Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası

Tefsir, hadis, kelâm, fıkıh gibi klasik İslâmî disiplinlerin, -gelişim sürecinin hızı bir yana- gelişim süreci içinde olduğunu düşünüyorum. Bir yanda bu disiplinleri eskide olduğu gibi alıp devam ettirenler var, diğer yanda ise çağın bilime getirdiği yenilikler ve yeni imkanlardan yararlanarak, çağdaş ve evrensel bilim ve metodları da kullanarak yenileştirenler, geliştirenler var. Belli bir zamandan sonra Batı'da, sosyal ve tabîî bilimlerde kullanılan metodları, vahiy kökeninden bağımsız bir vakıa olarak dine uygulayan "din bilimleri" ortaya konmuştur. Yenileştirme (tecdid) faaliyetinde müslüman ilim adamları, vahiyden bağımsız olmaksızın bu bilimlerin verilerinden de yararlanmaktadırlar. Sonuç olarak bir krizden değil, belki biraz gecikme ile gerçekleşmekte olan gelişmeden söz edebiliriz. Çeşitlilik, düzensizlik, sürecin hızı kriz işareti değil, işin tabiatının gereğidir.

KUR’ÂNTEFSİRİNE OLAN İHTİYAÇ
 
        Her zaman ve her devirde edebî, felsefî ve ilmî eserlerin muhatapları
tarafın­dan iyice anlaşılıp kavranabilmesi için, onların iyi anlayanlar tarafından
izah edilip açıklanması gerektiği aşikârdır. Bu gibi eserlerde, öyle esas ve
prensipler vardır ki, onu okuyan herkes ne demek istediğini anlayamaz. Hele
insanlığı sapıklıktan kurtaracak ve ona her iki âlemin saadetini sağlayacak
olan dinî ve İlâhî kitapların muhteviyatı, edebî, ilmî ve felsefî eserlerden
daha karışık oldu­ğundan, muhatapları tarafından, daha iyi anlaşılması gerekir.
       Kur'ân-ı Kerim’deki hakikatleri bize en iyi öğretecek kişi, bizzat kendisine Kur'ân
nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamber'dir. O, Kur'ân-ı Kerim tefsirinin aslı ve
esasıdır. Zira Kur'ân ona indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar
içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve
tebyinle mükelleftir. Bu hususlar ayetlerde açık olarak belirtilmiştir.
Dolayısıyla Kur'ân kendinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O
halde ilk tefsir hareketi, İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur, dolayısıyla Allah kelâmının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah'ın
kelâmı ile olanıdır. Kur’ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, onun tefsirinde
salâhiyet sahibi olan kimse kendisine vahiy gelen Hz. Peygamber ve onun
sünnetidir. Bir ayetin açıklanışı Kur'ân'da ve sünnette bulunmazsa, o zaman
sahabelerin bu husustaki sözlerine müracaat edilir. Bundan sonraki mertebe
tabiiler ve tebeu tabiilerin tefsirleridir. Yukarıda zikrettiğimiz esaslar göz
önünde bulundurulduktan sonra, Arap di­lindeki vukufu ve dinî hükümlerdeki
bilgisi nispetinde müfessirlerin istihraç edilebileceği manalar yer almaya
başlar.
       Kur'ân-ı Kerim’deki hakikatleri bize en iyi öğretecek kişi, bizzat kendisine Kur'ân nazil olan mümtaz şahıs Hz.
Peygamber'dir. O, Kur'ân-ı Kerim tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân ona
indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi
anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar
ayetlerde açık olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân kendinin tefsir
edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslâm'ın
kendi bünyesinden doğmuştur, dolayısıyla Allah
kelâmının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah'ın kelâmı ile olanıdır.
Kur’ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, onun tefsirinde salâhiyet sahibi olan
kimse kendisine vahiy gelen Hz. Peygamber ve onun sünnetidir. Bir ayetin
açıklanışı Kur'ân'da ve sünnette bulunmazsa, o zaman sahabelerin bu husustaki
sözlerine müracaat edilir. Bundan sonraki mertebe tabiiler ve tebeu tabiilerin
tefsirleridir. Yukarıda zikrettiğimiz esaslar göz önünde bulundurulduktan
sonra, Arap di­lindeki vukufu ve dinî hükümlerdeki bilgisi nispetinde
müfessirlerin istihraç edilebileceği manalar yer almaya başlar.


HZ. PEYGAMBERİN DEVRİNDE TEFSİRVE YAZILI SÜNNETİN İLK VERİLERİ 

        Hz. Peygamberin tefsirdeki yeri oldukça önemlidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’ân’dan sonra ilk müfessirdir. Çünkü kendisine indirilen vahiy ona onu açıklama ve tebliğ etme görevini de kendisi yerine getiriyordu. O dönemin Kur’ân muhatapları olan Araplar şiir ve edebiyatta ileri bir seviyede idiler bundan dolayıdır ki, Kur'ân'ın ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nispetinde onu anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. İlk devirde, derin akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görülmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı.  İlk tefsirlerde Peygamberimizin bu sözleri (tefsirleri) esas alınmış, tefsir bunun üzerine bina edilmiştir. Fakat müteahhirun ulemanın tefsirlerinde lügat, belagat ve bunun gibi daha pek çok hususlar aranmıştır. Hâlbuki ilk tefsirlerde bu gibi teferruat yoktur. Onda şeriat ve ahkâmda Allah’ın muradını beyan vardır.

     

Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed’in kendisi (sünneti) olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm’in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bazen herhangi bir mesele bir yerde mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân'dan bir mesele inceleneceği zaman, o mesele ile ala­kalı bütün âyetler üzerinde durmak gerekir. Bazı meselelerin bu şekilde halli mümkün oluyorsa artık başka bir kaynağa başvurmaya lüzum kalmaz. Bu du­rumda da birçok konularda Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsir edildiği neticesi ortaya çıkar.

      Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirine âit örneklerden sadece birini vereceğiz, Meselâ, Bakara Sûresi’nin 187. Âyetindeki “fecir”  lafzının  kendinden hemen önceki mücmel lafzı açıklaması gibi. Eğer bu âyette “fecir” kelimesi zikredilmemiş olsaydı, beyaz ipliğin, siyah iplikten ayırt edilmesinin ne manaya geldiği kapalı kalacak, mecaz ve hakikat manaları üzerinde çeşitli yorumlar yapılacaktı. ‘’Burada kullanılan ibare lafzen ‘’beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinciye kadar’’ şeklindedir. Hiç kuşku yok ki ‘’beyaz iplik’’le tan yerinin aydınlığı, ‘’siyah iplik’’le de gecenin karanlığı kastedilmektedir. Zaten Allah Rasulü de âyeti böyle açıklamıştır.’’[1]

 

        Kur’ân’ın sünnet ile tefsirine gelince Kur'ân-ı Kerîm’in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zât, kendisine kitap gelen Hz. Muhammed’dir. O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Bunlar olmadan peygamber olunamaz.

      Kur'ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izah ve açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri sünnet İslâm şeriatının ikinci kaynağı olmuştur. Sahabe daha ilk günlerden itibaren Hz. Peygamberin sözlerini dikkatle takip ederek onları hafızalarında tutmaya ve toplamaya önem vermişlerdir. Vefatından sonra da sahabe ders halkaları teşkil ederek Kur'ân'ı ve onun sünnetini öğrenme ve öğretmekle meşgul olmuşlardır. Kurtubî tefsirinin mukaddimesinde, sünnetin Kur’an’ı beyanı iki şekilde olduğu anlatılmaktadır. Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela, beş vakit namazın vakitlerinin beyanı, zekâtın miktarı ve haccın menasikini beyan gibi. İkincisi ise, kitabın hükmü üzerine ziyadeliktir. Mesela, kadının nikâhını, hala ve teyze üzerine haram kılınması sünnet ile olmuştur. Peygamberimiz Kur’ân’ın tamamını tefsir etmemiştir. Hz. Peygamberden işitilen tefsir haberleri sahabe arasında nakledilirdi. Fakat onlar her şeyi soramamışlar, akıl seviyeleri ve amelî hayat ihtiyaçları, sormak lüzumunu hissettirmemişti. Bu bakımdan Peygamberimizin yapmış olduğu tefsirin azlığına işaret edilebilir.

 

      Hz. Peygamberin tefsir örneklerini çıkarmak için müracaat edeceğimiz ilk kaynak hadis mecmuaları olacaktır. Biz sadece örnek olsun diye bir örnek vermekle yetineceğiz.

 

      Adiyy b.Hatem tarikiyle gelen haberlerde Fatiha suresinin son ayeti (Gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar) genel gelmiş. Efendimiz(s.a.v.) ise onu Yahudiler ve Hıristiyanlar ile hususileştirmiştir. ‘’Bu Kur’ânî tesbit Allah Rasulü’nün dilinden de bize kadar gelmiştir.’’[2]

       Hadisin resmi olarak tedvinini Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar götüren bilimler tarihi uzmanları,  bu resmi tedvin faaliyeti öncesinde Hz Peygamber döneminde muvakkat olarak hadisin yazılmasını kısıtlayan  vahiy elçisinin kendi sözlerinin Kur’ân’la karışması endişesinden  dolayı  bu tutumunu bir zaman sonra kaldırmıştır.  Burdaki kastımız mecmualar halinde kaleme alınmış  hadis fasiküllerinden farklı olarak Hamidullah Hoca’nın da  bahsettiği üzere Hz. Peygamber döneminde  hadis üç suretle yazılmıştır: 1- Peygamber Aleyhisselamın emriyle yazılan resmi vesikalar. 2- Peygamberin emriyle yazılmış olan gayri resmi vesikalar. 3- Asri nebevi de sahabenin yazdıkları yazılar. Resmi vesikaların tahririne hicretten önce aşlandığı görülmektedir. Müslümanların Habeşistan’a hicretlerinde Kral Neçaşi’ye verilmek üzere yazdığı mektup bu vesikalardan biridir.[3] Peygamberin emriyle yazılan gayr-i resmi vesikalar meyanında şunu zikretmek mümkündür. Buhari der ki: ‘’Peygamber (s.a.v) Mekke’nin fethinde irad ettiği mühim nutku, Ebu-Şâh adındaki Yemenli bir Müslüman dinlemiş ve Peygamberden o nutkun yazılarak kendisine verilmesini istemişti. Peygamberin emriyle adamın arzusu yerine getirildi.’’[4]

      Sahâbenin çoğu ise rivayet ettikleri hadisleri bizzat kendileri kaleme almışlardır. Onlardan ancak bir kısmının isimlerini zikretmekle iktifa edeceğiz.

      Tirmizî, Sa’d b. ‘Ubâde el- Ensârî’nin Rasûllullâh (s.a.v.)’in bazı hadis ve sünnetlerini topladığı bir sahifesi bulunduğunu rivayet etmektedir. Sa’d b. ‘Ubâde’nin oğlu, bu sahifeden hadis rivayet ederdi. Buhârî, bu  sahifenin, Abdullah b. Ebî Evfâ’ın sahifesinin bir nüshası olduğunu söylemektedir.

     Semure . Cündeb (v. 60) büyük bir nüshada birçok hadîs toplamıştır. Bu nüsha kendisine intikla eden oğlu Süleyman da onu babasından rivâyet etmiştir.

    Câbir b. Abdillâh’ın (v. 78) da bir sahifesi vardır. Müslim Sahîh’in de bu sahîfenin hac menâsik-i hakkında olduğunu söyler.

    Asr-ı Sâadette yazılan sahîfelerin en meşhûru, Abdullah b.’Amr b. ‘Âs’ın (v.65) bizzat Rasûllullâh (s.a.v.)’den yazarak topladığı Sahîfe-i sadıka’dır. İbnu’l Esîr’in söylediğine göre bu sahîfede bin hadis-i şerif bulunmaktadır.[5]

SAHABENİNTEFSİRDEKİ YERİ

      Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Sahabeyi tefsir sahasında iki şey yükseltiyordu. Birincisi sarsılmaz mutlak imanları, ikincisi ise hadise ve sebepleri müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, kısacası sebebi- nüzule vakıf olmaları idi. Sahabe Peygamberimiz (s.a.v.) vefat edince  insan olmanın doğal akışı ile kendilerini kuşatan siyasi ve ekonomik olayların etkisinde kalarak bir ihtilafın içine düşmüşlerdir. Topladıkları bilgi malzemesi, adetlere vukufiyetleri, anlayıştaki başkalığı da beraberinde getirmiştir. Sahabe de Kur’ân-ı akli seviyeleri ve kültürleri itibariyle anlıyorlardı. Sahabenin hepsi Kur’ân’ı anlıyordu demek, bir dili bilenlerin o dilde yazılmış ilmi eserleri anlarlar demek gibi bir şeydir. Bir eseri anlamak için, o eserin dilini bilmek kâfi gelmez, aynı zamanda aklen ve kültür bakımından o kitabın kültür seviyesine yükselmek lazım gelir. Bu sebeple de Hz. Peygamberin sürekli yanında bulunanlar, diğerlerine nispetle bilgi yönünden üstün konuma geçmişlerdi.

BU DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI

 Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulun­duğunu görmekteyiz. Bunlar;

1-Kur’ân-ı Kerim,

2- Hz. Peygamber,

3-İctihâd  ve  re’y,

 4-Diğer İlâhi Kitablar ve Ehl-i Kitaba Müracaat                                                                                                 

SAHABENİN TEFSİRDEKİ METODU

            Sahabe Kur’ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamberden işitmek suretiyle veya içtihatlarıyla yapmışlardır. Bu şekilde sahabe, İslâm'ın daha iyi anlaşılabilmesi ve İslâm'ı yabancılara daha iyi anlatabilmeleri için, Kur’ân’dan yaptıkları tefsirlerde, kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardı. Yaptıkları gerçekçi tefsirlerle, inananların batıl yollara sü­rüklenmelerine mani olmuşlardır. İbn Haldun aksini iddia etse de[1] sahabelerin hepsi aynı derecede değildi, nitekim aralarında anlayış ve idrak farkları olması tabii idi. Sahabenin topladığı bilgi malzemesi ve âdetlere vukufları bakımından anlayışları başka başka olabilirdi. Bunlar daha ziyade, ilmî derecelerindeki farklılık ve aklî mevhibelerinden ileri gelmekte idi. İlmî bakımdan aralarında büyük farklılıklar olduğu gibi, fazilet bakımından da müsavi değillerdi. Bazısı bazısından daha cesur, bazısı daha kerim, bazısı ise daha âlimdi. Bu şekilde farklı akliyata sahip olan sahabenin, kendi dil ve üslupları ile nazil olmuş olan Kur'ân'ı anlayışları aynı olamazdı. Dolayısıyla sahabelerin hepsi tefsir ile meşgul olmamış, bilakis bu işle belli bir kesim ön plana çıkmış ve diğerleri müşkil buldukları hususları onlardan öğrenmişlerdir.

 

Sahabe Arasında Tefsir İlminde Meşhur Olmuş Olanlar

     Sahabe arasında tefsir sahasında şöhret kazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz: Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Abdullah b. Abbas, Ebû Musa el-Eş’arî, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. ez-Zübeyr.

Abdullah b. Abbas ve Tefsirdeki Yeri

      Bahru’l-İlim, hibr, tercümanu’l-Kur’an vasfını kazanmış olan bu sahabî, Allah’ın Onu dinde fakih kılması ve te’vili öğretmesine dair  Peygamberimizin duasına mahzar olmuştur. Hz. Peygamberin vefatı esnasında 13 veya 15 yaşlarında olduğu söylenir. İdarî işlerde pek fazla bulunmamıştır. Abdullah b. Selam ve Ka’bu’l-Ahbar’dan bol bol rivayette bulunmuştur. Abdullah b. Mes’ud kendisinin ‘’Tercümanu’l-Kur’ân’’ olduğunu söylemiştir. Bir ilim medresesi kurmuş olan Abdullah b. Abbas’ın birçok kitaplara sahip olduğunu kaynaklarımızda yazılı olan rivayetlerden biliyoruz. Abdullah b. Abbas, Kur’ân tefsirine ait haberleri ya Peygamberimizden veya sahabeden işitmek veyahut yabancı kültürlerden aldığı malzeme ile ictihadda bulunarak nakletmiştir. Abdullah b. Abbas sahabe içinde temayüz etmiş bir şahsiyet olduğu için onun adına uydurulmuş rivayetler de bulunmaktadır. İmam Şafii “İbni Abbas’tan bize tefsire dair yüz kadar hadisten başka bir şey gelmemiştir.” diyerek bu konuda dikkatli olunması gereğine dikkat çekmiştir.

 

Abdullah b. Mes’ud veTefsirdeki Yeri

    Bu sahada Abdullah b. Abbas’tan sonra ilk akla gelen sahabe odur. Hz. Peygamberin yanına izinsiz olarak girebilme müsaadesi olan yegâne sahabe olması hasebiyle, birçok âyetlerin tefsirini Hz. Peygamberden işitmiştir. Abdullah b. Mes’ud, Irak tefsir medresesinin temelini atan şahsiyettir. Tefsirde rey’e ehemmiyet vermiştir. Peygamberimiz onun Kur’ân okuyuşunu dinlerdi. Yine bu zat müşriklere karşı cehren ilk Kur’ân okuyan kimsedir. Kur’ân nüshasında tefsir kabilinden bazı ilaveler vardır ki bunlar kendinden sonrakilerin fikir hayatında hayli etkili olmuştur. Fıkıh, lügat ve kıraat ilimlerinde de kendisi bir melce idi. Talebesi Mesruk, hocası hakkında “Abdullah bize evvela bir sureyi okur sonra da bu sureyi bütün gün tefsir ederdi.” demektedir. Abdullah b. Mes’ud müteşabih âyetler hakkında, te’vil yolunu kabul edenlerdendir.

TABİÛNUN TEFSİRDEKİ YERİ

       Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması Müslümanların Kur’ân’a daha sıkı sarılarak bilgiyi düzenli hale getirmelerini gerekli kılmıştır. Tabiin döneminde ilmî sahada daha çok öne çıkan kimseler mevalidir, çünkü İslâma yeni giren milletlerin İslâmı öğrenmeye olan arzuları ve Arapların, ilim ve idarecilikle uğraşmayı bir eksiklik gördükleri için bu dönemde ilim ve bilhassa tefsir sahasında temayüz eden şahısların Arap olmadıkları görülür. Bunlara umumi bir isim olarak mevali denmiştir. Bunların İslâmî ilimlerdeki rolü küçümsenmeyecek kadar büyüktür ve bu mevalinin durumu, efendilerinin cemiyetteki durumuna bağlı idi. Tüccar olan sababinin mevlası tüccar, âlim olan sahabinin mevlası ise âlim idi.

      Abadile (Abdullah b. Abbas, Abdullah b. ez-Zübeyr, Abdullah b. Amr b. As, Abdullah b. Ömer) vefat ettikten sonra fıkıh bütün beldelerde mevalide idi. Mevali doğal bir sonuç olarak tefsirlerine kendi kültürlerini de katmışlardır Tabiûnlar, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat et­mişlerdi. Artık tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fert­ler ona yeni bir şeyler katmışlardır. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, harika ve hurefeleriyle birlikte aksettirmişlerdir

      Re'y ile tefsir faaliyeti, sahabe devrinde mevcut olsa da, Tabiinler devrinde, âyetleri kendi rey’leri ile tefsir etme hareketi daha açık olarak görülmektedir. Re'y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıklarını teyit için, Kur'ân'daki tedebbür âyetlerine ve Hz. Peygamberin sözlerine istinat ettiler. Eğer re'y ile tefsir yapılamayacak olsaydı, dini ahkâmın pek çoğunun batıl olması gerekliliğini savundular.

      Tefsir Medreseleri ve Bazı Meşhur Tabiûn Müfessirler

      1-Mekke Medresesi: Kurucusu Abdullah b. Abbas olup birçok meşhur tabiûn bu okuldan ilim almıştır. İbn Abbas öğrencilerine Allahın ayetlerini tefsir eder, müşkillerini açıklığa kavuştururdu. İbn teymiyye “tefsirde insanların en âlimi olanlar Mekke ehlidir.” dediği rivayet edilir. Öğrencileri arasından üç tanesi öne çıkmıştır. Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime.

 

    2-Medine Medresesi: Kurucusu vahiy kâtibi ve sahabenin arasında Kur’ân konusunda ki bilgisiyle temayüz etmiş, Übeyy b. Kab’dir. En meşhur öğrencileri, Muhammed b. Kab el-Kurezî ve Zeyd b. Eslem’dir.

     3-Irak Medresesi: Bu medresenin kurucusu Abdullah b. Mes’ud’dur. İbn Mesud Kûfe’de uzun süre kalmış ve şer’i bir delilin bulunmadığı durumlarda re’y ve kıyasa başvurma metodunu geliştirmiştir. Irak bölgesinin Hicaz’dan farklı proplemleri olan bir yer olmasından dolayı rey ve içtihada daha çok başvurma gerktiğinden bu ameliye diğer yerlere nispetle daha çok olmuştur. Bundan dolayıdır ki diğer yerlerde de re’ye başvurulduğu halde burası ehli re’y olarak meşhur olmuştur. Bu okulun en meşhur öğrencileri, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.[1]

 

 

             İslâm hukukunun oluşum süreci ile ilgili olarak Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde hazırlık safhasının tamanlandığı; müctehid imamlar döneminde sistemleşmeye başladığı; mezhep merkezli dönemde ise sistemin olgunlaştığı ifade edilebilir. İslâm hukukunun dönemlendirilmesi ise bu sürecin aşamalarını göstermektedir. Dönemler belirlenirken kimi yazarlar siyasi iktidarı esas alarak Hz. Peygamber-Emeviler-Abbasiler şeklinde bir sınıflandırma yapmışlardır. Kimileri fıkhı canlı bir organizmaya benzeterek doğuş, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık dönemlerinden söz etmişlerdir. Üçüncü bir yaklaşım olarak hukukun oluşumunda etki eden kadrodan hareketle Hz. Peygamber-sahabe-tabiûn-müctehid imamlar şeklinde bir çizgi takip etmek mümkündür. Müctehid imamlar sonrasındaki dönem, literatürde genelde, “taklid dönemi” olarak nitelenmekte, bu dönemden sonraki aşama ise “kanunlaştırma ve uyanış dönemi” adıyla ifade edilmektedir. Biz esas itibarıyla, hukukun oluşum sürecinde etkili olan kadrolardan hareketle “Hz. Peygamber-sahabe-tabiûn-müctehid imamlar-mezhep merkezli dönem kanunlaştırma hareketleri ve yeni dönem” şeklinde bir sıralama takip edeceğiz.

 

HZ.PEYGAMBER DÖNEMİ

Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun durumunu ele alırken Mekke ve Medine safhalarının özelliklerini göz önüne almak gerekmektedir. Mekke’de geçen hicretten önceki on üç yıl zarfında tebliğ edilen esaslar ağırlıklı olarak, Allah’ın birliği, Peygamberlik müessesesi, Ahiret hayatı gibi temel inanç ilkelerinin yerleştirilmesine yönelik olmuştur. Bunun yanında prensip olarak temel ahlak esasları üzerinde durulmuş, ancak bunları müeyyideye bağlayan ayrıntılı hükümler henüz getirilmemişti. Mekke dönemindeki tebliğ sürecinin, insanları inanç ve ahlak bakımından belli bir düzeye getirerek, daha sonra emredilecek somut ve ayrıntılı hükümleri kabul edebilecek bir motivasyon sağlama gayesi taşıdığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan Hz. Aişe’nin (ö. 58/678) ilk inen ayetlerin Cennet ve Cehennem motifleri taşıdığı, daha sonra helal ve haramla ilgili ayetlerin geldiğine ilişkin tespiti önemlidir. Hz. Aişe’nin değerlendirmesine göre, fertleri hazırlamadan ilk etapta içkiyi ya da zinayı terk etmek emredilseydi, insanlar bu emirlere direnç gösterirlerdi (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 6). Ayrıca Müslümanların Mekke’de sosyal ve siyasal ağırlığı bulunmayan bir azınlık konumunda olmaları da, hukuki yükümlülüklerle sorumlu tutulmalarına elverişli değildi. Bu bağlamda somut hükümlerin Medine döneminde söz konusu olmaya başladığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Müslümanlar, Medine’de şehrin yönetimi üzerinde etkisi olan bir topluluk haline geldiler. Medine’de yaşayan bütün grupların iştirakiyle, hak ve sorumlulukları belirleyen ortak bir belge (Medine Vesikası) tanzim edilerek Hz. Peygamber’in etrafında bir nevi siyasal bir teşkilatlanma meydana getirildi. Bu aşamadan sonra hukuki hükümlerin vaz edilme ve uygulanma imkânı ortaya çıkmıştır. Zira sosyal olgu boyutundan hareket edildiğinde bir kurala hukukiliğini kazandıran niteliğin, o kuralı uygulatacak, ihlali halinde yaptırıma tabi tutacak bir iktidarın mevcudiyeti olduğu açıktır. Müslümanlar böyle bir iktidar yapısına Medine döneminde sahip olmuşlardır. Nitekim bu dönemde ibadet konuları ile ilgili ayrıntılı hükümlerin yanı sıra evlenme, boşanma, velayet, miras, ticari hayat, akitler ve borç ilişkileri, haksız fiiller, cezalar, muhakeme (yargılama) usulü, savaş ve barışla ilgili kurallar vb. sosyal hayatın hemen her alanını düzenleyen kurallar vazedilmiştir. Bu süreç Hz. Peygamber’in vefatına kadar sürmüştür.

 

 

BuDönemde Hukukun Kaynakları

           Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun temel kaynağı vahiydir. Dolayısıyla İslâm Hukuku’nun ilk kaynağını Kur’ân, fıkıh terminolojisindeki ifadesiyle Kitâb oluşturmaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in Sünnet’i yer almaktadır. Sünnet, Hz. Peygamber’in ahkâm ayetlerinin anlaşılması ve uygulanması ile ilgili söz, eylem ve onaylamalarını içerdiği gibi, Kur’ân’da temas edilmeyen konuları hükme bağlayan tasarruflarını da kapsamaktadır. İslâm hukuku terminolojisinde, Kitâb ve Sünnet’in her ikisini ifade etmek için nass terimi de kullanılmaktadır. Bu anlamda kullanılan nass teriminin yanında İslâm Hukuku’nun kaynaklarını ifade etmek için kullanılan diğer temel terim ise ictihaddır. Hz. Peygamber döneminde ictihadın bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımadığı görülmektedir. Zira Hz. Peygamber’in ictihadında iki ihtimal söz konusudur. Eğer ulaşılan çözüm ilahi iradeye uygun değilse, vahiy aracılığıyla meselenin hükmü belirtilmekte ve konu açıklığa kavuşturulmaktadır. Nitekim zıhâr olayıyla ilgili kendisine getirilen meselede toplumda yerleşik telakkiye uygun olarak evlilik birliğinin sona erdiği yönünde görüş beyan etmiş, ancak Mücadele süresinin ilk dört ayeti ile bu durumun evlilik bağını sona erdirmediği, yalnızca keffâret gerektirdiği hükme bağlanmıştır. Eğer Hz. Peygamber’in benimsediği çözüm ilahi iradeye uygunsa herhangi bir müdahale söz konusu olmamakta, bu durum da zımnî bir onay şeklinde değerlendirilmektedir. Hz. Peygamber döneminde sahabenin yaptığı ictihad ise ancak onun onayından geçtiği takdirde geçerli kabul edilmekteydi. Bu dönemde sahabenin ictihadı daha ziyade, Hz. Peygamber tarafından çeşitli bölgelere görevlendirilmeleriyle gündeme gelmiştir. Yemen’e gönderilen Muaz b. Cebel ile Hz. Peygamber arasında geçen diyalog konuyla ilgili önemli bir veridir. Karşılaştığı meselenin hükmünü Kur’ân ve Sünnet’te bulamazsa ne yapacağı sorusuna Muaz, ictihad ederek meseleyi çözümsüz bırakmayacağı cevabını vermiş, Hz. Peygamber de bu tavırdan duyduğu hoşnutluğu dile getirmiştir. Görüldüğü üzere ictihad eğer Hz. Peygamber tarafından yapılmışsa geçerliliğini vahyin onayından; eğer sahabe tarafından yapılmışsa geçerliliğini Hz. Peygamber’in onayından almakta, bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımamaktadır. Vahyin doğrudan olaylara çözüm getirebildiği bir dönemde gerek Hz. Peygamber’in gerekse sahabenin ictihadının gündeme gelmesi, sahabe kuşağını Hz. Peygamber sonrası döneme hazırlama işlevi görmüştür. Sahabe nesli problemlere çözüm getirmek için ictihad edileceğini, sonuçta bazen hata bazen de isabet edileceğini Hz. Peygamber’in sağlığında uygulamalı olarak öğrenmiştir. Bazı usûl alimleri Hz. Peygamber döneminde İslam öncesi döneme ait örflerinde bir hukuk kaynağı niteliği taşıdığını ileri sürmektedir. Ancak bunların geçerliliği Hz. Peygamber tarafından onaylanmalarıyla mümkün olmuştur ve meşruiyet açısından sünnete dayanmaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber döneminde İslâm öncesi örflerin bir hukuk kaynağı olduğunu ileri sürmek, doğru bir yaklaşım değildir. Sonuç olarak Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun iki kaynağından bahsetmek mümkündür: Kitâb ve Sünnet.

 

SAHABE DÖNEMİ

       İslâm hukukunun oluşum süreci açısından sahabe döneminden bahsettiğimizde, dört halife dönemini ve kısmen Emevi idaresini kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. Özellikle ilk iki halife dönemindeki uygulamalar, İslâm hukuk düşüncesinin gelişimi açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Hz. Ebu Bekir (ö. 13/634) ve Hz. Ömer (ö. 23/644) dönemlerinde ictihad niteliğine haiz olan sahabilerin çoğunlukla Medine’de bulunması, bazı konularda istişare ile geniş tabanlı bir karara ulaşılmasını kolaylaştırmıştır. Hatta bu konuya ayrı önem verdiği anlaşılan Hz. Ömer’in belli başlı hukukçu sahabileri Medine’de ikamete mecbur tuttuğuna dair rivayetler de vardır. Daha sonraki dönemlerde ise çeşitli bölgelere yerleşen sahabiler sahip oldukları nass birikimi ve ictihad misyonunu kendilerine öğrencilik eden tabiûn nesli hukukçularına aktarmışlardır. Daha sonraki aşamalarda muhtelif bölgelerde belirli fakih sahabileri üstad olarak kabul eden ekolleşmeler görülecektir. Bu anlamda çeşitli bölgelerde farklı sahabilerin öne çıktığı görülmektedir. Örnek olarak Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687), Kûfe’de Abdullah b. Mesud (ö. 32/653), Medine’de Zeyd b. Sabit (ö. 45/655) ve İbn Ömer (ö. 74/693) gibi fakih sahabiler gerek fetva hususunda gerekse fıkhi birikimin aktarılmasında önemli rol oynamışlardır.

 

SahabeDöneminde Hukukun Kaynakları

          Sahabe döneminde hukukun ilk kaynağını doğal olarak nasslar, yani Kitâb ve Sünnet oluşturuyordu. Hukuki bir mesele ile karşılaşan sahabinin ilk araştırdığı nokta konuyla ilgili bir nassın olup olmadığıydı. Konuyla ilgili nassa ulaşılamadığında meselenin çözümü için ictihad yapılıyordu. Hz. Peygamber döneminin aksine, sahabe zamanında ictihad bağımsız bir hukuk kaynağı olarak nassların yanında yer alıyordu. Dolayısıyla sahabe döneminde İslâm hukukunun üç kaynağından bahsedebiliyoruz: Kitâb, Sünnet ve ictihad. Hz. Ebu Bekir ve Ömer devrindeki uygulamayı aktaran rivayetlere göre bu iki halife, konuyla ilgili nassa ulaşamadıkları zaman diğer fakih sahabilere Hz. Peygamber’in meseleye açıklık getiren bir hükmü olup olmadığını sorarlardı. Bu yolla da nakli bir bilgiye ulaşılamazsa ileri gelen hukukçu sahabilerle bir araya gelerek meseleye çözüm getirirlerdi. Önde gelen sahabilerin bir araya toplanılarak atılacak adımlar ve alınacak kararlar konusunda onların görüşlerinin alınması “şûrâ”dır. İctihaddan farklı olarak danışma esasına dayanır. Devlet yöneticilerinin önde gelen sahabileri toplayarak onların görüşlerini alması, teknik anlamda ictihad olarak nitelendirmek pek doğru olmaz. Belki, danışma temeline oturan bir tür ictihad faaliyeti olarak değerlendirmek mümkündür. Eğer fakih sahabilerin hepsi toplanmışsa veya şura kararı açıklandıktan sonra bir muhalefet söz konusu olmamışsa, bu şekilde ulaşılan sonuçlar, daha sonraki döneme sahabenin icmâı şeklinde yansımıştır. Bu durum daha çok ilk iki halife dönemi için söz konusudur. Sonraki periyotta çeşitli İslâm ülkelerine dağılan sahabilerin bireysel ictihadları görülmektedir. Kimi usûl alimleri, sahabe döneminde gerçekleşen şura faaliyetini icmâ şeklinde niteleyerek bu dönemde hukukun dört kaynağı olduğunu ileri sürmektedir. Ancak sahabe dönemindeki olgu, usul literatüründe çerçevesi çizilen icmâ kavramıyla tam olarak örtüşmemektedir. Burada karşıt görüşe sahip bazı sahabiler olsa bile, çoğunluğun bir konuda ittifaka varması söz konusudur. Ayrıca bu görüş birliğinin kaynak olarak algılanması sahabeden ziyade, sonraki kuşaklarda kendisini göstermektedir.

 

TABİÛN DÖNEMİ

 

           Tabiûn dönemi sahabeden sonraki neslin, diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’den sonraki ikinci kuşağın dönemini ifade etmektedir. Bu dönemin önemli bir bölümü Emeviler’in iktidarda olduğu zaman dilimine tekabül ettiği için, kimi düşünürlerce “Emeviler Dönemi” olarak da adlandırılmıştır. İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi, farklı sosyal çevreye ve etnik kimliğe mensup birçok insanın İslâm’la tanışması tabiûn döneminde fıkhi faaliyetin canlı bir şekilde icra edilmesinin sebepleri arasında yer almaktadır. Zira yeni Müslüman olanlara İslâm dininin uygulamaya yönelik boyutlarını öğretmek fıkıh disiplini çerçevesinde gerçekleşmektedir. Muhtemelen, İslâm dininin emirlerini öğrenmek, bu arada Müslüman toplum arasında statü edinebilmek gibi saiklerle çok sayıda Arap asıllı olmayan mühtedinin fıkıh ilminde uzmanlaştığı dikkat çekmektedir. Nitekim tabiûn dönemi fıkıh hareketleri içerisinde “mevâlî” adı verilen, Arap kökenli olmayan alimler önemli bir rol oynamıştır. Bu dönemde sahabe neslinin öğrencisi olan hukukçular, hocalarından aldıkları birikim ve nosyonla İslam hukuku çalışmalarını sürdürmüştür. Dolayısıyla çeşitli bölgelerde hukuki faaliyeti yönlendiren sahabe dönemi hukukçularından sonra aynı rolü tabiûn nesline mensup öğrencileri üstlenmiştir. Bu bağlamda Medine’de Said b. Müseyyib (ö. 94/712), Mekke’de Atâ (ö. 114/732) ve İkrime (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame b. Kays (ö. 62/682), İbrahim en-Nehaî (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr (ö. 95/714) ilk akla gelen isimler içerisinde yer almaktadır. Emevilerin dini hassasiyet ve ilim adamları ile –nispeten- mesafeli olan durumu, İslâm hukuku alanındaki faaliyetlerin tamamen hukukçuların şahsi gayret ve inisiyatifi ile yürümesine zemin hazırlamıştır.

 

 

 

TabiûnDöneminde Hukukun Kaynakları

     

          Tabiûn döneminde de sahabe döneminde olduğu gibi Kitâb, Sünnet ve ictihad hukukun ana kaynaklarını teşkil ediyordu. Bunların yanında tabiûn dönemi hukukçuları için, sahabe dönemi hukukçularının ictihad ve fetvaları da bir hukuk kaynağı niteliği taşıyordu. Tabiûn döneminde yaşayan bir hukukçu, karşılaştığı problemle alakalı Kitâb ya da Sünnet’te bir çözüm buluyorsa bunu uyguluyordu. Bulamadığı durumda kaynak olarak sahabenin görüşlerine başvuruyordu. Sahabenin konuyla ilgili görüş birliği mevcutsa bu uygulanıyordu. Kimi yazarlara göre bu durumu, bir çeşit icmâ algısı olarak nitelemek mümkündür. Konuyla ilgili farklı sahabi ictihadları varsa bunlar arasında tercih yapılıyordu. Sahabe kavlinin, tabiûn dönemi hukukçuları için Kitâb ve Sünnet nasslarının yanında naklî bir delil olarak algılandığı, bir nevi sünnet şeklinde telakki edildiği anlaşılmaktadır. Sahebe hukukçularının da görüş bildirmediği hususlarda tabiûn dönemi hukukçuları, ictihad ediyordu. Dolayısıyla tabiûn döneminde İslâm Hukuku’nun kaynaklarını şöyle sıralamak mümkündür: Kitâb, Sünnet, sahabenin şûrâ /istişare temelli kararları (sahabe icmâı), sahabenin ihtilafları ve genel olarak ictihad (re’y).

 

  Tabiûn döneminde İslâm hukukunun tarihi gelişimi açısından dikkat çeken en önemli özellik, hukuk alanında ekolleşmlerin ortaya çıkması, “Hicaz ve Irak Ekolleri” ya da “Hadis ve Re’y Ekolleri” adıyla anılan akımların tarih sahnesinde yerini almasıdır.

 

Hukuk Ekolleri: Hicaz-Irak ya da Hadis-Re’y Ekolleri

 

           İslâm hukuk tarihi ile ilgili literatürde tartışma konusu olan hususların başında, ayırıcı kriterlerinin ve kapsamlarının belirlenmesi itibarıyla hukuk ekollerinin durumu gelmektedir. Kimi bilim tarihçileri tabiûn döneminin başlangıcında çevre ve hoca farkına bağlı olarak Hicaz ve Irak Ekolleri’nin oluştuğunu; Tabiûn döneminin sonlarında ise metodolojik ihtilaflara bağlı olarak Hicaz Ekolü içerisinden Hadis Ekolü, Irak Ekolü içerisinden ise Re’y Ekolü’nün çıktığını ileri sürmektedir. Bu bağlamda ekoller içerisinde bir ayırıma giderek “mutedil” ve “müfrit” re’y ve hadis taraftarlarından bahsedildiği de görülmektedir. Çoğu yazar ise, Hicaz ve Hadis Ekolleri ile Irak ve Re’y Ekolleri arasında bir yakınlık hatta aynılık görmektedirler. Ancak coğrafi mekan farkının çok kapsayıcı bir kriter olmamasından dolayı Hadis Ekolü ile özdeşleştirilen Hicaz’da Rebîa b. Ebî Abdirrahman (Rebîatü’r-re’y) (ö. 136/753) gibi re’yci fıkıhçıların, rey’ciliğin beşiği olan Irak’ta ise Şa’bî (ö. 110/728) gibi hadis ehli fıkıhçıların bulunduğu dikkatten kaçmamaktadır. Bu durum ise “yoğunluk farkı” gerekçesiyle açıklanmaya çalışılmıştır. Hukuk ekolleri konusunu, literatürdeki genel kabullere bağlı kalmak suretiyle, şu şekilde özetlemek mümkündür: Hicaz müctehidlerinin çoğunu hadis ehli, Irak müctehidlerinin çoğunu re’y ehli içerisinde değerlendirmek mümkündür. Bu re’ycilerin hadisi hiç kullanmadıkları, ya da hadisçilerin asla re’yle ictihad etmedikleri anlamına gelmemektedir. Her iki grup da hadisin bağlayıcı bir hukuk kaynağı olduğu, ictihad ve re’yin de nass bulunmayan konularda kullanıldığında anlaşmaktadır. Ancak re’y ehli olan fıkıhçılar, nassların akılla anlaşılabilir illetlere dayandığını ve insanların maslahatını gerçekleştirmeyi hedeflediğini düşünmektedir. Naslara bu bakış açısıyla yaklaştıklarından nass bulunmayan yerde re’ylerini kullanarak ictihad etmekten kaçınmazlardı. Bazen nasslardan elde ettikleri prensipleri uygular, bu prensiplerin diğer nassların zahiri (literal) anlamı ile çatışmasında bir sakınca görmezlerdi. Bundan dolayı re’y ictihadını geniş bir çerçevede kullanmışlar ve birçok meseleyi karara bağlamışlardır. Buna karşın hadis taraftarı kapsamında değerlendirilen alimler, bütün çabalarını hadislerin ve sahabe fetvalarının ezberlenip anlaşılmasında yoğunlaştırmışlardır. Bunların fıkhi uygulamaları bu nakle dayalı malzemenin anlaşılması ve sonradan çıkan olaylara tatbiki ile sınırlı kalmıştır. Nassın uygulanması, makul olmayan sonuçlar verse de bunda bir sakınca görmemektedirler. Bu tutumları dolayısıyla re’yle ictihad etmekten kaçınırlar, zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkça buna yanaşmazlardı.

 

         Tabiûn döneminde ana çizgiler şeklinde görülen ekolleşme, bir sonraki dönemde belli hukukçular etrafında teşekkül eden, “mezhep” adı altında ifade edilen yeni bir yapılanma ile farklı bir boyut kazanmıştır. Ancak bu dönemde de mezheplerin re’y ya da hadis ekolleri ile ilişkilendirilmesi problemi karşımıza çıkmaktadır. Kurucu hukukçulardan Ebu Hanife’nin (ö. 150/767) re’y ehli, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) hadis ehli olduğu noktasında neredeyse görüş birliğine ulaşılmıştır. Ancak diğer müctehid imamların hangi tarafta yer aldığıkonusunda farklı yaklaşımlar mevcuttur. Bu bağlamda, belli bir dönemitibarıyla, “re’y ehli” nitelemesinin fıkhi yaklaşım tarzının dışındaki bazı eğilimler için yergi amaçlı kullanıldığı dikkatten kaçmamalıdır. Nitekim kimi kelâmî gruplar, eleştirilen görüşleri nedeniyle “re’y ehli” olarak nitelenmiştir. Birtakım sosyal ve siyasal problemler sonucu geriye dönük olarak inşa edilen “re’y aleyhtarı söylem”, fıkıh düzleminde de Ebu Hanife ve Hanefileri hedef almıştır. Ancak mezheplerin yerleşip birbirleriyle ilişkilerinin geliştiği, “dört

mezhep” olgusunun yerleştiği dönemde “re’y ehli” tabiri olumsuz içerikten sıyrılmış, bu ekole nispet edilen Hanefiler de “hadis ehli” kökenli olduğu ifade edilen mezheplerle aynı muteberliğe sahip bir hukuki eğilim olarak kabul görmüştür.

