İslami terminolojide genel olarak el-ilim ve el-marife terimleriyle ifade edilen bilgi; daha ziyade bilen ile bilinen arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak tanımlanır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin ‘malumat’ kelimesi ile de karşılandığı görülür.(D.İ.B. İslam Ansiklopedisi c.6 s.157)
Kuran-ı Kerim‘de bilgi, en sık kullanılan anlamıyla ilahi vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlahi mesaj olarak ilim başlı başına kanıt olma özelliği de taşımaktadır: “sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan…"(bakara 2/120,145) ayetindeki ilim ile “ey insanlar, size rabbinizden bir burhan geldi…” (Nisa 4/174) ayetindeki burhan kesin ve kanıtlanmış bilgiyi ifade eder.
Kuran-ı Kerim’in bilgi kaynağını, vahiy başta olmak üzere duyular, akıl yahut bunun ötesinde kalbi sezgi olarak tesbit ettiği görülmektedir. Kuran’da yer yer göz, kulak ve kalbin birlikte anılması yanında kalbin akledici fonksiyonunun vurgulanması dikkat çekicidir. (Araf 7/179; Yunus 10/31; Nahl 16/78; İsra 17/36; Hac 22/46; Secde 32/9; Casiye 45/23)
İslam düşünce tarihinin büyük sentezcilerinden Gazzali kelam ,felsefe ve tasavvufun temel yaklaşımlarını tek bir sistem halinde birleştirmiş görünmektedir. Akıl, duyu ve ilham gibi bilgi kaynaklarını tenkid etme çabası en güçlü ve sistemli bir şekilde bu düşünür tarafından gösterilmiştir. Gazzali’nin tasnifine göre bütün bilgi türleri kesin bilgiler (yakıniyyat), kanaatler (itikadat) ve zanni bilgiler (zanniyat) olmak üzere üç esaslı terim altında toplanır.
İslam Kültürünün başlangıç aşamasında konuya nasıl yaklaşıldığına bakacak olursak; sahabe ve onları izleyen dönemde “ilim” denen bilgi türü, Kitaptan ve sünnetten doğrudan alınan bilgidir. Bunların anlaşılmasından doğan bilgi ise daha çok “fıkıh” olarak bilinir. Bu dönemde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Yaklaşık olarak hicri II.asırdan sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı. Bu tasnif şu başlıklar altında oluştu: kelam, fıkıh, hadis,tefsir.
İslami ilimler dediğimizde bilginin 2 temel kaynağı vardır ki bunlar: Kuran ve Sünnettir. Bu iki kaynaktan beslenen bilgi türleri muhakkak ki bütünlük arzedecektir. Bir diğer tabirle İslami ilimler kaynağı dolayısıyla “kullun la yetecezze” tarifine tam olarak uygunluk göstermektedir.
“Bilginin bütünlüğü” kavramını tefsir bağlamında ele alacak olursak; fıkıh, hadis, tarih, dil bilimi, siyer v.b. bilim dalları ve alt başlıklarının bilgisine sahip olmadan tefsir ilmi hakkında söz söylemenin kolay olmayacağını belirtmek gerekir. Tefsir ilmi; kelam, hadis, fıkıh ilimlerinde olduğu gibi ana gayesi Kuran’ın anlaşılması olması dolayısıyla, İslami ilimlerde bilginin bütünlüğü ilkesini aynı amaca hizmet ediyor olmaları da desteklemektedir. İslami ilimler tek bir Kelam’ı açıklamak için çaba sarfetmişlerdir. Dolayısıyla da İslam’da bilginin bütünlüğü esastır. Bunun en iyi örnekliğini mütekellim, muhaddis, müfessir,mutasavvıf kimliklerini şahsında toplayan Gazzali’de görmekteyiz.
Selam ve saygılarımla.
,,
Kur'an-ı Kerim'de bilgi (ilim) en sık kullanılan anlamıyla, ilahî vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah'ın verdiği bilgidir. Burada kelime tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir.[iii]
Bilgi felsefesi konusunda İslam düşünce tarihi boyunca geliştirilen düşünceler, öncelikle Kur'an-ı Kerim'in sunduğu perspektiflere sahip olmakla birlikte, çeşitli fikir akımlarının insan, alem ve Tanrı tasavvurlarının hakimiyeti altında farklılık arz etmiştir. İslam düşüncesinde fizikle metafiziğin iç içe algılanışı, bilgi ile inancın birbiriyle yakın ilişkisi, insanın bilme eylemiyle ilahi mesajın sahip olduğu otoritenin birlikte değerlendirilişi, bilgi probleminin hem kelamî hem felsefî hem de psikolojik muhtevalar kazanmasına yol açmıştır.[iv]
Yüce Allah'ın Hz. Adem'e esma'yı öğreterek bu dünyaya göndermesi ve insanı tatmin edecek kesin ve değişmez doğruyu, mutlak hakikati, gönderdiği peygamberlerin rehberliği ile onlara sunması, bütün ilimlerin menbaının bir olduğunu göstermektedir. Bu durum bizlere, tek bir kaynaktan çıktıktan sonra çeşitli kollara ayrılarak akmaya devam eden bir nehri anımsatmaktadır.
