haramdır. Küçük önerme: Çünkü Allah “Zinaya yaklaşmayın” ayetiyle zinaya yaklaşmayı
yasaklamıştır. Büyük önerme: Allah’ın kesin olarak yasakladığı her şey, haramdır. Netice: O halde zina da haramdır. Aynı şekilde bu ilim bize kitap, sünnet,
icma, kıyas gibi icmali deliller hakkında da bir takım bilgiler öğretecek biz
de bu bilgiler yardımıyla icmali delillerin hüccetliklerini, kendileriyle istidlal
ederken mertebelerinin ne olduğunu ve bu delilleri ilgilendiren her türlü
hususları öğreneceğiz. İşte bir kişi, istinbat kaidelerini ve icmali delilleri
bu ilmin yardımıyla öğrenir ve naslardan hüküm çıkarma melekesini elde ederek
müctehid mertebesine ulasır.[8] Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi.
Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir
terkiptir. Sözlükte, anlayış anlamına gelen fıkıh ise, din ıstılahında;
"Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan şer’i-amelî hükümleri bilmektir"
seklinde tarif edilir. Buna göre usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları,
fıkhın delilleri manasına gelmektedir. Usulü'l-fıkıh, ıstılahta
"Müctehidin, şer’i amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmesi
için gerekli olan kural ve prensiplerdir" diye tarif edilmektedir.[9] Bu tariflerden anlaşıldığı üzere
usûlü'l-fıkıh bir metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği ilim ise
fıkıhtır. O halde bu ilim fıkıh metodolojisi ilmi demektir. Bu ilme İslâm hukuk
metodolojisi denilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü fıkıh, sadece
hukuk ilmi değildir. Hukuk, fıkhın bölümlerinden birisidir. İslâm hukukunun
çeşitli dalları fıkıh içerisinde ele alındığı gibi, ibadetler de fıkıh
içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla ibadetle ilgili hükümlerin kaynaklardan
çıkartılma metotları da usulü'l-fıkıh tarafından belirlenmektedir. Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı
kaynaklar temelde ikidir. Bunlar Kur'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait hüküm
Kur'ân ve Hadiste her zaman aynıyla mevcut ve açık değildir. Ya da Kur'ân ve
Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, âm v.s gibi değişik biçimlerde varit olmuştur.
Karsısına amelî bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü ortaya
koymak için Kur'ân'ı ve Hadisi araştırır. O mesele ile ilgili olan âyet veya
hadisin ne tür bir kalıpta olduğunu araştırır. Mesela lafız emir kalıbı ile gelmişse,
emrin vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini göz önüne alarak o hükmün
farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça belirlenen
benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak ve daha başka
temel kaidelerden yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur. İşte müctehidin
hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tespit eden ve içeren ilme
usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir. Demek oluyor ki; usulü'l fıkıh; müctehidin,
Kur'ân ve Hadisten hüküm çıkarabilmek için ihtiyaç duyduğu kural ve kaidelerden
meydana gelen bir ilimdir.[10] Müctehid: İçtihat melekesine sahip olan ve
hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden
kişidir.[11] Kurallar, Kaideler: “Kavaid: Kurallar” “Kaide: Kural”
kelimesinin çoğuludur. Her biri birçok cüz’i hükümlere şamil olan külli umumi esaslar,
kaziyeler, önermeler demektir. Mesela: “Aksine bir karine bulunmadıkça her emir
vücub içindir.” bir kaidedir, kuraldır. Buna göre “Namazı dosdogru kılın, zekâtı
verin.” (Bakara: 2/43) emirleri namazın ve zekâtın farziyetine delalet eder.
“Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz.” (Hacc:22/77)
ayetleri gibi emir siygası ihtiva eden birçok cüz’iye uygulanabilir nitelikte
külli bir önermedir. Yine “Aksine bir karine bulunmadıkça her
nehiy tahrim içindir.” kaidesine, kuralına göre “Allah’ın haram kıldığı cana
kıymayın.” (En’am: 6/151) “Zinaya yaklaşmayın.” (İsra: 17/62) nehiyleri amden,
kasten, bile bile, düşmanlıkla adam öldürmenin ve zinanın haram olduğuna
delalet eder. “Ey iman edenler! Bir topluluk (diğer) bir toplulukla alay
etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da (diğer) kadınlarla
alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir.” (Hucurat: 49/11)
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin” (Bakara: 2/188) ayetleri gibi
nehiy sıygası ihtiva eden birçok cüz’iye uygulanabilir nitelikte külli bir önermedir.[12] “Müctehidin hüküm çıkarabilmesine
yarayan” ifadesi ise, bu kuralların, müctehidin hükümleri anlaması ve delillerden
hükümleri elde edebilmesi için birer vasıta teşkil ettiğini anlatmaktadır.[13] Ahkâm-Hükümler: “Ahkâm” kelimesi “hüküm” kelimesinin çoğuludur.
Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi
demektir. Mesela “Güneş doğmuştur” veya “Güneş doğmamıştır” dendiğinde doğma durumunun
güneş hakkında varit olup olmadığı belirlenmiş olur. Hükümler üç kısımdır: 1- Akli hükümler: Akıl yoluyla elde edilen hükümlerdir.
Mesela: “Bir ikinin yarısıdır” “iki kere iki dört eder.” “iki zıt bir arada
bulunamaz.” hükümleri böyledir. 2- Hissi
hükümler: Duyu organları vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Ateş
yakıcıdır.” veya “Güneş doğmuştur veya batmıştır.” hükümlerinde olduğu
gibi. 3- Şer’i hükümler: Şer’i kaynaklar
vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Namaz farzdır.”, “Allah’a şirk
koşmak en büyük günahtır.”, “Yalan söylemek, riba haramdır.” hükümlerinde olduğu
gibi.
İste usul kuralları, şer’i
delillerden elde edilecek olan bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, akli
ve hissi hükümleri bertaraf etmek üzere tarifteki ”hükümler” kelimesi “şer’i”
kaydı ile sınırlandırılmıştır.[14] “Ahkâm”, istinbatın neticesi ve
semeresidir ki bunlar ubudiyyetini seriata göre yapan mükelleflerin fillerine taalluk
eden hükümlerdir. Şeriat bunları ya, mesela namazın farziyeti gibi “icab”, veya
faizin, zinanın ve içkinin haram kılınmasında olduğu gibi “tahrim” veya normal
hallerdeki yeme içme, alışveriş ve kirada olduğu gibi “tahyir ve ibaha” veya borcu yazma, alışverişi şahitler
huzurunda yapmada olduğu gibi “nedb” veya günesin doğusu ve batısı sırasında
namaz kılma, sünnetleri ve adab-ı ser’iyyeyi terk etmede olduğu gibi “kerahat”
diye vasıflandırır. Bunlara “ameli hükümler” denir. Bunlar, Allah’a, O’nun birliğine,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman etme gibi
itikadi hükümlerin; doğruluğun vacib olması, yalanın haram olması gibi ahlaki
hükümlerin mukabilindeki hükümlerdir ve “ameli hükümler” sözüyle bunlar tarifin
dışında bırakılmıştır.[15] Şer’i Hükümler: Şer’i hükümler üç
kısımdır.
1- Ameli hükümler: Namazın,
zekâtın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin, kumarın, ribanın haram
olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukuki muamelelerin caiz olduğu, normal şartlarda
yemenin içmenin eğlenmenin mübah oldugu, borcu yazmanın, alışverişi
sahitler huzurunda yapmanın mendup olduğu, güneşin doğuşu ve batışı
esnasında namaz kılmanın, sünnetleri ve adab-ı şer’iyyeyi terketmenin mekruh olduğu
gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili hükümlerdir. 2- İtikadi hükümler: Allah, melekler, kitaplar, nebi ve
rasuller, kader, ahiret gününde gerçekleşecek olaylarla ilgili hükümlerdir. 3- Ahlaki hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde
durmak, emanete hıyanetlik etmemek gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili
hükümlerdir. Usul ilminde, sadece ameli hükümlere ulaştıran
kurallardan bahsedildiği için, tarifte “ameli” kelimesini kullandık ve böylece
itikadi ve ahlaki hükümleri dışarıda bırakmış olduk. Çünkü bunlar usul ilminde incelenmez;
itikadi hükümler “tevhid” veya “kelam” ilminde, ahlaki olanlar ise “tasavvuf”
veya “ahlak” ilminde incelenir.[16] Şer’i Deliller: Şer’i deliller iki türlüdür: 1- Tafsili (cüz’i) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olup sadece o
meselenin hükmüne delalet eden cüz’i delillerdir. Mesela: “Zinaya yaklaşmayın.”
(İsra: 17/32) ayeti sadece zinaya yaklaşmanın haram olduğuna, “Anneleriniz (ile
evlenmeniz) size haram kılınmıştır.” (Nisa: 4/23) ayeti sadece anneleri nikâhlamanın
haram olduğuna, “… o halde o putlardan, o pislikten kaçının, yalan sözden
kaçının.” (Hacc: 22/30) ayeti sadece putperestliğin ve yalan şahitliğin haram olduğuna
delalet eder. 2- İcmali (külli) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olmayan ve belli
bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Mesela: Şer’i hükümlerin kaynağı olan
kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller hep birer icmali delildir.
Bu delillerin “amm” ve “hass” gibi nevileri, bu nevilerin de kendi içinde
“emir”, “nehiy”, “mutlak”, “mukayyed” gibi ayırımları vardır. “Emir vücub
içindir, nehiy tahrim içindir.” gibi sözler birer külli delildir. İşte usulcünün
araştıracağı deliller bunlardır. Tafsili deliller ise fakihin meselesidir. Şu halde usulcünün yaptığı kendisini
cüz’i hükümleri istinbata götürecek külli kaideleri araştırmaktır. Fakihin işi ise
cüz’i hükümleri cüz’i delillerden, yani her hükmü o konuda varit olan kendi
delilinden istinbat etmek suretiyle bu usul kaidelerini istinbat sahasında
tatbik etmektir. Yani usulcünün sahası külli deliller ile, fakihin istinbatına
yardımcı olacak külli kaideleri koymak için külli bir hükme delalet eden
delilleri araştırmaya münhasır olduğu halde fakihin sahası cüz’i deliller ve
bunun delalet ettiği cüz’i hükümlerle sınırlıdır.[17] Tafsili deliller, fakihin inceleme
konusudur. Zira fakihin gayesi, belirli bir fiilin caiz veya haram olması, bir
sözleşmenin geçerli veya geçersiz olması gibi cüz’i hükümlere ulaşmaktır. Cüz’i
hükümler ise, cüz’i-tafsili delillerden elde edilir. İşte bu sebeple,
icmali-külli delilleri dışarıda bırakmış olmak için, tarifte “tafsili”
kelimesini kullandık. İcmali külli deliller, fakihin değil, usulcünün inceleme
konusudur. Zira usulcünün gayesi, fakihin cüz’i hükümleri tafsili delillerinden
çıkarırken faydalanacağı ve şer’i kaynaklardan hüküm elde etmeye yarayan genel
kurallara ulaşmaktır. Bu kurallar ise, icmali-külli delillerle ilgilidir, yoksa
tafsili delillerle ilgili değildir.[18] Fıkıh Usulünün Konusu: Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî
hükümlerin sübûtu açısından şer’i küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası
ve onun hüccet olusunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini
kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur'ân-ı
Kerîm ilk şer’i delildir. Fakat onun tüm şer’i nassları aynı tarzda gelmiş değildir.
Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri âmm, kimileri hâss siygasıyla varit olmuştur.
Bu sîygalar, şer’i delil çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin
her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de
tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar: “Emir îcap içindir,
nehiy tahrîm içindir.” Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı
Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi,
"nehiy tahrim içindir" kaidesine uygular ve aksine delâlet
eden bir delil yoksa onun haramlığına hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı
bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.[19] Fıkıh usulü iki şeyden bahseder:
Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu
istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit
olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar:
“Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir”
demektedirler.[20] Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller
(Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe
sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet,
müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, sart, mani,
sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek,
mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass,
müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müskil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin,
nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu
gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir. Usulcünün Faaliyet Tarzı: Usulcü, Kitap, Sünnet ve diğer delilleri
inceler. Bu delillerin durumlarına, âmm, hâss, emir, nehiy, mutlak ve mukayyed
gibi değişik şekillerden hangi hal üzere bulunabileceklerine bakar ve bunlardan
her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyar. Mesela, Kitap ve Sünnet’te mevcut
“emir”leri inceler ve bunların hangi hükmü gösterdiğini araştırır. Araştırma sonunda
anlar ki, “emir” “me’murun bih”in (emredilen şeyin) vacip olduğunu göstermektedir.
Böylece “Emir vücuba delalet eder.” kuralını koyar. Yine, hangi hükmü gösterdiğini
tespit etmek üzere Kitap ve Sünnet’te mevcut “nehiy”leri inceler ve incelemenin
sonunda bunların “menhiyyun anh”ın (yasaklanan şeyin) haramlığını gösterdiği
soncuna ulaşır. Böylece “Nehiy haram kılmaya delalet eder.” kuralını koyar. Aynı
şekilde usulcü, ser’i delillerde yer alan “umum” siygalarını inceler, bunların
neye delalet ettiğini tespite çalışır ve nihayet “umum” siygasının bütün
fertlerini kesin bir şekilde kapsadığı sonucuna varır. Bunun üzerine “âmm bütün
fertlerini bir delaletle kapsar.” kuralını koyar.[21] Usulcünün Görevi: İcmali delilleri (topluca kaynakları)
incelemek ve tafsili (her bir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak
olan müctehid için külli nitelikte kurallar tespit etmek ve bu kuralları şer’i
delillerle ispatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.[22] Fıkıh Usulünün Gayesi: Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural
ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer’i hükümlere
ulaşmaktır. Başka bir ifade ile şer’i amelî hükümleri tafsîlî delillerinden
çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde ser'î nasslar anlaşılır.
Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını
bulma ve bunlardan birisini tercih imkânı elde edilir. Şayet kişi ictihad
ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas,
istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak içtihatta bulunur. İctihâd
ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler
yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Buna da gücü yetmezse,
müctehidlerin hüküm ve delillerini tam olarak kavrar. Müctehidin bu ictihada
varırken hangi delile dayandığını ve bu delilden nasıl yararlandığını bilir.
Böylece onların kendi kafalarından değil, belirli delillerden istifade ederek
hüküm çıkardıklarını anlar ve o hükümleri daha bir gönül hoşluğu ile
kabullenir. Kendi mensubu olduğu mezhep imamının görüsü ile diğer imamların
görüşleri arasında mukayese imkânı bulur. Hatta bunların delillerini de öğrenmiş
olacağı için bunlar arasında tercih imkânına sahip olur. Çünkü farklı görüşleri
mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tespit ancak bu görüşlerin
dayandıkları delilleri ve bu delillerden nasıl hüküm çıkarıldığını bilmekle
mümkün olur. Bunları bilmenin yolu da usûlül-fıkıh kaidelerini bilmektir.[23] Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi,
müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona
bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır. Kim ictihat ehliyetine
tam sahip olursa usul kaideleri yardımıyla ser’i nasları –açık olsun, kapalı
olsun- anlayabilir ve delalet ettiği hükümleri ortaya koyabilir; kıyas, istihsan,
istıslah, istishab ve diğer delilleri, ortaya çıkan yeni meselelerin
hükümlerini bulmakta kullanabilir. İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi
de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına
dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi
meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en
kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.[24] Usul ilmi için daha önce verilen tariften
anlaşılmaktadır ki, bu ilimden maksat, şer-i ameli hükümleri tafsili delillerinden
çıkarabilmeyi sağlamaktır. Şu halde, bu ilmi öğrenen kimsede ictihad ehliyeti gerçekleşmişse,
yani bu kimseye Kur’an’ı ve Sünnet’i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas
yapabilme şekillerini, İslam teşriinin genel gayelerini bilmek gibi ictihad şartlarını
kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer’i nasslardan hükümler
çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere
kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle şer’i
hükmü tespit edebilir.[25] Bu ilmin gayesi, şer’i hükümlerin, şer’i
delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir. Burada ifade edelim
ki, şer’i hükümlerin hakikatlerine bütün şartlarıyla vakıf olmak, ancak bu ilim
sayesinde mümkün olabilir. Fıkıh usulü ilminin koydugu kaideleri bilmeyen bir
kimse, tefsir, hadis ilimlerini bilse bile, şer’i hükümlerin hakikatlerine
nüfuz edemez. Fıkıh usulü ilminde de ihtisas yapmak gerekir. Müctehidler ictihadlarında,
fakihler hüküm istihracında bu ilmin kaide ve esaslarından son derece
faydalanırlar. Bu ilmin esaslarını bilmeyenler, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm
çıkarırken hata edebilirler. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu ilmin esaslarını öğrenen
bir fakih hüküm istinbatında isabetli neticelere varabilir.[26] Fıkıh Usulünün Faydaları: Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm
çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları
şöyle sıralayabiliriz: 1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an
ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir. 2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve
ictihad) yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini,
bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara
dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve
prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında
tercih yapma kabiliyetini öğrenir. 3- Fıkhi hükümlerin delillerini,
kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin
müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tespit eder. Müctehid imamlardan
hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre
tahric yapıp hükme varabilir. Bir başka deyişle, kendisine uyulan müctehid, o
olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek söz konusu meselenin hükmünü
onun fıkhından çıkarmaya çalısır. 4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği
maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu ögrenir. 5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme
yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i
delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay
hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve
istidlal yönünden en doğru olanı tercih eder. Zira değişik görüşler arasında
iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer’i hükümlerin tespiti sırasında
dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında
en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.[27] Fıkıh ile Fıkıh Usulü Arasındaki Fark: Usulcü, meseleleri ayrı ayrı ele almaz,
icmali-külli delillerden genel kaideler çıkarır. Fakih, usulcünün çıkarmış olduğu
bu kaideleri malzeme olarak kullanır. Tafsili-cüz’i delillere tatbik ederek şer’i
ameli hükümler çıkarır. Örneğin; Usulcü, Kur’an ve sünnetten ‘Aksine bir
karine bulunmadıkça nehiy tahrim içindir.’ kaidesini çıkarır. Fakih, içki ve kumarın dini hükmünü tayin
edeceği zaman: “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan
isi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide: 5/90) ayetini
delil alarak haram hükmünü çıkarır. Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi: İslâm'ın ilk dönemlerinde Müslümanlar
herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta
iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine bas vururdu. Bu sorulan
Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşri kaynağı olması hasebiyle
cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap
diline olan hâkimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karsılarına çıkan
problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm
çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de
pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hâkimiyetleri gerekse Hz. Peygambere
yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri
onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların
takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden
sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden
hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç
duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni
giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular.
Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni
bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik
fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şeriatın ruhuna uygun olanlar olduğu
gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte
bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel
kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu
ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci
asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve
zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı.
Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler
verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade sekline işaret ediyorlardı.
Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüsün deliline de işaret edip onun
münâkasasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri
usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı;
müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu
kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn
Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri
günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en
eski eser, İmam Şafii’nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak
bilinmektedir. Şafii’nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde
mevcuttur. Daha sonra İslâm âlimleri bu ilme büyük
itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela
Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel
adındaki eserlerini yazdı.[28] Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan âlimler
te'liflerinde iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar)
ve Hanefîyye metotlarıdır. a- Mütekellimîn Metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği
biçimde tespit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri,
kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun
olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım
biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyisiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın
hizmetçisi değil, onlara hâkim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan
usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz.
Şafii ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.
Bunların tanınmışları ve eserleri şunlardır: 1- Kadı
Abdülcebbar el-Mu'tezilî, eseri: el-Umde, 2- Ebu'l-Hasen
el-Basrî, eseri: el-Mü'temed, 3- İmamu'l-Harameyn
Abdülmelik el-Cüveynî, eseri: el-Bürhan, 4- Ebû Hamid
el-Gazâlî, eseri: el-Müstasfâ, 5- Ebû'l-Hasen
el-Âmidî, eseri: el-Ahkâm fî Usûli'l-Ahkâm 6- Abdullah
b. Ömer el-Beydâvî, eseri: el-Minhâc. Şüphesiz, bu metotla yazılan daha birçok
kitap vardır. Bu sayılanlar, önde gelenleridir. b- Hanefî Metodu: Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi
mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir. Bu metot mensupları, kendileri araştırma
neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î
meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep
imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir.
Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî
kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait
meselelere sık sık rastlanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metot
benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış
olmasıdır. İmam Şafii ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri
koyup, onları tespit etmiştir. Bu metoda mensup âlimler tarafından da telif edilmiş
birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları da şunlardır: 1- Ebû Bekir
Ahmed b. Ali el-Cassas'ın "el-Usûl"ü, 2- Ebû Zeyd
Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî'nin "Takvîmu'l-Edille"si, 3- Semsu'l-Eimme
es-Serahsî'nin"el-Usûl"ü, 4- Fahru'l-_slâm
Pezdevî'nin "el-Ûsûl"ü, 5- Hafîzuddin
en-Nesefî'nin "el-Menâr"ı. Bunların dışında daha birçok usûl kitabı bulunduğu
gibi, bu eserlere de bir takım şerhler ve haşiyeler yazılmıştır. Bunların
hepsinin buraya aktarılması mümkün değildir. Arzu eden, Kâtip Çelebi'nin ve Taşköprülüzade'nin
yukarıda işaret edilen eserlerine bakabilir. c- Mecz Metodu: Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metot
geliştiren ve bu metoda göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu
gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını ispat
ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha
hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır: 1- Muzafferuddin
Ahmed b. Ali el-Bagdâdî'nin "Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey
el-Pezdevî ve'l Ahkâm"ı, 2- Sadru's-Şerîa
Ubeydullah b. Mes'ûd'un "et-Tenkîh"ı. Bu eseri bizzat kendisi
et-Tavzih adıyla şerhetmistir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü
ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmistir. 3- Tâcuddîn
Abdülvehhab es-Sübkî'nin "Cem'ul-Cevâmî" adlı eseri. 4- İbnu'l-Hümâm'ın
"et-Tahrîr"i[29] Bu eserlerin dışında, ayrı özellikleri olan,
es-Şatıbî'nin el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin İrşadü'l Fühûl adındaki
eserlerini anmak gerekir. Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar
genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. Özellikle bunlardan sonraki usûlcülerin
eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya
yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların
muhtevasına girdi. Şüphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun
için bu kitapları anlamaya yönelik çalışmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı.
Bu yüzden, usulü'l-fıkıh ilmi anlaşılması güç hatta imkânsız bir ilim haline
geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay anlaşılması için
mesai sarf etmişler ve yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey,
Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf
ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir. Bu eserlerden, Seyyid beyinki Osmanlıca, diğerleri
Arapçadır. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman'ın İmam Hatip okulları
için hazırladığı usûlü ile Fahreddin Atar'ın hazırladığı usûl de zamanımızda
Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir. Ayrıca, usûlü'l fıkıhın bazı konularının
yüksek lisans ve doktora tezi olarak incelediklerine de işaret etmemiz gerekir. [1] Zekiyyüddin Saban, İslam Hukuk İlminin
Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24. [2] Amidi, Ahkâm: 1/7; Molla Hüsrev, Mir’at: 11;
Büyük Haydar Efendi: 7-8; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları: 1. [3] Seyyid Bey: 1/61; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1. [4] Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1. [5] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam
Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri
Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64. [6] Molla Hüsrev, bu ilme ait iki tarif
nakletmektedir. Mir’at: 11, 14. [7] Burada birkaç usul kaidesi zikredelim: “İbahe
karinesi bulununca emir siygası, ibahe ifade eder.” “Has lafız, kat’i hüküm
ifade eder.” “Müevvel hass, zanni hüküm ifade eder.” (Mir’at: 20.) [8] Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 2-4. [9] Âmidî, el-Ahkâm fı Usûlü'l-Ahkâm, I, 7 vd.; Şâkiru'l-Hanbelî,
İlmi Usûlü'-Fıkıh, 31 vd; Abdülvehhâb Hallâf İlmi Usulü'l fıkh,11; İbrahim Kâfı
Dönmez, İslâm Hukuk Esasları, terc. 23, 24; Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 6/254. [10] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi:
6/254. [11] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları:
11. [12] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin
Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24; Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü,
Risale Yayınları: 11. [13] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin
Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24. [14] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin
Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24-25. [15] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları:
11. [16] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin
Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 25. [17] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları:
11-12. [18] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin
Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 25-26. Yazar, fıkıh usulü tarifi içinde fıkhın
mahiyetini de tanıtacak unsurlara yer verdiğinden burada “icmali, külli
delilleri dışarıda bırakmak için tafsili kelimesini kullandık” seklinde yaptığı
açıklamanın, fıkıh usulü değil, fıkıh ile ilgili olduğuna dikkat edilmelidir.
Nitekim aynı açıklamanın devamında ve özellikle aşağıda icmali külli delilleri
incelemenin fıkıh usulünün çerçevesine dâhil olduğunu belirtmektedir.
(Mütercim: İbrahim Kafi Dönmez) [19] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi:
6/255-256. [20] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları:
12. [21] Bu kural Hanefilere göredir. (Mütercim: İbrahim
Kâfi Dönmez) [22] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin
Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27. [23] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi:
6/256. [24] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları:
12. [25] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin
Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27. [26] Mir’at: 24; Sava Pasa: 2/46; Büyük Haydar
Efendi: 18; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları: 4-5. [27] Seyyid Bey: 1/85; Hudari: 16-17; Bilmen: 1/40;
Şakiru’l-Hanbeli: 36-37; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları: 5; Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27-28. [28] Bibliyografya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn,
I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd. [29] Seyyid Bey, Medhal, I, 50 vd.; Şâkir el-Hanbelî,
a.g.e., 34 vd.; Abdülvehhab Hallâf a.g.e., 15 vd.; Dönmez, a.g.e., 30 vd.
ADEM ORHAN
YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ
ÖĞRENCİ NO:13912778
TEFSİR TARİHİ
TEFSİR VE TE’VİL KELİMELERİNİN ANLAMI TEFSİR: Tefsir kelimesi “فسر” veya “سفر” fiillerinin tef’ıl kalıbında mastardır. Aslı الفسر dur. السفر olduğunu sِyleyenlerde vardır. الفسر : Lügat itibariyle “Doktorun hastalığı te؛his için baktığı suya denmektedir. Bunlardan ba؛ka “Bir ؛eyi beyan ve izhar etmek ve kapalı olan bir ؛eyi açmak” demektir. السفر : Kelimesi ise “Kapalı bir ؛eyi açmak, aydınlatmak ve i؛rak gibi manalara gelmektedir. Gِrüldüğü gibi bu iki kelime mana bakımından birbirlerine çok yakındır. Bununla beraber aralarında bazı inceliklerin olduğunu sِyleyenlerde vardır. Emin el- Hûlî derki “Her iki kelime de ke؛if manasınadır. Ancak “السفر“ zahiri, maddi bir ke؛if,”الفسر” ise manevi bir ke؛iftir. İstılahî olarak tefsir kelimesi ؛ِyle tarif edilmi؛tir. “Anla؛ılmayan bir lafızdan istenilen manayı elde etmektir”. TE’VخL: Kelime kِkü“اول” dir. Buda tef’ıl kalıbında mastardır. Geri dِnmek manasınadır. Istılah olarak: Birçok tarif yapılmı؛tır. Ancak Zerke؛i’nin tarifi en uygun olanıdır. O, da “Ayetin muhtemel olduğu manalardan birine rucû ettirilmesidir”. Diye tarif etmiştir. TEFSİR İLE TE’VİL ARASINDAKİ FARKLAR 1- Her iki kelime de birbirlerinin yerlerine kullanılmıştır. 2- Tefsir kelimesi ıstılah olarak Te’vil den daha önce kullanılmıştır. 3- Tefsir, Te’vil den daha umumidir. 4- Tefsir ekseriyetle lafızlarda, Te’vil ise manalarda kullanılır. 5- Te’vil ekseriyetle ilahiyat kitaplarında, Tefsir ise hem bu kitaplarda ve hem de bunların gayride kullanılır. 6- Te’vil makbul olan ve olmayan diye iki kısımdır. Hoş olmayan, ayetin siyak ve sıbağına uymayan ve delilleri çirkin olan Te’vili gayri makbuldür. Eğer böyle değilse Te’vili makbuldür. (Râğıb el- Isfahânî) TEFSİR VE TERCEME ARASINDAKİ FARKLAR Terceme, ترجم fiilinin mastarıdır. Lugat itibariyle bir çok manası vardır. 1- Bir kelamı bir dilden ba؛ka bir dile çevirmektir. Bugün de bu manada kullanılmaktadır. 2- Hadis te kullanıldığı gibi bir bâbâ isim koymaktır. 3- Bir kimsenin hayatını anlatmasında kullanılır. Terceme-i Hâl gibi 4- Yine hadiste olduğu gibi ula؛ılmayan bir sِzü tebliğ etmektir. 5- Bir sِzü sِylendiği dilde tefsir etmektir. Hz. Petgamber, İbn-i Abbas hakkında “O, Kur’an-ın tercümanıdır”.demesi gibi. 6- Tebyin manasına kullanılır. Bazı tefsirlerde (ibn- i kesir gibi) “وترجمته” diye geçmektedir. Istılahi manası ise: Bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Yani kelamın manasının, farklı bir lisanda aynen kar؛ılığını bulması lazım. Aksi takdirde terceme olmaz. Onun için iyi bir terceme olabilmesi için kelamın bütün mana ve maksatlarına özen göِsterilmesi lazım. TEFSİR ÇEŞİTLERİ Müfessirler Kur’an’ın çeşitli yönlerini esas alarak tefsirler yapmışlardır. Bir kısmı belagat hususiyetlerini ön plana çıkarmış, bir kısmı üslup ve meanî yönünü öne çıkarmıştır. Bazıları i’raba ehemmiyet verirken bazıları kıssalara ve garibu’l-Kur’an’a eğilim göstermişlerdir. Böylece çeşitli tefsirler ortaya çıkmıştır. İbni Abbas Tefsiri Dörde Ayırmaktadır: 1. Kimsenin bilmekten müstağni olmadığı tefsir 2. Arap dilini bilmekle mümkün olan tefsir 3. İlimde rusuh sahibi olanların bileceği tefsir 4. Allah’tan başka kimsenin bilmesine imkan olmayan tefsir. Genel olarak tefsirler iki kısma ayrılır: a. Rivayet Tefsirleri b. Dirayet Tefsirleri Rivayet Tefsiri Buna me’sur veya naklî tefsir de denilir. Selefden nakledilmiş eserlere dayanan tefsirdir. Hadis usulünde nakledilen bir takım usullerle bilgi günümüze kadar aktarılarak gelmiştir. Rivayet tefsirinin za’f noktası genel olarak 3 ana noktada toplanmıştır. 1. Tefsirde uydurma haberlerin çokluğu 2. İsrailiyatın girişi 3. İsnadların hazfı Birinci ve üçüncü maddeler hadis usulüyle alakalı olduğu için burada sadece 2. madde üzerinde durulacaktır. Ahmed b. Hanbel tefsire ait olan haberlerin güvenilirliğinin azlığını belirtmek kabilinden güvenilmeyecek üç şeyden birinin de tefsir olduğunu belirtmiştir 1) Muhammed b. Cerir et-Taberi, Câmi'u'l-Beyân an Te'vili'l-Kur'-ân. 2) Elnfl-Leys es-Semerkandi,Bahru’l-ulum 3) Ebü İshak es-Salebi, el-Ke şf ve'l-Beyân an Tefsiri'l-Kur'ân. 4) Eba Muhammed el-Huseyn el-Bagavi, Maâlimu't-Tenzil. 5) İbn Atiyye el-Endelûsi, el-Muharreru'l-Veciz fi tefsiril kitabil Aziz. 6) İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'anı'l-Azin ı . 7) Abdurrahmân es-Saâlibi, el-Cevâhiru'l-Hisan fi Tefsiri'l-Kur'an. 8) Celâluddin es-Suyüti,ed-Durru’l-Mensur fi Tefsiri'l-Me'sür. 9) Muhammed Cemaluddin el-Kas ımi, Tefsiru'l-Kâs ımi,Mahasinu’t-Te’vil Dirayet Tefsiri Buna Re’y ve makul tefsir de denilir. Rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Re’y tefsiri başta tartışılmış ve bir kısmı yerilmiştir.[5][5] Re’y ile tefsir yapmaya girişenler yaptıklarını teyid için, Kur’an’daki tedebbür ayetlerine ve peygamberin sözlerine istinad ettiler. En meşhur dirâyet tefsirlerinden baz ıları : 1) Fahruddın er-Razı, Mefâtihu'l-Gayb. 2) el-Beydavi, Envâru't-Tenzil ve Esrâru't-Te'vil. 3) en-Nesefi, Medâriku't-Tenzil ve Haketiku't-Te'vil. 4) el-Hazin, Lübâbu't-Te'vil fi Maâni't-Tenzil. 5) Ebil Hayyan, el-Bahru'l-Muhit. 6) el-Mahalli ve's-Suyâti, Tefsiru Celaleyn. 7) el-Hatib eş-şirbini, es-Sirâcu'l-Münir. 8) Ebisfs-Suild, İrşâdu'l-Akli's-Selim ila Mezâye'l-Kitâbi'l-Kerim. 9) el-Alasi, Ruhu'l-Maâni fi Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azim. HZ. PEYGAMBER'İN TEFSİRİ Hz. Peygamber'in ihtiyaç nisbetindeKur'ân'ı tefsir ettiğini daha Önce ifade etmiştik. Bu hususu çeşitli hadis mecmualarında yer alan ve Resûlullah (sav)'a kadar ulaşan rivayetlerde de görmek mümkündür. Ancak Hz. Peygamber'in yaptığı bu tefsirin değerini ortaya koyabilmek İçin sözü edilen tefsirin fonksiyonunu, hangi şartlar altında gerçekleştirildiğini ve miktarını tesbit etmek gerekmektedir. Şimdi bu hususları sırasıyla ele almaya çalışalım.[1] b. Hz. Feygamber'in Tefsirine Vesile Teşkil Eden Hususlar Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber (sav)'in ashabına açıklamış olduğu Kur'ânî hakikatler, tamamen onları irşâd maksadına yönelikti. Allah Resulü bu irşâd fonksiyonunu, öğrencilerine bir program dahilinde ders veren öğretmen tarzıyla değil, bir takım vesilelerle gerçekleştiriyordu. Bu vesileleri şöyle sıralamak mümkündür: 1. Herhangi bir âyeti okuyarak kendiliğinden tefsir etmesi Bu durumda Hz. peygamber ya bir âyeti, nüzulünü müteakip açıklar yahut kıraat esnasında veya hutbe irad ederken tefsir ederdi 2. Bir âyet hakkında soru sorduktan sonra açıklamada bulunması Bu da, Hz. Peygamber'in zaman zaman herhangi bir âyet hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatlerini çekerek açıklaması şeklinde ortaya çıkardı. Soru, bazen âyette geçen bir kelimeyle ilgili olur, bazen de bir meseleyle alakalı olarak sorulmakla birlikte herhangi bir âyetin açıklanmasına vesile teşkil ederdi[21]. 3. Hz. Peygamber'in, sözünü delillendirmek kasdıyla âyet okuyup açıklaması 4.Sahâbilerin sorusu üzerine açıklama yapması Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı Tefsir Tarzları Resûlullah (sav)'a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen âyet veya âyetleri tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı. İşte o zaman da genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç kadar tefsir ederdi. Meselâ, Allah Taâlâ namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış ancak bunların nasıl yapılacağını, şartlarını, mânilerini, sebep ve sonuçlarını açıklama işini sünnet üstlenmiştir]. Ayrıca avlanma, usûlüne göre hayvanları boğazlama, nikâh hükümleri ve buna bağlı olarak "talak", "zihar", "Han", "alış-veriş",.ve "ceza hukuku" ile ilgili birtakım hükümler, aynı şekilde sünnetle açıklığa kavuşturulmuştur Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı tefsir şekli de daha önce de ifade ettiğimiz gibi ya mücmeli tebyîn ya mübhemi tafsil ya mutlakı takyîd ya da müşkili tavzih şeklinde olurdu. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1. Mücmelin tebyîni "Haklı olmadıkçaAllah'ın haram kıldığı cana kıymayın ]âyetindekimücmelliği Hz. Peygamber (sav)'in: "Allah'tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah'ın Resulü olduğuma imân eden hiçbir müslüman kişinin kanı helal olmaz. Ancak şu üç şeyden birini yaparsa (o zaman helal olur): Adam öldürmek, evli iken zina etmek ve dinden çıkıp (irtidât) müslüman-lardan ayrılmakşeklindeki hadisi açıklamıştır. 2.Mübhemin tafsili Namazlara (özellikle) Orta namaza devam edin âyetindeki orta namazdan maksadın ne olduğu açık değildir. Yani cins bir isim olan "namaz" ve onu sifatlayan"vustâ" lafzından dolayı âyette anlam yönüyle bir mübhemiyet söz konusudur. Ancak Resûlullah (sav)'ın: "Orta namaz ikindi namazıdır ] sözü, bu durumu ortadan kaldırıp âyeti anlaşılır hale getirmektedir. 3.Mutlakın takyidi Sünnet bazen de, Kur'ân'ın mutlak olarak zikrettiği bir hükmü takyid etme yani sınırlarım belirleme cihetine gitmiştir. Meselâ,"Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin Allah izzet ve hikmet sahibidir ] şeklinde mutlak bir hüküm ortaya koyan Kur'ânâyetini,Hz. Peygamber: "Elin bilekten kesileceğini" zikretmek suretiyle kayıtlamış olmaktadır 4.Müşkilin tavzihi "İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür"[33] buyurularak, istisnasız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok âyette ise, "Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır denilmektedir. Tabiatıyla bu da bir çelişkiye yol açmış olmaktadır, işte Hz. Peygamber: "(Âyette geçen) vurûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiçkimse kalmayacaktır. Ancak cehennem müminlere, Hz. İbrahim'e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryaa edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz üstü çökmüş olarak bırakacaktırhadisiyle bu müşkil durumuhalletmiş yani âyetler arasındaki çelişki zannını ortadan kaldırmış olmaktadır Sünnetin Kur'ân Karşısındaki Fonksiyonu Büyük müfessir el-Kurtubî (Öİ.671/Î273) tefsirinin mukaddimesinde, İslâm bilginlerinin ekseriyetinin fikirlerine tercüman olarak sünnetin Kur'ân karşısında iki fonksiyon icra ettiğini belirtmektedir. Bunlardan biri sünnetin, açıklanması gereken Kur'ânînassları tefsir etmesidir ki buna beyân, diğeri de bazen helâl ve haram noktasında bazen de değişik konularda Kur'ân'da yer almayan bir hükmü koymasıdır ki, buna da teşri' (hüküm koyma) fonksiyonu denilmektedirSünnetin Kur'ân'ı tefsir etmesi, onun mutlakmı, takyid, müphemini beyân, mücmelini tafsil, müşkilini tavzih ve umûmunu tahsis etmekten ibarettir. Bu meseleye daha sonra müstakil olarak değineceğimiz için burada üzerinde durmak istemiyoruz. Sünnetin teşri fonksiyonu da az önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber'in, Kur'ân'da herhangi bir hüküm bulunmayan hususlarda hüküm koymasıdır. Sünnetin bu fonksiyonu elbetteki, Allah'ın Hz. "eygamber'e vermiş olduğu teşri yetkisinin bir neticesidir. Esasen hüküm koyma yani şâri sıfatının yegâne sahibi Allah'tır. Ancak Allah'ın verdiği yetkiye dayanarak Hz. Peygamber de Kitabın hükmünün bulunmadığı yerde hüküm koyabilir. Buna göre Allah mutlak manada şâri, Peygamber de mecazî anlamda sâri demektir. Nitekim bu husus Kur'ân'da şu şekilde ifadesini bulmuştur: "...Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, -eğer gerçekten Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah' ve Resulüne götürün "Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman müminlerin sözü ancak: "işittik ve itaat ettik" demeleridir "Allah ve Resulü bir konuda hüküm verdikten sonra artık inanmış bir erkek ve kadının kendileriyle ilgili konularda tercih serbestisi yoktur Allah Resulü Muhammed'e teşri görevinin verildiğini "Biliniz ki, Resûlullah'ın haram kıldığı Allah'ın haram kıldığı gibidir"[7] hadisi de pekiştirmektedir. Söz konusu âyetlere ve hadise dayanarak İmam Şafii de Allah'ın, Resulüne Kur'ân'in hükmünün bulunmadığı yerde hüküm koyma yetkisi verdiğini ve ona itaati ezelde farz kıldığını[8] ifade etmektedir, Bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber bazı konularda önce bir müddet vahiy beklemiş, gelmeyince kendi içtihadına göre veya Kur'ân dışında almış olduğu bir vahiyle herhangi bir meselede hüküm vermiştir. Onun verdiği hükümler de hiç şüphesiz vahyin kontrolü altında gerçekleşmiştir. Bu yüzden hüküm vermede Resûlullah (sav)'ın bazı küçük hatalar yapacağı düşünülse bile, bunlar vahiyle düzeltilmiştir Yani Resûlullah'ın verdiği her türlü hüküm, bir nevi vahyin onayından geçmiş hüküm demektir Bu noktadan hareketle, İslâm âlimleri hüküm koyma açısından sünnetle Kur'ân arasında herhangi birfark gözetmemişlerdir. Onları bu görüşe sevkeden yegâne âmil, Resûlullah (sav)'ın ismet sıfatının bir uzantısı olarak devamlı surette vahyin kontrolünde bulunmasıdır Hz. Peygamber'in kendisine tevdi edilen mecazi anlamdaki şâri sıfatıyla öngördüğü hükümlere örnek olarak bir kadının, halası, teyzesi, kızı ve kardeşinin kızı üzerine nikâhının haram oluşu ], ehli eşeklerin köpek dişli yırtıcı hayvanların etlerinin haram kılınması diyet, müslümanm kafire karşı kısas yoluyla Öldürülmemesi nesep açısından haram olan şeyin süt emzirme yoluyla da haram oluşu çoğu sarhoş eden şeyin azmin da haram olacağı ve besmele ile gönderilen av köpeğinin yakalamış olduğu avın helal olması gibi hususları sayabiliriz. Ayrıca beş vakit namazın vakti, nasıl kılınacağı, vitir namazının vacip oluşu, namazlarda Kâbeden önce Beyt-i makdis'e yönelme, orucu bozan ve bozmayan şeyler, kimlere zekâtın farz olduğu, şer'i boşamanın şekli, hayızlı kadının namaz kılmaması, oruç tutmaması, büyük annenin mirası gibi hususlar da bu konuda örnek olarak zikredilebilir ]. SAHABE TEFSİRİ Kur'ân tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin de önemli bir yeri var-ır- Çünkü sahâbiler Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklini, Arap örf ve âdetlerini iyi bilen insanlardı. Aynı zamanda üstün r Jdrâk gücü ve sarsılmaz bir imana sahiptiler. Ayrıca onlar eski edeniyetlerin ve felsefi akımların tesirinden oldukça uzak yaşadıkları için zihinleri berrak ve dilleri fasihdi. Bundan dolayıdır ki, onlar, Kur'ân'ın maksat ve gayesini kavrayabiliyorlardı. Ancak anlayamadıkları ve açıklama ihtiyacı duydukları zaman da Resûlullah (sav)'a soruyor ve ondan doyurucu bilgiler alıyorlardı. Böylece sahâbiler yirmi küsur sene boyunca Kur'ân'ın inişini müşahede etmişler ve bu esnada meydana gelen olayları bizzat yaşamışlar ve kendi kudretleriyle ulaşamadıkları bilgileri de Hz. Peygamber'den nakil yoluyla alıp hem ilim, hem de imân konusunda belli bir olgunluğa erişmişlerdi. Her ne kadar Hz. Peygamber'in vefatıyla feyiz kaynakları kesildiği için söz konusu iki alanda da giderek bir zayıflık baş göstermeye başlamışsa da, Kur'ân'ın manasını anlama hususunda yine de insanların en kudretlisi onlardı[1]. Ancak şurası da bir gerçek ki, sahâbilerin hepsinin Kur'ân'ı aynı seviyede anladıklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü onlar hem zekâ hem de ilmi elde etme imkânları bakımından farklıydılar. Meselâ, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah İbn Abbâs ve Hz. Âişe gibi Kure'yş'in önde gelen ailelerine mensup olup, Arap dilinin üslup ve inceliklerini, eski Arap şiirini, Arap örf ve geleneklerini çok iyi bilenlerin yanında, kültür ve sosyal imkânlar bakımından bunlardan daha zayıf olanlar da vardı. Hatta bunlar arasında Selmân-ı Fârisi (Öİ.36/656) ve Bilâl-i Habeşî (öl.20/641) gibi Arap olmayan unsurlar bile mevcuttu[2]. Bütün bunlara rağmen sahabenin ortaya koymuş olduğu tefsir kültürü, Kur'ân tefsirinin gelişmesi ve zenginliği açısından çok önemli bir yere sahiptir. Tefsirde Temayüz Eden Sahâbîler es-Suyûtî, başta Hülafâ-i râşidîn olmak üzere tefsirde şöhret bulmuş sahâbî müfessirleri şöyle sıralamaktadır: 1. Hz. Ebû Bekr (Öİ.13/634). 2. Hz. Ömer (Öİ.23/644). 3. Hz. Osman (ÖI.35/655). 4. Hz. Ali (Öİ.40/660). 5. Abdullah İbn Abbâs (Öİ.68/687 6. Abdullah İbn Mes'ûd (Öİ.34/654). 7. Ubeyy b. Ka'b (Öİ.30/650). 8. Zeyd b. Sabit (Öİ.45/665). 9. Abdullah b. Zübeyr (Öİ.73/692). 