 

MÜCTEHİD İMAMLAR DÖNEMİ

     

             Müctehid imamlar dönemi ile hicri ikinci asrın başlarından itibaren, dördüncü asrın ortalarına kadar uzanan zaman dilimi kastedilmektedir. İslam hukukunun oluşum sürecinde oldukça önemli merhalelere sahne olan bu dönem için “fıkhın altın çağı”, “tedvin dönemi” gibi nitelemeler de kullanılmaktadır.

 

Müctehid İmamlar Döneminde Hukukun Kaynakları

 

             Bu dönemde de Kitâb ve Sünnet hukukun temel kaynaklarını teşkil etmiştir. Bunun yanında sahabenin ittifak halinde oldukları ictihadları (sahabe icmâı), sahabenin bireysel ictihadları, hukukun kaynakları içerisinde yer almaktadır. Re’y ictihadı ise sistemleştirilerek kıyas, istihsan, ıstıslah (maslahat) gibi kısımlar halinde incelenmiş, her bir bölümün kaynak değeri ayrıca ele alınmıştır. Aynı şekilde sünnet malzemesinin tespit ve değerlendirilmesi ile ilgili farklı kriterler de söz konusudur. Fıkhın tedvin edilmesi bu dönemin diğer bir önemli özelliğidir. Bilindiği üzere sahabe döneminde Kur’ân bir metin haline getirilmiş ve çoğaltılmıştır. Sahabe neslinden itibaren bireysel anlamda hadis ve fıkıh malzemesini yazıya geçirenler olduğuna dair nakiller vardır. İlk dönemlere dayalı olarak bazı hukuki içerikli talimatname ve mektuplar da rivayet edilmiştir. Ancak fıkhi malzemenin gerçek anlamda yazılı kaynaklarda derlenip sistematik bir şekilde tedvin edilmesi müctehid imamlar döneminde gerçekleşmiştir. Görüldüğü üzere bu dönemde mezhep yapılanması ve tedvin olayı, birbirini besleyen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tedvin bağlamında dikkat çekilmesi gereken diğer bir husus, ortaya konan ictihadların naslarla bağlantısını göstermek ve sistematik tutarlılığını ortaya koymak amacı taşıyan fıkıh usûlü disiplininin tedvinine de bu dönemde başlanmasıdır. Şâfiî’nin (ö. 204/819) er-Risâle adlı eseri halen bu literatürün bize ulaşan ilk örneği ya da habercisi olarak kabul görmektedir. Ancak fıkıh usulü alanında tüm konuları ihtiva eden, terminolojinin yerleşmiş olduğu eserler de hicri IV. asrın başlarında, mezhep yapılanmasının tamamlanıp kurumsallaştığı dönemle eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır.[1]

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

        Verdiğimiz bu tarihi bilgilerin ışığında Hadis ilminin materyal anlamında veri olarak kaleme alınışı ve yazıya aktarımı tefsir ve fıkıh ilimlerini öncelediği kesindir. Ancak bununla beraber tefsir ilmine ait rivayetlerin hadis gibi sıkı bir tenkide tabi tutulmadığını da biliyoruz. Kanaatimce bunu Kur’ân’ın kendi metninin Cenâb-ı Hakk tarafından korunma altına alınmış olması ve Hıfz-ı İlâhi’nin Kur’ân etrafındaki rivayetler için böylesi olağan bir çaba  için insanlığı is’timal etmemiş olmasını tabii olarak görmek gerekir. Sadece bu rivayetlerin yazılıp aktarılması yeterliydi. Bu konuda İmam İbn Cerir et-Taberî’nin gayret ve çalışmasını hayırla yâd etmek gerekir. Hadislerin tedvini ise doğrudan Allah tarafından korunma altına alınmamış olması bu mirasın sahipleri olan Müslümanlar tarafından artı bir çaba gerekiyordu. Bütün bir gayretin harcanması sonucu  sadece bu ümmete has olarak ‘’isnad’’ ilmi gelişmiş oldu. Delil olarak hadis külliyatı ve onunla ilgili  kaleme alınmış eserler buna şahittir. Hadisin Külliyatının bu itibarla tefsir ve fıkha ilişkin rivayetleri içermesi itibariyle her disiplinden önce yazılmıştır. Tefsirinde Kur’ân’a ilşikin anlam faaliyeti olduğundan zamansal olarak Hadis ilminden önce başlamıştır. Fıkha gelince tedvin aşamasını hicrî ikinci asrın sonu ve  üçünçü asrın başıyla tamamladığını günümüze ulaşmış eserlerden anlıyoruz. Fıkıh bizim anlayışımızda Hz Peygamber (s.a.v.)’in yaşayan sünnetini temsil ettiği için vahyin hayata bakan her yönüyle irtibatlı olması sebebiyle nüzûl süreciyle beraber var olmuş bir disiplindir diyebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Fıkıh tarihine ait okumaları Abdülkerim Zeydân, el-Medhel li-Dirâseti’l Şeriati’l İslâmiyye, 11. Bsk, Müessesetü’l Risâle-Daru’l Beşâir, Beyrût-Ammân, 1990,s.91-150;  Muhammed Huderî Bekk, Tarihu Teşriil İslâmî, 2. Bsk., Daru’l Ma’rife, Beyrût 1997, s.9-194.

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1]  Bu bölüm  şu gelecek eserlerden istifade edilerek hazırlanmıştır. Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l Müfessirûn,tashih ve müracaa: Ahmed ez-Zu’bî, Şeriketu Daru’l Erkam, Beyrut tsz, c.1, s.23-89;İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 22. Bsk., TDV Yayınları 2012, 210-289. Aynı müellif, Tefsir Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları (I-II), Ankara 1988, c.1, s.33-254.

 

 

 

 

 



[1] İbn Haldun Abdurrahman  Muhammed, Mukaddime, (tahk. Muhammed el-İskenderanî), Daru’l Kitâbi’l Arabî, Beyrût 2005, s.406.

 



[1] Mustafa İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân (Gerekçeli Meal-Tefsir), 13. Bsk., Düşün Yayıncılık, İstanbul 2012, s.66 (4.dipnot).

[2] Mustafa İslâmoğlu, a.g.e., s.4(dipnot 10).

[3] Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber Zamanında Hadisin Tedvini, (Çev.) Nafiz Danışman, AÜİF Dergisi,c.4/sy.3-4, Ankara 1955, s.1-2. (Kültür Matbaası, Ankara 1957)

[4]Buhari (Kitabul ilm:3, Bab Kitabetil ilm:39/ h.n:112) Bkz. Fethu’l Barî  Bi Şerhi Sahihi’l Buharî, (tahk. Muhibiddin el-Hatib), 1. Bsk., Daru Reyyân, Kâhire 1986, c.1, s.284; Muhtasar Sahihi’l Buharî (Tecridis- Sarih), (tahk. Mustafa Dib el-Buğa), 1. Bsk., Daru’l Mustafa, Dımeşk 2011, s.3.;(Hadis no:92). İbn Mende ve Ebu Nuaym’ da bu hadisi eserlerinde tahric etmişler. Bunun için İbnu’l Esir el-Cezerî, Usdul Gabe, (tahk.Halil Me’mun Şeyhâ),1. Bsk., Daru!l Ma’rife, Beyrût 1997, c.5, s.5.

[5] Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları (Hadis Tarihi 1. Bölüm), (Çev.) Yaşar Kandemir, 9. Bsk., İFAV Yayınları, İstanbul 2010, s.18-21; Muhammed Hamidullah, a.g.m., s.2-3.

 

 





0 Yorum - Yorum Yaz



2013-2014 GÜZ(Sonbahar) Yarıyılı  Tefsir Bölümü Ebab-ı Nüzul 2. Ödevi

Hazırlayan  :MEHMET ZEKİ SERDAROĞLU

Öğrenci No : 12952706 (Doktora Öğrencisi)

Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası

 

 

Tefsir, hadis, kelâm, fıkıh gibi klasik İslâmî disiplinlerin, -gelişim sürecinin hızı bir yana- gelişim süreci içinde olduğunu düşünüyorum. Bir yanda bu disiplinleri eskide olduğu gibi alıp devam ettirenler var, diğer yanda ise çağın bilime getirdiği yenilikler ve yeni imkanlardan yararlanarak, çağdaş ve evrensel bilim ve metodları da kullanarak yenileştirenler, geliştirenler var. Belli bir zamandan sonra Batı'da, sosyal ve tabîî bilimlerde kullanılan metodları, vahiy kökeninden bağımsız bir vakıa olarak dine uygulayan "din bilimleri" ortaya konmuştur. Yenileştirme (tecdid) faaliyetinde müslüman ilim adamları, vahiyden bağımsız olmaksızın bu bilimlerin verilerinden de yararlanmaktadırlar. Sonuç olarak bir krizden değil, belki biraz gecikme ile gerçekleşmekte olan gelişmeden söz edebiliriz. Çeşitlilik, düzensizlik, sürecin hızı kriz işareti değil, işin tabiatının gereğidir.

KUR’ÂN TEFSİRİNE OLAN İHTİYAÇ

 

 

  

Her zaman ve her devirde edebî, felsefî ve ilmî eserlerin muhatapları tarafın­dan iyice anlaşılıp kavranabilmesi için, onların iyi anlayanlar tarafından izah edilip açıklanması gerektiği aşikârdır. Bu gibi eserlerde, öyle esas ve prensipler vardır ki, onu okuyan herkes ne demek istediğini anlayamaz. Hele insanlığı sapıklıktan kurtaracak ve ona her iki âlemin saadetini sağlayacak olan dinî ve İlâhî kitapların muhteviyatı, edebî, ilmî ve felsefî eserlerden daha karışık oldu­ğundan, muhatapları tarafından, daha iyi anlaşılması gerekir.

Kur'ân-ı Kerim’deki hakikatleri bize en iyi öğretecek kişi, bizzat kendisine Kur'ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamber'dir. O, Kur'ân-ı Kerim tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân ona indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar ayetlerde açık olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân kendinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur, dolayısıyla Allah kelâmının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah'ın kelâmı ile olanıdır. Kur’ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, onun tefsirinde salâhiyet sahibi olan kimse kendisine vahiy gelen Hz. Peygamber ve onun sünnetidir. Bir ayetin açıklanışı Kur'ân'da ve sünnette bulunmazsa, o zaman sahabelerin bu husustaki sözlerine müracaat edilir. Bundan sonraki mertebe tabiiler ve tebeu tabiilerin tefsirleridir. Yukarıda zikrettiğimiz esaslar göz önünde bulundurulduktan sonra, Arap di­lindeki vukufu ve dinî hükümlerdeki bilgisi nispetinde müfessirlerin istihraç edilebileceği manalar yer almaya başlar.

 

 

 

 


       Kur'ân-ı Kerim’deki hakikatleri bize en iyi öğretecek kişi, bizzat kendisine Kur'ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamber'dir. O, Kur'ân-ı Kerim tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân ona indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar ayetlerde açık olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân kendinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur, dolayısıyla Allah kelâmının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah'ın kelâmı ile olanıdır. Kur’ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, onun tefsirinde salâhiyet sahibi olan kimse kendisine vahiy gelen Hz. Peygamber ve onun sünnetidir. Bir ayetin açıklanışı Kur'ân'da ve sünnette bulunmazsa, o zaman sahabelerin bu husustaki sözlerine müracaat edilir. Bundan sonraki mertebe tabiiler ve tebeu tabiilerin tefsirleridir. Yukarıda zikrettiğimiz esaslar göz önünde bulundurulduktan sonra, Arap di­lindeki vukufu ve dinî hükümlerdeki bilgisi nispetinde müfessirlerin istihraç edilebileceği manalar yer almaya başlar.


HZ. PEYGAMBERİN DEVRİNDE TEFSİR VE YAZILI SÜNNETİN İLK VERİLERİ

 

        Hz. Peygamberin tefsirdeki yeri oldukça önemlidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’ân’dan sonra ilk müfessirdir. Çünkü kendisine indirilen vahiy ona onu açıklama ve tebliğ etme görevini de kendisi yerine getiriyordu. O dönemin Kur’ân muhatapları olan Araplar şiir ve edebiyatta ileri bir seviyede idiler bundan dolayıdır ki, Kur'ân'ın ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nispetinde onu anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. İlk devirde, derin akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görülmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı.  İlk tefsirlerde Peygamberimizin bu sözleri (tefsirleri) esas alınmış, tefsir bunun üzerine bina edilmiştir. Fakat müteahhirun ulemanın tefsirlerinde lügat, belagat ve bunun gibi daha pek çok hususlar aranmıştır. Hâlbuki ilk tefsirlerde bu gibi teferruat yoktur. Onda şeriat ve ahkâmda Allah’ın muradını beyan vardır.


      Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed’in kendisi (sünneti) olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm’in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bazen herhangi bir mesele bir yerde mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân'dan bir mesele inceleneceği zaman, o mesele ile ala­kalı bütün âyetler üzerinde durmak gerekir. Bazı meselelerin bu şekilde halli mümkün oluyorsa artık başka bir kaynağa başvurmaya lüzum kalmaz. Bu du­rumda da birçok konularda Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsir edildiği neticesi ortaya çıkar.


 

Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirine âit örneklerden sadece birini vereceğiz, Meselâ, Bakara Sûresi’nin 187. Âyetindeki “fecir”  lafzının  kendinden hemen önceki mücmel lafzı açıklaması gibi. Eğer bu âyette “fecir” kelimesi zikredilmemiş olsaydı, beyaz ipliğin, siyah iplikten ayırt edilmesinin ne manaya geldiği kapalı kalacak, mecaz ve hakikat manaları üzerinde çeşitli yorumlar yapılacaktı. ‘’Burada kullanılan ibare lafzen ‘’beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinciye kadar’’ şeklindedir. Hiç kuşku yok ki ‘’beyaz iplik’’le tan yerinin aydınlığı, ‘’siyah iplik’’le de gecenin karanlığı kastedilmektedir. Zaten Allah Rasulü de âyeti böyle açıklamıştır.’’[1]

        Kur’ân’ın sünnet ile tefsirine gelince Kur'ân-ı Kerîm’in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zât, kendisine kitap gelen Hz. Muhammed’dir. O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Bunlar olmadan peygamber olunamaz.

 

 


      Kur'ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izah ve açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri sünnet İslâm şeriatının ikinci kaynağı olmuştur. Sahabe daha ilk günlerden itibaren Hz. Peygamberin sözlerini dikkatle takip ederek onları hafızalarında tutmaya ve toplamaya önem vermişlerdir. Vefatından sonra da sahabe ders halkaları teşkil ederek Kur'ân'ı ve onun sünnetini öğrenme ve öğretmekle meşgul olmuşlardır. Kurtubî

 

tefsirinin mukaddimesinde, sünnetin Kur’an’ı beyanı iki şekilde olduğu anlatılmaktadır. Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela, beş vakit namazın vakitlerinin beyanı, zekâtın miktarı ve haccın menasikini beyan gibi. İkincisi ise, kitabın hükmü üzerine ziyadeliktir. Mesela, kadının nikâhını, hala ve teyze üzerine haram kılınması sünnet ile olmuştur. Peygamberimiz Kur’ân’ın tamamını tefsir etmemiştir. Hz. Peygamberden işitilen tefsir haberleri sahabe arasında nakledilirdi. Fakat onlar her şeyi soramamışlar, akıl seviyeleri ve amelî hayat ihtiyaçları, sormak lüzumunu hissettirmemişti. Bu bakımdan Peygamberimizin yapmış olduğu tefsirin azlığına işaret edilebilir.

      Hz. Peygamberin tefsir örneklerini çıkarmak için müracaat edeceğimiz ilk kaynak hadis mecmuaları olacaktır. Biz sadece örnek olsun diye bir örnek vermekle yetineceğiz.

 

      Adiyy b.Hatem tarikiyle gelen haberlerde Fatiha suresinin son ayeti (Gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar) genel gelmiş. Efendimiz(s.a.v.) ise onu Yahudiler ve Hıristiyanlar ile hususileştirmiştir. ‘’Bu Kur’ânî tesbit Allah Rasulü’nün dilinden de bize kadar gelmiştir.’’[1]

 

Hadisin resmi olarak tedvinini Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar götüren bilimler tarihi uzmanları,  bu resmi tedvin faaliyeti öncesinde Hz Peygamber döneminde muvakkat olarak hadisin yazılmasını kısıtlayan  vahiy elçisinin kendi sözlerinin Kur’ân’la karışması endişesinden  dolayı  bu tutumunu bir zaman sonra kaldırmıştır.  Burdaki kastımız mecmualar halinde kaleme alınmış  hadis fasiküllerinden farklı olarak Hamidullah Hoca’nın da  bahsettiği üzere Hz. Peygamber döneminde  hadis üç suretle yazılmıştır: 1- Peygamber Aleyhisselamın emriyle yazılan resmi vesikalar. 2- Peygamberin emriyle yazılmış olan gayri resmi vesikalar. 3- Asri nebevi de sahabenin yazdıkları yazılar. Resmi vesikaların tahririne hicretten önce aşlandığı görülmektedir. Müslümanların Habeşistan’a hicretlerinde Kral Neçaşi’ye verilmek üzere yazdığı mektup bu vesikalardan biridir.[1] Peygamberin emriyle yazılan gayr-i resmi vesikalar meyanında şunu zikretmek mümkündür. Buhari der ki: ‘’Peygamber (s.a.v) Mekke’nin fethinde irad ettiği mühim nutku, Ebu-Şâh adındaki Yemenli bir Müslüman dinlemiş ve Peygamberden o nutkun yazılarak kendisine verilmesini istemişti. Peygamberin emriyle adamın arzusu yerine getirildi.’’[2]

 

      Sahâbenin çoğu ise rivayet ettikleri hadisleri bizzat kendileri kaleme almışlardır. Onlardan ancak bir kısmının isimlerini zikretmekle iktifa edeceğiz.

      Tirmizî, Sa’d b. ‘Ubâde el- Ensârî’nin Rasûllullâh (s.a.v.)’in bazı hadis ve sünnetlerini topladığı bir sahifesi bulunduğunu rivayet etmektedir. Sa’d b. ‘Ubâde’nin oğlu, bu sahifeden hadis rivayet ederdi. Buhârî, bu  sahifenin, Abdullah b. Ebî Evfâ’ın sahifesinin bir nüshası olduğunu söylemektedir.

     Semure . Cündeb (v. 60) büyük bir nüshada birçok hadîs toplamıştır. Bu nüsha kendisine intikla eden oğlu Süleyman da onu babasından rivâyet etmiştir.

    Câbir b. Abdillâh’ın (v. 78) da bir sahifesi vardır. Müslim Sahîh’in de bu sahîfenin hac menâsik-i hakkında olduğunu söyler.

    Asr-ı Sâadette yazılan sahîfelerin en meşhûru, Abdullah b.’Amr b. ‘Âs’ın (v.65) bizzat Rasûllullâh (s.a.v.)’den yazarak topladığı Sahîfe-i sadıka’dır. İbnu’l Esîr’in söylediğine göre bu sahîfede bin hadis-i şerif bulunmaktadır.[1]

SAHABENİN TEFSİRDEKİ YERİ

      Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Sahabeyi tefsir sahasında iki şey yükseltiyordu. Birincisi sarsılmaz mutlak imanları, ikincisi ise hadise ve sebepleri müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, kısacası sebebi- nüzule vakıf olmaları idi. Sahabe Peygamberimiz (s.a.v.) vefat edince  insan olmanın doğal akışı ile kendilerini kuşatan siyasi ve ekonomik olayların etkisinde kalarak bir ihtilafın içine düşmüşlerdir. Topladıkları bilgi malzemesi, adetlere vukufiyetleri, anlayıştaki başkalığı da beraberinde getirmiştir. Sahabe de Kur’ân-ı akli seviyeleri ve kültürleri itibariyle anlıyorlardı. Sahabenin hepsi Kur’ân’ı anlıyordu demek, bir dili bilenlerin o dilde yazılmış ilmi eserleri anlarlar demek gibi bir şeydir. Bir eseri anlamak için, o eserin dilini bilmek kâfi gelmez, aynı zamanda aklen ve kültür bakımından o kitabın kültür seviyesine yükselmek lazım gelir. Bu sebeple de Hz. Peygamberin sürekli yanında bulunanlar, diğerlerine nispetle bilgi yönünden üstün konuma geçmişlerdi.

BU DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI

 Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulun­duğunu görmekteyiz. Bunlar;

1-Kur’ân-ı Kerim,

2- Hz. Peygamber,

3-İctihâd  ve  re’y,

 4-Diğer İlâhi Kitablar ve Ehl-i Kitaba Müracaat                                                                                                 

SAHABENİN TEFSİRDEKİ METODU

              Sahabe Kur’ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamberden işitmek suretiyle veya içtihatlarıyla yapmışlardır. Bu şekilde sahabe, İslâm'ın daha iyi anlaşılabilmesi ve İslâm'ı yabancılara daha iyi anlatabilmeleri için, Kur’ân’dan yaptıkları tefsirlerde, kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardı. Yaptıkları gerçekçi tefsirlerle, inananların batıl yollara sü­rüklenmelerine mani olmuşlardır. İbn Haldun aksini iddia etse de[1] sahabelerin hepsi aynı derecede değildi, nitekim aralarında anlayış ve idrak farkları olması tabii idi. Sahabenin topladığı bilgi malzemesi ve âdetlere vukufları bakımından anlayışları başka başka olabilirdi. Bunlar daha ziyade, ilmî derecelerindeki farklılık ve aklî mevhibelerinden ileri gelmekte idi. İlmî bakımdan aralarında büyük farklılıklar olduğu gibi, fazilet bakımından da müsavi değillerdi. Bazısı bazısından daha cesur, bazısı daha kerim, bazısı ise daha âlimdi. Bu şekilde farklı akliyata sahip olan sahabenin, kendi dil ve üslupları ile nazil olmuş olan Kur'ân'ı anlayışları aynı olamazdı. Dolayısıyla sahabelerin hepsi tefsir ile meşgul olmamış, bilakis bu işle belli bir kesim ön plana çıkmış ve diğerleri müşkil buldukları hususları onlardan öğrenmişlerdir.

Sahabe Arasında Tefsir İlminde Meşhur Olmuş Olanlar

     Sahabe arasında tefsir sahasında şöhret kazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz: Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Abdullah b. Abbas, Ebû Musa el-Eş’arî, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. ez-Zübeyr.

Abdullah b. Abbas ve Tefsirdeki Yeri

      Bahru’l-İlim, hibr, tercümanu’l-Kur’an vasfını kazanmış olan bu sahabî, Allah’ın Onu dinde fakih kılması ve te’vili öğretmesine dair  Peygamberimizin duasına mahzar olmuştur. Hz. Peygamberin vefatı esnasında 13 veya 15 yaşlarında olduğu söylenir. İdarî işlerde pek fazla bulunmamıştır. Abdullah b. Selam ve Ka’bu’l-Ahbar’dan bol bol rivayette bulunmuştur. Abdullah b. Mes’ud kendisinin ‘’Tercümanu’l-Kur’ân’’ olduğunu söylemiştir. Bir ilim medresesi kurmuş olan Abdullah b. Abbas’ın birçok kitaplara sahip olduğunu kaynaklarımızda yazılı olan rivayetlerden biliyoruz. Abdullah b. Abbas, Kur’ân tefsirine ait haberleri ya Peygamberimizden veya sahabeden işitmek veyahut yabancı kültürlerden aldığı malzeme ile ictihadda bulunarak nakletmiştir. Abdullah b. Abbas sahabe içinde temayüz etmiş bir şahsiyet olduğu için onun adına uydurulmuş rivayetler de bulunmaktadır. İmam Şafii “İbni Abbas’tan bize tefsire dair yüz kadar hadisten başka bir şey gelmemiştir.” diyerek bu konuda dikkatli olunması gereğine dikkat çekmiştir.

Abdullah b. Mes’ud ve Tefsirdeki Yeri

    Bu sahada Abdullah b. Abbas’tan sonra ilk akla gelen sahabe odur. Hz. Peygamberin yanına izinsiz olarak girebilme müsaadesi olan yegâne sahabe olması hasebiyle, birçok âyetlerin tefsirini Hz. Peygamberden işitmiştir. Abdullah b. Mes’ud, Irak tefsir medresesinin temelini atan şahsiyettir. Tefsirde rey’e ehemmiyet vermiştir. Peygamberimiz onun Kur’ân okuyuşunu dinlerdi. Yine bu zat müşriklere karşı cehren ilk Kur’ân okuyan kimsedir. Kur’ân nüshasında tefsir kabilinden bazı ilaveler vardır ki bunlar kendinden sonrakilerin fikir hayatında hayli etkili olmuştur. Fıkıh, lügat ve kıraat ilimlerinde de kendisi bir melce idi. Talebesi Mesruk, hocası hakkında “Abdullah bize evvela bir sureyi okur sonra da bu sureyi bütün gün tefsir ederdi.” demektedir. Abdullah b. Mes’ud müteşabih âyetler hakkında, te’vil yolunu kabul edenlerdendir.

TABİÛNUN TEFSİRDEKİ YERİ

 

       Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması Müslümanların Kur’ân’a daha sıkı sarılarak bilgiyi düzenli hale getirmelerini gerekli kılmıştır. Tabiin döneminde ilmî sahada daha çok öne çıkan kimseler mevalidir, çünkü İslâma yeni giren milletlerin İslâmı öğrenmeye olan arzuları ve Arapların, ilim ve idarecilikle uğraşmayı bir eksiklik gördükleri için bu dönemde ilim ve bilhassa tefsir sahasında temayüz eden şahısların Arap olmadıkları görülür. Bunlara umumi bir isim olarak mevali denmiştir. Bunların İslâmî ilimlerdeki rolü küçümsenmeyecek kadar büyüktür ve bu mevalinin durumu, efendilerinin cemiyetteki durumuna bağlı idi. Tüccar olan sababinin mevlası tüccar, âlim olan sahabinin mevlası ise âlim idi.

Abadile (Abdullah b. Abbas, Abdullah b. ez-Zübeyr, Abdullah b. Amr b. As, Abdullah b. Ömer) vefat ettikten sonra fıkıh bütün beldelerde mevalide idi. Mevali doğal bir sonuç olarak tefsirlerine kendi kültürlerini de katmışlardır Tabiûnlar, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat et­mişlerdi. Artık tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fert­ler ona yeni bir şeyler katmışlardır. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, harika ve hurefeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.

 

 

Re'y ile tefsir faaliyeti, sahabe devrinde mevcut olsa da, Tabiinler devrinde, âyetleri kendi rey’leri ile tefsir etme hareketi daha açık olarak görülmektedir. Re'y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıklarını teyit için, Kur'ân'daki tedebbür âyetlerine ve Hz. Peygamberin sözlerine istinat ettiler. Eğer re'y ile tefsir yapılamayacak olsaydı, dini ahkâmın pek çoğunun batıl olması gerekliliğini savundular.

      Tefsir Medreseleri ve Bazı Meşhur Tabiûn Müfessirler

      1-Mekke Medresesi: Kurucusu Abdullah b. Abbas olup birçok meşhur tabiûn bu okuldan ilim almıştır. İbn Abbas öğrencilerine Allahın ayetlerini tefsir eder, müşkillerini açıklığa kavuştururdu. İbn teymiyye “tefsirde insanların en âlimi olanlar Mekke ehlidir.” dediği rivayet edilir. Öğrencileri arasından üç tanesi öne çıkmıştır. Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime.

 

    2-Medine Medresesi: Kurucusu vahiy kâtibi ve sahabenin arasında Kur’ân konusunda ki bilgisiyle temayüz etmiş, Übeyy b. Kab’dir. En meşhur öğrencileri, Muhammed b. Kab el-Kurezî ve Zeyd b. Eslem’dir.

     3-Irak Medresesi: Bu medresenin kurucusu Abdullah b. Mes’ud’dur. İbn Mesud Kûfe’de uzun süre kalmış ve şer’i bir delilin bulunmadığı durumlarda re’y ve kıyasa başvurma metodunu geliştirmiştir. Irak bölgesinin Hicaz’dan farklı proplemleri olan bir yer olmasından dolayı rey ve içtihada daha çok başvurma gerktiğinden bu ameliye diğer yerlere nispetle daha çok olmuştur. Bundan dolayıdır ki diğer yerlerde de re’ye başvurulduğu halde burası ehli re’y olarak meşhur olmuştur. Bu okulun en meşhur öğrencileri, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.[1]

 

 

              İslâm hukukunun oluşum süreci ile ilgili olarak Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde hazırlık safhasının tamanlandığı; müctehid imamlar döneminde sistemleşmeye başladığı; mezhep merkezli dönemde ise sistemin olgunlaştığı ifade edilebilir. İslâm hukukunun dönemlendirilmesi ise bu sürecin aşamalarını göstermektedir. Dönemler belirlenirken kimi yazarlar siyasi iktidarı esas alarak Hz. Peygamber-Emeviler-Abbasiler şeklinde bir sınıflandırma yapmışlardır. Kimileri fıkhı canlı bir organizmaya benzeterek doğuş, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık dönemlerinden söz etmişlerdir. Üçüncü bir yaklaşım olarak hukukun oluşumunda etki eden kadrodan hareketle Hz. Peygamber-sahabe-tabiûn-müctehid imamlar şeklinde bir çizgi takip etmek mümkündür. Müctehid imamlar sonrasındaki dönem, literatürde genelde, “taklid dönemi” olarak nitelenmekte, bu dönemden sonraki aşama ise “kanunlaştırma ve uyanış dönemi” adıyla ifade edilmektedir. Biz esas itibarıyla, hukukun oluşum sürecinde etkili olan kadrolardan hareketle “Hz. Peygamber-sahabe-tabiûn-müctehid imamlar-mezhep merkezli dönem kanunlaştırma hareketleri ve yeni dönem” şeklinde bir sıralama takip edeceğiz.

 

 

 

 

HZ. PEYGAMBER DÖNEMİ

            Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun durumunu ele alırken Mekke ve Medine safhalarının özelliklerini göz önüne almak gerekmektedir. Mekke’de geçen hicretten önceki on üç yıl zarfında tebliğ edilen esaslar ağırlıklı olarak, Allah’ın birliği, Peygamberlik müessesesi, Ahiret hayatı gibi temel inanç ilkelerinin yerleştirilmesine yönelik olmuştur. Bunun yanında prensip olarak temel ahlak esasları üzerinde durulmuş, ancak bunları müeyyideye bağlayan ayrıntılı hükümler henüz getirilmemişti. Mekke dönemindeki tebliğ sürecinin, insanları inanç ve ahlak bakımından belli bir düzeye getirerek, daha sonra emredilecek somut ve ayrıntılı hükümleri kabul edebilecek bir motivasyon sağlama gayesi taşıdığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan Hz. Aişe’nin (ö. 58/678) ilk inen ayetlerin Cennet ve Cehennem motifleri taşıdığı, daha sonra helal ve haramla ilgili ayetlerin geldiğine ilişkin tespiti önemlidir. Hz. Aişe’nin değerlendirmesine göre, fertleri hazırlamadan ilk etapta içkiyi ya da zinayı terk etmek emredilseydi, insanlar bu emirlere direnç gösterirlerdi (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 6). Ayrıca Müslümanların Mekke’de sosyal ve siyasal ağırlığı bulunmayan bir azınlık konumunda olmaları da, hukuki yükümlülüklerle sorumlu tutulmalarına elverişli değildi. Bu bağlamda somut hükümlerin Medine döneminde söz konusu olmaya başladığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Müslümanlar, Medine’de şehrin yönetimi üzerinde etkisi olan bir topluluk haline geldiler. Medine’de yaşayan bütün grupların iştirakiyle, hak ve sorumlulukları belirleyen ortak bir belge (Medine Vesikası) tanzim edilerek Hz. Peygamber’in etrafında bir nevi siyasal bir teşkilatlanma meydana getirildi. Bu aşamadan sonra hukuki hükümlerin vaz edilme ve uygulanma imkânı ortaya çıkmıştır. Zira sosyal olgu boyutundan hareket edildiğinde bir kurala hukukiliğini kazandıran niteliğin, o kuralı uygulatacak, ihlali halinde yaptırıma tabi tutacak bir iktidarın mevcudiyeti olduğu açıktır. Müslümanlar böyle bir iktidar yapısına Medine döneminde sahip olmuşlardır. Nitekim bu dönemde ibadet konuları ile ilgili ayrıntılı hükümlerin yanı sıra evlenme, boşanma, velayet, miras, ticari hayat, akitler ve borç ilişkileri, haksız fiiller, cezalar, muhakeme (yargılama) usulü, savaş ve barışla ilgili kurallar vb. sosyal hayatın hemen her alanını düzenleyen kurallar vazedilmiştir. Bu süreç Hz. Peygamber’in vefatına kadar sürmüştür.

 

Bu Dönemde Hukukun Kaynakları

           Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun temel kaynağı vahiydir. Dolayısıyla İslâm Hukuku’nun ilk kaynağını Kur’ân, fıkıh terminolojisindeki ifadesiyle Kitâb oluşturmaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in Sünnet’i yer almaktadır. Sünnet, Hz. Peygamber’in ahkâm ayetlerinin anlaşılması ve uygulanması ile ilgili söz, eylem ve onaylamalarını içerdiği gibi, Kur’ân’da temas edilmeyen konuları hükme bağlayan tasarruflarını da kapsamaktadır. İslâm hukuku terminolojisinde, Kitâb ve Sünnet’in her ikisini ifade etmek için nass terimi de kullanılmaktadır. Bu anlamda kullanılan nass teriminin yanında İslâm Hukuku’nun kaynaklarını ifade etmek için kullanılan diğer temel terim ise ictihaddır. Hz. Peygamber döneminde ictihadın bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımadığı görülmektedir. Zira Hz. Peygamber’in ictihadında iki ihtimal söz konusudur. Eğer ulaşılan çözüm ilahi iradeye uygun değilse, vahiy aracılığıyla meselenin hükmü belirtilmekte ve konu açıklığa kavuşturulmaktadır. Nitekim zıhâr olayıyla ilgili kendisine getirilen meselede toplumda yerleşik telakkiye uygun olarak evlilik birliğinin sona erdiği yönünde görüş beyan etmiş, ancak Mücadele süresinin ilk dört ayeti ile bu durumun evlilik bağını sona erdirmediği, yalnızca keffâret gerektirdiği hükme bağlanmıştır. Eğer Hz. Peygamber’in benimsediği çözüm ilahi iradeye uygunsa herhangi bir müdahale söz konusu olmamakta, bu durum da zımnî bir onay şeklinde değerlendirilmektedir. Hz. Peygamber döneminde sahabenin yaptığı ictihad ise ancak onun onayından geçtiği takdirde geçerli kabul edilmekteydi. Bu dönemde sahabenin ictihadı daha ziyade, Hz. Peygamber tarafından çeşitli bölgelere görevlendirilmeleriyle gündeme gelmiştir. Yemen’e gönderilen Muaz b. Cebel ile Hz. Peygamber arasında geçen diyalog konuyla ilgili önemli bir veridir. Karşılaştığı meselenin hükmünü Kur’ân ve Sünnet’te bulamazsa ne yapacağı sorusuna Muaz, ictihad ederek meseleyi çözümsüz bırakmayacağı cevabını vermiş, Hz. Peygamber de bu tavırdan duyduğu hoşnutluğu dile getirmiştir. Görüldüğü üzere ictihad eğer Hz. Peygamber tarafından yapılmışsa geçerliliğini vahyin onayından; eğer sahabe tarafından yapılmışsa geçerliliğini Hz. Peygamber’in onayından almakta, bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımamaktadır. Vahyin doğrudan olaylara çözüm getirebildiği bir dönemde gerek Hz. Peygamber’in gerekse sahabenin ictihadının gündeme gelmesi, sahabe kuşağını Hz. Peygamber sonrası döneme hazırlama işlevi görmüştür. Sahabe nesli problemlere çözüm getirmek için ictihad edileceğini, sonuçta bazen hata bazen de isabet edileceğini Hz. Peygamber’in sağlığında uygulamalı olarak öğrenmiştir. Bazı usûl alimleri Hz. Peygamber döneminde İslam öncesi döneme ait örflerinde bir hukuk kaynağı niteliği taşıdığını ileri sürmektedir. Ancak bunların geçerliliği Hz. Peygamber tarafından onaylanmalarıyla mümkün olmuştur ve meşruiyet açısından sünnete dayanmaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber döneminde İslâm öncesi örflerin bir hukuk kaynağı olduğunu ileri sürmek, doğru bir yaklaşım değildir. Sonuç olarak Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun iki kaynağından bahsetmek mümkündür: Kitâb ve Sünnet.

SAHABE DÖNEMİ

       İslâm hukukunun oluşum süreci açısından sahabe döneminden bahsettiğimizde, dört halife dönemini ve kısmen Emevi idaresini kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. Özellikle ilk iki halife dönemindeki uygulamalar, İslâm hukuk düşüncesinin gelişimi açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Hz. Ebu Bekir (ö. 13/634) ve Hz. Ömer (ö. 23/644) dönemlerinde ictihad niteliğine haiz olan sahabilerin çoğunlukla Medine’de bulunması, bazı konularda istişare ile geniş tabanlı bir karara ulaşılmasını kolaylaştırmıştır. Hatta bu konuya ayrı önem verdiği anlaşılan Hz. Ömer’in belli başlı hukukçu sahabileri Medine’de ikamete mecbur tuttuğuna dair rivayetler de vardır. Daha sonraki dönemlerde ise çeşitli bölgelere yerleşen sahabiler sahip oldukları nass birikimi ve ictihad misyonunu kendilerine öğrencilik eden tabiûn nesli hukukçularına aktarmışlardır. Daha sonraki aşamalarda muhtelif bölgelerde belirli fakih sahabileri üstad olarak kabul eden ekolleşmeler görülecektir. Bu anlamda çeşitli bölgelerde farklı sahabilerin öne çıktığı görülmektedir. Örnek olarak Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687), Kûfe’de Abdullah b. Mesud (ö. 32/653), Medine’de Zeyd b. Sabit (ö. 45/655) ve İbn Ömer (ö. 74/693) gibi fakih sahabiler gerek fetva hususunda gerekse fıkhi birikimin aktarılmasında önemli rol oynamışlardır.

Sahabe Döneminde Hukukun Kaynakları

          Sahabe döneminde hukukun ilk kaynağını doğal olarak nasslar, yani Kitâb ve Sünnet oluşturuyordu. Hukuki bir mesele ile karşılaşan sahabinin ilk araştırdığı nokta konuyla ilgili bir nassın olup olmadığıydı. Konuyla ilgili nassa ulaşılamadığında meselenin çözümü için ictihad yapılıyordu. Hz. Peygamber döneminin aksine, sahabe zamanında ictihad bağımsız bir hukuk kaynağı olarak nassların yanında yer alıyordu. Dolayısıyla sahabe döneminde İslâm hukukunun üç kaynağından bahsedebiliyoruz: Kitâb, Sünnet ve ictihad. Hz. Ebu Bekir ve Ömer devrindeki uygulamayı aktaran rivayetlere göre bu iki halife, konuyla ilgili nassa ulaşamadıkları zaman diğer fakih sahabilere Hz. Peygamber’in meseleye açıklık getiren bir hükmü olup olmadığını sorarlardı. Bu yolla da nakli bir bilgiye ulaşılamazsa ileri gelen hukukçu sahabilerle bir araya gelerek meseleye çözüm getirirlerdi. Önde gelen sahabilerin bir araya toplanılarak atılacak adımlar ve alınacak kararlar konusunda onların görüşlerinin alınması “şûrâ”dır. İctihaddan farklı olarak danışma esasına dayanır. Devlet yöneticilerinin önde gelen sahabileri toplayarak onların görüşlerini alması, teknik anlamda ictihad olarak nitelendirmek pek doğru olmaz. Belki, danışma temeline oturan bir tür ictihad faaliyeti olarak değerlendirmek mümkündür. Eğer fakih sahabilerin hepsi toplanmışsa veya şura kararı açıklandıktan sonra bir muhalefet söz konusu olmamışsa, bu şekilde ulaşılan sonuçlar, daha sonraki döneme sahabenin icmâı şeklinde yansımıştır. Bu durum daha çok ilk iki halife dönemi için söz konusudur. Sonraki periyotta çeşitli İslâm ülkelerine dağılan sahabilerin bireysel ictihadları görülmektedir. Kimi usûl alimleri, sahabe döneminde gerçekleşen şura faaliyetini icmâ şeklinde niteleyerek bu dönemde hukukun dört kaynağı olduğunu ileri sürmektedir. Ancak sahabe dönemindeki olgu, usul literatüründe çerçevesi çizilen icmâ kavramıyla tam olarak örtüşmemektedir. Burada karşıt görüşe sahip bazı sahabiler olsa bile, çoğunluğun bir konuda ittifaka varması söz konusudur. Ayrıca bu görüş birliğinin kaynak olarak algılanması sahabeden ziyade, sonraki kuşaklarda kendisini göstermektedir.

 

TABİÛN DÖNEMİ

           Tabiûn dönemi sahabeden sonraki neslin, diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’den sonraki ikinci kuşağın dönemini ifade etmektedir. Bu dönemin önemli bir bölümü Emeviler’in iktidarda olduğu zaman dilimine tekabül ettiği için, kimi düşünürlerce “Emeviler Dönemi” olarak da adlandırılmıştır. İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi, farklı sosyal çevreye ve etnik kimliğe mensup birçok insanın İslâm’la tanışması tabiûn döneminde fıkhi faaliyetin canlı bir şekilde icra edilmesinin sebepleri arasında yer almaktadır. Zira yeni Müslüman olanlara İslâm dininin uygulamaya yönelik boyutlarını öğretmek fıkıh disiplini çerçevesinde gerçekleşmektedir. Muhtemelen, İslâm dininin emirlerini öğrenmek, bu arada Müslüman toplum arasında statü edinebilmek gibi saiklerle çok sayıda Arap asıllı olmayan mühtedinin fıkıh ilminde uzmanlaştığı dikkat çekmektedir. Nitekim tabiûn dönemi fıkıh hareketleri içerisinde “mevâlî” adı verilen, Arap kökenli olmayan alimler önemli bir rol oynamıştır. Bu dönemde sahabe neslinin öğrencisi olan hukukçular, hocalarından aldıkları birikim ve nosyonla İslam hukuku çalışmalarını sürdürmüştür. Dolayısıyla çeşitli bölgelerde hukuki faaliyeti yönlendiren sahabe dönemi hukukçularından sonra aynı rolü tabiûn nesline mensup öğrencileri üstlenmiştir. Bu bağlamda Medine’de Said b. Müseyyib (ö. 94/712), Mekke’de Atâ (ö. 114/732) ve İkrime (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame b. Kays (ö. 62/682), İbrahim en-Nehaî (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr (ö. 95/714) ilk akla gelen isimler içerisinde yer almaktadır. Emevilerin dini hassasiyet ve ilim adamları ile –nispeten- mesafeli olan durumu, İslâm hukuku alanındaki faaliyetlerin tamamen hukukçuların şahsi gayret ve inisiyatifi ile yürümesine zemin hazırlamıştır.