Bu itibarla Müslümanlar, Hz. Peygamber’i insanlığın bütün devirlerde aradığı mutlak hakikati bulan ve öğreten olarak görmüşlerdir. Hz. Peygamber’in bulduğunun, insanın aradığı olduğunu en iyi anlatan hadislerden birisi “Allah’ım! Bana eşyanın hakikatini göster.” hadisidir. Eşyanın hakikati, onu olduğu hal üzere görmektir. Hz. Peygamber, böyle bir şeyi talep ederek aslında bütün insanların talebini dile getirmek istemektedir. Bunun anlamı, hiçbir şarta ve duruma göre değişmeyen, eşyanın kesin ve değişmez bilgisidir. Aynı zamanda bu bilgi; ahlakın, yani insan davranışlarının değişmez yasalarının bilgisidir.[v]
Başta belirttiğimiz üzere insanın dünyada var oluş amaçlarından biri olan Rabbi'ni tanıması hususu, dereceli bir şekilde varlıkları bilmenin neticesidir. İnsan, önce kendini bilir ve ardından kendini bilmenin bir neticesi olarak çevresindeki alemi bilir. En nihayetinde bu bilginin kemaline Allah’ı bilmekle ulaşılır. “Kendini bilen rabbini bilir.” denmesinin anlamı bilgideki bu sürekliliktir. Bu itibarla eşyanın hakikatlerini bilmek; içinde insanı, alemi ve en nihayetinde Hakk’ı bilmenin bulunduğu bir bilgi derecesinden söz etmek demektir.
Müslüman düşünürlerin bilgisi insan-alem-Allah arasındaki bilginin sebep-sonuç bağıyla birbirine ulaşacağı ilkesine dayanır. İnsan kendini bilmeden Allah’ı bilemeyeceği gibi Allah’ı bilmeden de kendini tam ve kamil olarak bilemeyecektir. Çünkü Allah’ı bilmemek, insanın mebde ve mead’ı hakkındaki bilginin eksik kalması demektir.
İslam medeniyeti, mutlak hakikat ve bilginin bütünlüğü ilkeleri sayesinde, asırlar boyunca evrensel değer üretebilmiş, bunu icra edecek kurumlar tesis edebilmiştir. Yetiştirdiği alimler, her dönemde doğrunun peşinde olmuşlar, onu aramışlar ve olduğu hal üzere ifade etmişler, ahlak anlayışlarını böyle bir bilgiyi esas alan kesinliğe dayandırmışlardır.
Biz bugün, İbn Sina'nın bir tıp bilgini olmasının yanı sıra, onun aynı zamanda bir İslam alimi sayılabilecek ölçüde din bilgisine sahip oluşunu, filozof addedilebilecek oranda felsefî içerikli eserlerinin bulunuşunu hayretle karşılıyoruz. Çünkü ilimlerin keskin hatlarla tasnif edilişi, günümüzde belli bir alanda uzmanlaşmayı gerekli kılmaktadır. Ayrıca bugün düşünce hayatımızın tüm katmanlarında hızla yayılan ve medeniyetimizi içten içe kemiren bir Sofizm hastalığı ile malül durumda oluşumuz da belki bu tepkimizin başlıca sebebidir.
Herkes için doğru ve geçerli bir tarzda bir şeyi bilmek mümkün değildir diyen sofistlere göre insanın ulaşabileceği nihai bilgi, izafi bir bilgidir. Bunun mantıksal neticesi, bilgiye dayanan ahlak anlayışının izafi bir ahlak olmasıdır. Bu yaklaşım insanlığın bütün dönemlerinde son derece etkin ve yaygındır. Günümüzde de herhalde en etkin düşünce tarzlarından biri budur. Pek çok insan, herkes için geçerli ve bağlayıcı olan kesin ve değişmez bir ahlak anlayışını reddetmektedir.[vi]Yaşadığımız dünyada, hakikatin birliğinden söz etmek tahakküm, mutlaklığa olan inanç safsata, ilkelere dayanmak ise tek kelimeyle taassub olarak algılanmaktadır. Batı modernizmi, hakikatin birliği ve kesinliği iddialarının bir hayal olduğunu, kimsenin elinde böyle bir mutlak hakikat bulunmadığını, bu bakımdan kimsenin kimseye hakikati telkine kalkışmaması gerektiğini dile getiriyor.[vii]
Mutlak Hakikate inanmak, İslam toplumunun kendisine güven duygusunu kazandıran yegâne gücüdür. Bu nedenle medeniyetimizin yeniden inşâsındaki ilk önemli safha da Sofizm'in tasfiye edilmesi olmalıdır.
Netice itibariyle, Müslüman kültüründe bilgi, iman ve amel küllün layeteceze' diye ifade edilen, birbiriyle bütünlük arz eden rükünlerdir. Bu birliktelik, bilgilerin kaynağının aynı olmasından ileri gelmektedir ve ister dünyevî ister uhrevî ilimlerle iştigal edilsin; bu ilim, taliplerini tek bir menbaa ulaştıracaktır ve "kul" olduklarını yakînen kavramalarını sağlayacaktır.