10. Ebû Musa el-Eş'arî (Öİ.44/664). Ancak ilk üç halife Resûlullah'ın vefatından sonra fazla uzun ömürlü olmadıkları için, Hz. Ali kadar tefsirde şöhret sahibi olamamışlardır ]. Dolayısıyla Hz. Ali, halifeler içerisinde Kur'ân'm tefsiriy-le en çok ilgilenen ve bu konuda en geniş bilgiye sahip olanıydı. Bir konuşmasında şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Bana Allah'ın kitabından sorunuz. Allah'a yemin ederim ki, Kur'ân'daki her âyetin nerede nazil olduğunu, gece mi? gündüz mü? ovada mı? dağda mı? indiğini mutlaka bilirim” Diğer sahâbiler içerisinde de tefsirle ilgili yapılan nakil ve dirayet açısından ilk sırayı Abdullah İbn Abbâs almaktadır Kendisine isnâd edilen rivayetlerin çokluğu ve çeşitliliği onun ilminin genişliğini ve derinliğini ortaya koymaktadır. Bu yüzden olmalı ki, İbn Mes'ûd onun hakkında: "Evet İbn Abbâs Kur'ân'm tercümanıdır" demiştir Hz. Ömer de, kendisine bir âyetle İlgili soru sormak üzere gelen Amr b. Habeş'e: "Allah'ın peygamberine inzal ettiği Kur'ân'i en iyi bilen İbn Abbâs'tır" diyerek, sorusunu ona sormasını tavsiye etmiştir İbn Abbâs'tan sonra da tefsirde adından en çok söz ettiren sahâbi, İbn Mes'ûd ve Ubeyy b. Ka'b'tır. TÂBİÛN TEFSİRİ Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sav)'in hicretiyle Medine'de İslâm Devletinin temelleri atılmış ve daha Hz. Peygamber hayatta iken bu devletin sınırları Arap Yarımadasi'nın dışına taşmaya başlamıştı. Peygamber'in vefatından sonra da fetihler aynı hızla devam ettirilerek söz konusu devletin toprakları daha da genişletilmişti. Tabiatıyla yeni fethedilen ülke insanlarının İslâmı bilen yöneticilere, valilere, kadılara ve öğretmenlere ihtiyaçları vardı. İşte tamamen bu ihtiyaç göz önünde bulundurularak fethedilen her yeni beldenin halkına İslâmı öğretmek için muallimler ve asayişi temin etmek için de valiler, kadılar gönderildi. Böylece çeşitli memleketlere vazifeli olarak giden sahâ-bîler, İslâmm hükümranlığına giren bu beldelerde tedris halkalarını kurmaya ve etraflarına toplanan insanlara Kur'ân'ı ve Hz. peygamber'den almış oldukları bilgileri öğretmeye başladılar. Sahâbilerin bu ilmî faaliyetleri sonucunda şehirlerde çeşitli ekoller/medreseler meydana geldi ki, bu medreselerin öğretmenleri sahâbiler, öğrencileri de tabiiler idi. Ancak bahis konusu beldelerin birçoğunda fitnelerin ortaya çıkmasıyla insanlar arasında ihtilafların başgöstermesi, her grubun kendi görüşünün haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a sarılması ve bunun tabii bir sonucu olarak bazen yanlış ve bozuk te'villerin ortaya çıkması gibi nedenlerden dolayı, Kur'ân'm mâkul ve doğru bir şekilde tefsirinin yapılmasına şiddetle ihtiyaç duyulmuştu. İşte bu yüzden söz konusu ekollerin bazılarında daha ziyade Kur'ân'ın tefsirine ağırlık verilmeye başlandı ve bunlardan üç tanesi tefsirde haklı bir şöhrete ulaştı. Şimdi sözünü ettiğimiz bu ekoller üzerinde duralım. Tefsir Ekolleri Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiundan meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu tefsir ekolleri şunlardır: ba. Mekke Ekolü;Bu ekol, İslâm güneşinin doğup cihanı aydınlatmaya başladığı en mübarek belde olan Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. Kurucusu da, içlerinde râşit halîfelerin Hz. Âişe'nin ve Peygamber'in diğer eşlerinin de bulunduğu tüm sahabe arasında, müslümanların kendisini isnatta en büyük otorite kabul ettikleri, "ilim denizi" ve "tercümânu'î-Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah İbn Abbâs (öl.68/687)'tır]. Kur'ân tefsirinin pîri olan bu sahâbînin kurmuş olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiyye (Öİ.728/1328): "Tabiiler içerisinde tefsir yönünden en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn Abbâs'ın talebeleridir"] diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller arasındaki yerini ortaya koymuştur. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır: 1. Mücâhid b. Cebr (Öİ.103/721). 2. İkrime Cöl.104/722). 3. Sa'îd b. Cübeyr (Öİ.95/714). 4. Tavus b. Keysân (Öİ.106/724). 5. Atâ b. Ebî Rabâh (öl.l 14/732). bb. Medine Ekolü Medine de aynı şekilde Hz. Peygamber (sav)'in İslâm Dinini yaymak üzere hicret ettiği ve bilhassa ahkâmla ilgili âyetlerin inişine sahne olan mübarek bir beldedir. Resûlullah'ın vefatından sonra da ashâbm uzun zaman ayrılmayıp bu mukaddes şehirde ikamet etmesi ve âlim sahâbilerin sayı itibariyle diğer ilim merkezlerine nisbetle burada daha fazla olması, söz konusu ekolün değerini ortaya koymaktadır. Böylece denilebilir ki, Medine'deki sahâbiler bu şehirde kaldıkları müddetçe kendilerinden sonra gelenlere Allah'ın kitabını ve Hz.Peygamber'in sünnetini Öğretmeye çalışıyorlardı. İşte bunlardan birisi de Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (Öİ.30/650) idi. Onun tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: 1. Ebu'l-ÂIiye (Öİ.90/709). 2. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî (öl.118/736). 3. Zeyd b. Eslem (Öİ.136/753) be. Irak Re'y Ekolü; Bu ekolün kurucusu da Abdullah b. Mes'ûd (öl.32/652)'dur. Bilindiği gibi İbn Mes'ûd, Resûlullah'ın vahiy kâtiplerinden biriydi. Bu münasebetle Hz. Peygamber'in Kur'ân'a yönelik açıklamalarına daha çok muttali olmuş ve özellikle tefsirde bir derinlik kazanmıştı. Onun bu niteliğini bilen Hz. Ömer halifeliği sırasında İbn Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin etti. İbn Mes'ûd, Kûfe'ye geldiği zaman orada daha başka sahâbîler de bulunuyordu. Ancak insanlar kısa zamanda onun ilminin genişliğine muttali olarak etrafında büyük bir halka oluşturdular. Böylece o, kendisinden ilim almak üzere toplanan insanlara daha iyi hizmet vermek amacıyla bir tefsir ekolü/medresesi kurdu. Kaynakların belirttiğine göre bu medrese daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmişti. Bu sebepten dolayıdır ki, İslâm âlimleri İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek ona "Irak re'y ekolü" ismini verdiler. Bu ekolün yetiştirdiği pekçok âlim vardır. En ünlülerini şöyle sıralamak mümkündür: 1. Alkame b. Kays (Öİ.61/681). 2. Mesrûk b. el-Ecdâ (Öİ.63/682). 3. Esved b. Yezîd (Öİ.74/693). 4. Mürretu'l-Hemedânî Cöl.76/695). 5. Âmiru'ş-Şa'bî (Öİ.109/727). 6. el-Hasan el-Basrî (öl.H110/728). 7. Katâde b. Diâme (Öİ.117/735). Tefsir ekolleri hakkındaki bu kısa açıklamadan sonra şunu hemen ifade edelim ki, kurulan bu ekollerde sahabe tarafından yetiştirilen ilim ve fazilet sahibi tabiilerin, Kur'ân tefsirinde sahabeden sonra söz sahibi oldukları muhakkaktı. Çünkü onların yetişmesinde sahâbîlerin büyük katkıları vardı. Ancak bu hususta kendi gayretlerini de gözden uzak tutmamak lazımdır. Meselâ İbn Ebî Müleyke (Öİ.117/735): "Mücâhid'i, İbn Abbâs'a Kur'ân'm tefsirini sorarken gördüm. Yanında da levhalar bulunuyordu. İbn Abbâs ona yaz diyordu, (o da yazıyordu). Mücâhid (bu yolla) bütün tefsiri ona sordu" diyerek hem sahâbîlerin, hem de tabiilerin tefsir konusundaki gayretlerini dile getirmiştir. Mücâhid'in kendisi de: "Mushafı başından sonuna kadar üç defa İbn Abbâs'a arzettim. Her âyette duruyor ve ona sorular soruyordum" demek suretiyle aynı noktaya işaret etmiştir. Ancak burada önemli bir hususa da değinmek istiyoruz. Kaynaklara göre söz konusu ettiğimiz bu üç tefsir medresesinde yetişen tâbiûn müfessirleri, ekseriyet itibariyle mevâlidendir. Meselâ, İkrime, İbn Abbâs'ın, Zeyd b. Eşlem, Hz. Ömer'in, Mücâhid b. Cebr, Benî Mahzûm'un mevlâsı idi. Ayrıca, Atâ b. Ebî Rabâh ve Irak re'y medresesine mensup tabiîlerin çoğunun da mevâliden olduğu bildirilmiştir. Hatta tâbiûn dönemi alimlerinden Mesrûk (öl.63/683), Şurayh (01.85/704), Said b. el-Müseyyeb (Öİ.94/712) ve benzeri bazı âlimler dışında hemen hemen ilim adamlarının hepsinin mevâliden olduğu bile iddia edilmektedir. Tâbiûn döneminde yetişen müfessirlerin mevâliden oluşunu İbn Haldun (öl.808/1405), bedevîliğin ve ümmîliğin Araplarda hâkim bir unsur olmasına bağlamaktadır. Bu konudaki görüşü özetle şöyledir: Araplar başlangıçtan beri kendilerinde bedevilik ve sadelik hâkim olan ve Kur'ân'm da haber verdiği gibi okuma yazması olmayan (ümmî) bir toplumdur. Onlar, İslâm dini geldikten sonra ancak okuyup yazmaya başladılar. Fakat bunu bir te'lif sanatı haline getiremediler. Kur'ân ve sünnetten öğrendiklerini hafızalarında tutup genellikle ağızdan ağıza naklediyorlardı. Bilhassa Hülefâ-i râşidînden sonraki dönemlerde siyaset ve devlet yönetimine aşırı düşkün olmaları, onların ilim ve sanatla meşgul olmalarına engel olmuştu. İşte bu sebeplerden dolayı Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm ve diğer ilimlerle meşgul olmak, kendilerine "a'cetnî" ve "mevâlî" gibi isimler verilen bu gayr-i Arap unsurlara kalmıştı Mevâlinin tefsirle uğraşması esasen tefsir açısından bir kazanç sayılabilir. Çünkü farklı sosyal çevre, din, dil ve kültür muhitinden gelmiş olan bu insanlar, Kur'ân tefsirine yeni bir soluk, anlayış ve yorum katmışlardı. Sahabe döneminde icmali mana ile yetinme söz konusu iken, tâbiûn döneminde âyetlerle ilgili tafsilatlı manaların görünmesi, bu hususu doğrular mahiyettedir. Gerçi Kur'ân, sahâbîler döneminde de içtihâd yoluyla tefsir edilmişti. Ancak içtihadın boyutları tâbiûn döneminde daha da genişlemiş, hatta itikâdi ve amelî mezhep hareketlerinin temelleri bu dönemde atılmıştı. TARİHTEN GÜNÜMÜZE TEFSİR EKOLLERİ 1.MEZHEBİ TEFSİR EKOLÜ İslam’ın birinci asrından itibaren gerek dini, gerekse siyasi bir anlayışla ortaya çıkmaya başlayan bir takım mezhepler, tefsire hız veren amillerin başında yer alır. Her şeyden önce Müslüman olduklarını unutmayan bu mezhep mensupları ortaya koydukları görüşlerin doğruluğunu göstermek için Kurânˊa başvuruyorlardı. Çünkü her mezhep Kurân ve sünnete dayandığı oranda güçleniyor ve taraftar topluyordu. Ancak bunların bir kısmı Kurânˊı bir kısmıda mensup olduğu mezhebin görüşlerini esas alıp, Kurân ayetlerini o esaslara göre tefsir ediyordu. Bu tür mezheplere mensup âlimler ister itikâdî, ister ameli, isterse siyasi görüşleri bakımından olsun, Kurânˊı kendi anlayışları doğrultusunda yorumluyorlardı. Böyle olunca kendi mezhebini Kurânˊla test etmeye çalışan bir müfessir, zaman zaman mensubu bulunduğu mezhebin her hangi bir görüşü Kurânˊa muhalif de olsa, onu savunmak zorunda kalıyordu. Bunu, Ehl˗i sünnet dışındaki bazı mezheplerde görmek mümkündür. Çünkü Ehl˗i sünnet vahyi akla değil aklı vahye tabi kılma yolunu tercih etmiştir. Bunun doğal sonucu olarak da bu mezhebe mensup müfessirler, hiçbir zaman akıllarını vahyin(Kurânˊın) önüne geçirmemişler. Ehl˗i sünnet Tefsiri Ehl˗i sünnet, Hz. Peygamber ve sahabenin inanç sistemlerini izleyen Müslümanların ortak adıdır. Bu inancın oluşmasına etki eden âlimlerin başında Ebu Hanife gelmektedir. Ebu Hanife’nin ardından İmam Malik, İmam Şâfiî gibi âlimler muhafazakâr bir akide sistemini savunmak suretiyle daha sonra oluşacak Sünni kelamın kurulmasına yardımcı olmuşlardır. Bundan sonraki merhalede ise Ehl˗i sünnet kelam akımı, Eşˊariye ve Maturidiyye ekolleri tarafından sistemleştirilerek hicri IV. yy dan itibaren İslam dünyasının bir çok bölgesinde ana mezhep haline gelmiştir. Bu başarıda önemli pay sahibi olan iki İslam bilgininden biri Ebul˗Hasen el˗Eşˊari (ö. 324/935), diğeri de İmam Maturididir (ö.333/944). Her ikisi de yazmış oldukları eserlerle Sünni kelamı savunmuşlardır. Muˊtezile Tefsiri Muˊtezile, Hişam b. Abdülmelik zamanında yaşamış olan Vasıl b. Ata (ö.80/131)ˊnın kurmuş olduğu mezhebe verilen isimdir. Bu mezhep, Emeviler devrinde ortaya çıkmış olmakla birlikte, Abbasiler döneminde ivme kazanmıştır. Bu dönemde akılcı bir anlayışla hareket eden Muˊtezile âlimleri, önce kendi tercihlerini ortaya koymuşlar, ardından da bunları delillendirme cihetine giderek, Kurˊânî nasları teˊvile koyulmuşlardır. 2.Meşhur Muˊtezile Tefsirleri (1) Ebu Müslim Muhammed b. Bahr el˗isfahani(ö.322/934),Camiuˊt˗teˊvil li muhkemit˗tenzil (2) Kadı Abdulcebbar(ö.415/1024), Tenzihul kurân anil˗metaîn (3)Zemahşeri(ö.538/1144),el˗Keşşaf Şia Tefsiri Şia, Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali ve onun Ehl˗i beytini halifeliğe layık gören ve ondan sonraki halifelerin de Hz. Ali’nin soyundan gelmesi gerektiğine inanan topluluğun müşterek adıdır. Bu topluluk daha ziyade ̎imamet ̎anlayışı ile diğer mezheplerden ayrılmaktadır. Şia, birçok grubu içine alır bizim burada ele alacağımız grup, Şia’nın büyük çoğunluğu için söz konusu olan ̎ İmamiyye Şiası ̎, diğer adıyla ̎Caferiyye Mezhebi ̎ dir. İmamiyye şiasıˊnın tefsir anlayışını tespit edebilmek için bu mezhebin ̎ ismet ̎, ̎mehdilik ̎, ricˊat ̎ ve ̎takiyye ̎gibi inanç esaslarının başında yer alan ve Şii düşünce sisteminin en temel parametresi ̎ imamet ̎ anlayışı durmamız gerekir. Söz konusu mezhebin anlayışına göre peygamber göndermek nasıl Allah’ın bir lütfu ise, peygamberden sonra imam göndermek de ilahi bir lütuftur. Bu bakımdan imamın tayini, ancak Allah’ın bildirmesi yahut bir önceki imamın beyan etmesiyle gerçekleşir. Çünkü imamet nübüvvetin idari cephesidir. İmamlar peygamberler gibi masum olmaları ve ismet sıfatı konusunda aralarında farkın bulunmaması gerekir. Meşhur Şia Tefsirleri (1)Kummi, Ali b. İbrahim (hicri III. veya IV. asır)Tefsirul Kummi (2)Tusi, Ebu Cafer Muhammed b. el˗hasen(ö.460/1068),et˗Tibyan D. Harici Tefsiri Haricilik de, Şiilik gibi Hz. Ali zamanında bir mezhep hüviyetiyle ortaya çıkmış siyasi˗ dini fırkalardan biridir. Sonradan kendilerine harici ismi verilen bu fırka mensupları başlangıçta Hz. Ali ye yardım etmişler, ancak ̎tahkim olayı ̎nda, Ebu Musa el˗Eşˊariˊyi hakem tayin etmesinden dolayı onun küfre girdiğine inanıp, karşısında yer almışlardır. Bundan dolayı Harici mezhebinin Şia’ya karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Haricilere göre iman ve İslam bir bütün, amel de imandan bir cüzdür. Bundan dolayı ameli terk eden imandan çıkmış demektir. Allah’ın sıfatlarıve Kurânˊın mahlukiyeti konusunda Muˊtezili gibi düşünen bu fırka mensupları büyük günah işleyen kimselerin ebediyen cehennemde kalacağına inanmaktadırlar. Haricilere isnat edilen en önemli tefsir, Muhammed b. Yusuf Itfıyyiş (ö.1332/1914)ˊin ̎Himyanuz˗zad ila daril meâd ̎ adlı tefsiridir. 2. İŞÂRİ TEFSİR EKOLÜ İşârî tefsir, ̎ yalnız tasavvuf erbabına açılan birtakım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla Kurânˊı açıklamak ̎ demektir. Buna göre söz konusu tefsir sûfinin kendi bireysel fikirlerine değil, bulunduğu makam itibariyle kalbine doğan ilham ve işaretlere dayanmaktadır. İşârî tefsir, mutasavvıflara nispet edildiğine göre konunun iyi anlaşılması için biraz tasavvuf üzerinde durmak gerekmektedir. Bilindiği gibi tasavvuf, züht ve takva ile ruhu bunalımlardan, kötü duygulardan temizleme ve dünyevi meşgalelerden uzak tutma yoludur. Asıl hedefi ise kalpten masivayı yani dünya ile ilgili her şeyi atıp onun yerine Allah sevgisini yerleştirmek ve beşeri varlığı ilahi varlıkta yok etmektir. Bazı mutasavvıflar Kurânˊı kalplerine gelen ilhamlar doğrultusunda yorumlama yoluna gitmişlerdi. Böylece bu hareket kendi içerisinde sistemleşmeye doğru bir seyir takip etti ve İşârî tefsir ekolü de tarihteki yerini almış oldu. İLMÎ TEFSİR İlmî tefsir ile ilgili olarak ilk eser yazan (Cevâhiru'l- Kur'ân) Gazzâlî'dir. Bu anlayış içerisinde tefsir yazan ve bunu en güzel şekilde tatbik eden de Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1209)'dir. İlmî tefsir çalışmalarının, ülkemizdeki temsilcisi Gâzî Ahmet Muhtar Paşa (Ö.1918) olmuş ve astronomi ile eserine, "Serâirü'l- Kur'ân" ismini vermiştir ve bu eser sahasında yazılan ilk ciddi eserlerden sayılmıştır. Mısır'ın ve İslâm âleminin meşhur edipleri arasında zikredilen Mustafa Sâdık er-Râfi'i "İ'câzu'l- Kur'ân" adlı eserindeki "el-Kur'ân ve'l- Ulûm" Meşhur tabip, Dr. Abdülaziz İsmail (Ö.1942) "el-İslâm ve't-Tıbbu'l- Hadîs" adlı eserinde, bilhassa tıp olmak üzere ilmî konulara yönelmiştir. İlmî tefsirin, son dönemdeki en mühim mümessili Şeyh Tantâvî el-Ccvherî (ö.l940) ve eseri"el-Cevâhir fî Tefsiri'l-Kur'ân"'dır. Tantavî'den sonra, Mustafa el-Merâgî, Reşid Rızâ, Seyyid Kutûb gibi müfessirler gelir. İÇTİMAÎ TEFSİR Bu tarzla tefsir, kuruluk ve durgunluktan kurtarılmaya çalışılmıştır. Ekolün en belirgin özelliği, Kur'ân'ı tefsir ederken O'nun hidâyet yönünü tefsire konu edinmesidir. Kur'ân, toplum için inmiştir. Bu yüzden tefsir edilirken çağın toplumsal problemleri Kur'ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır. Bu tefsir hareketinin mümessili Muhammed Abduh'tur (v.1848-1905). Daha sonra onun öğrencisi Reşid Rızâ (v. 1865-1935), Mustafa el-Meraği (v. 1881-1945), Seyyid Kutup (v.1906-1966), Said Havva, Mevdudî ve Süleyman Ateş. Fıkhi Tefsirler İbâdât, muamelât ve ukûbâtla ilgili âyetlerin izahlarıyla meşgul olup, söz konusu alana ait âyetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir çeşididir. Konusu, tabii ki ahkâm âyetleridir. ahkâm âyetleri ikiye ayrılmaktadır. 1. İçinde ahkâmın bulunduğu açıkça ifade edilen âyetler, (el-Bakara, en-Nisâ, el-Mâide, el-En'âm Sûrelerinde bu nevi âyetler oldukça fazladır) 2. Doğrudan doğruya bir hüküm ifade etmeyip, istinbat yoluyla hüküm çıkarılabilen âyetler. Bunlar da kendi aralarında, başka bir âyete başvurmaya gerek kalmadan hüküm çıkarılabilenler ve başka bir ya da birkaç nass yardımıyla hüküm çıkarılabilenler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Önemli Bazı Ahkâm Tefsirleri 1. eş-Şâfii (ÖI.204/819), Ahkâmu'l-Kur'ân. 2. et-Tahâvî (51.321/933), Ahkâmu'l-Kur'ân. 3. el-Cessâs (Öİ.370/980), Ahkâmu'i-Kur'ân. 4. Ebû Bekr İbn Arabî (Öİ.543/1148), Ahkâmu’l-Kur'ân. 5. el-Kurtubî (61.671/1272), el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân. Modernist Tefsir Modernist tefsir iki aşamada incelenir Klasik modernizm Savunucuları: seyit Ahmet han, seyit emir ali Muhammet ebu zeyd gelir. Ahmet han başlangıçta şah veliyullah dihlevinin etkisinde kalmış daha sonra bu akıma girmiştir. O islamın akılla uzlaştığını kabul ederek kuranı aklileştirmeye çalışmış tefsiru’l-kur’an adıyla kur2anı 17. Cüze kadar tefsir etmiştir. Örnek olarak kurandaki miraç başta olamak üzere mucizeler. Cinleri şer, hastalık ve diğer olumsuzlukların kaynağı olarak yorumlaması şeytanı da nefsi emmare gibi insanlarda bulunan bir kuvve olarak yorumlaması. Peygamberler vahyi melek vasıtası ile değil sahip oldukları kabiliyetlerle aldıklarını ileri sürmektedir. Geçmişte müslüman alimlerin tartıştığı meseleler müsülümanları fikri donukluğa sevk etmiştir. Bundan kurtulmak da ictihad fikrinin yayılması ile geliştirilmesi ile mümkündür. Eğer bu fikriyattan kurtulunmazsa taklitçilik devam edecek yeni peygamberler ve yeni kur’anlar türeyecektir. Çağdaş Modernist Tefsir Bu akıma çağdaş modernist tefsir ya da tarihselci yaklaşım da denir. Bu ekolün mensupları fazlurrahman, roger graudy Muhammet arkoun hasan hanefidir. İSLAM HUKUKU TARİHİ I-HUKUK: A-Hukuk’un kelime anlamı:“Hak” kelimesinin çoğulu, kaide, salahiyet ve iktidar anlamlarına geliyor. Hukuk’un tanımı:Cemiyette nizam tesisi eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddi icbar kuvvetinde bulan kaideler manzumesidir. BİRİNCİ BÖLÜM Hz. Peygamber Devri A- HZ. PEYGAMBER DEVRİNDE USÛL: 2- Sünnet: 3- İcmâ: 4- Kıyâs: B- Hz. PEYGAMBER DEVRİNDE FÜRÛ Mekke Dönemi: Bu dönemde daha çok ibadet ve hukuk konularını içeren ayetler nazil olmuştur ilk yıl 2. Ezân: 3. Nikâh: 4. Cihad: 5. Belediye nizamı: Belediye nizamının temeli de Medîne'de ilk yıldan itibaren atılmıştır. İkinci yıl: Üçüncü yıl: HİCRİ 4.YIL(Yolculukta ve korkulu durumlarda namazın kısaltılması,recm cezası,arazi ikta’ı,teyemmüm ile ilgili tamamlayıcı hükümler,haddül kazf,örtünme ve evlere izin alarak girme hükümleri hac ve umre) Hicri:5.yıl(yağmur duası namazı,Îla) Hicri 6.yıl:(anlaşma kaideleri,hac ve umre yolunda engellenme,alkollü içkilerin yasaklanması,zıhar, vakıf,isyan ve haydutluğun cezası) Hicri 7 yıl:(bazı yiyeceklerin yasaklanması,zirai ortaklık) Hicri 8.yıl Mekkenin dokunulmazlığı:bu şehirlere hürmet gösterilmesi Allah ve rasulu tarafından istenmiştir. Kısas:Rasulullah Mekke de huzeyl kabilesinden bir şahsı,süleym kabilesinden biri öldürdüğü için kısas ile cezalandırmıştr. İçki satışı yasaklandı: Kabir ziyaretine izin:Allahtan başka bi varlığa tapınmanın izlerinin silinmesi gerekiyordu faydalı tarafları olmasına rağmen yasaklanmıştı efendimiz mekkenin fethinde annesinin kabrini ziyaret için Allahtan izin istemiş izin verilince:kabirleri ziyaret edin çünkü ahreti hatırlatır. Hicri 9.yıl:çıplak tavafın yasaklanması,mulaane karısına zina isnad edip bunu ispat edemeyenlerin lanetleşmesi caiz görülmüştür seferden dönen uveymir el aclani Yahudilerde de var ancak yemin kadına ettirilir bir de lanetli su kullanılır. Hicri 10.yıl:insan haklarının ilanı,vasıyet nesep nafaka borçlarla ilgili hükümler,cezanın şahsiliğivasıyet 1/3 le sınırlandırılması,faizin yasaklanmasıve akitlerin serbest bırakılması SAHABE DEVRİSahâbe devrinin, Hz. Peygamber'den hemen sonra başladığında ittifak bulunmakla beraber ne zaman sona erdiği konusunda iki görüş vardır: İktidârı esas alanlara göre hicri 41 yılında, hakim nesli göz önüne alanlara göre ise, birinci hicret asrının sonunda sahabe devri kapanmaktadır. Bu devirde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. DÖRT MEZHEP İMAMI Ebû-Hanîfe (80/699-150/767) en-Nu'man b. Sâbit b. Zûtâ Mâlik b. Enes (93/712-179/795) İmam Şâfiî (150/767-204/820) Ahmed b. Hanbel (164/780-241/855): II- DÖRT İMAMIN İCTİHAD USÛLLERİ EBÛ HANİFE'NİN USÛLÜ: İmam kendi usûlünü şöyle açıklıyor: "Resûlullah'tan (s.a.) gelen baş üstüne, sahâbeden gelenleri seçer birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz, bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince biz de onlar gibi -ilim- adamlarıyız." Ebû-Hanîfe meselelerin hükmünü sıra ile Kitab, Sünnet, sahâbe kavli ve re'y ictihadına istinat ederek elde etmektedir. Re'y ictihadında O'na izafe edilen iki metod vardır: Kıyas ve istihsân. B- İMAM MÂLİK'İN USÛLÜ: 1- Kitab: 2- Sünnet: 3- İcmâ':İmam Mâlik: "el-emru'l-muctema 'indenâ" tâbiriyle sık sık icmâdan bahsederek bunu bir delil olarak kabul etmiştir. 4- Re'y: C- İMAM ŞÂFİÎ'NİN İCTİHAD USÛLÜ: İctihad usûlünü bizzat kaleme almış başka imamlar varsa da bu mevzûdaki eseri bize kadar ulaşan ilk imam Şâfi'î'dir. 1- Kitabın Anlaşılması: İmam Şâfi'î, Kitâb ve Sünnetin te'vile muhtaç bulunan kısımlarını doğru te'vil etmek ve anlamak için şu şartları ileri sürmüştür: a) Arapça'nın yapılan te'vile müsait bulunması. b) Kitâb, sünnet veya icmâ kaynaklarında, anlaşılan mânayı takviye eden bir delilin bulunması. 2- Sünnetin Sıhhatinin Tesbiti: Şâfiî sünnetin en kuvvetli müdâfilerinden birisi olmakla beraber, onun sıhhatini garanti edebilmek için bazı şartlar ileri sürmüş ve bu şartlara uygun bir hadîs bulununca kendi mezhebinin bundan ibâret olduğunu ilân etmiştir: 3- Kıyas: İstihsânı: "Bir delile istinad etmeyen keyfî hüküm" diyerek reddeden Şâfiî, re'y ictihadını kıyastan ibaret olarak telakki etmiş kıyası da "delâlet yoluyla ilâhî beyân" çeşitlerinden biri saymıştır. 4- Sahâbî Kavli: Şâfiî, sahâbî kavli ile hadise muhâlif olmamak ve aralarında ihtilâf bulunmamak şartıyla amel eder. D- AHMED B. HANBEL'İN İCTİHAD USÛLÜ: 1, 2- Kitâb ve Sünnetin Nasları: 3- Sahâbe Re'yi: 4- Tâbiûn Fetvâsı: 5- Kıyâs: 6- İstishâb MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR Kanunlaştırma hareketi başlamış ve gelişmiştir. Bunun ilk adımı Mecelle'dir. Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir. - Tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır. Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir. - Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir. - Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir. - Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir. SON DEVİR FUKAHÂSI: 1- El-Leknevî: Ebu'l-hasenât Abdulhayy b. Abdulhalîm (v. 1304/1886); el-Feâidu'l-behiyye 2- el-Mercânî: Şihâbuddîn b. Behâuddîn (v. 1306/1889); Müstefâdü'l-ahbâr fî târîhi-Kazân ve Bulgar, 3- Kadri Paşa: Muhammed Kadri Paşa (v. 1306/1888); Mürşidu'l-hayrân 4- Sıddık Hasan Han: Muhammed Sıddık Han b. Hasen b. Alî (v. 1307/1889); Husnü'l-üsve 5- Ömer Hilmi: Karinâbatlı Ömer Hilmi Efendi (v. 1307/1889); Ahkâmu'l-erâzî 6- Cevdet Paşa: Ahmed Cevdet Paşa (v. 1312/1895); 8- Muhammed Abduh: Muhammed Abduh b. Hasen Hayrullah (v. 1323/1905); 10- el-Kaasimî: Cemâluddîn b. Muhammed Saîd b. Qâsim (v. 1332/1914); Mehâsinu't-tevîl 11- Ali Haydar Efendi(72): Ahıshalı Emîn Efendizâde diye meşhurdur (v. 1355/1936); Duraru'l-hukkâm 12-Reşîd Rızâ: Muhammed Raşîd b. Alî Rizâ (v. 1354/1935); el-Menâr, 13- Elmalılı Hamdi Efendi: Muhammed Hamdi Yazır (v. 1942); Hak Dîni Kur'an Dili A- TÜRKİYE'DE: 15- Şeyhülislâm Hayri Efendi: 16- Seyyid Bey: 17- Manastırlı İsmail Hakkı: 18- İzmirli İsmâîl Hakkı: 19- Ahmed Hamdi Akseki: Eseri ; İslâm'da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri 20- Ömer Nasuhi Bilmen: B- DİĞER ÜLKELERDE: Diğer İslâm Ülkelerinde aynı çığırda yürüyen, değerli eserler vermiş bulunan ulemâ ile önemli eserleri: 21- Abdulvehhâb Hallâh (merhum): es-Siyâsetü'ş-şer'iyye22- Fâdıl b.Aşûr: 23- Prof. Harun Han Şirvânî (merhum): 24- Prof. Dr. Mustafa es-Sibâî (merhum): el-Mer'atü beyne'l-Fıkhi ve'l-kanûn 25- Abdulkadir Ûdeh (merhum): el-İslâm ve evdâ'una'l-kanûniyye 26- Prof. Ebû-Zehra (merhum): el-Hakku ve'z-zimme27- Prof. Dr. M. Yûsüf Mûsâ: Târîhu'l-Fıkhı'l-İslâmî,28- Prof. Alî el-Hafîf: el-Hakku ve'z-zimmeh, 29- Prof. M. Ahmed Ferac es-Senhûrî: Mecmûâtü'l-kavaninil-Mısriyye30- Prof. Dr. Abdurrezzâk es-Senhûrî: Mesâdiru'l-hak fi'l-fıkhi'l-islâmî(I-VI, Kahire, 1967-68)31- Prof. Dr. Mustafa Ahmed ez-Zerkaa: el-Fıkhu'l-islâmî fî sevbihi'l-cedîd32- Prof. Dr. M. Sellâm Medkûr: : el-Medhal li'l-fıkhı'l-islâmî el-Vesâyâ, 33- Prof. Dr. Subhî el-Mahmesânî: ed-Düstûr ve'd-Dimuqrâtiyye (1952) 34- Prof. Dr. M. Hamîdullah: "İslâm'da Devlet İdaresi"35- Ebü'l-a'lâ el-Mevdûdî:36- Seyyid Ebü'l-Hasen Alî en-Nedvî: 37- ProfDr. Abdulâzîz Amir: et-Ta'zîr fi'ş-şerîati'lislâmiyye38- Prof. Dr. M. Mustafa Şelebî: Ta'lîlü'l-ahkam 39- Prof. Dr. Şefîk Şahhâte: en-Nazariyyetü'l-âmme li'l-İltizâmât fi'ş-şerîati'l-islâmiyye40- Prof. Dr. Abdulkerîm Zeydân: "el-Vecîz fî usûli'l-fıkh (Bağdâd, 1967), el-Medhal li-dirâseti'ş-şerîati'l-islâmiyye 41- Şeyh M. Alî es-Sâyis: Muqârenetü'l-mezâhib fi'l- 42- Şeyh Mahmud Şeltût: Fetâvâ 43- Seyyid Sâbık: Fıkhu's-sünne44- Yûsüf el-Kardâvî: Fıkhu'z-zekât ve Fetâvâsı HADİS TARİHİ Fakihlerln ıstılahında Sünneti Nebevi, Rasûlullah (s.a.v)'den söz,iş ve takrir olarak sadır eden şeydir. Sünnet İlâhi vahyin eseridir. Cenab-ı Hak: Peygamber kendi kafasından konuşmaz, O (na İnen Kur'an veya onun söylediği sözler) kendisine vahye dilen vahiyden başka bir şey değildir." buyurmaktadır. Sünnet, ikiside İlâhi vahyin eseri olmaları itibariyle, Kur'an-ı Kerim gibidir. Aralarında fark şudur: Kur'an-ı Kerim lâfız ve mana itibarıyla İlâhi vahiydir. Sünnet ise lafzi değil de sadece manası itibarıyla İlahi vahiydir. Şer'i hükümler itibarıyla sünnet, Kur'an-ı Kerimden sonra uyulması gerekli ve ana kaynak olan bir İlâhi vahiydir. Bunun böyle olduğuna Kur'an delildir ve ümmetin icmaı da bunun üzerinedir. Kur'an-ı Kerimde, bu manayı açıklayan,insanların sünnete uyma zorunluluğunu getiren, Rasûle boyun eğmenin Allaha boyun eğmek olduğunu açıkça ortaya koyan ve sünnete karşı çıkanın imandan soyunup çıkacağını bildiren bir çok nass vardır. Kur'an'ın veya sünnetin koyduğu hükümler dışında müslüman için ikinci bir seçenek yoktur.O na uymak kabul etmek zorundadır. Bu naslandan bazıları şunlardır : "Ey iman edenler, Allaha itaat edin Rasûle de itaat edin." (en-Nisa;59) "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (el-Haşr;7) "Kim Rasûle itaat ederse, Allaha İtaat etmiş olur." (en-Nisa;80) "Hayır Rabbin hakkı İçin onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan,tam anlamıyla teslim olmadıkça İman etmiş olamazlar." (en Nisâ;65) "Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur, "(el-Ahzab;36) Sünnetin delil oluşunda,ona uymanın gerekliliğinde ve şeriatın ana kaynağını oluşturmasında ne eskiden, ne zamanımızda müslümanlar ihtilaf etmemişlerdir. Sünnetle sabit olan Şer'î ahkam çeşitlidir:Bunlardan bir kısmi Kur'ana uygun ve onu destekler mahiyetdedir. Mesela, başkasının malını haksız yere yemek, zinadan nehiy, ana babaya asi ol-mak,yalancı şahitliği ve benzeri hükümler.... Bir kısmı da Kur'anm mücmel (yeterince açık olmayan) hükümlerini açıklar ve belirler. Namazın rekatlarının sayısını ve . nasıl kılındığını açıklayıp belirleyen sünnet gibi ki namaz Kur'anda mücmel olarak gelmiştir.(Rekatlarının sayısı ve nasıl kılındığı belirtilmemiştir.) Zekat miktarlarını, şartlarını ve kendisini zekat düşen malların çeşitlerini belirten sünnetde böyledir. Sünnetin bir kısımda Kur'anm mutlak ifade eden yerlerini kayıtlar veya umum ifade eden yerlerini özelleştirir. Hırsızlıkta eli kesmek gibi ki Kur'anda elin kesilmesi mutlak bir hüküm olarak gelmiş, sünnet bunun kesilme yerini bilek olarak kayıtlamıştır. Ölü hayvanın etinin yenmesinin haram olması Kur'an-ı Kerim de umum ifade ederken sünnet çekirgenin ve deniz hayvanın ölüsünü hükmün dışına çıkararak hükmü diğer hayvanlara tahsis etmiştir. Kur'an-ı Kerimin zikretmediği bazı yeni hükümleri de koymuştur sünnet.. Şahid ve yeminle hüküm vermek, âkile üzerine diyetin vacip olması v.b. gibi... Bu çeşit hükümler de sünnetin diğer çeşitleri gibi uyulması gereken ahkamdandır. Rasûlullah (s.a.v.)'den gelen rivayete göre şöyle buyurmuştur; " Biliniz ki bana Kur'an ve onun kadar ahkam verildi/Yani uyulması gereken bir hüküm olarak Kur'an ve onun kadar da sünnet verildi." buyurmuştur. Sünnetin tedvini:Sünnet Rasûlullah (s.a.v)'in döneminde yazılıp bir araya getirilmemiştir. Kur'anı Kerimde yaptığı gibi Rasûlullah (s.a.v) kendisinin sözlerini toplayan bir kitapta edinme-mistir. Çünkü Kur'an ayetlerinden inenleri yazdıkları bir kitap edin-memiştir. Nitekim Rasûlullah (s.av)sünneti yazmayı yasakladı. Sonra isteyenin istediği kadar yazmasını serbest bıraktı. Sünneti Nebeviyye den bir şeyler yazanlardan biriside Abdullah b. Amr b. el-As (r.a) dır.İmam Ahmet b. Hanbelin Müsnedinde ondan yaptığı bir rivayetde şöyle der: "Rasûlullah (s.a.v)den işittiğim her şeyi, ezberleyeyim, koruyayım düşüncesiyle, yazıyordum.Kureyşliler beni bundan men etmiş olmak için; ^ Sen Raşûlullah(s.a.v)'den duyduğun her şeyi yazıyorsun. Rasûlullah(s.a.v) bir insandır.Gazap halindede normal halinde de konuşur, dediler. Yazmayı bıraktım bunun üzerine ... Ve bu konuda Rasûlullah s.a.v le konuştum. Şöyle buyurdu: " Yaz, nefsim kudret elinde olan Allana yemin ederim ki benim ağzım)dan Haktan başka bir şey çıkmaz.' Nübüvvet asrında sünnetin yazılmamasma rağmen Ashabı kiramın hafızalarında bu korunuyordu. Her Sahabi sünnetden ezber-leyebildiğine sahipti. Bellediğini unutanlara diğerleri hemen Öğretiyorlardı. Öğrenen öğrendiğini hemen başkasına tebliğ ediyordu. Bu suretle sünnetden hiç bir şey kaybolmadı. Hulefa-i Raşidin döneminde de sünnet yazılmadan, müslümanlann ağızdan ağıza nakletmesiyle devam etti. Rivayete göre halifeliği döneminde Ömer b.el-Hattab onu yazmayı arzuladıysada yapmadı. Meşhur Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz döneminde sünnetin yazılması için teşebbüse geçildi. Btı halife Medine-i Münevveredeki kadısı Ebû Bekr Muhammed b. Amr b. Hazm'a şu mektupu yazdı: "Bak, Rasûlulllah (s.a.vj'in hadis ve sünnetinden ne bulursan onu yaz. Zira ben ilmin silinip kaybolmasından ve ulemanın gitmesinden korkuyorum." Ancak Ömer b. Abdülaziz verdiği emri yerine getiremeden vefat etti. Abbasi devleti döneminde ulema sünneti yazıp kitap haline getirmeye başladı. Bunların yazdığı kitaplar Sahabelerin sözleriyle fetvalarım da ihtiva ediyordu. Bu çeşit hadis kitabı yazanlar;Kûfe de Süfyanü's-Sevrî, Mısırda Leys b. Sa'd, Medine de İma Maşlikb. Enestir. Bunların yazdıklarının az bir miktarı elimize geçebilmiştir. Bu çeşit hadis kitaplarından herhalde imam Malik b.Enes'in Muvattasıdır. Bu kitapda Rasûlullah (s.a.v)"in sünneti yanında Sahâbîlerin fetvalarını, içtihadlarını.hatta Tabiin fakihlerm kavillerini,bizzat İmam Malikin kendi görüşleriyle tercihlerini hep bir arada bulabiliriz. İkinci hicrin asrın sonuna doğru ulema sünneti başkalarından ayırarak yazmaya yöneldiler. Ulema bu metodu uygularken senedlere göre yazma yolunu tuttu.. Yani her Sahabinin, rivayetlerininin konuları değişse bile, rivayet ettiği hadisleri bir araya topladı. Ardından sünnetin yazımında yeni bir metod takip edildi. Bu hadislerin fıkıh bablanna göre bir arada yazılması metoduydu. Bu yol fakihin işini kolaylaştırdı.Zira onun araştırmak veya bilmek istediği konularla ilgili olarak sünnette ne gelmiş ise onları önünde hazır buluyordu. Bu üslupta yazılan kitaplar Buharî ve Müslim'in Sahihleri ile Ebû Davud ve diğerlerinin sünenleridir. Cerh ve ta'dil ilmi: Hadis alimleri çok iyi bir çalışmayıda başlatdılar ki bu cerh ve ta'dil veya rical ilmidir. Bu ilim sadece müslümanlara has olup başka hiç bir millet de benzeri yoktur. Bu ilimden maksat sünnet ravüerinin durumlarını ortaya koymak bu süretlede doğruyla yalancıyı, sağlamla çürüğü, rivayetinde kendisine güvenilebilenle güvenilemiyeni ayırd etmektir. Bu değerli ilmin kurulmasının sebepi şudur: Sayısı çok olan İslam düşmanları İslam'a tuzak kurmak, ona nüfuz etmek istediler.Başka sözleri hadislere karıştırıp bunu da Rasûlullah (s.a.vj'e isnad ederek ortalığı bulandırmaya gerçeğin manasını bozmaya çalıştılar. Sünneti yıkıp müslümanlann yüzünü ondan çevirebilmek için sünnet ravileri hakkında şüphe tohumları ekmeyi gaye edindiler. Hadis alimleri bu çirkin çalışmaların gayesine ulaşmasından korktukları için içlerinden bir topluluk, sünnet ravilerinin doğrusuyla yalancısını birbirinden ayırdedebilmek için kastıyla çalışmalara başladı. Bu çalışmadan cer'h ve ta'dil ilmi doğdu. Bu ilim ravilerin hallerini inceden inceye araştırma,onların meyilleri, sıfatları, ahlakları, yetişmeleri ve inançlarını gözden geçirme görevini üstlendi. Bu ilmî görev edinen ulema, ravilerin hallerini gözden geçirmek, hayatlarını araştırmak, durumlarını soruşturmak için uzun yorgunluklara, yorucu yolculuklara katlanarak cidden büyük bir çalışmayı gerç eleştirdiler. Cerh ve ta'dil alimleri, ravilerin durumlarını araştırırken tarafsızlığın en sağlam örneğini gösterdiler. Onların bu çalışmalarında arkadaşlığın, akrabalığın, aynı ülkeden veya aynı mezhepten olmanın hiç bir etkisi olmadı. Zira Rasûlullah (s.a.vj'in sünneti.diğer her türlü değerden daha yüce, daha kıymetli idi onların nazarında... Bütün bu sebeplerle Rasûlullah(s.a.v)'in sünneti,rivayet edenlerin durumlarını tarafsız bir gözle araştırdılar. Ulaştıkları sonuç onları engellemedi. Önem verdikleri tek nokta vardı ki araştırdıkları şahsın gerçek yüzü ve sıfatlarıyla rivayetlerine ne derece güvenebileceği idi. Bunlar araştırmalarında bir kimyacıya benziyorlardı. Zira kimyacı da laboratuarında bir maddenin özelliklerini tesbit için araaştırrna yapar. Ne ulaştığı netice, ne de araştırdığı maddede ortaya çıkan özelliklerin çeşidi onu ilgilendirmez. Cerh ve ta'dil bilgini hadis ravileriyle ilgili araştırmalarını neticelendirdiğinde, vardığı neticenin özeti olarak, her raviye bir işaret verir ve derki: "Bu sikadır," "Bu adidir," "Bu leyyinü'l-Hadistir," "Bunun hadisi almakta bir beis yoktur," "Bu yalancı (kezzab)dır," "Bunun hafızası iyi değildir." "İhtiyarlığı sebebiyle bunun hatırlama gücü zaafa uğramıştır." Bu yorucu, ihlaslı, şahsî arzulardan uzak,AUah korkusuyla dolu, Allaha ihlasla bağlı ve sünnetin sağlamını çürüğünden ayırmaya duyulan şiddetli hırsın eseri olan çalışmalar sonunda cerh ve ta'dil alimleri, Allahm yardımıyla sünnetin doğrusunu yalanından ayırmaya, sünneti yıkmak suretiyle müslümanlan şüpheye düşürmek ve ondan yüz çevirmelerini sağlamak, bu suretle de İslamı yıkmak isteyen İslam düşmanlarının tuzaklarını bozmaya muvaffak oldular. Bu cerh ve ta'dil ilmi, her zaman müslümanlann ihtiyaç duyduğu faydalı bir ilimdir. Bilhassa zamanımızda buna ihtiyaç vardır. Çünkü gerek müsteşrikler, gerek onların etkisi altında kalanlar Rasûlullaîı(s.a.v}in sünnetine ve onun ravilerine karşı saldırıya geçtiler. Bunlar gerek raviler, gerek bizzat sünnet etrafında şüphe bulutu meydana getirmeye çalıştılar. Ancak bunu tarafsız bir gözle ilmî araştırma yaptıkları iddiasıyla gayet habis bir planla gerçekleştirdiler. Bunun için, bu müsteşriklerle onlara uyanların sünnet ve sünnet ravileriyle ilgili saçtıkları şüphe tohumları üzerinde dikkatle durmak isteyen her müslümanm cerh ve ta'dil alimlerinin yazdıkları eserlere başvurması çok gerekli bir iştir. Ancak bu suretle sünnet ravilerin gerçek kişiliğini anlaşılmış, onların güvenilebilenleri ile güvenilemeyenleri, sağlamlanyla sağlam olmayanları âyırd edilmiş olur. Çünkü bu gerçek, sünnet ravileri gerçeğidir.Bizim bunu yalancı müsteşriklerde bulmamız mümkün değildir. Muhammedi risaletle ilgili gerçekleri onların yanında aramanız da gülünç bir şeydir. Bunları sadece Muhammed(s.a.v)'e tabi olanların, O'nun sünnetine hizmet edenlerin ve O'na inananların yanında bulabiliriz. Hadis âlimlerinin ve özellikle cerh ve ta'dil alimlerinin yanında bulabiliriz. Bütün bunlardan sonra Rasûlullah(s.a.v)'in sünneti daha çok açıklamayı, halk arasında yayılmaya ve hakkında yazılmaya fazlasıyla muhtaçtır. Sünnete bağlı olarak yapılacak her çalışma Allah katında hoşnutluğa, makbuliyete hak kazanmış bir çalışma olacaktır. Umarım ki kendisine takdim yazısı bu kitap teşekküre layık çalışmalardan birisidir. Kitabın müellifine bol ve iyi ecir vermesini,bundan müslümanlan yararlandırmasını Allahü Teâlâdan niyaz eylerim. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allaha mahsustur. Abdülkerim Zeydan, Bağdad Cumade'I-Ahire 1387 17 Eylül 1967 2013-2014 YÜKSEK LİSANS ÖDEVİ İBRAHİM UÇAN YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ ÖĞRENCİ NO:13912777 TEFSİR TARİHİ GİRİŞ Kur’an-ı Kerim’in nüzulü 610 yılında başlayıp
tedricen 632 yılına kadar devam etmiştir. Bu zaman zarfı içerisinde vahiy
karşısındaki toplumu dikkate almış. Ve Peygamberimizin, toplumun suallerini
cevaplamış, ihtiyaçlarını gidermiştir. Bilindiği
gibi Kur'ân-ı Kerîm insana bir dünya görüşü vermektedir. Tabii ki, bu görüşü
sağlıklı bir şekilde alabilmenin şartı da, sağduyu ve vasat bir genel
kültürdür. Tefsir diye bir disiplinden söz edilecekse, bu disiplin bahis konusu
genel kültürün içeriğini doldurmalıdır. Bunun çerçevesi de Kur'ân metninin dil
bakımından tahlil edilmesi ve metnin anlaşılması için gerekli olan dış
verilerin bir araya getirilmesiyle ancak mümkün görünmektedir. Elbetteki bu da
bir uzmanlık işidir. Tamamen bu anlayıştan hareket eden müfessirler Kur'ân'm,
muhatapları tarafından iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla onu, baştan sona
tefsir etmişlerdir. Bu faaliyet, tefsirin tedvin edildiği hicrî II. asrın
sonlarından başlayarak aralıksız bir şekilde günümüze kadar devam edegelmiştir.
İşte sözü edilen bu aktiviteler, tefsire yönelik tarihsel bir süreci
oluşturmaktadır ki, buna da "tefsir tarihi" denilir. Söz konusu
tarihin başlangıçtan bugüne kadar geçirmiş olduğu gelişim sürecinin bilinmesi
elbetteki zaruridir. Özellikle Kur'ân üzerine araştırma yapanların bu tarihi
oluşum çizgisini çok iyi bilmeleri gerekmektedir. Tefsirin Gerekliliği Şu bir
gerçek ki, vahiy kaynaklı kitapların sonuncusu ve en mükemmeli Kur'ân-ı
Kerîm'dir. Hz. Peygamber'e verilen bu ebedî mucize, yeryüzüne inişinden
itibaren kıyamete kadar bütün insanlığın dünya ve âhiret mutluluğunu gaye
edinmiş bir kitaptır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân, gerek fert ve gerekse toplumsal
planda insanın bütün davranışlarına yön vermeyi esas almış, itikadı, ahlâkî ve
hukukî alanlarda getirmiş olduğu esaslarla her dönemde insanlığa yol
göstermiştir. İşte bu özellikleri sebebiyle söz konusu kitabın tefsir edilmesi
elbetteki tabiî ve zarurîdir. Bu amaçladır ki, "Ey
Peygamber! Sana Rabbinden gönderileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun
elçilik görevini (insanlara) ulaştırmamış olursun...", "Sana
Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açıklayasın",
âyetlerinde de ifade edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce
başlatılmıştır. O da bu fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan
ve tefsirine ihtiyaç hissedilen nassları açıklamıştır. Bu sebeple Hz.
Peygamber, aralarında bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç
duyulmamıştır. Ancak bir taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi
sebebiyle onların vahye dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının
ortadan kalkmış olması diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması
nedeniyle daha önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu
coğrafyalarda yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde
kalarak bazı fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı
Kerîm'i tefsir etmeye yöneltmiştir. Böylece ashâb döneminde başlayan tefsir
hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam etmiştir. Tabii ki bütün
bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki: 1.
Kur'ân'm bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi
kendisinin tefsir edilmesini istemektedir. 2.
Kur'ân, ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri
"salât", "zekât", "hac" ve benzeri birtakım
kavramlara yeni mana ve mefhumlar kazandırmıştır. Hicrî II. asırda "el-vücûh ve'n-nezâir"
adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi lafız ve
kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir. 3.
Kur'ân'da manalar kolayca anlaşılabilecek nitelikte âyetler olduğu gibi,
manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç gösteren müphem, müşkil,
mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır. Dolayısıyla bu tarz nassların
anlaşılması için de ihtisas ehlinin tefsirine ihtiyaç vardır. 4.
Kur'ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî
hükümler koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle
mümkün değildir. O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir. 5.
Kur'ân'da mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur.
Tabii ki bu tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir.
Aksi halde söz konusu sanatların delâletlerini anlamak zorlaşacaktır. 6.
Kur'ân'da ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de
bulunmaktadır. Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir. HZ. PEYGAMBER'İN TEFSİRİ Hz. Peygamber'in
ihtiyaç nisbetindeKur'ân'ı tefsir ettiğini daha Önce ifade etmiştik. Bu hususu
çeşitli hadis mecmualarında yer alan ve Resûlullah (sav)'a kadar ulaşan
rivayetlerde de görmek mümkündür. Ancak Hz. Peygamber'in yaptığı bu tefsirin
değerini ortaya koyabilmek İçin sözü edilen tefsirin fonksiyonunu, hangi
şartlar altında gerçekleştirildiğini ve miktarını tesbit etmek gerekmektedir.
Şimdi bu hususları sırasıyla ele almaya çalışalım. Hz. Peygamber'in Tefsirine Vesile Teşkil Eden
Hususlar Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi Hz. Peygamber (sav)'in ashabına açıklamış olduğu Kur'ânî
hakikatler, tamamen onları irşâd maksadına yönelikti. Allah Resulü bu irşâd
fonksiyonunu, öğrencilerine bir program dahilinde ders veren öğretmen tarzıyla
değil, bir takım vesilelerle gerçekleştiriyordu. Bu vesileleri şöyle sıralamak
mümkündür: 1. Herhangi bir âyeti
okuyarak kendiliğinden tefsir etmesi Bu durumda Hz. peygamber ya bir âyeti,
nüzulünü müteakip açıklar yahut kıraat esnasında veya hutbe irad ederken tefsir
ederdi 2. Bir âyet hakkında soru sorduktan sonra
açıklamada bulunması Bu da, Hz.
Peygamber'in zaman zaman herhangi bir âyet hakkında soru sormak suretiyle
muhatapların dikkatlerini çekerek açıklaması şeklinde ortaya çıkardı. Soru,
bazen âyette geçen bir kelimeyle ilgili olur, bazen de bir meseleyle alakalı
olarak sorulmakla birlikte herhangi bir âyetin açıklanmasına vesile teşkil
ederdi[i][21]. 3. Hz. Peygamber'in,
sözünü delillendirmek kasdıyla âyet okuyup açıklaması Hz. Peygamber bazen
de, bir hükmü belirttikten sonra yahut bir nasihatin ardından veya ashâb için
lüzumlu olan bir hususu beyan ederken mana bakımından ilgili gördüğü bir âyeti
okur ve onu açıklardı ki buna, "Resûlullah'ınâyeti temessül etmesi"
denilmektedir. Bu tefsir tarzı, Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı açıklamada en çok
kullandığı bir tarz olarak görülür 4.Sahâbilerin sorusu
üzerine açıklama yapması Kaynakların
belirttiğine göre sahâbiler daha ziyade ne şekilde amel edecekleri konularında
Resûlullah (sav)'tan soru soruyorlardı. Ancak bazen de, iki veya daha çok
ihtimalin bulunduğu hallerde onlardan birinin tercihi yahut meraklarının tahrik
etmesi sonucunda gaybî veya uhrevî bir meseleyi öğrenme konularında Resûlullah
(sav)'a sorular yöneltiyorlardı], işte bu durumlarda da Allah Resulü
onların anlayışlarını dikkate alarak açıklamalarda bulunuyordu. Hz. Peygamber'in
Kur'ân'ı Tefsir Tarzları 1. Mücmelin tebyîni "Haklı olmadıkça
Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın âyetindeki mücmelliği Hz. Peygamber
(sav)'in: "Allah'tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah'ın Resulü
olduğuma imân eden hiçbir müslüman kişinin kanı helal olmaz. Ancak şu üç şeyden
birini yaparsa (o zaman helal olur): Adam öldürmek, evli iken zina etmek ve
dinden çıkıp (irtidât) müslüman-lardan ayrılmakşeklindeki hadisi açıklamıştır. 2.Mübhemin tafsili Namazlara (özellikle)
Orta namaza devam edin
âyetindeki orta namazdan maksadın ne olduğu açık değildir. Yani cins bir
isim olan "namaz" ve onu sifatlayan"vustâ" lafzından dolayı
âyette anlam yönüyle bir mübhemiyet söz konusudur. Ancak Resûlullah (sav)'ın:
"Orta namaz ikindi namazıdır ] sözü, bu durumu ortadan kaldırıp
âyeti anlaşılır hale getirmektedir. 3.Mutlakm takyidi Sünnet bazen de,
Kur'ân'ın mutlak olarak zikrettiği bir hükmü takyid etme yani sınırlarım
belirleme cihetine gitmiştir. Meselâ,"Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık
yapan kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin
Allah izzet ve hikmet sahibidir ] şeklinde mutlak bir hüküm ortaya
koyan Kur'ânâyetini,Hz. Peygamber: "Elin bilekten kesileceğini"
zikretmek suretiyle kayıtlamış olmaktadır 4.Müşkilin tavzihi "İçinizden oraya
(cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu)
kesinleşmiş bir hükümdür"[ii][33] buyurularak,
istisnasız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok âyette ise,
"Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan
cennetlere sokacaktır denilmektedir.
Tabiatıyla bu da bir çelişkiye yol açmış olmaktadır, işte Hz. Peygamber:
"(Âyette geçen) vurûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız ne de
günahkâr, cehenneme girmeyen hiçkimse kalmayacaktır. Ancak cehennem müminlere,
Hz. İbrahim'e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların
serinliğinden dolayı feryaa edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak,
zâlimleri ise öyle diz üstü çökmüş olarak bırakacaktırhadisiyle bu müşkil
durumuhalletmiş yani âyetler
arasındaki çelişki zannını ortadan
kaldırmış olmaktadır Hz. Peygamberin
Kur'ân'a dair beyanlarının miktarı konusunda âlimler farklı görüşler ortaya
atmışlardır. Bazıları, Resûlullah (sav)'m Kur'ân'a yönelik izahlarının, çerçeve
itibariyle onun bir kısmını oluşturduğunu ileri sürerken bazıları da, söz
konusu beyânların, Kur'ân'm tamamını içerdiğini iddia etmiştir. Bu yüzden
konuyla ilgili görüşleri iki ayrı başlık altında ele almamız uygun olacaktır Kur'ân'm Bir Kısmını
Tefsir Ettiği İddiası Bu görüşü ilk defa
el-Gazzalî (Öİ.505/1111) ortaya atmış, daha sonra da es-Suyûtî (öl.911/1505)
onu savunmuştur. Son dönem alimlerindenAhmed Emin ve Kasım el-Kaysî[iii][39]nin
de aynı görüşü paylaştıkları ifade edilmektedir. Hz. Peygamber'in Kur'ân'dan
çok az bir kısmı tefsir ettiğini ileri süren bu bilginlerin dayandıkları
delilleri şöylece sıralamak mümkündür: 1. Hz. Âişe'den
nakledilen: "Hz. Peygamber,
Cebrail'in kendisine
öğrettiği belirli âyetlerden başka
Kur'ân'dan bir şey tefsir etmezdi ] hadisi, söz
konusu tefsirin mahdut âyetlerle ilgili olduğunu ifade etmektedir. 2. Hz. Peygamber'in
Kur'ân'a dair beyanları onun, sadece manası anlaşılmayan âyetleriyle
ilgilidir. Dolayısıyla manaları açık olan ayetlerin Resûlullah
(sav) tarafından tefsir
edilmesinin bir anlamı yoktur. Çünkü bu,
"malûmu i'lâm" demektir. 3. Bugün elimizde
bulunan hadis kitaplarında, Kur'ân'm ancak bir
âyetlerini tefsir edici mahiyette, Hz. Peygamber'e isnâd edilebilecek
müsned ve merfû haber bulunmaktadır[iv][41]. 4.Resûlullah (sav)
Kur'ân'dakiher âyetin
manasını açıklamış olsaydı, o zaman, İbn
Abbâs için, "Allah'ım onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret diye dua etmesinin bir anlamı olmazdı[v][43].