Tabiûn Döneminde Hukukun Kaynakları

          

          Tabiûn döneminde de sahabe döneminde olduğu gibi Kitâb, Sünnet ve ictihad hukukun ana kaynaklarını teşkil ediyordu. Bunların yanında tabiûn dönemi hukukçuları için, sahabe dönemi hukukçularının ictihad ve fetvaları da bir hukuk kaynağı niteliği taşıyordu. Tabiûn döneminde yaşayan bir hukukçu, karşılaştığı problemle alakalı Kitâb ya da Sünnet’te bir çözüm buluyorsa bunu uyguluyordu. Bulamadığı durumda kaynak olarak sahabenin görüşlerine başvuruyordu. Sahabenin konuyla ilgili görüş birliği mevcutsa bu uygulanıyordu. Kimi yazarlara göre bu durumu, bir çeşit icmâ algısı olarak nitelemek mümkündür. Konuyla ilgili farklı sahabi ictihadları varsa bunlar arasında tercih yapılıyordu. Sahabe kavlinin, tabiûn dönemi hukukçuları için Kitâb ve Sünnet nasslarının yanında naklî bir delil olarak algılandığı, bir nevi sünnet şeklinde telakki edildiği anlaşılmaktadır. Sahebe hukukçularının da görüş bildirmediği hususlarda tabiûn dönemi hukukçuları, ictihad ediyordu. Dolayısıyla tabiûn döneminde İslâm Hukuku’nun kaynaklarını şöyle sıralamak mümkündür: Kitâb, Sünnet, sahabenin şûrâ /istişare temelli kararları (sahabe icmâı), sahabenin ihtilafları ve genel olarak ictihad (re’y).

 

      Tabiûn döneminde İslâm hukukunun tarihi gelişimi açısından dikkat çeken en önemli özellik, hukuk alanında ekolleşmlerin ortaya çıkması, “Hicaz ve Irak Ekolleri” ya da “Hadis ve Re’y Ekolleri” adıyla anılan akımların tarih sahnesinde yerini almasıdır.

 

Hukuk Ekolleri: Hicaz-Irak ya da Hadis-Re’y Ekolleri

 

           İslâm hukuk tarihi ile ilgili literatürde tartışma konusu olan hususların başında, ayırıcı kriterlerinin ve kapsamlarının belirlenmesi itibarıyla hukuk ekollerinin durumu gelmektedir. Kimi bilim tarihçileri tabiûn döneminin başlangıcında çevre ve hoca farkına bağlı olarak Hicaz ve Irak Ekolleri’nin oluştuğunu; Tabiûn döneminin sonlarında ise metodolojik ihtilaflara bağlı olarak Hicaz Ekolü içerisinden Hadis Ekolü, Irak Ekolü içerisinden ise Re’y Ekolü’nün çıktığını ileri sürmektedir. Bu bağlamda ekoller içerisinde bir ayırıma giderek “mutedil” ve “müfrit” re’y ve hadis taraftarlarından bahsedildiği de görülmektedir. Çoğu yazar ise, Hicaz ve Hadis Ekolleri ile Irak ve Re’y Ekolleri arasında bir yakınlık hatta aynılık görmektedirler. Ancak coğrafi mekan farkının çok kapsayıcı bir kriter olmamasından dolayı Hadis Ekolü ile özdeşleştirilen Hicaz’da Rebîa b. Ebî Abdirrahman (Rebîatü’r-re’y) (ö. 136/753) gibi re’yci fıkıhçıların, rey’ciliğin beşiği olan Irak’ta ise Şa’bî (ö. 110/728) gibi hadis ehli fıkıhçıların bulunduğu dikkatten kaçmamaktadır. Bu durum ise “yoğunluk farkı” gerekçesiyle açıklanmaya çalışılmıştır. Hukuk ekolleri konusunu, literatürdeki genel kabullere bağlı kalmak suretiyle, şu şekilde özetlemek mümkündür: Hicaz müctehidlerinin çoğunu hadis ehli, Irak müctehidlerinin çoğunu re’y ehli içerisinde değerlendirmek mümkündür. Bu re’ycilerin hadisi hiç kullanmadıkları, ya da hadisçilerin asla re’yle ictihad etmedikleri anlamına gelmemektedir. Her iki grup da hadisin bağlayıcı bir hukuk kaynağı olduğu, ictihad ve re’yin de nass bulunmayan konularda kullanıldığında anlaşmaktadır. Ancak re’y ehli olan fıkıhçılar, nassların akılla anlaşılabilir illetlere dayandığını ve insanların maslahatını gerçekleştirmeyi hedeflediğini düşünmektedir. Naslara bu bakış açısıyla yaklaştıklarından nass bulunmayan yerde re’ylerini kullanarak ictihad etmekten kaçınmazlardı. Bazen nasslardan elde ettikleri prensipleri uygular, bu prensiplerin diğer nassların zahiri (literal) anlamı ile çatışmasında bir sakınca görmezlerdi. Bundan dolayı re’y ictihadını geniş bir çerçevede kullanmışlar ve birçok meseleyi karara bağlamışlardır. Buna karşın hadis taraftarı kapsamında değerlendirilen alimler, bütün çabalarını hadislerin ve sahabe fetvalarının ezberlenip anlaşılmasında yoğunlaştırmışlardır. Bunların fıkhi uygulamaları bu nakle dayalı malzemenin anlaşılması ve sonradan çıkan olaylara tatbiki ile sınırlı kalmıştır. Nassın uygulanması, makul olmayan sonuçlar verse de bunda bir sakınca görmemektedirler. Bu tutumları dolayısıyla re’yle ictihad etmekten kaçınırlar, zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkça buna yanaşmazlardı.

 

             Tabiûn döneminde ana çizgiler şeklinde görülen ekolleşme, bir sonraki dönemde belli hukukçular etrafında teşekkül eden, “mezhep” adı altında ifade edilen yeni bir yapılanma ile farklı bir boyut kazanmıştır. Ancak bu dönemde de mezheplerin re’y ya da hadis ekolleri ile ilişkilendirilmesi problemi karşımıza çıkmaktadır. Kurucu hukukçulardan Ebu Hanife’nin (ö. 150/767) re’y ehli, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) hadis ehli olduğu noktasında neredeyse görüş birliğine ulaşılmıştır. Ancak diğer müctehid imamların hangi tarafta yer aldığıkonusunda farklı yaklaşımlar mevcuttur. Bu bağlamda, belli bir dönemitibarıyla, “re’y ehli” nitelemesinin fıkhi yaklaşım tarzının dışındaki bazı eğilimler için yergi amaçlı kullanıldığı dikkatten kaçmamalıdır. Nitekim kimi kelâmî gruplar, eleştirilen görüşleri nedeniyle “re’y ehli” olarak nitelenmiştir. Birtakım sosyal ve siyasal problemler sonucu geriye dönük olarak inşa edilen “re’y aleyhtarı söylem”, fıkıh düzleminde de Ebu Hanife ve Hanefileri hedef almıştır. Ancak mezheplerin yerleşip birbirleriyle ilişkilerinin geliştiği, “dört

mezhep” olgusunun yerleştiği dönemde “re’y ehli” tabiri olumsuz içerikten sıyrılmış, bu ekole nispet edilen Hanefiler de “hadis ehli” kökenli olduğu ifade edilen mezheplerle aynı muteberliğe sahip bir hukuki eğilim olarak kabul görmüştür.

MÜCTEHİD İMAMLAR DÖNEMİ

         

             Müctehid imamlar dönemi ile hicri ikinci asrın başlarından itibaren, dördüncü asrın ortalarına kadar uzanan zaman dilimi kastedilmektedir. İslam hukukunun oluşum sürecinde oldukça önemli merhalelere sahne olan bu dönem için “fıkhın altın çağı”, “tedvin dönemi” gibi nitelemeler de kullanılmaktadır.

Müctehid İmamlar Döneminde Hukukun Kaynakları

 

             Bu dönemde de Kitâb ve Sünnet hukukun temel kaynaklarını teşkil etmiştir. Bunun yanında sahabenin ittifak halinde oldukları ictihadları (sahabe icmâı), sahabenin bireysel ictihadları, hukukun kaynakları içerisinde yer almaktadır. Re’y ictihadı ise sistemleştirilerek kıyas, istihsan, ıstıslah (maslahat) gibi kısımlar halinde incelenmiş, her bir bölümün kaynak değeri ayrıca ele alınmıştır. Aynı şekilde sünnet malzemesinin tespit ve değerlendirilmesi ile ilgili farklı kriterler de söz konusudur. Fıkhın tedvin edilmesi bu dönemin diğer bir önemli özelliğidir. Bilindiği üzere sahabe döneminde Kur’ân bir metin haline getirilmiş ve çoğaltılmıştır. Sahabe neslinden itibaren bireysel anlamda hadis ve fıkıh malzemesini yazıya geçirenler olduğuna dair nakiller vardır. İlk dönemlere dayalı olarak bazı hukuki içerikli talimatname ve mektuplar da rivayet edilmiştir. Ancak fıkhi malzemenin gerçek anlamda yazılı kaynaklarda derlenip sistematik bir şekilde tedvin edilmesi müctehid imamlar döneminde gerçekleşmiştir. Görüldüğü üzere bu dönemde mezhep yapılanması ve tedvin olayı, birbirini besleyen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tedvin bağlamında dikkat çekilmesi gereken diğer bir husus, ortaya konan ictihadların naslarla bağlantısını göstermek ve sistematik tutarlılığını ortaya koymak amacı taşıyan fıkıh usûlü disiplininin tedvinine de bu dönemde başlanmasıdır. Şâfiî’nin (ö. 204/819) er-Risâle adlı eseri halen bu literatürün bize ulaşan ilk örneği ya da habercisi olarak kabul görmektedir. Ancak fıkıh usulü alanında tüm konuları ihtiva eden, terminolojinin yerleşmiş olduğu eserler de hicri IV. asrın başlarında, mezhep yapılanmasının tamamlanıp kurumsallaştığı dönemle eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır.[1]

 

 

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

 

        Verdiğimiz bu tarihi bilgilerin ışığında Hadis ilminin materyal anlamında veri olarak kaleme alınışı ve yazıya aktarımı tefsir ve fıkıh ilimlerini öncelediği kesindir. Ancak bununla beraber tefsir ilmine ait rivayetlerin hadis gibi sıkı bir tenkide tabi tutulmadığını da biliyoruz. Kanaatimce bunu Kur’ân’ın kendi metninin Cenâb-ı Hakk tarafından korunma altına alınmış olması ve Hıfz-ı İlâhi’nin Kur’ân etrafındaki rivayetler için böylesi olağan bir çaba  için insanlığı is’timal etmemiş olmasını tabii olarak görmek gerekir. Sadece bu rivayetlerin yazılıp aktarılması yeterliydi. Bu konuda İmam İbn Cerir et-Taberî’nin gayret ve çalışmasını hayırla yâd etmek gerekir. Hadislerin tedvini ise doğrudan Allah tarafından korunma altına alınmamış olması bu mirasın sahipleri olan Müslümanlar tarafından artı bir çaba gerekiyordu. Bütün bir gayretin harcanması sonucu  sadece bu ümmete has olarak ‘’isnad’’ ilmi gelişmiş oldu. Delil olarak hadis külliyatı ve onunla ilgili  kaleme alınmış eserler buna şahittir. Hadisin Külliyatının bu itibarla tefsir ve fıkha ilişkin rivayetleri içermesi itibariyle her disiplinden önce yazılmıştır. Tefsirinde Kur’ân’a ilşikin anlam faaliyeti olduğundan zamansal olarak Hadis ilminden önce başlamıştır. Fıkha gelince tedvin aşamasını hicrî ikinci asrın sonu ve  üçünçü asrın başıyla tamamladığını günümüze ulaşmış eserlerden anlıyoruz. Fıkıh bizim anlayışımızda Hz Peygamber (s.a.v.)’in yaşayan sünnetini temsil ettiği için vahyin hayata bakan her yönüyle irtibatlı olması sebebiyle nüzûl süreciyle beraber var olmuş bir disiplindir diyebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Fıkıh tarihine ait okumaları Abdülkerim Zeydân, el-Medhel li-Dirâseti’l Şeriati’l İslâmiyye, 11. Bsk, Müessesetü’l Risâle-Daru’l Beşâir, Beyrût-Ammân, 1990,s.91-150;  Muhammed Huderî Bekk, Tarihu Teşriil İslâmî, 2. Bsk., Daru’l Ma’rife, Beyrût 1997, s.9-194.



[1]  Bu bölüm  şu gelecek eserlerden istifade edilerek hazırlanmıştır. Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l Müfessirûn,tashih ve müracaa: Ahmed ez-Zu’bî, Şeriketu Daru’l Erkam, Beyrut tsz, c.1, s.23-89;İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 22. Bsk., TDV Yayınları 2012, 210-289. Aynı müellif, Tefsir Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları (I-II), Ankara 1988, c.1, s.33-254.



[1] İbn Haldun Abdurrahman  Muhammed, Mukaddime, (tahk. Muhammed el-İskenderanî), Daru’l Kitâbi’l Arabî, Beyrût 2005, s.406.



[1] Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları (Hadis Tarihi 1. Bölüm), (Çev.) Yaşar Kandemir, 9. Bsk., İFAV Yayınları, İstanbul 2010, s.18-21; Muhammed Hamidullah, a.g.m., s.2-3.



[1] Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber Zamanında Hadisin Tedvini, (Çev.) Nafiz Danışman, AÜİF Dergisi,c.4/sy.3-4, Ankara 1955, s.1-2. (Kültür Matbaası, Ankara 1957).

[2]Buhari (Kitabul ilm:3, Bab Kitabetil ilm:39/ h.n:112) Bkz. Fethu’l Barî  Bi Şerhi Sahihi’l Buharî, (tahk. Muhibiddin el-Hatib), 1. Bsk., Daru Reyyân, Kâhire 1986, c.1, s.284; Muhtasar Sahihi’l Buharî (Tecridis- Sarih), (tahk. Mustafa Dib el-Buğa), 1. Bsk., Daru’l Mustafa, Dımeşk 2011, s.3.;(Hadis no:92). İbn Mende ve Ebu Nuaym’ da bu hadisi eserlerinde tahric etmişler. Bunun için İbnu’l Esir el-Cezerî, Usdul Gabe, (tahk.Halil Me’mun Şeyhâ),1. Bsk., Daru!l Ma’rife, Beyrût 1997, c.5, s.5.

 

 

 



[1] Mustafa İslâmoğlu, a.g.e., s.4(dipnot 10).

 

 

 

 



[1] Mustafa İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân (Gerekçeli Meal-Tefsir), 13. Bsk., Düşün Yayıncılık, İstanbul 2012, s.66 (4.dipnot).

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


MUSTAFA FIRAT

DOKTORA

ÖĞRENCİ NO: 13922714

Esbab-ı Nüzul I 2. Ödev: Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası nedir? Yazınız.

FIKIH TARİHİ VE DEVİRLERİ

Fıkıh Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında doğmuş, zamanla tekâmül etmek suretiyle büyük bir gelişme kaydetmiştir. Fıkıh'ın geçirdiği gelişim safhalarını kı­saca izah edeceğiz. Fıkıh ilminin geçirdiği gelişim safhaları şunlardır;

I. PEYGAMBER (s.a.s.) DEVRİ (VAHÎY DEVRİ)

2. SAHABE DEVRİ

3.  TÂBİÛN DEVRİ

4.  TEBEÜ'T-TÂBİÎN   DEVRİ   (BÜYÜK   MÜCTEHİD   İMAMLAR DEVRİ)

5.  TAKLİD DEVRİ

6.  DURAKLAMA DEVRİ

7.  KANUNLAŞTIRMA DEVRİ

I. HZ. PEYGAMBER DEVRİNE FIKIH

A. Mekke Ve Medine Devirleri

Bu devir, Kur'an'm Peygamber'e vahyedildiği bir devirdir, özellikleri iti­bariyle bu devreyi iki bölümde incelemek mümkündür.

1.  Mekke devri (M. 600-622).

2.  Medine devri (M. 622-632).

B. Bu Devirde Fıkhın Kaynakları: A.  Kur'ân, B.  Sünnet,.

C. Bu Devirde Fıkhın Mümeyyiz Vasıfları: A. Tedrîc, B.  Kolaylık, C.  Nesih.

2. SAHABE DEVRİNDE FIKIH

Bu devreye "Hüîefa-i Râşidîn devri" "Fıkhın Gelişme Çağı" da denir. Bu devir, Hz. Peygamberin vefatiyle başlar, hicri 40 senesine kadar devam eder. Hz. Peygamber vefat edince ilâhi teşri de sona ermiştir. Hz. Peygamber, sahabilerine "Size iki şey bırakıyorum; İkisine sarıldığınız müddetçe sapıtmazsınız: Kur'-ân ve Nebi'nin Sünneti" buyurmuştur.

Dört halife devrinde fetihler neticesinde İslam ülkesinin topraklan genişle­di. Müslümanlar, bir takım yeni hadiseler ile ve muhtelif örf-âdet, küitür, nizam ve kendilerine has alışkanlıkları bulunan milletlerle karşı karşıya geldiler. Hz. Ali'nin hilafeti esnasında önceleri siyasi' iken sonradan itikadı ve fıkhı mezheb haline gelen Şiâ ve Hariciyye mezhebi doğdu.

A. Bu Devrede Fıkhın Kaynakları: Bu devrede fıkıh'ın dört kaynağı vardı:

1. Kur'an, 2. Sünnet, 3. İcmâ, 4. Rey, İctihad.

Sahabiler, Kur'an ve Sünnet'de hükmünü bulamadıkları meseleler için isti­şarede bulunuyorlardı. Onlar, bazen bir meselede fikir birliğine varıyorlardı ve ittifaklarına "icmâ" adı veriliyordu. Bazen de bir konuda görüş birliği sağlanamıyordu. Her sahabînin o konuda fikri başka oluyordu. Reyiyle en çok ictihâd-da bulunan sahâbiler şunlardır:

1. Hz. Ömer, 2. îbn Mes'ûd, 3. Hz. Ali.

Rey ile az ictihadda bulunan sahâbiler de şunlardır:

1. Abdullah b. Ömer, 2. Abdullah b. Amr, 3. Abdullah b. Zübeyr.

Bu devirde nazarî fıkıh başlamamıştır. Hadiseler meydana gelince onların hükümleri araştırılmıştır. Meydana gelmemiş bir hadisenin hükmüyle meşgul olunmamıştır.

Bu Devirde İhtilaflar Ve Sebepleri

Bu devirde fıkhı ihtilaflar azdır. Bu ihtilâfların sebeplerini şöylece sıralaya­biliriz:

1. Kur'ân'la ilgili ihtilâflar:

Fakîh sahâbiler, Kur'ân nasslarını anlayıp tefsir etmekte birbirlerinden farklı görüş ve fikir ileri sürmüşlerdir. Mesela "Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç kur' beklerler" ayetinde geçen kuru kelimesini, İbn Mes'ûd hayız, Zeyd b. Sabit ise tuhûr olarak tefsir etmişlerdir.

2.  Sünnet'le ilgili ihtilâflar:

Sahabe devrinde, Sünnet tamamiyle tedvîn edilmemişti. Bazı sahabîlerin bir konuda bildiği bir hadîsi, başka bir sahâbî bazen bilmiyordu. Hadis kendisine ulaşmadığı için o konuda ictihadda bulunuyordu. Sünnet kendisine ulaştıktan sonra da sünnete muhalif olan içtihadını değiştiriyordu.

3.  Rey ile ilgili İhtilâflar:

Bu devirde, fakîh sahabiler, hükmü nasslarla sabit olmayan meselelerin hü­kümlerini çıkarmak üzere reye başvurmuşlar ve farklı metodlar takip ederek farklı ictihadlarda bulunmuşlardır. Bazen kıyâs, bazen maslahat-ı mürsele, bazen sedd-i zerâyi' veya başka usulleri kullanmışlardır.

Sahabe Devrinde Tedvin:

Kur'ân-ı Kerim, Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti esnasında bir mushaf haline geti­rildi. Hz. Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu, devirde hadislerin büyük bir kısmı yazılı, az bir kısmı ise şifahî halde bulunuyordu. Bu devrede de hadislerin ezberlenmesine önem veriliyordu. Rivayete göre Hz. Ömer, sünnetin tamamen yazılıp tedvin edilmesini istemişse de, bu fikrinden sonradan vazgeçmiştir.

Hz. Ömer, Hz. Ali, Sa'd b. Ubâde gibi sahabilere ait not halinde bazı fikhî malzemenin bulunduğu rivayet edilmiştir.

3. TÂBİÛN DEVRİ:

Bu devir,hicri 40 yılında  başlar yani Emevî Devletinin kuruluşundan başlar, hicri 132 yılına kadar devam eder.

A. Tâbiûn Devrinde Fıkhın Kaynakları:

Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetleri esnasında Sahâbîler, özellikle Me­dine şehrinde ikamet ediyorlardı. Sahâbîler, bir zaruret bulunmadıkça bu şehir­den çıkıp yeni fethedilen şehirlere gitmiyorlar di. Hatta Hz, Ömer, Sahabe'nin Medine'den ayrılmalarını yasaklamıştı. Bu sebeple bu devrede îcmâ kolay bir şekilde vuku buluyordu. Hz, Osman zamanında durum değişti. Hz. Osman, Sa­habilerin Medine'den ayrılmalarına izin verdi. Her bölge hal­kı, kendi bölgelerine yerleşen sahabîlere özel bir ilgi gösteriyor ve dini konularda onlardan fetva soruyorlardı. Bu arada İlme meraklı genç öğrenciler, kendi böl­gelerinde bulunan sahabilerin ders halkalarına devam ediyor ve onların görüşle­rini öğrenip benimsiyorlardı.

Bu devirde fıkhın kaynaklanrı şunlardı: 1. Kitâb, 2. Sünnet, 3. İcmâ, 4. Sahabe Kavli ve Fetvaları, 5. Rey' (ictihâdü'r-Re'y).

Tâbiûn Devrinde Fıkhi Gelişmeler

Bu devirde fıkhı gelişmeleri üç madde halinde Özetleyebiliriz:

a.  Fıkıh sahasında ihtilâfların devam etmesi,

b.  Fıkıh sahasında tedvin hareketlerinin başlaması,

c.  Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis mekteplerinin ortaya çıkışı.

Ehli Rey Ve Ehli Hadis Mektepleri:

Bu devirde, ehl-i rey ve ehl-i hadis mektepleri ortaya çıktı. Bilindiği gibi bu devirde fakîhler iki kısma ayrılıyordu:

1.  Ehl-i rey (Ehlü'r-Re'y).                                                                 ;

2.  Ehl-i hadis (ehlü-hadîs).

Ehl-i rey, Irak bölgesinde, ehl-i hadis ise Hicaz bölgesinde ortaya çıktı. Çık­tıkları bölge itibariyle ehl-i rey'e, Irak Mektebi, ehli hadise de Hicaz mektebi adı verildi.

4. MÜCTEHİD İMAMLAR DEVRİNDE FIKIH:

Bu devir, hicri 132 yılından başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir "fıkıhm yükseliş devri", "fıkhın altın devri", "tedvin dev­ri", müctehidler devri", "etbau't-tabiîn devri" olarak da adlandırılır.

Bu devir başlarında hilâfet Abbasilere geçti. Abbiseler, Emevi sülalesine çok sert davrandı. Emevi sülalesinden Abdurrahman gizlice İspanya'ya giderek orda Endülüs Emevî Devletini kurdu. Abbasi devleti çeşitli sebeplerle bölünerek, bazı küçük devletler kuruldu. Bu devirde fıkıh sahasında büyük bir gelişme kaydedil­miştir.

Bu Devirde Fıkhın Gelişme Sebebleri:

A. Abbasi halifelerinin din ilimlerine ve âlimlere gösterdikleri yakın ilgi

B.  Fikir ve İctihad Hürriyeti

C.  İslam Ülkesinin Genişlemesi

D.  Kabiliyetli Kişilerin İslami İlimlerle Meşgul Olması

E.  İlimlerin Tedvini

F.  Seyahatlar

G. Fıkıh Mezheblerinin Ortaya Çıkışı

H . Fıkıh Istılahlarının Doğuşu

5. TAKLİD DEVRİNDE FIKIH

Bu devir, hicri dördüncü asrın yarısından başlar, Moğolların Bağdad'ı istilâ ettikleri hicri 656 tarihine kadar devam eder.

B.  Taklide Sürükleyen Sebepler

Bu devirde fakihleri taklide sürükleyen sebeplerin Önemlilerini şöyle sırala­yabiliriz:

1.  Hocalara Saygı

2. Mezheplere Bağlı Olan Kişilerin Kadı Tayin Edilmesi

3.  Mezheblerin Hükümlerinin Tedvin Edilmesi

4.  Nefse Güvenin Azalması

6.  Muayyen Mezheblere Vakıfların Tahsisi5.  Halifelerin Muayyen Bir Mezhebi Desteklemesi

7. Alimler Arasında Rekabetin Başlaması

B. Fıkhı Tedvîn:

Bu devir fakihleri, taklidi tercih etmelerine rağmen, fıkhî sahada faydalı çalışmalarda bulunmuşlardır. Onların tedvine yönelik hukuki çalışmalarını şöyle sıralayabiliriz:

1.  Usûl Kitaplarının Yazılması

2.  Fürû Kitaplarının Yazılması

3.  Tercihlerin Yapılması

4.  Hilâfiyyat Kitaplarının Yazılması

5.  Cedel İlmine Ait Kitapların Yazılması

C. İctihad Kapısının Kapanması

Bu devirde ictihad kapısının kapanıp kapanmadığı konusunda ortaya iki gö­rüş atılmıştır:

1.  İctihad kapısı kapatılmıştır (mesdûd),

2.  îctihâd kapısı kapanmıştır (münsed).

Birinci görüşü müdafaa eden fakihler, ictihad ehliyetini haiz olmayan kişi­lerin hukuka uygun olmayan batıl fetvalariyle halkın dini bozulacağından kork­tukları için ictihad kapısının kapatıldığına dair fetva vermişlerdir. İkinci görüşü müdafaa eden fakihlere göre, müctehid kalmadığı için ictihad kapısı kendiliğin­den kapanmıştır.

6. DURAKLAMA DEVRİNDE FIKIH:

Bu devir, Bağdad'ın Moğollar tarafından istilâsı olan H. 656 yılında başlar, Mecelle'nin tedvinine başlandığı h.1286 tarihine kadar devam eder.

A.  Bu Devrin Fıkhı Özellikleri Ve Duraklama:

A.  Fakihlerin Çalışmalarında Duraklamanın Başlaması:

Bu devirde İslami ilimleri öğrenenler, genel olarak bir mezhebi seçti ve o mezhebin hükümlerini, usullerini müdafaa ettiler. Fıkha çok önemli katkıları bu­lunmadı.

B. Fıkhi Tedvin

A. Metin-Şerh-Haşiye-İhtisar Mahiyetinde Kitap Yazma Faaliyeti

B.  Fetva Kitapları:

Bu devirde bazı fakihlerin, halkın soruları üzerine verdikleri fetvaları bir kitap halinde toplandı.

C.  Kanunnameler Ve Kanunlar:

Bugün elimizde mevcut bulunan ve derlenmiş kanunnâmeler, Osmanlılara aittir. Fâtih, Kanunî, II. Selim, I. Ahmed, IV. Murad ve Abdülmecid zamanla­rında çıkarılmış ceza kanunları da bize kadar gelmiştir.

7. KANUNLAŞTIRMA DEVRİNDE FIKIH:

Bu devir, Mecelle'nin tedvin edilmeğe başlandığı hicri 1286 yılından başlar, zamanımıza kadar devam eder.

A.  Bu Devrin Fıkhî Özellikleri Ve Kanunlaştırma Faa­liyeti:

İslam Hukuku, bu devreye kadar asırlar boyunca kananluştınlamadı. Müftiler, hâkimler ve idarecilere karşılaştıkları dini ve hukuki meselelerin hükümle­rini bilmek için Önceleri Kitap ve Sünnet'e müracaat ediyorlardı. Mezheblerin kurulmasından sonra ise fıkıh ve fetva kitaplarına müracaat ediyorlardı. Devlet muayyen bir mezhebin hükümlerini mahkemelerde uygulanır hale getirirdi.

Osmanlı devletinde iç ve dış sebeplerle fıkıh hükümlerinin kanunlaştırılma­sına ihtiyaç duyuldu. Adliye nazırının başkanlığında İslam Hukukçularının ileri gelenlerinden meydana gelen bir komisyon kuruldu. Bu komisyon 1286-1293 / 1869-1876 tarihleri arasında peyderpey 1851 madde ve 16 kitaptan oluşan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'yi hazırladı. Hanefi fıkhına dayanan Mecelle, borçlar, eşya, şahıs, muhakeme usulü kanunlarını ihtiva etmektedir. Ayrıca Osmanlılarda ai­le, arazi gibi konularda kanuni düzenlemeler yapıldı.

Bu devrede Mısır, Ürdün, Irak, Suriye, Fas, Tunus, Hindistan, Pakistan gibi İslam ülkelerinde kanunlaştırma faaliyetleri başladı ve bazı konularda İslamî kanunlar çıkarıldı.

HADÎS USÛLÜNÜN KISA TARÎHİ:

Hz.Peygamber'in -sallellahu aleyhi ve sellem- söz ve işlerini bildiren haber demek olan Hadîslerin arasına zaman içinde, gerçekte Hz.Peygamber'e ait olma­yanlar veya esas itibariyle Hz.Peygamber'e ait olsa da hatalı rivayet edilenler karışmıştır. Bunların birbirinden ayrılması ve hakikaten Hz.Peygamber'e ait olan­ların alınıp diğerlerinin reddedilmesi gerekir. İşte Hadîs Usûlü, Hadîsleri bu yön­lerden ele alan ilim dalıdır.

"Hadîs İlimleri: Ulûmu'l-Hadîs", "Dirâyetu'l-Hadîs İlmi: İlmu Dirâyeti'l-Hadîs", "Mustalah ilmi: İlmu'l-Mustalah" ve kısaca "Hadîs İlmi: İlmu'l-Hadîs" gibi değişik adlarla anılan bu ilim, günümüze kadarki gelişme seyri içinde yedi merhele geçirmiştir:

1-Doğuş Dönemi: Bu dönem hicri 1. asrı içine alır. Sonraki gelişmelere sebep olacak uygulamalar, dönemin en bariz vasfıdır. Bu cümleden olarak Hadîs nakle­den kimse, güvenilirlik açısında inceleniyor, ondan, gerektiğinde şahit isteniyor, ona, doğru söylediğine dair yemin ettiriliyor, Hadîsi en eski duyandan almaya gayret ediliyor, duyulan Hadîs, eldeki bilgilerle karşılaştırılıyordu. Böylece Hadîsin öğrenilmesi ve öğretilmesinde titizlik gösterme (tesebbut) hususunda önemli kurallar geliştirilmiş oluyordu. Neticede bazı Hadîsler alınıyor (makbûl: Sahîh, Hasen), bazıları kabul edilmiyordu (merdûd: zaîf, mevzû'). Bu arada hem Resûlullah'ın -sallellahu aleyhi ve sellem-söz ve işleri (merfû', musned), hem de sahabenin [eser, mevkûf) ve, az da olsa, tabiûnun (maktû) söz ve işleri nakledili­yordu. Diğer taraftan bu haberlerin bir kısmı, onları birbirlerinden alarak nakle­den ravilerin isimleri verilerek rivayet edilirken [muttasıl, musned), bir kısmı bu ravilerin isimleri verilmeksizin [mursel, munkatı', mu'dal, mudelles, muallak) naklediliyordu.

2-Olgunlaşma Dönemi: Hicri ikinci asrı içine alan bu dönemde muhtelif Hadîs bilgi kolları teşekkül etmeye, ıstılahlar oluşmaya başlamıştı. Söz konusu bilgi kollarından özellikle cerh ve ta'dil ilmi, tahammül ve eda yolları ilmi, makbul Hadîs ilmi üzerinde çokça durulmuştur. Bu dönemde Hadîs usûlüne dair yazılmış bir eserin varlığı bilinmemektedir. Ancak hicri üçüncü asırdan günümüze ulaşan büyük eserlerin bu asırdan müjdeleyicileri olmalıdır.

3-Te'lif Dönemi: Hicri üçüncü asır başlarından dördüncü asır ortalarına kadar süren bu dönemde Hadîs ıstılahları daha yaygın bir şekilde kullanılmaya, bunların tarifleri yapılmaya, bu zamana kadar teşekkül etmiş olan muhtelif Hadîs bilgi kolları (ulûmu'l-hadîs) ile ilgili mâlûmât derlenmeye ve bunların her biri için ayrı kitaplar yazılmaya başlanmıştır. Hadîslerin Hz.Peygamber'e ait olma ihtimal dereceleri bakımından sahîh, hasen ve zaîf diye üçe ayrılmasına ilk olarak şahit olduğumuz bu dönemle önceki dönemlerde kullanılan ıstılahların muhtevaları lügat mânâlarına yakın genişlikte olup, belli alimlere has ıstılahlar da yaygın bir şekilde görülmektedir. Hadîs ilminin altın çağı olan bu dönemde usûle dair te'lîf edilen eserler, mütea­kip asırlarda kendilerinden müstağni kalınamayacak eserlerdir.

Bu dönemin dikkat çeken bir hususiyeti, Hadîs usûlüyle ilgili konuların, Hadîs rivayeti kitaplarında da bolca bulunmasıdır. Bunlarda usûl ile furû, dirayetu'l- Hadîs ile rivayetu'l-Hadîs ilimleri iç içedir. Örnek olarak Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahih’indeki "Kitabu'l-İlm" bölümünü, Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh’inin Mukad­dimesini, Tirmizî'nin es-Sünen’ini ve Züheyr b. Harb'in Kitabu'l-İlm’ini zikredebi­liriz.

Te'lîf Dönemi, eserleriyle Hadîs tarihi boyunca etkisini sürdürmüştür. Dönemin sonraki asırlara etkisini en bâriz ve basit bir şekilde, Hadîs usûlü ilminin diğer bir adı olan ulûmu'l-hadîs terkibinde görmek mümkündür. Şöyle ki; sonraları hadîs usûlü ilminin bir bölümü olacak olan bir konu, bu dönemde hakkında müstakil eserlerin yazıldığı bağımsız bir "ilim: bilgi kolu" kabul ediliyor, bu yüzden, hepsi Hadîsle ilgili olduğu için de tümüne birden "ulûmu'l-hadîs: Hadîs ilimleri: Hadîs bilgi kolları" ismi veriliyordu. Daha sonra bu bilgi kolları tek bir ilim yani "Hadîs ilmi/Hadîs usûlü" içinde toplanıldığı halde isim uzun süre çoğul olarak "ulûmu'l- Hadîs" şeklinde kalmıştır. Bu sebeple el-Hâkim en-Nîsâbûrî'nin eserinin ismi Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, İbnu's-Salâh'ınki Ulûmu'l-Hadîs'tir. İsim ancak Suyûtî'nin eserinde tekil olacaktır: Elfiyye fî İlmi'l-Hadîs.

4-Tedvîn Dönemi: Hicrî dördüncü asır ortalarından yedinci asır başlarına kadar süren bu dönemde, daha önce ayrı ayrı kitaplara konu olan bazı Hadîs bilgi kol­larının tek bir kitapta toplandığı görülür. Şüphesiz bundan sonra da bazı Hadîs usûlü konularını müstakil olarak ele alan eserler yazılmıştır. Ancak muhtelif Hadîs bilgi kollarını bir araya getirme çalışmaları bundan sonra artarak devam etmiştir. Bununla birlikte Hadîs ıstılahlarının ekseriyeti hala istikrar bulmuş, tarifleriyle açıklık kazanmış değillerdir.

Bu dönemin mühim ve bilindiği kadarıyla bütün Hadîs tarihinin, birçok Hadîs usûlü konusunu bir araya getirmiş olan ilk eseri, er-Râmehurmuzî'nin (ö. 360/970) el-Muhaddisu'l-Fâsıl Beyne'r-Râvî ve’l-Vâî’ sidir.

Daha sonra el-Hâkim en-Neysâbûrî (ö. 405/1014) meşhur eseri Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs’ini te'lîf etmiş, Ebû Nuaym el-lsbehanî (ö. 430/1038) de buna, eksikliklerini tamamlayan bir Mustahrac kaleme almıştır.

Hemen hemen belli başlı her Hadîs konusuna, sonraki ilim yolcularının dayanakları olacak müstakil eserler tahsis etmiş bulunan el-Hatîb el-Bağdâdî (Ö, 463/1071), bu dönemin unutulmayacak Hadîs usûlü yazarlarındandır. Bu dönemdeki Hadîs usûlü müellifleri arasında, Hadîs tarihinin önemli eserlerin den biri olan el-İlmâ' ilâ Ma'rifeti Usûli'r-Rivâye ve Takyîdi's-Semâ"ın yazarı el Kadı lyâd'ı (ö. 544/1149), Câmiu'l-Usûl isimli kitabının baş tarafında Hadîs usûlüne bir bölüm ayıran İbnu'l-Esîr'i (ö. 606/1210) de zikretmek gerekir.

5-Tehzîb Dönemi: Hicri yedinci asır başlarından onuncu asra kadar süren bu dönemde, önceki dönemde yapılanlar değerlendirilerek daha düzenli, daha kapsamlı eserlerin yazılması yanında ıstılahlar hem efradını cami ağyarını mani bir şekilde tarif edilmeye çalışılmış, hem de daha da teferruatlandırılmıştır. Bu dönem eserlerinde ayrıca yeni bir tertip arayışı çabalan müşahede edilmektedir.

Bu dönemin hiç şüphesiz ilk zikredilecek eseri, İbnu's-Salâh'ın (ö. 643/1245) meşhur Ulûmu'l-Hadîs’idir. İbnu's-Salâh'ın, "Mukaddime" ismiyle de bilinen bu kitabını, usûl konularını talebesine imlâ etme yoluyla meydana getirdiği, sonra da, nüshalar arasında fark olmasın diye hiçbir değişikliğe gitmediği nakledilmek­tedir. Bu sebeple konularının sıralanışı biraz karışıktır. Müteaddit baskıları bulunan bu eser üzerine pek çok çalışma yapılmıştır:

İbnu's-Salâh'ın öğrencilerinin öğrencisi Muhyiddîn en-Nevevî (676/1277) Ulûmu'l-Hadîs'i önce irşâdu Tullâbi'l-Hakâik ilâ Marifeti Süneni Hayri'l-Halâik ismiyle ihtisar etmiş, daha sonra ikinci defa kısaltarak et-Takrib ve't-Teysir li- Ma'rifeti Süneni'l-Beşiri'n-Nezir ismini vermiştir. Suyûti (ö. 911/1505) ise bu muhtasarı geniş bir şekilde şerh etmiştir: Tedrîbu'r-Râvî fî Şerhi Takrîbi'n- Nevevî. ibn Kesîr (ö. 774/1373) de Ulûmu'l-Hadîs’i ihtisar etmiştir: ihtisâru Ulûmi'l- Hadîs.

Bu dönemin ve bütün Hadîs tarihinin en mükemmel eseri, İbn Hacer el Askalânî'nin (ö. 852) Nuhbetu'l-Fiker'idir. İbn Hacer bu eserini İbnu's-Salâh'ın eserinden ihtisar ettiğini söylüyorsa da, o bu eserinde kendine has bir yol takip etmiş, yaptığı tarif ve açıklamalarla bir çığır açmıştır. Çok veciz olarak yazdığı bu eserini bizzat kendisi Nuzhetu'n-Nazar ismiyle şerh etmiştir.

6-Duraklama Dönemi: Hicrî onuncu asırdan on dördüncü asrın başlarına kadar süren bu dönemde ayırıcı özellikleri olan bir eserin pek yazılmadığı, önceki dönemlerin bazı eserleri üzerine şerh ve haşiyelerin yapıldığı görülür. Bu dönemde yazılan eserler arasında Muhammed b. Pir Ali Birgivi'nin (981/1573) Risale fî Usûli'l-Hadîs'ini, Ömer b. Muhammed el-Beykûnî'nin (Ö.1080) Manzume fî Mustalahı'l-Hadîs'ini yani el-Beykûniyye'yi, el- Bandırmâvî'nin (Ö.1172/1758-59) Ukûdu'd-Durer fî Hudûdi İlmi'l-Eser'ini zikre­debiliriz.

Burada, İslâm aleminde Hadîs ilimleri için genel olarak duraklama dönemi sayı­lan bu dönemde Hindistan Bölgesi'nde, tam aksine, bilhassa Şah Veliyyullah ed- Dehlevî (ö. 1176) ile talebesi ve takipçilerinin gayretleri sonucu Hadîs ilimlerinin büyük bir canlılık gösterdiğini kaydetmeliyiz.

7-Uyanış Dönemi: Hicrî on dördüncü asır başlarından günümüze kadar gelen bu dönemde bir uyanış ve canlanış müşahede edilir. Bu dönemde "kaynaklara dönüş" hareketinin de verdiği iştiyakla hadîs ve usûlünü ilgilendiren eski konularla beraber yeni meselelerin de yer aldığı eserler kaleme alınmaya başlanmıştır. Herhalde bu dönemin en belirgin vasfının, eskiyi anlamaya çalışmanın yanında yeni meselelere hal çaresi arama gayretinin olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda, yeni baskı tekniklerinin verdiği imkânlarla eski eserlerin tenkidli neşirleri yapıl­makta, yeni usûl ve anlayışla eserler yazılmaktadır. Bu dönemde, muhtelif Hadîs bilgi kollarının müstakil olarak ayrıntılı ilmi çalışmalara konu edildiği de görül­mektedir.

Bu dönemde yazılan hadîs usûlü kitaplarından şunlar zikre şâyândırlar: Tevcîhu'n-Nazar ilâ Usûli'l-Eser, Tâhir b. Sâlih el-Cezâirî (ö. 1338/1920),

Kavâidu't-Tahdîs min Funûni Mustalahı'l-Hadîs, Cemâluddîn Muhammed b. Muhammed Saîd el-Kâsımî (ö. 1332/1914), (Müellif, Hadîsleri sahih, hasen, zaîf ve bun­lar arasında müşterek olanlar şeklinde taksim etmekle sonraki yazarlara öncülük etmiştir).

Kavâid fî Ulûmi'l-Hadîs, Zafer Ahmed et-Tehânevî (ö. 1394/1974)

"Mukaddime", Ahmed Naîm (ö. 1353/1934), Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi Birinci Cilt, Ankara-1970,498 s.

Bazı Hadîs Meseleleri Üzerinde Tetkikler, Muhammed Tayyib Okiç (ö. 1397/1977), İstanbul-1959, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, VIII, 252 s.

Menhecu'n-Nakd fî Ulûmi'l-Hadîs, Nûruddîn Itr, Dımeşk-1981, Dâru'l-Fikr, s. 539.