Alim vardır, ilmi onun küfürde istidracına sebebiyet vermiştir. Alim vardır Farabî, Gazalî, Hacı Bektaş, Mevlanâ olmuş okumuş-düşünmüş-anlamış-yaşamış, çağlar aşmış, mutlak hakikati görmüş ve göstermiştir.
"Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir." vesselam.
[i] Zariyat 51/56.
[ii] Süleyman Uludağ, "Marifet", DİA c:28, s:55.
[iii] Necip Taylan, "Bilgi", DİA, c:6 s: 158.
[iv] Necip Taylan, "Bilgi", DİA, c:6 s: 159.
[v] Ebu’l-A’la Afifî, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, çev: Ekrem Demirli, İz yay, İstanbul, 2011.
[vi] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980.
(Dok. Es. N. II)
-Güz dönemi ödevlerinden "Bilginin Bütünlüğü" başlığını mütalaa edip 23 Şubat 2014 hedef tarihine kadar bir hülasa yazmanız beklenmektedir.
-Bilim din dili kullanılmalıdır.
-Alıntılar kaynakla ve tırnak ( " " ) içerisinde verilmelidir.
-Ad-soyad, öğrenci numarası, lisans veya lisansüstü düzeyi, sınıfı, dersin adı baş tarafta kayıt edilmelidir.
ALİ BAHADIR
ÖZDEMİR
BİRLEŞİK
DOKTORA
ÖĞRENCİ NO : 13952701
2013/2014
BAHAR DÖNEMİ
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ
İlim için birçok tanımlar yapılır. Genel olarak insan zihnine
(ve gönlüne) konu olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak
bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak
bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek manalarına gelmektedir.
İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve
“mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.”
İlim, insanın vahiy, akıl
ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret
yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur. Şerif
Cürcânî'ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir.
Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir
İlimler,
genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:a- Naklî ilimler; Kur'an ve sünnete
dayanan ilimler.
b-b- Aklî
ilimler; Müspet ilimler.
Bizim burada
önemi üzerinde duracağımız ilimler nakli ilimler yani kur’an ve Sünnete dayalı
ilimlerdir.
Kur’an,
bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak
üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi,
Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibadet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak ve
bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla
Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla
tanır ve bilir.
Kur’an
yaklaşık 23 senede 14 asır evvel Efendimiz(sav)e peyderpey olarak ilahi kelam
olarak vahiy edilmiştir.Vahiy, Resulullah’a yöneltilen suallere veya sadır olan
vakıa ve hadiselere binaen dönemin meselelerine çözüm ve de sorularına cevap
vermek üzere Hak Teala tarafından elçisi Cebrail vasıtasıyla habibi Muhammed(sav)’e nazil
olmuştur. Bu da esbab-ı nüzul ilmini doğurmuştur. Tabi indiği döneme ve
insanlarına ışık tutarken aslında Kur’an daha sonraki nesillere ta ki ile
yevmi’d-dine bir sirac olacaktır. Elbette bu doğru anlam, doğru yorum ve doğru
yaşam çerçevesi dahilinde olması gerekir.
Bu arada Kur’an bu gelişmelerle nazil
olurken, Resulullah (sav) Kur’an’ın daha iyi anlaşılması için tefsir te’vil ‘de bulunmuştur. Daha sonraki
dönemlerde Resulullah’ı anlama çabaları , bir takım toplumsal gelişmelere, dini
alanda farklılaşmaları doğurdu. İtikadi Fıkhi mezhepleri beraberinde doğurdu.
Bunun neticesi olarak ta tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilimler yanında
esbab-ı nüzul,nasih-mensuh, siyak-sibak gibi disiplinleri de ortaya koydu. Bu ilim
disiplinler ilk zamanlarda farklı farklı ilim ve disiplin değilken daha sonra
(hicri 2. asırdan itibaren) ayrı ayrı ilimlere taksim edildi.
Burada anlattıklarımıza
binaen, İslam bilgi bütünlüğünün ehemmiyeti ortaya çıkıyor. Arap dilinin
anlaşılması ,İslami ilimlerin anlaşılması, sonraki dönemlere nakli
(sahabe-tabiin-tabeu-tabiin ve sonraki dönemler) ehemmiyet arz ediyor.
Netice itibarı ile ; bütün İslami ilimler
Hz. Peygamber döneminde olsun daha sonraki
dönemlerde olsunİslam dininin yani
Kur’an’ın ve Kur’an’ı bize sözlü- fiili olarak Hz.Aişe validemizin tabiriyle
‘’yaşayan Kur’an olan’’ Hz.
Resulullah’ın sünnetini kavrama ,yaşama ve aktarma çabasını amaçlamaktadır.Bu
amaç güdülürken, vurguladığımız gibi, Arap dilini, vahiy sürecindeki olay ve
vakıalar, önceki topluluklara ait bilgiler (özellikle ehl-i kitaba ait bilgiler
ve onlarla ilgili inen ayetleri
anlamak) bilgi bütünlüğü açısından
elzemiyet arz eder.