Çünkü bu dua, kendisinden sonra İbn Abbâs'ın, gerektiğinde Kur'ân'ı tefsir
etmesi konusundaki temennisini ifade etmektedir. 5.Kaynakaların
bildirdiğine göre Ahmed b. Hanbel (Öİ.241/855) gibi rivayete önem veren bir zat
bile, "megâzi"[vi][44],
"melâhim ve "tefsir" gibi
üç şeyin ash yoktur" demiştir. Eğer
Hz. Peygamber Kur'ân'ın tamamını tefsir etmiş olsaydı Ahmed b. Hanbel tefsiri,
asıl-sız olarak nitelendirdiği megâzi ve melâhimin yanında saymazdı[vii][46]. Kur'ân'ın Tamamını
Tefsir Ettiği İddiası Bu iddiayı da ilk
olarak İbnTeymiyye (öl.728/1328)'nin ortaya attığı, daha sonra da bazı
âlimlerin aynı kanaati paylaştıkları ifade edilmektedir. Bu iddia sahipleri de
görüşlerini şöyle delillendirmek-tedirler: 1. "İnsanlara,
kendilerine İndirileni beyan etmen için sana da Kur'ân'ı indirdik âyeti, Hz.
Peygamber'e Kur'ân'ı tefsir etme sorumluluğu yüklemektedir. Ayrıca âyetteki
"beyân" lafzı, Kur'ân'm bütününü içine alan bir lafızdır. Buna göre
Hz. Peygamber Kur'ân'ınlafzılarım olduğu gibi manasını da beyan etme
durumundadır. Eğer o böyle yapmamış olsaydı, o zaman Allah'ın kendisini sorumlu
tuttuğu "açıklama" görevinde kusur işlemiş olurdu. 2. Ashabın Resûlullah
(sav)'tan on âyet öğrendiklerinde manalarını kavrayıp onlarla amel etmedikçe,
başka âyetlere geçmediklerini ifade eden rivayetler, Hz. Peygamber'in
sahâbilerine bütün âyetlerin anlamlarım açıkladığını göstermektedir. 3. Herhangi bir ilim
dalında yazılmış bir kitabın bile izaha muhtaç olduğu düşünülürse, insana dünya
ve âhiret saadetinin yollarını gösteren Kur'ân'ın bir bütün olarak tefsire
ihtiyacının olmadığını ileri sürmek âdeten mümkün değildir Her iki tarafın
delillerini serdettikten sonra şunu hemen belirtelim ki, sahih hadis mecmuaları
incelendiği zaman görülür ki, Resûlullah'mKur'ân'a dair beyanları, itikâd,
ibâdet ve amelî hükümlere ait âyetler yanında, âhiret ahvâliyle ilgili nassları
da ihtiva etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber terğib ve terhib ifade eden
âyetlerle beraber, bazen muğayyebâta dair âyetleri de tavsif ve tasvir ederek,
zaman zaman da temsil yolunu kullanarak tefsir etmiştir. Yani ne Allah Resulü
Muhammed (sav) Kur'ân'ın pek az âyetini tefsir ederek onu, kendi görüşleri
istikametinde açıklamak isteyenlere meydanı boş bırakmıştır, ne de tamamını
kafi bir tefsire kavuşturmak suretiyle, lafızlarını olduğu gibi manalarını da
sırf nakledilen konumuna getirerek aklı dondurmak istemiştir]. O
halde ilk görüş sahiplerinin ileri sürdüğü Hz. Aişe hadisi, Resûlullah (sav)'m
Kur'ân'a dair yapmış olduğu beyanların tümünü değil, bazı âyetlerle ilgili
olarak Cibril'e soru sorması üzerine gelen açıklamaları ifade eder. Çünkü, Hz.
Peygamber'in manasını bilmediği bazı âyetleri Cibril'den sorması mâkul
görünmektedir ikinci görüşte
olanların nas olarak ileri sürmüş oldukları en-Nahl 16/44. âyeti de, aynı
şekilde Kur'ân'ın tüm âyetlerini içermeyip, mücmel, müphem, mutlak, müşkil ve
bazı gaybî konulara ait âyetleri ihtiva etmektedir Kur'ân tefsirinin
doğuşunda sahabe tefsirinin de önemli bir yeri vardır. Çünkü sahâbiler Arap
oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklirini, Arap örf ve âdetlerini iyi
bilen insanlardı. Aynı zamanda üstün idrâk gücü ve sarsılmaz bir imana
sahiptiler. Ayrıca onlar eski medeniyetlerin ve felsefi akımların tesirinden
oldukça uzak yaşadıkları için zihinleri berrak ve dilleri fasihdi. Bundan
dolayıdır ki, onlar, Kur'ân'ın maksat ve gayesini kavrayabiliyorlardı. Ancak
anlayamadıkları ve açıklama ihtiyacı duydukları zaman da Resûlullah (sav)'a
soruyor ve ondan doyurucu bilgiler alıyorlardı. Böylece sahâbiler yirmi küsur
sene boyunca Kur'ân'ın inişini müşahede etmişler ve bu esnada meydana gelen
olayları bizzat yaşamışlar ve kendi kudretleriyle ulaşamadıkları bilgileri de
Hz. Peygamber'den nakil yoluyla alıp hem ilim, hem de imân konusunda belli bir
olgunluğa erişmişlerdi. Her ne kadar Hz. Peygamber'in vefatıyla feyiz
kaynakları kesildiği için söz konusu iki alanda da giderek bir zayıflık baş
göstermeye başlamışsa da, Kur'ân'ın manasını anlama hususunda yine de
insanların en kudretlisi onlardı. Ancak şurası da bir
gerçek ki, sahâbilerin hepsinin Kur'ân'ı aynı seviyede anladıklarını söylemek
mümkün değildir. Çünkü onlar hem zekâ hem de ilmi elde etme imkânları
bakımından farklıydılar. Meselâ, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah İbn Abbâs ve Hz.
Âişe gibi Kure'yş'in önde gelen ailelerine mensup olup, Arap dilinin üslup ve
inceliklerini, eski Arap şiirini, Arap örf ve geleneklerini çok iyi bilenlerin
yanında, kültür ve sosyal imkânlar bakımından bunlardan daha zayıf olanlar da
vardı. Hatta bunlar arasında Selmân-ı Fârisi (Öİ.36/656) ve Bilâl-i Habeşî
(öl.20/641) gibi Arap olmayan unsurlar bile mevcuttu. Bütün bunlara rağmen
sahabenin ortaya koymuş olduğu tefsir kültürü, Kur'ân tefsirinin gelişmesi ve
zenginliği açısından çok önemli bir yere sahiptir. Bu genel girişten sonra
sahabe tefsirini, bazı yan başlıklar altında incelemeye çalışalım. Hz. Peygamber
(sav)'in vefatından sonra
Kur'ân'ı tefsir etme durumunda kalan
sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsir ederken öncelikle Kur'ân'a, sonra da
Resûlullah (sav)'ın sünnetine başvuruyorlardı. Her iki kaynakda da aradıklarını
bulamazlarsa, o takdirde kendi içtiha larıyla tefsir ederlerdi. İçtihadî
tefsirlerinde de genel olarak ya da din olgusuna çok
önem verirlerdi. Zira Kur'ân, kendi ana dilleriyle nazil olduğu için onun lafız
ve terkiplerini ve bu terkiplerin inceliklerini elbetteki Peygamber (sav)'den
sonra en iyi bilenler onlardı. Bu bakımdan sahâbiler yapmış oldukları dil
tahlilîeriyle Kur'ân'ı, daha sonraki nesillere ışık tutacak
şekilde tefsir etmişlerdir. Bunun dışında
ashâb âyetleri, nüzul sebeplerini zikretmek, Kur'ân'ın nâsih ve
mensûhuna yer vermek suretiyle açıklama cihetine gitmiştir. Onlar bazen de
âyetleri ya tahsis yoluyla ya da tarihi bir yöntemle tefsir etme yolunu seçmişlerdir Meselâ, "Allah'ın nimetini
nankörlüğe çevirenleri görmedin mi ] âyetini İbn abbâs,
"Onlar Mekke kâfirleridir" diyerek tahsis etmiştir . "Hani onlar size
üstünüzden ve alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözler kaymış, yürekler hançere'ye
dayanmıştı..." âyeti hakkında da Hz. Âişe, "Bu olay Hendek
gününde meydana gelmişti"[viii][9]
demek suretiyle bahis konusu nassın anlattığı o şiddetli ve korkulu hâdisenin
meydana geldiği tarihe işaret edip âyeti açıklamak istemiştir Ancak sahabe
arasındaki zekâ, anlayış ilim ve kültür farklılığı, ayrıca sahâbilerden bir
kısmının daima Hz. Peygamber'in yanında bulunma imkânına sahip olması, nüzul
sebepleri, örf, âdet ve gelenekleri iyi bilenlerle bilmeyenler arasındaki
farklılıklar, sahâbiler arasında azda olsa bazı ihtilâflara sebep olmuş âyetleri anlayışta içtihâd görüş
ayrılıklarını meydana getirmişti. b. Sahabe Tefsirinin
Bağlayıcılığı Sahabe sözlerinin
bağlayıcı olup olmadığını ortaya koyabilmek için önce bu sözlerin hadis usûlü
açısından değeri üzerinde durmamız gerekmektedir. Kaynakların verdiği
bilgilere göre sahabe sözleri ya merfû hadis hükmündedir veya mevkuf haberdir.
Eğer sahâbilerin yapmış oldukları tefsirler, âyetlerin nüzul sebepleri,
mübhemâtu'l-Kur'ân, nâsih mensûh veya muğayyebatla ilgili olup üzerinde içtihad
etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı bir alana ait ise, bunlar merfû
hükmünde haber kabul edilmişlerdir Fikir yürütülmesi ve içtihâd edilmesi mümkün
olan alanlara ait olmakla birlikte yalnızca sahâbîlerin kendi bilgi
birikimlerine dayanan haberlere de "mevkuf hadis" ismi verilmiştir
Buna göre sahabeden nakledilen merfû
hükmündeki haberlerin bağlayıcılığı konusunda ilim adamları arasında fazla bir
ihtilâf söz konusu değildir. Bundan dolayı İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu,
bu nitelikteki sahabe sözlerini hüccet olarak kabul etmektedir Çünkü bu nevi rivayetler ya sahabenin
müşahedesine ya da semâma/işitmesine dayanmaktadır. Yani ya herhangi bir
sahâbî gördüğü bir olayı anlatmaktadır ya da bir başka sahâbiden duymuş olduğu
bir haberi nakletmektedir. Sahabenin adaleti de kitap, sünnet ve icmâ ile sabit
olduğuna göre, o takdirde söz konusu tarzdaki haberlere tefsirde itimat etmemek
için hiçbir sebep yoktur. Kaldı ki bu haberler, az önce de belirttiğimiz gibi
görüş beyân etmenin veya içtihadda bulunmanın mümkün olmadığı alana aittir. O bakımdan merfû hükmündeki
sahabe sözlerini tefsirlerinde kullanmayan müfessirlerin kendi görüşleriyle
âyetleri açıklamaya kalkışmaları durumunda isabet şansları yok gibidir.
Kısacası bu nitelik teki haberler hem bağlayıcıdır, hem de onları delil olarak
kullanmada zorunluluk vardır Mevkuf haberlere
gelince bu hususta da şunlar söylenebilir. Az önce ifade ettiğimiz gibi, mevkuf haberler
sahâbîlerin bilgi birikimine dayanan ve içtihadın mümkün olduğu alanlara ait
haberlerdir. Bu yüzden söz konusu nitelikteki beyanların bağlayıcılığı konusunda
âlimler ihtilâf etmişlerdir. İslâm bilginlerinin bir kısmına göre sahâbîlerin
mevkuf haberlerini almak vacip değildir. Çünkü onların bu tür rivayetleri
içtihada dayanmaktadır. Müçtehid de doğruyu bulabileceği gibi hata da yapabilir
Buna mukabil bir grup ilim adamı
da mevkuf hadislerin tefsirde kullanılmasının gerekli olduğu görüşündedir.
Çünkü sahâbilerin, söz konusu bilgileri, Hz. Peygamber'den işitmiş veya sorup
Öğrenmiş olma ihtimalleri vardır. Ayrıca nakledilen bu haberler herhangi bir
sahâbinin kendi görüşü de olsa, onların isabet şansları daha fazladır. Çünkü
Kur'ân, onların diliyle inmiştir ve yirmi küsur yıl boyunca Hz. Peygamber'den
bilgi ve feyz almışlardır. Bu yüzden Kur'ân'i Resûlullah (sav)'tan sonra en iyi
bilenler onlardır Kısacası nüzul
sebepleri, Kur'ân'ın müphemleri ve âhiret ahvâli gibi içtihâd edilmesi mümkün
olmayan konularda sahabe tefsiri bağlayıcı, yani delil olarak kullanılması
gereklidir. Ancak içtihâd edilmesi ve fikir yürütülmesi mümkün olan ve aynı
zamanda Resûlullah (sav)'a herhangi bir yolla isnâd edilmeyen yerlerde ise, Ebû
Hanîfe'nin de içinde bulunduğu çoğunluğun kanaatine göre sahabe tefsiri
tercih sebebi olmakla birlikte bağlayıcı değildir c- Sahabe Tefsirinin
Belirgin Vasıfları yapmış olduğu tefsirin temel niteliklerini şöylece
sıralamak mümkündür: 1. Sâhâbilerin
tefsirdeki en önemli özellikleri, âyeti âyetle, nüzul sebepleri ve Hz.
Peygamber'den işitmiş oldukları açıklamalarla tefsir etmeleridir. 2. Sahâbîler Kur'ân'ı
âyet âyet baştan sona tefsir etmiş değillerdir. Çünkü onlar, Kur'ân'm tümünü
tefsir etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, manası
kapalı ve zor anlaşılan lafızlarla sınırlı idi. 3. Kur'ân'ı
açıklarken sahabenin yaptığı tefsir daha çok garip lafızlarla ilgili kısa açıklamalardan ibaretti.
Yani onlar, ekseriya icmali anlamla yetinmişlerdir. 4. Zaman zaman
sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştır. Ancak bu ihtilâflar
tezat ihtilâfı olmaktan ziyade tenevvü/çeşitlilik ihtilâfı
idi. Kılıç için, "mühenned", "seyf" ve
"sârim" denilmesi gibi. 5. Ahkâm âyetlerini geniş bir tahlile tâbi
tutarak hüküm istinba-tmda bulunmuş değillerdir. 6. Yaptıkları açıklamalar kendi dönemlerinde
henüz tedvin edilmemişti. a. Tâbiûn Tefsirine
Genel Bir Bakış Bilindiği gibi Hz.
Peygamber (sav)'in hicretiyle Medine'de İslâm Devletinin temelleri atılmış ve
daha Hz. Peygamber hayatta iken bu devletin sınırları Arap Yarımadasi'nın
dışına taşmaya başlamıştı. Peygamber'in vefatından sonra da fetihler aynı hızla
devam ettirilerek söz konusu devletin toprakları daha da genişletilmişti.
Tabiatıyla yeni fethedilen ülke insanlarının İslâmı bilen yöneticilere,
valilere, kadılara ve öğretmenlere ihtiyaçları vardı. İşte tamamen bu ihtiyaç
göz önünde bulundurularak fethedilen her yeni beldenin halkına İslâmı öğretmek
için muallimler ve asayişi temin etmek için de valiler, kadılar gönderildi.
Böylece çeşitli memleketlere vazifeli olarak giden sahâ-bîler, İslâmm
hükümranlığına giren bu beldelerde tedris halkalarını kurmaya ve etraflarına
toplanan insanlara Kur'ân'ı ve Hz. peygamber'den almış oldukları bilgileri
öğretmeye başladılar. Sahâbilerin bu ilmî faaliyetleri sonucunda şehirlerde
çeşitli ekoller/medreseler meydana geldi ki, bu medreselerin öğretmenleri sahâbiler,
öğrencileri de tabiiler idi. Ancak bahis konusu beldelerin birçoğunda
fitnelerin ortaya çıkmasıyla insanlar arasında ihtilafların başgöstermesi, her
grubun kendi görüşünün haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a sarılması
ve bunun tabii bir sonucu olarak bazen yanlış ve bozuk te'villerin ortaya
çıkması gibi nedenlerden dolayı, Kur'ân'm mâkul ve doğru bir şekilde tefsirinin
yapılmasına şiddetle ihtiyaç duyulmuştu. İşte bu yüzden söz konusu ekollerin
bazılarında daha ziyade Kur'ân'ın tefsirine ağırlık verilmeye başlandı ve
bunlardan üç tanesi tefsirde haklı bir şöhrete ulaştı. Şimdi sözünü ettiğimiz
bu ekoller üzerinde duralım. Sahabenin en yetkili
şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiundan meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu tefsir
ekolleri şunlardır: Bu ekol, İslâm
güneşinin doğup cihanı aydınlatmaya başladığı en mübarek belde olan Mekke'de
tesis edilmiş bir ekoldür. Kurucusu da, içlerinde râşit halîfelerin Hz.
Âişe'nin ve Peygamber'in diğer eşlerinin de bulunduğu tüm sahabe arasında,
müslümanların kendisini isnatta en büyük otorite kabul ettikleri, "ilim
denizi" ve
"tercümânu'î-Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah İbn Abbâs
(öl.68/687)'tır]. Kur'ân tefsirinin pîri olan bu sahâbînin kurmuş
olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiyye (Öİ.728/1328): "Tabiiler
içerisinde tefsir yönünden en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği
müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn Abbâs'ın talebeleridir"]
diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller arasındaki yerini ortaya koymuştur.
Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır: 1. Mücâhid b. Cebr
(Öİ.103/721). 2. İkrime
Cöl.104/722). 3. Sa'îd b. Cübeyr
(Öİ.95/714). 4. Tavus b. Keysân
(Öİ.106/724). 5. Atâ b. Ebî Rabâh
(öl.l 14/732). Medine de aynı
şekilde Hz. Peygamber (sav)'in İslâm Dinini yaymak üzere hicret ettiği ve
bilhassa ahkâmla ilgili âyetlerin inişine sahne olan mübarek bir beldedir.
Resûlullah'ın vefatından sonra da ashâbm uzun zaman ayrılmayıp bu mukaddes
şehirde ikamet etmesi ve âlim sahâbilerin sayı itibariyle diğer ilim
merkezlerine nisbetle burada daha fazla olması, söz konusu ekolün değerini
ortaya koymaktadır. Böylece denilebilir ki, Medine'deki sahâbiler bu şehirde
kaldıkları müddetçe kendilerinden sonra gelenlere Allah'ın kitabını ve Hz. Peygamber'in
sünnetini Öğretmeye çalışıyorlardı. İşte bunlardan birisi de Medine'nin en
büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (Öİ.30/650) idi. Onun tedris halkasında
yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: 1. Ebu'l-ÂIiye
(Öİ.90/709). 2. Muhammed b. Ka'b
el-Kurazî (öl.118/736). 3. Zeyd b. Eslem
(Öİ.136/753) Bu ekolün kurucusu da
Abdullah b. Mes'ûd (öl.32/652)'dur. Bilindiği gibi İbn Mes'ûd, Resûlullah'ın
vahiy kâtiplerinden biriydi. Bu münasebetle Hz. Peygamber'in Kur'ân'a yönelik
açıklamalarına daha çok muttali olmuş ve özellikle tefsirde bir derinlik
kazanmıştı. Onun bu niteliğini bilen Hz. Ömer halifeliği sırasında İbn
Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin etti. İbn Mes'ûd, Kûfe'ye geldiği zaman
orada daha başka sahâbîler de bulunuyordu. Ancak insanlar kısa zamanda onun
ilminin genişliğine muttali olarak etrafında büyük bir halka oluşturdular. Böylece
o, kendisinden ilim almak üzere toplanan insanlara daha iyi hizmet vermek
amacıyla bir tefsir ekolü/medresesi kurdu. Kaynakların belirttiğine göre bu
medrese daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmişti. Bu sebepten
dolayıdır ki, İslâm âlimleri İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu ekolü,
içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek ona "Irak re'y
ekolü" ismini verdiler. Bu ekolün
yetiştirdiği pekçok âlim vardır. En ünlülerini şöyle sıralamak mümkündür: 1. Alkame b. Kays
(Öİ.61/681). 2. Mesrûk b. el-Ecdâ
(Öİ.63/682). 3. Esved b. Yezîd
(Öİ.74/693). 4. Mürretu'l-Hemedânî
Cöl.76/695). 5. Âmiru'ş-Şa'bî
(Öİ.109/727). 6. el-Hasan el-Basrî
(öl.HO/728). 7. Katâde b. Diâme
(Öİ.117/735). Tefsir ekolleri
hakkındaki bu kısa açıklamadan sonra şunu hemen ifade edelim ki, kurulan bu
ekollerde sahabe tarafından yetiştirilen ilim ve fazilet sahibi tabiilerin,
Kur'ân tefsirinde sahabeden sonra söz sahibi oldukları muhakkaktı. Çünkü
onların yetişmesinde sahâbîlerin büyük katkıları vardı. Ancak bu hususta kendi
gayretlerini de gözden uzak tutmamak lazımdır. Meselâ İbn Ebî Müleyke
(Öİ.117/735): "Mücâhid'i, İbn Abbâs'a Kur'ân'm tefsirini sorarken gördüm.
Yanında da levhalar bulunuyordu. İbn Abbâs ona yaz diyordu, (o da yazıyordu).
Mücâhid (bu yolla) bütün tefsiri ona sordu" diyerek hem sahâbîlerin, hem
de tabiilerin tefsir konusundaki gayretlerini dile getirmiştir. Mücâhid'in kendisi
de: "Mushafı başından sonuna kadar üç defa İbn Abbâs'a arzettim. Her
âyette duruyor ve ona sorular soruyordum" demek suretiyle aynı noktaya
işaret etmiştir. Ancak burada önemli
bir hususa da değinmek istiyoruz. Kaynaklara göre söz konusu ettiğimiz bu üç
tefsir medresesinde yetişen tâbiûn müfessirleri, ekseriyet itibariyle
mevâlidendir. Meselâ, İkrime, İbn Abbâs'ın, Zeyd b. Eşlem, Hz. Ömer'in, Mücâhid
b. Cebr, Benî Mahzûm'un mevlâsı idi. Ayrıca, Atâ b. Ebî Rabâh ve Irak re'y
medresesine mensup tabiîlerin çoğunun da mevâliden olduğu bildirilmiştir.
Hatta tâbiûn dönemi alimlerinden Mesrûk (öl.63/683), Şurayh (01.85/704), Said
b. el-Müseyyeb (Öİ.94/712) ve benzeri bazı âlimler dışında hemen hemen ilim
adamlarının hepsinin mevâliden olduğu bile iddia edilmektedir. Tâbiûn döneminde
yetişen müfessirlerin mevâliden oluşunu İbn Haldun (öl.808/1405), bedevîliğin
ve ümmîliğin Araplarda hâkim bir unsur olmasına bağlamaktadır. Bu konudaki
görüşü özetle şöyledir: Araplar başlangıçtan beri kendilerinde bedevilik ve sadelik
hâkim olan ve Kur'ân'm da haber verdiği gibi okuma yazması olmayan (ümmî) bir
toplumdur. Onlar, İslâm dini geldikten sonra ancak okuyup yazmaya başladılar.
Fakat bunu bir te'lif sanatı haline getiremediler. Kur'ân ve sünnetten
öğrendiklerini hafızalarında tutup genellikle ağızdan ağıza naklediyorlardı.
Bilhassa Hülefâ-i râşidînden sonraki dönemlerde siyaset ve devlet yönetimine
aşırı düşkün olmaları, onların ilim ve sanatla meşgul olmalarına engel olmuştu.
İşte bu sebeplerden dolayı Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm ve diğer ilimlerle
meşgul olmak, kendilerine "a'cetnî" ve "mevâlî" gibi
isimler verilen bu gayr-i Arap unsurlara kalmıştı Mevâlinin tefsirle
uğraşması esasen tefsir açısından bir kazanç sayılabilir. Çünkü farklı sosyal
çevre, din, dil ve kültür muhitinden gelmiş olan bu insanlar, Kur'ân tefsirine
yeni bir soluk, anlayış ve yorum katmışlardı. Sahabe döneminde icmali mana ile
yetinme söz konusu iken, tâbiûn döneminde âyetlerle ilgili tafsilatlı manaların
görünmesi, bu hususu doğrular mahiyettedir. Gerçi Kur'ân, sahâbîler döneminde
de içtihâd yoluyla tefsir edilmişti. Ancak içtihadın boyutları tâbiûn döneminde
daha da genişlemiş, hatta itikâdi ve amelî mezhep hareketlerinin temelleri bu
dönemde atılmıştı. Tâbiûn Tefsirinin
Genel Nitelikleri Tâbiûn tefsirinin
genel olarak niteliklerini şöylece sıralayabiliriz. 1. Tâbiûn döneminde
bir taraftan Kur'ân baştan sona âyet âyet tefsir edilirken diğer taraftan da
ortaya konulan görüş ve iddiaların delillen-dirilmesi için bazı kelime ve
tâbirlerin izahına geniş yer verilmiştir. 2. Tâbiûn tefsirinde
kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve
istidlal yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır. 3. Şiirle istişhâd
metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek
de bu dönemin bir başka özelliğidir. 4. Tabiilerin,
Kur'ân'da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını
öğrenebilmek için ehl-i kitap âlimlerine rnüracaat ettikleri bir vakıadır.
Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler, bir önceki döneme
kıyasla daha çok bu devirde Kur'ân tefsirine girmiştir. 5. Bu dönemde de
tefsir, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine şifahî nakil
yoluyla aktarılmıştır. Ancak bu haberler Mekke, Medine ve Irak gibi belli başlı
ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet
edilmiş, böylece tâbiûn dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana
gelmiştir. TARİHTEN GÜNÜMÜZE
TEFSİR EKOLLERİ 1.MEZHEBİ TEFSİR EKOLÜ İslam’ın
birinci asrından itibaren gerek dini, gerekse siyasi bir anlayışla ortaya
çıkmaya başlayan bir takım mezhepler, tefsire hız veren amillerin başında yer
alır. Her şeyden önce Müslüman olduklarını unutmayan bu mezhep mensupları
ortaya koydukları görüşlerin doğruluğunu göstermek için Kurânˊa
başvuruyorlardı. Çünkü her mezhep Kurân ve sünnete dayandığı oranda güçleniyor
ve taraftar topluyordu. Ancak bunların bir kısmı Kurânˊı bir kısmıda mensup
olduğu mezhebin görüşlerini esas alıp, Kurân ayetlerini o esaslara göre tefsir
ediyordu. Bu tür mezheplere mensup âlimler ister itikâdî, ister ameli, isterse
siyasi görüşleri bakımından olsun, Kurânˊı kendi anlayışları doğrultusunda
yorumluyorlardı. Böyle olunca kendi mezhebini Kurânˊla test etmeye çalışan bir müfessir,
zaman zaman mensubu bulunduğu mezhebin her hangi bir görüşü Kurânˊa muhalif de
olsa, onu savunmak zorunda kalıyordu. Bunu, Ehl˗i sünnet dışındaki bazı
mezheplerde görmek mümkündür. Çünkü Ehl˗i sünnet vahyi akla değil aklı vahye
tabi kılma yolunu tercih etmiştir. Bunun doğal sonucu olarak da bu mezhebe
mensup müfessirler, hiçbir zaman akıllarını vahyin(Kurânˊın) önüne
geçirmemişler. A. Ehl˗i sünnet Tefsiri Ehl˗i
sünnet, Hz. Peygamber ve sahabenin inanç sistemlerini izleyen Müslümanların
ortak adıdır. Bu inancın oluşmasına etki eden âlimlerin başında Ebu Hanife
gelmektedir. Ebu Hanife’nin ardından İmam Malik, İmam Şâfiî gibi âlimler
muhafazakâr bir akide sistemini savunmak suretiyle daha sonra oluşacak Sünni
kelamın kurulmasına yardımcı olmuşlardır. Bundan sonraki merhalede ise Ehl˗i
sünnet kelam akımı, Eşˊariye ve Maturidiyye ekolleri tarafından
sistemleştirilerek hicri IV. yy dan itibaren İslam dünyasının bir çok
bölgesinde ana mezhep haline gelmiştir. Bu başarıda önemli pay sahibi olan iki
İslam bilgininden biri Ebul˗Hasen el˗Eşˊari (ö. 324/935), diğeri de İmam
Maturididir (ö.333/944). Her ikisi de yazmış oldukları eserlerle Sünni kelamı
savunmuşlardır. B. Muˊtezile Tefsiri Muˊtezile, Hişam b. Abdülmelik zamanında yaşamış olan Vasıl b. Ata
(ö.80/131)ˊnın kurmuş olduğu mezhebe verilen isimdir. Bu mezhep, Emeviler
devrinde ortaya çıkmış olmakla birlikte, Abbasiler döneminde ivme kazanmıştır.
Bu dönemde akılcı bir anlayışla hareket eden Muˊtezile âlimleri, önce kendi
tercihlerini ortaya koymuşlar, ardından da bunları delillendirme cihetine
giderek, Kurˊânî nasları teˊvile koyulmuşlardır. 1.Muˊtezileˊnin tefsirdeki metodu Muˊtezileˊnin dini düşünce sistemi, ̎usul˗i hamse ̎ diye bilinen beş
temel prensip üzerine kurulmuştur. Bu prensiplerden en önemlileri, tevhid ve
adalet olup, bu ikisi vaˊd ˗ vaˊid, el˗menzile beynel˗menzileteyn ve emir bil
maˊruf nehiy anil˗münkerden oluşan diğer üç prensibi de içermektedir. Muˊtezili
âlimler, Kurân ve yorum anlayışlarını bu iki prensip ekseninde
şekillendirmişlerdir. Onlara göre Kurânˊı doğru anlamak ancak bu sayede
mümkündür. Söz gelimi, tevhid prensibinin tefsirdeki izdüşümlerinden biri
rüˊyetullah meselesidir. Bilindiği gibi Allah her türlü tecsim ve teşbihten
tenzih edilmesi gereken aşkın bir varlıktır. Dolayısıyla rüˊyetullahˊın dünya
ve ahirette mümkün olduğundan söz etmek, ̎Allah cisimdir ̎ demekle eş
değerdedir. Oysa Allah ne cisimdir nede arazdır. Bu itibarla onu görmek
muhaldır. Buda sözü edilen prensibin bilinmesiyle anlaşılacak bir husustur.
Aynı şey adalet prensibi için de söz konusu edilebilir. Bu prensibin tefsirdeki
en belirgin izdüşümü de kulların fiilleri meselesidir. Şu bir gerçek ki, insan
iradesinde hür ve muhtar olmak zorundadır. Çünkü bu, dini mükellefiyetin
kaçınılmaz bir sonucudur. Aksi halde ˗haşa˗ Allah’ın zalim olduğuna hükmetmek
gerekir. Çünkü iyi ve kötüyü seçme özgürlüğü bulunmayan bir varlığı
yaptıklarından dolayı hesaba çekmek, zulümden başka bir şey değildir. Allah
kullarına karşı zalim olmadığına göre, bu durumda insandan sadır olan fiillerin
gerçek sahibi ve yaratıcısı bizzat insanın kendisidir. 2.Meşhur Muˊtezile
Tefsirleri (1) Ebu Müslim Muhammed b. Bahr el˗isfahani(ö.322/934),Camiuˊt˗teˊvil li
muhkemit˗tenzil (2) Kadı Abdulcebbar(ö.415/1024), Tenzihul kurân anil˗metaîn (3)Zemahşeri(ö.538/1144),el˗Keşşaf C. Şia Tefsiri Şia, Hz.
Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali ve onun Ehl˗i beytini halifeliğe layık
gören ve ondan sonraki halifelerin de Hz. Ali’nin soyundan gelmesi gerektiğine
inanan topluluğun müşterek adıdır. Bu topluluk daha ziyade ̎imamet
̎anlayışı ile diğer mezheplerden ayrılmaktadır. Şia, birçok grubu içine
alır bizim burada ele alacağımız grup, Şia’nın büyük çoğunluğu için söz konusu
olan ̎ İmamiyye Şiası ̎, diğer adıyla ̎Caferiyye Mezhebi ̎ dir. İmamiyye şiasıˊnın
tefsir anlayışını tespit edebilmek için bu mezhebin ̎ ismet
̎, ̎mehdilik ̎, ricˊat ̎ ve
̎takiyye ̎gibi inanç esaslarının
başında yer alan ve Şii düşünce sisteminin en temel parametresi ̎ imamet
̎ anlayışı durmamız gerekir. Söz konusu mezhebin anlayışına göre
peygamber göndermek nasıl Allah’ın bir lütfu ise, peygamberden sonra imam
göndermek de ilahi bir lütuftur. Bu bakımdan imamın tayini, ancak Allah’ın
bildirmesi yahut bir önceki imamın beyan etmesiyle gerçekleşir. Çünkü imamet
nübüvvetin idari cephesidir. İmamlar peygamberler gibi masum olmaları ve ismet
sıfatı konusunda aralarında farkın bulunmaması gerekir. Meşhur
Şia Tefsirleri (1)Kummi, Ali b. İbrahim (hicri III. veya IV.
asır)Tefsirul Kummi (2)Tusi, Ebu Cafer Muhammed b.
el˗hasen(ö.460/1068),et˗Tibyan D. Harici
Tefsiri
Haricilik de, Şiilik gibi Hz. Ali zamanında bir mezhep hüviyetiyle
ortaya çıkmış siyasi˗ dini fırkalardan biridir. Sonradan kendilerine harici
ismi verilen bu fırka mensupları başlangıçta Hz. Ali ye yardım etmişler,
ancak ̎tahkim olayı ̎nda, Ebu Musa el˗Eşˊariˊyi hakem tayin
etmesinden dolayı onun küfre girdiğine inanıp, karşısında yer almışlardır.
Bundan dolayı Harici mezhebinin Şia’ya karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını
söylemek mümkündür. Haricilere göre iman ve İslam bir bütün, amel de imandan
bir cüzdür. Bundan dolayı ameli terk eden imandan çıkmış demektir. Allah’ın
sıfatlarıve Kurânˊın mahlukiyeti konusunda Muˊtezili gibi düşünen bu fırka
mensupları büyük günah işleyen kimselerin ebediyen cehennemde kalacağına
inanmaktadırlar. Haricilere isnat edilen en önemli tefsir, Muhammed b. Yusuf
Itfıyyiş (ö.1332/1914)ˊin ̎Himyanuz˗zad
ila daril meâd ̎ adlı tefsiridir. 2.
İŞÂRİ TEFSİR EKOLÜ
İşârî tefsir, ̎ yalnız tasavvuf
erbabına açılan birtakım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla Kurânˊı
açıklamak ̎ demektir. Buna göre söz
konusu tefsir sûfinin kendi bireysel fikirlerine değil, bulunduğu makam
itibariyle kalbine doğan ilham ve işaretlere dayanmaktadır. İşârî tefsir,
mutasavvıflara nispet edildiğine göre konunun iyi anlaşılması için biraz
tasavvuf üzerinde durmak gerekmektedir. Bilindiği gibi tasavvuf, züht ve takva
ile ruhu bunalımlardan, kötü duygulardan temizleme ve dünyevi meşgalelerden
uzak tutma yoludur. Asıl hedefi ise kalpten masivayı yani dünya ile ilgili her
şeyi atıp onun yerine Allah sevgisini yerleştirmek ve beşeri varlığı ilahi
varlıkta yok etmektir. Bazı mutasavvıflar Kurânˊı kalplerine gelen ilhamlar
doğrultusunda yorumlama yoluna gitmişlerdi. Böylece bu hareket kendi içerisinde
sistemleşmeye doğru bir seyir takip etti ve İşârî tefsir ekolü de tarihteki
yerini almış oldu. A. Şerî yönü Mutasavvıflar, Kurânˊın zahiri manasının ötesinde batini birtakım
manalarının da bulunduğunu kabul etmekte ve bunu da,فمالهؤلاءالقوم لا يكادون يفقهون حديثاً Bu kavme ne oluyor ki hemen hiçbir
sözü anlamıyorlar[ix]وأسبغ عليكم نعمه ظاهرة وباطنة Allah size zahir ve batin nimetlerini bolca ihsan
etti…[x]Ayetleri
ile delillendirmektedirler. Onlara göre Kurân insanlara zahir ve batın
nimetlerin verildiğini açıkça beyan etmiş; ayrıca ̎hiçbir sözü anlamıyorlar ̎ ifadesiylemuhatap aldığı ilk topluluğun,
Kurânˊ daki batini manaları anlamadıklarını vurgulamıştır. Çünkü ilk
muhatapların ana dili Arapça idi. Dolayısıyla onların, Kurânˊın zahirini
anlamamaları mümkün değildi. O halde ayette kastedilen zahiri mana değil batini
manadır. B.Makbul olmasının şartı Batini teˊviller caiz olmakla
beraber onların her zaman isabetli olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Çünkü
batini bir yorumun makbul sayılabilmesi için bir takım şartların bulunması
gerekmektedir. Bu şartlar eksik olduğunda İşârî tefsirin sıhhatinden söz
edilemez. (1) Batini mana, lafzın zahiri anlamına ters
düşmemeli (2) Öngörülen batini anlamın isabetli
olduğunu gösterecek bir başka nas veya açık bir delilin bulunması (3) İleri sürülen batini manaya muhalif şerî
veya akli bir karine bulunmamalıdır. Bize göre
İşârî tefsir yapmak için imkânı bulunmayan birtakım şartlar ileri sürmektense,
Kurân bütünlüğünü ve sahih sünneti esas alarak çok aşırı teˊvillere kaçmadan
aklî ve mantıkî bazı batini yorumlara gidilebileceğini söylemek daha
isabetlidir. C. Doğuşu
ve Sistemleşmesi İşârî tefsirin ilk temsilcileri arasında el˗Hasen el˗Basri
(110/728),Cafer’i sadık (148/765)ve Abdullah b.
Mübarek (181/797)ˊin isimleri sayılmaktadır. Tabiûn ve tebe˗i tabiîn
döneminden sonra züht hareketi gelişerek
̎ Allah aşkı ̎na dönüşmüş ve
bunun sonucu olarak İşârî tefsirde de bir gelişme ve sistemleşme olmuştur. Bu
aşamada en büyük rolü, Sehl b. Abdilleh et˗Tüsteri(283),Cüneydi bağdadi (298)ve
Muhammed b. Musa el˗vasiti (331/942)ˊnin üstlendiği ifade edilmektedir. Fakat
İşârî tefsirin esasen sistemleşmesi, dördüncü hicri asrın sonunda Ebu
Abdurrahman es˗Sülemi(412)ˊnin kaleme aldığı
̎ Hakaikut˗tefsir ̎ eserle mümkün olmuştur. Önemli rolü olan diğer bir
müfessir de Gazzali (505/1111)ˊ dir. Gazzali
̎Cevahirul˗Kurân ̎adlı eserinde
Kurân ayetlerinin batini yorumlarına yer vermiştir. Gazzali tasavvufi tefsiri
benimsemiş olmakla birlikte onun, zahiri tefsir bilinmeden mümkün olmadığına da
dikkat çekmiştir. Çünkü zahiri manalara vakıf olmadan Kurânˊın sırlarını bilmek
mümkün değildir. D. İşârî Tefsire Yöneltilen Tenkitler İşârî tefsir, tasavvufa meyleden kimselerce tasvip görürken bir kısım
âlim tarafından da tenkit edilmiştir. Ancak yapılan tenkitler daha çok aşırı
derecedeki batini teˊvillere yöneliktir. Bu aşırı teˊvilleri yapanların başında
İbn Arabi gelmektedir. İbn Arabi’ye izafe edilen çok çeşitli teˊviller vardır.
Bunların bir kısmı mutedil olmakla birlikte bazıları oldukça aşırıdır. Bu
yüzden olmalı ki bir grup İslam âlimi ona karşı güzel zan beslemekle beraber
eserler[xi]inin
okunmasını zararlı bulmakta, bazıları da biraz daha ileri giderek onun zındık
olduğunu söyleyip kitaplarının okunmasını haram saymaktadır. Ancak Abdulvahhab
eş˗Şaˊrani, İbn Arabi’nin eserlerindeki Ehl˗i sünnet inancına ters düşen
hususların gerçekte ona ait olmadığını, büyük bir ihtimalle bazı art niyetli
kişilerin sonradan bunları ilave ettiklerini söyler. İşârî Tefsire yönelik
ciddi eleştiriler mevcuttur. Bu eleştirilerin temelinde zahiri anlamın tamamen
yorum dışına atılması ve ortaya konan tefsiri delillendirecek sahih nakillerin
bulunmaması gerçeği yatmaktadır. 3. İLMÎ TEFSİR İlmî tefsir ile
ilgili olarak ilk eser yazan (Cevâhiru'l- Kur'ân) Gazzâlî'dir.Bu anlayış
içerisinde tefsir yazan ve bunu en güzel şekilde tatbik eden de Fahruddîn
er-Râzî (ö. 606/1209)'dir. Bunlardan sonra da ilmî tefsir hareketinin
bayraktarlığını Muhammed b. Ebi'l- Fadl el-Mursî (Ö.655/1257) ile es-Suyutî
(Ö.911/1505) yapmışlar Bu hareketin Bu asırdaki ilk muharriki ve bu konuda
ilk meydana getirilen eser, Muhammed b. Ahmed el-İskenderânî (Ö.1306/1888)'nin
"Keşfu'l- Esrâri'n- Nûrâniyyeti'l- Kur'âniyye fîmâ yetaallaku bi'l-
Ecrâmi's- Semâviyyeti ve'l- Ardiyyeti ve'l-Hayvânâti ve'n- Nebati ve'l-
Cevâhiri'l- Ma'deniyyeh." eseridir. el-İskenderânî'yi,
"Tebâiu İstibdâd ve Mesâriu'l- İsti'bâd" adlı eseriyle es-Seyyid
Abdurrahman el-Kevâkibî (ö. 1320/1902) takip edecek ve bu yöntemin
savunuculuğunu yapacaktır. İlmî
tefsir çalışmalarının, ülkemizdeki temsilcisi Gâzî Ahmet Muhtar Paşa (Ö.1918)
olmuş ve astronomi ile eserine, "Serâirü'l- Kur'ân" ismini vermiştir
ve bu eser sahasında yazılan ilk ciddi eserlerden sayılmıştır. Mısır'ın
ve İslâm âleminin meşhur edipleri arasında zikredilen Mustafa Sâdık er-Râfi'i
"İ'câzu'l- Kur'ân" adlı eserindeki "el-Kur'ân ve'l- Ulûm"
Meşhur tabip, Dr. Abdülaziz İsmail (Ö.1942) "el-İslâm ve't-Tıbbu'l-
Hadîs" adlı eserinde, bilhassa tıp olmak üzere ilmî konulara yönelmiştir. İlmî tefsirin, son dönemdeki en mühim mümessili Şeyh
Tantâvî el-Ccvherî (ö.l940) ve eseri"el-Cevâhir fî
Tefsiri'l-Kur'ân"'dır. Tantavî'den sonra, Mustafa el-Merâgî, Reşid Rızâ,
Seyyid Kutûb gibi müfessirler gelir. İlmî tefsir günümüzde varlığını genellikle müstakil
eserler halinde sürdürmektedir. Bunlar Abdurrezzak Nevfel'in "el-Kur'ân
ve'l- İlmu'l-Hadîs"i; Yusuf Mürüvve'nin "el-Ulûmu't-Tabîiyye
fi'l-Kur'ân"ı; Beşir et-Türkî'nin "L'İslâm Religion de la
Science"ı; Maurice BucaiUe'ın "La Bible, le Coran et la Science"
adlı eseri burada zikredilebilir. İlmî tefsir hareketine ilk sistemli itirazın,
Endülüslü Usûlü Fıkıhçı Ebû İshâk b. Musa eş-Şâtıbî (ö.790/1388)'den geldiğini
görmekteyiz. Reşid rıza, Mustafa el-Meragî ve "Hüseyin ez-ZeHebî de ilmî
tefsirin aleyhinde olanlardandır. İlmî tefsiri savunan âlimler de ilmî tefsirin sahih
olabilmesi için birtakım şartlar ileriye sürmüşlerdir: 1. İlmî
tefsir, ilmî nazariyeleri te'yid etmeli, ilmî nazariyeler ilmî tefsiri değil.
Kur'ân asıldır, ölçüdür. İlmin doğru veya yanlışlığında O'na müracaat edilir.
İlmî nazariye ölçü kabul edilip Kur'ân'ın sahih olup olmadığı onunla ölçülemez. 2. Kur'ân ve ilimler münasebeti mevzuunda
düşülen vahim hatalardan birisi de, Kur'ân'ı mevcut ilimlerin peşinden
koşturmak ve onlara tâbi kılmaktır. İlimleri Kur'ân'dan, Din'den ve imandan
ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur'ân'ı müspet ilimlerin peşinden
koşturmak ve O'nu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı
saymak da bir ifrattır. 3. Kur'ân'ı, değişip duran ilimlerin bugünkü
seviyesiyle bir görmek, hatta henüz ispatlanamamış ilmî teorileri Kur'ân'a
şahit yapmak ve Kur'ân âyetlerini bu ilmî buluş ve nazariyelere tatbik etmek
aynı derecede, hatta daha büyük bir yanlıştır. Kur'ân âyetleri, yeni ilmî gelişme ve nazariyelerle telife
çalışılmamalıdır. 4. Ayet ve hadisleri ilimlere göre açıklamaya
çalışırken, dâima "fîhi nazar" deyip, daha başka ihtimalleri nazara
alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır. 5. "İlmî tefsirde muvâzeneyi elden
kaçırmamak lâzımdır. 6.
Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerini zaafımıza alet etmemeliyiz. Asıl
maksad-ı ilâhî unutulup girilerek teferruata dalınırsa, âyetler arada kaynayıp
gider. Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerini zaafımıza alet etmemeliyiz. İctimai
Tefsir Bu
tarzla tefsir, kuruluk ve durgunluktan kurtarılmaya çalışılmıştır. Ekolün en
belirgin özelliği, Kur'ân'ı tefsir ederken O'nun hidâyet yönünü tefsire konu
edinmesidir. Kur'ân, toplum için inmiştir. Bu yüzden tefsir edilirken çağın
toplumsal problemleri Kur'ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır. Bu
tefsir hareketinin mümessili Muhammed Abduh'tur (v.1848-1905). Daha sonra onun
öğrencisi Reşid Rızâ (v. 1865-1935), Mustafa el-Meraği (v. 1881-1945), Seyyid
Kutup (v.1906-1966), Said Havva, Mevdudî ve Süleyman Ateş. Bu
yönelişin tefsir anlayışını ve gayelerini ana hatlarıyla ele aldığımızda, şu
hususları tespit etmekteyiz: a.
Tefsir yaparken hiçbir mezhebin etkisinde kalmamak, b.
Tefsirden İsrâiliyyatı arındırmak, c. Kur'ân'ın genel ilkeleri üzerinde durmak,
ayrıntılara girmemek, d.
Tefsiri, ilim ve fen ıstılahlarından arındırmak, e. İslam
toplumunun problemlerine ve sıkıntılarına özellikle Kur'ân'dan çözümler
getirmek. Dünya ve âhiret saadetinin ancak Kur'ân vasıtasıyla
kazanılabileceğini vurgulamak. Bu ekole yöneltilen başlıca eleştiriler ise
şunlardır. a. Çok aşırı bir hürriyet içinde olması ve aklı
olabildiği ölçüde sınırsız kullanması, Mu'tezile'ye yaklaşılması, b. Bazı şer'î nassların, özellikle hakikat ifade
eden lafızların mecazla te'vili cihetine gidilmesi, c. Kur'ân lafızlanın ilk nüzulü esnasındaki
anlamlarını aşırı şekilde genişletmesi, d. Bazı
sahih hadisleri terketmesi veya zayıf ve uydurma olarak kabul etmesi ve âhâd
haberlerin reddedilmesi. Fakat bu tenkitler, bu sahada yazılan bütün tefsirler
için geçerli değildir. İçtimaî
konuları öne çıkartan ve tefsirlerinde sosyal konulara daha ağırlıklı olarak
yaklaşan bu müfessirlerden başka, müstakil eserler vermek suretiyle sosyolojik
yönelişe dahil olan bir çok bilim adamı da mevcuttur. Bunlar arasında Ferid
Vecdi, Mahmut Şeltut, Mehmet Akif ve İkbal gibi âlim ve şair entelektüeller de
bulunmaktadır. Mesela Ferid Vecdi'nin sosyolojik tefsir ekolünün gayesine uygun
olarak yazdığı "el-Mushafu'l- Müfesser" adlı eserinden başka,
"İlim Asrında İslâm", "Medeniyet ve İslâm ve Müslüman
Kadını", gibi eserleri de bu tefsir akımıyla yakından alakalıdır. Fıkhi Tefsirler İbâdât,
muamelât ve ukûbâtla ilgili âyetlerin izahlarıyla meşgul olup, söz konusu alana
ait âyetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir çeşididir. Konusu, tabii
ki ahkâm âyetleridir. ahkâm âyetleri ikiye ayrılmaktadır. 1.
İçinde ahkâmın bulunduğu açıkça ifade edilen âyetler, (el-Bakara, en-Nisâ, el-Mâide, el-En'âm
Sûrelerinde bu nevi âyetler oldukça fazladır) 2.
Doğrudan doğruya bir hüküm ifade etmeyip, istinbat yoluyla hüküm çıkarılabilen
âyetler. Bunlar da kendi aralarında, başka bir âyete başvurmaya gerek kalmadan
hüküm çıkarılabilenler ve başka bir ya da birkaç nass yardımıyla hüküm
çıkarılabilenler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Önemli Bazı Ahkâm Tefsirleri 1.
eş-Şâfii (ÖI.204/819), Ahkâmu'l-Kur'ân. 2. et-Tahâvî (51.321/933), Ahkâmu'l-Kur'ân. 3. el-Cessâs (Öİ.370/980), Ahkâmu'i-Kur'ân. 4. Ebû Bekr İbn Arabî (Öİ.543/1148), Ahkâmu’l-Kur'ân. 5. el-Kurtubî (61.671/1272), el-Câmi' li
ahkâmi'l-Kur'ân. es-Suyûtî Celâluddin (ö. 911/1505) nin
“el-lklîl fi Istinbâti't-Tenzîl; Muhammed Sidik Hasan Hân (ö. 1307/1889) in
“Neylu'l-Meram min Tefsiri Âyâti'l-Ahkâm”ı; Muhammed b. Abdillah Draz (ö.
1377/1958)ın “Tefsiru Âyâti'l-Ahkâm”ı; Muhammed Ali Sayis’in “Tefsîru
Âyâti'l-Ahkâm”ı; es-Sâbûnî, Muhammed Ali’nin “Revâiu'l-Beyân, Tefsiru
Âyâti'l-Ahkâm Mine'l-Kur'ân” Modernist Tefsir Modernist
tefsir iki aşamada incelinir 1. Klasik modernizm Savunucuları:
seyit Ahmet han, seyit emir ali Muhammet ebu zeyd gelir. Ahmet han başlangıçta
şah veliyullah dihlevinin etkisinde kalmış daha sonra bu akıma girmiştir. O
islamın akılla uzlaştığını kabul ederek kuranı aklileştirmeye çalışmış
tefsiru’l-kur’an adıyla kur2anı 17. Cüze kadar tefsir etmiştir. Örnek olarak
kurandaki miraç başta olamak üzere mucizeler. Cinleri şer, hastalık ve diğer
olumsuzlukların kaynağı olarak yorumlaması şeytanı da nefsi emmare gibi
insanlarda bulunan bir kuvve olarak yorumlaması. Peygamberler vahyi melek
vasıtası ile değil sahip oldukları kabiliyetlerle aldıklarını ileri
sürmektedir. Geçmişte müslüman alimlerin tartıştığı meseleler müsülümanları
fikri donukluğa sevk etmiştir. Bundan kurtulmak da ictihad fikrinin yayılması
ile geliştirilmesi ile mümkündür. Eğer bu fikriyattan kurtulunmazsa taklitçilik
devam edecek yeni peygamberler ve yeni kur’anlar türeyecektir. Bu
akımın ikinci önemli temsilcisi Seyit
Emir Alidir. Ona göre miraç maddi bir olgudur. Çok evlilik
kaldırılmalıdır. Seyit Ahmet ali islam modernizmini savunan batı yanlısı
aydınlar üzerinde etkili olmuştur. Bu zaatın müstakil bir eseri yoktur. Muhammet
Ebu Zeyd el-Hidaye ve’l irfan fi tefsiri’l-kur’an bi’l-kur’andır. Modrnizmden
ziyade determinist bir insandır. Mucizeleri sebep sonuç ilişkisi üzerinden
yorumlar. 2. Çağdaş Modernist Tefsir Bu akıma
çağdaş modernist tefsir ya da tarihselci yaklaşım da denir. Bu
ekolün mensupları fazlurrahman, roger graudy Muhammet arkoun hasan hanefidir. -Fıkhın manası: Lügatte
derinliğine kavramak ve idrak etmektir. -Fıkhın mefhumu ve şümulü: ·
Hz.