Ana hatlarıyla tarihi verilen hadîs usûlü böylece günümüze gelmiştir. Hadîsin sahîh, güvenilir bir şekilde naklini sağlamak maksadıyla geliştirilen ve bunu tarih içinde büyük ölçüde ifa eden bu ilimden, bugün, İslâm tarihindeki, bilhassa ilk asırlardaki fikrî ve ilmî hareketleri değerlendirmede, elde edilen bilgi birikimi ve tecrübe ile yeni kültürel meselelere çözümler bulmada istifade edilebilir. Bunun için yazma halindeki eserlerin ilmî neşirlerinin yapılması, dağınık halde diğer ilim dallarına ait eserlerde de bulunan Hadîs usûlü meselelerinin ciddi ilmi araştırma ve incelemelere konu edilmesi gerekmektedir.

Çeşitli İslâm ülkelerinde yapılmakta olan bu tür çalışmaların merkezî bir tedvîrinin imkân ölçüsünde sağlanması veya en azından ilgililerin birbirinden haberdar olmaları, ülkemizin de bu faaliyetlerde, bulunması gereken yeri alması arzuya şayandır.

TEFSİR TARİHİ

1-Kur’an Tefsirine Duyulan İhtiyaç

Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle teşriî hükümler vaz’ etmektedir. Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün değildir. Onda müteşâbih ayetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır. Bu sahalarla alâkalı ayetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır. Kur’ân'la meşguliyet, Peygamber’le müsâhebet, aklî muhakeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf, tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı oluyordu. Temayüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi anlayamadıkları ayetler oluyordu. Bu nedenle Kur’ân'ın açıklanmasına ihtiyaç vardı.

2- Tefsir, Te’vil, Terceme ve Meal Kelimelerinin Anlamı

A-Tefsir: "Fesera" veya taklib tarikiyle "Sefera" köklerinden gelmektedir. Tef’il babından olan tefsir kelimesinin bu iki kökten de türemiş olması mümkündür. Lügatte; beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek, aydınlatmak ve üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamındadır. Istılahta; müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek anlamına geliyorsa da âlimler arasında yaygın anlamı, Kur’an-ı kerim’in manalarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garib lafızlardan kastedilen şeyi beyan etmek, demektir.

Tefsir Usulü: Usul; metot, yöntem, ilke, esas, kural demektir. Tefsîr usulü, Kur'ân-ı anlamak, yorumlamak, açıklamak ve îzah etmek için takip edilmesi gereken esas ve yöntemleri konu edinen bir ilim dalıdır. Tefsirin ve müfessirlerin prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen, tarihini tesbit eden ilim veya ilimlerin hepsine birden verilen isimdir. Zaman zaman "Kur'ân İlimleri" adıyla da anılmıştır.

Tefsir Usûlünün Konusu: Kur'ân tarihi, Kur'ân'ın inişi, vahiy ve çeşitleri, ayet, sure, Kur'ân'ın yazılışı, toplanması, çoğaltılması, tefsîri, tefsîrle ilgili ilimler, tefsîr, te'vil, meal, tercüme kelimeleri tefsîr çeşitleri, tefsîr tarihi... vb. konularını işler.

Tefsir Usûlünün Gayesi: Bu ilmin gayesi, Kur'ân'ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır. Bu yüzdendir ki tefsir usûlü, Kur'ân âyetlerinin değişik özelliklerini yansıtan çeşitli ilim dallan, Kur'ân'daki edebî sanatlar, genel prensipler ve âyetlerin tefsirinde ihtiyaç duyulan birtakım kaide ve esaslar üzerinde durmaktadır.

B-Te’vil: "Evl" kökünden gelen ve "Geri dönme" anlamına gelen bir mastardır. Açıklamak ve beyan etmek anlamını da ifade etmektedir. Istılahta ise; Zahiri mutabık olan iki ihtimalden birine manayı yöneltmektir. Yani ayete muhtemel manalardan birini vermektir. Diğer bir tanımla te’vil: Meşru bir sebep veya delilden ötürü âyeti zahirî manasından alıp, kendisinden önce ve sonraki âyete mutabık, kitâb ve sünnete uygun manalardan birine hamletmek" Te'vil kelimesi, Kur'ân bütünlüğü içerisinde farklı anlamlarda kullanılmıştır.

Te’vil çeşitleri

1. Beyani Te’vil, 2. İrfani Te’vil, 3. Burhani Te’vil,

C-Tercüme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubai) "Terceme" fiilidir. Lügat manası birçok manaya gelmekle birlikte; bir kelamı, bir dilden başka bir dile çevirmek, demektir. Istılahi manası ise, bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Tercüme yapılırken, kelamın bütün mana ve maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir.

Tercüme Çeşitleri: 1-Harfi veya lâfzî tercüme, 2-Manevi veya tefsiri tercüme

D- Meal: Meal kelimesi lügatte "Evl" kökünden mimli mastardır. Bir şeyin varacağı yer ve gaye manasına mekân ismi de olur. Istılahta ise, bir sözün manasının her yönüyle aynen değil de, biraz noksanıyla veya yaklaşık olarak ifade edilmesine meal denir. Meal, Kur’anı aynen terceme etmeye imkân olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcut olduğunu belirtmek içindir.

3- Kur’ân Tefsirindeki Farklılığın Sebepleri

1-Kıraat ihtilafları, 2-İ’rab yönlerindeki ihtilaf, 3-Kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı, 4-Çok anlamlılık, 5-Itlak -takyit ihtimali, 6-Umum- husus ihtilafı, 7- Hakikat-mecaz ihtimali, 8- Kelimenin ziyadeliği ihtimali, 9- Hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali, 10- Rasulullah ve seleften gelen tefsir rivayetlerinin ihtilafı, 11- Mezhep taraftarlığı.

                              TEFSİRİN DOĞUŞU VE TEDVİNİ

1- Hz. Peygamber Zamanında Tefsir:

Hz. Peygamber'in Tefsirinin metodu ve özellikleri şunlardır: 1- Kur'ân'ı, Kur'ân'la tefsir. 2- Mücmeli teybin3- Umûmu Tahsis Etmesi. 4- Mutlakı Takyit Etmesi. 5- Müşkili Tavzih Etmesi.  6- Mübhemi tafsil etme. 7- Neshi Beyan Etmesi. 8- Amelî Olarak Tefsir Etmesi. 9- Lügavî izahlarda Bulunması. 10- Tavsîf Ederek Açıklaması. 11- Temsillerle Açıklaması.

 2-Sahabe Zamanında Tefsir: Hz. Peygamber'den sonra tefsîr sahasında en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahabe, sarsılmaz imanları ve sebeb-i nüzule vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. Hz. Peygamber'in ilk muhatabı olan bu muhterem zatlar Hz. Peygamber'den Kur’ân'ın manasını ve tatbikatını öğrenmişler, öğrendikleri sureyi ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden başka sureye geçmemişlerdir.

Sahabenin tefsirinin Bağlayıcılığı:  Hz. Peygamber’den doğrudan veya dolaylı olarak öğrendiği bilgilere dayanıyorsa kabul edilir ve bunlar "merfu" hadis hükmünde kabul edilir. Hz. Peygamber’e doğrudan isnad edilmeyen içtihadi alanda ise sahabe görüşü tercih sebebi olmakla birlikte bağlayıcı olmadığı kabul edilmiştir.

Tefsir alanında meşhur olmuş sahabeler şunlardır.

1-Abdullah b.Abbas, 2-Abdullah b.Mes’ud, 3-Ali b.Ebî Talib, 4-Übey b.Ka’b, 5-Ebû Musa el-Eş’ari,  6-Zeyd b. Sabit, 7- Abdullah b.ez-Zübeyr.

3-Tabiiler Zamanında Tefsir:

Tabiiler tefsiri sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da içtihatlarına müracaat etmişlerdi. İçtihadın tabii bir sonucu olrak tefsire yeni şeyler dâhil olmuştur. Onlar rey ile yapmış oldukları tefsirlerinde sadece kendi fikirlerini beyan etmemekle kalmamış yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını ve kabullerini de aksettirmişlerdir.

Bu dönemde tefsire dâhil olan en önemli anlayış İsrailiyat denilen harekettir. Tabiun zamanında tefsirde israili rivayetler daha da çoğalmıştır. Bununla beraber bu dönemde tefsirde de büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Bu dönemdeki tefsir çalışmaları, tefsirin ikinci dönemi olarak kabul edilmiştir. Tâbiûn, döneminde Mekke, Medine ve Irak'ta tefsir okulları gelişmiştir. Bu ekoller şunlardır:

A-Mekke Ekolü: Kurucusu İbn Abbas' dır. Mücahid, İkrime ve Ata b. Ebi Rebâh bunlardandır.

B-Medine Ekolü: Kurucusu:  Ubey b. Ka’b' dır. Zeyd b. Eslem, Ebu'l-Âliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazî gibi zevat bu ekole mensuptur.

C-Kûfe Ekolü: Kurucusu İbn Mesud' dur.. Katade, Alkame ve Şâbî gibi zevat buraya mensuptur.

4-Tabiunden Sonraki Zamanda Tefsir:  Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Hicretin ikinci asrından itibaren tedvin dönemi başlamış, rivayetler kitaba aktarılarak te’lif ve tasnifler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde tefsir, Kur’an ilimlerinin esasını teşkil ettiği için ağırlık tefsire verilmiştir.

                                         TEFSİRİN TEDVİNİ

Tedvin sözlükte, "bir araya getirmek, toplamak ve cem etmek" gibi manalar ifade etmektedir. Terim olarak anlamı ise: "İlk devirlerde nakledilen sözlü tefsir rivayetlerini düzenli bir şekilde kitaplarda toplamak" demektir. Tefsirin Tedvini h.150 de başlamıştır.

Tefsirin Hadisle Birlikte Tedvini:Usûl kaynaklarının verdiği bilgiye göre tefsir, ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak tedvin edilmiştir. Bu husustaki bilgiler şöyledir. Yezîd b. Hârûn b. es-Sülemî , Şu'be b. el-Haccâc ve Süfyân es-Sevrî gibi bazı muhaddisler, hadisleri tedvin etmek maksadıyla çeşitli İslâm beldelerini dolaşarak Hz. Peygamber'e isnâd edilen sahih rivayetleri toplamaya çalışırken, bu arada Resûlullah (sav) ve sahabeden nakledilen tefsirle ilgili nakilleri de bir araya getirmişlerdi. Tabii ki bu zatların maksatları, öncelikle hadisleri tedvin etmekti. Ancak topladıkları hadisleri yazıya geçirirken, tefsire dair rivayetleri de hadisleri yazdıkları kitapların içerisine bir bölüm  olarak  kaydettiler.   Böylece tefsir  de  hadisin tedvininde onunla birlikte aynı kaynakların içerisine girmiş oldu. Bu şekilde tedvin edilen Kur'ân tefsirine dair bilgiler, hadis mecmualarında "kitâbu't-tefâsır" başlığı altında yer alıyordu.

Tefsirin Müstakil Olarak Tedvini: İlk defa hadis ilminin bir kolu halinde tedvin edilen tefsir, çok kısa bir süre sonra müstakil bir ilim haline getirildi. Öyle anlaşılıyor ki, bu bir zaruretin sonucuydu. Çünkü tâbiûn döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla gelen tefsir rivayetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve yeni yeni birtakım hâdiselerin meydana gelmesi sonucu aklî/içthâdî tefsir de ortaya çıkmaya başlamıştı. Rivayet tefsiri, Hz. Peygamber ve ashabtan nakledilen rivayetlerin hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda muhafaza altına alınmıştı. Aklî tefsir için de eğer aynı şey yapılırsa, söz konusu bu malzeme de korunmuş olacaktı. İşte  bu maksatla müstakil telif   hareketi  başlamış oldu.

4.  el-Ferrâ, Ebû zekeriyya Yahya b. Ziyâd (ö.207/822), Meâni'l-Kur'ân

5.  Ebû Ubeyde Ma'mer b. el-Musennâ (Öİ.2Î0/825), Mecâzu'l-Kur'ân

6.  Abdurrezzâkb. Hemmâm (ö.211/827), Tefsîru'l-Kur'ân.

5-Zamanımıza Kadar Tefsir Hareketleri: Kur’ân-ı Kerim'in indiği günden beri, onu anlamak için ciddî gayretler olmuştur. Bu gayretler neticesinde de Kur’ân'ı anlama ve yorumlamada farklı tefsir ekolleri ortaya çıkmıştır. Elbetteki bunlar içinde iyi ve faydalı olanlar olduğu gibi, eksik ve zararlı olanları da vardır Şimdi de tarihî süreç içinde ortaya çıkmış tefsir çeşitlerini kısaca tanıtalım:

Tefsîrciler, ötedenberi tefsîr çeşitlerini genellikle "rivâyet tefsîri" ve "dirâyet tefsîri" olmak üzere iki ana bölümde ele almışlardır. Biz, şimdiye kadar genellikle tercih edilen bu taksimden biraz farklı bir taksim yapmak istiyoruz. Öncelikle tefsiri: 1. Mevdûî/Konulu tefsir ve 2. Mevziî/tecziî/ayet ayet tefsir olmak üzere ikiye ayırmak, daha sonra da bunları kendi aralarında taksime tabi tutmak istiyoruz.

Mevziî / tecziî / ayet ayet tefsir: Bu tefsir çeşidi de kendi arasında bölümlere ayrılır:

a-Tahlîlî tefsîr, b-İcmâlî tefsîr, c-Mukâren/karşılaştırmalı tefsîr.

Tahlîlî tefsîr de kendi arasında bölümlere ayrılır: a.Rivâyet tefsîri, b.Dirâyet tefsîri.

Dirâyet tefsîri de kendi arasında iki kısma ayrılır: a-Mutlak dirâyet tefsîri. Yani hiçbir görüş ile kayıtlanmamış tefsîr. b-Mukayyed dirâyet tefsîri. Belli bir görüşün hâkim olduğu tefsîr.

Mukayyed dirâyet tefsîri de kendi arasında birtakım kısımlara ayrılır:

a-Tasavvufî/Sûfî tefsîr, b-Felsefî tefsîr, c-Fıkhî tefsîr, d-Fennî tefsîr, e-Edebî-İçtimaî tefsîr, f-Lügavî tefsîr, g-Tarihî tefsîr, h-Fırka tefsîrleri, ı-İlhâdî tefsîr.                       

 TEFSİR ÇEŞİTLERİ

1-Mevziî/Tecziî/Ayet Ayet Tefsir

1-Rivayet Tefsiri : Kur’ân-ı Kerim, Resûlüllah'ın sünneti, Sahabe ve Tâbiûn sözlerine dayanan tefsirdir. Bu tefsire "rivayet tefsiri" denildiği gibi, "naklî tefsir" veya "me'sûr tefsir" de denilir. Rivayet tefsirleri, ayetlerin manalarını, kıraat vecihlerini, muhkem veya müteşâbih olduklarını, nüzul sebeplerini, nâsih ve mensûhunu, geçmiş ümmetler ve onlarla ilgili ayetler hakkında bilgi verir. Bu tür bilgiler, daha ziyade hâdis, siyer, megâzi ve tarih kitaplarında yer alır. Bu çeşit tefsir, başlangıçta rivayetle başlamış, Hz. Peygamber'den Sahabeye, onlardan da Tabiîlere intikal etmiştir.

 2-Dirayet Tefsiri: Dirayet tefsiri, rivayetlere münhasır kalmayıp Arap dili ve edebiyatı, dinî ve felsefî ilimler ile çeşitli müsbet ilimlere dayanılarak yapılan tefsirdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsire de "dirayet tefsiri" veya "rey ile tefsir" ya da "ma'kûl tefsir" denir. Bu tür tefsir Kur’ân'ı içtihâd ile tefsir etmekten ibarettir.  Yani dirayet tefsirinde asıl olan husus, şahsî hamuleye ve kabiliyete dayalı olarak görüş ve ictihâddır. Bir ayet hakkında onu açıklayan bir ayet veya bir hâdis bulunmadığında, tabiî olarak re'y ve içtihâdla tefsir edilir. Bu durumdaki müfessirin, tefsir usulüne göre kendisi için şart olan ilimleri (sebe-i nüzul, nasih- mensuh, arapça lafız ve manalarını vb.) öğrenmiş olması gereklidir. Aksi takdirde, mücerred re'y ile yapacağı tefsir, Kur’ân'a ters düşeceğinden makbul değildir.

3. Ahkâm Tefsirleri:  İbâdât, muamelât ve ukûbâtla ilgili âyetlerin izahlarıyla meşgul olup, söz konusu alana ait âyetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir çeşididir. Konusu, tabii ki ahkâm âyetleridir. Ancak İslâm âlimleri, Kur'ân'daki ahkâm âyetlerinin sayısı hususunda ittifak sağlayamamışlardır. el-Gazzâlî ve er-Râzî bu nevi âyetlerin sayısını 500 olarak tesbit ederken, bir kısım âlim bu sayıyı 800'ün üzerine çıkarmış, bir kısmı da aksine 200'e kadar indirmiştir. Bu nedenle ahkâm âyetleri ikiye ayrılmaktadır. 1.  İçinde ahkâmın bulunduğu açıkça ifade edilen âyetler,  (el-Bakara, en-Nisâ, el-Mâide, el-En'âm Sûrelerinde bu nevi âyetler oldukça fazladır) 2. Doğrudan doğruya bir hüküm ifade etmeyip, istinbat yoluyla hüküm çıkarılabilen âyetler.

4. İlmî Tefsirler: Kur'ân metnindeki bilimsel ıstılahları açıklamaya, onlardan çeşitli ilimleri ve felsefî görüşleri çıkarmaya çalışan bir tefsir şeklidir.

5. İçtimaî Tefsîr: İçtimaî sahaya bakan yanlarını öne çıkararak, hidâyet gayeli tefsîre konu edilmesidir. Kur’ân, toplum için inmiştir. Bu yüzden tefsîr edilirken, çağın içtimaî problemleri Kur’ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır. Yani tefsîrin konusu insan, insanın hidâyeti, içtimaî meseleler olmalıdır. Bu eğilime "İçtimaî Tefsîr Ekolü" denilmesinin nedeni budur. Bu eğilime mensup olanlara göre önceki tefsîrler, fantazi türünden bazı konuları öne çıkarmış hayattan uzak tefsîrlerdir. Kimi isrâiliyyâta dalarken, kimi dil kuralları üzerinde durmuştur. Halbuki tefsîr, Müslüman'ın günlük hayatını ilgilendiren meseleleri ele almalıdır. Tasvip edilen ve edilmeyen yönleriyle ilim çevrelerinde tahlile tâbi tutulan bu tefsîr hareketinin mümessili Muhammed Abduh'tur. Daha sonra Reşid Rıza, Mustafa el-Meraği, Seyyid Kutub, Said Havva ve Mevdudî gelmektedir.

5. Diğer Tefsir Çeşitleri

Yukarıda zikrettiklerimizden başka tefsîr çeşitleri de vardır. Bunlar, bazıları tarafından benimsenmiş, diğer bazıları tarafından da tenkit edilmişlerdir. Bir makale çerçevesi içerisinde hepsinden ayrıntılı bir şekilde bahsetmek mümkün olmadığı için, sadece isimlerini vermekle iktifa edeceğiz:

1-Tarihsel tefsîr medotu. 2-Modernist tefsir ekolü. (Muhammed Abduh, Reşit Rıza) 3-Aksiyon ve dava ekolü. 4-İktisadi tefsir ekolü 4. Sosyolojik tefsir ekolü 5-Psikolojik tefsir ekolü; 6-Kıssacı tefsir ekolü. 7. Fenni tefsir. 8. Edebi tefsir. 9. Lügavi tefsir.

Değerlendirme ve Sonuç:

İslam aleminin tarih süreci içerisinde Siyasî ihtilâflar, itikadî ihtilâflar, islam düşmanlığı, Irk, belde ve mezheb taassubu, Hikayeciler ve vâ'izlerin türemesi, Müslümanları habersiz oldukları konularda hem Tergîb hem de terhîb yoluyla ikaz etme gibi zorunlulukarla kurandan sonra hadislerin neşredildiğini ,hadisler içerisinde tefsirin kendine zamanla müstakil bir yer ihraz ederek  Kuran ilimleri parelelinde birlikte geliştiklerini görüyoruz. Hadisin kurandan sonra diğer ilimlere menşe olması buna kuvvet vermiştir.İlk muhaddislerin diğer ilimlerde de bir otorite olması özellikle sahabelerin değişik ilmî okullarla bu ilimlerin temellerini atarak talebe yetiştirip, gelişmelerinde pişdarlık ettiklerini özetlemeye çalıştığımız  her ilmin tarihi seyrinde rahatlıkla müşahede edilmektedir.

Yaptığımız ve burada kısaca özetini sunmaya çalıştığımız bu çalışmamızdan sonra tarihi süreç içinde islam dünyasının iptidadan günümüze yaptıkları çalışmaları bilimsel veriler ışığında incelediğimizde bu faaliyetlerin ciddi bir hiyerarşik bir yapı oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu yapının, günümüz bilimsel çalışmalarımızda da takip edilmesi gereğine inanıyoruz. Yalnız şuna dikkat edilmelidir. “Geçmişi reddederek bir şey yapmakla”, “Ben olsaydım bunu nasıl yapardım” düşüncesi ayrı ayrı şeylerdir. Biz var olandan hareketle ben olsaydım nasıl yapardım fikrini savunuyoruz. Bu mantığın bu ilimlerin oluşmasında, ilmî faaliyetlerin canlı tutulmasında temel etken olduğu kanaatindeyiz. Eğer geçmişi atlayarak bir şey icat etme fikrinden hareket edilseydi bu ilimlerin hiç birisinin oluşmaması gerekirdi. Öyleyse yapılması gereken hiyerarşik bir anlamanın takip edilmesidir. Bunun içinde faydalanılacak kaynakların çok iyi tesbit edilmesi gerekir. Bu düşüncenin de fıkıh, hadis, tefsir tarihleri ve geleneğinin oluşumunda etkili olduğu kanaatindeyiz. Nitekim Ulema kendilerinden önceki temel eserleri anlamış, tartışmış ve hatta ezberlemiş olmaları bunun en açık kanıtıdır. Bunu anlatabilmek içinde ilimlerin istinat ettiği temel eserleri ve prensipleri anlamaya çalışmak gerekir.

Bundan sonraki çalışmalarda da bu ilk kaynaklardan hareket edilmesinin gereğine inanıyoruz. Bunları anlamaya yardımcı olan ara kaynakların ve diğer ilmi çalışmaların iyi tespit edilerek belirli bir sistem dâhilinde çalışılması zorunludur. Bu nedenle ilimlerdeki selef- halef kaynaklarıyla sonraki dönemlerde yazılan değerli kaynakları yol göstermesi için tarihi sürecini iyi takip etmek gerektiği kanısındayız. Günümüzde gereğine inandığımız Mukayeseli ilmî çalışmalarının yapılabilmesi için bu ilimlerin tarihine ve faydalanacağımız kaynaklara azami derecede ihtiyaç vardır.

 


0 Yorum - Yorum Yaz

mekayese    24.12.2013

Esbab-ı Nüzul I

2. Ödev: Mukayeseli tarihler/usuller kiraati hulasasi nedir?

2013-2014 Akademik Yılı

Güz Dönemi Doktora Ödevi

Kemal Gözütok

ÖĞR. NO: 12922764

 

 

 

İslam tarihi kaynakları:

 

-Kuran

-Hadis

-İslam öncesi arap yarım adası ile ilgili yazılı kitabetler.

-Risalet öncesi ve sonrasında yazılan şiirler.

-Siyer, megazi ve melahim biligileri

-Risalet dönemi ile ilgili yabancı kaynaklar(dış kaynaklar)

-Risalet sonrası tarih kaynakları

-Tarih felsefesi

-Sosyoloji

-Arkeoloji

 

Açıklama:

Tefsir ve hadis ilimlerine kaynak etmek için, tarih bilimi gerekli olan malzemeye toplar, onları tetkik eder kullanıma uygun bir bilgi olarak bu iki ilme sunar.

 

 

 

Hadis metodolojisi:

 

 

Nakil sıhhati tespiti:

-Sened incelenmesi

(Cerh ve ta’dil)

-İsnadın muteallikliği

 

 

 

Bağlamın tespitinde kaynaklar:

-İslam tarihi metodolojisi ile rafine edilen bilgi

(Siyer, megazi, melahim ve diğer kitabetler)

-antropoloji, psikoloji ve sosyoloji

-Kuran

-Hadis tetkiki

 

 

Filoloji kaynaklar:

-Kuran

-Şiirler (İslam öncesi ve sonrası)

-Filolojik nakiller

-Arap dilbilgisi

 

 

 

 

Tefsir:

 

Bağlamın tespitine ışık tutan veriler:

İslam öncesi Arap yarım adasına ışık tutan tarih incelemeleri

-Siyer (İslam tarihi incelemelerinin ürünü)

 

Beyanın yanı mubeyyin vazifesini gören kaynaklar:

-Hadis ilmi tarafından rafine edilmis olan tefsir rivayetleri

 (Merfu, Mevkuf ve maktu)

-Kuran öncesi vahiy ürünlerü

(İncil tevrat vb.)

 

Filolojik veriler:

-Hadis ilmi tarafından tespit edilmiş filolojik rivayetler

(Merfu, mevkuf maktu)

-Klasik arap şiirleri

-Arap dilbilgisi

-Bağlama uygunluk

-Kıraat incelemeleri

 

Açıklama:

Hadis ilmi herşeyden önce tefsir ilminin bir alet ılım olmakla beraber, yanı hadıs ılmının tefsir ılmıne kaynaklığının yanısıra, Fıkıh ve kelam ıçınde tefsir gibi bir mübeyyin vasfı vardır. Kuran ve hadislerin anlaşılmasıyla beraber Fıkıh ve kelam ılımlerı devreye girer.

 

 

 

 

Fıkıh:

 -Tefsir ilminin ortaya çıkarmış olduğu bağlam ve illet tespitlerinden yararlanarak, kuran hitabının uygulanabılırlığını tespit etmek.

-Yine aynı şekilde hadis ilminin ortaya çıkarmış olduğu baglam ve illet tespiti sayesinde uygulanışa geçirmek.

Hadis ve tefsir ilminnin anlamaya yönelik çalışmaları sayesinde hitabhı anlamak.

-Sosyoloji, antropoloji, pisikoloji ye vakıf olmak

-Bu mınval üzeri bir metodoloji üretip hukuk sistemi oluşturmak

 

Kelam:

 

-Tefsir ve hadis ilimleri orataya çıkarmış olduğu bilgiler ışığında ilahi hitabı anlamak.

-Akaid sistemi oluşturmak

 

Açıklama:

Lokal bir yapıya, yani topluma yapılan hitap, bu toplum içindeki fıılıyatlar, evrensel düzeyde uygulana bılırlığını sağlamak ıslam hukunun alanıdır. Bu hıtapdan sıstematık bir akaıd yapısı oluşurup, üstün ahlakın her dönem şekillenişini ortaya koyan, yanı ustun ahlakın portresını cızende kelam ılmıdır.


0 Yorum - Yorum Yaz


MUHAMMET KARAOSMAN

DOKTORA, 

 TEFSİR USULÜ

Kur’an’ın lafzı, anlamı ve içerdiği tarih itibariyle anlaşılmasına yardımcı olan bazı Kur’an ilimleri bulunmaktadır. Kur’an ilimleri Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde ifade edilmektedir. Ulûm, ilim kelimesinin çoğulu olup lügatte bilmek ve anlamak, ilim ıstılahta da meseleleri delilleriyle idrak etmek anlamına gelmektedır. Bu tanıma göre Kur’an ilimleri:inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir.

Kur’an’da sözü edilen bu ilimler dışında bazı tabiat ilimleriyle alakalı genel manalı sözler de bulunmaktadır. Ancak bu tarz sözlere bakarak tabiat ilimlerini de Kur’anî ilimlerden saymak mümkün değildir. Çünkü Kur’an, hiçbir zaman bu ilimlerin kanunlarını koymak ve onları ispat etmek için inmemiştir. Bu durum, tabiat ilimlerinin küçümsendiği manasına gelmemektedir. Aksine Kur’an, Müslümanların bu ilimleri öğrenmeye, onlar üzerinde derinleşmeye teşvik etmektedir.

Kur’anî ilimler, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve müfredatla yalnız Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır. Ez-Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, es-Suyûtî sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini az daha genişleterek biraz daha çoğaltmıştır. İbn Arabî (ö.543/1148) Ku’an’da geçen her kelimenin zâhir, bâtın, had (helal-haram) ve matla’ (va’d-va’îd) olarak dört anlamı vardır diyerek bu ilimlerin sayısının 77540 olduğunu ifade eder.

Kur’an ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmliştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini toplayıcı kapsamları eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser ez-Zerkeşî’nin‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanıılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.

  1. KUR’AN’IN LAFZIYLA İLGİLİ İLİMLER

Kur’ân, yüce Allah’ın insanlara iletmek istediği son mesajını içeren ilâhî sözler bütünüdür. Bu sözler l olarak Arap toplumuna, onların konuştukları dille/Arapça söylenmiş kelâmdan ibarettir. Söz konusu kelâm, orijinal ve itantik şekliyle ilâhi lafılzlardan oluşmaktadır. Çünkü Kur’an’ın gerçek mütekellimi Allah’tır. Bu yüzden Kur’an’ın hâkim üslup tarzı Allah-merkezlidir ve o, esas itibariyle yazılı değil sözlü bir metindir. Anlatım biçimi bakımından Kur’ân’da bir üslup birliği söz konusu değildir.

Kur’an içerdiği manaları Yüce Allah tarafından seçilen lafızlarla anlatmaktadır. İşte, Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak maksadıyla ortaya çıkarılan Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun ifade tarzıyla ilgilenmektedir.

A. ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN

Tanımı ve Mahiyeti

Üslub, oluş, yapılış biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya bir devrin kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığını rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı üslüp tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.

B. MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN

Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.

Mübhemâtın belirlenmesinde ilk akla gelen kaynağın Kur’an olduğundan şüphe yoktur. Ancak gerek sahâbî ve gerekse tâbıûn müfessirlerlinden isrâiliyata meyledenler, Tevrât’ı da bu alanda kaynak olarak kullanmışlardır. Bir diğer kaynakta tarihtir. Çünkü mübhematla ilgili husuların büyük bir bölümü tarihte geçen olaylar ve o olayların geçtiği mekânlar ve kahramanlardır. Sahabe nakilleri mübhematın belrilenmesinde bir kaynak niteliği taşımaktadır. Tabiûn nakilleride göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak hemen belirtmemiz gerekir ki, Tevrat, Tarih ve bu iki kaynağa dayalı olan tâbiûn nakillerini kesin doğrular olarak kabul etmeyip, onlara karşı her zaman temkinli yaklaşmak gerek. Kısaca; Mübhematla ilgili nakledilen rivayetlerin doğruluğu, alıntıların yapıldığı kaynaklara ve söz konusu rivayetinlerin sıhhatine bağlıdır. Bu yüzden mübhemat konusunda müşâhede ve semâya dayalı sahâbe nakilleri dışındaki kaynaklardan yaılan rivâyetler karşısında çok titiz davranılmalıdır.  Örnek için bkn. S.154-156

C. GARİBU’L-KUR’ÂN

Tanımı ve Önemi

Garîb kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu.

D. VÜCÛH ve NEZÂİR

Tanımı

Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kafzubub Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.

Nezâir de, nazîrekelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.

E. AKSÂMU’L-KUR’ÂN

Anlamı ve Mahiyeti

Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yeminmanalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.’ Mezheplerin ittifakına göre Allah’tan başka hiçbir varlık üzerine yemin etmek câiz değildir. Yapılan yeminler bozulduğu takdirde, Mâide 89’da geçen cezalardan birini hak etmiş olur.

Kur’an’daki yeminlere gelince: Kur’an’da söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir. Allah’ın Kur’an’da yapmış olduğu yeminleri gruplandırabiliriz:

Yüce Allah, Kur’an’da çeşitli varlıklar üzerine yemin ettiği gibi üç ayette de Hz. Peygamber’e yemin etmesini emretmiştir. Söz konusu âyetlerde Hz. Peygamber’den yemin etmesi istenen husular, ‘öldükten sonra dirilme’, ‘kıyamet’ ve ‘azab’ tır. Bunlar da, insanlık tarihi boyunca inkârcıların bir türlü inanmaya yanaşmadıkları ancak vuku bulması muhakkak olan unsurlardır.

III.     KUR’AN’IN ANLAMIYLA İLGİLİ İLİMLER

Anlam, bir kelimenin, bir önermenin, tasarımın, bir düşüncenin ya da bir eserin anlatmak istediği şeydir. Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun bu anlam boyutuyla ilgilenerek, metninin doğru anlaşılmasına yardımcı olmaktadırlar. Bu ilim dalları, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında, onu okuyup anlama durumunda olan insanlara pekçok yarar sağlayabilirler.

A. MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN

Müteşâbihin Manası ve Niteliği

Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise:‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.’ Yani müteşâbih ayetlerde üç ayrı nitelik bulunmaktadır. ‘Bilinmezlik ’ vasfı, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin mana itibariyle, ancak Mutlak Kudret’in bigisi dahilinde olduğunu gösterir. ‘Kapalılık’ söz konusu olduğunda, o tür ayetlerin yorumlanmasında mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bir kısım âyetler de farklı anlamlara müsaittir ve bu anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede bir benzerlik mevcuttur. Dolayısıyla bu nevi âyetlerin yorumlanmasında da hem bazı zorluklar bulunmaktadır, hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin isabetli ve mutlaka doğru olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir.

B. HURÛF-I MUKATTAA

Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla gelmiştir.

Genel Bilgiler

Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Müfessirlerin beyânına göre vahiy geldikçe Hz. Peygamber bunları insanlara tebliğ ederdi. Ancak Kur’an’ın meydan okuması karşısında âciz kalan müşrikler ve gayr-i müslim unsurlar diyorlardı ki, “...Sakın çu Kur’an’ı dinlemeyin, okundukça gürültü edin, belki bastırır galip gelirsiniz.” (Fussilet;26) Ancak hurûf-u mukattaanın yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler, kâfirlerin de dikkatlerini çekmiş böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a kulak vermeye başlamışlardı.

Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet değildir.

C. İ’CÂZU’L-KUR’ÂN

İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kend benzerini getirmekten âciz bırakmasıdemektir. Bu anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona konuşma izninin verilmesine benzer.

D. MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN

Müşkil Kavramı

Müşkil’in manası, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır.

 E. MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN

Münâsebetin Manası ve Alanı

Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişkidemektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.

Kur’ân âyetleri çeşitl zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir. Kur’ân’ın içerdiği naslar arasında mantıksal bir anlam ilişkisinin bulunması zaruridir. Bu ilişki hem âyetler hem de sûreler arasında söz konusudur. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.

Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.Diğer örnekler için bkn. S.211-212

Münâsebâtu’l-Kur’ân İlminin Tarihi Gelişimi

Kaynaklar, Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki münâsebetten ilk defa söz eden İslâm bilgininin Ebû Bekr en-Nîsâbûrî (ö.324/936) olduğunu zikretmektedir. Bu zât hem münâsebet hem de münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüştür ve bu ilme çok katkısı olmuştur. Buna rağmen bu katkısı şifâhi nakilden öteye geçmemiştir. Kur’ân’ın insicâmı konusundaki düşünce ve yorumlarını kitabîleştirmek suretiyle bu ilmin daha kalıcı olmasını sağlayan ilk müfessir er-Râzî (ö.606/1209)’dir. ‘Kur’an’ın tamamı tek bir sûre hatta tek bir âyettir’ tezinden hareket eden er-Râzî, âyet ve sûreler arasındaki münâsebete zaman zaman yer vererek, Kur’an’daki anlam bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir.

VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Hayyân’ın hocası Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır. Daha sonraki asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla oldukçca hacimli sayılabilecek bir tefsir yazmış ve söz konusu eserinde müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını böylesine derin ve engin bir şekilde ele bir başka tefsir mevcut değildir.

F. FEZÂİLU’L-KUR’ÂN

Anlamı

Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.

Kur’an’la ilgili Fazilet Hadisleri

Hz. Muhammed (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir:

Kur’an sûrelerinin fazileti hakkında nakledilen bu hadisler ez-Zemahşerî, el-Beydâvî ve Ebu’s-Suûd Efendi’nin tefsirlerinde yer almaktadır. Kaynakların belirttiğine göre bu müfesirler söz konusu hadisleri, Kur’an sûrelerinin faziletleri konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan es-Sa’lebî ve el-Vâhidî kanalıyla rivâyet etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki müfessir eş-Şirbînî, ez-Zemahşerî ve ona tâbi olarak aynı hadisleri naklene el-Beydâvî’nin pek çok uydurma hadisi kitaplarına aldıkların söz etmektedir. Bu müfessir söz konusu hadislerin mevzû olduklarını belirtirken, âlimlerin ekseriyetinin görüşünü benimsemiştir. Kur’an sûrelerinin faziletiyle ilgili pek çok hadisin uydurulduğu konusunda açık itiraflarda mevcuttur. Mesela Meysere b. Abdi Rabbih İnsanları Kur’an okumaya teşvik etmek için pek çok fazilet hadisi uydurduğunu beyân etmiştir.

 Kur’an sûrelerinin fazileti konusunda uydurulan hadisler teşvik için yaramış olsa bile uydurulan hadislerde öngörülen aşırı sevaplar, Müslümanları Kur’an’ın ruhundan uzaklatırıp sadece onun lafzıyla meşgul etmiştir. Halbuki ümmetin en hayırlısı olan ashâb Kur’an’ın manası ve hükümlerin uygulanması konusunda çok titiz davranıyordu. Böylece bu mevzû hadisler Müslümanları daha çok Kur’an’ın lafzına yönelterek onları asıl görevlerinden uzaklaştırmıştır.

A. KISASU’L-KUR’ÂN

Kıssaların amacı, sadece insaların ahlâkî davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve neticeler üzerinde durmak değildir. Kur’an’ın kendi sunu mantığı ve yöntemi içerisinde kıssalar, bir nakil ve aktarımın ötesinde, toplumsal değişmelere paralel olarak ele alınması ve üzerinde derinliğe düşünülerek birtakım yorum ve prensiplere ulaşılması gereken tarihsel veriler konumundadırlar. Bunlar, İlâhi bir tarih yorumunu elde etmemiz için mevcutturlar.

Kıssa Kelimesinin Anlamı

Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir. Bunların dışında anlatmak, hikâye etmekmanalarına da gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.

B. ESBÂBU’N-NÜZÛL

Kur’an âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler. Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir.

Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı

Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.

C. NÂSİH-MENSÛH

İslâm’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir perspektiften ele alınması gereğini düşünüyoruz.

Neshin Tanımı

Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsihdenilmektedir.

Kur’an’da Neshin Varlığı Tartışması

Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni (ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.

FIKIH USULÜ

“Asıl” kelimesinin sözlük manası; ‘üzerine bina olunan, dayandırılan kurulan’ demektir. Bu dayandırma, bina ediş, duvarın temel üzerine kurulması gibi hissî/hissedilir olabileceği gibi, sonucun sebebe, ispat edilenin/işaret edilenin delile dayandırılması gibi aklî de olabilir.

Fıkıh usulü ise; fıkhın üzerine kurulu olduğu kurallardır.

Fıkıh ise; sözlükte ‘anlamak, anlayış’ demektir.

Şu ayette olduğu gibi:  مَا نَفْقَهُ كَثِيرًا مِمَّا تَقُولُ  “Senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz.”[1]

İslâm fakihlerinin/usulcülerin örfünde/kullanımında fıkıh; “Tafsili delillerden istinbat edilmiş amelle ilgili Şer’î hükümleri bilmektir.”

Hükümleri bilen/âlim bakımından hükümleri bilmekten kasıt; yalnızca bu hükümleri bilmek değil, bilakis Şer’î hükümler hususunda melekenin/yeteneğin oluşmasıdır. Yani bu bilginin ve ondaki derinliğin, hükümleri bilen kişide o hükümlerle ilgili bir melekeyi oluşturan boyuta ulaşmasıdır. Sadece melekenin oluşması, hükümlerin tamamını bilmiyor olsa da kendisinde meleke oluşan kimsenin fakih sayılması için yeterlidir. Ancak inceleme ve istidlal/delil getirmek için furuatla ilgili Şer’î hükümlerden detaylı olmasa da bir miktar bilmek kaçınılmazdır. Bir ya da iki hükmü bilmek, fıkıh olarak isimlendirilemeyeceği gibi delil çeşitlerinin hüccet olduğunu bilmeye de fıkıh denilmez.

“Fıkıh” kelimesi ile tafsili delillerden çıkartılmış furuatla ilgili amelî hükümler topluluğu kastedilir. ‘Bu bir fıkıh kitabıdır’ denilirken, furuatla ilgili amelî hükümleri içeren bir kitap olduğu kastedilir. “Fıkıh ilmi” denilirken de furuatla ilgili amelî hükümler topluluğu kastedilir. Ancak bu kavram, amelî hükümlere hastır. Istılah bakımından, itikad ile ilgili hükümler fıkıhtan değildir. Çünkü fıkıh, feri-ameli hükümlere yani itikad edilen değil, amel edilen hükümlere hastır.

Bu durumda “fıkıh usulünün” manası: Tafsili delillerden elde edilen amelî hükümlerle ilgili yeteneğin oluşumunda esas alınan kurallardır. Onun için fıkıh usulü; ‘aracılığı ile tafsili delillerden Şer’î hükümleri istinbat etmeye ulaşılan kaideleri bilmektir’ şeklinde tarif edildi. Bu kuralların kendisine de “fıkıh usulü” denir. “Fıkıh Usulü Kitabı” dediğimizde bu kuralları içeren kitabı kastederiz. ‘Bu fıkıh usulü ilmidir’ derken de; aracılığı ile tafsili delillerden Şer’î hükümleri istinbat etmeye ulaşılan kuralları kastederiz. Fıkıh usulü bahsi, kurallar ve deliller hakkında inceleme yapmaktır. Yani hüküm, hükmün kaynakları ve bu kaynaklardan hükmü istinbat etme keyfiyetini inceler.

Fıkıh usulü; icmâli delilleri ve bunların Şer’î hükümlere delâlet yönlerini kapsadığı gibi, istidlalde bulunulanın durumunu -tafsili açıdan değil de genel açıdan- yani içtihad bilgisini de kapsar. Aynı şekilde istidlalkeyfiyetini –ki o, deliller içerisindeki teadül/eş değerlilik ve tercih durumudur- kapsar. Fakat içtihat ve deliller arasında tercih; delilleri ve delâlet yönlerini bilmeye bağlıdır. Onun için bu iki konu yani deliller ve delillerin delâlet yönleri, hüküm ve hükümlerle ilgili hususlar konusu ile beraber fıkıh usulünün esasını teşkil eder.