Selam ve saygılarımla .
2013-2014
Akademik Yılı Bahar Dönemi Doktora Ödevi
Necdet
Kahveci
Öğr.
No: 13922706
Esbab-ı
Nüzul II
TEFSİRDE BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ
Tefsir
dediğimizde aklımıza ilk etapta iki türlü tefsir gelmektedir; birincisi rivayet
tefsiridir ki, Kur’ân ayetlerine yeni yorumlar getirmekten ziyade bazı
ayetleri, diğer bazı ayetlerle, hadislerle veya Seleften ve özellikle Sahabeden
nakledilmiş rivayetlerle açıklamaktır. Bunun aynı zamanda bir dirayet tefsiri
olduğunu söyleyenler de vardır. İkincisi ise, dirayet tefsiridir. Böyle bir
tefsirde asıl gaye yeni bir yorum sunmaktır. Bu tür tefsirde rivayetlere yer
verilirse de, bunlar sadece önerilen yeni yorumu desteklemek içindir. Görüldüğü
gibi Kur’an’ı anlamada bu iki yaklaşımı birbirinden kesin bir şekilde ayırmak
oldukça zordur. Kanaatimize göre İslâm’da ilk tefsir çalışmalarının rivayet
şeklinde başlaması böyle bir ayırıma yol açmıştır. Diğer taraftan İslâm
toplumunun genişlemesi ile sosyal değişime uğraması sonucu, dirayet tefsir
metodu ile Kur’an’ı anlamaya çalışma ihtiyacı doğmuştur. Bu sebepten Kur’an’ın
güncelliği ve bütün zamanlara dair sözünün olması ve meydana gelen hadiseler
ışığında yorumlanması için bunun böyle olması gerekmektedir.
İlk dönem
tefsirlere bakıldığında görülecektir ki, bunlar bizim bugünkü tefsir
anlayışımızdan çok uzaktır. İbn Abbas, Abdullah İbn Mes’ud ve Ali İbn Ebî Talha
gibi zatlar, tefsir kelimesinin Arapça’daki sözlük anlamı ile Kurân’ı tefsir
etmişlerdir. Zira "tefsir", “açıklamak” veya “kapalı bir şeyi açmak”
anlamındadır. Bu kelimenin “yorumlamak” gibi yeni anlamlar kazanması daha
sonraki devirlerde yapılan tefsir çalışmalarının etkisi ile olmuştur.
Aslında her
"tefsir" bir yeni yorumu gerektirir. Onun içindir ki, daha henüz bazı
sahabeler hayatta iken dirayet tefsirleri yapılmaya başlanmış ve tefsir
anlayışının bugünkü şeklini alması daha sonraki dönemlere denk gelir. Tefsir
tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz
tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet-dirayet ikilemi içerisinde
cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki ana başlık
altında değerlendirmek mümkün gözükmektedir.
Tefsir usulünde
nazarî yaklaşım eksikliği pek az hissedildiği için müfessirler bu yöne pek
gereği gibi eğilmemişlerdir. Ancak bugün bu eksiklik daha belirgin bir şekilde
hissedilmekte ve bu durumla ilgili sorular Müslümanları uğraştırmaktadır. Bu
sorulardan birisi de Kuran’ın bütünlüğü meselesidir. Bütün müfessirlerin
üzerinde mutabakata vardıkları bir noktaya henüz ulaşamamışlardır. Bundan
dolayıdır ki bazı bilginler “bütünlük” denince bundan sadece “Kur’an’ın bir
bütün olarak kabul edilmesi gerektiğini” anlamışlardır. Bu zaten zahir olan bir
gerçektir. Kur’an’ın bir kısmını alıp veya belli bir kaç ayetini göz önünde
tutup diğer kısımlarını dikkate almamak, Kur’an’ın kendi içinde çelişki
doğurabilir. O halde böyle bir bütünlük anlayışı üzerinde durmak var olanı
tekrardan ibaret olur.
Bizler Rivayet-dirayet
tefsirlerinde Kur’an’ın bütünlüğü meselesini üç açıdan değerlendireceğiz. Birinci
olarak “Muttasıl Bütünlük” diyebileceğimiz yaklaşımdır ki, bu bakış açısından bir
ayeti başka ayetlerle açıklamaktır. Böylece iki veya daha fazla ayet arasında
görünüşte bir çelişki veya uyumsuzluk varsa, diğer ayetlerin yardımı ile bunlar
giderilme yoluna gidilir. Müşkilü’l-Kur’an diyebileceğimiz bu durum ayetlerin
ilk bakışta bir sorun gibi algılanması neticesinde onu açıklayan diğer
ayetlerle onun kapalılığını gidermektir. Muttasıl bütünlüğün en önemli yönü
nâsih ve mensuh ayetlerin, bir tek konu gibi ele alınıp incelenmesidir.
Konulara bir bütün olarak bakıp meseleyi toptan bir bakış açısıyla görebilme
incelenen konunun daha etraflıca anlaşılmasına sonsuz katkı sağlayacaktır.