Peygamber ve Sahabe devrinde: İtikat, amel ve ahlak ile ilgili bilgilerdir. İlimle
aynı manaya gelmektedir. ·
Daha
sonra Fıkıh, itikat ve ahlak bilgileri dışında kalan amel ve muamelat ile
ilgili bilgiler için kullanılmış. HZ.PEYGAMBER
DEVRİ B- MEDİNE DEVRİ: Bu dönemde ferdî ve ictimâî
hayat tanzim edildi. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı,
diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkemeusûlü, muâmelât ve devletler arası
münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi. SAHABE DEVRİ Sahâbe nesli ictihadlarını şu
esas ve metodlara göre yürütmüşlerdir: Tâbiûn Devri MOĞOL İSTİLASINDAN
MECELLE'YE Ondokuzuncu asırda,
İslam milletlerini uyandırmak, kaybettikleri maddi ve manevi değerleri yeniden
elde etmelerini sağlamak maksadıyle harekete geçen İslam münevverlerinin
(aydınlarının) programında ictihadın da önemli bir yeri bulunduğunu görüyoruz.
Öncelikle -tek bir- müctehide bağlanmadan- önceki müctehidlerden istifade
etmek, delillerine ve ihtiyaca bakılarak bunlardan seçmeler yapmak, bu yol ile
maksada ulaşılamadığı takdirde -imkan bulundukça- şura ictihadı yoluyla
boşlukları doldurmak hareketin öncülerince benimsenmiş ve tartışma konusu
olmaktan çıkmıştır. Mecelle
yalnızca Hanefi Mezhebi ictihadlarına göre düzenlenmiştir. Ancak hayati
ihtiyaçlar bu katı tutumu zorladığı için ısrar edilememiş, gerek Mecelle'nin
tadili (düzeltilmesi) çalışmalarında ve gerekse daha sonra çıkarılan Hukuk-ı
Aile Kararnamesinde diğer mezheblerin ictihadlarından da faydalanma yolu
benimsenmiştir. Bugün İslam Hukukunun ilmini yapanlar, gerek ictihadlar
arasında tercih ve gerekse ihtiyaç bulunduğu zaman ilim meclislerince yapılacak
ictihadın caiz ve hatta zaruri olduğunda birleşmişlerdir. Bu, nazari olarak
böyle olduğu gibi, ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde sık sık yapılir hale
gelen ilmi toplantılar ve çalışmalar yoluyla uygulanmaya da başlanmıştır. Bugün
Türkiye'de meriyet bakımından (geçerlilikte) İslam Hukuku mevcut değildir.
Bununla beraber müslüman halk, serbest bulundukları sahalarda ihtiyari olarak
İslam Hukukunun kaidelerine kısmen de olsa riayet etmekte, İslam Hukuku bu
manada bir uygulama sahası bulmaktadır. İlmi araştırma, eğitim ve öğretim
sahasına gelince memleketimizde İslam Hukuku incelemeleri ve öğretiminin
canlılığını koruduğunu rahatça söyleyebiliriz. Hususi dini tahsil görenlerin,
çeşitli fıkıh kitaplarını (bilhassa muhtasar (özet) olanları) medrese usülü ile
okumaları yanında, İlahiyat fakültelerinde, İslam Hukuku, modern sistematiği ve
öğretim metodlarıyle tedris edilmekte (ders verilmekte), ayrıca master, doktora
gibi ilmi çalışmalara konu olmaktadır. Hadîs
ilmi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir
ilimdir. Hatta bu ilmin, başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek
yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam
ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve parlama
gösterememiştir. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine
ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı
zamanlar da olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle,
İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama döneminde o da
parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir.
İslâm'ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış,
öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu demek oluyor:
Mü'minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da
maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır. Araştırıcılar, umumiyetle, hadîs sahasında
yapılan çalışmaların mahiyetini göz önüne, alarak, hadîs târihini başlıca dört
safhaya ayırırlar: 1- Tesbit Safhası 2- Tedvin Safhası 3-
Tasnif Safhası 4- Tehzib Safhası. Bu safha, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) ile Ashâb-ı Kirâm (radıyallahu anhüm ecmâin) devrini içine alır,
müddet olarak birinci asırla sınırlanır. Bu safhanın en bariz, en göze çarpan
husûsiyeti sünnet ve hadîsin zabt ve tesbîtidir. Zabt veya tesbît deyince yazı
veya hâfıza yoluyla tesbîti anlayacağız. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
tedbirleri ve Ashâb (radıyallahu anhüm)'ın gayreti sonucu bu iki zabt vâsıtasından
azamî ölçüde faydalanılmıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde
hadîslerin en sağlam tesbit yolu şüphesiz yazı idi. Bazı rivâyetler Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîs yazmayı yasakladığını ifâde
ederken, diğer bazı rivâyetler de, tam aksine yasaklamadığını ve hatta teşvîk
ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca, bir kısım sahâbelerin hadîsleri yazdığına
dair ve hatta yazdığını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kontrol
ettirdiğine dair rivâyetler var. Hadîslerin yazılması konusunda Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından ciddî bir yasak konmadığıın gösteren bir
diğer husus Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in vefatından sonra Ashâb'ın
takındığı tavırdır. "Hadîs yazılmaz" diye müşterek bir görüş ifade
edilmediği gibi, bu mânâya gelen bir tavır da izhar edilmemiştir. Aksine,
bâzıları yazma hususunda tereddüde düşerken, diğer bir kısmı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında olduğu şekilde yazma işine azimle devam
etmiştir. Başta Hz. Ömer (radıyallahu anh) olmak üzere,
bâzılarının tereddüdü, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den vâki, herkese
şâmil umumî bir emre dayanmaz. Daha ziyade şahsi mülâhazalara dayanır. Şâyet,
böyle nebevî bir yasak konmuş olsaydı, bu herkesçe bilinecekti. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in bir çift sözü için hayatlarını vermeye her an hazır
olan bir cemaatin, bilerek, onun tavsiyeleri hilâfına hareket edeceği
düşünülemez. Hele böyle ciddî bir meselede hiç mi hiç düşünülemez. Altının kıymetini sarraf bilir. Hadîsin
kıymetini de Ashâb bilmiştir. Ashab, "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı gördük, feyzimizi aldık" deyip hadîs öğrenmeye karşı kendini
müstağni hissetmemiştir. Müslüman nesiller arasında hadîse en çok alaka
gösterenlerin ilk nümûnelerine onlarda rastlarız. Bu yolda en büyük gayretler,
fedâkarlıklar, yorucu ve uzun seyâhat örnekleri onlardadır. Ashâb'ın ilmiyle meşhur olanlarından İbnu
Mes'ûd'u dinleyelim: "Kendisinden başka ilah olmayan Zât-ı Zülcelal'e
kasemle söylüyorum: Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ağzından yetmiş
küsur sûreyi kendi kulaklarımla dinleyip öğrendim. Buna rağmen, bilsem ki, bir
adam Kitabullah'ı benden daha iyi bilmekte ve bu adamın bulunduğu yere deve ile
ulaşmak mümkündür, mutlaka o zâta kadar giderim." Hadîsin bir başka vechine göre İbnu Mes'ûd
Kur'ân hakkındaki ilminin genişliğini şöyle ifâde etmiştir. "İnen hiçbir
âyet yoktur ki ben onun ne sebeple inmiş olduğunu bilmiş
olmayayım."Ebu'd-Derda hazretleri (radıyallahu anh) de şöyle der:
"Kur'ân'dan bir âyete takılacak olsam, müşkilimi giderecek zât,
Birkû'l-Gımâd'da bile olsa mutlaka giderim" Ashab'ın başlıca dört maksadla hadîs peşine
düşüp çok zahmetli seyahatlere giriştiğini görmekteyiz: 1- Bilmediği hadîsleri öğrenmek için, 2- Duyduğu hadîsin sıhhatini tahkîk için, 3- Bildiği hadîste düştüğü tereddüdü izâle
için, 4- Uluvvü isnâd (yani kulağına gelen bir hadîsi
rivâyet edeninden dinlemek) için. Sahâbe'yi
takib eden Tabiîn ve bunları tâkip eden Etbauttâbiîn devrinde de hadîsle ilgili
benzer meseleler devam etmiştir. Aslında selef diye tek bir kelime ile ifade
edilen bu ilk üç nesil dinîn meseleleri karşısında müşterek davranışlara ve
vasıflara sâhiptirler. Hadîs karşısında aynı titizlik, sünnete bağlılık
hususunda üstadları olan o güzîde Sahabe neslinden gördükleri aynı gayret ve hassasiyet
onlarda da mevcuttur. Hadîs tarihinin ikinci mühim devresini
"tedvinü's-sünne" dediğimiz çalışmalar teşkil eder. Zaman olarak
ikinci hicrî asrı içine alır. Tedvin, lügat olarak cem edip kitap hâline
koymak mânasına gelir. Bir hadîs ıstılahı olarak, hadîslerin resmen yazılıp
kitap haline konması demektir. Burada "resmen" tabirinin bilhassa
ehemmiyeti var. Zira, önceki bahislerde de görüldüğü üzere, hadîslerin yazılması,
ferdî ve hususî olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde başlamış
bir faaliyettir. Hatta bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından
pek çok yanlı vesîkanın bırakıldığını ve hepsine de "sünnet"
dendiğini belirtmiştik. Ama bunların hiçbiri tedvîn kelimesiyle ifade
edilen "yazma" işine girmez. Çünkü tedvîn'de hadîslerin tamamının
yazılması söz konusudur. Öyle ise tedvîn'in daha mükemmel bir târifini:
"Hadîslerin hepsine şâmil olan ve devlet eliyle yürütülen ikinci hicrî
asırdaki yazma faaliyetidir" şeklinde yapabiliriz. Tedvîn işi, Emevi halifelerinden Ömer İbnu
Abdilaziz'le başlar. Dindarlığı ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
sünnetine düşkünlüğü ile meşhur olan Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehulllah),
sünneti bilen Ashab neslinin, arkadan da büyük alimlerin çeşitli sebeplerle
birer birer hayattan çekilmelerini görerek hadîsin kaybolacağından endişe eder.
Tehlikeyi önlemek için her tarafdaki mevcut âlimleri hadîslerin yazılması işine
sevketmeyi düşünür. Bu maksadla, halife sıfatıyla vâlilere emirler, tamimler
gönderir. Ömer İbnu Abdilaziz'in gönderdiği bu mektuplardan bir tanesinin metni
Buhârî'de mevcuttur. Bu, Medîne valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderilen
mektuptur: "Beldende Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'le ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadîslerin)
yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid
gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar,
bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz." İbnu Sa'd'ın kaydettiği rivayette Ömer İbnu
Abdilaziz (rahimehullah) İbnu Hazm'a yazdığı mektupta şu ziyadede bulunmuştu: "....câri, bilinen
bir sünnet veya Amra bintu Abdirrahmân'ın rivâyetleri kabul edilsin..." Dârimi'nin rivayetinde şu ziyâde mevcut: "Sizce (veya
bölgenizde) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sâbit ve sahîh olan
rivâyetlerle Hz. Ömer'den sâbit olan rivayetleri yaz". Ebu Nuaym'ın Târîhu İsfehan'da kaydettiğine
göre Ömer İbnu Abdilaziz, mektubu, bütün İslâm beldelerine göndermiştir. Şu halde tedvîn işinden bahseden muhtelif
rivâyetleri göz önüne alarak konu hakkında daha bütün bir fikre
varabilmekteyiz. Hadîslerin tedvîninde Halîfe Ömer İbnu
Abdilaziz'in bu teşebbüsünü takdir edebilmek için; Tedvîn'de en büyük hizmeti
geçen ve bu faaliyete ismini veren Muhammed İbnu Şihâb ez-Zührî'nin şu
itirafını bir kere daha kaydetmek isteriz: "Bizi bu ümera (idâreciler) mecbur
edinceye kadar ilmin yazılmasını uygun bulmuyorduk. (Ümerânın müdâhale ve
icbarıyla bu işe girişince) hiçbir müslümanı yazmaktan men etmemek gerektiğine
inandık". Tasnif, tedvin'den sonra ele alınan hadîs
çalışmalarının müşterek adıdır. Kelimenin lügat mânası bu çalışmaların mahiyeti
hakkında bir fikir verir: Tasnif, sınıflara ayırmak, sınıflamak demektir. Yani,
tedvîn devrinde, sıhhat durumu ve ifâde ettiği muhteva nazar-ı dikkate alınmadan
yazıya geçirilmiş olan karma-karışık hadîs malzemesinin, belli maksadlarla
ayrılması, istenilen istikamette istifadeyi kolaylaştıracak şekilde yeni
düzenlere, nizamlara sokulması, sistem kazandırılması demektir. Bu safhada yapılan işlemlere bazan tebvîb
dendiği ve bu safhanın tebvîbü's-sünne tabiriyle ifâde edildiği görülür. Yine
aynı safhanın, yakın mânaya gelen ifrâd kelimesiyle ifâde edilerek ifrâdu's
sünne şeklinde ifâde edildiği olmuştur. Tebvîb, hadîs malzemesinin bablar
haline konmasını yani fıkhî konularına ayrılmasını, aynı mevzuya giren
hadîslerin bir araya getirilerek sunulmasını ifâde eder. İfrâd ise, ferdlere
ayırarak, tefrîk etmek mânasına gelir. Tebvîb'de olduğu şekilde fıkhî ayırım
mânasına geldiği gibi, sahîh-hasen-zayıf vs. ayrımı da ifâde eder. Kütüb-i
Sitte'nin te'lif vasfını bu kelime ile ifâde daha uygun olabilir. Ancak, bu safhadaki çalışmaları tasnîf
kelimesiyle ifâde etmek daha uygundur. Zira tasnîf, tebvîb'i de ifrâd'ı da
içine alacak daha umumî bir mâna taşımaktadır. Hadîs târihini ana hatlarıyla dört safhaya
ayırırken, kabaca her safhanın bir asra tekabül ettiğini söylemiştik. O sırada
da belirtildiği üzere böyle bir zamanlama, mevzuun umumî hatlarıyla şematize
edilmesinden ibârettir. Mutlak durumu ifâde etmez. Zira, yukarıda açıkladığımız
mânâda tasnîf faaliyetlerini, ikinci asrın birinci çeyreğinden başlatmak bile
mümkündür. Bu devre, en kıymetli eserlerini üçüncü asır
içerisinde Kütüb-i Sitte ile vermiş olmakla beraber, yine râvilerden,
seyahatlerle, derlemek suretiyle ortaya konan Taberânî'nin mu'cemleri
örneğindeki bazı orijinal eserler göz önüne alınınca dördüncü hicrî asrın
ortalarına kadar devam ettiği söylenebilir. Hadîs tarihiyle meşgul olanlar üçüncü asırdan
sonra gelen dönemi kısaca tehzîb devri diye tavsîf eder. Bu devre, dördüncü
hicrî asırdan günümüze kadar olan uzun bir dönemi içine alır. Bu kadar uzun bir
zaman diliminin aynı safha olarak mütâlaası yadırganmamalıdır. Çünkü, üçüncü
asırdan sonra yapılan hadîs çalışmalarının -bir kaçı müstesna- hemen hepsi
orijinaliteden uzaktır ve daha önce ortaya konmuş olan eserlerin üzerine
yapılmıştır. Nitekim önceki üç asrın her birinde, tabiatı farklı çalışmalar
yapıldığı için müstakil safhalar olarak değerlendirilmişti. Burada da durum
aynı. Pek çok asır geçmesine rağmen yapılan çalışmalar özde aynı kalmış,
hammadde olarak, üçüncü asra kadar ortaya konmuş olan eserleri alıp onlar
üzerinde çalışmalar yapmıştır. Mevcut bir eserin üzerine -ne çeşitten olursa
olsun- yapılan müteâkip çalışmaya tehzîb çalışması denmiştir. Tehzîb, lügat
olarak, fazlalıkları atarak ıslâh etmek, temizlemek, daha güzel, daha mükemmel
kılmak gibi mânalara gelir. Öyle ise, te'lif edilmiş hadîs kitapları üzerine
yapılmış olan tehzîb işlerini şöyle sayabiliriz: * Cem çalışmaları: Farklı kitapları birleştirmek gibi, * Mukârene çalışmaları: Farklı kitapları karşılaştırmak, * Zevâid çalışmaları: Bir kitaba (veya
kitaplara) diğer bir kitabın (veya kitapların) ziyade hadîslerini çıkarma, * İhtisar çalışmaları: Bir kitabın mükerrer hadîslerini,
senedlerini atarak özetleme çalışması, * İstidrak çalışmaları: Bir kitabın şartlarına uyan hadîsleri
derleme, * İstihrac çalışmaları: Bir kitaptaki hadîsleri, kitabın
müellifiyle, müellifin şeyhinde veya daha yukarıda birleşmek şartıyla başka
senetlerle bulup çıkarma çalışmaları, * Tahrîc çalışmaları: Bir kitapta geçen hadîsleri kaynak
kitaplarda bulup çıkarma, * Şerh çalışmaları: Her hangi bir hadîs kitabını rical, ahkam,
lügat vs. yönleriyle açıklama çalışması. * Rical çalışmaları: Herhangi bir hadîs kitabının (veya
kitaplarının) râvilerini inceleme, sika, zayıf, müdellis, kezzâb râvilerin
tanıtıcı eserler verme çalışmaları, * Lügat (garîbu'l-hadîs) çalışmaları: Hadîslerde geçen anlaşılması zor (garîb)
kelimeleri açıklama çalışmaları, * Cüz (cezâ) çalışmaları: Muayyen konulardaki, muayyen vasıflardaki
hadîsleri bir araya getirme, belli sayılarda hadîs ihtiva eden derlemeler yapma
vs. çalışmaları, * Hadîs ağırlıklı te'lifler, * Mevzû hadîsler üzerine te'lifler, * Meşhur hadîsler üzerine te'lifler, * Hadîs bulmada yardımcı kitaplar: Aranan hadîsleri bulmada kolaylık sağlayan
rehber kitaplar.Dördüncü devre içerisinde yapılan bu çalışma çeşitlerini daha
da artırmak mümkündür. Kaynak; Abdulvahid Metin İsa TÜNÇ /13912773 YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ İslami
İlimlerin esasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki
ilmî faaliyetler islamın ilk döneminde
temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştır. İslamın bu iki
temel kaynağından hüküm çıkarmayı hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı
kökten gelmektedir. Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile
doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer
İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir noktadadır. Buna göre Tefsir
ilmi de Kur’an’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden
istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an
tefsirinde az ya da çok diğer ilimlere de ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek
yadsınamaz bir hakikattir. Tefsir
kelimesi, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak
ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir. Tefsir ilmi, teknik bir
terim olarak ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili
faaliyetleri konu edinen bir ilimdir. Başka bir ifadeyle Kur’an-ı
Kerim'in ayetlerini insanların anlayabileceği şekilde açıklayan, ayetlerde
geçen kapalı lafızları çözüp izah eden ilimdir. Tefsir ile meşgul olmak, Kuranı
anlama gayreti ve çabası içinde bulunmak bir çok ayette mü’minlere tavsiye
edilen bir husustur. "(Bu,) âyetlerini düşünsünler, tam akıl sahipleri
öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır ve bereketi bol bir kitaptır."
(Sâd, 38/29) Bu
yazım geleneği, bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr
et-Taberi’nin (ö. 310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev
eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tefsiri’ olarak
adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklanmaktadır;
zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve
kelâmî-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı
şekilde, ‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla
birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir
birikimini bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki
müfessirin, Taberî (v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı
kategoriye yönelik farklı mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin
“sınırsız rey yaklaşımına, sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî
Hâtim’in salt bir rivâyet tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih
yapmaktan bile kaçındığı” şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur. Gerek
rivâyet tefsiri, gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen klasik
tefsirlerde, Kur’an’ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini
esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir
karakteri olarak oluşan Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir
etme geleneği, Derveze’nin sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği
et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan
bütün tefsirlerde hâkim olmuştur. Tefsir
tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz
tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde
cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil
etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan
tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim
diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç
duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez. Fıkıh
ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı Fıkıh,
sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak
anlamına gelmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin
kullanımı, bu sözlük anlamını korumakla beraber genelde, Kur’an ve hadis
merkezli dini bilgi ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Bu kavram
ilim çevrelerinde salt “mükelleflerin yapması gereken (vacib, mübah, haram,
mendub, mekruh, sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda gibi) ahkâm bilgisi” olarak
genel kabul görmüştür. Tüm bunları açıklamak da fakihin görev ve sorumluluğundadır.
Kısaca fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir. Bir başka ifade ile müçtehitlerin, her bir
amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları
hükümlere “fıkıh” denir.[ Konusu,
helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve
bunların dayandığı delillerdir. Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî
hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve
onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine
konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur’ân-ı
Kerîm ilk şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân
bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında
Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır.
Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya
geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama
alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu
da ifade etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde
kalmıştır. Sonuç olarak;
bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi,
Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç
içe geçmiş iki ilim dalıdır. Hadis
ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı Tefsir,
Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin
yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü
Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu
ayetle ilgili ne söylediğidir. Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir
İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı
birçok aslî ilim hadis mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve
daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda
hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra,
ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve
buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî
ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu
saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. Tefsir
İlminde, Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının
daha iyi anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir.
Şöyle ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki
yönden önem arz etmektedir: Birincisi; Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilâhî emirlerin pek
çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an’ı Kerim’de, “namazın,
vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş,
ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının
sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve uygulamasını da yaparak
Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da;
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle
kılın.” buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da
ashabına;
“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.buyurmuştur. Namaz, hac gibi
diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların
birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz
olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır.
Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan
hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır. İkincisi; hadisler aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan
bazı hükümlerini kayıt altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini
de hususîleştirir. Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru
anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı Kerim’i insanlara tebliğ edip
öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.), bu görevinin gereği olarak,
Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî
hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri
Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem
ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe
dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair
rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a
kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız
ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla bir müfessirin tefsir
yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi
Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir. 2013-2014 YÜKSEK
LİSANS ÖDEVİ BAHAR DÖNEMİ AYŞE SARI YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ ÖĞRENCİ
NO:13912776 TEFSİR KAVRAMI Fesr, beyan etmek,keşfetmek,izhar etmek ve
üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi manalarda kullanılmaktadır. Tefsir kelimesi
ıstılah olarak 'müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir.
Hz. PEYGAMBER ZAMANINDA
TEFSİR Arap dili ve üslubu ile nazil olan Kur'ân-ı
ilk muhatapları, kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmişler,
anlayamadıkları kısımları,bu hususta en salahiyetli zat olan Hz. Peygamber'e
sormuşlardı. Hz.
Peygamberi Kur'ân tefsirine sevkeden en mühim amil, şüphesiz islamiyetin
kendisinden olan emridir.Kur'ân kendisi üzerinde düşünülmeyi istemiş, kapalı
olan bir ayet başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğ ve
tebyinle mükellef kılmıştır. Kısacası Kur'ân
kendinin anlaşılmasını ,açıklanmasını ,tefsir edilmesini, uygulanmasını
istemiştir. Bu bakımdan islam'da tefsir hareketi, bizzat İslam'ın kendi
bünyeinde doğmuştur. O'nun için tefsirde bu devrin iki mühim kaynağı, Kur'ân ve
Hz.Muhammed'in kendisi olacaktır. KUR'ÂN-
KERİM: Kur'ân-ı Kerim'in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu
biliyoruz.Bir mesele mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, aynı mesele
başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân 'da
bir mesele inceleneceği zaman o mesele ile alakalı bütün ayetler üzerinde
durmak gerekir. Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsir edilmesinin sebebi Kur'ân ayetleri
birbirlerini tasdik ve teyid edici mahiyettedir. Kur'ân'ın Kur'an'la tefsirine örnek
verecek olursak; Bazen bazen tefsir edilenle tefsir eden ayet aynı ayette
bulunabilir. Mesela Bakara suresinin 187. ayetindeki lafzının mücmel lafzını açıklaması gibi. Bazen de tefsir eden ayet, tefsir edilenle
aynı surede bulunabilir. Mesela ihlas suresindeki lafzının tefsirinin ayetinde olduğu söylenir. Bazen de tefsir eden ayet, tefsir edilenle
ayrı ayrı surelerde bulunabilir. Hz.
PEYGAMBER: Kur'ân-ı Kerim'in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile
tefsirinden sonra ,bize en iyi öğretecek olan zat, kendisine kitap gelen Hz.
Muhammed olacaktır. O Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O mutlak olarak
Kur'ân-ı insanlar arasında en iyi bilender. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile
vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, Peygamberliğin en mühim esaslarından
biridir.
İbrahim sûresinin 4.ayetinde 'Hangi
millete Peygamber gönderdiysek, onu ancak kavminin dili ile gönderdik ki, her şeyi
onlara anlatsın' ayetinden risaletinin hududundan bahs olunmaktadır. Hz.Peygamber
Kur'ân-ı muhataplarına okumuş, okutmuş, ezberletmiş, anlatmış anlayamadıkları
yerleri lüzumunca tefsir etmişti. O, Kur'ân'ı Kerim'i yalnız sözleriyle değil
amel ve hareketleri ile açıklamıştır. Sünnet Kur'ânı iki şekilde beyan eder.
Birincisi, Kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela namaz vakitleri, zekat miktarı
gibi.İkincisi ise Kitapta bulunmayan bir hüküm üzerine ziyadeliktir.Kur'ân Hz.
peygambere itaatin ancak Allah'a itaat olduğunu ve O'nun heva ve hevesine göre
konuşmayacağını ve 'Peygamber size ne getirdi ise onu alınız, sizi neden
nehyetti ise ondan çekininiz' beyan
bulunmaktadır. PEYGAMBERİN
TEFSİR YÖNTEMİ: Peygamberin tefsir hareketine teşebbüs etmesi ,ya
muhatapları tarafından suale maruz kalması veya icab eden yerde muhataba ayette
geçen şeyin ne olduğunu sorması, sonra da yine kendisinin cevap vermesi ya da
hiç sual sormadan icap eden yeri açıklaması ile olurdu. SAHABE DEVRİNDE TEFSİR SAHABE TEFSİRİNİN BELİRLİ VASIFLARI 1.Sahabilerin tefsirdeki en önemli
özellikleri ayeti ayetle, nüzul
sebepleri ve Hz. Peygamberden işitmiş noldukları açıklamalarla tefsir
etmeleridir. 2.Sahabiler Kur'ân-ı ayet ayet tefsir etmiş
değillerdir.Çünkü onlar Kur'ân'ın tümünü tefsir etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu
yüzden yaptıkları açıklamalar, manası kapalı ve zor anlaşılan lafızlar ile
sınırlı idi. 3.Kur'ân'ı açıklarken sahabinin yaptığı
tefsir daha çok garip lafızlarla ilgili kısa açıklamalardan ibaretti. Yani
onlar ekseriye icmali anlamla yetinmişlerdi. 4. Zaman zaman sahabiler arasında bir
kısım ihtilaflar çıkmıştır. Ancak bu ihtilaflar tezat ihtilafı olmaktan ziyade
çeşitlilik ihtilafı idi. Kılıç için mihemmed, seyf ve sarim denilmesi gibi. 5.Ahkam ayetlerini geniş bir tahlile tabi
tutarak hüküm istinbatında bulunmuş değillerdir. 6.Yaptıkları açıklamalar kendi
dönemlerinde henüz tedvin edilmemişti. Sahabenin Tefsir Yöntemleri: Sahabi
ayetlerin nüzul sebeplerini zikretmek, Kur'ân'ın nasih ve mensuhuna yer vermek
suretiyle açıklama cihetine gitmiş, bazen de ayetleri tahsis yoluyla ya da
tarihi yöntemle tefsir etme yolunu seçmiştir. TÂBİUN TEFSİRİ
GENEL ÖZELLİKLERİ 1.Tâbiun döneminde bir taraftan Kur'ân baştan
sona ayet ayet tefsir edilirken diğer taraftan da ortaya konulan görüş ve
iddiaların delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirlerin izahına geniş yer
verilmiştir. 2. Tâbiun tefsirinde kelime açıklamaları
yanında, geniş fıkhi izahlar, ayetlerden istimbat ve istidlal yoluyla çıkarılan
hükümler ve tarihi bilgilerde yer almıştır. 3.Şiirle istişhad metoduyla bazı lafızları açıklamak
ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmekte bu dönemin bir başka özelliğidir. 4.Tâbiilerin, Kur'ân'da geçen kıssalara
manası müphem olan ayetlerin tafsilatını öğrenebilmek için ehli kitap
alimlerine müracaat ettikleri bir vakıadır. Dolayısıyla İsrailiyat denilen
gayri İslami bilgiler, bir önceki döneme kıyasla daha çok bu devirde Kur'ân
tefsirine girmiştir. 5. Bu dönemde de tefsir henüz tedvin edilmiş
değildi.Tefsire dair haberler yine şifahi nakil yoluyla aktarılmıştır.Ancak bu
haberler Mekke ,Medine ve Irak gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş
olan sahabinin ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş, böylece tabiun
dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.
EKOLLERİ MEKKE
EKOLÜ (İbni Abbas): Seçkin öğrencileri şunlardır.:Mücahid,
İkrime, Sa'id bin Cubeyr, Tâvus bin Keysan, Ata bin Ebi Rebah.
MEDİNE EKOLÜ (Ubeyy bin Kab) : Öğrencileri şunlardır: Ebul Âliye, Muhammed
bin Kab el-Kurazi, Zeyd bin Eslem.
IRAK REY EKOLÜ (İbn-i Mesud) Öğrencileri şunlardır: Alkame bin Kays,
Mesruk bin el Ecda, Esved bin Yezid, Mürretül-
Hemedani, Amiru'ş Şa'bi,Hasan el-Basri, Katade. HADİSİN MENŞEİ ÖNEMİ VE
TEKAMÜLÜ Hadisin
Lügat ve Istılah Manası: Lügat yönünden kadim(eski)'in zıddı cedid
(yeni) manasına gelen hadis, aynı zamanda haber manasında da gelir ve bu
kelimeden müştak bazı fiiller,haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manalarda
kullanılır. Bazı usul ulemasının tarifinde hadis, Hz.
Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.
Hadisin Değeri: Herhangi bir ihtilaf veya bir hadise, yahut da bir sual veya fetva
talebiyle teşrii gerektiren bir şey zuhur etse, Allah Teâla elçisine hükmü bilinmek
istenen mesele hakkında hüküm getiren
bir veya birkaç ayet indirmiş, Hz.Peygamber de vahyedilen bu ayetleri uyulması
gerekli (vacip) bir kanun olarak müslümanlara
tebliğ etmiştir.Eğer teşrii gerektiren bir hadise olmuş, fakat Allah Teala Bu
hadise ile ilgili hükmü beyan edecek bir ayet vahyetmemişse, Hz.Peygamber bu
hükmün bilinmesi için ictihadta bulunmuş ve bu ictihadın O'na sağladığı netice
ile hüküm vermiş, yahut sual veya istiftaya icabet etmiştir. İctihad eseri
olarak O'ndan sadır olan bu hüküm veya cevap ilahi vahye istinad eden hükümler
gibi, uyulması gereken bir kanun olmuştur. İşte bu ilk devirde söz ,fiil ve takrir
olarak Hz.Peygamberden sadır olan her şey Kur'ân-ı Kerîm'in(Peygamber)kendi
hevasından konuşmaz; O her ne söylemişse)kendisine vahyolunan bir vahiydir
ayeti ile de şehadette bulunduğu gibi, yukarıda izahını verdiğimiz şekilde
kabul edilmiş ve sahabe, dini ve dünyevi yaşayışlarına düzen veren sünneti
büyük bir titizlikle muhafaza etmeye koyulmuşlardır. Sünnet ise daha önceki
bahiste açıkladığımız gibi söz fiil ve takrir olarak Hz. Peygamber'den rivayet
edildiği müddetçe, hadisin isim yönünden bir başka ifade şekli olmuştur. HADİSİN SAHABE TARAFINDAN RİVAYETİ Hadis toplama ve onları muhafaza etme işi,
Hz.Peygamber devrinde yalnız hafızaya tevdi edilmiş bu hususta yazıdan istifade
etmek mümkün olmamıştır. Hz.Peygamber hayatta olduğu müddetçe hadis,
sahabe arasında dolaşmış, müzakare ve münakaşa edilmiştir. Hatta zaman
ilerledikçe yeni yetişen genç sahabiler arasında okuyup yazmayı öğrenenler
çıkmış, yazı ile hafızalardaki hadisleri perçinleme gayretine
girmişlerdir.Hz.Peygamber'in hayatta oluşu diğer taraftan vahyin devam
edişi,hadise musallat olabilecek tahrif, tashif ve vaz(uydurma) gibi her çeşit
tehlikeye karşı en emin koruyuculuk görevi ifa etmiştir. Kur'ân-ı
Kerim'de nazil olan ayetlerde ve Hz.Peygamber'den sadır olan hadislerde zaman
zaman 'ilim' den 'fıkıh' veya 'tefakkuh'tan bahsedilmesi, sahabenin dini meselelerde bilgi sahibi ve
hatta kudretleri nisbetinde bu meselelerin inceliklerine vakıf olma arzularını
kamçılaşmış,bazıları mesailerini Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih ayetlerini
anlamaya hasrederken, diğer bazıları da,yalnız sünnetle meşgul olmaya ve Hz. Peygamberden
görüp işittikleri fiil ve sözleri toplamaya gayret sarf etmişlerdir. Bu
devirde, her ne kadar Hz.Peygamber'in hayatta olması dolayısı ile, ayet ve
hadislerden hüküm istihracı sahabiyi doğrudan doğruya ilgilendiren bir husus
olmasa bile, bunun yollarını usul ve kaidelerini O'ndan görüp öğrenmişler,
ileride O'nun yokluğu halinde toplum ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir
seviyeye gelmişlerdir.Sahabenin Kur'ân ve sünnet üzerindeki bu çalışması, İslam'ın
bu iki kaynağına dayalı bir ilmin
vücut bulmasına yol açmıştır. Ebu Hureyra'nın; 'Eğer Kur'ân'da şu iki
ayet olmasaydı hiç bir hadis rivayet etmezdim' demesi sahabe arasında sünnetin
nakli ile ilgili olarak yerleşmiş olan kanaati açıklaması bakımından büyük bir
ehemmiyet taşır. Nitekim O'ndan rivayet olunan bir haberde şöyle denilmiştir. 'Şahit olan gaip olana tebliğ etsin;
Olabilir ki, kendisine tebliğ olunan onu işitenden daha anlayışlıdır. Bir başka
rivayette de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. Allah bizden bir hadis işitip de onu
lafzeden sonra da başkasına tebliğ eden kimseyi güzelleştirsin.Bazen ilim
(fıkıh) sahabi kimse, kendisinden daha
alim olan kimseyle onu nakletmiş olur; bazen ilim (fıkıh)yüklü kimse alim
(fakih) olmayabilir. B.HADİSLERİN YAZILMASI Hadis
Kitabetinin Yasaklanması: İlk
devirde Hz.Peygamber'den işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği,
yani bir kitap halinde toplanmadığı ve yazılmadığı bir gerçektir. Hadis yazmayı
yasaklayan en meşhur hadis, Ebu Said el Hudri tarafından rivayet edilmiştir. bu
hadisinde Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur; "Benden (bir şey) yazmayınız.
Kim benden Kur'an dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden rivayet
ediniz, bir beis yoktur. Kim benim üzerime kasten yalan söylerse cehennemdeki
yerini hazırlasın".Hz.Peygamberin, hadislerin yazılmasını iyi
karşılamadığını gösteren bir başka haber Ebu Hurayra'dan gelmiştir.; "Biz
hadis yazarken Hz.Peygamber yanımıza geldi ve yazdığınız şey nedir?dedi. senden
işittiğimiz hadisler dedik. Hz.Peygamber, Allah'ın kitabından başka kitap mı
istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah'ın kitabı yanında başka kitapları
yazdıkları için dalalete düştüler, dedi." Yasak Kararının Kaldırılması: ı.Yazı: İslamiyet'in ilk devirlerinde yazı tam manasıyla inkişaf etmemişti ve
yazı bilenlerin sayısı da son derece azdı. fakat Hz.Peygamber'in, ashabını
hadis yazmaktan men etmesi üzerinde, her halde yazı bilenlerin azlığından
ziyade yazının tam olarak inkişaf
etmemiş ve yazı bilenlerin de hatadan salim olarak yazamamış olmamaları
rol oynamış olacaktır. ıı.Kur'anla karışma tehlikesi: Arapların çoğunun fakir olmamalarını, Kur'an
ayetleriyle diğer elfazı birbirinden ayırt edememeleri , Kur'an'a idhal
edilecek herhangi bir lafzı Allah kelamı zannetme tehlikesine maruz
bulunmalarını belli başlı sebepler olarak ileri sürer. Yasağın Kaldırılması: İşlamiyet'in Araplar arasında günden güne
kuvvet kazanması, İslam ülkesinin Mekke ve Medine hudutlarını aşıp geniş bir
sahayı kaplaması, buna paralel olarak müslümanlar arasında yazı bilenlerin
çoğalması ve yazının inkişafı, çok kısa bir zamanda bu günün insanlarını bile
hayrete düşürecek bir şekilde süratlenmişti. Kur'an'dan nazil olan ayetler, vahiy
katipleri tarafından muntazam kaydediliyor, bununla da iktifa olunmayarak
hafizlar tarafından hıfzediliyordu. Artık Kur'an'ın kaybolma tehlikesi,
yazılması ve hıfzedilmesiyle ortadan kalkıyordu. Böyle bir durumda hadislerin
de yazılmasında bir mahsur kalmıyordu. İslamiyetin intişariyle birlikte daha
geniş bir düşünce sahasına kavuşan sahabe, her gün bira daha geçmiş günlerin
cehaletinden kendisini kurtarıyor, ayet ve hadisi birbirinden ayırt edebilecek
bir kültüre doğru süratle ilerliyordu. İşte biz bundan sonradır ki Hz.Peygaber'in
hadis yazanlara mani olmadığını, yazmak isteyenlere izin verdiğini, hadislerini
hıfzedemeyenlerin şikayetleri karşısında yazmalarını tavsiye ettiğini
görüyoruz. Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir habere göre,
ismi açıklanmayan bir şahıs, Hz.Peygamber'e hafızasından şikayet etmiş,
Hz.Peygamber de onun "Elinden yardım iste;yani yaz."demiştir. Radi bin Hadic de, hadis yazmak için
Hz.Peygamber'den izin istemiş ve "Ya Resullallah, senden bir çok şeyler
istiyoruz; onları yazalım mı?" demiş,Hz.Peygamber de "Yazınız, bir
beis yoktur." cevabını vermiştir. İlk Yazılı Hadisler I.Hz.Peygamberin Diplomatik Mektupları: Hangi maksatla olursa olsun Hz.Peygamber tarafından
yazılan veya yazdırılan bir vasikayı, hadisin kapsamı içerisinde müteala etmek
kadar tabii bir şey olmamak gerekir. Nasıl ki huzurunda işlenen bir fiil ya da
söylenen bir söz, O'nun tarafından tasvip gördüğü müddetçe takriri sünnetten
sayılmış ve hadi olarak rivayet edilmiştir. Onun imzasını taşıyan bir mektubu da, yazılı bir
hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiç bir sebep yoktur. Hz.Peygamber'in Bizans
İmparatorun'a, Acem Kisrası'na veya Mısırlı Mukavkıs'a ve Habeş Necaşi'ye
yazdığı mektuplar islam tarihinde pek meşhurdur.Fakat bunların dışında,yazılmış
daha yüzlerce vesika vardır ve bu vesikaların yazılış sebepleri yahut konuları
farklıdır. Bunları şöyle sıralayabiliriz 1.Yeni
anlaşmalar veya daha önceden yapılmış anlaşmaların yenilenmesi. 2.İslama davet. 3.Memur tayinleri, vazifelerinin tespiti ve bu vazifelerin ifasında
davranış şekilleri. 4.Arazi ve bu
arazilerin gelirlerinden atiyyeler. 5.Eman
ve tavsiye mektupları 6.Bazı
kimseler hakkındaki istina teşkil eden hükümlerin tespiti. 7.Hz Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla
ilgili müteferrikat.
II.Sadakat Hadisleri: 1.Amr ibn Hazm 'den Rivayet Edilen Sadakat: Kaynaklar, Hz. Peygamberin, sünneti ihtiva eden bir
kitap yazarak Amr ibn Hazm vasıtasıyla Yemen'e gönderdiğini ve Amr ibn Hazm'ın
da bu kitabı Yemen ahalisine okuduğunu zikrederler.Yine bu kitap feraiz, semen
ve diyet hükümlerini ihtiva etmektedir. Ravilerden birinin zayıflığına
istinaden Amr ibn Hazm'dan rivayet edilen sadakat hadislerini reddetmek ve
onların hiç bir asla dayanmadığını ileri sürmek mümkün değildir. Yapılması
gereken iş bu hadisleri teyit edecek başka rivayetlerin de bulunup
bulunmadığını araştırmaktır. 2.Halife Ebu
Bekir'den Rivayet Edilen Sadakat:Hz.Peygamber
hayatının sonlarına doğru kılıcının kını üzerine yazmış olduğu sadakat ahkamını
valilerine göndermeden vefat etmişti.Ebu Bekir'in hilafete geçmesi üzerine bu
kılıç ona intikal etmiş,o da Enes bin Maliki Bahreyn'e gönderdiği zaman, kılıç
üzerine yazılı sadakat ahkamını yazıp ona vermiş ve bu ahkam ile amel etmesini
istemiştir. 3.Halife
Ömer'den Rivayet Edilen Sadakat: Abdullah'tan
rivayet ettiği bir haberden öğrendiğimize göre "Hz.Peygamber sadakatı
yazdıktan sonra vefat etmişti. Sonradan bu kitap Ebu Bekir'e kalmış ve onunla
amel etmiştir. Ebu Bekir 'in vefatından sonra da Ömer aynı kitapla amel etti. Nafi'in
Abdullah ibn Ömer'den naklettiği bir başka haber ise bu hususu teyit
etmektedir.İbni Ömer, Ömer ibnül Hattab'ın kılıcında bir sahife bulmuştur bu
sahifede uzunluğu ile sadakat hadisleri vardır. Sadakat
hadislerinin sıhhatini kabul ettikten sonra, bu açıklamalardan hadis kitabeti
yönünden çıkartılabilecek bazı neticelere işaret etmek faydadan hali
olmayacaktır. a.Hz.Peygamber daha başlangıçta, dini
hükümlerin müslümanlara arasında neşri için yazıya başvurmuştur.Bu husus
yazının hafızaya nispetle çok daha emin bir muhafaza vasıta oluşunun
Hz.Peygamber tarafından da teslim edildiğini gösterir. b.Gerek Amr ibn Hazm'dan ve gerekse Ebu
Bekr ve Ömer'den gelen yazılı hadis vesikaları hadislerin tedvin edildiği devre
kadar yine yazılı olarak nakledilmiştir.Bu hususta onların daha sağlam bir
yolla hadis kitaplarına girmiş olduklarına delalet eder.Bugün elde mevcut kaynaklarda,
bu hadislerle ilgili fazla malumat bulunamıyorsa, bunun sebebi ilk müdevvenatın
zamanımıza kadar ulaşmamış olmasında aramak lazımdır. c.Hz.Peygamber'in
hadis kitabetine müsaade etmiş olmasına rağmen bunu hoş karşılamayanların
bulunduğu bir devirde sadakat hadisleri yazılı olarak muhafaza edilmiştir. Bu
haklı olarak şu suali akla getirmektedir:acaba bu hadisler yanında,sahabe
tarafından yazılmış ve yine yazılı bir şekilde muhafaza edilmiş başka hadisler
de var mıdır? Kaynaklarda bu suale cevap teşkil edecek bazı notlara rastlamak
mümkündür. Hadis
Sahifeleri a.Ebu Bekir ve Ömer'in Denemeleri: Ebu Bekr ve Ömer İbnül Hattab'ın sünene ait hadisleri
yazmaya teşebbüs ettiklerini,hatta Ebu Bekir'in 500 kadar hadisi bir kitapta
topladığını fakat bazı sebepler dolayısıyla bu kitabı imha ettiğini belirten
haberler vardır. Keza Ömer ibn'ül Hattab da bir sünen yazmak için ashab ile
istişarede bulunmuş çoğu onun bu düşüncesini iyi karşılamakla beraber, bir ay
geçtikten sonra istiharede bulunduktan sonra bu düşünceden vazgeçmiştir. Yine haberlerden öğrendiğimize göre Ebu
Bekir'in yazmış olduğu kitabı imha etmesine sebep,hadislerin kendisinden sonra
aslına uygun olarak nakledilmeme leri
korkusudur. Ömer ibn'ül Hattab ise sünen yazmaktan vazgeçmesi sebebini şöyle
açıklamıştır; "Size sünen kitabından bahsetmiştim,sonradan düşündüm ki sizden önceki ehli kitap ,Kitabullah'tan
başka kitaplar yazmışlar,o kitaplar üzerine düşerek Allah'ın Kitabını terk
etmişlerdi. Ben
yemin ederim ki Allah'ın Kitabını hiçbir şekilde gölgelemem.
b.Abdullah İbn Amr İbni'l Âs'ın Sahifesi: Bu sahife ile ilgili olarak Mücahid'in şöyle
dediği rivayet olunur: Abdullah İbn Amr'ın yanına girdim.Başının altındaki sahifeyi
gördüm. O; Bu Rasulullah'tan işittiğim
sahife sadıkadır. Benimle Hz. Peygamber arasında hiç bir vasıta
yoktur.Kitabullah ve bu sahife, benim için kesin olduktan sonra, artık başka
şeyler beni ilgilendirmez, demiştir. c.Cabir ibn Abdllah'in Sahifesi: Hz.Peygamber'in ashabı arasında fazla hadis
rivayet etmekle şöhret kazananlardan biri olan Cabir İbn Abdilah, hadis
sahasında otoritedir. Halk Hz. Peygamber'in mescidinde Cabi'in etrafında bir
halka teşkil ederek oturur ve ondan hadis dinlerdi. Bu adı geçen sahifeden Sahifetü Cabir diye
bahsedilmesine rağmen, bu sahifenin aslında Süleyman İbn Kays el Yeşkuri
tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır.
d.Ali İbn Ebi Talibin Sahifesi:
Hz.Ali'ye ait sadakat ve diyet
hükümlerini ihtiva eden bir sahifesinin bulunduğu muhtelif kaynakların
verdikleri haberden anlaşılır. Bu haberlerden birisine Ali bin Ebi Talip şöyle
demektedir: Hz. Peygamber'den,Kur'ân'dan ve şu sahifeden başka bir şey
yazmadık.Bununla beraber Ali'nin bu sahifeden başka Kur'ân ile hadisleri de
topladığını ve kıymetli bir vücuda getirdiğini bize haber veren rivayetler
gelmektedir. e.Semure
İbn Cundeb'in Sahifesi:
Hz.Peygamber'in ashabı içerisinde hadis yazanlardan biride Semura ibn
Cundeb'dir. Hakkında geniş bilgi verilmese de onun bir hadis kitabı olduğunu
MUhammed İbn Şirin'in 'Semura'nın oğulları için yazdığı risalede pek çok ilim
vardı sözünden anlıyoruz.'Bu risalenin oğulları tarafından rivayet edildiğini belirten
haberler de, Muhammed ibn Şirin'in sözünü teyid eder. f. Ebu Hureyre'nin Sahifesi: Fuzayl ibn
Hasan ibn Amr'ın naklettiği haberden öğrendiğimize göre, babası Hasan ibn
Amr Ebu HUreyra'ya bir hadis okumuş,
fakat Ebu Hurayra bu hadisi bilmediğini söylemiştir. Hasn ibn Amr hadisi senden
işittim demesi üzerine de onu kolundan tutmuş ve eğer benden işitti isen
yazılıdır diyerek evine götürmüştür. Ebu Hurayra ona bir çok klitap göstermiş
ve hadisi de bunların arasından bulup çıkarmıştır. Hadis tarihi
bakımından mühim olan husus Ebu Hurayra hayatta iken hadislerini ihtiva eden
bir sahifenin Beşir ibn Nuheyk tarafından yazılmış ve Ebu Hırayra'yaarz edilmek
suretiyle varsa eğer hatalarının tashih edilmiş olmasıdır. g.Abdullah İbn Abbas'ın Sahifesi: İbn
Abbas'ın Hz.Peygamber ve ashabından topladığı hadisleri,yanında bulundurduğu
levhalara yazdığın belirten haberler vardır.Bu haberlerden birisi Hz.
Peygamber'in hizmetçisiSelma'dan gelir: Abdullah ibn Abbas'ı odundan yapılmış
levhalarla kocam Ebu Rafi'a gelip, ondan Hz. Peygamber'in sünneti hakkında bazı
şeyler yazarken gördüm. İbn Abbas böyle bir çok hadis yazmuş olacak ki , vücuda
getirdiği kitaplar, oğlu Ali'ye intikal etmiştir. Ondan da diğer hadisçilere
geçmiştir. İbn Abbas'ın
nkendisi tarafından yazılmış kitapları yanında O'nun imlasıyla talebeleri
tarafından yazılmış kitap ve sahifeleri de vardır. Sa'id ibn Cubeyr ,Mücahid ve
İkrime İb Abbas'ın en meşhur talebeleridir. h. Abdullah
İbn Ömer İbn Hattab'ın Sahifesi: Hz.
Peygamber'in genç ashabından biri olan Abdullah ibn Ömer'in hadis yazıp yazmadığını
bilmiyoruz. Fakat elinde yazılı hadis vesikalarının bulunduğuna ve kölesi
Nafi'nin oncan bir sahife rivayet ettiğine dair gelen haberler, onun da
diğerleri gibi hadis yazdığına delalet eder. El Buhâri tarafından Nafi vasıtası
ile nakledilen bir haberden öğrendiğimized göre'Abdullah ibn Ömer' sokağa
çıkmadan önce kitaplarına bakarak aynı haberi nakleden Ez Zehebi ise 'sokak'
tabiri yerine (halk) nas tabirini kullanır.Öyle anlaşılıyor ki ibn Ömer,
kendisinden hadis dinlemek isteyenlerin huzuruna çıkmadan önce, kitaplarını
gözden geçiriyor, ve bu suretle önceden hıfz edilmiş hadisleri bir daha
hatırlamak imkanı elde etmiş oluyorduj. ı.Sad İbn Ubade'nin Sahifesi: Cahiliye
devri katiplerinden olan Sad ibn Ubade Hz. Peygamber'in meclislerinde daima hazır
bulunduğu O'ndan Kur'ân,feraiz ve şeriat ahkamı öğrendği bilinen
hususlardandır. Sad İbn Ubade yaşadığı müddetçe Hz.Peygamber'in meclislerini
kaçırmayarak O'ndan işittiği hadisleri yazarak bir de kitap telif
etmiştir.Vefatından sonra onun kitabı hadis yazarı diğer sahabilerde de
gördüğümüz gibi torunlarına intikal etmiş ve onlar tarafundan rivayet
olunmıştur. HADİSİN İLK KAYNAĞI SAHABE Hadis
ıstılahı yönünden sahabi Hz. Peygamber'i gören her müslümana denir. Hadis tarihi
bakımından Hz. Peygamber'i görmek ve O'nun sözlerini işitmek şerefine nail olan
binlerce mubarek insandan kaçınınişitmiş oldukları sözleri sonraki nesiller
için saklama ve rivayet edilmiş olmalarıdır. SAHABE
SAYISI VE HADİS RAVİLERİ: 1.Verilen rakamlara göre bu yedi kişiden en çok hadis
rivayet eden 5374 hadisi ile Ebu Hureyre'dir. 2. 2630 Hadisle
ikinci derec eyi işgal eden sahabi Abdullah ibn Ömer İbn Hattab'dır. 3. Enes ibn Malik 2286 hadis rivayet etmiştir. 4.Hz. Aişe 2210 hadis rivayet etmiştir. 5.Abdullah ibn Abbas 1660 hadis rivayet etmiştir. 6. 1540 hadisle Cabir bin Abdullah 7. 1170 hadisle Ebu Said EL Hudri. Medine
Medresesinin teşekkülünde en büyük rolü Abdullah ibn Ömer oynamıştır. Mekke'de
Abdullah ibn Abbas Kûfe'de Abdullah ibn Mesud Mısır'da
Abdullah Amr İbnul As Basra'da Ebu
Musa El Eşâri ve Enes bin Malik Şam da ise
Muaz bin Cebel, Ebud Derda VE Ubade ibn Samit de kendi medreselerinin
teşekkülünde roloynamıştır. Malik ibn
Enes'in açıkladığına göre Muhammed ibn Şirin hadis rivayetinde isnadı ilk
kullanan kimsedir. Kaynaklardan
öğrendiğimize göre Ebu Davud Et- Tayalîsiilk defa Müsned tasnif eden kimsenin o
olduğu ileri sürülmüştür. En-Nesaî'nin
sünen'inin, diğerlerinden daha sahih olduğunu ve onu sırasıyla; Ebu Davud,
et-Tirmizi ve İbn Mace'nin Sünen'lerinin takip ettiğini söylemişlerdir. El-Buharî,
sahih hadisleri toplayarak onları farklı bablarına göre tasnif eden ilk
hadisçilerden sayılır.