Şu halde fıkıh usulü; fıkhın mutlak emir, mutlak nehiy, Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in fiili, sahabenin icmâsı ve kıyas gibi tayin edilmemiş haldeki icmâli delilleridir. İşte bunlardan (icmâli delillerden); أقيموا الصلاة “namaz kılınız”, ولا تقربوا الزنا  “zinaya yaklaşmayınız”, Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Kâbe içinde namaz kılması, mahcura veli tayin edilmesi, ücretliye kıyas yapılarak vekilin ücret almaya hak kazanması gibi tafsili deliller çıkartılır. İşte örneklenen bu hususların hiç birisi fıkıh usulünden değildir. Çünkü bunlar belirli tafsili delillerdir. Bunlardan birer örnek olarak fıkıh usulü konusunda yer alması, bunların fıkıh usulünden olduğu anlamına gelmez. Bilakis usul; icmâli deliller, delillerin delâlet yönleri, delil getirenin durumu, delil getirme keyfiyetidir.

Fıkıh usulü, fıkıh ilminden farklılık arz eder. Zira fıkhın konusunu; helalliği, haramlılığı, sahihliği, batıllığı, fasitliği bakımından mükelleflerin fiilleri oluşturur. Fıkıh usulüne gelince; onun konusunu, kendilerinden Şer’î hükümlerin istinbat edilmeleri yani Şer’î hükümleri ispat etmeleri bakımından sem’î/vahyi deliller oluşturur.

Bu durumda; hüküm ve hükümle ilgili hususlarda şu üç noktanın açıklanması kaçınılmazdır:

1-Hükmün kaynağı kimdir, yani hüküm koyma yetkisine kim sahiptir, hâkim kimdir?

2-Hüküm kim için çıkartılır yani bu hükmü uygulamakla mükellef olan kimdir?

3-Hükmün kendisi nedir, hakikati nedir?

HADİS USULÜ

 1- Usûl-i Hadîsin Muhtevâsı:

Hadis Usulü adıyla inceleyeceğimiz konu, aslında Hadis Usulü Bilimi (İlmi Usuli’l-Hadis) dir. Hadis İlminin Dirayetü’l-hadis diye bilinen koludur. Hadis ilminin diğer kolunun adı da Rivayetü’l-hadis ilmidir.

Dilimizde kullanımı ile Hadis Usulü, asli ifadesiyle Usulu’l-hadis teriminin temel kelimesi hadis’tir. Hadis’in sözlük anlamı yeni’dir. Eski demek olan kadim’in zıddıdır.

Hadis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de söz ve haber anlamlarında kullanılmıştır.[1]Mesela “Haydi onun gibi bir söz getirsinler” (Tur: 52/34) ayetinde söz, “Musa’nın haberi sana ulaştı mı?” (Taha: 20/9; ez-Zariyat: 51/24; en-Naziat: 79/15.) ayetinde de haber anlamındadır.

Hadisin terim anlamı ise, söz, fiil, takrir (onay), ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere izafe edilen her şeyin yazılı metinleri demektir. Çok özel ve dar anlamda peygamber sözüne de hadis denir. Hadisin çoğulu ehadis’dir.

Usul, asl’ın çoğuludur. Asıllar, kökler, kaynaklar manasına gelmektedir. Terim olarak yol, yöntem, nizam, kaide, düzen ve metod ahlamlarında kullanılmaktadır. Bu manada bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri ve tekniklerini ifade etmektedir.

Hadis Usulcüleri denilince, hadi ilminin  dirayete dayanan prensipler bölümü (usuliyyat) ile meşgul olan alimler (usuliyyun) anlaşılır.

Hadis usulü ilmi de hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis teknolojisi demektir. Bu bilim dalına başlangıçta Mustalahu’l-hadis de denilmiştir. Usul konularını anlatmak için Ulumu’l-hadis ifadesinin kullanıldığı da olmuştur.[2]

Hadis Usulü, kabul ve red yönünden hadisin sened ve metnini inceleyen ilim dalıdır.

Hadis ilmi temelde rivayetu'l-hadis ve dirayetu'l-hadis diye iki ana bilim dalına ayrılmaktadır. Rivayetü'l-hadis ilmi, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in söz, fiil, takrir ve hallerini; bunların zabt edilip usulüne uygun olarak sonraki nesillere nakledilmelerini (rivayetlerini) konu edinen hadis ilim dalıdır.

Mustalahu'l-hadis ve usûlü'l-hadis diye de isimlendirilen dirayetü'l-hadis ilmi, "Sened ve metnin durumlarını anlamaya imkan veren kaideler ilmi" olarak tarif edilmektedir. Bu tariften açıkça anlaşılacağı gibi dirayetü'l-hadis ilmi, genel ve teorik kaideler vaz ederek râvî, rivayet ve merviyy konularının tetkik ve tenkidine zemin hazırlamaktadır. Bu ilim edebiyatı da prensipler edebiyatı demektir.[3]

Zaten usûl, aslın çoğulu olarak, asıllar, kökler, kaynaklar anlamındadır. Terim olarak da yol, yöntem, kaide, düzen ve metod anlamlarına gelen usül, bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi gereken esaslar, prensipler, başlangıç bilgileri ve teknikleri demektir. Böyle olunca, hadis usûlü, hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis metodolojisi anlamına gelmektedir. Hadis usulcüleri denilince de hadis ilminin dirayete dayanan prensipler bölümü (usuliyyat) ile meşgul olan âlimler (usûliyyun) akla gelir.

Dirayetü'l-hadis ilmi ve dolayısıyla hadis usûlü edebiyatı da temellerini, rivayetü'l-hadis ilmi ve edebiyatı gibi ashab-ı kiramın hadis nakli ve rivayetinde gösterdikleri titizlik, araştırma (tesebbüt-taharri) ve denetim faaliyetlerinde bulmaktadır. Ashabın üst seviyede bir dikkat ve titizliğe sahip olmaları yanında, birbirlerinden duydukları hadisleri daha iyi bilenden tahkik etmekten de geri kalmadıkları bilinmektedir. Hz. Aişe'nin yirmi kadar sahabînin rivayetlerini tashih ettiğine dair hadisleri Bedreddin ez-Zerkeşî "el-Icabe" adlı eserde toplamış bulunmaktadır. Öte yandan Hatib Bağdadî de hadis öğrenmek ve bildikleri hadisleri kontrol etmek için uzun yolculuklara çıkan sahabîleri "er-Rihle fı talebi'l-hadis" adlı eserinde tanıtmaktadır.

Ashab ile başlayan bu araştırma ve tetkik gayretleri, dirayetü'l-hadise ait kaidelerin şekillenmesine zemin hazırlamıştır. Tebliğ görevi ve Hz. Peygamber'e yalan isnad etmeme dikkati, hadis ilmine dair tüm faaliyetlerin temelinde yatan gerçek olmanın yanında, hadis usûlünün, en erken bir dönemden itibaren uygulama alanına intikalini de gerçekleştirmiş olan asıl sebeptir. Ancak hadis usûlüne dair edebiyatı müstakil hüviyetleri ile rivayetü'l-hadis edebiyatından daha sonraki bir dönemde bulabilmekteyiz. [4]

Önceki bahislerde Hadîs ilminin doğuşu, gelişmesi, bu sahada verilen belli başlı eserler üzerine yeterli açıklamalar yaptık. Buralarda üzerinde durulmuş mes'eleler çoğunluk itibâriyle hadîslerin rivâyetiyle ilgilidir. Tanıtılan kitaplar bile rivâyetle ilgili te'lîflerdir. Hadîs İlminin bu şûbesine rivâyetü'l-hadîs ilmi denir.

Halbuki hadîsçilerin meşguliyet sâhasına giren başka mes'eleler de vardır: Rivâyetin şartları, çeşitleri, herbir çeşide terettüp eden hüküm, râvilerin ahvâli, şartları, merviyyâtın envâı, merviyyattan istifâde şartları vs. gibi. Bu çeşit mes'elelerle meşguliyeti kendisine konu edinen branşa dîrâyetu'l-hadîs denir.[5] Usûl-i hadîs deyince öncelikle hatıra gelen muhteva ve müfredat da budur. Şunu hemen kaydedelim ki, Usûl-i Hadîs ilmine ulûmu'l-hadîs de denmiştir ki, hadîs ilimleri mânâsına gelir. Böylece hadîsle ilgili ilimlerin birçok şubelere ayrıldığı ifâde edilir. Usûl-i Hadîs daha ziyâde ıstılahlar üzerinde durduğu için ona mustalahu'l-hadîs de denmiştir. Bu ilme ilmu dirâyeti'l-hadîs veya ilmu'l-hadîs dirâyeten tesmiyesi de vâriddir ki, bu durumda, râvileri tedkik keyfiyeti düşünülmüş olmaktadır.

Mukaddimemizin bu kısmında daha ziyâde bir kısım nazârî bilgiler, umûmî prensipler üzerinde durup, usûle giren ıstılahların tarifelerini, açıklamalarını yapacağız: Hadîs nedir? Çeşitleri nelerdir, hangi şartlar ve vasıflarda hadîs, sahîh veya hasen olur? Hadîs ne yollarla alınır ve verilir? Senet nedir? Çeşitleri nelerdir? Senette yer alan râvilerde ne gibi vasıflar aranır, hangi evsafı taşıyan râvi makbuldur, hangi evsafı taşımayanlar gayr-ı makbuldur? vs.

Bir cümle ile hadîsin kabûl veya red durumları, râvi ile mervî'nin çeşitli durumlarını inceleyeceğiz.[6]

İslam alimleri her ilmin olduğu gibi hadis ilminin de esaslarını ve metodlarını tesbit etmişlerdir. Bu ilmin konusu Hz. Peygambar’in hadisleri olunca metodolojisi de diyebileceğimiz usulü, bunları bilmeye, sahihini zayıfından ve mevzu olanlardan ayırdetmeye yarayacak esaslar, kaideler ile hadisleri nakleden ravilerin hallerini açığa çıkarmaya yarayacak kurallardan ibarettir. Buna göre Hadis Usulü, hadisler ve ravilerinin hallerini bilmeye yarayacak kaide ve esaslardan ibaret bir ilimdir. Tarifi açıklamak gerekirse bir hadis isnad ve metinden ibarettir. İsnad metni rivayet edenlerin isimlerinin sıralanması, metni ise bildiğimiz gibi isnadla rivayet edilen Hz. Peygamber’in bir sözü, bir fiili, davranışı, takriri veya onunla ilgili bir özelliği bizlere aktaran ifadelerdir. Hadise güven ancak ravilerin güvenilir kimseler olduklarının açığa çıkmasından sonradır. Şayet raviler adalet ve zabt bakımından güvenilir kimseler değilseler hadis ilk planda sahih kabul edilemez. Böylece hadisin sahih kabul edilebilmesi ilk olarak ravilerinin sika olmalarıyla mümkün olmakta daha sonra başka özellikler aranmaktadır. Öyleyse Hadis Usulü hadis ilmi hadislerin kabul veya rededilebilmesi için bir taraftan onlarda bulunması gerekli esasları tesbit etmekte öte yandan ravilerinin adalet adalet ve zabt yönünden güvenilir olup olmadıklarını araştırma esasları tesbit etmektedir. O halde tarifimizi biraz daha genişleterek tekrar edecek olursak Hadis Usulü hadis ilmi kabul ve red itibariyle hadisler ve ravilerinin hallerini bilmeye yarayacak esaslar ve kaidelerden ibaret bir ilimdir. [7]   


[1] Bu kullanımlar için bk. En-Nisa: 4/78, 87, 140; el-En’am: 6/68; el-A’raf: 7/185; Yusuf: 12/101; er-Ra’d: 13/10; Taha: 20/9; el-Casiye: 45/6; ez-Zariyat: 51/24; et-Tur: 52/34; en-Necm: 53/59-60; et-Tahrim: 66/3; el-Mürselat: 77/50; en-Naziat: 79/15; el-Ğaşiye: 88/1. (İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 13.)

[2] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 13, 14.

[3] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, 162; Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/257.

[4] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, 162; Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/257.

[5] İbnu'l-Ekfâni'nin tarifine göre rivâyetu'l-hadis ilmi "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in söz ve fiillerine, bunların rivâyetine, zabtına ve elfâzının tahririne, şümûlü olan bir ilimdir. Dirâyetu'l-hadîs ilmi ise, rivâyetin hakikatını, şartlarını, nevîlerini, ahkâmını, râvilerin hal ve şartlarını, merviyyâtın sınıflarını ve bunlara müteallik hususları öğreten bir ilimdir". Rivâyetin hakîkatı, sünnetin ve benzerlerinin nakli; tahdis, ihbâr vs. suretinde rivâyet edene nisbetidir. Şartları, râvinin merviyyatı, sema, kitabet, vs. tahammül yollarından hangisiyle tahammül ettiğidir. Nevilerî: İttisal, intıkâ vs.'yi ifade eder. Ahkâmı ise kabul ve redd durumunu ifade eder. Ravilerin halinden adalet ve cerh durumları tahammül ve edâdaki şartları maksûddur. Merviyyatın sınıfları, müsned, mu'cem, cezâ v.s. te'lif çeşitlerini ifâde eder. (İbrahim Canan)

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/475-476.

[7] Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis Usulü, 12. sınıf: 81.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

2. ödev    27.12.2013

2013-2014 GÜZ Yarıyılı  Tefsir Bölümü Ebab-ı Nüzul 2. Ödevi  ( Mehmet Tahir PEKİM / öğrenci no:12952702

 

TEFSİR, HADİS VE FIKIH USÛLLERİNİN KARŞILAŞTIRMALI OKUNMASI

 

          TEFSİR USÛLÜ

Tefsir usûlü ilmi, Kur‘anın doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması için gereken ilke ve metotları ortaya koyan ve bu yöntemler doğrultusunda ilahi vahyin nasıl tefsir edileceğini konu edinen bir disiplinin adıdır.[1] Bu ilmin bize verdiği en temel prensip, Kur‘anın doğru anlaşılması için Âyetlerin Âyet ile sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadisleriyle sonra sahâbe kavilleri yanında tâbiûn neslinin sözleriyle açıklamaktır. Bunların yanında tefsir usûlu metodlarından da istifade edilmesi gerektiğini ortaya koyar.

HADİS USÛLÜ

Hadis usûlü ilmi, hadislerin kabul ve red yönünden yani hangisinin kabul edilip hangisinin kabul edilmeyeceğini ele alan bir disiplindir.[2] Daha çık kabul gören görüşe göre bu alanda ilk eser veren kişi Ramuhurmizi(v.h.360) olduğudur ancak bazı ilim adamları ise İmam Şafii’nin yazmış olduğu er-Risâlesi fıkıh usûlü yanında hadis usûlü konularını ilk ele alan kişi olduğunu kabul ederler.

 Daha sonraki devirlerde bu alanda yüzlerce eser verilmiştir. Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus ise rivâyet ve isnâd denilen hadis rivayet metodu ve bu ilim sayesinde oluşturulan metodaloji Müslümanların dışında hiçbir medeniyette bulunmayan bir sistem olduğudur. Nitekim Müslümanlar bu ilim sayesinde Efendimiz(s.a.v)’in sözlerinin bizlere kadar sağlam bir şekilde ulaşmasının bütün inceliklerini veren ve hadisler hakkında oluşacak şüphelerin bertaraf edilmesinde en büyük silahımız olma hüviyetini oluşturmaktadır.

           

 

 

 

 FIKIH USÛLÜ

Müçtehitlerin şer ‘i ameli hükümleri, tafsili delillerden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütünününe fıkıh usûlü denir.[3] Diğer bir ifade ile fıkıh usûlü bir müçtehidin islami kaynaktan yola çıkarak insanların her çağdaki sorunlarına sınırlı dellilerden sınırsız meselelere çözüm bulma metodolojisidir. Nitekim İslam Âlimleri bu zengin usûl sayesinde günümüzde olduğu gibi bütün çağlardaki Müslümanların güncel problemlerini çözüm bulabilmişlerdir.

 

SONUÇ

Yukarıda kısaca tanıtmaya çalıştığımız her üç ilimin birçok konusu aynıdır. Nitekim fıkıh usulünde ele alınan delâlet bahisleri olan muhkem, muteşâbih, zahir, amm, mutlak, mukayyed ve müşkil gibi konuların yanında Kur‘anın tarifi, delil olma ciheti, bize kadar hangi şekilde ulaşması, delâletinin kat‘i veya zanni olması gibi birçok konu tefsir usûlünde de geniş bir şekilde anlatılmaktadır. Diğer taraftan her üç disiplinde Efendimiz(s.a.v.)’in hadislerini konu edinmektedir. Nitekim hadislerin sübutu bize ulaşma şekilleri ve bizim için taşıdığı değer teşri açısından konumu gibi birçok konu her üç disiplin tarafından âdete didik didik edilmiştir.

 

 

OKUNAN KİTABLAR

  1. Zekiyyüddin Şa’ban, usül’l-fıkhu’l-islami, ter. İbrahim Dafi dönmez, Türkiye Diy Vakfı yay. Ankara 2012

  2. İsmail Lütfi ÇAKAN, Hadis usulü, 28. Baskı.istanbul 2012

     

  1. İsmail CERRAHOĞLU Tefsir usulü, Türkiye Diy Vakfı yay. Ankara 2012

     



[1] Muhsin Demirci, Tefsir terimleri sözlüğü, ifav yay. İkinci baskı İstanbul 2011 s.277-278

[2] Abdullah Aydınlı, Hadis ıstılahları sözlüğü, ifav yay. Yedinci baskı. İstanbul 2013 s.100

[3] Zekiyyüddin Şa’ban, usül’l-fıkhu’l-islami, ter. İbrahim Dafi dönmez, Türkiye Diy Vakfı yay. Ankara 2012, s.28


1 Yorum - Yorum Yaz


 

ALİ BAHADIR ÖZDEMİR

BİRLEŞİK DOKTORA 

ÖĞRENCİ NO :13952701

2013/2014 GÜZ YARIYILI

TEFSİR TARHİ/TEFSİR USULU, HADİS TARİHİ/HADİS USULU, FIKIH     TARİHİ/FIKIH USULÜ

   Kur’an; Allah tarafından  Cebrail vasıtasıyla elçisi son peygamber Hz. Muhammed’e mütavatir olarak peyderpey Arapça vahyolunan tüm insanlığa gönderilmiş okunmasıyla ibadet olunan  ilahi bir kitaptır. Bu ilah vahiy , insanlık  tarihi boyunca fıtri olarak gelen ,insanın kainat ve hayat hakkındaki merakına , geçmişteki vahiyler gibi bu insani   arayışa   cevap    vermek          üzere indirilmiştir. Yüce Mevla’nın inayetiyle  efendimizin insanlığa tebliğ etmesi için on dört asır evvel son vahiy olan Kur’an  vahyolunmuştur. Kıyamete kadarda baki kalacaktır. Bu nedenle kişi ,problem ve meselelerde çözümü son vahiy  kur ’anda aramalıdır.    Bu bağlamda kur ’anın nüzulüne ,indiği zamana peygamber dönemini incelediğimizde aynı şekilde dönemin insanları (ashab-ı  kiram) kainat ,evren ,hayat ve bütün meraklarını Resulullah’a arz etmişlerdir. Efendimiz de   öncelikle vahiyle bu meraklarına çözüm getirmeye çalışmıştır. Örneklerini kur ’anda bulmak söz konusudur:

  Vahiyde birebir cevap bulamadığında vahye paralel olarak çözüm bulmuştur. Zaten efendimizin hayatına bakmaya çalıştığımızda membaı Kur’an yani vahiy olan bir hayatı görürüz. Kur’an da buna ayeti celile ile delalet etmektedir: ‘O heva ve hevesinden bir şey söylemez.’ Buna paralel Hz. Aişe validemize efendimizin ahlakı sorulduğunda o şu cevabı vermiştir: O yürüyen bir Kur’an’dı.

Efendimiz zamanında hal böyleyken daha sonraki dönemlerde durum nasıldı?

  Sonraki dönemlerde Resulullah’ın yokluğu hissedilince Efendimizin fiilleri, söylemleri ve de takrirleri mercek altına alınmaya başlandı. Fakat Kur’an haricinde  yazılı bir metin yoktu. Şifahi olarak öğrenilen bilgiler, bu yolla da aktarılıyordu. İslam fetihleriyle beraber, değişik millet ve kültürlerle kaynaşma olunca beraberinde de sorunları ve farklı anlayışları doğurmuştur. Bunun neticesinde de İslami ilimler tedvin ve tasnif edilmiştir. Bu disiplinler hicri 2. Asırdan itibaren müstakil olarak ele alınmaya başlanmıştır: Tefsir Tarihi ve Usulü, Hadis Tarihi ve Usulü, Fıkıh Tarihi ve usulü bu ilimler içinde önemli bir yer almıştır. Her biri farklı  sahada ve farklı isimlerle çıksa da ,membaı bir olan bu ilimler gaye ve amaç bakımından ortak bir hedef içindedirler. O da Kur’an’ın ve sünnetin  anlaşılıp, yaşanıp ve sonraki nesillere aktarılmasıdır.

 TEFSİR TARİHİ      

 Tefsir efendimiz(sav)’le beraber doğmuştur. Yani vahiyle beraber doğmuştur. Kur’an nazil olmaya başlayınca sahabe-i güzin’in bir takım soru ve merakını gidermek üzere açıklamalarda bulunan Efendimiz (sav), tefsir tarihinin müessisidir.

 Bunun haricinde kendisi soru sormak kaydıyla zuhur ederken ,bazen de herhangi bir konuda söylediği bir sözü veya yaptığı bir fiili delillendirmek için tefsirde bulunmuştur.

 Peygamberimiz (sav) tefsirde bulunurken ;

 Mücmeli tebyin, Müphemi tafsil, Mutlakı takyid ve Müşkil’i tavzih yöntemlerine başvurmuştur.    

Sahabe-i Kiram’a gelince ;

Açıklamaları resulullah’a  bağlı olarak sınırlı idi. Tefsiri yaparken öncelikle ,ayeti ayetle ,sonra da ayeti sünnetle veya indiği sebeb-i zikrederek (sebeb-i nüzul)yapıyorlardı. Bunun haricinde ictihada da rastlanmaktadır. Tefsiri olarak yapıyorlardı.

Sahabiler içinde Tefsirde öne çıkmış olanlar : Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Selam, Ubey b. Ka’b, Hz. Ali ,Hz. Aişe validemiz gibi.

Tabiun Dönemi ise ; sahabenin metodunu uygulamakla beraber, bazı farklılıklar arz etmektedir. Tabiun Kur’an ve sünnette yardımcı bir malzeme bulamadıklarında ,özellikle esbab-ı nüzul, mübhemat ve gaybi konularda sahabilerin görüş ve tercihlerine başvuruyorlardı. Bazen de Ehl-i kitabın görüşlerine başvuruyorlardı. Bunun yanında mecburiyet durumunda tefsirde kişisel yorumlarını da katmışlardır. Kur’an’ın tamamını tefsir etmişlerdir.  Tabiun ’un en önemli atılımları medreseler kurmalarıdır. Bunlar ; Mekke Medresesi, muallimi ;ibn-i Abbas’tır. Öne çıkan talebeleri ;Mücahid, İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi Rebah’tır.

Medine Medresesi ; En meşhur talebeleri ; Ebu’l Aliye, Zeyd b.Eslem.

Küfe medresesi ; En meşhur Talebeleri, Alkame b. Kays, Mesruk, Hasan el-Basri, Katade.

 

HADİS TARİHİ VE USULÜ

Hadis lügat manası yeni, haber, tebliğ gibi manalara gelir. Kur’an’da, Kur’an anlamında da kullanılmıştır. Istılah olarak, söz, fiil, ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.

Hadis Kur’an’dan sonra gelen asli delillerdendir. Yani Kur’an’dan sonra en önemli kaynaktır. Hadisleri en sağlıklı  bir şekilde sonraki nesiller aktaran sahabelerdir. Bu aktarmayı şifahen gerçekleştirmişlerdir. Hz. Resulullah(sav) yazıya geçirilmesini yasaklamasının sebepleri arasında, yazı bilenlerin azlığı, Kur’an’a karışma tehlikesi sebepler önem arz eder.

Ancak Resulullah’ın döneminde Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Abdullah b. Amr, Ali b.Ebi Talib, Ebu Hureyre gibi sahabilerin sahifelerine rastlanmaktadır.

 Fütuhatın artmasıyla İslam toprakları genişlemiş, bunun sonucu olarak da ; Medine, Mekke, Küfe, Basra, Şam, Mısır’da ilim merkezleri kuruldu.

 Hicri 2. Asır Hadis ilminin teşekkülünün başlangıcıdır. Bu asırda siyasi çalkantılar, ilhadi hareketleri ve de İtikadi mezhepleri doğurdu. Cerh ve Ta’ dil hareketi yine bu dönemde baş göstermiştir.

 Hicri 3. Asır tedvin ve tasnif hareketinin altın çağını yaşadığı çağdır. Bu asırda Siyer   ve  Meğazi eserleri, Sünenler, Cami’ler ,Musannefler, Müsnedler yine bu asırda yazılmıştır. Bu devir bir bakıma Kütüb-i Sitte devridir.

 Hadis usulü ;hadis tenkidinin temel kurallarını belirler ve hadis usulüne ait temel kavramlarını belirler. Ve tanımını yapar. Hadis Usulü Mustalahu’l Hadis olarak da tanımlanır.

Hadis Usul’ünde Rical İmi önemli bir yer alır. Racul (adam) kelimesinin çoğulu olan Rical ilmi ;hadis ravileri’nin hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gereken bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek üzere zuhur etmiştir. Ayrıca Cerh ve Ta’dil olarak da adlandırılır.

İlelü’l- Hadis, Garibu’l- Hadis, İhtilafu’l- Hadis ilimleri Hadis Usulünün kategorisindeki disiplinlerdir.   

FIKIH TARİHİ/ FIKIH USULÜ

     Fıkıh Usulünün tarihçesi ; İslami ilimlerin kaynağı asr-ı Saadettir. Fıkıh usulü her ne kadar isim olarak ilk dönemde ortaya çıkmammış olsa da uygulama olarak Resulullah (sav) döneminde vardı. Sahabe efendilerimiz bu uygulamayı aynen devam ettirmişlerdir. Peygamberimize vahiy,  ya sorulan bir soru üzerine ya da Allah Teâlâ’nın bizzat vahyin  kendisinin bir olayla ilgili olarak indirmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Vahyin gelmediği meselelerde  de içtihad devreye girmiştir. Peygamber efendimizin bu dönemi en önemli dönemdir. Zira vahye dayanan ve vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönemde gerçekleşmiştir. Sonraki dönemlere kaynaklık etmiştir. Bu dönemim en önemli üç özelliği ; Tedric , kolaylık ve nesih.

Fıkhın 2. Dönemi bir kırılma noktasıyla Hulefay-ı Raşidin ve Emeviler’dir. Bu dönemlerde sahabiler belirleyici olmakla beraber Emeviler dönemi siyaset-fıkıh ilişkisi açısından önemlidir. Hulefay-ı Raşidin döneminin en belirgin özellikleri; içtihad kapısı açılmış, yaptıkları içtihadları kesin görmemiş, Resulullah’ın kavlinden ayırmışlardır. Ayrıca bu dönemde nazari fıkıh henüz başlamamıştır. İllet ve hikmeti değişen bazı hükümler değiştirilmiş, bazı hükümler askıya alınmıştır.

  Resulullah’ın vefatından sonra Sahabe-i Güzin yeni fetihlerle beraber  bu beldelere hicret etmiş , Şam, Küfe, Basra, Mısır gibi yerlerde yeni merkezler oluşmuştur.

Abbasiler döneminde fıkıh olgunluk çağını yaşamıştır .ilk fıkıh usulü eseri bu dönemde yazılmıştır. (İlk usul kitabı İmam Yusuf’a ait olduğu söylense de bize ulaşan eser İmam Şafii’nin Risalesi’dir.

Bu dönemin belirgin özellikleri ; Tabiin içtihadları eklenmiştir. Nazari ve farazi fıkıh çalışmaları hızlanmıştır. Yeni fetihlerle beraber yeni milletlerin bazı örf-adetleri kültürleri fıkıha girmiştir. Fıkıh adına rihleler yapılmıştır. 

Moğol istilasından Mecelle ’ye kadar fıkhın gerileme çağıdır. Mecelle ’den günümüze kadar devam eden dönem uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır.           

    

Fıkıh usulü alanındaki eserler ;Mütekellimin (kelamcılar) ve Hanefiyye metotlarıdır. 

-Mütekellimin metodu: Usul kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tespit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metot, tümevarım biçimindedir.  Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.

- Hanefî metodu: Bu metodun müntesipleri,  araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu Fer’i meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu yüzden, kitaplarında fürua ait meselelere sık sık rastlanır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi Usul kaideleri koyup, onları tespit etmiştir.

 Usulün iki önemli işlevi vardır:

-Usulü bilen zevatın var olan usulden hüküm istimbat etmeleri.

-Usul bilmeyenlerin de var olan usul üzerinden kendinden önceki alimlerin uygulamalarından istifade etmeleri.  

Usulcü, Kitap Sünnet, ve diğer delilleri inceleyip bu delillerin durumlarına bakarak ve bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyarak şablon oluşturan kişidir. Usulcünün görevi külli delilleri inceleyip, müçtehidin tafsili delillerden cüzi hükümler çıkarmasına yardımcı olacak nitelikte kuralları tespit etmek, bu kuralları  şer’i delillerle ispatlayıp sağlam temellere oturtmaktır. Bu da fıkıh usulünün konusudur.

Fakih ise bir olayın hükmünü tespit etmek istediğinde sözü edilen usul kurallarını alıp, bunları olaylara uygulayarak hükümler çıkaran kişidir.     

Fıkıh usulü ilminin gayesi, kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle şer’i hükümlere ulaşmaktır. Fıkıh usulü  ile  şer’i naslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında ta’riz olan  lafızların arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi içtihad salahiyetine haizse, oluşan problemlerin hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihdda bulunur. Eğer bu salahiyete haiz değilse, eski müçtehitlerin ortaya koydukları hükümlerden, hüküm çıkararak, yeni meselelere cevap arar.. Bu da  usulü fıkhı ve onun kaidelerini bilmekten geçer.

Sonuç olarak , Tefsir Tarihi-Usulü, Hadis Tarihi-Usulü, Fıkıh Tarihi- Usulü hakkında verdiğimiz özet bilgiye binaen ,birbirinden müstakil olan bu ilimler ,birbiriyle memzuc olduklarını görürüz. Birbirleriyle içiçe  ve membaı bir olduğunu görmekteyiz. Herhangi bir ilimin diğerine bağlı olarak daha iyi anlaşılacağını müşahede etmekteyiz. Ayrı ayrı ele alındıklarında İslami ilimler sahasında ciddi gedikler oluşabileceğini görmekteyiz. Günümüzde de ister Tefsir alanında ,ister Hadis alanında, İsterse Fıkıh alanında  yapılan çalışmalarda bu bütünlük korunması gerektiği kanaatindeyiz.

  Selam ve saygılar.

 

Kaynakça

1- -Muhsin DEMİRCİ. Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010

2-- Muhsin DEMİRCİ. Tefsir Usulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010

3-Talat KOÇYĞİT, Hadis Tarihi, T.D.V.Y. Ankara 2012

4-Talat KOÇYİĞİT, Hadis Usulü, T.D.V.Y. Ankara 2012

5-İslam Ansiklopedisi,c.13.Fıkıh Md. T.D.V.Y. İstanbul 1996


0 Yorum - Yorum Yaz

ödev    28.12.2013

Kuran'ı hakkıyla anlama ve ondan hüküm istinbatı için gereken ilimler

1- Lügat ilmi. Kur'an Arap dilinde nazil olduğundan, onun manalarını açıklayacak kişinin bu dili iyi bilmesi gerekir. Kelimeler, bazen ilk hatıra gelen anlamda değil de, daha tali anlamlarından birinde kullanılmış olabilirler. Müfessir lisana iyi vakıf olunca, kelimelerin hangi manalarda kullanıldığını daha isabetli olarak anlayabilir.

2- Nahiv ve Sarf (Gramer, Dil bilgisi);

3- Bedi', Beyan, Meani bilimlerini kapsayan Belagat İlmi. Bir kimsenin, binlerce edebi sanat ve edebi üslup ihtiva eden metni, hiçbir yanlış anlayışa yer vermeyecek şekilde anlayabilmesi için, hakiki ve mecazi manalar, teşbih, temsil, istiare, kinaye, te'kid, takdim, te'hir, hazf, icaz, itnab, kasr, iltifat, müşakele ilh. gibi terimlerle tarif edilen üslup özelliklerine vakıf olması gerekir. İnsan, Arap dilinde yazılmış üstün üsluplarla meşgul olup onların inceliklerine vukuf peyda ederse, kendisinde sözü anlama ve idrak melekesi gelişir. Allah Teala'nın maksatlarını kemal veçhile ihata edemezsek de, yine de beşer takati nisbetinde onu anlamanın başlıca vasıtası, Arap diline ve belagat üsluplarına vakıf olmaktır. Bu ise, sadece Belagat ilminin kurallarını öğrenmekle elde edilmez. Bildiğimiz üzere Araplar, Nahiv ve Belagat ilimleri ortaya çıkmadan önce de düzgün ve güzel söz söylemede mahir idiler. Bunun tabii olduğunu söylemek makul değildir. Bu ancak, güzel sözleri öğrenip onlara benzer sözler söyleye söyleye kazanılmış bir meleke idi. Böyle olduğunun gözle görülür delili şudur ki, başka topluluklara karışmalarını müteakip Araplar, bu özelliklerini hicretten 50 yıl kadar sonra kaybetmeye başlamışlardır.1

4- Kıraat İlmi. Bazı kelimelerin, bizzat Hz. Peygamber (aleyhisselam) tarafından tebliğ edilen farklı okunuşlarını gösteren ilim. Çünkü Kur'an'ın bir çok kelimeleri farklı kıraatlerde okunabilmekte ve bu da manalarda bazı farklılıkların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

5- Akaid ve Kelam İlmi. Allah Teala hakkında caiz, vacib ve imkansız olan sıfatlar, nübüvvet, ahiret gibi konulardaki doğru inanç esasları, bütün ayet ve hadisleri birlikte değerlendirdikten sonra bu ilim dalı tarafından ortaya konulmuştur. Müteşabih ayetleri muhkem ayetlerin ışığında anlamak ve açıklamak için büyük gayretlerin sarf edildiği bu ilme başvurulmadığı takdirde, dinin en temel esaslarında yanlışlık yapılabilir.

6- Usul-i Fıkh İlmi. ayetlerden dini hükümlerin nasıl çıkarılacağına dair kuralları bildiren bu ilim de, kavramların mücmel (toplu halde, özet), mufassal (detaylı), umum, husus (genel veya sınırlandırılmış anlam), mutlak (herhangi bir sınırla sınırlandırılmamış ve dolayısıyla çok mana ve vecihlere ihtimali bulunan), mukayyed, mensuh, müevvel (tevil edilmiş) vb. olup olmaması konusunda yol gösterir.

7- Usul-i Tefsir İlmi. ayetlerin hangi ortamlarda indirildiğini bildiren Esbab-ı Nüzul, bazı ayetler arasında yanlış yere var sanılan çelişkileri çözüp gideren Müşkilü'l-Kur'an, Mekki-Medeni, Muhkem-Müteşabih, huruf-i mukatta'a, Nasih-Mensuh, Kur'an kıssaları, Kur'an meselleri, Kur'an'daki kasemler gibi bir çok konuyu ihtiva ile, Kur'an tefsir metodolojisinin adıdır.

8- Usul-i Hadis ve Hadis İlmi. Hz. Peygamber'den nakledilen ve Kur'an'ı açıklayıcı mahiyette olan hadislerden istifadeyi sağlar.

9-Tarih ve Sosyoloji gibi, beşer toplumlarının maruz kaldıkları durumları konu edinen ilimler. Allah Teala, insanlığa gönderdiği bu son Kitabında, daha önceki kitaplarda bildirmediği şeyleri bildirmiştir. Ezcümle, çeşitli ümmetlerin kıssalarını nakletmiş, onlar hakkında cereyan eden İlahi sünnetlerini (kanunlarını) beyan etmiş, toplumları yükselten ve alçaltan sebeplerden, onların iman ve inkar, ilim ve cehalet, kuvvet ve zayıflık gibi hallerinden bahsetmiştir. Kur'an, bir çok gerçeği pek mücmel ve özlü bir tarzda bildirir. Fakat bu bildirme, her şeyi bilen Allah'ın mücmel bildirmesidir. Bu bakımdan, kendisini, verdiği bilgileri tafsilatlı olarak anlamaları için insanları düşünmeye, incelemeye, seyahat etmeye, tecrübeler yapmaya çağırır. Eğer kainat kitabının zahiri ile yetinecek olursak, bu takdirde, bir kitabın cildine ve rengine bakıp da, ihtiva ettiği ilim ve hikmetlerden haberi olmayan ümmi kimseler durumuna düşeriz.

10- Beşeriyetin Kur'an hidayetiyle doğru yolu bulduğunu ve Kur'an'ın esas gayesinin de insanları hidayet etmek olduğunu bilmek. Bunun için de, Kur'an nazil olmadan önceki cahiliye topluluklarının durumlarından haberdar olmak gerekir. Hz. Ömer (r.a.), buna işaret etmek üzere şöyle demiştir: "İslami dönemde yetişen insanlar, Cahiliye'deki halleri bilmedikleri takdirde, İslam elbisesi düğüm düğüm çözülür." Çağdaş medeni toplumda yetişen bir insan el, yüz ve ayak yıkama, diş temizliği, tırnak kesme gibi şeyleri çok tabii davranışlar kabul edebilir. Oysa Kur'an'ın nazil olduğu zaman ve zeminde, bunları bile benimsetmek başlı başına bir inkılaptı. Kaldı ki, bu gibi adetleri yeni nesillere benimsetmek için ne kadar gayret göstermek gerektiği hepimizce bilinmektedir. Ayrıca, en küçüklerini misal verdiğimiz bu inkılaplar içinde şirk, kan davası, ırk üstünlüğü, kölelere yapılan haksızlıklar, çok eşlilik, zina, haram içki, ümmilik, kadınları mirastan mahrum bırakma, kadını sayısız boşama hakkı, cariyeleri fuhşa zorlama ve bu yolla para kazanmayı meslek edinme (randevu evi işletme) gibi yüzlerce kötü adeti kökünden kaldırarak, yerlerine İslam'ın güzelliklerini yerleştirme gibi muazzam inkılapları unutmak mümkün değildir.

11- Tabii bilimlerde kesin (veya kesine yakın) sayılan bir takım sonuçları ve bu bilimlerin prensiplerini bilmek, onların alanlarına giren konulara temas eden yüzlerce ayeti yorumlamakta sahip olunması gereken formasyonu kazandırır.

12- Mevhibe İlmi. Bundan maksat, ilmi ile amil olanlara, Allah Teala'nın ilham edeceği basiret ve kavrama gücüdür. Allah Teala: "Allah'a itaatsizlikten sakının. (Siz bunu yapınca,) Allah size ilim öğretir. Allah her şeyi bilir."2 buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna işaret olarak: "Kim bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği ilimlere de varis kılar." buyurmuştur. Süyuti, müfessire lazım gelen ilimlerin sonuna mevhibe ilmini yerleştirdikten sonra der ki: "Aziz okuyucu! Anlaşılan sen, mevhibe ilmini şart koşmamızda tereddüt edip diyorsun ki: "Bu, insanın elinde olan bir şey değildir." Ama, meselede senin gördüğün güçlük yoktur. Zira bunu kazanma yolu var olup, o da, o neticeye götüren amel ve zühdü uygulamaktır (yani davranışlarını ilmine göre yapıp, geçici dünya menfaatlerini kalbine koymamaktır)."3 Bu konuda Zerkeşi de şöyle der: "Biliniz ki, kalbinde bid'at, kibir, hevaya uyma, dünya sevgisi olan, yahut bir günahta ısrar eden, tahkiki iman sahibi olmayan veya tahkiki zayıf olan, yahut kuvvetli ilme sahip bulunmayan bir müfessire dayanan, veya kendi aklına ve anlayışına itimat eden kimse vahyin manalarını anlayamaz ve vahyin esrarı ona açılmaz. Zira bütün bunlar, Kur'an'ı anlamaya perde olan manilerdir. Bu konuda Allah Teala: "Dünya'da haksız yere büyüklük taslayanları, ayetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım."4 buyurmuştur.

Kur'an'ı tefsirde müracaat edilmesi gereken kaynaklar
Bunları belirttikten sonra, Kur'an'ı tefsir ederken müfessirin başvuracağı kaynaklara geçebiliriz.

1- Önce bizzat Kur'an-ı Kerimi iyi inceleyip, bir ayeti tefsir eden diğer ayetleri toplamaya çalışmalıdır. Zira ayetlerin birbirlerini açıklamaları meşhur bir keyfiyettir. Böylece müfessir, bir ayeti hatalı olarak veya eksik bir şekilde anlayıp, konuyu Kur'an'ın bütünlüğünden uzak tutmak tehlikesinden kurtulur.

2- ayetleri açıklayan hadislere başvurmak. Zira Kur'an'ı esas itibariyle tefsir yetkisini Allah Teala, Peygamberine vermiştir. Bu husustaki ayetlerden sadece birini zikredelim: "Biz sana zikri indirdik. Ta ki, kendileri için indirilen Kur'an'ı insanlara açıklayasın ve ta ki onlar da fikirlerini iyice kullansınlar."5

3- Sahabe'nin tefsiri de, öğrendiklerini bizzat Rasulullah'tan (s.a.s.) öğrenmiş olmaları ihtimali, Kur'an'ın nazil olduğu dönemde onun kelimelerinin manalarını en iyi bilme durumunda olmaları, keza vahyin indiği ortamları bizzat yaşamaları, derin kavrama güçleri ve hükümleri uygulama alanına koymadaki şevk ve başarıları gibi meziyetleri sebebiyle son derecede önemlidir. Özellikle ilk dört halife, İbn Mes'ud, İbn Abbas, Hz. aişe, Übey İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit (radiyallahu teala anhüm) gibi sahabilerin tefsirlerini bilmek gereklidir.