İkinci olarak
ele alacağımız konu “Münfasıl Bütünlük” olarak tabir edilebilir. Bu şu
demektir. Belli bir fikrin bir ayet etrafında; fakat diğer ayetlere de müracaat
edilerek geliştirilmesidir. Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu nazarî
bütünlüğün, bu yaklaşıma biraz benzemesidir. Munfasıl bütünlüğün önemi son
yüzyıllarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu tür bütünlüğü rivayet tefsirlerinde
görmemiz mümkün değildir. Ancak her dirayet tefsiri de bunu başarılı bir ölçüde
uygulayamamıştır. Bunun sebebi ise, yorumların tek bir ayet etrafında
geliştirilmesidir. Her ne kadar bu yaklaşımda bir çok ayetlere müracaat
edilirse de asıl gaye tefsiri yapılmakta olan ayetin açıklanmasıdır. Yoksa
ileri atılan yeni yorum veya fikri, Kur’an çerçevesinde açıklama endişesi
yoktur.
Bilgide bütünlük
meselesini ele alırken değinmemiz gereken diğer bir konu da “Nazarî Bütünlüktür.”
Bu sistemde Kur’an’ın konuları esas alınır. Böylece alışılmış tefsir usulü olan
Kur’an’ı ayet ayet surelerdeki sıralarına göre tefsir etme artık geçerliliğini
yitirmiştir. Kur’an’ı tefsir ederken ayet ayet sure sure sıralarına göre tefsir
etme belki Kur’an’ın İlmî olarak incelenmesi açısından faydalı bir yol
olabilir. Ancak belli konularda Kur’an’ın bir bütün olarak görüşünün ne olduğu konusunda
net bir fikir ortaya koyamaz. İşte bu durumda nazarî bütünlüğün önemi ortaya
çıkmaktadır. Çünkü nazarî olarak ve bir bütün halinde yapılan böyle bir
çalışma, Kur’an’ın o konudaki görüşünü
sistemli bir şekilde ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda hem de
yeterli olarak açıklayabilir. İşte günümüzde bilginin daha işlerlik kazanması
adına yapılması gereken bu işleme biz “Nazari Bütünlük” diyoruz. Artık sadece
Tefsir sahasında değil bütün alanlarda uygulanmaktadır. Şimdi de tefsir ilminin
kendisini ilgilendiren diğer sahalarla olan bağlantısını ele almaya
başlayabiliriz.
Tefsir ilmi,
konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki
halindedir. Çünkü Tefsir, Temel İslam Bilimleri’nin en temel kaynağı olan
Kur’ân-ı açıklamaya çalışan bir ilimdir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî
ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir konuma sahiptir. Buna mukabil Tefsir
ilmi de Kur’ân’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden
istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde tefsir
yaparken diğer ilimlerden istifade etmeden bir sonuca varma şansımız
gözükmemektedir. Öncelikle Tefsir Usûlü bilmek gerekmektedir. Ancak aynı
kaynaktan beslenen ve tarihi süreçte ortaya çıkış dönemlerinden itibaren et ve
tırnak gibi birbirinden ayrılmaz halde olan Hadis ve Fıkıh Usûlünü de bilmeye
ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz üzere aynı kaynaktan beslenen
bu ilimlerin birbirine sayısız katkıları vardır.
Sözünü ettiğimiz
durumlarla ilgili olarak Temel İslam
Bilimleri alanında bilginin bütünlüğünden bahsetmek mümkündür. Yani Temel İslam
Bilimlerini bilgi alanları bakımından birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün
olmadığı gibi böyle bir şeye girişmek de doğru değildir. Ancak ilimler;
muhtevaları, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel gelişimlerine bağlı olarak
hiyerarşik bir tasnife tabi tutulurlar. Şimdi biz, Tefsir Usûlü’nün, Hadis ve
Fıkıh Usûlü ile etkileşim içerisinde olduğu noktaları ele almaya çalışacağız.
Şüphesiz her ilmin bir
metodolojisi vardır. Yani herhangi bir ilmin kapsamında ortaya konan şeyler
belirli bir disipline göre ele alınmaktadır. Yani bir söylemin ilmî değerinin
olabilmesi için belirli bir metodolojiye göre ortaya konmuş olması gerekir.
İşte bu şekilde, Fıkıh ve Tefsir ilimlerinin de metodolojik olarak belli
hadleri ve kuralları vardır. Bu hadler ve kurallar Fıkıh Usûlü ve Tefsir Usûlü
isimleri altında ortaya konmuşlardır.
Usûl-ü Fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışırsak
şöyle söyleyebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î
nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri
âmm, kimileri hâss sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil
çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek
araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği
sonucuna varır ve kaidesini koyar: “Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir.”
Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere
uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir"
kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına
hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın
uygulayıcısıdır.[1] İşte
bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına
girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân
bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk
kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak
Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için
Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Öyleyse diyebiliriz ki; Fıkıh
ilminin ilk başvurduğu kaynağın Kur’ân olması, Kur’ân’dan hüküm çıkarmak için
de Tefsir ilmine ve usulüne ihtiyaç olması daha baştan Tefsir ve Fıkıh Usûlünü
birleştirmektedir.