HADİSTE VAZ' HAREKETLERİ Mevzu Hadisin Tarifi: Başta islam
dinine kaste edenler olmak üzere mensup oldukları siyasi fırka ve hizipleri,
fıkhi mezhepleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini,peşinden gittikleri
imam veya hükümdarları medh etmek halife ve emirlerin nezdinde yüksek
mertebeler kazanmak cami ve mescidlerde vaz ettikleri cemaatin teveccühüne nail
olmak halkın dini emir ve nehiylere karşı rabetini artırmak maksadıyla din
düşmanlarının yalancıların ve cahillerin uydurdukları sonra da bu uydurulan şeylere,
derecelerini yükseltmek için tanınmışmhadis ravilerindaen düzdükleri isnadlar
ekleyerek hadismiş gibi Hz.Peygambere iftira ve isnad ettikleri sözlere 'mevzu
hadis' adı verilmiştir. Hadis Va'zınınBaşlangıcı: Siyasi
ihtilaflar ve bu ihtilafların neticesi olarak ortaya çıkan şia ve havaric
fırkaları,hadis vaz'ının başlamasında başlıca amil olmuşlardır; Çünkü her fırka
kendi siyasi görüşlerini doğruluğuna halkı inandırabilmek için bu görüşleri
teyid edecek dini naslara şiddetle ihtiyaç duymuşlardır. Nasları
Kur'ân içinde ve sahih bulamadıkları zaman yeni hadisler imal etmekten başka
çıkar yol görmemişlerdir. HADİS ESERLERİ 1. Siyer ve Megazi Kitapları 2. Sünen Kitapları 3. Musannaflar 4.Cami'ler 5. Müsnedler 6. Cüzler 7. Mustahrecler FIKIH KAVRAMI Fıkıh kavramını şu şekilde tarif
edebiliriz;Şer’i,fer’i,ameli hükümleri,tafsili delillerinden çıkararak bilmek
veya Tafsili delillerden çıkarılmış şer’i hükümlerdir.Fıkıh fert ile fert, fert
ile cemiyet veya devlet arasındaki münasebetleri tanzim eder ayrıca fıkıh, fert
ile Allah arasındaki münasebetleri de tanzim eder. FIKIH İBADAT MUAMELAT
UKUBAT(CEZA) 1.Taharet 1.Akitler(Medine Huk. Borç
Huk.) 1.Cinayet 2.Namaz
2.Kaza (Usul Huk.)
2.Hudud 3.Oruç
3.Feraiz (Miras Huk) 3.Kısas 4.Hac 4. İflas (İcra Huk.) 4.
Ta’zir 5.Zekat
5. Rehin(Eşya Huk.) 5. Kaza
(Usul) 6.Cihat 6. Nikah(Aile Huk.) 7.Kurban 7.Siyer(Devlet Huk) 8.Nikah 8. Zekat(Maliye Huk.) 9.Şirket Hukuk tarihinde ilk yazılı anayasa Hz.
Peygamber tarafından tanzim edilmiştir.
Bu anayasa elli iki madde halinde Hicret’in 1. yılında
hazırlanmıştır.Siyasetten tamamen ayrı bir şekilde harb ve sulh hukuku yani
Devletler umumi ve hususi hukuku Müslümanlara tarafından tespit ve tanzim
edilmiştir.İmam Muhammed eş-Şeybani’nin es-Siyerül Kebir adlı eseri hukuk
adının en eski müdevvenatidir. Hukuk Felsefesini de hukuk ailesine İslam
Hukukları kazanmıştır.Bu konuda İmam Şafi, er Risale adlı kitap yazmıştır. Bu
ilk usulü fıkıh kitabıdır. Usulü Fıkıh
bir yönüyle Hukuk Felsefesi de demektir. HZ.PEYGAMBER DEVRİNDE FIKIH
1.Mekke Devri: Bu devirde vahiy itikad ve ahlak konularında iniyordu.
Bu devirde fıkıhla ilgili hükümler az miktarda vazedildi. İbadetle ilgili
hükümlerin bir kısmı da bu devrede tebliğ edildi. Nikah, talah, yemin konuları
da bu devrede. Ayrıca devrin sonuna doğru zina, hırsızlık, öldürme konuları da
yer almıştır. 2.Medine Devri: Hz.Peygamber burada İslam Devletini kurdu ve yaptığı
anayasa ile Müslüman ve olmayanların adli, siyasi, mali vb. sahalarda hareket
tarzını gösterdi. Bu devirdeki fıkıh kaynakları; 1.Kur’an:
Alimlere göre Kur’an’da 500 kadar ahkamla ilgili ayet bulunmaktadır.Ahkam
ayetlerini tefsirini konu eden tefsir kitapları şunlardır; İmam Şafi, Ahkamul
Kur’an ,Cesas, Ahkamul Kur’an,İbnül Arabi, Ahkamul Kur’an 2.Sünnet:
Bazı alimlere göre 4000 kadar hüküm ifade eden hadis rivayet edilmiştir. Hadis
kitaplarının Ahkam,Kısas, Büyü vb. bölümleri ahkam hadislerini ihtiva
etmektedir.Ayrıca bu nevi hadisler, ibn Hacer Askalani’nin Bulüğu’l Meram,
Tehavi’nin Şerhü Meail Asar vb. eserde toplu bir şekilde yer almaktadır. SAHABE DEVRİNDE
FIKIH Reyiyle en çok ictihadda bulunan
sahabiler; 1.Ömer 2.İbn Mes’ud 3.Hz. Ali Reyle az ictihadda bulunan sahabiler ; 1.Abdullah b. Ömer 2.Abdullah b. Amr 3.Abdullah b. Zübeyr BU DEVİRDE İHTİLAFLAR VE
SEBEPLERİ 1.Kur’anla İlgili İhtilaflar: Fakih sahabeler Kur’an nasslarını anlayıp tefsir
etmekte birbirlerinden farklı görüş ve fikir ileri sürmüşlerdir.Mesela “Boşanan
kadınlar,kendi kendilerine üç kur beklerler” ayetinde geçen kuru
kelimesini İbn Mesud hayız,Zeyd b.Sait
tuhur olarak tefsir etmiştir. 2.Sünnetle İlgili İhtilaflar:Bu devirde sünnet tamamiyle tedvin edilmemişti.Bazı
sahabilerin bir konuda bildiği bir hadisi,başka bir sahabi bazen
bilmiyordu.Hadis kendine ulaşmadığı için ictihadda bulunuyordu.Sünnet
kıendisine ulaştıktan sonra da sünnete muhalif ictihadını değiştiriyordu. 3. Reyle ilgili ihtilaflar: Bu
devirde yine fakih sahabiler ,hükmü nasslarla sabit olmayan meselelerin
hükümlerini çıkarmak üzere reye başvurmuşlar ve farklı metodlar takip ederek
farklı ictihadlarda bulunmuşlardır.Bazen maslahat-ı mürsele, bazen Seddi zerayi
veya başka usulleri kullanmışlardır. FAKİH SAHABİLER Iraklılar, İbn MESUD’UN,Mekkeliler İbn
Abbasın, Medineliler Zeyd b. Sabit,İbn Ömer, Hz. Aişe gibi sahabilerin fetva
ictihatlarıyla ilmi yüksek mertebeye ulaşmışlardır. TABİUN DEVRİNDE FIKIH Bu
devir Hicri 40 yılında başlar yani Emevi Devletinin kuruluşundan başlar, Hicri
132 yılına kadar devam eder. Medineli Tabiiler İbn Ömer, Mekkeliler İbn Abbas,
Küfeliler İbn Mesud, Mısırlılar Abdullah b. Amr’dan fıkıh öğrenmişlerdir .Böylece
Tabiiler, fıkhı kendi bölgelerinde bulunan sahabilerden öğrenmişler, hüküm
çıkarmada onların usullerini uygulamışlardı. Bu devirde fıkhi kaynakları
şunlardı; Kitap, Sünnet, İcma, Sahabe kavli ve fetvaları, Rey. TABİUN DEVRİNDE FIKIHİ GELİŞMELER Bu devirde fıkıh gelişmeleri üç madde
halinde özetlenebilir. 1.Fıkıh
sahasında ihtilafların devam etmesi 2.Fıkıh
sahasında tedvin hareketlerini başlaması 3.Ehli
Rey ve Ehli hadis mekteplerinin ortaya çıkışı TABİUN DEVRİNDE YETİŞEN FAKİHLER En meşhurları şunlardır; Medine’de;
Said b. Müseyyeb, En Nafi Mekke’de;
Mücahid, İkrime Mısır’da;
Yezid b. Habib, Ebul Hayr Basra’da;
Hasan el Basri, Katade Küfe’de;
Abdurrahman b. Ebi Leyla, İbrahim en Nehai Yemen’de;
Vehb b. Münebbih Şam’da;
Ömer b. Abdilaziz HANEFİ MEZHEBİNE AİT KİTAPLAR 1.Kasami,
Bedayius Sanayi 2.Mergimani
el Hidaye 3.Debusi,
el Esrar 4.ibnül
hümam 5.Dört
metin (kenz, muhtar, mecma, vikaye) 6.ez
zelei, Tebyinül Hakaik 7.İbn
nüceym, el Bahrur raik 8.İbn
Abidin, Reddül Muhtar MALİKİ MEZHEBİNE AİT FIKIH KİTAPLARI 1.El
Bau, el Müteka 2.İbn
Rüşd, Bidsyetül müctehid ve nihayetül muktesid ŞAFİİ MEZHEBİNE AİT KİTAPLAR 1.Müzeni,Muhtasar 2.Büveyti,
Muhtasarul Kebir 3.Ebu
Zekeriya Yahya b. Şeref nevevi, Minha 4.Remli,
Nihayetül Muhtac 5.Şirbini,
muğril muhtac 6.İbn
Hacer, Tuhfetül Muhtac 7.Gazzali,
el vecizfi fıkhi Şafii 8.Şirazi,
el Mühezzeb FIKIH
MEZHEPLERİ Sünni Mezhepler Sünni Olamayan Mezhepler Yaşayan(Hak) Yaşamayan Yaşayanlar(Batıl) Hanefi Taberi Şia Şafii Servi İmamiye Hanbeli Evzai Caferiyye, İsma Aşera Maliki Leys b. Said Zeyaliyye Süfyan b. Üyeyne Havaric (İbadiyye) Zahiri
KAYNAKLAR Tefsir
Tarihi..............................Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu Tefsir
Tarihi..............................Muhsin Demirci Tefsir
Usulü...............................Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu Hadis
Tarihi...............................Prof. Dr. Talat koçyiğit Hadis
usulü................................Prof. Dr. Talat Koçyiğit Hukukı
İslamiye .......................Ömer Nasuhi Bilmen Ana
Hatlarıyla İslam Hukuku....Hayreddin Karaman
أصول
الفقه : الأصل لغة: الأَصْلُ أَسفل كل شيء، وجمعه أُصول. والأصل: ما يستند إليه غيره ويبتني عليه. وقيل: أصل الشَّيء ما منه الشَّيء، وقيل: ما
يتفرع عليه غيره، فالأب أصل الولد، والأساس أصل للجدار، والنَّهر أصل للجدول،
وسواء أكانَ الابتناء حسياً كما مُثل، أم عقلياً كابتناء المدلول على الدليل. وقيل: منشأ الشَّيء، وقيل: ما يستند تحقق الشَّيء
إليه . وأُصُول العلوم: قواعدها التي تُبنَى عليها
الأحكام . مقدمة في
تطور كلمة الفقه : كلمة الفقه كانت معروفة في الجاهلية، بمعنى الفهم لا بمعنى العلم
المخصوص، وما كانوا يستعملون لفظ فقيه أو عالم فيما استعملا فيه بعد الإسلام. هذا ما يقوله محمد بن الحسن الثعالبي الفارسي (في كتابه) الفطر السامي
في تاريخ الفقه الإسلامي... ولكنه لم يكن شائعاً بينهم بالمعنى المخصوص وإنما الذي سجل عن العرب
قولهم : جمل فقيه أي فطين بأحوال الشوق ، لأن اللغة العربية كانت تميل إلى التعبير
عن المحسوسات قبل النقلة التي شهدتها بمجيء الإسلام ونزول القرآن الكريم ، فلم
يكونوا يعرفون مثلاً الفاسق كما نقله الأصبهاني عن ابن الأعرابي ونص كلام ابن
الأعرابي على ما نقله الجوهريُّ. لم يسمع الفاسق في وصف الإنسان في كلام العرب، وإنما قالوا: فسقت الرطبة خرجت عن قشرها. قال ابن الأعرابي: "لم يسمع قط في كلام الجاهلية ولا شعرهم
فاسق"... والفقه من هذه الألفاظ التي تطورت تطوراً ملموساً منذ ظهور الإسلام
ففي الصدر الأول استعملت كلمة الفقه في النصوص الشرعية لمعنيين: أولُهما: الفهم الذي ينصف به الشخص. وثانيهما: النصوص الشَرْعِيَّة. فمن الأول قوله تعالى: {قالوا يا شعيب ما نفقه كثيراً مما تقول} (1) ومن {ولكن لا تفقهون تسبيحهم}(2) ومنه {أنظر كيف نصرف الآيات لعلهم يفقهون}(3) ومن السنة: قول النبي صلى الله عليه وسلم في دعائه لابن عباس: ((اللهم
فقهه في الدين..)) الحديث، متفق عليه(4) فهو محتمل للمعنيين أي معنى الفهم ومعنى العلم بنصُوص الشريعة... ومن المعنى الأول قول علي رضي الله عنه لابن الكوَّاء وقد سأله عن
قوله تعالى: {والذاريات ذروا فالحاملات وقرا} قال له: ويحك اسأل تفقهاً ولا تسأل
تعنتاً(5) ثانيهما: النصوص الشرعيَّة ومنه قوله صلى الله
عليه وسلم: ((رب حامل فقه غير فقيه ورب حامل فقه إلى من هو أفقه منه))(6) ، وهو
جزءٌ من حديث أخرجه أحمد في المسند والترمذي وقال صحيح. وابن حبان وصححه، والحاكم وصححه.. ومنه قول عمر بن الخطاب رضي الله عنه: ((تفقهوا
قبل أن تسوَّدوا)) (7) . قال أبو عبدالله – البخاري –: "وبعد أن
تسودوا وقد تعلم أصحاب النبي صلى الله عليه وسلم بعد كبر سنهم". بعد هذه المقدمة القصيرة عن معنى الفقه في القرآن
والسنة، نستنتج أن الفقه بمعنى المعلوم، كانت تغطى علوم الدين كلها من عقيدة
وأحكام عبادات ومعاملات، وحدود، كما تغطى أدلتها من كتاب وسنة، كل ذلك يعتبر
فقهاً، لأنها متعلقه بالدين، والدين كما هو معروف إذا أطلق فإنه يدل على الإسلام
والإيمان والإحسان، ومع ذلك فنحن نلاحظ استعمال كلمة الفقه، في بعض الآثار الواردة
عن بعض السلف في عصر الصحابة، بجانب الكتاب والسنة، مما يشير إلى شيء خاص وليس
حَتْماً منافياً ولكنه على كل حال زائد على حرفية النص، فمن ذلك قول ابن عباس رضي
الله عنهما: "أفضل الجهاد من بنى مسجداً يعلم فيه القرآن والفقه والسنة"(8) . رواه شريك عن ليث ابن سليم بن يحيى ابن أبي كثير
عن علي الأزدي، قال: أردت الجهاد فأتيت ابن عباس فقال لي: ((ألا أدلك على ما هو
خير تأتي مسجداً فتقرأ فيه القرآن وتعلم فيه الفقه))(9) . وهذا يدل على أن
الفقه بدأ في تمثيل مصطلح خاص متميز في أيام الصحابة، وذلك راجع إلى ظهور مسائل
اجتهادية، كمسألة ميراث الجد مع الأخوة، ومسألة أراضي العراق وغيرها من أرض الخراج
ومسألة درء الحد عمن ولدت لستة أشهر، وغيرها من المسائل التي تستدعي الاجتهاد
وأعمال النظر، وظهور هذه المسائل كان نتيجة لتلاحق التطورات في المجتمع الإسلامي
الذي اتسعت رقعته ، ثم تفرق الصحابة في الأقطار والأصقاع كل واحد يحمل معه من
السنة ما وعي، ليفتي ويقضي حسب ما سمع وبقدر ما فهم فاختلفت بعض الآراء في المسائل
الفقهية، إلا أنهم حفظوا من الاختلاف في مسائل العقيدة. فبرزت الحاجة للنظر في
المصدرالثاني من مصادر الشريعة وهو السنة، فكان أول جمع لها بأمر أمير المؤمنين عمر
بن عبدالعزيز في نهاية القرن الأول الهجري وبداية القرن الثاني حيث كتب إلى عامله
في المدينة المنورة، أن يجمع السنة ثم تبارى العلماء في جمع الحديث وتصحيحه
وتنقيحه . فمن أوائل الكتب التي وصلت من السلف إلى الخلف صحيفة همام ابن منبه
المتوفي سنة 132هـ ومسند أبي حنيفة ت150هـ وموطأ مالك بن أنس سنة 179هـ ومسند أبي
داود الطيالسي المتوفي 204هـ. ومسند الشافعي المتوفي 204هـ وهكذا توالت كتب الحديث
من جوامع وسنن ومسانيد ومستخرجات ومستدركات. وفي نفس الوقت تقريباً، اهتم العلماء باستخراج المسائل الفقهية
وتجريدها بعد تحرير الناسخ والمنسوخ والعام والخاص والمطلق والمقيد، فتكونت مدارس
فقهية في الحجاز والعراق ومصر وكثرت الآراء واتسعت القضايا وتباينت الفتوى، وظهرت
مسائل استنباطية معزوة إلى أصحابها الذين لم يعودوا مجرد مفتين، وإنما مؤسسو مدارس
يشار إليهم بالبنان، نظراً لرسوخ أقدامهم في العلم ودقة مداركهم في الفهم، فألفت
المدونات، كمدونة ابن القاسم التي نقلها عن مالك، وكتاب الأم للشافعي، وغيرهما من
الكتب التي تعتني بالمسائل الفقهية الاستنباطية، وكان الأمر يقتضي وضع قواعد،
ومناهج ليسلكها السالكون في التعامل مع النصوص، واستنباط المسائل منها. وسميت هذه المسائل الجديدة فقهاً، وأخذت القواعد التي تحكم كيفية
الاستنباط والتعامل مع النصوص اسم أصول الفقه. هذه الأطوار التي مرت بها الشريعة من عهد الصحابة الذين جمعوا القرآن
الكريم وجمعوا الناس على مصحف واحد، وعهد التابعين الذين بدأوا مسيرة جمع السنة،
والذين من بعدهم من الأئمة الذين اجتهدوا في استخراج المسائل واستنباطها، كل ذلك
قد أثر في تطور معنى كلمة فقه، وبدون شك فإن هذا قد خلف ظلالاً على تعامل العلماء
من بعدهم، مع تعريف هذه الكلمة وتحديد مفهومها الدقيق . تعريف الأصوليين للفقه اختلف الأصوليون في تعريف الفقه على أربعة أقوال : 1 - فذهب بعضهم إلى أن الفقه مرادف للعلم بالشريعة أي أنه شامل للعلم
بالأحكام الثابتة بالنصوص القطعية، أو تلك الثابتة بالطرق الظنية. 2 - وذهب بعضهم إلى أنه الثابت بالنصوص القطعية فقط. 3 - وذهب الجمهور إلى أنه العلم بالأحكام المستفادة عن طريق الاستنباط
والاجتهاد. 4 - وذهب فريق رابع إلى أنه: العلم بالأحكام الشرعية العملية المكتسبة
عن طريق الأدلة التفصيلية (10) الفرق بين الفقه وأصول الفقه : (11) 2) علم الكلام : لأن
البحث في الكتاب والسنة والاجماع وغيرها واثبات حجيتها يتطلب اولاً تصديق الرسول،
صلى الله عليه وسلم، والايمان بما جاء به ، وهو أمر يلي معرفة الله تعالى
والاعتقاد بوحدانيته بأدلة حدوث العالم وعجائب الكون مما هو من مواضيع ذلك العلم . أصول التفسير : المبحث
الأول: تعريف علم أصول التفسير وبيان مكانته وفضله التفسير
اصطلاحا: علم يفهم به كتاب الله تعالى المنزل على نبيه محمد صلى الله عليه وسلم
وبيان معانيه واستخراج أحكامه وحكمه. وأما أصول التفسير اصطلاحا: فهي القواعد
والأسس التي يقوم عليها علم التفسير وتشمل ما يتعلق بالمفسر من شروط وآداب وما
يتعلق بالتفسير من قواعد وطرق ومناهج وما إلى ذلك . المبحث الثاني: نشأة علم التفسير ومراحله وفي
هذا المبحث يقول: (جرت سنة الله تعالى في إرسال الرسل وإنزال الكتب أن يبعث لكل
أمة نبيا بلسان قومه وأن يكون كتابه بلسانهم، قال تعالى: ﴿وما أرسلنا من رسول إلا
بلسان قومه ليبين لهم﴾ المرحلة الأولى: التفسير في عهد الرسول صلى الله عليه وسلم وفي
هذه المرحلة كان الصحابة رضي الله عنهم يرجعون إلى الرسول صلى الله عليه وسلم فيما
أشكل عليهم فهمه من القرآن فيجدون الجواب الشافي، وقد اختلف العلماء في مقدار ما
فسره الرسول صلى الله عليه وسلم من القرآن على قولين: الأول: أنه صلى الله عليه
وسلم بيّن لأصحابه معاني القرآن كما بين لهم ألفاظه. والثاني: أن الرسول صلى الله
عليه وسلم لم يبين لأصحابه إلا القليل من معاني الآيات . وفي
هذا رجّح رأيا بقوله: (والذي أراه أن الرسول صلى الله عليه وسلم لم يبين معاني كل
الآيات القرآنية) . منهج
الرسول صلى الله عليه وسلم في التفسير: لم يكن الرسول صلى الله عليه وسلم يطنب في
تفسير الآية أو يخرج إلى ما لا فائدة في معرفته ولا ثمرة في إدراكه، فكان جل
تفسيره صلى الله عليه وسلم بيانا لمجمل، أو توضيحا لمشكَل، أو تخصيصا لعام، أو
تقييدا لمطلق أو بيانا لمعنى لفظ أو متعلقه . المرحلة الثانية: التفسير في عهد الصحابة رضي الله عنهم كانوا
رضوان الله عليهم أجمعين إذا خفي عليهم معنى أو دق عليهم مرمى رجعوا إلى الرسول
صلى الله عليه وسلم فبين لهم ذلك ووضحه، وإن لم يتيسر لهم ذلك راجعوا اجتهاداتهم
وكان التفاوت بينهم واضحا في هذه الرتبة، فكان بعضهم يرجع إلى بعض، إذ التفاوت
بينهم راجع إلى التفاوت في قوة الفهم والإدراك، وفيما أحاط بالآية من ظروف
وملابسات ، وقد تميز تفسيرهم بمزايا منها : 1- قلة الأخذ بالإسرائيليات . 2- لم يشمل تفسيرهم القرآن كله . 3- لا يتكلفون التفسير ولا يتعمقون فيه تعمقا
مذموما . 4- قلة تدوينهم للتفسير وأن أغلب ما روي عنهم كان بالرواية
والتلقين وليس بالتدوين . منهج
الصحابة رضي الله عنهم في التفسير: يقوم
منهجهم على ثلاثة أسس : الأول:
تفسير القرآن بالقرآن: فإن من آيات القرآن ما جاء مجملا في موضع و مبينا في موضع
آخر، وموجزا في موضع ومفصلا في موضع آخر، ومطلقا في موضع ومقيدا في موضع آخر، ومثل
هذا يفسر بعضه بعضا . الثاني:
تفسير القرآن بأقوال النبي صلى الله عليه وسلم: وقد أفردت كتب السنة بابا للتفسير
بالمأثور ذكرت فيه كثيرا من التفسير النبوي للقرآن الكريم . الثالث:
الاجتهاد والاستنباط: فإن لم يعثر الصحابة رضي الله عنهم على التفسير لا في القرآن
ولا في السنة اجتهدوا رأيهم، ولأنهم عربا خلّص شاهدوا التنزيل وحضروه كانوا أحرى
وأجدر بذلك. وقد أثر عنهم أنهم كانت لهم ثلاث مدارس في التفسير، مدرسة ابن مسعود
رضي الله عنه في الكوفة، ومدرسة عبد الله بن عباس رضي الله عنهما في مكة، ومدرسة
أبي بن كعب رضي الله عنه في المدينة . أما
عن حكم تفسير الصحابي فينقسم إلى قسمين: - إذا كان مما ليس للرأي فيه مجال كالأمور
الغيبية، وأسباب النزول ونحوها فله حكم المرفوع يجب الأخذ به. –وإذا كان غير ذلك
مما يرجع إلى اجتهاد الصحابي فهو موقوف عليه ما دام لم يسنده إلى الرسول صلى الله
عليه وسلم، وأوجب بعض العلماء الأخذ بموقف الصحابي لما شاهدوه من القرائن والأحوال
التي اختصوا بها وليست لغيرهم . المرحلة الثالثة: التفسير في عهد التابعين رحمهم الله تعالى لم
يكن ثمة فارق كبير بين منهج الصحابة رضي الله عنهم ومنهج التابعين، فقد تلقى
التابعون تفسيرهم من الصحابة رضي الله عنهم وكانوا يتحرجون من التفسير كما تحرج
الصحابة رضي الله عنهم، فهذا سعيد بن المسيب رحمه الله تعالى كان إذا سئل عن تفسير
آية من القرآن سكت كأن لم يسمع. ومن أشهر المفسرين من التابعين مجاهد بن جبر وسعيد
بن جبير وعطاء وعكرمة والحسن البصري وزيد بن أسلم وقتادة وعامر الشعبي وغيرهم . حكم
تفسير التابعي: فقد اختلف العلماء في الرجوع إلى تفسير التابعي للآية إذا لم يرد
تفسيرها عن الرسول صلى الله عليه وسلم ولا عن أحد من أصحابه رضي الله عنهم، فطائفة
ذهبت إلى أنه لا يجب الأخذ بتفسير التابعي لأنه لم يسمع من النبي صلى الله عليه
وسلم وأنهم لم يشاهدوا القرائن والأحوال التي نزل عليها القرآن وأن عدالة التابعين
غير منصوص عليها كما نص على عدالة الصحابي. وطائفة قالت وهم أكثر المفسرين: أنه
يؤخذ بقول التابعي في التفسير إذا لم نجد تفسيرها في السنة ولا في أقوال الصحابة
لأنهم تلقوا التفسير عن الصحابة وحضروا مجالسهم ونهلوا من علمهم . والرأي
الراجح: التفصيل كما قال ابن تيمية رحمه الله تعالى: "فإن أجمعوا على تفسير
واحد وجب الأخذ به ولا يرتاب في كونه حجة " . المرحلة الرابعة: التفسير في عهد التدوين وقد
بدأ عصر التدوين في أواخر القرن الأول الهجري حيث دون الحديث النبوي الشريف بمختلف
موضوعاته وأبواب، ونستطيع أن نقول أن تدوين التفسير مرّ بأربع مراحل حتى استوى على
سوقه وأنتجت لنا مؤلفات في التفسير بالمأثور والتفسير بالرأي . المحبث
الرابع: أساليب التفسير أساليب
التفسير الأربعة هي : التفسير التحليلي ، والتفسير الإجمالي ، والتفسير المقارن ، والتفسير
الموضوعي . التفسير
التحليلي: وهو الأسلوب الذي يتتبع فيه المفسر الآيات حسب ترتيب المصحف سواء تناول
جملة من الآيات متتابعة أو سورة كاملة أو القرآن كله، ويبين ما يتعلق بكل آية من
معاني ألفاظها، ووجوه البلاغة فيها وأسباب نزولها وأحكامها ومعناها ونحو ذلك . التفسير
الإجمالي: وهو الأسلوب الذي يعمد فيه المفسر إلى الآيات القرآنية حسب ترتيب المصحف
فيبين معاني الجمل فيها متتبعا ما ترمي إليه الجمل من أهداف، ويصوغ ذلك بعبارات من
ألفاظه ليسهل فهمها وتتضح مقاصدها للقارئ والمستمع . التفسير
المقارن: وهو الذي يعمد المفسر فيه إلى الآية أو الآيات فيجمع ما حول موضوعها من
نصوص سواء كانت نصوصا قرآنية أخرى، أو نصوصا حديثية، أو للصحابة، أو للتابعين، أو
للمفسرين، أو كتب سماوية، ثم يقارن بين هذه النصوص، ويوازن بين الآراء ويستعرض
الأدلة، ويبين الراجح وينقض المرجوح. وفي هذا النوع من التفسير فوائد زوائد حيث
تكون المقارنة بين نص قرآني وبين نص في التوراة، أو نص في الإنجيل لإظهار فضل
القرآن، ومزيته، وهيمنته على الكتب السابقة، وكشف وجوه التحريف والتبديل فيها،
فيما وقع فيه اختلاف، وتوضيح المعنى القرآني وجلاء بعض معانيه وتكملة المشهد الذي
يتناوله النص القرآني فيما وقع الاتفاق فيه بين القرآن والكتب السابقة . التفسير
الموضوعي: وهو أسلوب لا يفسر فيه صاحبه الآيات القرآنية حسب ترتيب المصحف بل يجمع
كل الآيات القرآنية التي تتحدث عن موضوع واحد فيفسرها مجتمعة ويستنبط الحكم
المشترك منها ومقاصد القرآن فيها، وقيل هو علم يتناول القضايا حسب مقاصد القرآن
العليا من خلال سورة أو أكثر . المبحث الخامس: طرق التفسير معلوم
أن الصحابة رضي الله عنهم عربا خلصا يفهمون القرآن بمقتضى اللغة، لكن اللغة وحدها
لا تكفي لفهم معاني بعض الآيات، بل لا بد من معرفة ما يحيط بالآية من أحداث
وملابسات، كأسباب النزول والناسخ والمنسوخ، والعموم والخصوص وغير ذلك، فضلا عن
القدرة على الاستنباط ودقة الفهم. ولهذا فقد كان تنافس الصحابة رضي الله عنهم
والمسلمون من بعدهم في التدبر في آيات القرآن، وبيان معانيه، واستنباط حكمه
وأحكامه فإن وجدوا في القرآن ما يفسر بعضه بعضا أخذوا به وإلا رجعوا إلى سنة
الرسول صلى الله عليه وسلم، فإن لم يجدوا وإلا رجعوا على أقوال الصحابة رضي الله
عنهم فإن أعياهم ذلك اجتهدوا رأيهم. وبهذا يظهر أن طرق التفسير ومصادره تنقسم إلى
طريقين:التفسير بالمأثور والتفسير بالرأي. لنتناول ذلك بشيء من البيان أولا :
التفسير بالمأثور: والمراد به ما جاء في القرآن الكريم نفسه من البيان والتفصيل
لبعض آياته، وما نقل عن الرسول صلى الله عليه وسلم وما نقل عن أصحابه رضي الله
عنهم من ذلك واختلفوا فيما نقل عن التابعين . وللتفسير
بالمأثور فضل ومكانة على باقي أنواع التفاسير الأخرى لأنه إما أن يكون تفسيرا
للقرآن بكلام الله تعالى فهو أعلم بمراده، وإما أن يكون تفسيرا له بكلام الرسول
صلى الله عليه وسلم فهو المبين لكلام الله تعالى، وإما أن يكون بأقوال الصحابة فهم
الذين شاهدوا التنزيل بقرائنه وأحواله وهم أهل اللسان . مع
التنبيه أن التفسير بالمأثور قد دخله الوضع وسرى فيه الدس والخرافات وذلك لأسباب ،
والتفسير بالمأثور نوعان : : أحدهما ما توافرت الأدلة على صحته
وقبوله ، وثانيهما ما لم يصح بسب الدس والوضع وهذا وجب رده ولا يجوز قبوله ولا
الاشتغال به إلا لتمحيصه أو التنبيه إلى ضلاله حتى لا يغتر به أحد . مصادره:
للتفسير بالمأثور مصادر وتسمى طرق التفسير وهي التي يعتمدها ويصدر عنها أولها
: القرآن وهو أصح طرق التفسير، قال ابن تيمية رحمه الله تعالى في مقدمة أصول
التفسير: "أصح الطرق في ذلك أن يفسر القرآن بالقرآن، فما أُجمِل في مكان فإنه
قد فسر في موضع آخر، وما اختصر في مكان فقد بسط في موضع آخر" . ثانيها
: السنة النبوية قال ابن تيمية رحمه الله تعالى: «فإن أعياك ذلك- يعني تفسير
القرآن بالقرآن- فعليك بالسنة فإنها شارحة للقرآن وموضحة له، بل قد قال الإمام أبو
عبد الله محمد بن إدريس الشافعي: «كل ما حكم به رسول الله صلى الله عليه وسلم فهو
مما فهمه من القرآن». وقال الإمام أحمد رحمه الله «السنة تفسر الكتاب وتبينه».
وعلى هذا فأوجه بيان السنة للكتاب: أن السنة تبين ما أجمل في القرآن وتوضح المشكَل
وتخصص العام وتقيد المطلق، وبهذا يظهر أن السنة النبوية أهم مصادر التفسير
بالمأثور مع القرآن الكريم . ثالثها
: تفسير الصحابي رضي الله عنه: قال ابن تيمية رحمه الله: " وحينئذ إذا لم تجد
التفسير في القرآن ولا في السنة رجعت في ذلك إلى أقوال الصحابة فإنهم أدرى بذلك
لما شاهدوه من القرائن والأحوال التي اختصوا بها، ولما لهم من الفهم التام، والعلم
الصحيح لا سيما علماؤهم وكبراؤهم " . رابعها
: تفسير التابعين رحمهم الله تعالى فإن لم تجد تفسيرا فيما سبق ذكره آن إذن أن
ترجع إلى أقوال التابعين ، وهذا ما قاله ابن تيمية : " فقد رجع كثير من
الأئمة في ذلك إلى أقوال التابعين كمجاهد بن جبر فإنه آية في التفسير .. وكسعيد بن
جبير وعكرمة .. " . حكم
التفسير بالمأثور : يجب الأخذ به ولا يجوز العدول عنه إذا صح . ثانيا
التفسير بالرأي: والمراد به الاجتهاد، وعليه فالتفسير بالرأي عبارة عن تفسير
القرآن بالاجتهاد . وقد
يبذل المفسر جهده وتتوافر فيه شروط المفسر فيُحمد تفسيره، وقد يكون صاحب هوى أو لا
تتوفر فيه الشروط فيذم تفسيره . وبهذا يظهر أن التفسير بالرأي ينقسم إلى قسمين :
الأول التفسير بالرأي المحمود وهو التفسير المستمد من القرآن ومن سنة الرسول صلى
الله عليه وسلم وكان صاحبه عالما باللغة العربية، خبيرا بأساليبها، عالما بقواعد
الشريعة وأصولها ومقاصدها، والمفسر هاهنا يبذل جهده ووسعه في فهم النص القرآني
وإدراك معناه مستندا إلى اللغة، والنصوص، والأدلة الشرعية. وقد أجازه العلماء. الثاني التفسير بالرأي المذموم وهو التفسير
بمجرد الرأي والهوى ولا يستند صاحبه إلى نصوص الشريعة وأكثر الذين فسروا القرآن
بمجرد الرأي هو أهل البدع والمذاهب الباطلة، وحكم هذا النوع من التفسير حرام ولا يجوز،
قال ابن تيمية رحمه الله : " فأما تفسير القرآن بمجرد الرأي فحرام " . أصول الحديث : علم الحديث اصطلاحاً: علمٌ بقوانينَ
يُعرفُ بها أحوال السَّنَد والْمَتْن. وموضوعه الْمَتْن. وغايته: معرفة الصَّحيح من غيره (12) وقد نظمه الجلال السيوطي في ألفيته فقال: عِلْمُ الحديث ذُو قَوانينَ تُحَدْ يُدْرَى بِها أحوالُ مَتْنٍ وَسَنَدْ فَذَانِكَ الْمَوضُوعُ وَالْمَقْصُودُ أنْ يُعْرَفَ الْمَقْبُولُ وَالْمَرْدُودُ (13) ويُسمَّى علم أصول الحديث، أو علم مُصطلح الحديث،
أو عِلُم الحديث دراية، أو علوم الحديث (14) وهو عِلْمٌ يُمكنني أن أُعرِّفهُ: إنَّهُ علم
توثيق النُّصوص وضبطها عندَ الْمُحدِّثين. ويُعدُّ هذا العلم من العلوم الإسلامية الخالصة،
والتي تستمد أُسسها وأركانها من القرآن الكريم، والسُّنَّة النَّبوية، قال الله
تعالى {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن جَاءكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ
فَتَبَيَّنُوا أَن تُصِيبُوا قَوْماً بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا
فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ}، [الحجرات:6]. وقال صلَّى الله عليه وسلَّم: ((نَضَّرَ اللَّهُ
امْرَأً سَمِعَ مِنَّا حَدِيثًا فَحَفِظَهُ حَتَّى يُبَلِّغَهُ غَيْرَهُ فَإِنَّهُ
رُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ لَيْسَ بِفَقِيهٍ وَرُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ إِلَى مَنْ هُوَ
أَفْقَهُ)) (15) ففي هذه الآية الكريمة، وهذا الحديث الشَّريف
مبدأ التثبت في أخذ الأخبار، وكيفية ضبطها بالانتباه لها ووعيها، والتدقيق في
نقلها للآخرين(16) ولقد تنوعت أساليب التأليف في علوم الحديث، فمنهم
مَن ألَّفَ، في فنِّ الرواية وقوانينها، ومنهم مَن ألَّف في جُزئية من أجزاء علوم
الحديث الْمُتعددة الجوانب، ومنهم مَن نَظمه أبيات شعرية، وهو ما يُسَمَّى
بالشِّعر التَّعليميّ. وأنواع علوم الحديث كثيرة، قال الحازمي: علم
الحديث يشتمل على أنواع كثيرة تبلغ مائة كل نوع منها علم مُستقل، ولو أنفق الطالب
فيه عمره لَم يدرك نهايته (17) والذي ذكره ابن الصَّلاح منها خمسة وستين نوعاً،
ثُمَّ قال: وليس ذلك بآخر الممكن فإنه قابل للتنويع إلى ما لا يحصى... (18) جاء الإمام الحافظ أبو عَمرو عبد الرحمن بن عثمان الشَّهْرَزوريّ،
المعروف بابن الصَّلاح (ت643هـ)، فألَّف كتابه المشهور ((علوم الحديث))، فجمع فيه
شتات ما كتبه مَن تقدَّمه في هذا الفن، واجتمع في كتابه ما تفرَّق في غيره،
وألَّفه عن طريق الإملاء شيئاً بعد شيء، فلم يحصل ترتيبه على الوضع المناسب. ولقد
جاء الإمام بدر الدِّين محمد بن إبراهيم بن جَمَاعة (ت733هـ)، فألَّف كتابه
((الْمَنْهل الرَّوي في مُختصر علوم الحديث النَّبويّ))، فاختصر كتاب ابن
الصَّلاح، ورتبه ترتيباً جميلاً يتميز بالدقة وحُسن النظام، وقال: رتبته عَلَى
مقدمة وأربعة أطراف، والمقدمة في بيان مصطلحات يحتاج إلى معرفتها طالب الحديث. والطرف
الأول في الكلام على المتن، وأقسامه، وأنواعه. والطرف
الثاني: في الكلام في السَّنَدِ وما يتعلَّق به، وهو أحد عشر نوعاً. الطرف
الثالث: في كيفية تحمل الحديث وطرقه، وكتابته، وضبطه، وروايته، وآداب طالبه
وراويه، وهو ستة أنواع. الطرف
الرابع: في أسماء الرجال وما يتصل به، وهو واحد وعشرون نوعاً ويُعدُّ
هذا التنظيم والترتيب من أفضل الطرق التي تعين طالب العلم عَلَى الولوج في دراسة
هذا الفنّ، بصورة منتظمة تمييز بالسهولة وحُسن الترتيب. من
أشهر الْمُصَنَّفَات في علوم الحديث: 1. الرسالة: للإمام أبي عبد الله،
مُحَمَّد بن إدريس بن العَبَّاس الشافعي (ت204هـ). طبع بتحقيق الشيخ أحمد شاكر،
مكتبة التراث بمصر، الطبعة الثانية، 1390هـ. هو
كتاب أصول الفقه الشافعي، وهو أول كتاب ألف في أصول الفقه بل وأول كتاب ألف في
أصول الحديث أيضا. ورغم
كونه كتاب فقه إلاَّ أنه كتاب لغة وأدب وثقافة أيضاً، وذلك أن الشافعي اشتهر بأدبه
وبلاغته. وتكلم فيه الشافعي عن العام والمخصوص والناسخ والمنسوخ، والاستحسان،
وغيرها من أبواب الأصول، وتطرَّقَ إلى ذكر أنواع متعددة من علوم الحديث. وهو
مرجع من المراجع المتقدمة في أصول الفقه والحديث، وعلوم القرآن. 2.
مِمَّا رواه الأكابر عن الأصاغر من الْمُحدِّثين: جمع الحافظ أبي بكر محمد بن محمد
بن سليمان الباغنديّ، البغداديّ (ت312هـ) ، رواية الحافظ أبي الحسين محمد بن
الْمُظَفَّر، عنه. طبع
بتحقيق د. خالد بن محمد بن سعيد باسمح، دار التوحيد، الرياض، 1488هـ، في (216
صفحة). 3.
التَّسوية بين حدَّثنا وأخبرنا : لأبي
جعفر، أحمد بن محمد بن سَلاَمة بن سلمةَ الأزديّ، الْحَجْريّ، المصريّ، الطَّحاويّ
(ت321هـ). 4.
الرَّد عَلَى الكرابيسي ((نقض كتاب الْمُدلِّسين على الكرابيسيّ)) لأبي جعفر، أحمد بن محمد بن سَلاَمة بن سلمةَ
الأزديّ، الْحَجْريّ، المصريّ، الطَّحاويّ (ت321هـ).
ومن المعلوم ان علوم الحديث ، مرت كغيرها من العلوم بعد ولادتها
بمراحل متعددة ، وفي ما يلي استعراض مجمل لتلك المراحل : نشأة علوم الحديث : أدى الخلاف الذي دب بين صفوف الصحابة ، عقب انتقال
الرسول صلى الله عليه وآله الى الرفيق الاعلى ، الى انشطار الامة وانقسامها الى
قسمين ، وتبلور وضع جديد افرز - على مدى الايام - مدرستين فكريتين ، لكل واحدة
منهما معالمها الخاصة بها ، وترشح عنهما تباين بالرؤى والتصورات حول مجمل القضايا
والاحداث . وكان بدء الخلاف بينهم حول خلافة الرسول صلى الله عليه وآله ، حيث ذهب
العامة الى أن الخلافة ترشيح وليست تعيينا ، وان عصر النص انتهى بوفاة الرسول صلى
الله عليه وآله ، فانحصر تراثهم الحديثي بما روي عن الرسول صلى الله عليه وآله فقط
، لذلك أخذت المسافة الزمنية بينهم وبين عصر النص تزداد اتساعا كلما ابتعدوا عن
عصر الرسول صلى الله عليه وآله ، وتشتد الحاجة الى علوم الحديث أكثر ، لما يطرأ
على الروايات بسبب البعد الزمني ، فلذلك تكون ولادة عدة انواع من علوم الحديث في
عصر الخلفاء ولادة طبيعية فرضتها المرحلة الجديدة التي يمر بها الحديث الشريف ،
وان لم تدون هذه العلوم ، حتى زعموا انه لم ينقض القرن الأول الا وقد وجدت أنواع
من علوم الحديث ، منها : 1 - الحديث المرفوع . 2 - الحديث الموقوف . 3 - الحديث
المقطوع . 4 - الحديث المتصل . 5 - الحديث المرسل . 6 - الحديث المنقطع . 7 -
الحديث المدلس . فيما تواصل عصر النص عند الشيعة حتى عصر الغيبة ، فتراكمت تبعا
لذلك الثروة الحديثية الى درجة تجاوزت مجموع التراث الحديثي الذي حوته المدونات الحديثية
الكبرى عند الآخرين . وقد أتاح استمرار عصر النص الفرصة لرواة الحديث للاتصال المباشر
بالنبي عليه السلام ، فاستغنوا بذلك عن قسم من علوم الحديث التي لا ضرورة لها
آنذاك ، دون البعض الاخر الذي فرضته طبيعة الاحاديث نفسها ، كالعلم بالناسخ
والمنسوخ ، ومعرفة الشاذ والغريب وغيرها . أما عندما اتسعت رقعة العالم الاسلامي ،
وانتشر المسلمون في آفاق الارض ، وابتعد الشيعة عن مركز تواجد الائمة عليهم السلام
، أو أن الظروف السياسية أو الامنية كانت تحول دون ذلك ، إضافة الى توافر المبررات
الكثيرة لوضع الحديث من قبل الحكام والفئات المنحرفة ، ازدادت الحاجة الى علوم
دراية الحديث ، لحفظ هذا التراث من التحريف فيه والدخيل . فخف رجالهم وانبرى
علماؤهم لهذه المهمة ، فصنفوا وكتبوا في هذا المجال ما يكفي لسد حاجتهم لذلك . كيف نشأت الحاجة الى علوم الحديث ؟ تحكم عاملان رئيسيان في نشأة علوم الحديث ، هما : أ - العامل الذاتي .
ب - العامل الموضوعي . وهذا الكلام يظهر لنا واضحا جليا عندما نعكف على دراسة
انواع دراية الحديث ، ونتعمق في فهمها ، وتحديد أبعادها ، كما يمكننا ان نستعين
بالنصوص التاريخية كشاهد على ذلك . ولعل أفضل نص تاريخي حدد لنا بوضوح هذين العاملين هو الرواية الواردة
عن الامام علي عليه السلام بهذا الخصوص : روى الكليني بسنده عن سليم بن قيس
الهلالي قال : قلت لأمير المؤمنين عليه السلام : اني سمعت من سلمان والمقداد وأبي
ذر شيئا من تفسير القرآن واحاديث عن نبي الله صلى الله عليه وآله غير ما في أيدي
الناس ، ثم سمعت منك تصديق ما سمعت منهم ، ورأيت في أيدي الناس أشياء كثيرة من
تفسير القرآن ومن الاحاديث عن نبي الله صلى الله عليه وآله انتم تخالفونهم فيها ،
وتزعمون ان ذلك كله باطل ، أفترى الناس يكذبون على رسول الله صلى الله عليه وآله
متعمدين ، ويفسرون القرآن بآرائهم ؟ قال فاقبل علي فقال : ( قد سألت فافهم الجواب
: إن في ايدي الناس حقا وباطلا ، وصدقا وكذبا ، وناسخا ومنسوخا ، وعاما وخاصا ،
ومحكما ومتشابها ، وحفظا ووهما ، وقد كذب على رسول الله صلى الله عليه وآله على
عهده حتى قام خطيبا فقال : ( أيها الناس قد كثرت علي الكذابة ، فمن كذب علي متعمدا
فليتبوء مقعده من النار ) . ثم كذب عليه من بعده ، وإنما أتاكم الحديث من أربعة
ليس لهم خامس : رجل منافق يظهر الايمان ، متصنع بالاسلام لا يتأثم ولا يتحرج ان يكذب
على رسول الله صلى الله عليه وآله متعمدا ، فلو علم الناس انه منافق كذاب ، لم
يقبلوا منه ولم يصدقوه ، ولكنهم قالوا هذا صحب رسول الله صلى الله عليه وآله ورآه
وسمع منه ، واخذوا عنه ، وهم لا يعرفون حاله ، وقد اخبره الله عن المنافقين بما
اخبره ، ووصفهم بما وصفهم ، فقال عز وجل : ( وإذا رأيتهم تعجبك أجسامهم وان يقولوا
تسمع لقولهم ) . فهذا أحد الاربعة . . ورجل سمع من رسول الله شيئا لم يحمله على
وجهه ووهم فيه ولم يتعمد كذبا فهو في يده ، يقول به ويعمل به ويرويه فيقول : انا
سمعته من رسول الله صلى الله عليه وآله ، فلو علم المسلمون انه وهم لم يقبلوه ،
ولو علم هو أنه وهم لرفضه . ورجل ثالث سمع من رسول الله صلى الله عليه وآله شيئا
امر به ثم نهى عنه وهو لا يعلم ، أو سمعه ينهى عن شئ ثم امر به وهو لا يعلم ، فحفظ
منسوخه ولم يحفظ الناسخ ، ولو علم انه منسوخ لرفضه ، ولو علم المسلمون إذا سمعوه
منه انه منسوخ لرفضوه . وآخر رابع لم يكذب على رسول الله صلى الله عليه وآله ،
مبغض للكذب خوفا من الله وتعظيما لرسول الله صلى الله عليه وآله ، لم ينسه ، بل
حفظ ما سمع على وجهه ، فجاء به كما سمع ، لم يزد فيه ولم ينقص منه ، وعلم الناسخ
والمنسوخ ، فعمل بالناسخ ورفض المنسوخ . عَصْرُ الصحابةِ: انقضى عصرُ الخُلفاءِ الراشدينَ – رضيَ اللهُ عنهم –
ولم يَكتُبِ المُسلمونَ مِن حديثِ رسولِ اللهِ صلى اللهُ عليهِ وسلم شيئاً
يُذيعونهُ بينَ الناسِ إلا القليلَ، إلا ما كانَ مِن عبدِ اللهِ بن عمرو بن العاص
- رضي الله عنهما -؛ فقدْ كتبَ لنفسِهِ شيئاً كثيراً. روى البُخاريُ عن أبي هُرَيْرَةَ - رضيَ اللهُ عنهُ -،
قال: ما مِن
أحدٍ مِن أصحاب النبيِّ صلى اللهُ عليه وسلم أكثرُ حديثاً عنهُ مِنِّي، إلا ما كان
مِن عبدِ اللهُ بن عمروٍ، فإنه كان يكتب ولا أكتب. ولكنهم – مع ذلك – صَرَفوا هِممهم إلى نشرِ
الحديثِ بطريق الرواية: إما بنفسِ الألفاظِ التي سَمِعوها مِن رسولِ الله صلى الله
عليه وسلم – إن بقيت عالقةً في أذهانِهم – وإما بما يؤدي معناها مِن ألفاظٍ غيرِها
– إن غابت ألفاظُهُ عنهم -. ووهبهم اللهُ عزَّ وجلَّ صبراً على طلبِ الحديثِ عن
أهلِهِ، مع حافِظةٍ واعيةٍ، ونفسٍ صافيةٍ، وذِهنٍ وَقَّادٍ يصلُ إلى تَبَيُّنِ
المُرادَ مِن الكلامِ ويعي ما يُلقى إليه. وإن قوماً انحدرتْ نُطَفُهُم مِن أصلابِ رجالٍ حَفِظوا
أشعارَ شُعرائِهِم، ووعتها صدورُهُم مِن غير أن يُقَيِّدوها بالكتابة – إلا ما
كانَ يَحْدُثُ في النَّدْرةِ – لَخَليقُونَ أن يحفظوا حديثَ رسولِ اللهِ صلى اللهُ
عليهِ وسلم، وهو الذي ملأَ نُفُوسَهُم عَظَمَةً فَأَكْبروهُ، وأَجَلُّوهُ،
وفَدَوْهُ بالأنْفُسِ والأموالِ. على هذا انقضى عصرُ الخُلفاءِ الراشِدينَ، بل عصرُ
الصحابةِ كُلِّهِم أجمعين، فلما كانَ على رأس المائةِ الثانيةِ مِن هِجرةِ النبي
صلى اللهُ عليهِ وسلم، وفي عهدِ أميرِ المؤمنينَ عُمَرَ بن عبدِ العزيزِ بنُ مروان
– رضي الله عنه -، خافَ أهلُ البصرِ – وعلى رأسِهِم أميرُ المؤمنينَ – دُروسِ
العِلمِ بِمَوْتِ أهلهِ، فكتبَ عُمرُ بنُ عبدِ العزيزِ إلى أبي بكرِ بنِ حزمٍ: انظر
ما كان مِن حديثِ الرسول صلى اللهُ عليهِ وسلم فاكتُبهُ، فإني خِفْتُ دُروسَ
العِلمِ وذهابَ العُلماءِ. رواه البُخاري في صحيحه. وكان العُلماءُ والصحابةُ يتحرجونَ مِن كتابةِ حديثِ
رسولِ اللهِ صلى اللهُ عليه وسلم مخافةً أن يختلطَ عندَ النَّاسِ بالقُرآنِ، فقد كانَ
المُسلِمونََ في أولِ العهدِ به. ولكن عمر بن عبد العزيز – رضي الله عنه – قد
أَمِنَ ما خافَ السَّلَفُ مِن قبلِهِ؛ لاستقرار الناسِ على مصاحِفِ عُثمانَ بن
عَفان رضي اللهُ عنهُ. وكانَ ما كتبهُ إلى بن حزمٍ أَوَّلَ بداءةِ التفكيرِ في
جمعِ المحفوظِ مِن حديثِ رسول الله صلى اللهُ عليهِ وسلم، ثُمَّ أَمَرَ مُحَمَّدَ
بنَ شِهابٍ الزُهْرِيَّ بكتابتِهِ؛ فكانَ أَوَّلَ مَن كَتَبَ شيئاً مِن الحديثِ. ثُمَّ جاءَ مِن بَعدِ ذَلِكَ طَبَقَةٌ مِن العُلماءِ في
عَصرٍ واحِدٍ، (لا يعلمُ أهلُ الفنِّ أيُّهُم أسبقُ إخوانِه)، فَصَنَّفَ كُلُ
واحِدٍ منهم كِتاباً جَمَعَ فيهِ أبواباً مِنَ الحديثِ ممزوجةٍ بأقوالِ الصحابةِ
وفتاوى التابعينَ. مِن هؤلاءِ العُلماءِ: الإمامُ عبدُ المَلِكِ بن عبدِ
العزيزِ بن جُرَيْجٍ (في مكة)، وهُشَيْمٌ بنُ بَشِيرٍ (بِواسِط)، والإمام مالك
أومُحَمَّد بن إسحقَ (بالمدينة)، ومَعْمَرُ بن راشِدٍ
(باليَمَن)، وعبدُ اللهِ بنُ المُبارَكِ المَرْزَوِيُّ (بِخُراسان)، والرَّبيعُ
بنُ صَبِيحٍ أو سعيدُ بن أبي عَرُوبة أو حَمَّادُ بن سَلَمَةَ (بالبَصْرة)،
وسُفيانُ الثَّوْرِيُّ (بالكُوفَة)، والأوزاعِيُّ
(بالشَّام)، وجَريرِ بن عبدِ الحميدِ (بالرَّيِّ)، وغير هؤلاء. ثُمَّ جاء مِن بعدِ ذَلِكَ طبقةٌ أُخرى مِن العُلماء،
صَنَّفوا كُتُباً في الحديثِ، مُجَرَّدَةً عَن أقوالِ الصحابةِ وفتاوى التابعينَ،
وسلكوا في ذَلِكَ طريقَتَين: -إحداهما: التصنيف على "الأبواب"،
وهو تخريجُهُ على أحكامِ الفِقهِ وغيرها، وتنويعُهُ أنواعاً، وجَمْعُ ما وَرَدَ في
كُلِّ حُكمٍ وكُلِّ نَوعٍ؛ في بابٍ فبابٍ. ومِن أشهرِ هذهِ الكُتُبِ: الكُتُبُ الخمسةُ الأصولُ
(التي هي: الصحيحان، وسُنَنُ أبي داوُدَ، وسُنَنُ النَّسَائِيِّ، وجامِعُ
التِّرْمِذِيِّ. -والثانية: تصنيفُهُ على
"المسانيد"، وجَمْعُ حديثِ كلِّ صحابيِّ وحدهُ، وإن اختلفت أنواعُهُ. ومِن أشهر هذه المسانيد: مُسْنَدُ الإمامِ أحمدَ بن
حنبلٍ، ومُسْنَدُ أبي داوُدَ الطَّيالِسِيِّ، ومُسْنَدُ إسْحَقَ بن رَاهَوَيه،
ومُسْنَدُ عبدِ بن حُمَيدٍ، وغيرُها. إلا أن العُلماءَ في هذه الطبقةِ (عدا الشيخَيْنِ) وفي
الطبقات السابقةِ لم يُجَرِّدوا الصحيحَ عن غَيرِهِ، بل جَمَعُوا ما يَصِحُّ وما
لا يَصِحُّ في مُصَنَّفٍ واحدٍ. ثُمَّ جاءَ فارِسا الحَلَبَةِ، والسَّابِقانِ في هذا
المِضمارِ، إماما المُحَدِّثِينَ، وقُدْوَتا المُصَنِّفينَ: الإمامُ مُحَمَّدُ بن
إسماعيلَ البُخَارِيُّ، وتِلْمِيذُهُ الإِمامُ مُسْلِمُ بنُ الحَجَّاجِ؛ فصَنَّفا
كِتابَيْهِما اللذَيْنِ عَلَيهِما مَدارُ الفِقْهِ الإسلامِيِّ، وجَرَّدَا فيهِما
صِحاحَ الأحادِيثِ؛ فكانا بذلك العمل أَوَّلَ مَن صَنَّفَ في الصَّحيحِ
المُجَرَّدِ عن غيرِهِ. ثُمَّ سارَ العُلماءُ بعدَ ذلك على هذا الطريقِ،
فأكثروا مِن التصنيفِ بالطريقتين، وقَصَدَ بعضُهُم أيضاً إلى تجريدِ الصحيحِِ –
كما فَعَلَ الشيخانِ-، ومِن هؤلاء الذين قصدوا إلى تجريده: الإمام ابن خُزَيْمَةَ، والإمام ابن حِبَّانَ، والإمام
أبو عبد اللهِ الحاكِم النيسابوري؛ إلا أنهم وَقَعَ لهُم تساهلٌ في التصحيحِ
ممعروفٌ، إلا أنَّ ابن خُزَيْمةَ أَقَلُّ الثلاثةِ تساهلاً، يليهُ ابنُ حِبَّانَ،
يليه الحاكِم النيسابوري. ................................... (1) هود الآية 91. (2) الإسراء الآية 44. (3) الإنعام من الآية 65. (4) الفتح 1/164 – 165. (5)
الموافقات للشاطبي 1/5 إلى آخر القصة. (6) فيض القدير على الجامع الصغير – المناوي جـ6. (7) الفتح 1/164 – 165. (8) القرطبي 8/296. (9) نفسه... (10) الموسوعة
المصرية 1/11 مع تصرف.(11) أصول الفقه، الشيخ
محمد أبو زهرة ص(7-8) (13) البحر الذي زخر للسيوطي: 1/226، توجيه
النظر إلى أصول الأثر: 792، شرح نخبة الفكر لعلي القاري: 155. (14) ينظر: التبصرة والتذكرة للعراقي: 1/5،
المنهل الروي لابن جماعة: ص: 25، ألفية الحديث للسيوطي مع شرح أحمد شاكر: ص: 7،
توجيه النظر إلى أصول الأثر: 792، فتح الباقي: 1/7، خلاصة الفكر للشنشوري: ص: 38. (15) أخرجه أحمد في المسند، برقم: (21590)،
(دار الرسالة)، وفي الزهد: ص: 3، وابن حبان في الصحيح، برقم: (67)، وهو حديث صحيح.