4- Kelam'ın manasından ve Usulü'd-Din'de sabit olan esaslardan ortaya çıkan neticeye göre tefsir etmek. Hz. Peygamber (s.a.s.), İbn Abbas hakkında: "Ya Rabbi, onu dinde fakih kıl ve ona tefsiri öğret." diye dua ettiğinde, bu kabil tefsiri kasdetmiştir. Hz. Ali de (r.a.), müslümanın çaba sarfederek ulaştığı şahsi Kur'an anlayışını onun esas mirası, başlıca sermayesi saymıştır. Sahabe'nin tefsirde bazen her birinin farklı farklı açıklamaları, bu kabilden sayılır.6

Müfessirin sakınması gereken haller
Şu hallerden ise müfessirin sakınması şarttır: Arap diline, Usulü'd-Din'e ve zikrettiğimiz ilimlere vakıf olmadan Allah'ın muradını açıklamaya girişmek doğru değildir. Bazı hakiki müteşabihler gibi, Allah'ın, kesin ilmini Zatına tahsis ettiği meselelere dalmak, bu hususları uzatmak yersizdir. Keza müfessir, kendi hevasına, peşin fikrine veya Müslümanların cumhuruna aykırı olan mezhebine göre tefsirden kaçınmalıdır. Diğer taraftan, iltizam ettiği Sünni bir mezhep varsa, mezhebinin içtihadını ve yorumunu, Sünnilik içinde tek doğru yorum olarak iddia etmemelidir. Ve nihayet sonunda, "vallahu a'lem" demesini bilmeli, tefsirinin murad-ı İlahi olduğu hususunda kesin bir iddiada bulunmamalıdır.

Matlup tefsir tarzı
Bunları da belirttikten sonra, müfessirin uygulaması gerekli olan matlup tefsir tarzını şöylece hulasa edebiliriz:

1- Tefsir edilen kavram ile tefsir arasında mutabakat, yani uygunluk olmalı. Manayı açıklama yönünden eksik taraf kalmadığı gibi, maksada uygun olmayan gereksiz fazlalık da bulunmamalı. Hele hele, anlamı başka yöne kaydıran çabalardan sakınmalıdır.

2- Hakiki mana da, mecazi mana da gözetilmelidir. Mecazi mana kasdedilmişse, hakiki manaya hamletmekten veya bunun aksinden kaçınmalıdır.

3- Kelimeleri izah ederken,siyak ve sibakın ışığında açıklamaya çalışmalıdır.

4- ayetler arasında bazen gizli kalan münasebet ve irtibatları ortaya koymalıdır ki, ayetler arasında anlam kopukluğu olduğu sanılmasın.

5- ayetin indirilmesine vesile teşkil eden sebeb-i nüzul varsa o hadiseyi bildirmeli ki, ayetteki hükmün maksadı daha iyi anlaşılabilsin.

6- Lügat, Nahiv ve Belagat ilimlerine göre kelime ve terkipler hakkında gerekli açıklamayı yaptıktan sonra, İslam'ın temel kaideleri çerçevesinde ayetlerden hükümler çıkarmaya gayret etmelidir.

7- İmkan nisbetinde Kur'an'da tekrar olduğu iddiasından kaçınmalıdır. Zira ilk anda tekrar veya müteradif gibi görünen kelimelerin, iyice dikkat edildiğinde ve araştırıldığında, aralarındaki nüansların fark edileceği anlaşılacaktır.

8- Tefsirle doğrudan ilgisi olmayan, dilbilgisi, Fıkıh ve Kelam'a ait tafsilattan, kıssa veya çeşitli bilimsel ayrıntılardan kaçınmalıdır. Zira o meselelerin tafsilatı, zaten o ilimlere mahsus kitaplarda bulunmaktadır. Bunlara dalmak, muhatabı Kur'an'ın esas maksatlarından uzaklaştırabilir.

9- Müfessir, gerektiğinde tercih kıstaslarına göre hareket etmesini bilmeli, ayet-i kerime birden fazla manaya muhtemel ise, en kuvvetli olan tarafı tercih edebilmelidir. Bu konuda Zerkeşi şöyle der: "İki veya daha fazla ihtimal olan hususta, alimlerden başkası içtihad edemez. Onlar da şahsi görüşlerine değil, delillere dayanmak zorundadırlar. Manalardan biri daha zahir ise, ona göre tefsir edilmelidir. Şayet, hafi (gizli) mananın kasd edildiğine delil olursa, bu takdirde, hafi manaya göre tefsir edilir." Her iki mana eşit durumda olup, birinde lügavi hakikat, öbüründe şer'i hakikat anlamı ağır basarsa, bu durumda şer'i manaya öncelik verilir. Fakat lügavi mananın kasd edildiğine dair bir karine bulunursa, bu takdirde buna göre tefsir edilir. Mesela,"

Onların mallarından zekat al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın, onlar için dua da et. Çünkü senin onlar lehinde duan, onlar için büyük bir huzur kaynağıdır. Allah herşeyi hakkıyla işitir ve bilir." ayetinde7, salat'ın şer'i manası namaz olmakla birlikte, burada lügavi manası olan "dua"nın murad edildiğine karine mevcut olduğundan dua manasına tefsir edilir. Zira bir önceki cümlede zekat verme söz konusu edilmekte olup, mali fedakarlıkta bulunan kimseye, bundan dolayı dua edilir. Ama iki mananın bir arada düşünülmesi imkansız ise, kendi imkanlarına göre delillere bakarak içtihad eder, kendi nezdinde ağır basan mananın, kendisi hakkında, Allah'ın maksadı olduğuna kani olur. Eğer bir başka müçtehid, ondan bir başka mana çıkarırsa, bu da onun hakkında Allah'ın maksadı olur. Zira o da, bu sonuca içtihadı neticesinde ulaşmıştır. Eğer manalar nezdinde eşit olursa, istediğini tercih etme veya daha ağır hükmü yahut daha kolay hükmü alıp almaması gerektiği şeklinde.. aynı şekilde geçerli görüşler vardır. Şayet iki mana birbirini nefy etmezse, muhakkiklere göre, her iki manaya göre yorumlaması gerekir ve bu i'caz ve fesahat bakımından daha matlub olur."8

Böylece, klasik dönem alimlerinin, muteber tefsir için aradıkları şartları göstermeye çalıştık. Asırların tecrübesinden ve imtihanından geçmiş bu makul ölçüler çerçevesinde kalmakla beraber müfessir, yaşadığı asrın ihtiyaçları ve tesbitleri açısından elbette Kur'an'a yönelebilir ve onun ilham edeceği farklı inceliklere, yeni anlamlara ulaşabilir. Zira yine klasik dönem alimlerinin kabul ettikleri üzere, tefsir ilmi, gelişmesini ve olgunlaşmasını tamamlamış ve yenilip içilmiş ilimlerden sayılmaz. Bilakis o, belirip ortaya çıkmakla beraber, henüz olgunlaşmamış meyveye benzetilir.


Dipnotlar
1 Muhammed Abduh, Tefsiru'l-Menar, Mukaddime.
2 Bakara, 2/282.
3 el-İtkan fi ulumi'l-Kur'an, Kahire, 1951, 2/182.
4 A'raf, 7/146.
5 Nahl, 16/44.
6 B. Zerkeşi, el-Burhan fi ulumi'l-Kur'an, Kahire, 1957, 2/161; Süyuti, el-İtkan, 2/178-179.
7 Tevbe 9/103.
8 Süyuti, el-İtkan, 2/182. (Süyuti, bu kısmı Zerkeşi, el-Burhan, 2/166-167'den özetleyerek nakl eder) ; M. H. ez-Zehebi, et-Tefsir ve'l-Müfessirun, 1/277-280.


0 Yorum - Yorum Yaz

ödev Muhammed batçaec    28.12.2013

Muhammed Batçaev öğr№ 13922727
Kuran'ı hakkıyla anlama ve ondan hüküm istinbatı için gereken ilimler

1- Lügat ilmi. Kur'an Arap dilinde nazil olduğundan, onun manalarını açıklayacak kişinin bu dili iyi bilmesi gerekir. Kelimeler, bazen ilk hatıra gelen anlamda değil de, daha tali anlamlarından birinde kullanılmış olabilirler. Müfessir lisana iyi vakıf olunca, kelimelerin hangi manalarda kullanıldığını daha isabetli olarak anlayabilir.

2- Nahiv ve Sarf (Gramer, Dil bilgisi);

3- Bedi', Beyan, Meani bilimlerini kapsayan Belagat İlmi. Bir kimsenin, binlerce edebi sanat ve edebi üslup ihtiva eden metni, hiçbir yanlış anlayışa yer vermeyecek şekilde anlayabilmesi için, hakiki ve mecazi manalar, teşbih, temsil, istiare, kinaye, te'kid, takdim, te'hir, hazf, icaz, itnab, kasr, iltifat, müşakele ilh. gibi terimlerle tarif edilen üslup özelliklerine vakıf olması gerekir. İnsan, Arap dilinde yazılmış üstün üsluplarla meşgul olup onların inceliklerine vukuf peyda ederse, kendisinde sözü anlama ve idrak melekesi gelişir. Allah Teala'nın maksatlarını kemal veçhile ihata edemezsek de, yine de beşer takati nisbetinde onu anlamanın başlıca vasıtası, Arap diline ve belagat üsluplarına vakıf olmaktır. Bu ise, sadece Belagat ilminin kurallarını öğrenmekle elde edilmez. Bildiğimiz üzere Araplar, Nahiv ve Belagat ilimleri ortaya çıkmadan önce de düzgün ve güzel söz söylemede mahir idiler. Bunun tabii olduğunu söylemek makul değildir. Bu ancak, güzel sözleri öğrenip onlara benzer sözler söyleye söyleye kazanılmış bir meleke idi. Böyle olduğunun gözle görülür delili şudur ki, başka topluluklara karışmalarını müteakip Araplar, bu özelliklerini hicretten 50 yıl kadar sonra kaybetmeye başlamışlardır.1

4- Kıraat İlmi. Bazı kelimelerin, bizzat Hz. Peygamber (aleyhisselam) tarafından tebliğ edilen farklı okunuşlarını gösteren ilim. Çünkü Kur'an'ın bir çok kelimeleri farklı kıraatlerde okunabilmekte ve bu da manalarda bazı farklılıkların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

5- Akaid ve Kelam İlmi. Allah Teala hakkında caiz, vacib ve imkansız olan sıfatlar, nübüvvet, ahiret gibi konulardaki doğru inanç esasları, bütün ayet ve hadisleri birlikte değerlendirdikten sonra bu ilim dalı tarafından ortaya konulmuştur. Müteşabih ayetleri muhkem ayetlerin ışığında anlamak ve açıklamak için büyük gayretlerin sarf edildiği bu ilme başvurulmadığı takdirde, dinin en temel esaslarında yanlışlık yapılabilir.

6- Usul-i Fıkh İlmi. ayetlerden dini hükümlerin nasıl çıkarılacağına dair kuralları bildiren bu ilim de, kavramların mücmel (toplu halde, özet), mufassal (detaylı), umum, husus (genel veya sınırlandırılmış anlam), mutlak (herhangi bir sınırla sınırlandırılmamış ve dolayısıyla çok mana ve vecihlere ihtimali bulunan), mukayyed, mensuh, müevvel (tevil edilmiş) vb. olup olmaması konusunda yol gösterir.

7- Usul-i Tefsir İlmi. ayetlerin hangi ortamlarda indirildiğini bildiren Esbab-ı Nüzul, bazı ayetler arasında yanlış yere var sanılan çelişkileri çözüp gideren Müşkilü'l-Kur'an, Mekki-Medeni, Muhkem-Müteşabih, huruf-i mukatta'a, Nasih-Mensuh, Kur'an kıssaları, Kur'an meselleri, Kur'an'daki kasemler gibi bir çok konuyu ihtiva ile, Kur'an tefsir metodolojisinin adıdır.

8- Usul-i Hadis ve Hadis İlmi. Hz. Peygamber'den nakledilen ve Kur'an'ı açıklayıcı mahiyette olan hadislerden istifadeyi sağlar.

9-Tarih ve Sosyoloji gibi, beşer toplumlarının maruz kaldıkları durumları konu edinen ilimler. Allah Teala, insanlığa gönderdiği bu son Kitabında, daha önceki kitaplarda bildirmediği şeyleri bildirmiştir. Ezcümle, çeşitli ümmetlerin kıssalarını nakletmiş, onlar hakkında cereyan eden İlahi sünnetlerini (kanunlarını) beyan etmiş, toplumları yükselten ve alçaltan sebeplerden, onların iman ve inkar, ilim ve cehalet, kuvvet ve zayıflık gibi hallerinden bahsetmiştir. Kur'an, bir çok gerçeği pek mücmel ve özlü bir tarzda bildirir. Fakat bu bildirme, her şeyi bilen Allah'ın mücmel bildirmesidir. Bu bakımdan, kendisini, verdiği bilgileri tafsilatlı olarak anlamaları için insanları düşünmeye, incelemeye, seyahat etmeye, tecrübeler yapmaya çağırır. Eğer kainat kitabının zahiri ile yetinecek olursak, bu takdirde, bir kitabın cildine ve rengine bakıp da, ihtiva ettiği ilim ve hikmetlerden haberi olmayan ümmi kimseler durumuna düşeriz.

10- Beşeriyetin Kur'an hidayetiyle doğru yolu bulduğunu ve Kur'an'ın esas gayesinin de insanları hidayet etmek olduğunu bilmek. Bunun için de, Kur'an nazil olmadan önceki cahiliye topluluklarının durumlarından haberdar olmak gerekir. Hz. Ömer (r.a.), buna işaret etmek üzere şöyle demiştir: "İslami dönemde yetişen insanlar, Cahiliye'deki halleri bilmedikleri takdirde, İslam elbisesi düğüm düğüm çözülür." Çağdaş medeni toplumda yetişen bir insan el, yüz ve ayak yıkama, diş temizliği, tırnak kesme gibi şeyleri çok tabii davranışlar kabul edebilir. Oysa Kur'an'ın nazil olduğu zaman ve zeminde, bunları bile benimsetmek başlı başına bir inkılaptı. Kaldı ki, bu gibi adetleri yeni nesillere benimsetmek için ne kadar gayret göstermek gerektiği hepimizce bilinmektedir. Ayrıca, en küçüklerini misal verdiğimiz bu inkılaplar içinde şirk, kan davası, ırk üstünlüğü, kölelere yapılan haksızlıklar, çok eşlilik, zina, haram içki, ümmilik, kadınları mirastan mahrum bırakma, kadını sayısız boşama hakkı, cariyeleri fuhşa zorlama ve bu yolla para kazanmayı meslek edinme (randevu evi işletme) gibi yüzlerce kötü adeti kökünden kaldırarak, yerlerine İslam'ın güzelliklerini yerleştirme gibi muazzam inkılapları unutmak mümkün değildir.

11- Tabii bilimlerde kesin (veya kesine yakın) sayılan bir takım sonuçları ve bu bilimlerin prensiplerini bilmek, onların alanlarına giren konulara temas eden yüzlerce ayeti yorumlamakta sahip olunması gereken formasyonu kazandırır.

12- Mevhibe İlmi. Bundan maksat, ilmi ile amil olanlara, Allah Teala'nın ilham edeceği basiret ve kavrama gücüdür. Allah Teala: "Allah'a itaatsizlikten sakının. (Siz bunu yapınca,) Allah size ilim öğretir. Allah her şeyi bilir."2 buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna işaret olarak: "Kim bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği ilimlere de varis kılar." buyurmuştur. Süyuti, müfessire lazım gelen ilimlerin sonuna mevhibe ilmini yerleştirdikten sonra der ki: "Aziz okuyucu! Anlaşılan sen, mevhibe ilmini şart koşmamızda tereddüt edip diyorsun ki: "Bu, insanın elinde olan bir şey değildir." Ama, meselede senin gördüğün güçlük yoktur. Zira bunu kazanma yolu var olup, o da, o neticeye götüren amel ve zühdü uygulamaktır (yani davranışlarını ilmine göre yapıp, geçici dünya menfaatlerini kalbine koymamaktır)."3 Bu konuda Zerkeşi de şöyle der: "Biliniz ki, kalbinde bid'at, kibir, hevaya uyma, dünya sevgisi olan, yahut bir günahta ısrar eden, tahkiki iman sahibi olmayan veya tahkiki zayıf olan, yahut kuvvetli ilme sahip bulunmayan bir müfessire dayanan, veya kendi aklına ve anlayışına itimat eden kimse vahyin manalarını anlayamaz ve vahyin esrarı ona açılmaz. Zira bütün bunlar, Kur'an'ı anlamaya perde olan manilerdir. Bu konuda Allah Teala: "Dünya'da haksız yere büyüklük taslayanları, ayetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım."4 buyurmuştur.

Kur'an'ı tefsirde müracaat edilmesi gereken kaynaklar
Bunları belirttikten sonra, Kur'an'ı tefsir ederken müfessirin başvuracağı kaynaklara geçebiliriz.

1- Önce bizzat Kur'an-ı Kerimi iyi inceleyip, bir ayeti tefsir eden diğer ayetleri toplamaya çalışmalıdır. Zira ayetlerin birbirlerini açıklamaları meşhur bir keyfiyettir. Böylece müfessir, bir ayeti hatalı olarak veya eksik bir şekilde anlayıp, konuyu Kur'an'ın bütünlüğünden uzak tutmak tehlikesinden kurtulur.

2- ayetleri açıklayan hadislere başvurmak. Zira Kur'an'ı esas itibariyle tefsir yetkisini Allah Teala, Peygamberine vermiştir. Bu husustaki ayetlerden sadece birini zikredelim: "Biz sana zikri indirdik. Ta ki, kendileri için indirilen Kur'an'ı insanlara açıklayasın ve ta ki onlar da fikirlerini iyice kullansınlar."5

3- Sahabe'nin tefsiri de, öğrendiklerini bizzat Rasulullah'tan (s.a.s.) öğrenmiş olmaları ihtimali, Kur'an'ın nazil olduğu dönemde onun kelimelerinin manalarını en iyi bilme durumunda olmaları, keza vahyin indiği ortamları bizzat yaşamaları, derin kavrama güçleri ve hükümleri uygulama alanına koymadaki şevk ve başarıları gibi meziyetleri sebebiyle son derecede önemlidir. Özellikle ilk dört halife, İbn Mes'ud, İbn Abbas, Hz. aişe, Übey İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit (radiyallahu teala anhüm) gibi sahabilerin tefsirlerini bilmek gereklidir.

4- Kelam'ın manasından ve Usulü'd-Din'de sabit olan esaslardan ortaya çıkan neticeye göre tefsir etmek. Hz. Peygamber (s.a.s.), İbn Abbas hakkında: "Ya Rabbi, onu dinde fakih kıl ve ona tefsiri öğret." diye dua ettiğinde, bu kabil tefsiri kasdetmiştir. Hz. Ali de (r.a.), müslümanın çaba sarfederek ulaştığı şahsi Kur'an anlayışını onun esas mirası, başlıca sermayesi saymıştır. Sahabe'nin tefsirde bazen her birinin farklı farklı açıklamaları, bu kabilden sayılır.6

Müfessirin sakınması gereken haller
Şu hallerden ise müfessirin sakınması şarttır: Arap diline, Usulü'd-Din'e ve zikrettiğimiz ilimlere vakıf olmadan Allah'ın muradını açıklamaya girişmek doğru değildir. Bazı hakiki müteşabihler gibi, Allah'ın, kesin ilmini Zatına tahsis ettiği meselelere dalmak, bu hususları uzatmak yersizdir. Keza müfessir, kendi hevasına, peşin fikrine veya Müslümanların cumhuruna aykırı olan mezhebine göre tefsirden kaçınmalıdır. Diğer taraftan, iltizam ettiği Sünni bir mezhep varsa, mezhebinin içtihadını ve yorumunu, Sünnilik içinde tek doğru yorum olarak iddia etmemelidir. Ve nihayet sonunda, "vallahu a'lem" demesini bilmeli, tefsirinin murad-ı İlahi olduğu hususunda kesin bir iddiada bulunmamalıdır.

Matlup tefsir tarzı
Bunları da belirttikten sonra, müfessirin uygulaması gerekli olan matlup tefsir tarzını şöylece hulasa edebiliriz:

1- Tefsir edilen kavram ile tefsir arasında mutabakat, yani uygunluk olmalı. Manayı açıklama yönünden eksik taraf kalmadığı gibi, maksada uygun olmayan gereksiz fazlalık da bulunmamalı. Hele hele, anlamı başka yöne kaydıran çabalardan sakınmalıdır.

2- Hakiki mana da, mecazi mana da gözetilmelidir. Mecazi mana kasdedilmişse, hakiki manaya hamletmekten veya bunun aksinden kaçınmalıdır.

3- Kelimeleri izah ederken,siyak ve sibakın ışığında açıklamaya çalışmalıdır.

4- ayetler arasında bazen gizli kalan münasebet ve irtibatları ortaya koymalıdır ki, ayetler arasında anlam kopukluğu olduğu sanılmasın.

5- ayetin indirilmesine vesile teşkil eden sebeb-i nüzul varsa o hadiseyi bildirmeli ki, ayetteki hükmün maksadı daha iyi anlaşılabilsin.

6- Lügat, Nahiv ve Belagat ilimlerine göre kelime ve terkipler hakkında gerekli açıklamayı yaptıktan sonra, İslam'ın temel kaideleri çerçevesinde ayetlerden hükümler çıkarmaya gayret etmelidir.

7- İmkan nisbetinde Kur'an'da tekrar olduğu iddiasından kaçınmalıdır. Zira ilk anda tekrar veya müteradif gibi görünen kelimelerin, iyice dikkat edildiğinde ve araştırıldığında, aralarındaki nüansların fark edileceği anlaşılacaktır.

8- Tefsirle doğrudan ilgisi olmayan, dilbilgisi, Fıkıh ve Kelam'a ait tafsilattan, kıssa veya çeşitli bilimsel ayrıntılardan kaçınmalıdır. Zira o meselelerin tafsilatı, zaten o ilimlere mahsus kitaplarda bulunmaktadır. Bunlara dalmak, muhatabı Kur'an'ın esas maksatlarından uzaklaştırabilir.

9- Müfessir, gerektiğinde tercih kıstaslarına göre hareket etmesini bilmeli, ayet-i kerime birden fazla manaya muhtemel ise, en kuvvetli olan tarafı tercih edebilmelidir. Bu konuda Zerkeşi şöyle der: "İki veya daha fazla ihtimal olan hususta, alimlerden başkası içtihad edemez. Onlar da şahsi görüşlerine değil, delillere dayanmak zorundadırlar. Manalardan biri daha zahir ise, ona göre tefsir edilmelidir. Şayet, hafi (gizli) mananın kasd edildiğine delil olursa, bu takdirde, hafi manaya göre tefsir edilir." Her iki mana eşit durumda olup, birinde lügavi hakikat, öbüründe şer'i hakikat anlamı ağır basarsa, bu durumda şer'i manaya öncelik verilir. Fakat lügavi mananın kasd edildiğine dair bir karine bulunursa, bu takdirde buna göre tefsir edilir. Mesela,"

Onların mallarından zekat al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın, onlar için dua da et. Çünkü senin onlar lehinde duan, onlar için büyük bir huzur kaynağıdır. Allah herşeyi hakkıyla işitir ve bilir." ayetinde7, salat'ın şer'i manası namaz olmakla birlikte, burada lügavi manası olan "dua"nın murad edildiğine karine mevcut olduğundan dua manasına tefsir edilir. Zira bir önceki cümlede zekat verme söz konusu edilmekte olup, mali fedakarlıkta bulunan kimseye, bundan dolayı dua edilir. Ama iki mananın bir arada düşünülmesi imkansız ise, kendi imkanlarına göre delillere bakarak içtihad eder, kendi nezdinde ağır basan mananın, kendisi hakkında, Allah'ın maksadı olduğuna kani olur. Eğer bir başka müçtehid, ondan bir başka mana çıkarırsa, bu da onun hakkında Allah'ın maksadı olur. Zira o da, bu sonuca içtihadı neticesinde ulaşmıştır. Eğer manalar nezdinde eşit olursa, istediğini tercih etme veya daha ağır hükmü yahut daha kolay hükmü alıp almaması gerektiği şeklinde.. aynı şekilde geçerli görüşler vardır. Şayet iki mana birbirini nefy etmezse, muhakkiklere göre, her iki manaya göre yorumlaması gerekir ve bu i'caz ve fesahat bakımından daha matlub olur."8

Böylece, klasik dönem alimlerinin, muteber tefsir için aradıkları şartları göstermeye çalıştık. Asırların tecrübesinden ve imtihanından geçmiş bu makul ölçüler çerçevesinde kalmakla beraber müfessir, yaşadığı asrın ihtiyaçları ve tesbitleri açısından elbette Kur'an'a yönelebilir ve onun ilham edeceği farklı inceliklere, yeni anlamlara ulaşabilir. Zira yine klasik dönem alimlerinin kabul ettikleri üzere, tefsir ilmi, gelişmesini ve olgunlaşmasını tamamlamış ve yenilip içilmiş ilimlerden sayılmaz. Bilakis o, belirip ortaya çıkmakla beraber, henüz olgunlaşmamış meyveye benzetilir.


Dipnotlar
1 Muhammed Abduh, Tefsiru'l-Menar, Mukaddime.
2 Bakara, 2/282.
3 el-İtkan fi ulumi'l-Kur'an, Kahire, 1951, 2/182.
4 A'raf, 7/146.
5 Nahl, 16/44.
6 B. Zerkeşi, el-Burhan fi ulumi'l-Kur'an, Kahire, 1957, 2/161; Süyuti, el-İtkan, 2/178-179.
7 Tevbe 9/103.
8 Süyuti, el-İtkan, 2/182. (Süyuti, bu kısmı Zerkeşi, el-Burhan, 2/166-167'den özetleyerek nakl eder) ; M. H. ez-Zehebi, et-Tefsir ve'l-Müfessirun, 1/277-280.


0 Yorum - Yorum Yaz


Tefsir Usulu’nda Kıraat’ın Yeri ve Önemi

 

Kıraatlerin Arap dili, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi ilimlerle yakından ilgisi vardır. Arap dili bunların içinde kıraatle daha çok ilişkili olanıdır. Çünkü kıraat farklarının bü­yük çoğunluğu aynı zamanda anlamı de­ğiştirmekte veya Kureyş dışında bir kabi­lenin kullanışını ortaya koymaktadır.

 

1-Tefsir ilmine kaynaklık etmesi: Süyûtî müfessirin bilmesi gereken ilimleri sayarken sahabenin kı­raat farklılıklarına göre yaptığı tefsirleri bilmenin zaruret ve önemine işaret et­miş, sahabenin birbirine zıtmış gibi görü­nen tefsirlerinin sebebinin çok defa bu nevi kıraat farkları olduğuna dikkat çek­miştir. Müfessirler kıra­at farkları üzerinde önemle durmuşlardır.

2-Kıraat farklılıkları fıkıhta farklı yorumlara kaynaklık etmesi: Kıraat farklılıklarının değişik fıkhî sonuçlar meydana getirmesi tabiidir. Nitekim örnek olarak Nisa süre­sindeki (4/43) "lâmestüm" ibaresinin Hamza b. Habîb, Kisâî ve Halef b. Hişâm tarafından "lemestüm" şeklinde. Bakara süresindeki (2/222) "hattâ yathurne" iba­resinin aynı kâriler tarafından "hattâ yat-tahharne" olarak okunması anlamı değiş­tirmekte ve farklı iki fıkhî sonuç doğur­maktadır.

 

3-Kı­raat-Arap dili yekdiğerine sahip çıkmış ve birbirinden beslenmiştir. İbn Hâleveyh kıraatlerde dilcilerin hatalı dediği birçok hususun aslında Arap dilinin kendisinde var olduğunu ortaya koyar ve Kur'an'ın kendine özgü bir dili ve üslûbu bulunduğunu ifade eder.

 (www2.diyanet.gov.tr/MushafIncelemeVeKiraat/.../DARÜLKURRÂ.docxPaylaşılan ya)

 

4-Kur’an lafızları telaffuz edilirken onları hata, tağyir ve tahriften korumak: Bu gün hala oryantalist ve şarkiyatçılar tarafından bu noktadan saldırılar devam etmektedir.  Kıraat ilmi bu gibi çabaları beyhude kılar. “Darü’l-Kur’an’dan” mezun olanlar “Ehl-i Kur’an, Kurra ve Hüffaz-ı Kur’an”  Kur’anın muhafız ve bekçiliği yaparak bu gibi saldırılara karşı kale gibi savunurlar.

5-Kıraat İmamlarından her birinin okuyuş şeklini bilmek,


6-Kıraat vecihlerini birbirinden ayırmak, Kur’an-ı Kerimin tilavet şeklini bilmek,


7-Hangi kıratın tercih edildiğini öğrenmek.

 Aydın KUDAT


0 Yorum - Yorum Yaz


 DOKTORA-13922708-Mustafa KUMRU
 
TEFSiR,HADiS,FIKIH TARiHi MÜLÂHAZALARI
1-Tefsir,Hadis ve Fıkıh tarihlerini mukayeseli olarak okuyup değerlendirdiğimizde kadim ulemanın rivayet zenginliği içerisinde tasnif gayreti,tercih cesareti ve ayrıntılardaki gerçeği ortaya çıkarma çabası taktire şayandır.Ancak; zengin malumat verme gayretinin yanında temel sorulara ve sorulabilecekler üzerinden geleceğe haber gönderme şuuruyla gayri Müslim muhatapları karşısında kıyamete kadar sürecek bir mezkur İslami ilimlerin tarih yazımı icra edilebilirdi.
2-Temel İslam Bilimleri Tarihi başlığı adı altında; kronolojik, mukayeseli,ansiklopedik,ayrıntılı ve sahasının uzmanları tarafından yıllara taksim edilerek icmay-ı ümmetin gerçekleştiği yakın tarihimize kadar bilgi veren bir Tefsir-Hadis-Fıkıh Tarihi telifine ihtiyaç vardır.İngilizce,Arapça ,Farsça ve Türkçe başta olmak üzere dünya dillerine çevrilmeli ve internet erişimi kolay olmalıdır.Tarihi yazılı olmayanın tarifi mümkün değildir.Kadim ümmet-i Muhammediye sadırlardakini satırlara dökmüş imkan nisbetinde tasnifini yapmış vazifesini büyük oranda tamamlamıştır.
3-İlk dönem dini metinleri birinci elden tekrar okumalı ve tarihe tanıklık etmiş metinler bütün ümmetin ortak Temel İslam Bilimleri Tarihi olarak muasır bir icmay-ı ümmet tahakkuk ettirilmelidir.Öyle ki ehl-i kitabın bizdeki Tefsir- Hadis-Fıkıh Tarihine mukabil eserleri imkan nisbetinde tedris edip mukayeseli Tarih yazımı ile İslam-ı mübinin hakemliği,hakimliği,musaddıklık payesi ve dolayısıyla hakkaniyeti mahşeri vicdana tekrar arzedilerek , garbın müsteşriklerine ve şarkın müstemleke bazı zihinlerine ilmin münevver kandili yakılabilir.Bu gayretlerin ihyasına namzet olan ister ülema ister ümera olsun ümmetin helal kazancını ve hayır duasını almayı gaye edinmeli, alaylı-mektebli  fitnesine alet olmadan Rasul-ü ekreme mirasçı olduklarını unutmamalıdırlar.
4-Hali hazırda Bilad-ı İslamın istiklaline kâmilen mazhar olunması cehdi ile atbaşı koşacak ulumu islâmiyenin maarifte,idarede,ticarette ve dahi hayat-ı beşeriyenin müşkilatına hal çaresi serdedecek ihyayı ulumu-dinin 21.yüzyıl Gazalilerini neşetine şahit olacağımız İslam dirilişinin istikrar kazanması icab eder.23 sene de tamam olan vahy-i ilahi bir gecede ya da bir haftalık devrimlerle, 1400 sene sonraki müntesiplerinin değil hayatına ,ruhuna dahi yerleşmeyecektir; hal böyle iken fi sebillillah,rızaen lillah ülamay-ı salihinin, ümeraya-ı adilin ile bir olup,el emeği göz nuru ile bakıp büyüttüğü müttaki bir içtimaiyeyi islâmiyenin kahrı çekilmelidir.Aksi taktirde sadırlarda nefes alıp vermeyen, el an hayat-ı beşeriyede olmayan İslamın; Tefsir-Hadis-Fıkıh Tarihini yazmaya malik çok sayıda muasır garblı müsteşrik ve işgal ettiği Müslüman zihinler mevcuttur.ilim, ilim için değil,İslam ve ihya içindir.Ülemanın istiklal,istikrar,itibar,vakar ve azametini tekrarar kazanması,ümmete sirayet edecek ve adil ümerasının peşinde zincirlerinden tek tek kurtulacaktır.
5-Yeni bir tarih-i Fıkhiyye yazımında mukayesesi mümkün ana mevzuların risaletten günümüze kadar asır asır,belde belde tetkike tabi tutularak önce kendi içinde sonra diğer ahkamı beşeriye  
ve diniyelerdeki mevcudiyeti beynel milel ümmeti islâmiyeden ve ihtiyaç duyulan gayr-i islâmiyeden müteşekkil mutehassis bir heyeti ilmiyyeyi hukukiyye kalemiyle Mukayeseli İslam Hukuk Tarihi mektub edilmelidir.
6- Hadis Tarihi tabiatıyla Rasül-ü Ekremin risaletiyle başlar ahirete irtihalleriyle sona erer.Ancak ulmu ehadisin tekâmülü bi iznillah kıyamete kadar süreceği için, edilleyi şeriyyedeki mühim saltanatının mevcudiyeti ile ulumu islâmiyenin toprağı olması hasebiyle tarih yazımının daim olması icab eder.Risaletten günümüze  ve yarınlara taşına bilecek bir hadis tarihçiliğine ihtiyaçvardır.Mevzularına,sıhhatine,ravisine,muhaddisine,tedvinine,tahliline,tercihine,cerh ve tadiline göre değil sadece; topyekün asır asır hatta Bilad-ı islamın  bütün mecralarındaki her nekayıt varsa hepsi ulumu Tarihin sinemasındaki yerini alarak bulanık zihinlere berraklık vermelidir.Fıkıh ve Hadis te müşahede ettiğimiz müstakil tarih mektubatını ilm-i Tefsir de bir o kadar müşahade edemedik.Bu mesuliyetin ve sevabın yükü biz muasır tefsir amelelerine epey bir maharet kazandıracaktır.
7- Tarih-i ehadisin yanında birde hadis ilmi tarihine ihtiyaç vardır.Ehl-i kitabın vahyi ilahiye sözüm ona gösterdikleri hassasiyetin kat be katını ulemayı muhaddisin ehadisi resule göstermiştir.Binaenaleyh muhaddislerimizin cerh ve tadil,sened,isnad,ruvat ve mutun-u ehadiste de geliştirdiği üsüller ; ilmi tarihin meziyetlerini kullanarak teftiş edilebilirse , değil muasır muhaddisçilerimize,müfessir ve fukahamıza başta bab-ı Ali'de ki medyamız olmak üzere cümle alem habercilere habercilik öğretir.Haberin kaynağını sormadan inananmayan kadim muhaddislerimizin ,fukahamızın ve dahi takipçileri olan şuurlu,muteyakkız bir içtimaiyeyi islâmiyenin mümessilleri olmaya namzet olan bizlerede basiret katacaktır.Böylelikle âhir zaman ümmeti muhammediyesinin buhranlarına bir çare olabilecek ve Asımın nesillerinin keyfiyet ve kemiyette kesretine bir katre de olsa vesile olacaktır.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

 

ADI SOYADI:

YILMAZ BARLAS

DÖNEM:

GÜZ DÖNEMİ 2013/2014

ÖĞRENCİ NO:

13922712

BÖLÜM:

DOKTORA

Esbâb-ı Nüzul I 2. Ödev: Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası nedir? Yazınız.

 

      Kur'an-ı Azîm'in nüzulü sayesinde beşeriyet âleminin mazhar olduğu ulvî inkılâbı düşünenler, Tefsîr Târîhi'nin ehemmiyetini pek güzel takdir edebilirler.

   Bütün semavî kitaplar, ayniyetini kaybetmiş; bütün dînî, ahlâkî esaslar, hâdisât dalgaları arasında erimiş gitmiş; insanlar cehalet kâbusları altında kıvranıp kalmış iken hidâyet ufkundan yeni bir güneş doğuyor, her tarafa Lâhûtî ziyalarını dağıtarak karanlık muhitleri aydınlatıyor, cihâna ilim ve hikmet nurlarını yayarak târihin birçok muzlim noktalarım aydınlatıyor, beşeriyete yeni bir hayat veriyordu Kur’an.

    Tefsir Tarihi: Şahıs olarak Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz Peygamber (s.a.v.) dir. Bu olayı bizzat kendisi şu ifade ile tespit etmiştir. “Bana kitapla beraber benzeri (olan Sünnet) de verildi.” Kur'an-ı Kerîmde, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kuran’ı tebliğ ve açıklamakla görevlendirilmiştir. "Ey Resul sana indirileni tebliğ et".diğer bir ayette "Biz sana Zikri (Kuran’ı) insanlara beyan edesin (açıklayasın) diye indirdik" buyrulmuştur.

            Bu emirlerden yola çıkarak, Kuran’ı tefsir etmede en büyük salahiyet ve yeterliliğin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Kuran’ın tefsirinde, Sünnet, bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Sünnet'e o kadar önem verilmiştir ki, Yahya b. Ebî Kesir; "Sünnet, Kuran’a kadî (hükmeden) dir. Kitap ise Sünnet'e kadî değildir," şeklinde konunun önemim anlatan ilginç bir söz sarf etmiştir. Bu söz, Ahmed b. Hanbel'e söylendiğinde "Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat Sünnet, Kitabı tefsir ve tebyin eder, derim" demiştir.

            Bundan sonraki aşamada tefsir sahasında sahabeleri görmekteyiz. Sahabenin Kur'an ayetlerim tefsir etmesi, Kuran’ın Kuran’la, Kuran’ın sünnetle tefsirinden sonra çok önemli bir yer tutmaktadır. Sahabenin saf iman ve itikadı, sıkıntılarının çözümlerim Kuran’da aramaları, Kuran’ın iniş olaylarına tanık olmaları, onları tefsir alanında haklı olarak sonraki nesiller için örnek hale getirmiştir.

  Sahabelerden başta dört halife olmak üzere İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b gibi ilimde şöhret bulmuş sahabeler, Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa ilmi melekelerinin verdiği içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur'an'ın tümü tefsir edilmemiş ve tefsir ilmi, hadis ilmi içinde bir bölüm olarak yerini almıştır.

            Tabiin de, tefsirde sahabenin metoduna yakın bir metot takip etmiş, onlar da Kuran’ı Kuran’la, sahabe vasıtasıyla Peygamberden kendilerine ulaşan rivayetlerle, bazen de Ehl-i Kitab'ın semavî kitaplarında geçen fakat Kuran’la çelişmeyen bilgilerle veya bizzat kendi içtihatlarıyla tefsir yapmışlardır. Tabiin döneminde tefsir kitaplarının yazılmaya başladığı rivayet edilmektedir.

   Kısaca Müslümanlar Kur’an-ı ilk defa, vazifelerinden birisi de Kur’an-ı tebyîn olan Hz. Peygamber'den (sas) sorarak öğrenmişler... daha sonra gelenler Sahabeden... daha sonra gelenler ise Sahabeden öğrenenlerden öğrenmişler... daha sonrakiler ise kendi gayret ve uğraşıları ile Kur’an-ı anlamaya çalışmışlardır. Asırların geçmesiyle, Kur’an-ı anlama metotları yani tefsir metotları da değişmiştir. Başlangıçtan zamanımıza kadar, lügat, belagat, edebiyat, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok açıdan tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli alanlardaki tefsirlerde farklı usuller ortaya çıkmıştır. Sözü edilen bu faaliyetler, tefsire yönelik bir târih süreci oluşturmaktadır ki, ona da "Tefsir Târihi" denilmektedir.

     Tefsir Usûlü: Vahye mazhar olan ve Arapça olarak inen Kur’an ayetlerini tebliğ eden Rasulullah ile ashabı arasında ayetleri anlama konusunda ciddi bir problem yoktu. Zaman zaman sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerin tefsiri de Rasulullah tarafından doğrudan veya başka bir ayetle yapıldığı için bu dönemde Kur’an ilimleri (Tefsir Usûlü) ile ilgili te’lif çalışmalarına ihtiyaç duyulmamıştır.

    Bunun yanı sıra sahabenin çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi, yazı malzemelerinin teminindeki güçlükler, te’life engel olan hususlar olarak gözükmektedir. Ayrıca Rasulullah’ın bizzat Kur’an ayetlerinin dışında kalanların yazılmasını yasaklamasıda Kur’an ilimlerine ilişkin te’lif çalışmalarını bir sonraki döneme aktarmıştır.

  Bilinen şartlar ve özellikler çerçevesinde Rasulullah, Ebu Bekir (13/634) ve Ömer (23/643) dönemlerinde Kur’an ilimleri dilden dile rivayet biçiminde aktarılmıştır. Osman (35/655) döneminde genişleyen İslam coğrafyası içinde Arap olan ve olmayanların bir araya gelmesi “İmam Mushaf”ın çoğaltılması gereğini ortaya çıkarmış ve halifenin emriyle çoğaltılarak muhtelif şehirlere gönderilmiştir. 

İşte Osman’ın mushafların çoğaltılması ile ilgili bu çalışması sonradan “İlmu Resmi’l-Osman” veya “İlmu Resmi’l-Osmanî” adını alacak Kur’anî ilmin temelini oluşturmuştur.

Daha sonra Hz. Ali’nin (40/660) Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye (69/688) Arap dilinin korunmasına ilişkin kaideleri tespit etmesini emretmesi “İ’rabu’l-Kur’an” ilmine atılan ilk temel kabul edilmiştir.

Sahabeden sonraki tabiin, genel anlamda Kur’an ilimlerinin kurulup kökleşmesi yönündeki çabalarını rivayet yoluyla devam ettirmişlerdir. Yani, kısacası tefsir Usûlü Kur’an’ın nazil olduğu dönemde (Hz. Peygamber ve sahabe) rivayet yoluyla ve sonraki dönemlerde ise varlığını tedvin ile sürdürmüştür.

  O halde şunu söyleyebiliriz ki tefsir tarihi ve tefsir Usûlü aynı dönemde zuhur etmişlerdir.

Hadis Tarihi:  Hadîs ilmi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin, başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve parlama gösterememiştir. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı zamanlar da olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir. İslâm'ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu demek oluyor: Mü'minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.

   Araştırıcılar, umumiyetle, hadîs sahasında yapılan çalışmaların mahiyetini göz önüne, alarak, hadîs târihini başlıca dört safhaya ayırırlar: 1- Tesbit Safhası 2- Tedvin Safhası 3- Tasnif Safhası 4- Tehzib Safhası.

    Hadis Usûlü: Birinci hicrî asrın ortalarında müslümanlar arasında zuhur eden siyasî ihtilâflar, ikinci asırdan itibaren yabancı kültür akımlarıyle de beslenmeye başlayınca, akaide kadar varan sarsıntı, müslümanların tevhîd kelimesi üzerindeki vahdetini parçalayacak derecede şiddetini artırmış bulunuyordu. Daha üçüncü İslâm Halîfesi Osman İbn Affân'm öldürülmesiyle ortaya çıkan şî'a ve havâric fırkaları, birbirleriyle şiddetli bir mücadeleye girişmiş; havâric, Alî îbn Ebî Tâlib'i tekfir ederken, şî'a, onun tafdîlinde ifrata giderek Hazreti Peygamberin vasîsi ve vârisi olduğunu, hattâ bazıları da nü­büvvetini veya ulûhiyyetini iddia etmişlerdir.