Aynı şekilde
Tefsir İlminin de Fıkıh Usûlüne ihtiyacı vardır. Çünkü Tefsir, Kur’ân’ı
açıklamak amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla ondaki hükümleri, haramları
helalleri, ortaya koyup Kur’ân muhataplarının kullanımına hazır hale getirmek,
Fıkıh ilmine ve dolayısıyla Fıkıh Usûlü’ne kalmaktadır. Öyleyse diyebiliriz ki;
Fıkıh Tefsirsiz olmaz, Tefsir de Fıkıhsız olmaz.
Fıkıh ve Tefsir Usûlü yukarıda da kısaca
değinildiği üzere kaynakları bakımında Kur’ân noktasında birleşmektedir. Bu
anlamda usûl noktasında da pek çok noktada benzeştikleri, birbirlerine etkileri
ve katkıları olduğu pek tabiidir. Bu noktayı bu iki ilmin tarihi gelişim
seyrine baktığımızda da müşahede etmek mümkündür.
Sonuç olarak; bu
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir
ve Fıkıh birbirine çok yakın olan ve birbirine katkıda bulunan iki ilim
dalıdır.
Tefsir, Kur’ân
ayetlerine açıklama getirirken yararlandığı disiplinlerin belki de en başında
hadis gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey
Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili sözleridir. Aslında bu işin sadece bir
yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri
açıklarken kullandığı bir çok aslî ilim hadis mecmualarıyla rivayet yoluyla
aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir.
Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı
sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş
sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini,
ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte
Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur.
Bütün bu
bilgilerden ortaya çıkmaktadır ki; İslamî ilimler, birlikte bir bütün
oluşturmaktadır. Her ilim bu bütünün bir parçası konumundadır. Kur’ân İslamî
ilimlerin en başta gelen kaynağıdır. Onun gösterdiği hedefe ulaşmak için
Kur’ân’ı konu edinen Tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları
Hz. Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise başvurmak zorundadır.
Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır.
Fıkıh da bu açıklamalarla Kur’ân’ı anlamakta ve diğer kaynaklarla birlikte bir
kaynak olarak kullanmakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere
uygun hükümler üretmektedir. Fıkıh Usûlü de bunun nasıl yapılacağını ortaya
koymaktadır. Öyleyse Kur’ân’a dair söz söyleyecek kimsenin, bu disiplinlerin
tümüne vakıf olması gerekir. Aksi takdirde hataya düşmek kaçınılmaz olacaktır.
2013-2014
Akademik Yılı Bahar Dönemi Doktora Ödevi
Necdet
Kahveci
Öğr.
No: 13922706
Esbab-ı
Nüzul II,
TEFSİRDE BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ
Tefsir
dediğimizde aklımıza ilk etapta iki türlü tefsir gelmektedir; birincisi rivayet
tefsiridir ki, Kur’ân ayetlerine yeni yorumlar getirmekten ziyade bazı
ayetleri, diğer bazı ayetlerle, hadislerle veya Seleften ve özellikle Sahabeden
nakledilmiş rivayetlerle açıklamaktır. Bunun aynı zamanda bir dirayet tefsiri
olduğunu söyleyenler de vardır. İkincisi ise, dirayet tefsiridir. Böyle bir
tefsirde asıl gaye yeni bir yorum sunmaktır. Bu tür tefsirde rivayetlere yer
verilirse de, bunlar sadece önerilen yeni yorumu desteklemek içindir. Görüldüğü
gibi Kur’an’ı anlamada bu iki yaklaşımı birbirinden kesin bir şekilde ayırmak
oldukça zordur. Kanaatimize göre İslâm’da ilk tefsir çalışmalarının rivayet
şeklinde başlaması böyle bir ayırıma yol açmıştır. Diğer taraftan İslâm
toplumunun genişlemesi ile sosyal değişime uğraması sonucu, dirayet tefsir
metodu ile Kur’an’ı anlamaya çalışma ihtiyacı doğmuştur. Bu sebepten Kur’an’ın
güncelliği ve bütün zamanlara dair sözünün olması ve meydana gelen hadiseler
ışığında yorumlanması için bunun böyle olması gerekmektedir.
İlk dönem
tefsirlere bakıldığında görülecektir ki, bunlar bizim bugünkü tefsir
anlayışımızdan çok uzaktır. İbn Abbas, Abdullah İbn Mes’ud ve Ali İbn Ebî Talha
gibi zatlar, tefsir kelimesinin Arapça’daki sözlük anlamı ile Kurân’ı tefsir
etmişlerdir. Zira "tefsir", “açıklamak” veya “kapalı bir şeyi açmak”
anlamındadır. Bu kelimenin “yorumlamak” gibi yeni anlamlar kazanması daha
sonraki devirlerde yapılan tefsir çalışmalarının etkisi ile olmuştur.