من رواية زيد بن ثابت رضي الله عنه. (16) تيسير علو الحديث لأستاذنا الدكتور
محمود الطحان: 9. (17) عجالة المبتدي وفضالة المنتهي
للحازمي: ص: 3، البحر الذي زخر في شرح ألفية الأثر للسيوطي: 1/244-245. (18) علوم الحديث لابن الصلاح: 81، البحر
الذي زخر في شرح ألفية الأثر للسيوطي: 1/245. (19) تكملة الإكمال لابن نُقطة: 1/103. المصادر و المراجع : الفضلي ، عبد الهادي ، أصول الحديث ، الطبعة
الثالثة ، بيروت ، لبنان .
الراضي ، طه ، قراءة في كتاب أصول التفسير و
مناهجه ، مركز الدراسات القرآنية . http://www.alquran.ma/Article.aspx?C=5635 http://www.feqhweb.com/vb/t11255.html عبد الله شيخ محفوظ بن بيّه ، مجلة البحوث الفقهية المعاصرة، العدد 1، السنة 1، ص117-138 رابط
الموضوع: http://www.alukah.net/sharia/0/349/#ixzz2x8QVIfRj
Ahmet
YILMAZ – 13912772 (Yüksek Lisans) HADİS TARİHİ Hadis Tarihi, hadis ve sünnetin günümüze ulaşana kadar geçirdiği
evreleri inceleyen bir ilim daldır. Eski zamanlarda “Hadis Tarihi” adıyla
müstakil bir alandan bahsedilmezken, hadis ilimleri içerisinde erimiş,
kaynaşmış bir tarzda ele alınırdı. Özellikle Batı’da yeni bilim anlayışlarına
paralel olarak gelişen bilim tarihlerinden ilhamla “Hadis Tarihi” ihdas
olunmuştur. Hadis Tarihi’nin amacı; hadis metinlerini doğru anlayabilmek ve
yorumlayabilmek için, hadisin tarihi geçmişini ortaya koymaktır. Hadis Tarihi’nde,
modern tarih, sosyal tarih, kültürel tarih, siyasal tarih incelemelerinde
olduğu gibi, aynı veya benzer metotlar kullanılır.[1] Hz. Peygamber Döneminde Hadis Peygamberimiz döneminde sözlü kültürün yaygınlığı nedeniyle ezber
metodu, hadislerin korunmasında önemli bir role sahip olmuştur. Kur'an'la
karışabileceği endişesiyle Peygamberimiz, tebliğin ilk yıllarında hadislerin
yazılmamasını, yazılanların ise imha edilmesini istemiştir. Bununla birlikte
daha sonra Peygamberimiz hadislerin yazıyla kayıt altına alınmasına izin vermiş
ve bazı sözlerini de bizzat kendisi yazdırmıştır. Hadislerin ve sünnetin tespit edilmesinde Peygamberimizin
Medine'deki bazı faaliyetlerine ilişkin resmî belge niteliğindeki yazılı
metinlerin de önemli bir rolü vardır. Peygamberimiz zamanından bugüne intikal
eden bu yazılı vesikalar arasında barış anlaşmaları, İslam'a davet mektupları,
nüfus sayımı sonuçları, asker kayıtları, beratlar, emanlar, emirnameler, vali
ve komutanlarla yazışmalar, alım-satım vesikaları, zekâtla ilgili hükümler,
istek üzerine verilen vesikalar gibi siyasal ve sosyal hayata ilişkin çeşitli
vardır. Sahabe Döneminde Hadis Peygamberimiz hayatta iken onun iman, ahlak, ibadet ve muamelata
ilişkin bütün açıklamalarını dinleyip öğrenen, toplumsal hayatın gelişip
kurumların oluşmasına, barış ve savaşa da bizzat katılarak Peygamberimizin
sözlerini dinleme ve uygulamalarına şahitlik etme imkânına sahip olmuşlardır.
Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslüman toplumun genişlemesiyle ortaya çıkan
yeni sorunların çözümü için Peygamberimizin uygulamalarını bilmek gerekmiştir.
Diğer yandan hadisleri duymamış ve sünnete şahitlik etmemiş ikinci Müslüman
nesil olan tabiinin hadis ve sünneti öğrenme arzusu da sahabeyi hadis ve
sünnetin tespitine yöneltmiştir. Peygamberimiz zamanında onun izniyle başlayan hadis yazma işi,
sahabe döneminde önemli bir ilim faaliyeti olarak devam etmiştir. Bu
faaliyetler sonucu hicri I. asırda talebelerine hadis yazdıran sahabelerin
sayısının elliye ulaştığı ifade edilmektedir. Hadislerin ilk yazılı metinlerinin ortaya çıktığı bu dönemde birçok
sahifenin bulunduğu bilinmektedir. Ancak orijinal olarak günümüze kadar
gelebilmiş en eski hadis mecmuası, Ebu Hureyre'nin kendisine yazdırdığı yüz
otuz sekiz hadisi derleyen Hemmam b. Münebbih (öl. 101/719)'in Sahife-i
Sahiha'sıdır. Tabiîn Döneminde Hadis Hicri I. yüzyılın ortalarından itibaren hadis uydurma girişimlerine
karşı bir yandan isnad araştırması gündeme gelirken diğer yandan da Hadisle
ilgili tereddütleri gidermek için yapılan ilim yolcukları yaygınlaşmış, böylece
tabiîler, kendi bölgelerindeki sahabilerden aldıkları bilgilerle yetinmeyerek
Medine'ye ve Medine dışında İslam coğrafyasının her bölgesine yolcuklar
yapmışlardır. Hadislerin ezber yoluyla ya da yazılarak nakledilmesi noktasındaki
farklı yaklaşımlar tabiîn döneminde de varlığını sürdürmüş; Tabiînin bir kısmı,
sözlü kültürün korunmasının yolu olan ezberin zayıflayarak hafızaların
tembelleşeceği ve ehli kitap kültürünün İslam kültürüne girebileceği
endişesiyle hadislerin yazılmasına itiraz etmişlerdir. Bir kısmı ise ezbere
yardımcı olması amacıyla hadisleri yazmış ve ezber sonrasında yazdıklarını imha
etmiştir. Hadisleri yazarak öğrenmek ve onların unutulup gitmesini önlemek
isteyen bir kısım tabiîn, hadisleri yazmıştır. Hadis ulemasının vefatlarıyla
hadislerin kaybolması endişesi tabiîni hadisleri yazmaya yöneltmiştir. Hadislerin Tedvini Bu dönem, daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya
ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde
toplandığı dönemdir ve hicrî I. asrın sonlarından II. asrın I. veya II.
çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır. Peygamberimiz döneminden itibaren birçok sahabe ve onların
öğrencileri kendileri için hadis yazmışlardı. Bu yazma faaliyetleri bütün
hadisleri değil yalnızca belli konuları içeriyordu ve kişilerin kendi
kullanımları için yazılmıştı. Ortaya çıkan bazı yeni itikadî oluşumlar, bir
yandan kendi düşüncelerine uymayan hadisleri inkâr ederlerken diğer yandan da
kendi düşüncelerini destekleyen hadisler uydurmaya başlamışlardı. İşte bu
nedenlerle hadis uydurmayı önlemek için hadislerde isnad gündeme gelmiş ve
hadislerin tedvinine dair kanaat tabiînin ileri gelenleri arasında
yaygınlaşmıştır. Hicri I. asrın sonlarında Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz
valilere, tanınmış âlimlere, Medine halkına ve Medine valisi Ebu Bekir b. Hazm
(öl. 120/738)'a hadislerin tedvini için bir emir göndermiştir. Bu emirde halife
âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple
Hz. Peygamberin hadislerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir.
Ömer b. Abdülaziz'in bizzat kendisinin de elinde bir defterle tedvin
faaliyetine katıldığı ve yürütülen faaliyeti kontrol ettiği bildirilmektedir. Hadislerin Tasnifi Tedvinden sonra hicri ikinci asırdan itibaren hadislerin sistemli
birer kitap hâline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya
imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık
kazanmıştır. Tasnif yapan bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi
ve bu şekilde "cami", "sünen" ve "musannef" adı
verilen türde hadis eserleri yazarken bazıları da hadisleri ilk râvileri olan
sahabilerin adlarına göre sıralayarak "müsned" türünde kitaplar telif
etmiştir. Tasnif döneminden günümüze ulaşan en eski hadis mecmuası, Yemenli
Ma'mer b. Raşid (öl. 153/770)'in el-Câmi' isimli eseridir. (İmam Malik (öl.
179/795)'in derlediği el-Muvatta adlı eseri de bu dönemde tasnif edilen
eserlerdendir. Ebu Yusuf (öl. 182/798) ve İmam Muhammed (öl. 189/805)'in derledikleri
Kitâbu'l-Asâr şeklinde isimlendirilmiş iki eser de bu dönemde tasnif
edilmişlerdir.) Temel Hadis Kaynaklarının Tasnifi İslam toplumunda ortaya çıkan çeşitli inanç gruplarının kendi
görüşlerini desteklemek için hadis uydurma faaliyetine girmeleri de hadislerin
bir araya getirilerek tasnif edilmesinin önemli etkenlerinden biri olmuştur.
Böylece hicri II. asırda başlayan tasnif faaliyetleri, hicri III. asırda
yetişen büyük hadis âlimlerinin rivayetleriden seçerek derledikleri
çalışmalarla devam etmiştir. Bu şekilde oluşan birçok hadis mecmuası arasında
sahih hadisleri konularına göre tasnif eden altı tanesi "Kütüb-i Sitte"
adıyla meşhur olmuştur. Tasnifin altın çağı kabul edilen hicri III. asırda tasnif edilen bu
altı eser, daha sonra gelen âlimlerce en güvenilir hadis kitapları olarak
sayılmışlardır. Hadis Usulünün Oluşum Dönemi Hicri I. asrın ortalarından itibaren İslam toplumunda görülen iç
çekişmeler ve siyasi mücadeleler, tarafların karşılıklı güvenlerini azalttığı
gibi haklılıklarını ispat için bazı kötü niyetli kişileri de hadis uydurmaya
yöneltmiştir. Böylece başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali olmak üzere
sahabenin ileri gelenleri, hadis rivayet eden kimseleri güvenilirlik açısından
soruşturmaya başladılar. Böylece hicri I. asrın ortalarından itibaren hadisleri
rivayet edenlerin isimleri ve güvenilirlikleri sorulmaya başlanmıştır. İsnad
adı verilen bu incelemeler sonucunda birçok yeni kural ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde hadislerin, kaynağına ve râvi sayısına göre
sınıflandırılması da yapılmış, sonraki yüzyıllarda hadislerin senedlerindeki
kopukluklara göre zayıf hadis çeşitleri belirlenmiş ve râvilerin
güvenilirliklerini tespit için bazı kavramlar geliştirilmiştir. Sonuç olarak
hadislerin ilk olarak rivayet yönünün, diğer yandan da rivayet dışında senet ve
metninin çeşitli açılardan ele alınması yaygınlaşmıştır. Hadis usulüyle ilgili ilk kurallara fıkıh kitaplarında
rastlanmaktadır. (Ebu Hanife'nin öğrencileri İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in
eserlerinde hadis ilmi ve hadislerle ilgili çeşitli kavramlar dağınık bir
şekilde bulunmaktadır. İmam Şafii (öl. 204/819)'nin er-Risale ve
İhtilafu'l-Hadis'inde bu tanım ve kurallar daha derli toplu yer almıştır.) Hadis usulüne dair ilk sistematik ve müstakil eser, Hasen b.
Abdurrahman er-Râmehürmuzî (öl. 360/971)'nin el-Muhaddisu'l-Fâsıl Beyne'r-Râvi
ve'l-Vâi isimli eseridir. Daha sonra sırasıyla Hâkim Neysâbûrî (öl.
405/1014)'nin Marifetu Ulûmi'l-Hadis ve Hatip el-Bağdâdî (öl. 463/1071)'nin
el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye adlı eserleri gelir. Hadiste Şerh ve Yorum Dönemi Hicri IV. asır sonunda ise III. Asırda derlenen eserlerde yer alan
hadisleri anlamaya yönelik şerh çalışmaları yapılmaya başlandı. Bu şerhlerin
başlıca konularını hadislerin senetlerindeki râvilerin cerh ve ta'dîl
bakımından durumlarının belirlenmesi, hadisin anlamının, garip ya da birbirine
zıt görünen kelimelerinin açıklanması ve hadislerden hükümler çıkarılması
oluşturmaktadır. İlk bağımsız şerh çalışmaları hicri dördüncü yüzyıldan
itibaren Hattâbî (öl. 388/998)'nin Me'âlimü's-Sünen adlı eseriyle başlamıştır. Bu dönemde şerhler dışında, sahih hadis kitaplarının kıstaslarına
uygun olan ancak onlarda yer almayan hadisleri içeren müstedrekler, hadis
kitaplarındaki bir hadisi güçlendirmek için yapılan çalışmaları içeren
mustahreçler, kullanım kolaylığı için hadislerin çeşitli açılardan alfabetik
derlemeleri olan etraf kitapları da yapılmıştır. Yine tahriçler, hadis cüzleri,
kırk hadis derlemeleri ve şemail kitapları da bu dönemde yazılmış eser
türlerinden bazılarıdır. Şerh ve yorum dönemi hadis tarihinin son aşamasıdır. Çünkü hadis
tarihi, Hz. Peygamberin döneminden başlayarak hadislerin tespiti, rivayeti,
yazılması, kitaplarda toplanması ve tasnif edilmesi süreçlerini, daha sonra da
bu rivayetlerin şerh edilip yorumlanmasını içeren bir süreci ifade eder.[2] FIKIH TARİHİ Hz. Peygamber Döneminde Fıkıh Bu dönemde, Fıkıh ilminin temelleri atılmış, ana kaynakları
şekillenmiş ve sonraki devirler için örnek bir dönem olmuştur. Fıkhın temeli
olan ayet ve hadisler, bu dönemde nazil olmuştur. Bu dönemi, iki dönemde
incelemek mümkündür: a) Mekke Dönemi: 610 yılından,
Medine’ye hicretin gerçekleştiği 622 yılına kadar 13 yıla yakın süren bu
dönemde, Kuran ayetlerinin 3’te 1’ine yakın bölümü nazil olmuştur. Bu dönemde
genel olarak inanç ve ahlak alanına yönelinmiş, Müslümanların imanca ve ahlakça
olgunlaştırılmalarına çalışılmıştır. b) Medine Dönemi: Hicretten, 632
yılına kadar süren Medine Dönemi’nde Kuran’ın 3’te 2’si inmiştir. Bu dönemde
bir taraftan ibadetler ve ahlak gibi şahsi hayata, diğer taraftan da
savaş-barış, aile, miras, suç ve cezaları gibi toplumsal hayata dair hükümler
konulmuştur. Doğuş Devrinin Genel Özellikleri ü
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı
kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. ü
Bu devrin en önemli belgesi hiç şüphesiz
Kuran-ı Kerim ve Hadislerdir. ü
I. Akabe Biatı ve hicretin I.
yılında, Medine’deki farklı gurupların katılımıyla imzalanan Medine Sözleşmesi
bu devrin en önemli ve ilk yazılı belgesidir. ü
İçlerinde zekât, gayri Müslimlerle
ilgili hükümler gibi konular bulunan Hz. Peygamber’in, İslam’a Davet Mektupları
da Doğuş Devrinin yazılı belgeleridir. ü
Bu devir, vahiy devri olması
münasebetiyle, vahyin denetiminde idi. ü
Vahiy’in gelmediği durumlarda Hz.
Peygamber(sav), meseleleri kendi içtihadıyla çözüyor, gereken yerlerde
ashabıyla istişarede bulunuyordu.[3] Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Fıkıh Hulefâ-i Râşidîn de bir konuda hüküm verirken Hz. Peygamber’in
izlediği yöntemi izlemiştir. Hulefâ-i Râşidîn döneminde yapılan içtihatlar iki
şekilde gerçekleşmekteydi. ü
Bazen bu içtihat, içtihada ehil olan
kimselerin bir araya gelip o konunun hükmü hakkında fikir birliğine
varmalarıyla gerçekleşirdi. ü
Bazen de içtihada ehil olanların bir
araya gelmeleri mümkün olmazdı. Böyle bir durumda içtihada ehil olan, çözüm
bekleyen mesele hakkında hüküm bulunan bir meselenin hükmü vermeye çalışılırdı.
Sahabeler Döneminde Fıkıh Sahabeleri döneminde, problemler ortaya çıkmadıkça sahabeler
görüşlerini ortaya koymuyorlardı. Çok fetva vermekten hoşlanmıyorlar ancak
çözülmesi gereken bir olayla karşılaşılırsa, o konu ile ilgili doğru olan hükmü
bulmaya, güçleri yettiğince gayret gösteriyorlardı. Sahabelerin çözdüğü ya da hakkında fetva verdiği meseleler henüz
tedvin edilmemişti. Bunlar fakihler tarafından ezberlenmiş, henüz küçük yaştaki
Sahabeler tarafından daha sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. [4]
Tabiîler Döneminde Fıkıh İlmi Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu),
hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda
Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve
İspanya’ya kadar genişlemiştir. Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile başlayan
ihtilaflar Ehl-i sünnet, Şia ve Havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Tabiun Döneminin Önemli Özellikleri
Şunlardır. ü
İslam âlimleri çeşitli şehirlere
dağılmıştır. ü
Hadis uydurma hareketi başlamıştır.
Bu durum Iraklı âlimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevk
etmiştir. ü
Hadisleri toplama faaliyeti
başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile
Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir. ü
Fıkıh sahasında tedvin hareketi
başlamıştır. ü
Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak
devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı
ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. ü
Üstad, muhit ve malumat farkına
dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır. ü
Nazari fıkıh çalışmaları
başlamıştır. ü
Arap olmayan bir çok İslam âlimi
yetişmiştir. ü
Bu dönemde fıkıh ekollerinin sayısı
artmıştır. Bunların en meşhurları, hadisçilerin (ehlu’l-hadis) kalesi durumunda
olan Medine Ekolü ile re’y taraftarlarının görüşlerini benimseyen Kûfe
Ekolü’dür. Tabiîn Fıkhının Karakteristik
Özellikleri ü
Siyasî parçalanmalar sebebiyle
farklı fıkhî eğilimlerin çoğalması. ü
Fıkıh ilmi için bir metod
oluşturulmaya başlanmıştır. Emevilerin baskıcı politikası bilim adamlarının
siyasetten uzaklaşıp dini ilimlerle baş başa kalmasına sebep olmuş ve çeşitli
dallarda ihtisaslaşmalar başlamıştır. ü
Fıkhın alanı genişlemiş ve fıkıh
ilmi gelişmiştir. Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi Hicri II. asırdan hicrî IV. asrın ortalarına kadar uzanan bu dönem
İslam fıkıh ilminin ‘altın çağı’ olarak vasıflandırılmaktadır. Çünkü fıkıh ilmi
bu dönemde; zirveye ulaşmış, yaygınlaşmış, fıkıh ilminin kendine özgü bir
yöntemi oluşmuş ve hüküm elde etme yolları net bir şekilde çizilebilmiştir. Bu dönemin özellikleri: ü
Fıkıh ilmi bu dönemde canlanmış,
olgunluk ve kemal derecesine ulaşmıştır. Birey ve toplumun sorunları çözülmeye
başlanmıştır. ü
Fıkıh bilginleri yetişmiştir. Dört
mezhebin yanı sıra Şia (İmamiye ve Zeydilik), Haricilik, Zahirilik yanında
Hasan el-Basri, Evzai, Leys, Sevri, Süfyan b. Üyeyne, İbn Cerir et –Taberi, Ebu
Sevr gibi alimlerin öncülüğünde fıkıh mezhepleri oluşmuştur. ü
Bu dönemde taklid olmayıp ictihad
yeteneği kazanan her öğrenci hüküm verebilmiştir. ü
Çeşitli mezheplerin fıkhi görüşleri
bir araya getirilerek eserler tedvin edilmiştir. ü
İmam Malik (el Muvatta), İmam Şafiî
(el Hucce, el Umm) eserlerini yazmışlardır. ü
Re’y ekolünün imamlığı döneminde
“farazi fıkıh” gelişmiştir. ü
Fıkhi kavramlar (istılah) bu dönemde
ortaya çıkmıştır: Farz, vacip, sünnet gibi… ü
Fer’î meselelerde fıkıhçılar
arasında ihtilaf çıksa da bu saygıyla karşılanmıştır. Taklîd Dönemi Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin
edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder. ü
Daha önceki dönemlerde ictihada
ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime
sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim
oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun
mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey
söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu. ü
Hocalara aşırı saygı, mezheplere
bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi,
devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların
tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. ü
Taklit ve taassup ictihad
faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam
dünyasında yerleşmesine etki etmiştir. ü
Taklid devrinde mezhep taassubu
ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna
daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır.
Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre
daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır. ü
Bu devri önceki devirlerden ayıran
en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması,
müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile
değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının
derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer
olarak görülmesidir. ü
Yukarıda sayılanlara ilave olarak,
ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı
almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun
başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran
kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması
iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur. ü
Bu dönemde, karşılaşılan yeni
problemlerin çözümü, daha önceki yazılan eserlerde yer alan hükümlerle
sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönem, daha önceki düşüncelerin tekrarlandığı,
yazılmış eserlerin sadece şerh edildiği, yeni eserlerin pek yazılmadığı bir
dönemdir. Kanunlaştırma Dönemi Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu
dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir; ü
İslam ülkelerinde kanunlaştırma
hareketleri başlamıştır. ü
İçtihadın önemi günden güne artmış,
ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır. ü
Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri
hazırlanmıştır. ü
İslam hukuku ile ilgili mukayeseli
çalışmalar yapılmıştır. ü
Hem usul, hem furu konularında içtihada
dayalı tezler ortaya konulmuştur.[5] TEFSİR TARİHİ Hz. Peygamber Döneminde Tefsir Resulullah’a
gelen vahiyler çoğu zaman ashap tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamaya
ihtiyaç duyulmazdı. Ancak bazen de bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı.
İşte sünnet, Kur’an’ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişi güzel değil belli bir
şekil ve usullerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür:
Mücmelin Tebyini, Mübhemin Tafsili, Mutlakın Takyidi, Müşkilin Tavzihi Hz.
Peygamber’in tefsiri iki fonksiyon icra etmektedir. Bunlarda
birine beyan denilir ki o, Allah Rasulü’nün Kur’an’î nassları
gerektirdiği şekilde açıklaması anlamına gelir. Diğerine
de teşri fonksiyonu denir. Bununla da Peygamberimiz gerektiği durum
ve şartlara göre hüküm koymaktadır. Sahabe
Döneminde Tefsir Hz.
Peygamberin vefatının ardından Kur’an’ı tefsir etme göreviyle karşı karşıya
kalan sahabileri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle 2 gruba ayırmak
mümkündür. Bir grup, özellikle müteşabih nassları tefsir etme konusunda oldukça
çekingen davranarak re’y ile tefsire karşı çıkıyordu. Diğer bir kısım sahabe de
naklin bulunmadığı yerde kendi içtihatlarıyla Kur’an’ı tefsir etme cihetine
gidiyordu. Bu durumdaki sahabeler, herhangi bir ayeti tefsir ederken öncelikle
Kur’an’a sonra da Resulullah’ın sünnetine başvuruyorlar, şayet aradıklarını bu
iki kaynakta da bulamıyorlarsa, o takdirde kendi içtihatlarıyla tefsir
ediyorlardı. Sahabe
Dönemi Tefsirinin Genel Özellikleri 1-
Sahabeler Kur’an’ı baştan sona ayet ayet tefsir etmemişlerdi. 2- Zaman
zaman sahabeler arasında bir takım ihtilaflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu
ihtilaflar tezat ihtilafı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilafı idi. 3- Ahkam
ayetlerden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi 4- Tefsir
bu dönemde henüz tedvin edilmemişti. 5-
Ayetlerin nüzul sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği
ayetlerin inmesine sebep olan olaylara vakıf olmalarıydı. Sahabenin
Tefsirde Müracaat Ettiği Kaynaklar 1-
Kur’an’ın Kur’an la tefsiri 2-
Kur’an’ın sünnetle tefsiri 3- Şiirle
istişhad etmek 4- Yahudi
ve Hıristiyan kültürleri 5- Kendi
ictihadları Tabiun
Döneminde Tefsir Tefsirde
sahabeden sonra önemli rol üstlenen bir nesil Tabiiler Kur’an ve sünnete
başvuruyorlar; şayet bu iki kaynakta, nasları tefsir edebilmelerine yardımcı
olacak bir malzeme bulamazlarsa, o takdirde özellikle esbab-ı nüzul, mübhemat
ve gaybla ilgili konularda sahabenin görüş ve tercihlerine müracaat
ediyorlardı. Tefsirde
bazen ehl-i kitabın görüşlerine müracaat ettikleri de oluyordu. Zaman zamanda
akli tercihlerde bulunarak Kur’an’ı tefsir ediyorlardı. 1. Sahâbe
tefsiri manası kapalı olan âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kur’ân’ın
bütünü tefsire konu olmuştur. 2. Tâbiûn
tefsirinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden
istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer
almıştır. 3. Şiirle
istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve
izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir. 4.
Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını
öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır.
Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler, sahâbe dönemine kıyasla
daha çok bu devirde Kur’ân tefsirine girmişti. 5. Bu
dönemde de tefsir, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine
şifâhî olarak aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Kûfe gibi belli
başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashâbın ileri gelenleri tarafından
rivâyet edilmiş; böylece tâbiûn dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana
gelmiştir. 6. Tâbiiler
herhangi bir Kur’ân ayetini tefsir ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı.
Yani bildikleri bir ayetin tefsirinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsir
etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak
tefsire yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir. Tefsir
Mektebleri Çeşitli
yörelere vazifeli olarak giden sahabeler, İslam’ın egemenliği altına giren bu
beldelerde tedris halkaları kurmaya ve etraflarına topladıkları insanlara,
Kur’an’ı ve sünneti öğretmeye başladılar. Sahabelerin bu ilmi faaliyetleri
sonucunda şehirlerde bir çok ekol, mektep oluştu ki bu ekollerin öğretmenleri
sahabeler, öğrencileri de tabilerdi. İnsanlar arasında ihtilafların baş
göstermesi, her grubun kendi görüşünü,
haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur’an‘a sarılması bunun tabi
sonucu olarak bazen yanlış ve bozuk tevillerin ortaya çıkması gibi nedenlerden
dolayı Kur’an’ın tefsirine ağırlık verilmeye başlandı. Bunlardan 3 tanesi
tefsirde şöhrete ulaştı. - Mekke
tefsir mektebi: Kurucusu Abdullah b. Abbas - Medine
tefsir mektebi: Kurucusu Ubey b. Kab - Kufe
rey mektebi: Abdullah b. Mes’ud tarafından Kufe’de kuruldu Tabiun
Müfessirlerinin Tefsir Kaynakları 1- Kur’an
‘ın Kur’anla Tefsiri 2-
Kur’an’ın sünnetle Tefsiri 3- Şiirle
istişhad etmek 4- Yahudi
ve Hıristiyan kültürleri 5- Sahabe
sözleri (görüş ve içtihatları) 6- Kendi
içtihadları (görüşleri) Tefsirin
Tedvini Tedvin
edilmeden yani yazıya geçirilmeden önce ashab ve tabiun döneminde sözlü nail
yoluyla aktarılıyordu. Etbau-t tabiin dönemine gelindiğinde ise tefsir
rivayetleri artık yavaş yavaş bir araya toplanarak yazılmaya başlanmıştı. Tefsirin
Hadisle Birlikte Tedvini Tefsir,
ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya başlandı. Yezid b.Harun b
.Es-Sülemi, Şu’be b. El-Haccac ve Süfyan es sev’ri gibi bazı muhaddisler,
hadisleri toplayıp yazmak maksadıyla çeşitli İslam beldelerini dolaşarak, Hz.
Peygambere isnad edilen sahih rivayetleri bir araya getirmeye çalışırken, bu
arada Resulullah ve sahabeden nakledilen tefsirle ilgili nakilleri de
topladılar. Böylece hadis ilminin yazımı aşamasında tefsirle alakalı
rivayetlerde derlenmiş oldu. Tefsirin
Müstakil Olarak Tedvini İlk defa
hadis ilminin bir kolu olarak yazıya geçirilen tefsir rivayetleri, kısa bir
süre sonra müstakil bir ilim haline geldi. İlk dönem müfessirleri bir taraftan
hadis ilmiyle birlikte tedvin edilen malzemeyi vakit geçirmeden kendi alanına
taşımak; diğer taraftan da tefsirin temellerini atmak maksadıyla müstakil eser
yazma hareketini başlattılar. Elimizdeki belgeler, Kur’an’a dair nakilleri bir
araya toplayarak onu baştan sona tefsir eden ilk şahsın, Mukatil b. Sülayman
olduğunu göstermektedir.[6] [1]
Kamil Çakın, “Hadis Tarihi”, http://www.kamilcakin.com/index.php/hadis-tarihi [2]
Ramazan YILDIRIM ve Diğerleri, İmam Hatip Liseleri Hadis Ders Kitabı, Birinci
Baskı, 2010, s. 48-63 [4]
İbrahim ÇALIŞKAN, “Fıkıh İlminin Mahiyeti ve Tarihi Gelişimi”, http://www.kunfeyekun.org/forum/kf/fikih-ilminin-tarihi-seyri-ve-gelisimi-nedir.31751/#ixzz2vpX87A3M [6]
Muhsin DEMİRCİ, “Tefsirin Doğuşu ve Tedvini”, Bahattin DARTMA (Ed.), A.Ü.
İlâhiyat Önlisans Programı Tefsir Tarihi ve Usulü, 2. Baskı, eskişehir, Ocak
2013, ss. 81-102 Rukiye Öztürk /
Yüksek Lisans / 12912778 TEFSİR, HADİS, FIKIH
TARİHLERİ ve USULLERİ KARŞILAŞTIRMASI Tefsir Tarihi ve Usûlü ·
Hz. Muhammed (sav) döneminde kitap haline
getirilememişse de tilaveten toparlama mükemmel hale getirilmiştir. Hz. Ebu Bekir
devrinde kitap halini almış ve son olarakî Hz. Osman derinde okunuş
farklılıkları ortadan kaldırılmış haliyle çoğaltılmıştır. Bunlardan bazıları ( kronolojik ): ► Tefsiru Garib’l Kur’ani’l Mecid; Zeyd İbn Ali ► Tefsir’ul İmam Ca’fer es-Sadık ► Tefsiru Mukatil İbn Süleyman ► Kitabu Maani’l
Kur’an; El Ahfeş ► Tefsiru Ebi
Zekeriyya Yahya İbn Selem et-Teymî el Basrî ► Câmi'ul Beyân fi
Tefsir'il Kur'ân; İbn Cerir et-Taberi ►
Keşşaf Tefsiri; Zemahşerî ... Usûl için aşağıdaki
ayetler yol gösterici olmuştur; Yeryüzünde
insani hayat tevhit inancı ve hak dinle başlamıştır.( Bakara 213, Yunus 19 )Allah Teâlâ kendisine kulluk
etsinler, tanrı olarak kabul gören öteki şeylerin tümünden uzak dursunlar diye
her bir topluluğa bir peygamber göndermiştir. Bu husus hiçbir bahaneye ve
kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla ifade buyrulmuştur. ( Nahl 36 )
Peygamberlere, insanlar arasında kendisiyle hüküm verecekleri kitaplar da
verilmiştir. Hz. Peygamber de diğer tüm peygamberle gibi vahye mezar kılınmış
ve kendisine, insanlık için bir yol gösterici ve bir rahmet olmak üzere
Kur’an-ı Kerim indirilmiştir. ( Enam 157 ) Diğer semavi kitaplar gibi Kur’an da
emri ve nehyi ile darbı meseleleriyle; hatırlatma ve haberleriyle,
vaazlarıyla... İnsana yöneltilen ilahi hitaptır, kelâmdır. Yaratıcı’nın
uyarılsınlar O’nun tek bir ilah olduğunu bilsinler ve selim akıl sahipleri
iyice düşünüp öğüt alsınlar, gereğince amel etsinler diye tüm insanlara bir
tebliğdir. ( İbrahim 52 ) Kur’an’da
insana öğretiliği bildirilen ‘ beyan ’ sadece tek taraflı anlatma değil aynı
zamanda başkasının anlattıklarını da anlamaktır. İnsan önce anlamak ve öğrenmek
sonra da anlatmak ve öğretmek durumundadır. Kur’an da ilahî kelam olarak önce
anlaşılmak akabinde de anlatılmak – özel tabiriyle - tefsir edilmek durumundadır. Hz.
Peygamber ( sav ) kendisine verilen beyan görevini Ashab’ına bildirmiş ve
onları uyarmıştır: el- Mikdam b. Ma’dikerib’in rivayet ettiği hadisi şerifte
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “ Dikkatinizi çekerim, kesinlikle bana Kitab
ve onunla birlikte benzeri verilmiştir. Dikkatli olun, karnı tok, koltuğunda
oturarak: ‘ size şu Kur’an gereklisir; onda helal olarak neyi gördünüzse onu
helal olarak kabul ediniz, haram olarak gördünüzse haram biliniz.’ diyecek
birilerinin gelmesi yakındır. Haberiniz olsun, ehli eşek size helal
değildir; ( parçalayan ) azı dişi
olan hiçbir yırtıcı ve sahibinin ihtiyaç duymaması ( ve almak isteyene terk etmesi
) dışında hiçbirinin buluntusu helal değildir. ” el- Hattâbî ( ö 388 / 998 ) Kur’an tefsirinde gerekli olan ilimler; 1. Lügat İlmi Bir
dilin bilinmesi ilk planda onun kelimelerini müstakil olarak, müfredat olarak
bilmeyi, ayrıca onlarla ilgili çok geniş konuların bilinmesini gerekli kılar.
Kur’an’da Arapça olarak indirildiğinden onu anlamak için öncelikle Arap dilinin
kelimelerini, delaletlerini vb. incelik ve özellikleriyle bilmek şarttır. Bunun
içindir ki, Kur’an ilimleri konusunda eser veren müelliflerin - doğrudan veya
lafızlarla ilgili tasnifler içersinde – bu ilme ilk sırayı verdiklerini
görürüz. Zerkeşî,
müfessirin ilk başta ilk başta bilmesi gereken şeyin lafızla ilgili ilimler;
bunlardan ilkinin de müfret lafızların hakikatin öğrenilmesi olduğunu söyler. Suyutî
bu ilmî şu cümleler ile izah ediyor: “ Lafızların müfredatın açıklanmasını ve
vaz’ı itibariyle delalet ettiği manaların bilinmesini lügat ilmi sağlar. Bu
nakil ve izahlarda gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim’i anlamanın yolu evvela onun
nazil olduğu dilin müfredatının vaz’ını, hakiki manalarını ve delaletlerini
bilmekten geçer. Ayrıca konuyu bütünlük içerisinde bilmek gerekmektedir; bir
ölçüde bilmek tefsir için yeterli değildir. 2. İştikak İlmi Müfret, yalın
lafızların, kullanılmakta oldukları anlamı ifade ederken hangi asıla köke
dayanıldığını; nereden hareketle o kökten bu anlamı yüklendiği, başlangıçta
hangi kavramı yansıttığı; asli mi yoksa yabancı mı olduğu; ne gibi gelişmeler
gösterdiği ve benzeri hususları tespit etmek iştikak ilminin görevidir. Kelimelerin
manalarının zaman içinde değişebileceği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda
Kur’an- ı Kerim’deki lafızların Hz. Peygamber dönemindeki medlullerini,
manalarını tespitin ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Bunu temin de yine
bu ilmin metotlarıyla olacaktır. 3. Sarf İlmi Kafiyeci müfret
lafızların girdiği yapıları, çatıları, bunların siygalarının, kalıplarının
hükümlerini, ne ifade ettiklerini bilmek bu ilmin konusudur diyerek bu ilmin
sınırlarını belirlemiştir. 4. Nahiv İlmi Zerkeşî’ye göre
terkip halindeki lafızların dikkate alınarak dört vecihten birincisi;
terkiplerin, cümlelerin İ’rabın anlamı, terkiplerin mananın özünü, bizzat
söylenmek isteneni ifade edici olması demektir. 5. Me’ânî İlmi Ahmed el- Haşimî,
beyan âlimlerinin, Arapça bir sözün ortamın gereğine uygunluk hallerini bilmeyi
sağlayan ilme ittifakla “ Me’âni İlmi ” ismini vermiş olduklarını aydeder. 6. Beyan İlmi Haşimî “ Beyan ilmi, bir maksadı bu maksada aklen
delalet etmede birbirinden farklı yollarla ifade etmeyi bilmemizi sağlayan
esaslar ve kaidelerdir ” diye tarif eder. 7. Bedî İlmi Kafiyeci “ Manevi
ve lâfzî güzellik unsurlarıyla sözü güzelleştirme yolarını bilmek de tefsirde
ihtiyaç duyulan bilgilerdendir ki, bunu da Bedî İlmi sağlar ” diyerek tarifini
ve tefsir açısından lüzumunu dile getirmiştir. Hadis Tarihi ve Usûlü Hadîs
kitaplarının tasnifi için bu eserler aşağıdaki gruplara ayrılmıştır: Dilimizdeki
kullanımı ile hadis usulü, asli ifadesi ile Usulu’l Hadis, temel kelimesinin temel kelimesi hadistir. Hadis’in
sözlük anlamı “ yeni ” dir. “ Eski ” demek olan kadimin zıddıdır. Hadis
usulleri denilince, hadis ilminin dirayet’e dayanan prensipler bölümü ile
meşgul olan âlimler ( usuliyyun ) anlaşılır. Kur’an-ı
Kerim’i dünya ve ahiret mutluluğunu kazanma yollarını gösteren hidayet rehberi
olarak gönderen Allah, onu açıklama görev ve yetkisini de elçisi Hz. Muhammed’e
verilmiştir. Kitap
ve sünnet arasındaki bu açıklanan- açıklayan alakasının farkında olan sahabe-i
kiram, ta başlangıçtan beri Hz. Peygamberin hadislerine ve yaşayışına fevkalade
itina göstermiş, onarı ezberlemiş, yaşamış, onları aslına uygun olarak
öğrenmek, uygulamak ve başkalarına ulaştırmak için gerçekten büyük gayret
göstermişlerdir. Hadis Usulünün Kaynakları Mütekaddimuna ait eserler ▼ El- Muhaddisu’l Fâsıl Râmehurmuzî ( 360 / 917 ) ▼ Ma’rifetu Ulumi’l Hadis El- Hâkim ( 405 / 1014 ) ▼ El- Kifaye El- Hatip El- Bağdadî ( 463 /
1071 ) Müteahhiruna ait eserler ▼ İl- İlma Kadı İyaz ( 554 / 1149 ) ▼ Ulûmu’l Hadis İbnu’s- Salah ( 643 / 1245 ) ▼ Kavadiu’t Tahdis Kasimî ( 1914 ) ▼ Tevcihu’n Nazar Cezairî ( 1920 ) ▼ El- Takrip En- Nevevî ( 576 / 1277 ) ▼ İhtisaru Ulumi’l Hadis İbn Kesir ( 774 / 1372 ) ▼ Nuhbetu’l Fiker İbnHacerel- Askalân (1448) ▼ Tedribur- Râvi Es- Suyûti ( 911 / 1505 ) Sünnet ve hadis hakkında; “
Sünnet, Allah’ın kitabının, Allah’ın elçisi tarafından evrensel planda yapılmış
yorumudur. Hadis bu yorumun yazılı belgesidir. ” Rivayet adabı hakkında; “
Kazanan kazandığını âdâba riayetle kazandı; kaybeden kaybettiğini edebi terk
etmekle kaybetti. ” ( Ali b. Ebî
Tâlib ) Râviler hakkında; “
Hadis ilminin bir yarısı hadisin manasını kavramak, diğer yarısı râvileri
tanımaktır.” ( Ali b. El Medenî ) Fıkıh Tarihi
ve Usûlü ·
Fakat fıkıh bir bilim
olarak, İslam hukuku anlamında kullanılmıştır. Bu anlamda kullanımının farklı
bilgin ve taraflarca yapılmış iki ana, farklı tanımı vardır. ·
Biri fıkıh
mezheplerinden Hanefilik mezhebinin
tanımıdır ki “ Kişinin ameli bakımdan lehinde ve aleyhinde olanları maharetle
bilmesi ” şeklindedir. ·
Diğer tanımsa yine bir
fıkıh mezhebi olan Şafiilik mezhebinin
tanımıdır ve “ Eylem ve şeriat hükümlerini, yani ibadet, muamelat ve cezaları (ceza hukukunu),
açıklayıcı delillerden çıkararak bilmek, tanımak ” şeklindedir. A. AİLE 1.
Evliliğin Çeşitleri: a)
Nikâh: Kızın velisinden
istenerek mehir karşılığında evlilik. b)
Trampa: İki kişinin kızlarını veya velisi
bulundukları kadınları mehirsiz takası etmeleri. İslam’da hadîsle yasaklanmıştır. c)
İki kız kardeşle
evlenmek ya da sınırsız kadınla evlenebilmek. Birincisi yasaklanmış, ikincisi ise en fazla dört olarak
sınırlandırılmış. d)
Analıkla evlenmek: İslam’da yasaklanmıştır. 2.
Evliliğin Mânileri: Yakın akraba ile
evlenmek yasaktı. Analar, kızlar, halalar ve teyzelerle evlenilmezdi. Buna
karşılık olarak amca ve dayılarla da evlenilmezdi. Evlatlık ise evlat
yerindeydi ve onunla da evlenmek yasaktı. İslam
ile evlatlık hariç bu yasaklar devam etmiştir. 3.
Mehir: Velisi ya da kızın
babası kızın mehrini alır ve kıza bir şey verilmezdi. İslam bunu yasaklamış ve mehirin kadına bir hak olduğunu bildirmiştir. 4.
Evliliğin Sona Ermesi: a)
Talâk ( boşanma ): Erkek
karısını boşar ve reddederdi. İsterse kendi kendine vazgeçebilirdi ve bunun
sayı sınırı bile yoktu. İslam bu
boşanmayı zorunlu hallerde ve üçe indirmiştir. b)
Hulû: Kadın veya
velisinin bir meblağ karşılığı kocasından boşanması. İslam da kabul görür ancak kayda ve şarta bağlanır. c)
İlâ ( yemin ) : Koca,
karısına yaklaşmayacağına yemin eder ve iki sene yaklaşmazsa onu boşamış
sayılırdı. İslam bu bekleme süresini
dört aya indirmiştir. 5.
Vasiyet: Araplar vâris olsun ya
da olmasın herkese istenildiği kadar malın bırakılabileceğini kabul
ediyorlardı. İslam da ise üçte birinden
fazla vasiyetin ifası varislerin rızasına bağlıdır. Varise vasiyet yoktur. B. MUÂMELÂT 1. Şirket Akdi: Hz. Peygamber ve sahabenin hayat
hikâyelerinde, İslam’dan önce ortaklık akdinin bilindiğini gösteren ifadeler
vardır. 2. Mudârabe veya Kırâz Akdi Bir
kişinin sermaye diğerinin iş ve ticaretiyle meydana gelir. Sermaye sahibi kârın
bir miktarını alır. İslam bunu yerinde bırakmıştır. 3. Selem Akdi: Peşin
para ile sonradan mal teslimi. Hz.
Peygamber: “ Yeri ve zamanı belli olsun.
” buyurmuştur. 4. Borçlanma ve Fâiz: Katlanarak
artan borçlar söz konusu idi. İslam
faizin bütün çeşitlerini yasaklamıştır. 5. Rehin: Borç
ödenmediği takdirde rehin mal alacaklının olurdu. İslam rehnin bu şekilde mal edilmesini men etmiştir. 6. Alışveriş Şekilleri: a)
Münâbeze, mülâmese ve hasât Bey’i: Aldım
– sattım sözleri kullanılmadan alışveriş yapılırdı. İslam bunu yasak etmiştir. b)
Hileli Artırma: Müşterinin
daha çok para vermesi sağlanırdı. Bu da
yasaklanmıştır. c) Borçlunun Satılması: İslam bunu da yasaklamıştır. C. CEZA
HUKUKU 1. Kısas: Araplar
‘ Ölümü en iyi ölüm yok eder ’ der ve kısas isterlerdi. Ancak katilin yakınları
da sorumlu sayılır ve buna dâhil edilirdi.
İslam ‘ Kimse kimsenin günahını
yüklenemez .’ ilkesini getirmiştir. 2. Diyet: Kasten
olmayan katil hadiselerinde diyet kabul edilirdi. İslam bunu kabulün yanı sıra kasten öldürmede de eğer maktulün velisi
razı olursa diyeti serbest etmiştir. D. MUHAKEME USÛLÜ Katili belli olmayan cinayetlerde maktûlun
bulunduğu köy veya mahalle ahalisinden elli kişinin ‘ öldürmedik ve öldüreni de
görmedik ’ demelerine verilen ad. İslam
bu usûlü kabul etmiştir. Davacı iddiasını şahit
ile ispata çalışır. Bunu yapmadığı takdirde davalıya yemin teklif edebilir.
İslam ilke olarak bunu reddetmemiştir. Fıkıh Usûlünde özet olarak; Fıkh’ın lügat
manası; bir şeyi bütün incelik ve derinliği ile anlamaktır. Hanefiler, fıkıh
kişinim leh ve aleyhindeki ameli, şer’i ( dini ) hükümleri bilmesidir diyorlar.