    Bu mücadeleler, iki fırka arasında devanı edip giderken, ikinci asrın başlarında cehmiyye ve muşebbihe, cebriyye ve kaderiyye gibi felsefî - itikadî mezhebler zuhur etmiştir. Bu fırkaların benimsemiş oldukları fikirlerini müslümanlar arasında da yayılmasını ve benimsenmesini şiddetle arzu etmişler ve asılları Kur'ân ve Sunnet'te bulunmasa bile, bu görüşleri İslâmî bir renge sokmanın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inançlarını gerçekleştirmek için başlıca iki yol bulmuşlardı. Ya Kur'ân-ı Kerîm'de, dışarıdan aldıkları görüşe, çok uzaktan dahî olsa, benzer bir âyet bulmuşlarsa, bu âyete ancak tevîl yolu ile görüşlerine uygun manâlar ver­meye çalışmışlar.  Sonra da bunları delil olarak kullanmışlardır; yahutta gö­rüşlerine aykırı olarak gelen hadîsleri, tevîl zahmetine katlanmaksızın uy­durma olduklarını ileri sürerek reddetmişler ve eğer bir hadîse dayanmak lüzumunu hissetmişlerse, görüşlerine uygun hadîsler vazetmişlerdir, yâni uydurmuşlardır. Esasen hadîs vaz'ı, Hazreti Osman'ın şehîd edilmesinden sonra şî'a eliyle başlamış ve büyük bir süratle yayılmış bulunuyordu.

   Allah, İslâm akaidini mübtedi'anın teşvişinden korumak için kelâm eh­lini harekete geçirdiği gibi, Peygamberinin Sünnetini korumak için de muhaddisûn taifesini harekete geçirmiş ve ilk defa, cerh ve ta'dil imamları, hadîs râvileriyle isnadlar üzerinde daha fazla durmak lüzumunu his­setmişlerdir. Ve böylece hadis Usûlünün ilk nüveleri ortaya çıkmış oldu. Hadîs rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın sınıflarından bahseden ilme Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda tedvin edil­miştir. Bu konuda İbn Hacer şu bilgiyi vermiştir: Hadîs ehlinin ıstılahiyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.) olup telîf ettiği kitabına el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını ver­miştir.

  Fıkıh Tarihi: Fıkıh İlminin Geçirdiği Gelişim Safhaları

     1- Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu): Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in içtihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür.

Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir. 

    Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi içtihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)

    Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

2- Sahabe dönemi: Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

    Ashab içeresinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey içtihadına başvuruluyordu. Rey içtihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura içtihadına başvurmuşlardır.

3- Tabiun Dönemi: Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır. a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır. b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir. c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir. d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır. e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. f- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır. 

     Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ Usûlü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

4- Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi): Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

5- Taklid ve Duraklama dönemi: Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder

6- Kanunlaştırma Dönemi: Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, içtihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında içtihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

 Fıkıh Usûlü: Fıkıh Usûlü, fıkıhla birlikte doğmuştur. Yalnız tedvin edilişi, Fı-kıh'tan sonradır. Fıkh'ın bulunduğu yerde, zarurî olarak istinbat metodu da bulunacaktır; istinibat metodu bulununca elbette Fıkıh Usûlü de bulunacaktır. Fıkhî hükümler çıkarma (istinhat),   Peygamber  (S. A.V) den sonra sahabîler çağında başladığına göre sahabîler arasında yer alan İbn-i Mes'ud, Ali b. Ebî Talib, Ömer b. el-Hattab gibi fakihler, herhalde hiçbir kayıt ve esasa bağlanmaksızm fikir beyan et­miyorlardı. Meselâ; içki içenlerin cezası hakkında Hz. Ali; "İnsan içki içince hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca kazf  (zina iftirası) eder, dolayısıyla içki içen kimseye kazf cezası gerekir" derken neti­ceye veya zerâyi' esasına göre hüküm verme metodunu kullanmış olu­yordu. Abdullah b. Mes'ud; "kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğuma kadardır" diyor ve "Gebe olanların iddeti doğurmaları ile tamamlanır" âyetini sözüne delil olarak getirdikten sonra, küçük Ni­sa Sûresinin büyük Nisa Sûresinden sonra indiğini ilave ediyor ve böylece Talâk Sûresinin Bakara Sûresinden sonra geldiğini anlatmak istiyordu. Bununla o, bir Fıkıh Usûlü kaidesine işaret ediyordu. Bu da, sonra gelen nassın, önce gelen nassı nesh veya tahsis etmesidir. İşte burada İbn-i Mes'ud, bir Fıkıh Usûlü esasına göre davranmıştır. Do­layısıyla Sahabîlerin, her zaman açıklamasalar bile, içtihadlarında bu gibi metodlara dayandıklarını söylememiz icabeder.

    Tabiîler çağma geçersek görürüz ki, yeni olayların artmasıyla içtihad alanı genişlemiş, Medine'de Saidb. e1-Müseyyib ve diğer­leri, Irak'ta Al karne ve İbrahim Naha'î gibi tabiîlerden bir grup kendisini fetva vermeye hasretmiştir. Bunlar, önlerinde Allah'ın kitabını, Peygamber (S. A.) in sünnetini ve sahabîlerin fetvalarını gö­rüyorlardı. Onların kimisi, nass bulunmayan yerde maslahat, kimisi de kıyas metodunu kullanıyordu. Irak fakihlerinden İbrahim Naha'î ve emsalinin ileri sürdüğü fer'î meseleler, kıyasların illetlerini tes-bite ve bunları bir disipline bağlama, bu illetleri diğer fer'î meselelere tatbik emek cihetine yöneliyordu.

    Tabiîler çağını geçip Müctehid İmamlar devrine ulaşırsak, bu me-todların tam bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Bu devirde istinbat kanunları, bu kanunların sınırları belli olmuş ve imamların dilinde açık ifadelerini bulmuştur. Sözgelimi; Ebu Hanif e'nin kendi istin­bat metodlarını tayin ederek Kitab, Sünnet ve Sahabîlerin icmâ' ettik­leri fevâlara. Sahabîler ihtilafa düştükleri takdirde, bunlardan tercih edeceği görüşe uyacağını, kendisi gibi birer insan oldukları için Tabii lerin görüşüne her zaman uyamayacağını belirttiğini, belli metodları olan kıyas ve istihsan'ı kabul ettiğini görüyoruz.

    İmam Malik, "Medineli'lerin amelini hüccet sayarken, bunu kitab ve risalelerinde açıkça ileri sürerken, hadis rivayetindeki şartla­rını ortaya koyarken, hadisleri mahir bir sarraf gibi eleştirirken, Kur'an'ın belirttiği hükme veya dînin kesin kaidelerine aykırı olan hadisleri reddederken açıkça bir Fıkıh Usûlü esasına göre hareket et­miştir.

     İmam Şafiî de İmam M ali k'ten aldığı Medine Fıkhını, İmam Muhamm ed b.el­li asen'den öğrendiği Irak Fıkhım ve doğup büyüdüğü memleket olan Mekke Fıkhını iyi bildiği için bu münakaşalar ona, içtihad'daki doğru ve yanlışı ayırdedecek Ölçüleri koyma fikrini ilham etmiştir. İş­te bu ölçüler Fıkıh Usûlünü meydana getirmiştir. Daha sonraki dönemlerde fıkıh Usûlü tekâmüle ulaşmıştır.

     Sonuç olarak İslâmî İlimler birbirinden bağımsız değil, birbirleriyle çok sıkı bir şekilde ilişkili ilim dallarıdır. Bunun nedeni hepsinin kaynağının Kur’ân oluşudur. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünneti yani onun sözleri ve davranışları; Kur’ân’ın hayata aktarılışı, Hz. Peygamber’in şahsında ve onun dönemindeki İslâm toplumunda eylem ve davranışlar olarak hayat bulmasıdır. Başka bir ifade ile Sünnet, Kur’ân’ın uygulamalı bir tefsiridir ve Kur’ân’la doğrudan ve ayrılmaz bir ilişki içindedir. Bu ilimlerin tamamının doğuşu en nihayetinde Hz. Peygambere dayanmaktadır ve bunların birbirinden bağımsız olarak düşünmek, yanlış bir anlayışa sürükleyeceği aşikârdır. 

Saygılarımla
0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR TARİHİNİN HADİS VE FIKIH TARİHİYLE BAĞLANTISI

Biz biliyoruz ki hiçbir bilim dalı kendi başına bağımsız olarak çalışmaz, eğer amacını gerçekleştirme hedefi varsa mutlaka aynı kaynaktan beslenen yakın dallarıyla ilişki içerisinde olur ve olmalıdır da.

Tefsir; insan gücü ve Arap dilinin verdiği imkan nispetinde Allah(c.c)’ın muradına delalet etmesi bakımından Kur’an metninin içerdiği manaları ortaya koymak demektir. Bu bağlamda tefsir öncelikli olarak dil biliminden azami ölçüde faydalanır. Kelimelerin semantik tahlilini yaparak sarf ve nahiv bilgisinden mümkün olduğunca yararlanma cihetine gider. Kelime ve cümle yapılarını, kelimelerin iştikakını ve belağat ilmini iyice özümser.

Tefsirle uğraşan müfessir,  bir şekilde Şari’nin amacını ortaya çıkarma adına bir gayrette bulunur. Bu sergilemiş olduğu çabanın tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için açıklama getirmeye çalıştığı ayetin nüzul sebebini, indiği koşulları ve indirilen nebinin nasıl anladığına bakması gerekir. Bu bilgileri bize sağlayan hadis tarihi ilmidir. Kur’anda yer alan manaları bilinmeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihte söz konusu olan ayet, kelime ya da harflerden ibaret olan müteşabihâtın izafi olduğunda bilgisini de biz yine hadis ilmi sayesinde elde ediyoruz. Müphematın[1] ve garib lafızların[2] bilgisini de yine aynı şekilde Hadis ilminden elde ederiz. Diğer Arap lehçelerinde Arapçaya girmiş olan yabancı kelimelerin hangi manaları ifade ettiğini bize Hadis ilmi sayesinde öğreniyoruz. Aksi takdirde onlara bizim anlam yükleme şansımız bulunmamaktadır. Hadisin  tefsirle olan ilintisini ele alırken sünnetin Kur’an karşısındaki konumunu göz önünde tutmak gerekir. Bu bağlamda hadislerin üç görev üstlendiği görülür. Te’kid, tefsir-beyan ve teşrî’.

Te’kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi delâlet eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur, onu te’kid eder.

Tefsir veya Beyân: Sünnet, Kur’an’da bulunan bir hükmü çeşitli yönlerden açıklar. Buna genellikle (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması veya mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir. Meselâ namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” (el-Bakara Sûresi  2/187) âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” (el-En‘am, 6/82) âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.

Sünnetin en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır. Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak tesbit edilmiştir.

Teşrî: Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bazı âlimler, “Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış ve Peygamber’in kendi rızâsına uygun davranacağını bildiği için Kitap’ta hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber’e hüküm koyma yetkisi vermiştir” dediler. Bazıları da “Hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur’an’da bir aslı bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir âyete dayanır. Hz. Peygamber neyi haram veya helâl kılmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.

İlk müfessir Hz. Peygamber olması hasebiyle Kur’an’ın anlaşılmasında ilk ve önemli adımı da o atmıştır. Dolayısıyla tefsir, hem hadis ve hem de fıkıh için önemli bir bilgi hazinesidir. Tefsir aynı zamanda Kur’an’ın tarihsel bağlamını da ortaya koyar. Ancak mesele bununla bitmez. Bu ortaya konulan durumları hükme dönüştürme işini ise fıkıh görür.

Müfessirin ürettiği bilgiler amel edilmeye müsait bir durum arz etmez. Bunların pratik hayata  yansıtılması ve teorik olanın yaşantıya dönüştürülmesi için fıkıh devreye girer. Kur’an’ın içeriğinde hukuk ve ibadet konularına ilişkin ayetlerin yorumlanıp sistemli hale getirilmesi bu ilim sayesinde olur. İtikat, siyaset ve ahlakla ilgili konularla da Kelam ilmi ilgilenmiştir. Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması kişilerin zihniyet dünyası ve yaşadıkları çevreyle ilintili olmasından dolayı, çeşitli mezheplerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Kelam bağlamında itikadi nokta da bir farklılaşma yaşanmıştır. Hanefilere göre iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel etmektir. Mutezile ve Hariciler ise amelin imandan bir cüz olduğu görüşündedirler. Hadis imamları ile Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre imanda aslî unsur, kalp ile tasdiktir. Bu olmadığı zaman iman gerçekleşmez.  Dil ile ikrar bulunmadığı zaman ise mümin olup olmadığı bilinemez ve bunun için de kendisine dini hükümler uygulanamaz. Ameller ise imanın aslının değil kemâlinin cüzleridir.

Fıkıh tarihine bakıldığında çeşitli evrelerden geçildiğini ve her evrede de bir dönüşümün yaşandığını dolayısıyla anlayışında bu doğrultuda bir değişime uğradığı görülür. Mesela dördüncü dönem olarak addedilen Abbasilerin sonu Selçukluların ilk devresini kapsayan evrede içtihad kapısının kapanmış ve taklid ruhu  iyice yerleşip şerh ve haşiyeler çoğalmıştır. Ancak, altıncı dönem diye isimlendirilen ve Mecelle’den günümüze kadar gelen zaman dilimini kapsayan evrede önceki dönemlerin aksine bir uyanış ve farklı bakış açıları yaşanmış ve yaşanmaktadır.

Tefsirin kullandığı kavramlarla fıkhın kullandığı kavramlar arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır. Müşkile,[3] mücmele,[4] müteşabihe yüklenen anlamlar aynı kaynaktan çıkan farklı ilimler olduğunun göstergesi. Fakih haram derken helal derken kur’ana bakışı neticesinde tevil’e[5] gidilmiş olmasından dolayı bir sonuca varıyor. Farklılaşma varsa bu tevil neticesinde meydana gelen bir durumdur. Kur’an’a bakış açıları da farklıdır. Kur’an, Tefsir için bir konu iken fıkıh için şer’i kaynaklardan birisidir. Şafiler istihsanı reddedip Hanefiler buna yapışırken hep bu farklı bakış açılarından kaynaklanmıştır.

Bu farklılaşmada kültürü göz ardı etmemek gerekir. Din, kültür üzerinde derin etkiler bırakır. Din, kültür ile aynı şey değildir. Fakat kültürü dinden bağımsız düşünmek veya okumak da mümkün görünmemektedir. Her toplumun kültür sisteminin oluşumunda din, başat bir yere sahiptir. Kültür sisteminin, o sistemin Allah, insan ve evrenle ilgili tasavvuru ve realitede bu üçlüyle kurduğu ilişkiye göre belirlendiği düşünülürse, kültürün dinle sıkı ilişkileri kendiliğinden anlaşılır. Din-kültür ilişkileri karşılıklılık esasına dayalı olduğu görülebilir. Bu karşılıklılık esasında din, kültürü; kültür de dini bir şekilde etkiler.

Tefsir ilk nesilden sonraki Müslümanlara ayetlerin indiği anda işaret ettiği durumları ve olayları gösterme amacına matufken, hadis, Peygamber Efendimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için yararlanılır. Fıkıh ise hukuk ve ibadet konularını ele almış ve disiplinize ederek reel hayata aktarılmasına katkı sağlamıştır.

Fıkıh ilmi hem hadis ve hem de tefsir ilminden veri elde ederken hadis her ikisine de bilgi sağlayan bir ambar hükmündedir. Daha farklı bir ifade ile, fıkıh ile tefsir aynı kulvarda yürüyen iki kafadar gibiler. Mesela nesih[6] konusunda fıkıh ilmi hangi kanaate varmışsa ve hangi şartları öne sürmüşse tefsirde de aynı kanaatlerin, hatta kabul edenlerle reddedenlerin benzerliği göze çarpar.

Bir başka konu ehl-i rey ve ehl-i eser diye ayrılan fıkıh ekollerinin aynısının hem hadis ve hem de tefsir ilminde varlığıdır. Rivayet ve dirayet tefsir ekollerinin ve hadis alimlerimizin bir kısmının ahad haberi kabul etme noktasında medine halkının uygulamasını kıstas almaları (İmam Malik) diğer bir kısım alimlerimizin ise bunun dışında (ravinin alim olması, rivayetine ters bir davranışta bulunmaması gibi) öncelikli olarak farklı bir yol seçmeleri hep bu uygulamanın örnekleridir. Şafilerin ehli eser ve hanefilerin ehl-i rey diye isimlendirilmeleri de aynı anlayışın birer uzantısıdır.

Tefsirde sebeb-i nüzul, hadiste sebeb-i vürud vardır. Her ikisinde de bir tarihi arka plan mevcuttur. Bunlara başvurulmadan ne Kur’an doğru anlaşılabilir ne de Hadisin ne söylemek istediği. Tarihsel bağlam fıkıhta da vardır. Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği gerçeği tam da bunu yansıtır.

Yukarıda da belirttiğimiz şekilde ayetler tek başına hüküm çıkarmaya elverişli değildir. Hadislerle işlenip fıkıhla yoğrulmasından sonra bir sonucavarılır. Mükellef de bu varılan sonuçları hayatına yansıtmaya çalışır.

                                                                                                                                                                                               Necdet KAHVECİ

                                                                                      Doktora Öğrencisi

                                                                               Öğr. No: 13922706


[1] Müphem: İnsan, melek ve cin gibi varlıkların yahut da bir topluluk veya kabilenin Kur’an’da açıkça değil de ism-i işareler, ism,i mevsuller, zamirler, cins isimler, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesi demektir.

[2] Garip Lafız: Az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler.

[3] Müşkil: Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlardır.

[4] Mücmel: Kendisinden ne kastedildiği anlaşılamayacak kadar kapalı olan, ancak maksadın şari tarfından izah edilmesiyle anlaşılabilen lafız veya ayetlerdir.

[5] Te’vil: Meşru bir sebep ve delilden ötürü ayeti zahiri manasından alıp kendisinden önce ve sonraki ayete mutabık, kitap ve sünnete uygun manalardan birine hamletmektir.

[6] Nesih: Şer’i bir hükmü, bir başka şer’i delille kaldırmak yahut; mukaddem tarihli bir nassın hükmünü muahher tarihli bir nassın hükmüyle değiştirmektir.


0 Yorum - Yorum Yaz


Nazım Çetin, Yüksek Lisans.                                                           07.01.2014

Öğrenci No: 12912769     

Mukayeseli Usûller Hülasası                                          

            HADİS TARİHİ VE USULÜ

          

             Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı  metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Hadis öğrenim ve öğretim tarihi Hz. Peygamber'in peygamber oluşuyla başlar. Bu amaçla Mekke  döneminde  Dâru'l-Erkâm denilen evi, Medine döneminde ise başta Mescid-i Nebevî  olmak üzere Suffe'yi bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmışlardır.

              Hadis tarihi, hadis çalışmalarının ayırıcı temel özelliğinden hareketle; Tesbît dönemi,Tedvîn dönemi ve Tasnîf dönemi şeklinde dönemlere ayrılmıştır. Hadis tarihinde rivayet dönemi diye adlandırılan döneme mütekaddimûn dönemi de denir.  

              Hadis ilmi Şer'î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber'in Sünnet'i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz. Peygamber'in Sünnet'ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet'i kendi açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet'in sözlü ve yazılı ifadeleri olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten Pey-gamber'e ait olup olmadıklarını  belirlemeyi amaçlar.

             Hadis İlminin önemli alt dalları: HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü'l-Hadîs, İlelü'l-Hadîs, İhtilâfü'l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi'l-Hadîs'tir.

             Hadisler önce yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış(tesbît), sonra bunlar belli kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît  Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında  yayılması, böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip  koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir.

             Tedvîn Dönemi, daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya  ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde  toplandığı dönemdir ve hicrî 1. asrın sonlarından 2. asrın 1. veya 2. çeyreğine kadar  süren bir zaman dilimini içine alır. Bu dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.

            Tasnîf ise hadislerin râvî-lerine veya konularına göre değişik şekillerde gruplandırılarak kitaplar meydana getirilmesi anlamına gelir.

            Tasnifin çok sayıda amacı içinde öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kulanım kolaylığı. 3- Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması.

              Hadisleri konularına göre gruplandıran kitap türleri:   1- Tek bir konudaki hadisleri toplayan kitaplar  2-Dinin ana konularından birinde yazılmış kitaplar  3-Tartışma ve reddiye kitapları                         4-Muvatta'lar   5- Sünenler    6- Câmî'ler    7-Musannefler'dir.   Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap türleri ise:   1-Müsnedler     2-Mu'cemler   3- Etrâf Kitapları'dır.

           Hicrî ilk üç asırda telif edilen hadis kitapları temel hadis kaynakları olarak kabul  edilmektedir.

           Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu kesin olanla ihtimalli olanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Bunların birinci kısmına mütevâtir ikinci kısmına haber-i vâhid denir. Hz. Peygamber'e ait oluşları ihtimalli olan haber-i vâhidler de makbûl ve merdûd kısımlarından oluşur. Birinci kısma sahîh ve hasen hadisler girer.

           Mütevâtir hadis, başından sonuna kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadistir.

          Zayıf hadis, sahih hadisin tarifinde zikredilen niteliklerden birini veya birkaçını taşımayan hadistir ve taşımadığı niteliğe göre değişik isimler alır.  Zayıf hadisteki kusurlar râvîsinin adalet eksikliğinden veya hafızasının zayıflığından kaynaklanabilir.

          Mevzû hadis ise, Hz. Peygamber'e söylemediği veya yapmadığı bir sözün veya fiilin nispet edilmesidir. Bu, bilerek, kasten Allah Resûlü adına yalan uydurmaktır.

          Mütevâtir haberin hem inanç (akâid) hem de amelde kesin delil olduğu hususunda Ehl-i sünnet mezhepleri görüş birliğindedirler. Haber-i vâhid'in ise, amelde delil olması hakkında ittifak olmakla birlikte, akâid esaslarının tespitinde delil olması tartışmalıdır.

       Fıkıh Usulü:

 

         Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1]  Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2]

           Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:

1) “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,

2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”       

       Müctehid:

 

         İctihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir. [3] 

       Fıkıh Usulünün Konusu:

           Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.

          Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir” demektedirler. [4]

          Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

        Fıkıhın Konusu

 

           “Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib,  mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen hükmün bütün çeşitlerini, ferde veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet, vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır.

            Fakih, fer’i bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o fer’i olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile) uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar.  Tefsili delilleri incelemek ve usul kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5]

             Usulcü ise İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaya çalışır. [6]

            Fıkıhın Gayesi:

             Mükelleflerin fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir. Bu sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve fiillerin, niza’ ve ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve müftinin müracaat kaynağıdır. [7]

        Fıkıh Usulünün Gayesi:

 

          Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır.

         Fıkıh Usulünün Faydaları:

 

          Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.

4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.

5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

        Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:

 

         İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu.

             Fıkıh usûlü  ilminin doğuşu hicrî  ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.[8]

             TEFSİR TARİHİ

 

          "Sana Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açtklaya-sın"[9] âyetlerinde de ifade edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç hissedilen nassları açıkla­mıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğ­rafyalarda yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i  tefsir etmeye yöneltmiştir.[10] Böylece ashâb döneminde başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki:

1. Kur'ân'm bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin tefsir edilmesini istemektedir.

2. Kur'ân, ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât", "zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve mefhumlar  kazandırmıştır. Hicrî  II. asırda "el-vücûh ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.[11]

3. Kur'ân'da   manaları  kolayca   anlaşılabilecek  nitelikte  âyetler olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç göste­ren müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır.[12] Dolayısıyla  bu   tarz  nasslarm anlaşılması  için   de   ihtisas   ehlinin tefsirine ihtiyaç vardır.

4. Kur'ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün değildir.[13] O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir.

5. Kur'ân'da mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir.[14] Aksi halde söz konusu sanatların delâletlerini anla­mak zorlaşacaktır.

6. Kur'ân'da ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır. Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.[15]

           

          TEFSİRİN DOĞUŞU VE TEDVİNİ

 

           Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur'ân bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası anlaşılmayan hususları tebliğ ediyordu.[16]

         Bütün  hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu yüzden Allah Resulü (sav) aralarında bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı anlama konusun­da herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu donemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm bazı garip kelime­lerinin açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindi­ğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın ikâz yönüyle alakalı nakillere de yer veril­miştir. Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır.[17]

         Sonuç olarak ;

         Yukarıda açıklamaya çalıştığımız ilimlerin  tamamının çıkış noktası  Kur’ân-ı anlamak  ve açıklamak  amacıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bu ilimler Hz. Peygamber’in açıklamalarıyla başlamıştır. Tefsi­re yönelik bütün bu gayretler hicrî II. asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Sahabe vasıtasıyla nakil yoluyla bize kadar gelmiştir. Günümüze gelinceye kadar her devirde alimlerimiz kendi çağlarının sorunlarına çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bizden sonra da bu şekilde devam edecektir.

 

        

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.

[2] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.

[3] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.

[4] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.

[5] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.

[6] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.

[7] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 13.

[8]   Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.

[9]   en-Nahl 16/44.

[10] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.

[11] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.

[12]  Bkz. Al-i İmrân 3/7.

[13]  Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.

[14]  Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210.

[15]  Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.

[16]  el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44.

[17]  Geniş bilgi için bkz. Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 25-32.


0 Yorum - Yorum Yaz


Nazım Çetin, Yüksek Lisans.                                                           07.01.2014

Öğrenci No: 12912769     

Mukayeseli Usûller Hülasası                                          

            HADİS TARİHİ VE USULÜ

          

             Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı  metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Hadis öğrenim ve öğretim tarihi Hz. Peygamber'in peygamber oluşuyla başlar. Bu amaçla Mekke  döneminde  Dâru'l-Erkâm denilen evi, Medine döneminde ise başta Mescid-i Nebevî  olmak üzere Suffe'yi bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmışlardır.

              Hadis tarihi, hadis çalışmalarının ayırıcı temel özelliğinden hareketle; Tesbît dönemi,Tedvîn dönemi ve Tasnîf dönemi şeklinde dönemlere ayrılmıştır. Hadis tarihinde rivayet dönemi diye adlandırılan döneme mütekaddimûn dönemi de denir.  

              Hadis ilmi Şer'î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber'in Sünnet'i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz. Peygamber'in Sünnet'ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet'i kendi açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet'in sözlü ve yazılı ifadeleri olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten Pey-gamber'e ait olup olmadıklarını  belirlemeyi amaçlar.

             Hadis İlminin önemli alt dalları: HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü'l-Hadîs, İlelü'l-Hadîs, İhtilâfü'l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi'l-Hadîs'tir.

             Hadisler önce yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış(tesbît), sonra bunlar belli kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît  Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında  yayılması, böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip  koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir.

             Tedvîn Dönemi, daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya  ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde  toplandığı dönemdir ve hicrî 1. asrın sonlarından 2. asrın 1. veya 2. çeyreğine kadar  süren bir zaman dilimini içine alır. Bu dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.

            Tasnîf ise hadislerin râvî-lerine veya konularına göre değişik şekillerde gruplandırılarak kitaplar meydana getirilmesi anlamına gelir.

            Tasnifin çok sayıda amacı içinde öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kulanım kolaylığı. 3- Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması.

              Hadisleri konularına göre gruplandıran kitap türleri:   1- Tek bir konudaki hadisleri toplayan kitaplar  2-Dinin ana konularından birinde yazılmış kitaplar  3-Tartışma ve reddiye kitapları                         4-Muvatta'lar   5- Sünenler    6- Câmî'ler    7-Musannefler'dir.   Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap türleri ise:   1-Müsnedler     2-Mu'cemler   3- Etrâf Kitapları'dır.

           Hicrî ilk üç asırda telif edilen hadis kitapları temel hadis kaynakları olarak kabul  edilmektedir.

           Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu kesin olanla ihtimalli olanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Bunların birinci kısmına mütevâtir ikinci kısmına haber-i vâhid denir. Hz. Peygamber'e ait oluşları ihtimalli olan haber-i vâhidler de makbûl ve merdûd kısımlarından oluşur. Birinci kısma sahîh ve hasen hadisler girer.

           Mütevâtir hadis, başından sonuna kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadistir.

          Zayıf hadis, sahih hadisin tarifinde zikredilen niteliklerden birini veya birkaçını taşımayan hadistir ve taşımadığı niteliğe göre değişik isimler alır.  Zayıf hadisteki kusurlar râvîsinin adalet eksikliğinden veya hafızasının zayıflığından kaynaklanabilir.

          Mevzû hadis ise, Hz. Peygamber'e söylemediği veya yapmadığı bir sözün veya fiilin nispet edilmesidir. Bu, bilerek, kasten Allah Resûlü adına yalan uydurmaktır.

          Mütevâtir haberin hem inanç (akâid) hem de amelde kesin delil olduğu hususunda Ehl-i sünnet mezhepleri görüş birliğindedirler. Haber-i vâhid'in ise, amelde delil olması hakkında ittifak olmakla birlikte, akâid esaslarının tespitinde delil olması tartışmalıdır.

       Fıkıh Usulü:

 

         Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1]  Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2]

           Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:

1) “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,

2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”       

       Müctehid:

 

         İctihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir. [3] 

       Fıkıh Usulünün Konusu:

           Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.

          Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir” demektedirler. [4]

          Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

        Fıkıhın Konusu

 

           “Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib,  mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen hükmün bütün çeşitlerini, ferde veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet, vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır.

            Fakih, fer’i bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o fer’i olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile) uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar.  Tefsili delilleri incelemek ve usul kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5]

             Usulcü ise İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaya çalışır. [6]

            Fıkıhın Gayesi:

             Mükelleflerin fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir. Bu sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve fiillerin, niza’ ve ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve müftinin müracaat kaynağıdır. [7]

        Fıkıh Usulünün Gayesi:

 

          Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır.

         Fıkıh Usulünün Faydaları:

 

          Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.

4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.

5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

        Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:

 

         İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu.

             Fıkıh usûlü  ilminin doğuşu hicrî  ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.[8]

             TEFSİR TARİHİ

 

          "Sana Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açtklaya-sın"[9] âyetlerinde de ifade edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç hissedilen nassları açıkla­mıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğ­rafyalarda yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i  tefsir etmeye yöneltmiştir.[10] Böylece ashâb döneminde başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki:

1. Kur'ân'm bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin tefsir edilmesini istemektedir.

2. Kur'ân, ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât", "zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve mefhumlar  kazandırmıştır. Hicrî  II. asırda "el-vücûh ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.[11]

3. Kur'ân'da   manaları  kolayca   anlaşılabilecek  nitelikte  âyetler olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç göste­ren müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır.[12] Dolayısıyla  bu   tarz  nasslarm anlaşılması  için   de   ihtisas   ehlinin tefsirine ihtiyaç vardır.

4. Kur'ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün değildir.[13] O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir.

5. Kur'ân'da mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir.[14] Aksi halde söz konusu sanatların delâletlerini anla­mak zorlaşacaktır.

6. Kur'ân'da ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır. Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.[15]

           

          TEFSİRİN DOĞUŞU VE TEDVİNİ

 

           Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur'ân bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası anlaşılmayan hususları tebliğ ediyordu.[16]

         Bütün  hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu yüzden Allah Resulü (sav) aralarında bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı anlama konusun­da herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu donemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm bazı garip kelime­lerinin açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindi­ğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın ikâz yönüyle alakalı nakillere de yer veril­miştir. Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır.[17]

         Sonuç olarak ;

         Yukarıda açıklamaya çalıştığımız ilimlerin  tamamının çıkış noktası  Kur’ân-ı anlamak  ve açıklamak  amacıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bu ilimler Hz. Peygamber’in açıklamalarıyla başlamıştır. Tefsi­re yönelik bütün bu gayretler hicrî II. asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Sahabe vasıtasıyla nakil yoluyla bize kadar gelmiştir. Günümüze gelinceye kadar her devirde alimlerimiz kendi çağlarının sorunlarına çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bizden sonra da bu şekilde devam edecektir.

 

        

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.

[2] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.

[3] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.

[4] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.

[5] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.

[6] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.

[7] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 13.

[8]   Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.

[9]   en-Nahl 16/44.

[10] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.

[11] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.

[12]  Bkz. Al-i İmrân 3/7.

[13]  Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.

[14]  Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210.

[15]  Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.

[16]  el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44.

[17]  Geniş bilgi için bkz. Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 25-32.


0 Yorum - Yorum Yaz


Nazım Çetin, Yüksek Lisans.                                                           07.01.2014

Öğrenci No: 12912769     

Mukayeseli Usûller Hülasası                                          

            HADİS TARİHİ VE USULÜ

          

             Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı  metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Hadis öğrenim ve öğretim tarihi Hz. Peygamber'in peygamber oluşuyla başlar. Bu amaçla Mekke  döneminde  Dâru'l-Erkâm denilen evi, Medine döneminde ise başta Mescid-i Nebevî  olmak üzere Suffe'yi bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmışlardır.

              Hadis tarihi, hadis çalışmalarının ayırıcı temel özelliğinden hareketle; Tesbît dönemi,Tedvîn dönemi ve Tasnîf dönemi şeklinde dönemlere ayrılmıştır. Hadis tarihinde rivayet dönemi diye adlandırılan döneme mütekaddimûn dönemi de denir.  

              Hadis ilmi Şer'î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber'in Sünnet'i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz. Peygamber'in Sünnet'ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet'i kendi açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet'in sözlü ve yazılı ifadeleri olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten Pey-gamber'e ait olup olmadıklarını  belirlemeyi amaçlar.

             Hadis İlminin önemli alt dalları: HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü'l-Hadîs, İlelü'l-Hadîs, İhtilâfü'l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi'l-Hadîs'tir.

             Hadisler önce yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış(tesbît), sonra bunlar belli kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît  Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında  yayılması, böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip  koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir.

             Tedvîn Dönemi, daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya  ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde  toplandığı dönemdir ve hicrî 1. asrın sonlarından 2. asrın 1. veya 2. çeyreğine kadar  süren bir zaman dilimini içine alır. Bu dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.

            Tasnîf ise hadislerin râvî-lerine veya konularına göre değişik şekillerde gruplandırılarak kitaplar meydana getirilmesi anlamına gelir.

            Tasnifin çok sayıda amacı içinde öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kulanım kolaylığı. 3- Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması.

              Hadisleri konularına göre gruplandıran kitap türleri:   1- Tek bir konudaki hadisleri toplayan kitaplar  2-Dinin ana konularından birinde yazılmış kitaplar  3-Tartışma ve reddiye kitapları                         4-Muvatta'lar   5- Sünenler    6- Câmî'ler    7-Musannefler'dir.   Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap türleri ise:   1-Müsnedler     2-Mu'cemler   3- Etrâf Kitapları'dır.

           Hicrî ilk üç asırda telif edilen hadis kitapları temel hadis kaynakları olarak kabul  edilmektedir.

           Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu kesin olanla ihtimalli olanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Bunların birinci kısmına mütevâtir ikinci kısmına haber-i vâhid denir. Hz. Peygamber'e ait oluşları ihtimalli olan haber-i vâhidler de makbûl ve merdûd kısımlarından oluşur. Birinci kısma sahîh ve hasen hadisler girer.

           Mütevâtir hadis, başından sonuna kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadistir.

          Zayıf hadis, sahih hadisin tarifinde zikredilen niteliklerden birini veya birkaçını taşımayan hadistir ve taşımadığı niteliğe göre değişik isimler alır.  Zayıf hadisteki kusurlar râvîsinin adalet eksikliğinden veya hafızasının zayıflığından kaynaklanabilir.

          Mevzû hadis ise, Hz. Peygamber'e söylemediği veya yapmadığı bir sözün veya fiilin nispet edilmesidir. Bu, bilerek, kasten Allah Resûlü adına yalan uydurmaktır.

          Mütevâtir haberin hem inanç (akâid) hem de amelde kesin delil olduğu hususunda Ehl-i sünnet mezhepleri görüş birliğindedirler. Haber-i vâhid'in ise, amelde delil olması hakkında ittifak olmakla birlikte, akâid esaslarının tespitinde delil olması tartışmalıdır.

       Fıkıh Usulü:

 

         Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1]  Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2]

           Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:

1) “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,

2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”       

       Müctehid:

 

         İctihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir. [3] 

       Fıkıh Usulünün Konusu:

           Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.

          Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir” demektedirler. [4]

          Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

        Fıkıhın Konusu

 

           “Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib,  mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen hükmün bütün çeşitlerini, ferde veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet, vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır.

            Fakih, fer’i bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o fer’i olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile) uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar.  Tefsili delilleri incelemek ve usul kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5]

             Usulcü ise İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaya çalışır. [6]

            Fıkıhın Gayesi:

             Mükelleflerin fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir. Bu sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve fiillerin, niza’ ve ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve müftinin müracaat kaynağıdır. [7]

        Fıkıh Usulünün Gayesi:

 

          Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır.

         Fıkıh Usulünün Faydaları:

 

          Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.

4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.

5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

        Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:

 

         İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu.

             Fıkıh usûlü  ilminin doğuşu hicrî  ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.[8]

             TEFSİR TARİHİ

 

          "Sana Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açtklaya-sın"[9] âyetlerinde de ifade edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç hissedilen nassları açıkla­mıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğ­rafyalarda yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i  tefsir etmeye yöneltmiştir.[10] Böylece ashâb döneminde başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki:

1. Kur'ân'm bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin tefsir edilmesini istemektedir.

2. Kur'ân, ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât", "zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve mefhumlar  kazandırmıştır. Hicrî  II. asırda "el-vücûh ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.[11]

3. Kur'ân'da   manaları  kolayca   anlaşılabilecek  nitelikte  âyetler olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç göste­ren müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır.[12] Dolayısıyla  bu   tarz  nasslarm anlaşılması  için   de   ihtisas   ehlinin tefsirine ihtiyaç vardır.

4. Kur'ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün değildir.[13] O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir.

5. Kur'ân'da mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir.[14] Aksi halde söz konusu sanatların delâletlerini anla­mak zorlaşacaktır.

6. Kur'ân'da ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır. Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.[15]

           

          TEFSİRİN DOĞUŞU VE TEDVİNİ

 

           Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur'ân bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası anlaşılmayan hususları tebliğ ediyordu.[16]

         Bütün  hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu yüzden Allah Resulü (sav) aralarında bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı anlama konusun­da herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu donemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm bazı garip kelime­lerinin açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindi­ğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın ikâz yönüyle alakalı nakillere de yer veril­miştir. Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır.[17]

         Sonuç olarak ;

         Yukarıda açıklamaya çalıştığımız ilimlerin  tamamının çıkış noktası  Kur’ân-ı anlamak  ve açıklamak  amacıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bu ilimler Hz. Peygamber’in açıklamalarıyla başlamıştır. Tefsi­re yönelik bütün bu gayretler hicrî II. asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Sahabe vasıtasıyla nakil yoluyla bize kadar gelmiştir. Günümüze gelinceye kadar her devirde alimlerimiz kendi çağlarının sorunlarına çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bizden sonra da bu şekilde devam edecektir.

 

        

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.

[2] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.

[3] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.

[4] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.

[5] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.

[6] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.

[7] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 13.

[8]   Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.

[9]   en-Nahl 16/44.

[10] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.

[11] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.

[12]  Bkz. Al-i İmrân 3/7.

[13]  Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.

[14]  Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210.

[15]  Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.

[16]  el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44.

[17]  Geniş bilgi için bkz. Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 25-32.


0 Yorum - Yorum Yaz

Ödev 2    07.01.2014

Emine Nilüfer SEVİN

Birleşik Doktora-13952702

ESBAB-I NÜZÜL I / ÖDEV 2

TEFSİR TARİHİ

1. HZ. Peygamber Dönemi

Resûlullah’a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen âyetleri tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı. O zaman da genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç duyulduğu kadar tefsîr ederdi. Hz. Peygamber’in sünneti Kur’ân’dan sonra tefsîr için gerçek bir kaynaktır. Ancak sünnetin tefsîrdeki kullanımına da özen göstermek gerekmektedir.

2. Sahabe Dönemi

Sözlü nakil dönemi içinde yer alan bir tefsîr çeşidi de ashâbın şifâhî rivâyetleridir. Bu rivâyetler tefsîr tarihi açısından -Hz. Peygamber’in Kur’ân’a dair beyanlarından sonra- ikinci sırayı almaktadır. Çünkü sahâbîler Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerini, Arap örf ve âdetlerini iyi biliyorlardı. Eski medeniyetlerin ve felsefi akımların etkisinden oldukça uzak yaşadıklarından dolayı zihinleri berraktı. Aynı zamanda üstün bir idrâk gücüne ve sarsılmaz bir imana sahiptiler. Yaklaşık yirmi üç sene boyunca Kur’ân’ın inişine bizzat şâhit olup, bu esnada meydana gelen olayları müşâhede etmişlerdi.

Tefsîrde önde gelen  sahâbiler arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Mes’ûd, Ubey b. Ka’b ve Ebû Musâ el- Eş’arî’nin isimleri zikredilmektedir.

3. Tabiûn Dönemi

Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde önemli rol üstlenen bir nesildir. Hz. Peygamber’e ulaşamamış olmaları, onların bu ilme karşı olan şevklerini azaltmamıştır. Çünkü tâbiîler tefsîr konusunda Hz. Peygamber’den feyz alan sahâbîlerden faydalanmışlardır. Bu da söz konusu nesli, daha sonrakilerle ashâb arasında bir köprü konumuna getirmiştir.

İslamiyetin yayılması ile birlikte fetih edilen yerlerde islamiyetin öğretilmesi için mektepler yapılmıştır. Bu mektepler, Mekke Tefsîr Mektebi, Medine Tefsîr Mektebi ve Kûfe Re’y Mektebi dir.

Tefsirin Tedvini

Tefsîr tedvîn edilmeden yani yazıya geçirilmeden önce ashâb ve tâbiûn döneminde sözlü nakil yoluyla aktarılıyordu. Etbâu’t-tâbiîn dönemine gelindiğinde ise tefsîr rivâyetleri artık yavaş yavaş bir araya toplanarak yazılmaya başlanmıştır. Bu, tefsîr açısından çok önemli bir adımdır. Çünkü sözlü olarak yapılan nakiller zamanla unutulma veya değiştirilme ihtimali vardır. Oysa nakledilecek bilgiler yazıyla tespit edilip korunduğu zaman artık bu tür olumsuzluklar söz konusu değildir. Tefsîre dair birikim tedvin edilmesine edilmişti belki ama bu, 150 yıllık bir gecikmeyi de beraberinde getirmişti. Zira ilk iki nesil boyunca şifâhen nakledilen tefsîr rivâyetleri, ancak etbâu’t-tâbiîn döneminde yani hicrî ikinci asrın ikinci yarısında tedvin edilebilmiştir.