Aslında her
"tefsir" bir yeni yorumu gerektirir. Onun içindir ki, daha henüz bazı
sahabeler hayatta iken dirayet tefsirleri yapılmaya başlanmış ve tefsir
anlayışının bugünkü şeklini alması daha sonraki dönemlere denk gelir. Tefsir
tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz
tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet-dirayet ikilemi içerisinde
cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki ana başlık
altında değerlendirmek mümkün gözükmektedir.
Tefsir usulünde
nazarî yaklaşım eksikliği pek az hissedildiği için müfessirler bu yöne pek
gereği gibi eğilmemişlerdir. Ancak bugün bu eksiklik daha belirgin bir şekilde
hissedilmekte ve bu durumla ilgili sorular Müslümanları uğraştırmaktadır. Bu
sorulardan birisi de Kuran’ın bütünlüğü meselesidir. Bütün müfessirlerin
üzerinde mutabakata vardıkları bir noktaya henüz ulaşamamışlardır. Bundan
dolayıdır ki bazı bilginler “bütünlük” denince bundan sadece “Kur’an’ın bir
bütün olarak kabul edilmesi gerektiğini” anlamışlardır. Bu zaten zahir olan bir
gerçektir. Kur’an’ın bir kısmını alıp veya belli bir kaç ayetini göz önünde
tutup diğer kısımlarını dikkate almamak, Kur’an’ın kendi içinde çelişki
doğurabilir. O halde böyle bir bütünlük anlayışı üzerinde durmak var olanı
tekrardan ibaret olur.
Bizler Rivayet-dirayet
tefsirlerinde Kur’an’ın bütünlüğü meselesini üç açıdan değerlendireceğiz. Birinci
olarak “Muttasıl Bütünlük” diyebileceğimiz yaklaşımdır ki, bu bakış açısından bir
ayeti başka ayetlerle açıklamaktır. Böylece iki veya daha fazla ayet arasında
görünüşte bir çelişki veya uyumsuzluk varsa, diğer ayetlerin yardımı ile bunlar
giderilme yoluna gidilir. Müşkilü’l-Kur’an diyebileceğimiz bu durum ayetlerin
ilk bakışta bir sorun gibi algılanması neticesinde onu açıklayan diğer
ayetlerle onun kapalılığını gidermektir. Muttasıl bütünlüğün en önemli yönü
nâsih ve mensuh ayetlerin, bir tek konu gibi ele alınıp incelenmesidir.
Konulara bir bütün olarak bakıp meseleyi toptan bir bakış açısıyla görebilme
incelenen konunun daha etraflıca anlaşılmasına sonsuz katkı sağlayacaktır.
İkinci olarak
ele alacağımız konu “Münfasıl Bütünlük” olarak tabir edilebilir. Bu şu
demektir. Belli bir fikrin bir ayet etrafında; fakat diğer ayetlere de müracaat
edilerek geliştirilmesidir. Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu nazarî
bütünlüğün, bu yaklaşıma biraz benzemesidir. Munfasıl bütünlüğün önemi son
yüzyıllarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu tür bütünlüğü rivayet tefsirlerinde
görmemiz mümkün değildir. Ancak her dirayet tefsiri de bunu başarılı bir ölçüde
uygulayamamıştır. Bunun sebebi ise, yorumların tek bir ayet etrafında
geliştirilmesidir. Her ne kadar bu yaklaşımda bir çok ayetlere müracaat
edilirse de asıl gaye tefsiri yapılmakta olan ayetin açıklanmasıdır. Yoksa
ileri atılan yeni yorum veya fikri, Kur’an çerçevesinde açıklama endişesi
yoktur.
Bilgide bütünlük
meselesini ele alırken değinmemiz gereken diğer bir konu da “Nazarî Bütünlüktür.”
Bu sistemde Kur’an’ın konuları esas alınır. Böylece alışılmış tefsir usulü olan
Kur’an’ı ayet ayet surelerdeki sıralarına göre tefsir etme artık geçerliliğini
yitirmiştir. Kur’an’ı tefsir ederken ayet ayet sure sure sıralarına göre tefsir
etme belki Kur’an’ın İlmî olarak incelenmesi açısından faydalı bir yol
olabilir. Ancak belli konularda Kur’an’ın bir bütün olarak görüşünün ne olduğu konusunda
net bir fikir ortaya koyamaz. İşte bu durumda nazarî bütünlüğün önemi ortaya
çıkmaktadır. Çünkü nazarî olarak ve bir bütün halinde yapılan böyle bir
çalışma, Kur’an’ın o konudaki görüşünü
sistemli bir şekilde ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda hem de
yeterli olarak açıklayabilir. İşte günümüzde bilginin daha işlerlik kazanması
adına yapılması gereken bu işleme biz “Nazari Bütünlük” diyoruz. Artık sadece
Tefsir sahasında değil bütün alanlarda uygulanmaktadır. Şimdi de tefsir ilminin
kendisini ilgilendiren diğer sahalarla olan bağlantısını ele almaya
başlayabiliriz.