Şafiiler ise, fıkıh Şer’i hükümleri tafsili delillerden alarak bilmektir diye
tarif ediyorlar. Müctehidler ictihad ederken, fakihler hüküm
çıkarırken daima bu ilmin kaidelerinden faydalanırlar. Şu faydalar da bu ilmin
sayesinde meydana gelir: 1-
Kur’an ve hadisten hüküm çıkarırken fahiş hatalara
düşmemek 2-
Müctehidlerin nasıl hüküm çıkardıklarını ve hangisinin
rey ve ictihadının diğerlerinden üstün olduğunu öğrenmek 3-
Fıkıh kitaplarındaki hükümleri ve fıkıh bilginlerinin
bu hükümler üzerindeki münakaşa ve açıklamalarını hakkıyla anlamak. 4-
Allah Rasulünün vaz’ ettiği hükümlerle, fukahanın
ictihad ve kıyas yollarıyla çıkardıkları hükümleri birbirinden ayırmak. 5-
Allah’ın dini hükümleri vaz’ etmakten maksadını ve
hikmet-i teşrî’i öğrenmek. Asli olan
şer’i deliller dörttür: 1-
Kitap 2-
Sünnet 3-
İcma 4-
Kıyas Nakli deliller kabul eden dinimiz, bazı
muharref dinlerde olduğu gibi akla cephe almamış, bilakis onu da bir delil
olarak kabul etmiş, bütün hitap, irşad ve tekliflerini ona yöneltmiştir. Peygamberimiz müctehidler için
şöyle buyurmuştur: “ Kimin hakkında Allah hayır
dilerse onu dinde fakih kılar. Ben ancak taksim ediciyim, veren Allah’tır. ”
( Hadis-i Şerif- Buharî – Müslim) HADİS ESERLERİNDE TEFSİR RİVAYETLERİ ZEYNEP ARSLAN YÜKSEK LİSANS NO:
13912774 TARİH MÜTALAASI ÖDEVİ GİRİŞ İslami
ilimler,Müslümanların Kur’an’ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dini ilimlerdir.Bütün bu ilimlerin kaynağı
Kur’an’ı Kerim’dir.Kur’an’ın doğru anlaşılması
için tefsir,hadis,fıkıh gibi ilimlerin bir bütün olarak
değerlendirilmesi gerekmektedir. Kur’an’ın
anlaşılması için hadis,tarih,siyer gibi İslami ilimlerden yararlanan
tefsir,elde ettiği sonuçları kelam ve fıkıh ilmine sunmuş,onlarda bu bilgiler
ışığında ve kendi usulleri çerçevesinde Kur’an eksenli bir hayat oluşturmaya
çalışmışlardır.Fkıh ilmi hükümlerini ortaya koyarken tefsirden
yararlamış,tefsir ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak tedvin edilmiş,Kur’an
ayetlerinde açıkça belirtilmeyen ifadeler hadisle açıklanmış,yine Kur’an da
umum ifade eden ayetlerin hususileştirilmesi ya da mutlak olan bazı hükümlerin
kayıt altına alınması hadis ile gerçekleşmiştir.Bu kadar iç içe
geçmiş,bütünleşmiş ilimler birbirinden bağımsız olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. TEFSİR TARİHİ Tefsir kelimesi fesr فسر kökünden gelir ve bir şeyi açıklamak ,ortaya
çıkarmak,üzeri örtülü bir şeyi açmak gibi manalara gelmektedir.Terim anlamı
olarak ise; insan gücü ve Arap dilinin verdiği imkan nispetinde Allah’ın muradına delalet etmesi bakımından
Kur’an metninin içerdiği manaları ortaya kaymaktır. Tefsirin amacı insanlığa hidayet yolunu
açık ve net bir şekilde gösterip,onların dünya ve ahirette mutlu olmalarını
sağlamaktır.Kur’an gerek bireysel gerekse toplumsal planda insanın bütün
davranışlarına yön vermeyi esas almış,itikadi,ahlaki ve hukuki alanlarda
getirmiş olduğu esaslarla her dönemde insanlığa yol göstermiştir.Kur’an’ın bu
özellikleri onun tefsir edilmesinin gerekli olduğununda bir göstergesidir.. a)HZ.PEYGAMBER
DÖNEMİNDE TEFSİR Tefsir ilminin başlangıcı Kuran’ı Kerim’in
yeryüzüne inişiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ı bize en iyi öğreten bizzat Kur’an’ın kendisidir. O, bazı yerlerde
genel ifade eden ayetleri tahsis, bazı
yerlerde mutlak ifadeyi takyit, bazı yerlerde
müphem olarak gözüken bir ayeti başka bir yerde açıklığa kavuşturarak
kendini bize anlatmıştır. Kur’an’ın ilk müfessiri ise Hz. Muhammed’(sav)dir.Hz.
Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’an bölümlerini muhataplarına
okuyor,diğer taraftan da manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ
ediyordu.O,bazen ayetleri okuyarak ,bazen ashaba soru sorarak,bazen de
sahabilerin soruları üzerine Kur’an’ı tefsir ediyordu.Hz.Peygamber’in tefsirdeki
yöntemini ise ;mücmelin teybini,müphemin tafsili,mutlakın takyidi ve müşkilin
tavzihi olarak sınıflandırabiliriz. Hz. Muhammed(sav)’in Kur’an ‘ın bir
kısmını mı yoksa tamamını mı tefsir
ettiğine dair çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte,O Kur’an’ı baştan
sona fiilen tefsir etmiştir.Bu açıdan baktığımızda Hz. Peygamber’in Kur’an tefsiri kısmen sözlü
kısmen de fiili bir tefsirdir. b)SAHABE DÖNEMİNDE TEFSİR Hz. Peygamber’in vefatından sonra
sahabiler, bir taraftan rivayetleri esas
alarak diğer taraftan da kendi
görüşlerine yer vererek Kur’an’ı yorumlamışlardır. Kur’an ‘ı nakle
bağlı kalarak tefsir etmeyi tercih eden sahabiler özellikle
müphem,mücmel,mutlak ve müteşabih nasları açıklama konusunda çekingen
davranarak rey ile tefsire karşı çıkmışlardır.Rey taraftarları ise herhangi bir
ayeti tefsir ederken öncelikle rivayet tefsir kaynaklarına müracaat ediyorlar
,aradıklarını bulamadıkları takdirde kendi reyleriyle tefsir ediyorlardı. Bu dönemde
sahabiler Kur’an’ı baştan sona tefsir etmemişlerdi.Sahabiler arasında bazı
farklılıklar ortaya çıkmıştır..Fakat bunlar ihtilaftan ziyade çeşitlilikti.Yine
bu dönemde hüküm ayetleri ile ilgili içtihatlara pek yer verilmemiştir.Ayrıca
bu dönemde Kur’an’a yönelik beyanlar hala şifahiydi,tedvin edilmemiştir. Bu dönemde
tefsir ilminde şöheret kazanan sahabeler ise;Abdullah b. Abbas,Abdullah b.
Mesud,Ali b.Ebi Talib,Ubeyy b.Kab ‘dır. c)TABİUN DÖNEMİNDE TEFSİR Dört halife
dönemindeki fetih hareketleri sonucunda İslam Devleti’nin sınırları Arap
Yrımadası’nı aşmış,farklı din ve kültüre sahip toplumlarıda bünyesine
katmıştır.Genişleyen yeni toplumdaki kültürel zenginliğe ve artan ihtiyaçlara
paralel olarak,tefsir alanındaki faaliyetler tabiun döneminde hız kazanmıştır. Bu dönemde her
ayet ve her kelime için tefsir yapılmaya başlanmıştır.Tabiun devrinde tefsirde
ekolleşme başlamış ve tefsir medreseleri oluşturulmuştur.Tefsirde ihtilaflar
çoğalmaya başlamıştır.Ayetler etrafında,mezhebi görüş farklılıklarının temelini
teşkil edecek münakaşalar başlamış ve ayrıca İsrailiyyat dediğimiz bilgilerin
tefsire girmesine neden olan,kitap ehline müracaat artmıştır. Sahabe,Hz.
Peygamber’in vefatından sonra çeşitli
beldelere ve şehirlere dağılmış,gittikleri yerlerde özellikle İslami öğretim işiyle
uğraşmışlardır.Sahabe muallim,tabiun öğrenci gurubu olmuş ve böylece çeşitli
merkezlerde ilim medreseleri teşekkül etmiştir.Bu dönemdeki en önemli
medreseler ;Mekke,Medine ve Irak medreseleridir. -Said b. Cübeyr,Mücahid,İkrime,Ata b.Ebi Rabbah Mekke medresesinin; -Ebu’l Aliye er-Riyahi,Muhammed b.Kab el-Kurezi,Zeyd b.
Elsem Medine medresesinin ; -Alkame b. Kays,Mesruk b. El Ecda,İbrahim en-Neha’i, Amir
eş-Şa’bi Irak medresesinin tefsir ilminde şöhret kazanmış talebeleridir. d)TABİUN SONRASI TEFSİR ÇALIŞMALARI Hicri birinci
asrın sonundan itibaren tefsir faaliyetleri yazılı bir temele oturmuştur. Bugün
elimize ulaşan ve Kur’an’ın baştan sona tefsirini ihtiva eden en eski tefsir
Mukatil b. Süleymen’ın tefsiri’dir.Bunun dışında tabiun sonrası müstakil tefsir
çalışmaları;Süfyan b. Said es Sevri’nin tefsiri,Yahya b.Sallam’ın
tefsiri,Abdurrazzak b. Hemmam’ın tefsiri’dir. Tefsir tarihinde,tefsir faaliyeti ve bu
faaliyet sonucunda oluşan tefsirler,rivayet ve dirayet tefsiri olmak üzere
genel anlamda ikili bir sınıflandırmaya tabi tutulur. Rivayet
tefsirinin aşamaları;Kur’an’ın ,Kur’an ile,Hz. Peygemberden gelen nakil
ile,sahabe ve tabiun sözü ile tefsir edilmesi olarak kabul
edilmiştir.Taberi’nin Cami’ul Beyan an Te’vili’l -Kur’an’ı,Ebu ‘l –Leys
es-Semerkandi’nin Bahr’ul Ulum’u, el Bağavi’ninMealimü!t Tenzil’i,İbni Kesir’in
Tefsir’ul Kur’ani’l-Azim’i,Celaleddun es-Suyuti’nin ed –Durru’l –Mensur fi’t Tefsiri bi’l –Me’sur
meşhur rivayet tefsirlerindendir. Dirayet
tefsirinin aşamaları ise,lügate dayalı tefsir,ayetlerin fıkhı,kelami ya da
tasavvufu yönden tefsir edilmesi olarak kabul edilmektedir.Dirayet ağırlıklı
tefsir ekolleri ;klasik tefsir ekolleri
ve çağdaş tefsir ekolleri olmak üzere ikiye ayrılır.Klasik tefsir ekolleri;luğavi,fıkhi,işari,mezhebitefsir
ekolleri,Çağdaş tefsir ekolleri ise bilimsel,ıslahi,ınkılabi,beyani,konulu
tefsir ve atomize tefsir ekolu olarak sınıflandırılmıştır. HADİS TARİHİ Hadis
kelimesi söz veya heber manasında kullanılmıştır.Istılah yönünden ise;Hz.
Peygamber’in söz,fiil ve takrirlerini
içermektedir,
Hadis,varlığını Hz.Peygamberden alır.Hz.Peygamber ve Hulefa-i Raşidin
dönemi,hadis tarihinin en erken dönemini teşkil eder.Bu zaman zarfında hadisler
teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte İslam topraklarının her yerine
ulaşmıştır.Hz. Peygamberin hayatında Kur’an’ın dışındaki söz ve
davranışları,sistematik ve kapsamlı şekilde yazıya geçirilmemiştir. a)HADİSLERİN YAZILMASI İlk devirde,
hadislerin tedvin edilmemiş yani bir kitap halinde toplanıp
yazılmamıştır.Kaynaklar,Hz.Peygamber hayattayken hadisi iki devre halinde
sınıflandırmışlardır.İlki Hz.Peygamberin hadis yazmak için izin vermediği
devre, ikincisi ise bu yasağın kalktığı devredir.Yasak kararların sebepleri bu devirde arap yazısının tam anlamıyla
gelişmiş olmaması az yazabilenlerin olması
hadis sahifeleri ile Kur’an sahifelerinin karısması tehlikesidir.Fakat
Hz.Peygamberin haytaının sonlarına
doğru hadislerinin yazılmasına izin
verdiği ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. İlk yazılı
hadisler Hz.Peygamberin diplomatik
mektupları,yapılan anlaşmalar,İslam’a davet mektupları ,arazi ve arazilerinin
gelirlerinden alınan atiyyeler ,Medine anayasası,Hz.Peygamber tarafından
yazılan mektuplara gelmiş cevaplar ile ilgili bazı müteferrikatlar, sadakat
hadisleri dir. b)SAHABE VE HADİS RİVAYETİ
Hz.Peygamberin sağlığında ortaya çıkan hadis birikimini sonraki
nesillere aktaran sahabilerdir. Sahabenin Hz.Peygamberin sağlığında çeşitli bölgelere görevli olarak gönderilmesi,çeşitli
bölgelerden Müslüman olmak için gelen heyetlerde bulunanlar,zaman zaman da
kişisel olrak gelip Hz.Peygamberle
görüştükten sonra ondan bazı bilgileri alıp dönenler aracılığıyla
Hz.Peygamberlerin hadisleri çok geniş alanlara yayılmıştır. Sahabe
döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir.Ancak
Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer’in hadisleri yazmaya başladıkları fakar çeşitli
sebeplerden dolayı yazdıkları hadisleri imha ettikleri rivayet edilmiştir.Bu
dönemde hadis tarihinde ilk yazılı hadis sahifeleri oluşturulmustur.Bunlar ;Ali
İbn Ebi Talibi sahifesi,Semure İbn Cündeb’in sahifesi, Ebu Hureyrenin
sahifesi,Abdullah İbn Abasın sahifesi, Abdullah İbn Ömerin sahifesi ve Cabir
İbn Abdullahın sahifesidir. Sahabe devrinde İslam toprakları genişlemiş yeni şehirler
kurulmuş, sahabelerin bir kısmı çeşitli sebeplerle buralara yerleşmiş ve bir
taraftanda hadisleri ilk kaynağından almak için çeşitli ilmi yolculuklar
yapılmıştır.Hz.Ömer zamanından itibaren yeni kurulan şehirlere öğreticelerin
gönderilmesi sağlanmıştır.Kufeye Abdullah b,Mesut, Basra’ya Ebu Musa
El-Eşari,Filistin bölgesine Muaz Bin
Cebel gönderilmiştir.Bu dönemde özellikle
Medine,Mekke,Kufe,Basra,Şam ve Mısır hadis ilmi açısından önemli merkezler
olmuşlardır. c)HADİSLERİN TEDVİN VE TASNİFİ Hadisleri
sistemli bir toplama faaliyetinin,sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın
sonları ile ikinci asrın başlarında başladığı anlaşılmaktadır.Hadisler ilk tedvin
eden kimsenin İbn Şihab ez-Zuhri olduğu
rivayet edilmiştir. Ez-Zuhrinin hadis toplamak ve topladığı hadisleri yazmak
hususnda büyük çaba gösterdiği ile ilgili çeşitli rivayetler vardır.Ez-Zuhrinin
tedvin faaliyetine, Emevi halifesi Ömer
İbn Abdil Aziz resmi bir hüviyet kazanmıştır. Birinci hicri
asrın sonu ile ikinci hicri asrın başı, hadis tedvininin başlangıcı olarak
kabul edilmekle birlikte asıl hadis eserlerinin
ortaya çıkışı ikinci asrın ilk
yarısından sonradır. Hadislerin konularına göre tasnif edilip babalara
ayrılması işi, Ez-Zuhri ile başlayan tedvin faaliyetinden sonra gerçekleşmiş ve tedvin ile tasnif arasında uzun bir zaman aşımı olmamıştır.İkinci asırda
telif ve tasnif edilen hadis
eserleri:Siyer ve Magazi kitapları, Sünen kitapları, Cami’ler , musannaflar ve
belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplardır. Üçüncü
asırda hadis tasnifi altın çağını yaşamış,bu asır hadis tarihinin en parlak devri olmuştur. Bu
dönemde hadis ilminin çeşitli konularında farklı kitaplar telif edilmeye başlanmıstır.El-Buhari,
Muslim, En-Nesa’i,Ebu Davud,Et-Tirmizi,İbn
Maca gibi imamlar Cami ve Sünenlerini bu asırda tasnif ederek Kutubi
Sitti adıyla tanınan ve Kur’anı Kerimden sonra İslamın en önemli kaynağı sayılan altı sahih
kitap olusturulmuştur. FIKIH TARİHİ Fıkhın sözlük
anlamı, mutlak olarak anlamaktır.Terim olarak ise fıkıh ilk dönemlerde Kitap ve
Sünnetin naslarının delalet ettiği
itikat, ahlak ve amellerle ilgili hükümleri içermektedir.Daha sonra fıkıh,
tafsili delillerden elde edilen bilgi
ile ameli-şer’i hükümleri bilmek olarak
tanımlanmıştır. Fıkıh ilahi
bir hukuk sistemidir.İnsanı ve insanın mutluluğunu esas almaktadır.Kaynağı
ilahi olması sebebiyle fıkıh,renk,dil ve ırk ayrımı yapmaksızın tüm insanlığa hitap
etmektedir.İnsanların ihtiyaçlarına
cevap verebilecek genel ilkeleri içermektedir.Adaleti esas almakta ve adaletli
davranmak istemektedir.Fıkıh ilmi,toplumun içinde yaşar ve olaylarla beraber
vardır.Fıkıhta fetvaların zamana,mekana ve kişilere göre değişeceği,maslahata
ve örfe dayanan hükümlerinde maslahat ver örfün gereklerine göre farklılık arz edeceği genel bir ilke olarak
kabul edilmiştir. Fıkıh’ı
ibadetler,aile ile ilgili hükümler,mali konular ile ilgili konular ile ilgili
hükümler,devletin gelirleri ve giderleri
ile ilgili hükümler, anayasa ile ilgili hükümler,milletler arası ilşkiler ile
ilgili hükümler yargı ile ilgili hükümler,suçlar ve cezalar olarak sekiz kısma
ayırmak mümkündür. a)FIKIH İLMİNİN DOĞUŞU Fıkıh,Kur’an
da yer alan itikadi,ahlaki ve ameli hükümlerden ; Hz.Peygamberin verdiği fetva
ve kararlardan; sahabinin Kur’an, sünnet,icma ve reyden çıkardıkları hükümler
ve karşılaştıkları olaylar ile verdikleri fetvalardan doğmuştur. İslam
devletinin sınırları tabiin,tebe-i tabiin ve müşteyit imamlar
döneminde genişlemiş,yeni topraklar ele
geçirilmiş ve buna bağlı olarak
Müslümanlar yeni problemlerle
karşılaşmışlardır.Müctehidler bu
problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlar, Kur’an ve sünnetin nasları
ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir.Böylece fıkh hükümlerin alanı
gemişleyerek henüz meydana gelmemiş
olayları bile içine alacak farklı ir
boyuta ulaşmıştır,Bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmış,elde
edilen bu hükümlerin kaynaklarını,delillerini ve illetlerini de belirten eserler yazılamaya başlamıştır. b)HZ.PEYGAMBER DÖNEMİNDE FIKIH Hz.Peygamber
dönemi ,fıkıh açısından daha sonraki dönemler için bir model oluşturmaktadır.Çünkü fıkhın
temelleri bu dönemde atılmıştır.Bundan sonraki dönemlerdeki fıhıkçılar,şer’i
hükümlerin istimbatında Hz.Peygamberin
koymuş olduğu temel ilkeler ışığında hareket ederek, Hz.Peygamber döneminde gerçekleşmemiş
olayları çözmeye çalışmışlar, yeni bir metod getirmemişlerdir Hz.Peygamber
döneminde fıkhın kaynakları;Kur’an, sünnet,Hz.Peygamberin içtihatıdır.Bu
dönemde hükümlerde kolaylık ve hafiflik ilkesi
benimsenmiştir.Hüküm verirken bireyin ve
toplumun yararı gözetilmiş, insanlar
arasında adaletin gerçekleştirilmesi
ilkesi esas alınmıştır. Bu dönemde insanların problemleri birden bire
değil,zamana yaymak suretiyle çözülme yoluna gidilmiştir. c)SAHABELER DÖNEMİNDE FIKIH Sahabe karşılaştıkları yeni bir olay karşısında o olayla ilgili Kur’an da ve sünnetde bir hüküm bulunup bulunmadığını
araştırırlardı.Eğer hüküm bulurlarsa bu nassı iyi anlamak için gayretlerini
yoğunlaştırırlardı.Eğer hüküm bulamazlarda kendi görüşlerine başvururlar ve o
konuda içtihat yaparlardı. Sahabenin
fıkıh anlayışlarının kaynağı, Kur’an , sünnet icma ve rey idi.Verdikleri hükmün
ve fetvaların dayanağı Kur’an ve sünnetden
elde edilen illetlerle sınırlıydı.Hakkında nas bulunmayan konularda ki
ictihatları, o günün insanları ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekildeydi. d)TABİİLER DÖNEMİNDE FIKIH İLMİ Bu
dönemde fıkıh ilmi önemli gelişmeler
kaydetmiştir.Hz.Ali’nin tahkimi kabul
etmesi ile başlayan ve Müslümanlar arasında hilafete kimin daha layık olduğu atrtışmasının başlamasına neden
olan tahkim olayı zamanında Müslümanlar Şia, Hariciler ve Ehlu’s-Sünne
vel-Cemaa fırkalarına ayrılmıştır.Aynı zamanda bu dönemde hadis rivayetleri
çoğalmıştır.İslam dinini yeni kabul edenlerin hadis uydurmaları gibi sebeplerlede fıkıh konularında çeşitli
tartışmalar ve anlaşmazlıklar olmuştur.Bu dönemde siyasi parçalanmalar
sebbei ile fıkhi eğilimler çoğalmaya başlamıştır.Fıkıh ilmi için bir metot
oluşturulmaya başlanmıştır.Fıkıh alanı genişlemiş ve fıkıh ilmi gelişmiştir. e)FIKIH İLMİNİN ALTIN DÖNEMİ Hicri ikinci
asırdan hicri dördüncü asrın ortalarına kadar
uzanan bu dönem İslam fıkıh ilminin
altın çağı olarak isimlendirilmiştir.Çünkü fıkıh ilmi bu dönemde zirveye ulaşmış, kendine özgü bir yöntemi
oluşmuş ve hüküm elde etme yolları net bir şekilde çizilebilmiştir.Fıkıh ilmi
lgunluk derecesine ulaşmıstır.Önemli fıkıh bilginleri yetiştirmiştir.Bu dönemde
Hanefi,Şafii,Maliki,Şia,Haricilik,Zahirilik ve yanında başka mezheplerde ortaya
cıkmıştır.Çeşitli mezheplerin fıkhi görüşleri
bir araya getirilerek çeşitli eserler tedvin edilmiştir.Feri meselelerde
fıkıhçılar arasındaki ihtilaflar
oldukça artmiştır.Fıkıhla ilgili ıstılahlar bu dönemde ortaya çıkmıştır. E)TAKLİD DÖNEMİ Fıkhın
geliştiği, birçok eserlerin yazıldığı parlak bir dönemden sonra fıkıh ilminde
durgunluk dönemine girilmiştir.Bu dönem
daha önceki düşüncelerin tekrarlandığı,yazılmış eserlerin sadece şerh
edildiği,yeni eserlerin pek yazılmadığı bir dönemdir.Bu dönemde mezhep taassubu oluşmuş ,her mezhep
belli bir bölgede yayılmış ve o bölgede o mezhebin görüşlerini anlatan
eserler kutsal metinler gibi algılanmaya
baslanmıştır.Yine bu dönemde siyasi otorite sadece belli mezheplerin yayılmasına izin
vermiştir.İlmi açıdan yeterli ve ehil olmayan
kimseler yargının basına getirilmiştir.Fetvaların ve çeşitli konulardaki
tartışmaların çokluğu sebebiyle fakihler,belli bir meselede, mensubu olduğu
mezhep imamının görüşünü nakletmeyi o meselenin çözümü için yeterli görmüştür. 1.Prof.Dr. Muhsin DEMİRCİ,Hadis
Tarihi,M.Ü.İlahiyat Fakültesi Yayınları,İstanbul 2013 2.Mehmet Akif KOÇefsir El
Kitabı,Grafiker yayınları,Ankara 2012 3.Prof.Dr. İbrahim ÇALIŞKAN,nkuzem
Yayınları,Ankara 2005 4.Prof. Dr. Talat
KOÇYİĞİT,Hadis Tarihi,T.D.V. Yayınları,Ankara 2011 TARİH MÜTALAASI 31.03.2014 TEFSİR HADİS VE FIKIH TARİHİ A- TEFSİR TARİHİ A1- HZ. PEYGAMBER
DÖNEMİNDE TEFSİR Rasulullah
(s.a.v) hayatta iken sahabe, Kur’an’dan anlayamadıklarını ona soruyor ve
doyurucu bilgiler alıyorlardı. Resulullah’ın vefatından sonra ise bu bilgi
kaynağı kesildi. Ancak onun bıraktığı iki şey vardı. a)
Sahabe asrında yapılan tefsirler yazılmamıştır. Terim olarak hadis: Hz. Peygamber (sas) e ait
sözler, fiiller yani hareket ve davranışlar, tekrirler ve ona ait sıfatlardır.
Diğer bir tabir ile sünnet ile eş anlamlıdır. b- Hadisin Önemi Hadisler ; bize Kur'anı açıklar, ibadetlerin
yapılış şekillerin açıklar, Fıkhın (İslam hukukunun) Kur'andan sonra en önemli
ana kaynağıdır. Kur'an-ı Kerimde olmayan dini hükümleri ortaya koyar, İslam
modelini oluşturur. Hz. Peygamber’in ( a.s ) vefatıyla İslam
coğrafyasının değişik bölgelerine dağılan sahabilerin bulundukları yerlerde,
onlardan Kur’an ve sünneti öğrenmek isteyen ilim talipleri teşekkül etmiştir.
Sahabilerden sonra geldikleri için kendilerine "tâbi olanlar"
anlamında "tâbiîler" denilen bu ilim talipleri, sahabe neslinin sahip
olduğu sünnet ve hadis kültürünü ilk zamanlar ezberlemek suretiyle hafızalara,
daha sonra da yazarak sayfalara kaydetmek noktasında önemli görevler
üstlenmişlerdir. Tâbiîn dönemi zaman itibariyle uzun bir süreci kapsamaktadır.
Bu süreç içinde yaşayan tâbiîler arasında, İslam öncesinde doğup asr-ı saâdet
döneminde yaşayan, çok az bir zaman farkıyla Hz. Peygamber’i ( a.s ) görme
fırsatını kaçıran ve kendilerine muhadram denilen insanlar vardır.
Muhadramların dışında, sahabe döneminde doğan sahabe çocukları, bu iki grubun
dışında fethedilen bölgelerde sahabe ile tanışan değişik insan grupları vardır.
Dolayısıyla tâbiîn dönemi, cahiliye ve İslam dönemine ait, başta Hz. Peygamber (
a.s ) olmak üzere dört halife, diğer sahabiler, Emeviler ve Abbasiler’in ilk
döneminde yaşayan insanların sahip olduğu zengin bir kültür birikimini temsil
etmektedir.Hz. Peygamber’e ( a.s ) uzanan isnad silsileleri içinde, sahabeden
sonra ikinci tabakayı oluşturan tâbiîn neslinin tanınması her bakımdan büyük
önem taşımaktadır. Sahabe, Hz. Peygamber (sav)’in de teşvik ve
talimatları doğrultusunda, onun vefatından sonra hadisleri öğrenmeye ve
bilmeyenlere öğretmeye büyük gayret göstermişlerdir. Sahabe, özellikle Hz. Peygamber (sav) ‘in
vefatından sonra hadis yazımına ağırlık vermişler ve bu işle ilgilenenlerin
sayısı günden güne artmıştır. Abdullah İbnu Abbâs, Semüre b. Cündüp, Câbir b.
Abdillah, Enes b. Malik, Hz.Ali, Ebu Hüreyre gibi bazı sahabilerin hadis
sahifelerinden bahsedilmektedir. Yine Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer (ra)’ın da
ellerinde yazılı halde bulunan bazı hadis belgelerini yaktıkları da
nakledilmektedir. Bundan başka Sa'd ibnu Ubâde el-Ensârî,
Abdullah ibnu Ömer, Abdurrahman ibnu Ebî Evfa, Muğire ibnu Şu'be, Abdullah ibnu
Mes'ud (radyallahu anhüm ecmain) gibi daha bir kısım sahâbenin, hadîsleri
yazdıklarına dair rivâyetler mevcuttur. Bu zatlar, Hz. Peygamber (sav)
döneminde veya onun vefatından sonra hadis çalışmalarında bulunmuşlardır. Yukarıda da açıklandığı gibi bir çok
Sahabinin hadis konusunda önemli çalışması olmuştur. Fakat bu çalışmalar küçük
kitapçık veya sadece ders notu mahiyeti arz etmekteydi. Bu bakımdan Sahabe
dönemine Hadis Yazımı Dönemi adını verebiliriz. İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur eden ve giderek gelişen
mutezile mezhebi kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve hadisçileri hedef olarak
seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı prensipler yönünden, hadis ve hadisçilerle
ters düşmüştür. Bunun neticesinde, iki taraf arasında ithamlara varan sert
tartışmalar çıkmıştır. Hatta mezhep mensuplarının Halife Me'mun vasıtasıyla
sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı tarafın tehdit ve işkencelerle imha
edilmesi cihetine bile gidilmiştir. İşte, ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelâmı arasında ortaya
çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı,
hadisçilerin, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) sünnetine dayalı amel ve itikadi bir
tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu suretle meydana
getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek mutezilenin ve gerekse
diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir araya getirilmesine
bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve sıhhati ile ün
salan Buhari' deki iman, tevhit, kader, Kitap ve Sünnete sarılma gibi bölümler
kitabın, kesinlikle İslam’ı mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan
korumak maksadıyla hazırlandığını ispat eder. Buna benzer bölümleri Müslim’in
Sahih’inde de görmek mümkündür. Kutub-i Sitte musannifleri arasında bulunan İbn Mace'nin bu konuda
takip ettiği yol çok daha açık ve kesindir. Sünen adlı eserine, sünnete tâbi
olmanın gerekli olduğunu gösteren hadisleri bir araya getirmekle başlamıştır.
Bunu, hadisin ehemmiyeti, hadiste kasden yalan söylemenin kötülüğü, Hulafa-i
Raşidin’in sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfi rey ve kıyastan sakınma,
iman, kader, ashabın faziletleri, iyi ve kötü olan sünneti takip edenler,
sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir. İbn Mace, bu bâblarda
zikrettiği hadislerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin(s.a.v)
ağzından cevap vermek ve onların İslam dışı görüşlerini çürütmek gayesi
gütmüştür. Kütüb-i Sitte'nin zuhuru dolayısıyla hicretin üçüncü asrı, hadis
tasnifinin altın çağıdır.Bu asırda tasnife hız veren âmillerin başında,
mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm ilminin doğuşunu ve
kelâmcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi zikrettik. Ancak şunu
hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, tasnife hız veren amiller sadece bunlardan
ibaret değildir. Hadis uydurma faaliyetleri de tedvin ve tasnife hız veren
amillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir. Çünkü sahih hadislerin
belirli kitaplarda toplanması halinde, bu kitaplar dışında kalan hadislere
itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadis toplayıcısı, kitabında
bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı
hadisler arasına uydurma olanlarını karıştırmamağa dikkat sarf ettiği için,
vücuda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkanı hasıl olmuştur. Bu
bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadis kitaplarının vücut bulduğu bir devir
olarak görülür. Hadis hafızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış;
hadislerin isnatlarına, isnatların illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden
mertebelerine vakıf meşhur üstatlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis
mecmuaları bu asırda onların eliyle vücut bulmuştur. Bu asrı takip eden devirlerde
her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse de, asıl
telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerdeki hadislerin bir
kitap içinde cem’ine yahut isnadların hazfedilmek suretiyle ihtisarına yahut da
mustedrek veya mustahreclerinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza müteakıb
asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi yönünden
kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili hakkında
ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. İşte,
üçüncü asrın hadis ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu,
altın çağı olarak vasıflandırıyoruz. Fıkıh kelimesi dönemlere göre mefhumunu değiştirmiş, o devrin
insanlarınca kullanımına göre farklı anlamlar ifade etmiştir. Hz. Peygamber
(s.a.v.) zamanında itikat, ahlak, ibadet, muamelat gibi birçok mesele için
fıkıh kelimesi kullanılırdı. İlim kelimesi de bu devirde aynı manaya gelirdi. Daha sonra itikat, tefsir gibi disiplinler hususi birer ilim
olarak genişlediklerinde fıkıh, kişinin ameliyle sınırlandırılmıştır. Bundan
dolayıdır ki İmam Ebu Hanife önceleri fıkhı, “Kişinin lehine ve aleyhine olan
şeyleri bilmesidir” şeklinde tarif ederken, sonraki dönemlerde “amel bakımından”
ifadesini de eklemiştir.İmam Şafiî ise “Dinin amelî hükümlerini, muayyen delil
ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir” şeklinde tarif ederek, fıkhın
usulüne de işaret etmiştir. Fıkıh usulünün ilk kaynağından günümüze kadar hangi safhalardan
geçtiğine ve nasıl bir değişime ve gelişme gösterdiğine bakalım. Diğer tüm ilimlerin olduğu gibi fıkıh ilminin de ilk ve en büyük
kaynağı tartışmasız Kur’an’dır. Vahyin ilk muhatabı olarak Hz. Peygamber
(s.a.v.) ise Kur’an’ın ilk ve en yetkili müfessiridir. Bu bağlamda düşünecek
olursak Hz. Peygamberin (s.a.v.) Kur’an’ı Cebrail’den (as.) aldığı gibi
sahabeye nakletmesi ve bunu açıklayıcı söz, fiil ve takrirlerde bulunması
fıkhın temelini oluşturur. Kur’an’ın indiriliş sürecini mercek altına aldığımızda Mekke ve
Medine’de inen ayetlerin içerik bakımından birbirinden farklı olduğunu
görmekteyiz. İslam’ın ilk yıllarını ve yayılma sürecini geçirdiği Mekke
döneminde daha çok itikat ve ahlak ile alakalı ayetler inmiş, Sahabenin
çalkantılı ve şiddet dolu bu döneme sabretmesini, inançlarını yitirmemelerini
telkin eden, imanlarını kuvvetlendirip, cennette kavuşacakları nimetleri
müjdeleyen haberler gelmiştir. Medine dönemine baktığımızda ise; oruç, zekât, hac, kurban, miras,
nikâh alkollü içkilerin ve faizin yasaklanması ve kısas gibi İslami yaşamın
önemli unsur ve nişanelerinin yürürlüğe koyulduğunu görüyoruz. Allah-u Teâlâ insanların dini sindirerek ve fıtri özelliklere
aykırı düşmeyecek şekilde benimsemeleri ve hayatlarına geçirmeleri için tedrici
ve uygulamalı bir metot uygulamış, RasulAllah’ı da (sav.) bu emir ve yasakların
uygulamasında yegâne örnek olarak insanlığa sunmuştur.Bu yüzdendir ki
yeryüzünde gelmiş geçmiş en kapsamlı ve en fazla insan topluluğuna hitap edip,
günümüze kadar ilk tazeliği ve şeklini koruyarak gelmiş hukuk İslam Hukuku
olmuştur diyebiliriz. Çünkü Roma Hukuku gibi diğer güçlü ve büyük kitlelere
hitap eden hukuk sistemlerinin yerleşmesi ve tedvin edilmesi yaklaşık bin sene
sürerken, İslam Hukuku bu süreci yalnızca 4 asırda tamamlamıştır. Her ne kadar çeşitli beyanlarda İslam Hukukunun diğer hukukların
bir uzantısı ve birleşmesi olduğu söylense de, İslam Hukuku, eski Arap
adetleriyle, Roma, İran ve Yahudi hukukları gibi bölgede bulunan diğer hukuk
sistemlerinden hayata yansıyan bazı uygulamaları ya ıslah ederek bünyesine almış,
ya da kati suretle iptal etmiştir. İslam Hukuku Kur’an ve Sünnet kaynaklı ve
doğrudan Şarî’nin iradesi sonucunda ortaya çıkmış bir yaşam sistemidir. Allah-u Teâlâ Hz. Peygamber (sav.) aracılığıyla, Kur’an’ı ve dolayısıyla
insanlar üzerindeki iradesini gönderirken Sahabe büyük bir iştiyakla gelen her
hükmü hayatlarına dahil ediyor, hükmün gerektirdiği her türlü şey hemen yerine
getiriliyordu. Bu konuda en büyük örnekleri elbette Hz. Peygamber’di (sav). Sahabe hükümleri yerine getirme hususunda veya karşılaştıkları
yeni bir problem neticesinde hemen Peygamber Efendimize (sav.) başvuruyorlar,
RasulAllah da (sav.) varsa bir ayet ile bu soruyu yanıtlıyor, yoksa Allah’ın
hükmünü vermesini bekliyordu.Bu devirde gelen hükümler genellikle ihtiyaca
binaen, sahabenin sorduğu bir soru veya karşılaşılan bir problem neticesinde
vahyolunuyordu. Hz. Peygamberin (sav.) hanımlarının perde arkasından
konuşmaları ve bu hükmün neticede tüm hanımları kapsaması Hz. Ömer’in
(ra.)konuya ilişkin bir konuşması neticesinde gerçekleştiği bilinmektedir.Ancak
RasulAllahın (sav.) ahirete irtihallerinden sonra sahabe hükümlerin açıklanması
ve yeni gelişen problemlerin çözülmesi konusunda danışacak bir peygamber
bulunmadığından kendileri bir takım içtihatlarda bulundular.İlk Halife olan Hz.
Ebu Bekir’den (ra.) itibaren Hulefa-i Raşidîn, devlet reisi olarak hukuki
işlere bakıyor, çeşitli sorunların çözülmesi hususunda istişare edebilecekleri
bir heyeti daima Medine’de bulunduruyorlardı. Devlet sınırları genişledikçe halifeler çeşitli bölgelere
vekillerini gönderiyor, buralarda kadılık yapmaları için görevliler tayin
ediyordu. Bu sahabeler arasında Ebu Musa el-Eş’arî, Amr b. As, Muaviye b. Ebu
Sufyan ve İbn Abbas (ra.) örnek olarak söylenebilir. Sahabenin tümünün müçtehit olduğu konusunda beyanlar bulunsa da bu
sahabeye yapılan bir iltifattır. Çünkü sahabenin tümü ilimle meşgul olmuyor,
kendi halinde İslam’ı yaşayan ve ilmi herhangi bir çalışma yapmayan sahabeler
de mevcut bulunuyordu. Bu durumda tüm sahabenin müçtehit olduğunu söylemek
doğru olmaz. Ancak dönemin en büyük müçtehitleri elbette Hulefa-i Raşidin’dir. Hz. Ebu Bekir (ra.), döneminde zekât vermeyeceklerini bildiren bir
grup için asker hazırlatmış, Hz. Ömer (ra.) buna “RasulAllah’tan la ilahe
illallah diyenlerle savaşılmayacağını işittim” diyerek karşı çıkmıştır. Bun
rağmen Hz. Ebu Bekir (ra.), “Vallahi namaz ile zekâtı birbirinden ayırana
–birini kabul edip birini reddedene- karşı savaşağım. RasulAllah’a
verdiklerinden bir keçi yavrusu bile bana eksik vermek isteyenlerle
savaşacağım” demiştir. Hz. Ömer de (ra.) üzerinde düşündükten sonra Allah’ın
Hz. Ebu Bekir’in zihnini açarak meseleyi doğru anlamasını sağladığını,
kendisinin de bu hususta ayı fikirde olduğunu söylemiştir. Hz. Ömer de (ra.) içtihat konusunda halifelik süresince büyük
işler yapmış, teravih namazının cemaatle kılınması, Müslüman erkeklerin, Gayrı
Müslim kadınlarla evlenmesini yasaklaması, Müslüman olmayana zekât verme
olayını ortadan kaldırması gibi maslahata hizmet edecek birçok içtihatta bulunmuştur. Hz. Ömer’in (ra.)belirlediği halife seçme şurası tarafından İslam
devletinin 3. Halifesi olarak görev yapan Hz. Osman’ın (ra.) da, başta Kur’an’ı
tek lehçede yazılmış nüshalarla çoğaltması, alacaklı kişilerin de zekât vermesi
ve hastayken kocaları tarafından boşanan kadınları mirastan hak sahibi kılması
gibi büyük içtihatları vardır.Hulefa-i Raşidin’in sonuncusu Hz. Ali ilmin
kapısı olarak nitelenmiş ve hakemlik konusunda RasulAllah’ın (sav.) duasını
almıştır. Hz. Ömer, Hz. Ali olmadan bir
problemle karşılaşmaktan Allah’a sığınıyor, “Kazâyı en iyi becerenimiz Ali’dir”
diyordu. Hulefa-i Raşidin tamamlanıp, içinde sahabe devrinin de biteceği
Emevî devri başladığında ilmi faaliyetler, meclislerde âlimlerin kendi çalışmaları
ile yürütülüyordu. Devletin ilmi çalışmalara bir katkısı yoktu. Ömer b.
Abdülaziz haricinde diğer Emevi hanedanı ilme katkı vermedikleri gibi kendileri
de uygulamalarında nefsani davranıyor, yaşantı ve devleti yönetimleriyle iyi
birer örnek olmuyorlardı. Bu durumda sahabe genellikle Medine’de bulunup, ilim
tahsili ve tedvini ile uğraşıyor, bu davranışlarıyla İslam ilimlerinin devamı
için çabalıyorlardı. Devlet tarafından tahsis edilen kadılar da kendi
içtihatlarına göre hüküm veriyorlardı. Emeviler döneminde yapılan ilmi faaliyetler içinde konularına göre
sıralanmış fıkıh kitapları bulunmaktadır. Ancak bu dönemde yazılan kitaplardan
yalnızca Süleym b. Kays el-Hilalî’nin fıkıh kitabı, Katada b. Di’ame’nin
el-Menasik adlı eseri, Zeyd b. Ali’nin Menasiku’l-hacc ve Adabuhu ve el-Mecmû’
adlı eserleri günümüze kadar gelmiştir. Hicri 712 yılında Medine’de vefat eden Sehl b. Sad’dan (ra.) sonra
sahabe devri bitmiş, artık sahabeyi gören ve onların ilminden faydalanan neslin
devri başlamıştır. Diğer birçok ilim gibi fıkıh ilmi de bu devirde tedvin ve
tasnif edilmiş, genişlemiş ve gruplara ayrılmıştır. Erken dönemlerde değişik İslam şehirlerinde, bu şehirlerin adıyla
anılan fıkıh okulları bulunmaktaydı. Şam (Evzaiyye), Kufe, Basra, Medine
okulları bunlardan bazılarıdır. Daha sonra Irak okulu Hanefi, Medine okulu ise
Maliki mezhepleri olarak konsolide olmuş, Şafii, Hanbeli, Zahiri, Ceriri, Sevri
ve Evzai mezhepleri daha sonra ortaya çıkmışlardır. Ve bu fıkhi mezheplerden
son üçü günümüze ulaşamamıştır. - Şafii mezhebi; İmam Şafii'nin adını taşıyan mezheptir. - Maliki mezhebi; İmam-ı Malik'nin adını taşıyan mezheptir. - Hanbelî mezhebi; İmam Ahmed İbni Hanbel'nin adını taşıyan
mezheptir. Bu dört fıkhi mezhep arasında uygulama ve ibadetlerde bazı
farklılıklar görülür. -Zeydîlik; İmâm Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn'in oğlu Zeyd bin Ali'nin
adını taşıyan mezheptir. -İsmâilîlik; İmâm Câʿfer-i Sâdık'ın büyük oğlu imam İsmâ‘îl bin Câʿfer el-Mûbarek'in adını taşıyan mezhep. H. 750 yılında Ebu’l Abbas Seffah’ın hilafete geçmesiyle başlayan
Abbasi dönemini, fıkhın olgunluk çağı olarak nitelemek mümkündür. Bu dönemde,
Emevi döneminde görülen dünyevilik görülmemiş, ilme ve ilmi faaliyetlere büyük
destek gösterilmiştir. Mezheplerin oluştuğu ve ilk fıkıh usulü eserinin
verildiği bu devirde, hadisler tedvin edilmiş, tefsir ve itikat alanlarında
büyük çalışmalar yapılmıştır.Bu devirde ilmi kudreti olan her kişi içtihat
hürriyetinde olduğu gibi, ilmi kudreti olmayan kişiler de bir müçtehidin
hükümlerine uyma konusunda serbesttiler. Hep aynı müçtehidin hükümlerini
uygulama zorunluluğu yoktu. Devletin tayin ettiği kadılar birer mezhebe bağlı
değil, kendi içtihatları doğrultusunda hüküm veriyorlardı.Daha önceleri âlimler
fıkhın belirli konularında hükümler verirken bu devirde fıkhın tüm alanlarında
çalışmalar başlamış, müçtehitler hükümlerini kitaplarda toplayarak insanların
daha kolay öğrenmelerini sağlamış, fıkıh mektepleri doğmuş ve bunlar kendi
aralarında münazaralar ve ihtilaflar yaşamıştır. Böylece içtihat ve mezhepler çoğaldıkça tabiî olarak ihtilaflar da
çoğalmış, kendi nefsinden hüküm verenler de ortaya çıkınca hüküm istinbatının
yolları ve müçtehidin özelliklerini anlatan bir disiplinin ortaya çıkması
kaçınılmaz olmuştur. Bu alanda ilk eseri İmam Şafiî er-Risale adında vermiş,
istinbat ve içtihat salahiyetini belli kurallara bağlamıştır. Böylece İmam
Şafiî’nin açtığı bu yol onun talebeleri ve diğer mezheplerin de bu alanda
çalışmalarıyla ilerlemiş ve Fıkıh Usulü kendi başına ayrı bir disiplin olarak
genişlemiştir. İmam Şafiî’nin öncesinde fıkıh kitapları yazılmış olsa da,
hükümlerin nelere dayanılarak çıkarıldığı bu kitaplarda belirtilmediği için,
mezheplerin tabileri imamları vefat ettikten sonra onun hangi delile dayanarak
hükme vardığı hususunda ihtilafa düşmüş, bunu anlamak için yoğun çalışmalar
yapmışlardır. Ancak er-Risale’den sonra artık içtihat yapacak olanlar, hangi
delillerden hangi yollarla hüküm istinabatı yapılabileceği hususunda çok sayıda
eserle karşılaşmıştır. İçtihat yapmayacak olanlar ise bu eserler sayesinde
uyguladıkları hükümlerin nasıl bir yolla ve nasıl bir titizlikle kendilerine
ulaştığı konusunda fikir sahibi olmuşlar, böylece mezhep imamlarına tam bir
güvenle tabi olmuşlardır.
0 Yorum - Yorum Yaz
e) Bilhassa Hz. Osman zamanına kadar şura
üyelerinin Medine’den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahabe halifenin
yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin
çoğunda ittifak hâsıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az sayıda görüş farkı
meydana geliyorsa bu da taassup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi faktörlere
değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu.
0 Yorum - Yorum Yaz
e) Bilhassa Hz. Osman zamanına kadar şura
üyelerinin Medine’den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahabe halifenin
yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin
çoğunda ittifak hâsıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az sayıda görüş farkı
meydana geliyorsa bu da taassup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi faktörlere
değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu.
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmıştır, Mekke devri ve Medine devri olarak iki kısımdır.
A- MEKKE DEVRİ: Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birine yakınınâzil olmuştur. Bu devrede daha çok inanç esasları ve ahlâk ile ilgili hükümler teşri kılınmıştır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.
B- MEDİNE DEVRİ: Bu dönemde ferdî ve ictimâî hayat tanzim edildi. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkemeusûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
1- Kur'ân-I Kerîm:
5- İstidlâl:
Rasûlullah'ın yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medîne dönemlerine ayrılır. Birinci dönemde inanç, düşünce ve ahlâk prensiplerine daha çok önem verilmiş, gelen âyetlerin çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Fıkh'ın gerek ibâdet ve gerekse hukuk kısımlarını konu alan âyetler ise daha azdır.
MEDÎNE DÖNEMİ
1. Hutbe:
1. Oruç: 2. Bayram namazları: 3. Fıtır sadakası: 4. Kurban:
5. Zekât: 6. Kıblenin değiştirilmesi: 7. Ganîmetler ve taksîmi:
1. Miras hükümleri: 2. Boşanma:
EMEVİLER DEVRİ
Hz. Hasan'ın İslâm birliğini yeniden sağlamak ve iç savaşı önlemek için Muâviye nâmına -bazı şartlarla- hilâfetten ferâğat etmesiyle hulefâ-i râşidin devri sona erer ve yeni devir (132/750 yılına kadar devam eder. ABBÂSÎLER DEVRİ
İncelediğimiz devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür:
0 Yorum - Yorum Yaz
Resûlullah'ın
Yaptığı Tefsirin Miktarı
Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin
en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde
tamamlanmıştır, Mekke devri ve Medine devri olarak iki kısımdır.
A- MEKKE DEVRİ:
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe
başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla
yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birine yakınınâzil olmuştur.
Bu devrede daha çok inanç esasları ve ahlâk ile ilgili hükümler teşri
kılınmıştır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir
karakter arzetmektedir.
Mekke dönemine ait bulunan, fakat hangi yılda konduğu belli olmayan başlıca
hükümler şunlardır:
1. Daha önce araplar arasında
yaygın bulunan "kız çocuklarını öldürme" âdetinin kesin olarak
yasaklanması (Tekvîr: 31/8).
2. Allah adına hüküm uydurarak
kendilerine yasak ettikleri temiz yiyeceklerin helal kılınması (Mâide: 5/103).
Mekke dönemine ait olup tarihi bilinen hükümler de vardır:
1. Namaz, 2. Beş vakit namaz , 3. Gusül, abdest ve necasetten
tahâret, 4. Cuma namazı.
Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:
Bu devirde ve dolayısıyla İslâm'da dünya hayatı ile ilgili hüküm ve kaidelerin
(muâmelât) dayanağını, iyi ve faydalı olanı sağlamak, kötü ve zararlı olanı
uzaklaştırmak, kaldırmak (celb-i menâfi', def'i-mefâsid) şeklinde hulâsa etmek
mümkündür. Bunun tezahürleri de şunlardır.
a) Tedric:
-Zaman içinde tedrîc: Hükümler bir anda değil uzun zaman içinde arka
arkaya teşri kılındı.
-Hükümler içinde tedrîc: Mükellefiyetler hep birden gelmediği gibi
gelenler de zamanla tekemmül etmiş, istidat ve intibak kazanıldıkça tamamlanmış
ve arttırılmıştır. Meselâ: İçki (şarap) önce yasaklanmamış, sadece zararlı
olduğu bildirilmiş, sonra sarhoş iken namaz kılmak menedilmiş, en sonunda da
kesin olarak yasaklanmıştır.
b) Kolaylık:
Resûl-i Ekrem (s.a.) de: "Kolaylaştırın, güçleştirmeyin; sevdirin, nefret
ettirmeyin" buyurmuş, ümmetine güçlük olmasın diye bazı hususları
emretmemiştir. Hastalık, yolculuk, tazyik, yanılma ve unutma bazı hükümlerin
hafiflemesi için mazeret kabul edilmiştir.
c) Nesih:
Nesih, daha sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu
devrede bazı âyet ve hadîsler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti
ilk müslümanlarıtedrîcen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır.
Sahâbe devrinin, Hz. Peygamber'den hemen sonra
başladığında ittifak bulunmakla beraber ne zaman sona erdiği konusunda iki
görüş vardır.
İktidârı esas alanlara göre hicri 41 yılında, hakim nesli göz önüne alanlara
göre ise, birinci hicret asrının sonunda sahabe devri kapanmaktadır.
Bu devirde hüküm kaynaklarının başında yine Kitâb ve Sünnet vardır. Henüz
yaygın bir şekildeyazıya geçirilmemiş olan Sünnet'in -rivâyet ve doğru anlama
bakımlarından- sahih olanını olmayanından ayırma konusunda titizlik
gösterilmekle beraber Hz. Peygamber'den nakledildiği, doğru zaptedilip
anlaşıldığı, dini bakımdan bağlayıcı olduğu sabit olan hadislerle amel edilmiş,
bunlara aykırı hareket asla tecviz edilmemiştir. Kitâb ve Sünnet'te hükmü
açıkça bulunmayan meseleler ortaya çıktıkça bilhassa Hz. Ebu-Bekir ve Hz. Ömer
gibi halifeler istişâreye başvurmuş, meseleleri şurâ ictihadı ile netice ve
hükme bağlama yolunu tutmuşlardır. Daha çok amme hukuku sâhasına âit
meselelerde bahis mevzüu olan bu toplu ictihad sonuçları bağlayıcı olmuş, ferdi
ictihadlarda ise tam bir hürriyet hakim bulunmuştur. Re'y veyâ ictihad
"ra'y" denilen ferdi ictihaddan bu devirde kastedilen mâna: Kur'ân ve
Sünnet'te hükmü bulunmayan meseleleri, yine bu iki kaynağın ışığı ve genel
prensipleri altında hükme bağlamaktır. Sonraki devirlerde terim haline gelen
kıyas, istihsân,örf ve âdet, mesâlih... prensipleri isimleri zikredilmese dahi-
re'y ictihadına dahildi.
a) İmkân buldukları ölçüde istişare
(danışma,fikir tartışması) yapmışlardır.
b) İctihad yoluyla vardıkları hükümleri,
Kitâb ve Sünnet'in açık hükümlerinden titizlikle ayrı tutmuş, birinci nevi
hükümlere kesin nazariyle bakmamış ve bunları "bu benim görüşüm,
zanni,kanaatimdir..." diyerek kendilerine nisbet etmişlerdir.
c) Nazari ve farazi (varsayarak)
ictihadlar yapmamış, ancak ortaya çıkan, vakıa ve problem hâline gelen
meseleler üzerinde durmuşlardır.
d) Zamana bağlı hükümleri –gerektiğinde degiştirmiş,
mübâh ve câiz olan bazı fiil ve davranışları -kötü neticeler vermesi halinde-
yasaklamış, zaruret ve mecburiyet hallerinde nasları dahi uygulamamış, bütün bu
davranışlarıyle "celb-i menfaat, def'i-mefsedet" formülü ile ifade
edilen maslahat prensibine riayet etmişlerdir. Burada maslahattan maksat,
İslâm'ın genel prensiplerini,akıl ve tecrübeyi ölçü alarak iyi ve faydalı olanı
elde etmek, kötü ve zararlı olandan kurtulmak,bunun için gereken tedbiri
almaktır.
e) Sahabe maslahat prensibi yanında –adını
anmamakla beraber- Hz. Peygamber zamanında ki uygulamalara benzetme yoluyla
kıyas metodunu da kullanmışlardır.