Tefsir ilmi,
konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki
halindedir. Çünkü Tefsir, Temel İslam Bilimleri’nin en temel kaynağı olan
Kur’ân-ı açıklamaya çalışan bir ilimdir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî
ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir konuma sahiptir. Buna mukabil Tefsir
ilmi de Kur’ân’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden
istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde tefsir
yaparken diğer ilimlerden istifade etmeden bir sonuca varma şansımız
gözükmemektedir. Öncelikle Tefsir Usûlü bilmek gerekmektedir. Ancak aynı
kaynaktan beslenen ve tarihi süreçte ortaya çıkış dönemlerinden itibaren et ve
tırnak gibi birbirinden ayrılmaz halde olan Hadis ve Fıkıh Usûlünü de bilmeye
ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz üzere aynı kaynaktan beslenen
bu ilimlerin birbirine sayısız katkıları vardır.
Sözünü ettiğimiz
durumlarla ilgili olarak Temel İslam
Bilimleri alanında bilginin bütünlüğünden bahsetmek mümkündür. Yani Temel İslam
Bilimlerini bilgi alanları bakımından birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün
olmadığı gibi böyle bir şeye girişmek de doğru değildir. Ancak ilimler;
muhtevaları, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel gelişimlerine bağlı olarak
hiyerarşik bir tasnife tabi tutulurlar. Şimdi biz, Tefsir Usûlü’nün, Hadis ve
Fıkıh Usûlü ile etkileşim içerisinde olduğu noktaları ele almaya çalışacağız.
Şüphesiz her ilmin bir
metodolojisi vardır. Yani herhangi bir ilmin kapsamında ortaya konan şeyler
belirli bir disipline göre ele alınmaktadır. Yani bir söylemin ilmî değerinin
olabilmesi için belirli bir metodolojiye göre ortaya konmuş olması gerekir.
İşte bu şekilde, Fıkıh ve Tefsir ilimlerinin de metodolojik olarak belli
hadleri ve kuralları vardır. Bu hadler ve kurallar Fıkıh Usûlü ve Tefsir Usûlü
isimleri altında ortaya konmuşlardır.
Usûl-ü Fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışırsak
şöyle söyleyebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î
nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri
âmm, kimileri hâss sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil
çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek
araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği
sonucuna varır ve kaidesini koyar: “Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir.”
Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere
uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir"
kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına
hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın
uygulayıcısıdır.[1] İşte
bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına
girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân
bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk
kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak
Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için
Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Öyleyse diyebiliriz ki; Fıkıh
ilminin ilk başvurduğu kaynağın Kur’ân olması, Kur’ân’dan hüküm çıkarmak için
de Tefsir ilmine ve usulüne ihtiyaç olması daha baştan Tefsir ve Fıkıh Usûlünü
birleştirmektedir.
Aynı şekilde
Tefsir İlminin de Fıkıh Usûlüne ihtiyacı vardır. Çünkü Tefsir, Kur’ân’ı
açıklamak amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla ondaki hükümleri, haramları
helalleri, ortaya koyup Kur’ân muhataplarının kullanımına hazır hale getirmek,
Fıkıh ilmine ve dolayısıyla Fıkıh Usûlü’ne kalmaktadır. Öyleyse diyebiliriz ki;
Fıkıh Tefsirsiz olmaz, Tefsir de Fıkıhsız olmaz.
Fıkıh ve Tefsir Usûlü yukarıda da kısaca
değinildiği üzere kaynakları bakımında Kur’ân noktasında birleşmektedir. Bu
anlamda usûl noktasında da pek çok noktada benzeştikleri, birbirlerine etkileri
ve katkıları olduğu pek tabiidir. Bu noktayı bu iki ilmin tarihi gelişim
seyrine baktığımızda da müşahede etmek mümkündür.
Sonuç olarak; bu
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir
ve Fıkıh birbirine çok yakın olan ve birbirine katkıda bulunan iki ilim
dalıdır.
Tefsir, Kur’ân
ayetlerine açıklama getirirken yararlandığı disiplinlerin belki de en başında
hadis gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey
Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili sözleridir. Aslında bu işin sadece bir
yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri
açıklarken kullandığı bir çok aslî ilim hadis mecmualarıyla rivayet yoluyla
aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir.
Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı
sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş
sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini,
ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte
Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur.
Bütün bu
bilgilerden ortaya çıkmaktadır ki; İslamî ilimler, birlikte bir bütün
oluşturmaktadır. Her ilim bu bütünün bir parçası konumundadır. Kur’ân İslamî
ilimlerin en başta gelen kaynağıdır. Onun gösterdiği hedefe ulaşmak için
Kur’ân’ı konu edinen Tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları
Hz. Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise başvurmak zorundadır.
Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır.
Fıkıh da bu açıklamalarla Kur’ân’ı anlamakta ve diğer kaynaklarla birlikte bir
kaynak olarak kullanmakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere
uygun hükümler üretmektedir. Fıkıh Usûlü de bunun nasıl yapılacağını ortaya
koymaktadır. Öyleyse Kur’ân’a dair söz söyleyecek kimsenin, bu disiplinlerin
tümüne vakıf olması gerekir. Aksi takdirde hataya düşmek kaçınılmaz olacaktır.