Sahâbe fakihlerinin hemen hepsi arap olmasına karşılık sayıları yüzleri aşan
tâbiûn fukahâsı içinde çok sayıda arap olmayan kimseler vardır. Bu arada
azatlılardan da (Mevâlî) büyük fakihler yetişmiştir.
Tâbiûn devrinde belli başlı merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden fukahânın en
meşhurları şunlardır:
Medine'de: Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr (v. 97/712), el-Qâsim b. Muhammed
(v. 102/720Mekke'de: Atâ b. Ebî Rebâh (v. 115-713), Mücâhid (v. 100/718),
İkrime (v. 150/767), Süfyân b. Uyeyne (v. 198/813)...
Basra'da: Hasenü'l-Basrî (v. 110/728), Muhammed b. Sîrîn (v. 110/728) Katâde
(v. 118/736)...
Kûfe'de: Alqame b. Quays (v. 62/682) Şurayh b. el-Hâris (v. 78/679), Mesrûk b.
el-Ecda' (v. 63/683 Şam'da:
Mekhûl (v. 116/734), Ömer b. Abdülaziz (v. 101/720), Ebû-İdris el-Halvânî...
Mısır'da: el-Leys b. Sa'd (v. 175/791)...
Hukuki hayatının ve hukuk ilminin gelişmesinde hâkimiyet ve istiklâl birinci
derecede rol sahibidir.Moğol istilâsı birçok İslam devletinin hayatına son
vermiş, Gazan Han'a kadar (1271-1304) devlet islami olmayan Cengiz Yasası ile
idâre edilmiştir.
Bu arada halk şahsi dini işlerinde
serbest bırakılmış, onlar da devrin fıkıhçıları ile birlikte çeşitli fıkıh
mezheblerine taassupla sarılmışlardır. Bu davranışta devre hakim olan anarşi,
huzursuzluk ve çözülmenin tesiri büyük olsa gerektir.
Bundan önceki devrede gördüğümüz tahric (çıkarım) ve tercih selâhiyeti taşıyan
fıkıh bilginlerinin yerini bu devirde tam manasıyle taklitçi fukaha (hukuk
alimleri) almıştır. Yeniden bağımsız veya bir mezhebe bağlı ictihad yapmak
bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın bir başka mezhebden istifadesi, bir
başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmasının cevazı (mümkünlüğü)
tartışma konusu edilmiştir. Mısır Abbasileri ve Memlükler devrinde Mısır,
Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi canlanma göstermiş ise
de teşvik görecek yerde baltalanmış, taassup ve siyasi baskıyı
yenememiştir. İbn Teymiyye ve talebeleri, Süyüti, Yemenli bazı
müctehidlerin hayatı bu mücadelenin tipik örnekleriyle doludur.Bu devirde,
fıkıh bakımından ilmi hayatın özelliklerini şu maddelerde toparlayabiliriz:
a) Önceki devirlerde ilmi seyahatler adeta bir mektep vazifesi
görüyor, uçsuz bucaksız İslam dünyasının bir ucundan diğerine ilim ve görüş
alış verişine zemin hazırlıyordu. Bu devirde ise bilginler arasında bu manada
irtibatlar kesilmiş, herkes kendi kabuğuna çekilmiştir.
b) Gerçek manasıyle hukukçu yetiştiren, hukuk zihniyetini ve ilmini
geliştiren kitaplar (müctehid imamların ve talebelerinin kitapları) yerine
tartışmasız, hazır hükümleri en kısa yoldan nakleden, emeksiz kitaplar tercih
edilmiştir.
MECELLE'DEN
ZAMANIMIZA KADAR
İncelediğimiz devrede yapılan fıkıh sahasındaki çalışmalara gelince bunları da
şu maddelerde özetlemek mümkündür:
a) Kanunlaştırma hareketi başlamış ve gelişmiştir. Bunun ilk adımı Mecelle'dir.
Gerek kanunlaştırma ve gerekse Mecelle'yi önemleri sebebiyle ayrı başlıklar
altmda inceleyeceğiz.
b) Hukuk düşüncesini geliştiren, ictihad ruhunu besleyen, görüş ufkunu
genişleten eserler neşredilmiştir: İbn Teymiyye, İbn el-Kayyim, İbn Hazm, Şah
Veliyyullah, Şatıbi, Şevkani gibi alimlerle fıkıh mezheblerinin imamları ve
talebelerine âit eserleri örnek olarak hatırlayabiliriz.
c) İslam Hukuku'nu bütün mezheb ve doktrinleriyle bir araya getirmeyi, kolayca
istifade edilir kılmayı hedef alan çalışmalar yapılmıştır: Dört mezhebin fıkıh
kitapları, Ansiklopediler...
d) İslam Hukuku'nun çeşitli branşları ve meseleleri üzerinde tahlil, tenkit,
mukayese ve değerlendirmeler yapan, ictihad mahsülü tez çalışmaları başlamış ve
gelişmiştir.
e) Batılılar ilmi veya siyasi maksatlarla İslam Hukukuna da yönelmişler,
tercüme ve te'lif eserler vermişler, İslam Hukuku etüdlerini üniversite
programlarına almışlardır.
f ) Doğuda ve Batıda İslam Hukuku meselelelerini de içine alan ilmi
toplantılar, kongre ve konferanslar yapılmıştır.
Diğer İslam ülkelerinin çoğunda İslam Hukuku'nun eğitimi yapılmaktadır. Bunun
yanında başta "şahıs, aile ve miras" münasebetleri olmak üzere
çeşitli sahalarda İslâm Hukuku'nun yürürlükte olduğu da müşâhede edilmektedir
(görülmektedir).Hz. Peygamber
(Aleyhissalâtu Vesselâm)'den Sonra Ashâbın Tavrı:
Ashabda Hadîs
Öğrenmek Gayreti:
2- TEDVİNÜ-S-SÜNNE
TEDVÎN
SAFHASI:
Tedvîn Nedir?
Nasıl Başladı?
3- TASNİFU'S-SÜNNE
TASNİF NEDİR?
BU SAFHANIN
ZAMANI:
4- TEHZÎBU'S-SÜNNE
TEHZÎB DEVRİ:
0 Yorum - Yorum Yaz
Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh
Usûlü’nün mukayesesi 23 03.2014
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
Yüksek Lisans
Özel Öğrenci
من الممكن ان نلخص الفرق بين الفقه وأصول الفقه في
الأمور الأربعة الآتية :
1- التعريف : حيث عرف الفقه بأنه العلم بالأحكام
الشرعية العملية المكتسب من أدلتها التفصيلية . بينما عرف أصول الفقه بأنه العلم
بالقواعد التي يتوصل بها الى استنباط الأحكام الشرعية العملية من أدلتها التفصيلية
، اي ان أصول الفقه علم وضع لمعرفة الفقه واستنباط أحكامه .
2-
الموضوع : إذ الموضوع في الفقه هو أفعال العباد
من حيث تعلق الأحكام الشرعية بها . بينما ان موضوع أصول الفقه هو الأدلة الإجمالية،
أو الادلة الاجمالية مع الأحكام .
فنجد الفقه يستمد مباحثه من الأدلة الشرعية كالكتاب
والسنة والاجماع وغيرها 3-
المصدر :
بينما نرى ان أصول الفقه يستمد مباحثه من ثلاثة اشياء :
1) اللغة
العربية : لأن الكتاب والسنة وردا بتلك اللغة ، والاستدلال بهما متوقف على معرفة
اللغة من حقيقة ومجاز وعموم وخصوص واطلاق وتقييد وغير ذلك .
3) الأحكام
الشرعية : أى من حيث تصورها ، لا من حيث اثباتها او نفيها ، وذلك لأن المقصود من
علم أصول الفقه هو اثبات الأحكام الشرعية أو نفيها من حيث أنها مدلولة للأدلة
ومستفادة منها، ولا يمكن اثبات الحكم ولا نفيه بدون تصوره ، فأصول الفقه مستمد من
الأحكام بمعنى تصورها لا بمعنى اثباتها أو نفيها ، لأن العلم بإثباتها أو نفيها
ثمرة له و فائدة ، وما كان فائدة للشي ، فهو متأخر في حصوله عنه ، فلو كان علم
الأصول مستمداً من الأحكام بمعنى العلم بإثباتها أو نفيها للزم الدور .
4-
الغاية : فالغاية من الفقه ودراسته هي الفوز
بالسعادة في الدنيا والآخرة باتباع الأوامر واجتناب النواهي بينما ذكرنا ان الغاية
من علم أصول الفقه هي تطبيق قواعده على الأدلة التفصيلية لاستنباط الأحكام الشرعية
من تلك الأدلة ، وكذلك التعرف على الأسس التي بنيت عليها تلك الأحكام ، والمقارنة
بين آراء الفقهاء و المجتهدين ، و ترجيح بعضها على بعض .
وغاية هذا العلم ضبط التفسير بوضع القواعد الصحيحة
والطرق السليمة والمناهج السديدة للتفسير، والشروط المحكمة والآداب الفريدة
للمفسر، ولهذا العلم فوائد كثيرة من السهل حصرها، وفضله ومكانته كبيرة وشرف عظيم،
ذلك أن شرف العلم من شرف المعلوم، وأصول التفسير تبحث في علم التفسير ، وموضوع هذا
العلم هو القرآن الكريم وهو خير الكلام لأنه كلام الله تعالى، فلا عجب أن تكون
أصول التفسير من أشرف العلوم وأعلاها مكانة وأكثرها فضلا
إلى أن قال: ( وكان القوم عربا خلصا يفهمون القرآن
الكريم بمقتضى السليقة العربية واللسان العربي، غير أن القرآن يعلو على سائر كلام
العرب بألفاظه وأساليبه اللغوية والبلاغية فضلا عن معانيه، ولذا فقد كانوا
يتفاوتون في فهمه وإدراكه... فإن أشكل عليهم لفظ أو غمض عليهم مرمى ولم يجدوا من
يفسره لهم سألوا الرسول صلى الله عليه وسلم فبينه لهم. وبهذا نشأ علم التفسير ثم
مر بمراحل أبرزها :
عَصْرُ التابعين:
عَصْرُ أتباعِ التابعين:
عَصْرُ تَبَعِ أتباعِ التابعين وما بعدَهُ:
(12) البحر الذي زخر في شرح ألفية الأثر للسيوطي: 1/227، وهذا
التعريف للإمام الدين عز الدين، محمد بن أبي بكر بن عبد العزيز بن إبراهيم بن سعد
الله بن جَماعة الشافعيّ (ت918هـ)، ترجمته في: حسن المحاضرة للسيوطي: 1/548، شذرات
الذهب: 7/139.
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
Ömer Faruk SERDAROĞLU
2013 / 2014
Bahar Dönemi Ödevi
a-Tefsir ( Arapça:
İlm ut Tefsir), İslam dini terimidir.
'el-Fesr' masdarından tef'il babında
yorumlamak, açıklamak manalarına gelen bir
kelimedir.İslami terim
olarak , Kuran’ın ayetlerinin açıklanmasına dâir
dalıdır. Tefsir ilmi ile uğraşan kişiye müfessir( Arapça: muffessir, çoğuluna mufessirun)
denir. Tefsir dersleri medreselerde, İlahiyat fakültelerinde okutulan
derslerdendir. Tefsirciler
tarafından ilk müfessir kabul edilen Hz. Muhammed (s.a.v) , Kur’an-ı yine
Kur'an ile tefsir etmiştir. Sahabe ve tabiin denilen birinci ve ikinci nesil
Müslümanlar peygamberin bazı
açıklamalarını kaydetmişlerdir.
b-Tarih geçmişteki olaylara ait bilgilerin keşfi, toplanması, bir
araya getirilmesi ve sunulması bilimidir. Tarihi bilgi, geçmişteki olaylara
ilişkin tüm bilgilerin, olayların vuku bulduğu dönemin şartları göz önüne
alınarak, mümkün olduğunca nesnel bir şekilde sunulması ile oluşur. Tarih,
yaşanan olayların bir daha yaşanabilmesi gibi bir olasılık olmadığından diğer
bilimler gibi deney ve gözleme dayanamaz.
c-Kur’ân-ı
Kerîm Tefsirine Duyulan İhtiyaç
Fert ve toplum açısından insan, yaratılışından Kur’ân- Kerîm’in gelişine kadar,
gaye ve hedef itibariyle, birbirine zıd, hidayet veya sapıklık yollarından
birini seçe-gelmiştir. “İnsan, bütün bir ömrünü kapsayan bu yolculuğa niçin
çıktı? Nereden geliyor ve nereye gidiyor? Ölümden sonraki hayatın anlamı
nedir?” gibi soruları, herhalde akıl ve irade sahibi bir kişinin, kendine
sorması gerekir. Büyüklü küçüklü milyonlarca yıldızla donatılmış fezanın akla
durgunluk veren yapısı, nizam ve âhengi, bir yaratıcının muhakkak olduğunu
göstermektedir.
Şüphesiz bu yaratıcı, yüce Allah’ ( c.c ) tır. Elbette, her eserin bir var-oluş
sebebi, maksadı olduğuna göre, insanın da bir yaratılış gayesi vardır. Bu gaye
ona, peygamberler “aleyhimü’s-sselâm” vasıtasıyla gönderilen kitaplarla
bildirilmiştir. Son Peygamber Muhammed “aleyhisselâm”a da Kur’ân-ı Kerîm
indirilmiştir. İşte bir müslümanın, bu Kitâb’a ve onu açıklayan kaynaklara
göre, inanç ve davranışlarını tespit etmesi gerekmektedir. Dinî anlamda bu,
iman ve amel sorumluluğunu ifade etmektedir. Müslüman, iman ve amelini, yüce
Allah’ın tebliğlerine, dolayısıyla rızasına uygun yaparsa, geçerli olmaktadır.
Bu tebliğlerin de belirlenmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in iyi anlaşılmasına ve doğru
tefsir edilmesine bağlıdır.
Kur'an-ı Kerim'i anlama konusunda, İslâm tarihi boyunca farklı yaklaşımlar
olmuştur. Asırlar boyunca meydana gelmiş olan çeşitli tefsir tarzları, bunun
neticesidir.
Tefsir ilminin yapacağı ilk iş, Kur'an'ın açıklanmasında, Hz. Peygamber
aleyhisselamın işlevini gözönünde bulundurmaktır. Allah Tealâ gönderdiği
Kitabın tefsirini birinci derecede Resulüne havale etmiştir. Ezcümle şöyle
buyurmuştur:
"Biz sana zikri indirdik. Tâ ki kendileri için indirilen Kur'an'ı
insanlara açıklayasın ve tâ ki onlar da iyice
fikirlerini kullansınlar" (Nahl, 44). İndirilen zikr, vahy-i gayr-i metlüv
olarak sünnettir. Kur'an'ı tefsir edip açıklamak üzere Peygamberimize
bildirilmiştir. Bu âyetle bu manayı ifade eden birçok âyete dayanarak
müslümanlar, Kur'ân tefsirinde Hz. Peygamber'in açıklamalarına birinci derecede
yer verme konusunda ittifak etmişlerdir.
Allah Tealâ kitabını, insanların elleriyle tutacakları kağıtlar şeklinde değil,
aramızdan seçtiği Resulünün kalbine vahiy yolu ile indirdi. O da kitabın
metnini tebliğ etmekle yetinmedi, sözleriyle ve davranışlarıyla onu açıkladı ve
uyguladı.
Demek ki Hz. Peygamberin Kur'an'la ilgili başlıca üç görevi vardı:
1- Tebliğ
2- Tebyin
3- Tatbik.
O'nun bütün hayatı bu işlerle doludur. Vahiy met¬ninin ulaştırılması, izhar
edilmesi işi için Kur'an, belağ ve tebliğ kelimelerini kullanmıştır. Mesela;
"Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, sana
verdiği risaleti (mesajı) tebliğ etmemiş olursun" (Mâide, 67). Kur'ân
mesajı ulaştırmak hakkında tebliğ kelimesini defalarca kullanırken, demin
zikrettiğimiz Nahl, 44 âyetinde tebyin kelimesinin tebliğ, ulaştırma, açığa
vurma manasında kullanıldığını iddia etmenin hiçbir değeri olamaz.
Diğer taraftan bir âyette de şöyle buyurulmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resule ve sizden olan ulü’l-emre de
itaat edin. Eğer herhangi bir hususta tartışıp ihtilaf ederseniz onu Allah'a ve
Resulüne irca edin" (Nisa, 59).
Allah'a irca etmek O'nun kitabına götürmek, Resulüne irca etmek ise hayatta
iken kendisine, vefatından sonra da O'nun hadislerine irca ederek, hadisleri
hakem kılarak konuyu vuzuha kavuşturmak manasına gelir.
Sahabe neslinin sonlarında, dinin tek kaynağının Kur'an olduğunu iddia eden tek
tük insan ortaya çıkmış, sahabiler bunlara karşı çok net bir tavır
takınmışlardır.
gördün mü?" Sonra namazı, zekâtı ve emsali hükümleri sıraladı ve ilave
etti: "Bütün bunları Allah'ın Kitabında tefsir edilmiş olarak buluyor
musun? Kitabullah bunları mübhem bırakmış, sünnet de tefsir etmiştir"
Sahabenin en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes'ud'a göre, sünnetin öngördüğü
bütün davranışlar, temelde Kur'an'ın istediklerini yerine getirmektir. Haşr
suresinin 7. âyeti, Hz. Peygamber'in sünnetine bu işlevi vermiştir. Nisa, 119.
âyeti, Allah'ın yarattığını değiştirmeyi yasaklar.
Fakat bu âyetin maksat ve kapsamını ancak Resulullah'ın anlayışı ve
uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Abdullah İbn Mes'ud'a (r.a) Beni Esed kabilesinden bir kadın gelip şöyle dedi:
"Ey Eba Abdirrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları
aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana lanet ettiğini
duydum?" Abdullah İbn Mes'ud ona şu cevabı verdi: "Ben kim oluyorum
ki, Resulullah (a.s)'in lanet ettiğine ve Kur'an'da belirtilene lanet
etmeyeyim?" Kadın cevaben; "İki kapak arasındaki Kur'ân'ı (Kur'ân'ın
tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım?" deyince İbn Mes'ud'un
cevabı şöyle oldu: "Eğer layık-i veçhile okumuş olsaydın bulurdun. Zira
Allah Tealâ buyuruyor ki: "Peygamberin size bildirdiği her şeyi alıp kabul
edin, O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" dedi.
Hicri ikinci asrın son çeyreğinde Basra'da bir grubun, hadislerin sübutu
meselesinde şüpheye düştüklerinden sünneti ihmal ettiklerini görüyoruz.
Bunlardan bazıları, âhad yolu ile rivayet edilen hadisleri kabul etmeyip
mütevatirleri kabul ederken bazıları hepsini birden reddediyordu. Şüpheleri
yersiz idi. Fakat şuna dikkat edelim ki bunların itirazı sünnetin Kur'ân'ı
tefsir etmesine değildi; rivayetlerin sübutuna idi. İmam Şafiî El-ümm adlı
eserinin Cimau'l-ilm bölümünde bu grubun sözcüsü ile olan münazarasını nakleder
ve çok ikna edici delillerle sünnetin, Kur'ân'ı açıklayan, ümmeti bağlayan bir
kaynak olduğunu açıklar. Şafiî'ye göre "İmamların bütün söyledikleri
sünnetin şerhidir. Bütün sünnet de Kur'an-ı Kerim'in şerhidir."
Üçüncü asırdan itibaren sünnetin dindeki yerini reddeden müslümana
rastlanmamıştır; tâ ki Avrupalıların 19. asırda İslâm ülkelerini istila
etmeleri neticesi sömürge idaresi kurmalarına kadar, bu sapıklık görülmemiştir.
Sömürgeciler Hz. Peygamber'e duydukları kin, peşin hükümle şartlanarak İslâm'a
nefretle bakışları, müslümanların birliklerini parçalama, İslâm medeniyetini
çekememe, müslümanlar arasında fitne ve ihtilaf çıkararak onları birbirleriyle
uğraştırırken kendi hakimiyetlerini kolayca devam ettirme, müslümanların
servetlerini yağmalamaya devam etme gayeleriyle bu ihtilafları
körüklemişlerdir.
Zaten onların bu gayeye hizmet etmek için yetiştirdikleri oryantalistler,
İslâmî incelemeler uzmanı olduklarını iddia ederek, İslâm aleyhinde birçok
şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. İşte sömürgeci idare, birçok oryantalist
tarafından üretilen bu iddiaların kulaklarına üfleneceği, bazı gafil, cahil,
gevşek, ecnebi taklitçisi, menfaat peşinde koşan müslümanlar bulma imkânı
verdi.
Müslüman toplumlarca hiç kabul görmemesine rağmen bu kabil iddiaların iki asır
boyunca, arada bir ısıtılıp tekrar piyasaya sürülmesi de bu fitnenin gayr-i
müslimler tarafından kaynatıldığının bariz delilidir. Zira onlarca önemli olan,
bu görüşün galip gelmesi değildir. Bu aykırı iddiaların müslümanlar arasında
yerleşemeyeceğini onlar da pek iyi bilirler.
Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp müslümanları, hayatî meseleleriyle meşgul
olmaktan, bir süre için bile olsa uzaklaştırmaları, onları birbirine
düşürmeleri kendilerine yetmektedir.
Fakat bu gafil müslümanların aynı iddiaları ilmî olarak ileri süren
oryantalistlerden temel farkları şudur: Onlar Kur'an'ın Allah tarafından
gönderildiğine inanmazken, berikiler Kur'an'a iman ettiklerini söylerler. Bu da
kendilerinin durumunu, daha da zorlaştırmaktadır.
Zira bu iddialar İslâm toplumunun içinde çıkmış, bünyenin ihtiyacından ileri
gelmiş meseleler olmayıp, Kur'ân'a ve İslâm'a inanmayan ecnebiler tarafından
üretilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'a inanmadığını iddia ederek o sapıklıkları
kabul ettirebilmek çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü, eskiden bazı
müslümanlar hadislerin sübutundan emin olmadıkları iddiasıyla hadisleri ihmal
etmişlerdi. Ama bunlar Allah'ın Kur'an'da Resulüne verdiği Kitabı açıklama
yetkisine itiraz etmektedirler. Oryantaliste göre iş kolay. Hatta Kur'an'da
olması da onlar için çok şey ifade etmez. Onun içindir ki, hadiste ve Kur'an'da
bulunan hakikatleri reddetmek veya saptırmak veya sathî olarak değerlendirmek
veyahut pek önemsememek onlara göre normaldir. İşte görüyoruz ki, bu hususta
onları taklid eden müslümanlar da onlardan etkilenmiş, dinî hassasiyetleri
azalmış bulunmaktadır.
Bunlar Kur'an-ı Kerim'in bütün âyetlerini gözönünde bulundurarak değerlendirme
yapan klasik İslâm âlimleri gibi davranmayıp, hevalarına göre mana
vereceklerini düşündükleri bazı âyetleri münferit olarak ele alırlar. Şöyle ki:
"Kur'an ''Allah size kitabı mufassal olarak indirmişken ondan başkasının
hakemliğini arar mıyım?" (En'am, 114) buyurmaktadır. Demek ki hem
Kur'an'ın açıklanmaya ihtiyacı yoktur, hem de Allah'tan başkasının hüküm
yetkisi yoktur" derler.
Cevaben şöyle deriz: Bu âyet, Hz. Peygamber'in nübüvvetine itiraz eden
kafirleri reddetmek muhtevasında varid olmuştur. Onlar keyiflerinin istediği
bazı hârikulade şeyler, sihirbazvarî işler, Hz. Peygamber'in nübüvvetini başka
otoritelerin onaylaması gibi şeyler peşinde idiler. Allah Tealâ ise birçok
hakikatleri mufassal olarak açıkça bildiren ve mucize özelliği olan Kur'an'ı
indirmesiyle kendisinin bu nübüvveti onayladığını bildirmişken, başka
harikalara ve otoritelere hiçbir ihtiyaç olmadığını belirtmektedir.
Zira ilâhî hükmü anlamak için, diğer harika hallerin, mucizelerin delâleti
Kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Mesela ay'ın
ikiye yarılması mucizesinden bile Peygamberimiz'in nübüvvetine delâlet, ancak
kısa bir an için ve onu gören mahdut kimseler için söz konusudur. Ama bundan
istifadenin gerek açıklığı, gerek devamlılığı, kelâma, yani Kitaba dayanır.
İşte burada bu mana hatırlatılarak buyuruluyor ki: "Allah, size diğer
mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve böylece
hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben şimdi şeytanların
yaldızlı sözlerine meyledeceğim de (bundan önceki En'am 112 âyetinde bu durum
sözkonusu edilmektedir) aramızda haklıyı haksızı ayırmak için Allah'ın hükmünü
bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı hakem seçeceğim? Hayır, asla!"
Bu âyet, Allah'ın fermanıyla olan bu şehadetini kabul etmeyip, insanlardan
birtakım hakemler, otoriteler teklif eden müşrikleri reddediyor. Nitekim nüzul
sebebi rivayetine göre müşrikler Hz. Peygamber (a.s)'a "Seninle bizim
aramızda yahudi hahamlarından veya hıristiyan piskoposlarından senin durumun
hakkında hükmedecek bir hakem tayin et" diye teklifte bulunmuşlardı. Bunun
üzerine bu âyetler indirilmiştir.
Demek âyet-i kerime, birinci derecede Hz. Peygamber'e hitab ederek nübüvvetinin
başka otoritelerin tasdikine ihtiyacı olmadığını, Allah'ın Kur'ân'la olan
şehadetinin buna fazlasıyla kâfi geldiğini bildirmek için nazil olmuştur.
Bu âyeti, Hz. Peygamber'in, hadisleriyle Kur'ân'ı açıklamasının aleyhinde delil
getirmenin hiçbir manası yoktur. Bir kere böyle yapmak âyeti siyakından, muhtevasından
çıkarmaktır.
Diyelim ki bu tuhaf iş yapıldı. Bu âyetten Hz. Peygamber'in hüküm koyma yetkisi
olmadığı mânâsı çıkarıldı. Bizim buna itirazımız yok. Zaten hükmün tek
kaynağının Allah olduğunu biz de söylüyoruz. Yalnız bunu hadislerin tefsir etme
özelliğini reddederek değil, hadisi yerine yerleştirerek yapıyoruz. İşte bakın
bu konuyu Şah Veliyyullah Dihlevî nasıl güzelce ifade ediyor:
"Helâl ve haram kılmak, herhangi bir şeyin melekût âleminde o fiil
sebebiyle sorumlu tutulup tutulmayacağı hakkında geçerli bir hüküm icad
etmektir. İşte bu icad, sorumlu tutulmaya veya tutulmamaya bir sebep teşkil
eder. Bu ise, Allah'ın sıfatlarındandır. Helâl ve haramın bazen Resule nisbet
edilmesinin sebebi, O'nun sözünün, Allah'ın helâl veya haram kılmasına delil
olmasındandır. Müçtehidlere nisbeti ise, ya Şari'in nassından veya rivayet veya
onun sözünden kasdedilen manayı istinbat etmeleri cihetiyledir.'
Demek ki müslüman gelenek, hadis-i şerifleri değerlendirmesiyle müçtehidlerin
gayretleriyle; tefsir, hadis, usul-i fıkıh, fıkıh gibi ilimleriyle Allah'tan
başka hakem, O'ndan başka hüküm kaynağı ortaya çıkarmış değil. Bilakis Allah
Tealâ'yı tek hüküm kaynağı olarak bilmiş ve fakat o hükmün nasıl anlaşılıp
tatbik edilmesi gerektiğini arayıp öğrenme yoluna girmiştir. Buna uymayan tutum
ise Haricîler ile bazı oryantalistlerde ve onların kuklalarında görülmüştür.
Haricîler Hz. Ali'yi (r.a.) hakem tayin ettiği için kâfir ilân ettiler. Zira
"Allah'tan başka hakem yoktur" dediler. Hz. Ali buna karşı meşhur
cevabını şöylece vermişti: "Bu hak ve doğru bir sözdür, fakat bâtıl maksat
için ileri sürülmektedir." Hz. Ali: "Tamam, Allah'tan başka hakem
yok. Fakat O, hükmünü Kur'ân'da bildirmiştir. Kur'ân ise, hükmü uygulama mercii
değildir. Ondaki hükmü insanların anlayıp uygulaması gerekir" diyordu.
Diğer bir iddia, Kur'ân'ın mufassal vasfını ileri sürerek, ayrıca tefsir
edilmesine ihtiyaç olmadığını ileri sürmektir. Kur'ân-ı Kerim hak ile bâtılı
iyice belli edip açıklamıştır. Birçok helâl ile haramı bildirmiştir. Onda
birçok hakikat açıkça bildirilmiştir. Bu itibarla elbette mufassaldır.
Keza Kur'ân'ın mübîn vasfını ileri sürerler. Mübîn "açık, zahir veya açıklayan"
mânâlarına gelir. Kur'ân Allah'ın fiil, isim ve sıfatlarına, ahiret hayatına,
vahiy ve nübüvvete, önceki ümmetlerin hallerine, insanın dünyadaki
vazifelerine, güzel ahlâk prensiplerine, Allah'ın insanlara vaz'ettiği talimat
ve ahkâma dair birçok hakikati açıklamıştır. Demek ki Kur'ân'ın mübîn olması şu
demektir:
1- Kur'ân'ın i'cazı, Hak Tealâ'dan geldiği aşikârdır, açıktır.
2- Dünya ve âhirete, mülk ve melekûta, gaybe dair bilgiler verir, birçok kıssa
ve mev'izaları açıklar.
3- Hakkı bâtıldan, hayrı serden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt eder.
4- Kur'ân'ın dili açık, fasih Arapça'dır. Arap dilinin muazzam ifade
imkânlarını kullanmak suretiyle, ifade-i meram etmiş, diller içinde en sağlam
bir beyan aracı ile gelmiştir.
Bütün bunlar, Kur'ân'ın mübîn vasfını fazlasıyla göstermektedir. Fakat
Kur'ân'ın mübîn olması, ondaki her şey, her insanın, her seviyenin hemen
anlayacağı şekilde meydandadır, tefsire hacet yoktur, demek değildir. Kur'ân,
Kitap olarak gönderilmiştir. Kitap birçok ilimler ihtiva etmektedir. Muallimsiz
kitap, insanlara bir şeyler öğretmek için geçerli olan bir yol değildir.
Öğretimde kitap ile yetinen, öğretmeni ve okulu reddeden öğretim sistemi
olamaz. Onun içindir ki Allah, Kitabını, mesajını sahipsiz, muallimsiz
bırakmamıştır.
Birçok âyette Peygamber'in kitap ve hikmeti öğretmesinden, açıklamasından
bahsetmiştir.Peygamberine tam bir itaat istemiş, O'na itaatin Allah'a itaat
olduğunu bildirmiş, O'na itaat etmemenin, O'nun verdiği hükme boyun eğmemenin
imansızlık alâmeti olduğunu bildirmiştir. Sadece birkaçının mealini verelim:
"O ümmilere kendilerinden bir peygamber gönderen Allah’tır. O Peygamber,
onlara Allah'ın âyetlerini okur, onların iç ve dışlarını arındırıp temizler,
onlara kitabı ve hikmeti öğretir" (Cuma, 2).
"Kim Peygamber'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir"
(Nisa, 80).
"Peygamber'in size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin O'nun menettiği her
şeyden vazgeçin" (Haşr, 7).
"Hayır, hayır! Rabbine yemin ederim ki, aralarında tartışıp çekiştikleri
şeylerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir
sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar"
(Nisa, 65).
"Ey Resulüm de ki; (Ey insanlar) Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki
Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafurdur, Rahimdir"'(ÂI-i
Imran, 31).
İşte Peygamber'in Kitabı öğretmesi, hikmeti yani sünneti öğretmesi, işte O'na
yani O'nun hadislerinde bildirdiği hususlara itaat etmenin lüzumu, işte O'nun
hakemliği... Bunlar, bu ve benzeri birçok âyette güneş gibi aşikârdır.
Kitapta, elbette o kitabı esas alarak öğretim yapan o en büyük Muallimin (a.s)
öğreteceği, açıklayacağı, uygulayacağı birçok şey vardır. Mesela Kur'ân'ın en
çok üzerinde durduğu farzlardan biri salat yani namazdır. Namaz emri açıktır,
kesindir. Ancak nasıl ifa edileceği, o en büyük Muallimin açıklayıp öğretmesine
havale edilmiştir. O'nun öğretmesine başvurmadan namazın eda edilişini
Kur'ân'dan anlamak mümkün değildir.
Yoksa Kur'ân'ın mübîn ve mufassal olmasından, onu herkesin, okur yazar olmayan
birinden tutun, ilimde en ileri seviyede olan, tefsir, fıkıh, kelâm âlimlerinin
aynı şekilde anlayacağı manasını çıkaran kimse, bu iddiasını kimseye
inandıramaz. Hele buna karşı: "İşte Kur'ân mucize olduğu içindir ve mübîn
olduğu içindir ki onu herkes anlar, tefsir edilmesine ihtiyaç yoktur"
demek tam bir mugalâtadır. Bunu iddia eden adam, Kur'ân'da 19 mucizesinin var
olduğunu ileri sürüyor. Şimdiye kadar milyonlarca ilim adamı, yüz milyonlarca
müslüman, her gün okudukları Kur'ân'da bunu neden göremediler? Kur'ân'dan
kıyametin kopacağı tarihi çıkaran adam nasıl olur da bu iddiada bulunabilir?
Bin dört yüz küsur sene milyonlarca insan niçin bu tarihi Kur'ân'da göremedi
acaba? Dünyada anlaşılması en zor bir durumla karşı karşıyayız. Böylesi bir
iddiada bulunan kişinin, Kur'ân'ın tefsire çok fazla ihtiyacı olduğunu ileri
sürmesi beklenirdi. Demesi gerekirdi ki; "Tefsiri o kadar zor ki bakın,
yüz milyonlarca insan, ilim adamı okudu göremedi, ben çıkarabildim."
Geçerli olmasa da, bunu iddia etmesine bir şey diyemezdik. Fakat her okuyanın
Kur'ân'da kesin olarak bulup anladığı demin naklettiğimiz o âyetleri inkâr
ederken sonra da kalkıp böyle neticeler çıkaran kişi, akıldan mahrum bir
mahlûktur. Aslında ciddiye alınması gerekmez.
A2- SAHABE DÖNEMİNDE TEFSİR
Bunlar Allah’ın kitabı ile Resulünün sünneti idi. Resulullah’ın vefatından
sonra sahabe, herhangi bir ayetin tefsirini anlamak için önce Kur’an’a müracaat
ediyorlardı. Onda bulamazlarsa Hz.Peygamber’in sünnetine bakıyorlardı. Bunda da
bulamadıkları takdirde kendi rey ve içtihatlarıyla ayeti tefsir ediyorlardı.
Sahabe genellikle ayetlerin nüzul sebebini anlatmak ve Kur’an’ın nâsih ve
mensuhunu belirtmek suretiyle tefsir ederdi.Ayetteki bir müşkili halletmek için
bazıları tahsis yolunu, bazıları da tarihî bir yolu takip ederek ayete açıklık
getiriyorlardı. Bu açıklamaları yaparken, insanların ruhî durumlarını gözönünde
bulundurdukları gibi, ayetlerden anladıklarını bizzat yaşayarak, uygulamalı
tefsiri de ihmal etmiyorlardı.Sahabe genellikle, hükümlerle ilgili olmayan
konularda, ayetin akı-şından anladıkları icmâlî mana ile yetiniyorlar,
müfredatın manalarını araştırmakta zorlama olduğu kanaatini taşıdıkları için,
bundan sakınıyorlardı. Ayetin maksadını anlamaya ve kendilerinden istenileni
uygulamaya çalışı-yorlardı.Bununla beraber, Arap dilinin inceliklerini, Arap
âdet ve geleneklerini bilmeleri, Kur’an’ın indiği dönemde Arap Yarımadasında
yaşayan Yahudi, Hıristiyan ve diğer gayr-i müslimlerin hallerini bilmeleri ve
Allah’ın kendilerine lütfettiği anlayış melekesi sayesinde içtihat ederek de Kur’an’ı
tefsir ediyorlardı. Onların bu hususiyetleri Kur’an’ı tefsir etme hususunda
kendilerine büyük ölçüde yardımcı olmuştur.Sahabenin anlayış farkları,
içtihatlarında da farklılıklar meydana getirmiş, neticede çeşitli görüşler
ortaya çıkmıştır. Arap dili ve edebiyatını anlayış farkları, bazılarının,
kelimenin hakikî manasını almasına, bazılarının ise mecazî manasını
kullanmasına sebep olmuştur. Ayrıca İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi,
dolayısıyla sahabenin farklı din ve kültürlerle karşı-laşmaları, aralarında
görüş farkları doğurduğu gibi, aynı sahabinin, aynı ayetin tefsirinde önceki
içtihadı ile sonraki içtihadı arasında da farklılıklar meydana getirmiştir.
Sınırları sürekli genişleyen İslâm devletinde özellikle genç sahabenin çeşitli
din ve kültürlerle karşılaşmaları ve bunlardan etkilenmeleri neticesinde ortaya
yeni görüşler çıkmıştır.Bununla beraber sahabe arasındaki ihtilafın, bir zıtlık
ihtilafı değil, bir nevî ihtilafı olduğu kabul edilir. Prof.Dr.İsmail Cerrahoğlu
bu hususta şöyle der: “Sahabenin kültür bakımından farklı olmaları, Kur’an’ın
kendine has bazı özellikleri ihtiva etmesi, Arap dilinin konuşma dili olarak
zenginliği, fakat yazı dili olarak nokta ve harekeden mahrum oluşu gibi
sebeplerle bir ayetin tefsiri hususunda bazı ihtilafların olması bir gerçektir.
Bu ihtilaflar zıtlık ihtilaflarından ziyade bir nevî ihtilafı idi.
”Netice olarak, Sahabenin tefsirini şu birkaç maddede özetleyebiliriz:
b) Sahabe Kur’an’ı tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.
c) Ayetlere icmalî mana vermekle yetinmişlerdir
d) Ahkam ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.
e) Sahabe arasındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil, nevî ihtilafıdır.
A3- TABİUN DÖNEMİNDE TEFSİR
Gerek Hz. Peygamber (sas), gerekse dört halife devrinden i-tibâren, yeni
fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmıştı. Fethedilen her
beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler
görevlendiriliyordu. Resûlullah zamanında Muaz b. Cebel'in Yemen'e, Hz. Ömer
döneminde de Abdullah b. Mes'ud'un Irak'a muallim olarak gönderilişini burada
misâl olarak zikredebiliriz. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan sahabe,
oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.
İslâm dininin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzide bilginleri, tedris
halkalarını kuruyor ve etrafına toplanmış olan tâbiûndan öğrencilerine
Kur'ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamberden (sas) öğrendikleri tefsiri
öğretiyorlardı.
Bilhassa müslümanlann yaşadıkları bir çok bölgede, fitnenin zuhûruyla
ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların
ortaya çıkması, her grubun, haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a
sanlması, bazen yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması...
gibi nedenler, sahabeden bazılarının yaptığı üzere, Kur'ân'ın tefsiri hakkında
ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gayesiyle tâbiûndan bazılarının
da karşı çıkmasına rağmen Kur'ân'ın ma'kûl ve doğru bir şekilde tefsir
edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka
sebeplerden dolayı Sahabenin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor,
onların çevrelerinde Kur'ân ve hadîs tedrîs ediliyordu.
Bu tedrîs neticesinde genel olarak "Mevâlî" adıyla anılan ve Arap
olmayan kişiler sahabeden ilim almışlar ve özellikle tefsir alanında temayüz
etmişlerdir. Tabiîler içinde tefsir ve fıkıhta öne çıkan Nâfi', İkrime, Atâ,
Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi şahıslar, tefsirde meşhur sahâbilerin
mevâlisi olarak anılmakta-dıriar. İşte bu ve benzeri kimseler, eski din ve
kültürierinin de belli ölçüde tesiri altında kalarak, İslâmiyeti Araplardan
farklı bir biçimde anlamışlar, bu anlayış farkları yüzünden tefsirde önemli
hareketlerin başlamasında etkin rol oynamışlardır. Bu
faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları sahâbîler, öğrencileri tabiîler olan
mektepler oluştu. Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiûndan
meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu tefsir ekolleri şunlardır:
a- Mekke Ekolü
Bu medrese/ekol, Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. "İlim denizi" ve
"Tercümânu'l- Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah b. Abbas (v.
68/687) tarafından kurulmuştur. Kur'ân tefsirinin pîri olan bu sahâbînin kurmuş
olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiye: "Tabiîler içerisinde tefsir yönünden
en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn
Abbâs'ın talebeleridir." diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller
arasındaki yerini ortaya koymuştur. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler
şunlardır: Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v. 103/721), İkrime (v.
105/723), Atâ b. Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan (v. 106/724).
b- Medine Ekolü
Resûlullah Efendimizin (sas) vefatından sonra, ashabın uzun zaman aynlmayıp bu
mukaddes şehirde ikâmet etmesi ve âlim sahâbîlerin sayı itibariyle diğer ilim
merkezlerine nispetle burada daha fazla olması, söz konusu ekolün değerini
ortaya koymaktadır. Medine'deki sahâbîler bu şehirde kaldıklan müddetçe
kendilerinden sonra gelenlere Allah'ın kitabını ve Hz. Peygamber'in sünnetini
öğretmeye çalışıyorlardı. Medine medresesi, Medine'nin en büyük âlimlerinden
olan Ubeyy b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurulmuştur. O'nun tedris halkasında
yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708), Muhammed
b. Ka'b el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eslem (v. 136/753), doğrudan veya
dolaylı biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.
c- Irak Ekolü / Kufe-Basra
Tefsir ve kıraat konusunda sahabe müfessirlerinin en önde
gelenlerinden biri de Abdullah b. Mes'ûd'dur. (v. 34/654) İbn Mes'ûd, Peygamber
Efendimizin (sas) vahiy kâtiplerinden olması hasebiyle O'nun yanından pek
aynlmazdı. Bu münasebetle Hz. Peygamber'in (sas) Kur'ân'a yönelik açıklamalanna
daha çok muttali olmuştur. O'nun bu niteliğini ve ilimdeki derinliğini bilen
Hz. Ömer (r) halifeliği sırasında İbn Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin
etmiştir. İbn Mes'ûd'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha çok rasyonel bir
temel üzerine bina edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm âlimleri, İbn
Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu medreseyi/ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk
nüvesi olarak kabul ederek O'na "Irak Re'y Ekolü" ismini
vermişlerdir.
Mesruk b. el-Ecda' (v. 63/683), Esved b. Yezîd (v. 75/694), Mürre b.
el-Hemedânî (v. 90/708), Âmir eş-Şa'bî (v. 103/721), Hasan Basrî (v. 110/728),
Katâde b. Diâme (v. 117/735), İbrahim en-Nehaî, İbn Mes'ud'tan ilim alarak
yetişmişler ve tefsir alanında ün kazanmışlardır.
Tabiîler buralarda tefsir ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu
üç tefsir okulu ayn bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için
aralannda aynlıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur.
Meselâ; Mekke ve Medine ekolleri re'y ve kıyasa fazla yer vermezlerken, İrak
medresesinde bu görüşlere fazlasıyla önem verilmektedir.
Tabiîler, tefsiri sahabeden ya işittikleri şekilde nakletmişler,
ya da kendi içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Bu arada İsrâiliyyat denilen
hareket de tefsire girmiştir. Aslında sahabe devrine kadar indirilebilecek bu
hareket tabiîler devrinde artarak devam etmiş, Yahudî, Hıristiyan ve diğer
kültürlerden gelen rivayetler tefsir kitaplarına girmiştir. İslamî eserlerde
İsrailî rivayetler çoğunlukla Abdullah b. Selâm (v. 43/663), Ka'bu'l-Ahbâr (v.
32/652), Vehb b. Münebbih (v. 110/728), Abdülmelik b. Güreye (v. 150/767) üzerinde
yoğunlaşmaktadır.
* Sahabe Tefsiri, kendilerine mânâsı
kapalı gelen ayetlerle sı-nıriı kalmışken, tabiîler döneminde Kur'ân'ın bütünü
tefsir edilmeye başlanmıştır. Yine Sahâbe'nin yaptığının aksine, ayetlerin
icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip gerektiğinde kelimeler de tefsir edilmiştir.
Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken,
istinbat ve istidlal yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle,
âyetlerde geçen bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir.
Lügat müfredatının yanında târihî bilgiler, fıkhî şerhler ve gayb âlemini
tasvîr mahiyetinde açıklamalann yapılması da sahabe döneminde fazlaca
görülmeyen, tâbiûna ait tefsir özelliklerindendir. Tabiîler arasındaki anlayış
farklılığının çokluğuna bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu
ihtilaflar neticesinde mezhebî ihtilafların tohumları da bu dönemde atılmış
olmaktadır.
B- HADİS TARİHİ
a- Hadis
Sözlük manası: (hadese) fiilinden alınmış bir kelimedir. Yeni, sonradan olan,
yeniden meydana gelen manalarına gelir. Tef'il babından (et-tahdîs) konuşmak,
bir şeyden bahsetmek, haber vermek anlamına gelir. Bu babdan alınmış isim olan
hadis ise tek kelime ile, söz ve haber demektir.
B1- HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE HADİS
İslâmî ilimlerin en eskisi hadis ilmidir.Hadîs ilmi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin,
başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde
bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette
her devirde aynı derecede terakkî ve parlama gösterememiştir. Çok parlak
gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı
gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı zamanlar da olmuştur.
Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli
bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en
orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir. İslâm'ın duraklama
döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından
dışarı çıkamayan eserler vermiştir.
Şu demek oluyor: Mü'minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini
geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları
mükâfatlandırmıştır.
Hadis tarihinde sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn denilen ilk üç neslin büyük
önemi vardır. Hz. Peygamber’in ( a.s ) söz, fiil ve takrirlerinden oluşan
hadislerin öğrenilmesine karşı sahabe devrinde gösterilen istek ve arzu, aynı
şekilde tâbiîn döneminde de devam etmiştir. Siyasi bakımından daha çok
Emevilerin iktidarda olduğu bir zamana rastlayan bu dönemde, İslam kültür ve
medeniyeti gelişmeye ve parlamaya başlamış, bir taraftan Türklerin yaşadığı
bölgeler fethedilirken, diğer taraftan fetihler Endülüs’e kadar uzanmıştır. Bu
devirde pozitif ilimler sahasında olduğu gibi, İslamî ilimlerde, özellikle
hadis ilim dalında olumlu gelişmeler kaydedilmiştir.
B2- SAHABE DÖNEMİNDE HADİS
Hazreti Peygamber (a.s) ve ashabı devrinde bazı sahabilerin hadis yazdıklarını
ve bir takım sahifeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Sistemli bir toplama
faaliyetinin ise, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci
asrın başlarında başladığı bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda
rakamla tespit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir.
Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler,
konuya ışık tutacak bir mahiyettedir. Bu haberlerde İbn Şihab ez-Zuhri
"hadisleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
Ez-Zuhri’nin tedvin faaliyetine, Emevi halifesi Omer bin Abdülaziz resmi bir
hüviyet kazandırmıştır. İslam ülkesinin genişlemesi, hadis bilenlerin bu
ülkenin birbirinden uzak muhtelif şehirde olması, daha da kötüsü siyasi, iktidi
mezheplerin zuhuru ile müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi,
nihayet bunlara paralel olarak hadiste vaz’ (uydurma) hareketinin başlaması
hepimizin malumudur. Bu tehlikenin bertaraf edilmemesi halinde hadislerin
tamamen yok olacağı, her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale
gelmiştir. İşte bu durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak,
hadis rivayet edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden
geçirdikten sonra güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin
rivayet ettiği hadisleri sıhhat veya zafiyet yönünden derecelendirmeğe
yönelmişlerdir. Hadisçiler bu faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası
yanında çok hadis rivayetiyle de tanınan ve imam olarak kabul edilen Halife
Ömer bin Abdülaziz de sahih hadislerin ancak bir kitapta toplanması halinde
korunacağı inancında idi.Bunun için de, Medine'de amili olan Ebü Bekr bin
Muhammed bin Amr bin Hazm’a şu emri göndermiştir: "Hazreti
Peygamberin(S.A.V.) hadislerini, sünnetlerini, Amra binti Abdirrahman'ın
rivayet ettiği hadisleri araştır ve yaz; zira ben, filmin kaybolmasından ve
ulemanın ölüp gitmelerinden korkuyorum". Ömer bin Abdülaziz 'in tedvinle
ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve topladığı hadisleri Halifeye gönderen kimse
ez-Zuhri olmuştur.Hadis tarihi açısından, ikinci asırda ortaya çıkan hadis
eserlerine ve müelliflerine işaret etmek de elbette ki faydalı olacaktır.
İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş gurupta
toplamak mümkündür:
Siyer ve mağazi kitapları-Sünen kitapları-Cami’ler-Musannefler-Belirli bir
konuya tahsis edilmiş kitaplar.
B3- TABİİN DÖNEMİNDE HADİS KÜTÜBÜ SİTTE VE HADİSTE ALTIN ÇAĞ
C- FIKIH TARİHİ
Fıkıh, anlamak, kavramak, idrak etmek demektir. Fıkıh kelimesini aynı manayı
ifade eden kelimelerden ayıran özelliği, anlayışın derinlemesine olması ve
söyleyenin maksadını da içine almasıdır.
C1- HZ. PEYGAMBER ( S.A.V ) DÖNEMİNDE FIKIH
C2 - SAHABE DÖNEMİNDE FIKIH
Bu dönemde sahabeler diğer dönemlere nazaran çok az ihtilafa düşüyor,
karşılarına bir sorun getirildiğinde bunu Kur’an, ardından Sünnete bakarak
cevaplamaya çalışıyor, burada bir çözüm yolu bulamazlarsa kendi içtihatlarıyla
çözüyorlardı.
Bir gün Hz. Ömer’e bir dava getirildiği nakledilir. Siyah bir çocuk, beyaz bir
kadının annesi olduğunu iddia ediyor, kadın ise siyah birisiyle evlendiğini
şiddetle reddediyor, çocuğun iftira suçuna çarptırılmasını istiyordu. Kadın hiç
evlenmediğine dair şahitler de getirince Hz. Ömer kadının lehine hükmetti ve
çocuğun cezalandırılmasını emretti. Bu sırada Hz. Ali gelip Hz. Ömer’den davayı
tekrar görmek için izin istedi. Sonra çocuğa kadının onun annesi olduğunu inkâr
ettiği gibi kendisinin de oğlu olduğunu inkar etmesini söyledi. Çocuk itiraz
edince kendisinin Hasan ve Hüseyin (ra.) gibi kendi çocuğu olmasını teklif
etti. Çocuk denileni yapınca Hz. Ali kadının velilerinden izin aldı ve mihri
kendisi karşılayarak kadın ve çocuğu nikâhladı. Çocuğa kadını götürmesini, onun
artık karısı olduğunu ve zifaftan sonra kendisine gelmesini söyledi. Kadın
durumun ciddiyetini anlayınca aslında siyah bir adamla evlendiğini, adamın
savaşta ölmesinden sonra, siyah bir çocuğun annesi olmayı kendine yediremediği
için onu bir köleyle gönderdiğini itiraf etti.
Ancak bu dönemde devlet ilmin ve âlimin arkasında olmadığı için bu tür
faaliyetler, kısıtlı olarak sürdürülüyor ve ortaya çıkan problemlerin
çözümleriyle sınırlı kalıyordu. Yani sahabeler yalnızca hâlihazırda bulunan
durumların hükümlerini belirliyor, olabilecek şeyler hususunda fikir beyanında
bulunmuyorlardı.
C3 - TABİİN DÖNEMİ VE SONRASINDA FIKIH
İlk dönemlerde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaş ve İslam toplumundaki
bölünme Sünnilik, Şiîlik ve Haricilik şeklinde ilk mezhepsel ayrışmayı
beraberinde getirmiştir.
Fıkhî açıdan Sünni mezhepler dört tanedir.
- Hanefi mezhebi; İmam Ebu Hanife'nin adını taşıyan mezheptir.
Ayrıca, temelleri Haricilere ve İslam dinine dayanan ancak Sünni
mezheplerin dışında değerlendirilen şu
mezhepler de bulunmaktadır:
-Câferîlik; İmâm Câʿfer-i
Sâdık'ın adını taşıyan mezheptir.
Bu münazara ve ihtilaflar müçtehitlerin kendilerine göre hüküm istinbat
metotları geliştirmelerine ve bunları tedvin etmelerine sebep olmuştur.Bu
sebepler Abbasiler döneminde mezheplerin doğmasını ve kendi içinde çeşitli
çalışmalar yapmasını sağlamıştır. Ancak hicri dördüncü asra kadar insanlar mezheplere
ayrılmadığı gibi bu dönemde mezhep sayısı dört ile de sınırlı değildir. Bu
mezheplerin her birinin delilleri anlama biçimleri farklı olduğu için bu
anlayışa göre verdikleri farklı hükümler ve çeşitli yerlerde tabileri oluşmaya
başlamıştır.
Aynı şekilde İslam Hukukuna atılan iftiralar ve sapık düşüncelerin ürünü olan
asılsız hükümler bu yolla çürütülmüş, İslam Hukuku Hz. Peygamber döneminde
olduğu gibi taze ve korunmuş olarak günümüze kadar gelmiştir.
Rabbim muvaffak eylesin inşaallah !..
0 Yorum - Yorum Yaz