Tedvin Dönemi Müfessirleri ve tefsirleri; Mukâtil b. Süleyman (et-Tefsîrü’l-kebîr), Süfyânu’s-Sevrî (Tefsîrü’s-Sevrî), Yahyâ b. Sellâm (Tefsîru Yahya), Ferrâ (Meâni’l-Kur’ân), Ebû Ubeyde (Mecâzu’l-Kur’ân), Abdurrezzâk b. Hemmâm (Tefsîr) olarak sıralanabilir.[1]

HADİS TARİHİ

Sünnet,  Hz. Peygamberin sözleri, davranışları ve onaylarıdır. Herhangi bir hadis, isnad ve metin denilen iki kısımdan meydana gelir.

Hadis ilminin konusu hadisleri nakleden râvîler ve bu râvîler tarafından nakledilen Peygamberimize dair rivayetlerdir. Hadis ilmi bu râvîlerle, onların güvenilir olup olmadıkları, rivayetlerle de makbul olup olmadıkları açısından ilgilenir. Şu halde hadis ilminin amacı hadislerin makbul olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.

Hadis İlminin önemli alt dalları: HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü’l-Hadîs, İlelü’l-Hadîs, İhtilâfü’l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi’l-Hadîs’tir.

Hadis İlmi ve hadisle ilgili faaliyetler rivâyet ve dirâyet olmak üzere ikiye ayrılır. Rivayet daha çok hadis öğrenme, nakletme, derleme, hadisleri içeren kitaplar telif etme gibi faaliyetlerini kapsar. Dirâyet ise, hadislerin senet ve metinleri ile ilgili her türlü birikimi, yeteneği ve faaliyeti kapsar.

Hadis ilmi ile ilgilenenler tarihte değişik unvanlarla anılmışlardır. Hadis öğrenen öğrencilere, hadis ilminde yolun başında olanlara Tâlib denir. Talep eden isteyen anlamındadır. Hadis âlimleri için genel olarak çoğunlukla Muhaddis veya Hâfız tabiri kullanılır. Hadis ilminde daha ileri düzeyleri ifade etmek için İmâm, Huccetü’l-İslâm, Şeyhu’l-İslâm, Emîrü’lmü’min’în fi’l-hadîs gibi unvanlar da kullanılmıştır.[2]

FIKIH TARİHİ

Fıkıh kelimesi,  Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde dinde derin kavrayış anlamında kullanılmıştır. Fıkıh İslam hukuku anlamındadır.

Hz. Peygamber döneminde hukukun Kur’an ve Sünnet olmak üzere iki kaynağı vardır. İctihad hukuk kaynağı niteliği taşımamaktadır. Sahabe döneminde Kur’an ve Sünnet’in yanında ictihad da bir hukuk kaynağı haline gelmiştir.

İslam hukukunun oluşum süreci ile ilgili olarak Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde hazırlık safhasının tamanlandığı; müctehid imamlar döneminde sistemleşmeye başladığı; mezhep merkezli dönemde ise sistemin olgunlaştığı ifade edilebilir. Müctehid imamlar sonrasındaki dönem literatürde genelde,“taklid dönemi” olarak nitelenmekte, bu dönemden sonraki aşama ise“kanunlaştırma ve uyanış dönemi” adıyla ifade edilmektedir.

1. HZ. Peygamber Dönemi

Hz. Peygamber döneminde İslam hukukunun temel kaynağı vahiydir. Bu dönemin üç temel özelliği vardır. Bunlar; tedriceriayet, kolaylık ilkesi ve toplumun maslahatının gözetilmesi’dir.

2. Sahabe Dönemi

İslam hukukunun oluşum süreci açısından sahabe döneminden bahsettiğimiz de ,dört  halife dönemini ve kısmen Emevi idaresini kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. sahabe döneminde İslam hukukunun üç kaynağından bahsedebiliyoruz: Kitâb, Sünnet ve ictihaddır. Sahabe dönemindeki hukuki faaliyetlerin sonraki dönemede etki eden bazı özellikler taşıdığı görülmektedir. Öncelikli olarak bu dönemde Kur’an ve Sünnet nasları hukuki açıdan yorumlanmış, sonraki dönemlere intikal edecek bir birikim meydana getirilmiştir.

3. Tabiûn Dönemi

Tabiûn dönemi sahabeden sonraki neslin, diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’den sonraki ikinci kuşağın döneminidir. Tabiûn döneminde de sahabe döneminde olduğu gibi Kitâb, Sünnet ve ictihad hukukun ana kaynaklarını teşkil etmiştir. Tabiûn döneminde İslam hukukunun tarihi gelişimi açısından dikkat çeken en önemli özellik, hukuk alanında ekolleşmlerin ortaya çıkmasıdır.

4. Müctehid İmamlar Dönemi

Müctehid imamlar dönemi ile hicri ikinci asrın başlarından itibaren, dördüncü asrın ortalarına kadar uzanan zaman dilimi kastedilmektedir. Bu dönemde fıkıhla ilgili çalışmaların oldukça ilgi gördüğü ve desteklendiği bilinmektedir. Bu dönemde de Kitâb ve Sünnet hukukun temel kaynaklarını teşkil etmiştir. Bu dönemin en bariz özelliği bir önceki kuşakta ana eğilimler etrafında ekolleşmeler yaşanmışken, bu dönemde o ekollerin içerisinden şahıs merkezli yeni bir hukuki yapılanma doğmasıdır. Mezhep adı verilen bu yapılanma, içinden çıktığı ekolün özelliklerini yansıtmakla beraber, kurucu kabul edilen hukukçunun görüşleri çerçevesinde şekillenmiştir.

5. Mezhep Merkezli Dönem

İslam hukuk tarihi ile ilgili literatür de bu dönemin hicri IV. asrın ortalarından itibaren başlayıp, kanunlaştırma hareketleri ve yenileşme arayışlarının yaşandığı on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar sürdüğü ifade edilmektedir. Bu dönemin İslam hukuk tarihi açısından en bariz vasfı, hukuki faaliyetlerin artık mezhep yapılanmaları çerçevesinde sürdürüleceğinin tüm toplum tarafından benimsenmiş olmasıdır.[3]

 

 



[1]Edtr: Prof.Dr. Bahattin DARTMA., TEFSİR TARİHİ ve USULÜ,  T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2056

Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1090, Anadolu Üniversitesi İlâhiyat Önlisans Programı, 2013.

[2] Edtr: Prof.Dr. Salahattin POLAT., HADİS TARİHİ ve USULÜ,  T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2077

Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1111, Anadolu Üniversitesi İlâhiyat Önlisans Programı, 2013.

[3] Edtr: Prof.Dr. Hac› Yunus APAYDIN., İSLÂM HUKUKUNA GİRİŞ., T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2060

Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1094 Anadolu Üniversitesi İlâhiyat Önlisans Programı, 2013.


0 Yorum - Yorum Yaz

ödev    07.01.2014

bayram aktaş 11952751 

TEFSİR-HADİS-FIKIH USULLERİ

Tefsir Usûlü

        Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı). bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.

       Tefsir usûlu ise bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

Vahyin tanımı : Yüce Allah’ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi  demektir.

Kur’ân vahyi : Hz. Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır. Kur’ân Yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz. Peygamber’e gönderilen ilâhî bir kitap olduğu ve Peygamber’in de 23 senelik bir süre içerisinde kendisine vahyedilen Kur’ân öğretilerini Allah’tan gelen şekliyle insanlara ulaştırmaktır.

       Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir.Ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu.

       Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır.

      Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Osman tarafından yapılmıştır. Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır.7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.

    Yedi harf : Yedi Harf üzerinde en çok farklı görüşün beyan edildiği konulardan bir tanesidir. Ehli sünnetin bile konu ile ilgili ittiafkı söz konusu değildir. Bu görüşlerden kuvvetli olanlar şunlardır.

  1. Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.

  2. Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.

  3. Yedi harfle kastedilen yedi vecih{tarz}dır.

        Kıraat :  herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik demektir.

    Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve gayr-i sahih (şazz)

  1. Sahih= mütevâtir ve meşhûr
  2. Gayr-i sahih= âhâd, müdrec ve mevzû

Sahih kırâatler

  1. Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşan.
  2. Bir yönüyle de olsa Arap dilinin grameri
    0 Yorum - Yorum Yaz

    ödev    07.01.2014

    bayram aktaş 11952751 

    TEFSİR-HADİS-FIKIH USULLERİ

    Tefsir Usûlü

            Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı). bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.

           Tefsir usûlu ise bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

    Vahyin tanımı : Yüce Allah’ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi  demektir.

    Kur’ân vahyi : Hz. Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır. Kur’ân Yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz. Peygamber’e gönderilen ilâhî bir kitap olduğu ve Peygamber’in de 23 senelik bir süre içerisinde kendisine vahyedilen Kur’ân öğretilerini Allah’tan gelen şekliyle insanlara ulaştırmaktır.

           Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir.Ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu.

           Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır.

          Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Osman tarafından yapılmıştır. Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır.7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.

        Yedi harf : Yedi Harf üzerinde en çok farklı görüşün beyan edildiği konulardan bir tanesidir. Ehli sünnetin bile konu ile ilgili ittiafkı söz konusu değildir. Bu görüşlerden kuvvetli olanlar şunlardır.

    1. Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.

    2. Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.

    3. Yedi harfle kastedilen yedi vecih{tarz}dır.

          Kıraat :  herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik demektir.

      Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve gayr-i sahih (şazz)

    1. Sahih= mütevâtir ve meşhûr
    2. Gayr-i sahih= âhâd, müdrec ve mevzû

    Sahih kırâatler

    1. Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşan.
    2. Bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olan.
    3. Kitâbet bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlerdir.

    “Kırâat-ı aşere” diye bilinen on kırâattan 3 tanesini bugün Müslümanlar pratik olarak kullanmakta. Tamamını ise ancak bu işi ehlinden özel ders almak suretiyle öğrenen bazı kimseler okumaktadır. 3 kırâat:

    • Âsım kırâatı: Zamanımızda Müslümanların çok büyük bir çoğunluğunun okuduğu kırâattır.
    • Nâfi kırâati: verş rivâyeti bugün Mısır hariç, Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerinde okunmaktadır.
    • Ebû Amr kırâatı: yeryüzünde en az okunan kırâattır.

    KUR’ÂN İLİMLERİ : Kur’an ilimleri: inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir.

    ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN : Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığını rahatça söylenebilir.

    MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN :  insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir.

    GARİBU’L-KUR’ÂN : Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden

    VÜCÛH ve NEZÂİR : Vücûh, ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ lafzının Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir. Nezâir ise Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.

    AKSÂMU’L-KUR’ÂN : yeminler demektir. bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.

    MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN: ‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.

    HURÛF-I MUKATTAA :  Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı farklı yorumlar yapıla gelmiştir.

     İ’CÂZU’L-KUR’ÂN : İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kend benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir.

    MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN : Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir.

    MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN : birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir .

    FEZÂİLU’L-KUR’ÂN : Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.

    KISASU’L-KUR’ÂN : Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.

    ESBÂBU’N-NÜZÛL : : ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.demektir.

    NÂSİH-MENSÛH : : “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.

     

      

    HADİS USULÜ

    Sözlük anlamı haber verme, anlatılan haber verilen husus, söz demektir. Terim olarak hadis:Hz. Peygamber’in sünnetini haber veren ,sünnetin söz ile ifade edilmiş haline hadis denir. Büyük hadis alimi İbn Hacer hadis ilmini ‘’Ravi(rivayet eden ve mervi (rivayet edilen metinlerin) hallerini bildiren kaideler bilgisidir’’ şeklinde tanımlamıştır.

    HADİSİN İKİ TEMEL ÖĞESİ: İSNAD VE METİN

    1-İSNAD VEYA SENED:

    İsnad kelimesi Arapça s-n-d kökünden türemiş mastardır. Bir şeyi bir yere dayamak demektir.Hadis ilminde isnad dendiğinde hadislerin başındaki ravi silsilesini gösteren isimlerden oluşan ravi zinciri anlaşılır.Buna sened denir.

    Hadis ilminde başında senedi yani isnad zinciri zikredilmeyen hadislere muallâk hadis denir. Hadislerin başındaki senedler bu işlemleri yanında hadisin geçirdiği tarihsel sürecide yansıtırlar.Hadis tarihinde Mutekaddimun dönemi denilen hicri ilk 4 asırda ki kitaplarda hadisler hep ravi zincirleriyle birlikte verilmişti. 

    2-METİN:

    Hadiste nakledilen içerik anlamına gelir. İsnad zincirinin peşinden gelen Hz. Peygamber’in sözlerini ve davranışlarını ifade eden kısma metin denir. Çoğulu mütun şeklindedir. Hadis ilminde bir hadisin farklı isnad zincirleriyle gelen her bir kanalına tarik ve vech denir..  

    Hadis ilminin konusu; hadisleri nakleden raviler ve bu raviler tarafından nakledilen Peygamberimiz’e dair rivayetlerdir.

    Hadis ilminin amacı; hadislerin makbul olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.

    Hadis ilmi ve hadisle ilgili faaliyetler rivayet ve dirayet olmak üzere 2 ye ayrılır.

    RİVAYET:        Daha çok hadis öğrenme, nakletme, derleme, hadisleri  içeren kitaplar telif etme gibi faaliyetlerini kapsar.

    DİRAYET:       Hadislerin senet ve metinleri ile ilgili her türlü birikimi, yeteneği ve faaliyeti

     

    Rical İlmi

    Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri, yani ravileri kendisine konu edinmesi sebebiyledir.Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek ,korumak ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.

    Rical ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir.Cerh; Raviler hakkında olumsuz kanaat bildirme Ta’dil ise;olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.

    Cerh edene Carih, cerh edilmiş yani kusurlu bulunmuş olana ise mecruh denir. Ta’dil edene muaddil veya müzekki , ta’dil edilmiş olana ise adil , adl , sika , cerh-ta’dil faaliyetine tenkid,bu faaliyeti yapana münekkid denir.

    Rical ilmi hadis alimlerinin insani hatalara ve hadis uydurmacılığına karşı bir tedbir olarak geliştirdikleri ve başka medeniyetlerde görülmeyen İsnad Sisteminin bir uzantısıdır. Ali b. El-Medini “Hadislerin manalarının anlaşılması ilmin yarısıdır.Diğer yarısı da rical bilgisidir.”demiştir.

     

    İlelü’l-Hadis ilmi

    İlal Arapça , sebep hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur.Hadis ilmin de illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir.Bu tür gizli kusur taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.

    İllet ağırlıklı olarak hadisin senedinde olmakla beraber metninde de bulunabilir. İlletli hadisler konusu muhaddisler tarafından çok önemli görüldüğünden bu konuda müstakil kitaplar yazma gereği duymuşlar Bu yüzden illet konusu hadis ilminin ayrı ve müstakil bir alt dalı olarak kabul edilmiştir. 

    Ğaribü’l-Hadis İlmi

    Hadis ilminde Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı anlaşılır.

    Hadisteki ğarip kelimelere dair yazılmış olup günümüze ulaşan ilk kitap Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam’ın Ğaribü’l-Hadis isimli kırk senede hazırladığı kitaptır. Günümüze ulaşan en mühim eser ise; Hattabi’nin Ğaribü’l-Hadis’idir.

     

    İhtilafül-Hadis İlmi

    İhtilaf Arapçada iki veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması , insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.

    Hadisler arasındaki ihtilafın giderilmesinde 4 temel yöntem vardır:

    1. Cem’ ve Ta’dil : Bu yöntemin esası çelişen hadislerin her ikisini birden çok ise hepsini bağdaştırarak ,herhangi birini terk etmeden birlikte geçerli saymaktır.

    2. Nesh           : İslami ilimlerde nesh’in tanımı:”Şer’i bir hükmün dah sonra geln Şer’i bir delil ile kaldırılması “şeklindedir.Yürürlükten kaldırılan önceki hükme mensuh,yürürlükten kaldırmaya sebep olana nasih denir

    3. Tercih         : Birtakım ölçütlere dayanarak çelişen hadislerden birini tercih edip öbürünü terk etmektir. Tercih sebepleri çok olmakla beraber kısaca şu 3 şekilde toplanılabilir;

    Senet ile İlgili Sebepler  : Ravilerin sayısı, İlim ve sikalık yönünden üstünlükleri, hadis öğrenme şekilleri ve olayla ilgileri gibi hususların tercihi

    Metin ile İlgili Sebepler  : İhtiyata elverişli olanın veya haramlık ifade edenin tercihi

    Harici Sebepler    : Kur’an-ı Kerim’in zahirine , sünnete ,dinin genel kurallarına uygun olanın tercihi

    4. Tevakkuf: ihtilafı giderme yöntemi olarak tevakkuf çelişen hadisler konusunda karar vermemek, askıya almak, karar vermeyi sağlayacak delil ve karineler bulununcaya kadar beklemek anlamına gelir.

    Hadisler arasında çelişkiyi giderme yöntemlerine hangi sıralamaya göre başvurulacağı alimler arasında önemli bir tartışma konusudur.

    Hadisçiler ; Cem’, Nesh, Tercih, Tevakkuf,

    İslam Alimlerinin çoğunluğu     ; Cem’, Tercih, Nesh, Tevakkuf,

    Hanefiler  ; Nesh, Tercih, Cem’, Terk şeklinde bir sıralama dahilinde çelişkinin giderilmesi gerektiğini savunurlar.

     

    Esbabü Vürudi’l-Hadis İlmi

    Esababü Vürud geliş , ortaya çıkış sebepleri anlamına gelir.Bu ilim dalı hadislerin söyleniş sebepleri , hangi ortamlarda, ne amaçla söylendiklerini araştırır. Bu ilim , hadislerin daha iyi anlaşılması , hadisler ile ilgili bazı problemlerin çözümü açısından çok önemlidir.

     

    HADİS TENKİDİNİN TEMEL İLKELERİ

    Hadislerin gerçekten Hz.Peygamber’e ait olup olmadığını araştıran hadis tenkitçiliği , insanoğlunun haberlerin doğruluğunu belirlemek için şimdiye kadar bulabildiği ve kullandığı üç evrensel yöntemi kullanır:

    1.  Haber verenin iki temel özelliği ,haberin doğruluğunu doğrudan etkilemektedir.bunlar dürüstlük ve insani kusurlardır.

    2. Haberin başka kaynaklardan te’kidi yani aynı haberi veren başka kaynaklar olup olmadığının araştırılması , varsa ikisinin karşılaştırılması.

    Hadis tenkitçiliğinin en temel yöntemi, hadislerin farlı rivayet kanallarının ve zincirlerinin araştırılması , bir raya toplanması ,karşılaştırılması ve bir bütün olarak değerlendirilmesi esasına dayanır.Bu işlemler hadis ilminde ,hadisin farklı kanallarının toplanması anlamına gelen Cem’u’t-Turuk ve bu farklı kanalların karşılaştırılıp değerlendirilmesi anlamına gelen Muaraza kavramıyla ifade edilir.

    3. Herhangi bir hadis akla, Kur’an’a İslam dininin genel ilkelerine , İslam alimlerinin İcma’sına ,Hz Peygamberin yaygın ve meşhur sünnetine ,kesin bilimsel verilere gerçeklere aykırı bulunuyorsa kabul edilmemiştir

     

    FIKIH USULÜ

             Fıkıh, “bilinenden (ilm-i şahid) bilinmeyene (ilm-i gaib) ulaşmaktır”. Fıkıh, Kitab ve Sünnet’te hükmü bildirilen meselelerden hareketle hükmü bilinmeyen meselelerin çözüme kavuşturulmasıdır.

            Hükümler aklî, hissî ve şer’î hükümler biçiminde üç kısma ayrılmaktadır. Şer’î hükümler kendi içinde itikadî hükümler (itikâdiyyât), vicdanî hükümler (vicdâniyyât) ve amelî hükümler (ameliyât) olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. Vicdâniyyât içsel (bâtınî) tutumları, ameliyyât ise dışsal (zâhirî) davranışları ile etkileri ifade etmektedir.

    Tafsîlî delil = cüz’î delil : Kitâb, Sünnet, icmâ ya da kıyastan her biri, bir icmâlî delil dir.Hükümlerin tafsîlî dellilerine dayalı olarak bilinmesi. Bu faaliyetin kendisi fıkıhtır.

      İslam Hukukunun Kaynakları :

    Deliller :  Aslî Deliller 1- Kitab (Kur’ân), “Hz. Muhammed’e Arapça olarak indirilmiş, mushafın iki kapağı arasında tevatüren nakledilmiş Tanrı kelamı”.

    Kur’ân’da fıkıh alanıyla doğrudan ilgili olan ayet sayısı 500 civarındadır. Ahkam ayetleri oldukça az bir yer tutmaktadır ve bütün bu düzenlemeler nihai tahlilde insanın yararının (maslahat) ve mutluluğunun (saadet) sağlanmasını amacıyla ilişkilidir.

    Şeriatın/hukukun en temel amaçları beş temel değerin korunmasıyla ilgilidir: 1) Canın korunması, 2) Aklın korunması, 3) Dinin korunması, 4) Neslin korunması, 5) Malın korunması.

    2-  Sünnet  : Sünnet fıkıh usulünde Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takriri olarak tanımlanır ve rivayet açısından mütevatir, meşhur ve ahad olmak üzere üç kısma ayrılır.

    3-  İcmâ, “Muhammed (s.a.v.) ümmetinden olan müctehidlerin O’nun ölümünden sonraki herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde görüş birliği etmeleri”dir. Bu sarih icmâ’dır, kesin ve bağlayıcı bir kaynaktır.

     Asli Delillerin Uzantısı Olan Deliller

    Önceki Şeriatler : Genel olarak Hanefi ve Malikiler, red ve inkar edilmeksizin Kur’an veya Sünnet’te eski şeriatlera ait olduğu bildirilerek yer alan hükümlerin Müslümanlar hakkında da bağlayıcı olduğunu kabul eder.

     Sahâbî Sözü : Fıkıh usulü bilginlere göre, örfen arkadaş denebilecek bir süre Hz. Peygamberle birlikte bulunmuş kimseye sahâbî denir. Sahabî sözü sonrakiler açısından dört kısma ayrılabilir: 1) Sahabinin görüş birliği (icmâ), 2) sahabîlerin görüş ayrılığı (ihtilaf), 3) bir sahabînin, sahabe arasında biliniyor olmasına rağmen bir muhalefetle karşılaşmamış sözü (sükûtî icmâ), 4) bir sahabînin sahabe döneminde yaygınlık kazanmayıp, sonraki dönemlerde yaygınlık kazanan sözü.

    Medine Ehlinin Ameli : Medine, Hz. Peygamberin hicretten itibaren ömrünü tamamladığı şehirdir. Ahkam ayetlerinin  çoğunluğu Medine döneminde inmiş ve şer’i hükümlerin neredeyse hepsi Medine’de belirlenmiştir. İmam Malik bu durumu dikkate alarak, Medine ehlinin uygulamasını  hüccet olarak görmüştür. Maliki uslcüler Medine ehlinin mahiyeti ve hüccet değeri konusunda farklı anlayışalara sahip olmuşlardır. Malikiler dışındakil usûlcüler ise Medine uygulamasına değer atfetmemişlerdir.

    YÖNTEMLER

     Kıyas :Hanefilere göre kıyas “sırf dil yoluyla idrak edşlemeyen ortak bir illet sebebiyle asıldaki hükmü fer’e de vermek” demektir. Asıl: âyet veya hadistir. Kendisine kıyas yapılan asıl makîsun aleyh’tir. Fer’/ makîs: hükmü naslarda açıkça bulunmayan meseledir. İllet, asıldaki hükmün konuluş gerekçesi anlamındadır. Kıyas işleminin yapışabilmesi aynı illetin fer’için de sözkonusu olması gerekir.

    İstihsan :İstihsanın tanımları: a) Kıyasın bırakılıp insanlara en uygun olanı almak, b) Özel ve genel herkesin karşı karşıya kalıp mübtela olduğu hususlarda hükümlerde kolaylığı talep etmek, c) Genişliği almak, sıkıntılı olanı terk etmek, d) Müsamahayı almak, rahatlık taşıyanı istemek.  Tanımların ortak noktası kolaylığın alınıp zorluğun terk edilmesidir.

    Istıslâh (Mesâlih-i Mürsele) : Istıslah, maslahat-ı mürseleyi dikkate alma, ona göre hüküm verme anlamına gelir. Maslahat, yararı sağlama veya zararı gidermeden ibarettir. Maslahat, insanların din, can, akıl, nesil ve mallarının korunmasıdır.

     Maslahatın Türleri

     1. Zarûriyyât: Din ve dünya işlerinin varlığı için zorunlu olan ve bunlar olmadığı takdirde fesat ve kargaşanın doğacağı maslahatlardır. Beş aslın yani din, can, akıl, nesil ve malın korunması.

    2. Hâciyyât: Kolaylık sağladığı için ihtiyaç duyulan, bulunmadığı takdirde genelde sıkıntı ve güçlüklere yol açan maslahatlardır.

     3. Tahsîniyyât: Bir zaruret veya ihtiyaca ilişkin olmamakla birlikte güzelleştirme, süsleme, kolaylaştırma, gündelik ilişkilerde, âdet ve muamelelerde en güzel yöntemlerin uygulanması

     Sedd-i Zerâi’

     Sedd-i zerî’a kötülüğe giden yolun kapatılması demektir. Malikî ve Hanbelî mesheplerinde işletilen bir yöntemdir.

    Hüküm Teorisi :  Teklîfî Hüküm.  Vaz’î Hükmün

    Vaz’î Hükmün Kısımları

     İllet: “İllet hükümde müesserdir”. İllet varsa hüküm de vardır, illet yoksa hüküm de yoktur.

     Sebeb: Varlığı hükmün varlığına, yokluğu da hükmün yokluğuna alamet kılınmış olmakla birlikte, bu durum ile hükmün konulması arasında aklen kavranabilecek bir uygunluk yoktur. 

     Rükün: Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça oluşturan unsurdur.

    Şart:Bir şeyin varlığı, kendi varlığına bağlı olmakla birlikte o şeyin yapısından bir parça olmayan şeydir.

     Mâni’: Varolması halinde sebebe hükmün bağlanmasını veya sebebinin gerçekleşmesini engelleyen durumdur.

    Ehliyetin Tanımı ve Kısımları

     Ehliyet, “kişiyi, dinî-hukukî sorumluluğa muhatap olmaya elverişli hale getiren vasıftır”. Bu vasıf sayesinde kişi, birtakım haklara sahip olmaya, bu hakları kullanmaya, borçlanmaya ve hukuken geçerli davranışlarda bulunmaya ehil hale gelir.

     Vücub Ehliyeti

    Vücub ehliyeti:Kişinin haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme ehliyetidir.

     Vücub ehliyeti iki kısma ayrılır:

    1. Eksik vücub ehliyeti: Sadece cenin için söz konusu olur ve onun lehine bazı hakların sabit olmasını sağlar.

    2. Tam vücub ehliyeti: Kişinin haklara sahip olmasının yanında bazı borçlar altına girebilmesini sağlayan ehliyet türüdür. Temyiz çağına ulaşmamış küçük çocuklar ile akıl hastaları için de tam vücub ehliyeti sabit olur.

       

      Edâ Ehliyeti

     Edâ ehliyeti: Kişinin hukuken geçerli sayılabilecek fiiler ortaya koyabilmesini sağlayan ehliyettir. Edâ ehliyeti, akıl ve temyiz gücüne dayanır.

     Edâ ehliyeti ikiye ayrılır:

     Eksik edâ ehliyeti: Temyiz çağına ulaşan küçüğün sahip olduğu ehliyettir.

    Tam edâ ehliyeti: Kişi, bülûğa ermekle ve akıl ve temyiz gücünün olgunlaşması ile sahip olduğu ehliyettir. Kişi bu durumda, hukuk karşısında her yönden mükellef kabul edilir.

     Ehliyet Arızaları: Kişinin ehliyetini daraltan veya tamamen ortadan kaldıran durumlardır. Sadece eda ehliyeti için geçerlidir.

     Ehliyet arızaları iki kısma ayrılır:

     1. Semâvî arızalar: Gerçekleşmesi kişinin elinde olmayan arızalardır.

     Semâvî ehliyet arızaları şunlardır:

    • Küçüklük: Doğumdan bülûğa kadar olan dönemi kapsar.
    • Akıl Hastalığı: Akıl ve temyiz gücünden yoksunluk durumudur.
    • Ateh: Akıl zayıflığı ve bunama durumudur.

    Bunlar dışında baygınlık, unutma, hayız ve nifas, hastalık, ölüm ve kölelik de semâvî ehliyet arızaları arasında sayılır.

     2. Müktesep arızalar: Gerçekleşmesi kişinin elinde olan arızalardır

     

     


    0 Yorum - Yorum Yaz


    Adı Soyadı: Erdal ERTORUN

    Öğrenci No: 13922709

    Ders Grubu: Doktora

    Dönem: 2013-2014/1.Dönem

     

    2- Mukayeseli Tarihler Hülasası Hakkında:

    TEFSİR TARİHİ I-II (Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU)

    Kaynakların beyanına göre ilk vahiy geldiğinde Hz. Peygamber, kırk yaşlarında idi. 23 yıla yakın peygamberlik müddeti içinde Hz. Peygamber, vahyi cebrail vasıtasıyla almıştır. Halbuki O, okuma yazma bilmiyordu.[1] Buna rağmen gelen vahyi, cebrail ile karşılıklı okuyor, hafızada tutuyor, katiplere de yazdırıyordu. Daha sonra da anlaşılmayan yerleri ashabına açıklıyordu. Yani Kur’an-ı tefsir ediyordu. Bu anlamda O, ilk müfessir sayılmaktadır. Tefsir, Kur’an ayetlerini açıklamak, izah etmek olmasına rağmen, tevil ise anlamı tek olmayan, müşkil olan  ayetleri yorumlamaktır.[2] Tercüme ise, Kur’an ayetlerini ilave yapmadan birebir çevirmek demektir. Dolayısıyla, Kur’an-ı anlamak için anlamı kapalı ayetlerin açıklanmasına, yani tefsirine ihtiyaç duyulmaktadır.

    Hz. Peygamber zamanında  yapıaln ilk tefsir çalışmaları bizzat, Allah Rasülünün kendisi ile olmuştur. O, sahabenin anlamadığı yerleri izah etmiş, Kur’an-ı hayatta yaşatmıştır. Dolayısıyla o, ayetlerdeki anlaşılmayan yerleri açıklayarak ilk tefsirci olma şerefine de mazhar olmuştur. Bu bağlamda, sünnetin Kur’an-ı açıklamasının önemi ortaya çıkmaktadır.[3]

    Hz. Peygamber, Kur’an-ı açıklarken arapların (muhatabın) anlayacağı şekilde izah etmiştir. Çünkü o, Arap dilinin en inceliklerine vakıftı.

    Sahabe dönemindeki tefsir çalışmalarına gelince, onlar tefsirde dört kaynak kabul etmşlerdir. Kur’an, sünnet, İctihad, rey ve diğer ilahi kitaplar.[4] Mesleleri bu dört kaynağa müracat ederek çözme yolunu benimsemişlerdir. Bu dönemde sahabeler, ayetlerin sebebi nüzullerini araştımaktaydılar. Ciddi bir çalışma yürütmüşlerdir. Meşhur müfessir sahabeler ortaya çıkmıştır.[5]

    Tabiin devrindeki tefsir çalışmaları da sahabenin takip ettiği yolu devam ettirmiştir. Sınırlar genişlemiş olduğu için sorunlar, mesleler ve çözüm önerileri ile kullanılan yöntem ve metodlar da değişiklik arzetmiştir.[6] Bu dönemde yey ile tefsirler yapılmaya başlanmıştır.

    Bu dönemde ehli kitaptan bir çok kişinin müslüman olmasıyla,  tefsire israiliyat da girmeye başlamıştır. İsrailiyat; Yahudi, hristiyan ve diğer kültür ve medeniyetlerden tefsire aktarılan rivayetlerdir.[7] İsraili rivayetleri aktarmada meşhur isimler ortaya çıkmıştır.[8]

    İslamın sınırları yayıldıkça, şehirlerde tabiin dönminde tefsir medreseleri oluşturulmaya başlanmıştır. Buralarda ders veren meşhur tefsirciler yetişmiştir.[9]

    Sahabe tefsiri ile tabiin tefsiri arasında bir takım farklılıklar mevcuttur. Öncelikle, tabiin döneminde sınırlar genişlemiş, mesleler çeşitlemiştir. Tabiin, Kur’an’ın tümünü tefisirle uğraştı, ihtilaflar artış gösterdi.[10]

    Tabiin devrinden sonraki tefsir faaliyeterine gelince, bu dönem tedvin dönemi olarak devam etmiştir. Tefsir hadisten ayrı, müstakil bir ilim olma yoluna girmiştir. Rey ve ictihada başvurulmuştur. Müstakil bablar, konular, rivayetlere dayalı çalışmalar söz konusu olmuştur.[11]  İlk tam tefsir oluşmuş, çeşitli müfessirler, çeşitli sahifeleri tefsir etmişlerdir. Tefsir kaynağı olarak bugün elimizde bulunan meşhur rivayet, dirayet, ilmi, fıkhi tefsirler kaleme alınmıştır.[12] Bu dönem, her açıdan tefsirde zirve dönem olmuştur.

    Fetihlerden sonraki döneme gelince çeşitli ırk, muhtelif dil, medeniyet ve cemiyetlerle içiçe gelme neticesinde Arap dili yavaş yavaş bozulmaya yüz tutmuştur. Hal böyle olunca Arap olmayan müslmanların  dil konusunda anlama ve algılama sorunu baş gösterir. Bu durum, lügatçilerin tefsir çalışmaları başlatmasını sağlar. Farklı etnik kökene mensup müslümanların, Kur’an-ı kolay anlamaları için kendi dillerini bilen ilim adamlarınca bu dillerde tefsir çalışmaları artar.[13]

    Görülüyor ki, tefsir çalışmaları asırdan asıra ve coğrafyanın büyüklüğüne göre farklı gelişmeler kaydetmiştir. Tefsir hareketlerine hız veren amillerden biri de dini ya da siyasi bir şekilde zuhur etmiş olan fırka tefsirleri olmuştur. Fırkalar, yaptıkları işlerin doğru olduğunu ispat için Kur’ana başvuruyorlardı. Fethedilen yerlerdeki farklı etnik, dini ve kültüre sahip müslüman toplum, kendi anlayışları  ya da mezhepleri doğrultusunda Kur’an-ı tefsir etme yoluna gitmişlerdir.[14] Çok önemli  müfessirler ve tefsir kitapları vücuda gelmiştir. Mutezile, şia,  İmamiye, Zeydiye, Hariciye vb. gibi çok büyük mezheplere ait tefsirler yazılmış, meşhur müfessirler ortaya çıkmıştır.  İslam kültür medeniyetini ciddi manada şekillendiren bu fırka tefsirlerinin tesir ve önemi, günümüze kadar gelmiş ve ciddi kaynak olmuşlardır.[15]

    Fırka tefsirlerinin akabinde sufi tefsir anlayışı olan tasavvufi tefsir geleneği gelişmiş, bu konuda pek çok tefsirler yazılmıştır. Bu da mutasavvıflarla birlikte işari tefsir şeklinde bir anlayışa dönüşmüştür.[16] Mutasavvıflar, ayetlerin zahir manasından ziyade, batıni manası üzerinde durmuşlardır. Her harfi, ayeti batıni manaları ile yorumlama yoluna gitmişlerdir.[17] Oldukça önemli müfessirler yetişmiş, önemli eserler yazmışlardır.[18]

    İş’ari tefsir haricinde Abbasiler döneminde terceme faaliyeti ile başlayan felsefe hareketi, daha sonraları bir tefsir ekolü haline dönüşmütür. İslam felsefesi de Yunan felsefesinin terceme ve tenkidi ile başlamıştır. Yukarıda da bahsedildiği gibi, çeşitli sebepler felsefi tefsirin oluşmasına imkan vermiştir.

    Dini hayatın pratik yönünü ilgilendiren konularda da çalışmalar yürütülmüş, bu anlamda öncelikle fıkhi tefsir çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Bu çalışma, ibadet ve muamelat konularını ilgilendiren ayetlerin tefsir edilmesi şeklinde tezahür etmiştir.  Ahkamu’l-Kur’an çalışmaları olarak da bilinir. Tefir geleneğinde büyük katkıları olan önemli şahsiyetler  yetişmiş, önemli eserler kaleme alınmıştır.[19]

    Buraya kadar izah edilenlere bakıldığında görülür ki, başlangıçta tefsirin bir şekli yoktu. Kur’an’ın bazı kapalı ayetlerinin açıklanması bazen rivayetlerle, bazen ayetlerle, bazen rey ile, bazen de ictihad ile gerçekleşmiştir. İzlenen bu tür metod ve yöntemler,  müfessrilerin de hangi metoda önem verdiklerine göre isimler almaya başlamıştır. Rivayet tefsiri, dirayet tefsiri, fıkhi tefsir, ilmi tefsir  vs. şeklinde adlandırılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla gittikçe çeşitlenen ve önemsen bu yöntemler, Kur’an-ı anlamada büyük bir kolaylığı da beraberinde getirmiş olduğu görülmektedir.[20] Tabi bu yönetmler uygulanırken sebeb-i nüzül, umum-husus vs. gibi gerekçeler önemsenmiştir. Kur’an’ın bu şekilde tefsir edilmeye çalışılması, tefsir kültürünü oldukça zenginleştirmiştir.

    Kısaca, Kur’an’ı anlama çabaları temelde gerçek bağlamından koparılmadan sürdürülmüş, bilgi ve bağlam bütünlüğü korunmaya çalışılmış, esbab-ı nüzulün önemi üzerinde durulmuştur. İlk müfessir Hz. Peygamber, Kur’an’ı hem yaşamış, hem de yaşatmaya çalışmış, ashap ise peygamberin yaşadığını yaşamaya ve tabiine yaşatmaya çalışmıştır. Daha sonraki dönemler ise, önceki dönemlerden kendilerine ulaşan nakiller yoluyla Kur’an-ı anlamaya çalışmışlardır.  

    HADİS TARİHİ (Ekrem Ziya UMERİ)

    Sünnet, Allah Rasülünden söz, iş ve takriri olarak sadır oan şeyler anlamına gelir.

    Rasül, kendi kafasından konuşmaz.[21] Bu anlamda sünnet, Kur’an’dan sonra uyulması gereken ana kaynaktır. Peygamber, size ne verdiyese onu alın, neyi yasakladıysa ondan sakının[22] buyurulur.

    Sünnet, Hz. Peygamber döneminde yazılıp bir araya getirilememiştir. O: Biz, ümmi bir ümmetiz, yazı ve hesap bilmeyiz[23] der. O dönem, Kur’an ayetlerinin yoğun olarak kayda geçirildiği dönemdir. Buna rağmen, ashabın hadisleri hafızalarında korunuyordu. Hz. Peygamber’in, Kur’an ayetleri ile karışmasın diye hadis yazımını yasak ettiği de bilinmektedir. O, daha çok Kur’an’la ilgilenilsin istiyordu.  Buna rağmen, okur yazar ve güvenilir olan bazı sahabelere hadis yazma izni de verir. Sahabe döneminde bazıları hadislerin yazılmasını, bazıları da yazılmamasını istiyordu. Yani bir konu üzerinde birliktelik yoktu. Ayrıca, yazanlar da her biri Allah Rasülünün farklı konulardaki hadislerini önemseyerek yazmaktaydı. Raşit halifelerdöneminde de yazılmadı. Tabiin döneminde önemli bir ulema topluluğu hadisleri yazmışlar, topladıklarını da ezberlemeye özen göstermişlerdir.[24] Burada da ihtilafa düşenler olmuştur. Bazıları oldukça şöhret bulmuştur. Emeviler döneminde teşebbüs edildi ancak; halifenin ömrü buna yetmedi.[25] Abbasi döneminde ulema sünneti yazmaya başladı, daha sonraki dönemerde metod değişti, sünnet fıkıh bablarına göre yazılmaya başlanır oldu.[26] Daha ileriki dönemlerde ise senedlerine göre, cerh ve tadil yönüyle de yazılmaya başlanmış oldu.

    Görülen o ki, ilerleyen zamanlarda hadis yazma sistemli bir hal almış, hüküm bildiren hadisler üzerinde durulmaya  başlanmıştır. O kadar ilerleme olur ki, nihayet hicretin 3. asrında Kütüb-i Sitte adlı hadis külliyatı teşekkül eder.[27] Tabi bunula da kalınmaz, hadis öğrenme yolculukları başlar. Duyulan her hadis, Arap coğrafyasından toplanılmaya çalışılır. Günlerce gecelerce yolculuklar başlar. Basra, Küfe, Irak, Yemen, Şam..vb. yerlere yolculuklar yapılır.

    Hadis derleme çalışmalarının iyice yoğunlaşması, sistemli hale gelmesiyle artık raviler tartışılmaya başlanmış, güvenirlikleri, adaletleri, zaptları gibi özellikler önemsenmiş, hadislerin sıhhatleri tartışılmaya başlanmıştır.  İmam Malik’in Muvatta’ı, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i,  Buhari’nin Sahih’i, İmam Müslim’in Müsned’i, Ebu Davud’un Sünen’i, Tirmizi’nin Camii, Nesai’nin Sünen’i, İbn Mace’nin Sünen’i gibi ilk rivayet eserleri ortaya çıkmıştır.[28] Tabi bu kitaplarda hadisler, sıhhat dereceleri tartılışılmadan toplanmıştır. Yani zayıf, hasen, garip vs. gibi özellikerdeki hadisler de bu eserlerde yer almıştır.

    Hicri 3.asırdan sonra da belli başlı eserler oluturma çalışmaları yürütülmüştür. Biraz önce bahsedilen eserlere benzer eserlerle birlikte, sözlük tertibinde yazılan eserler oluşturulmuştur.[29]

    Sahabe ve tabiinden sonraki dönemlerde hadisler bozulmak istenir ve metinlerin içerisine ekleme yapma girişimleri ortaya çıkar. Uydurma hadiscilik dönemi başlar. Bu durumdan siyasi, ekonomik, sosyal pay çıkarma gayretinde olanlar yararlanmak ister.[30] İrtidat hareketlerinin olduğu bu dönemler, bu uydurmacılığa ciddi fırsat sağlar. Mezhebi ayrılıklar ve parçalanmalar söz konusu olur. Mezhebi, fıkhi, kelami ayrışmalar başlar. Zındıklık, kıssacılık, cahil kişilerin hadis uydurması gibi çabalarla bölge, ırk ve mezhep taassubu, özel maksatlar sebebiyle hadis uydurmaları ve ulemanın buna karşı duruş mücadelesi yoğunluk kazanır.[31]

    Hz. Osman döneminde başlayan, ümmetin bölünme ve parçalanmasına, birbirine zıt fırkaların doğmasına sebep olan tartışmalar, hadislerin değerlendirilmesinde isnad ve rical üzerinde ciddi olarak durmayı getirmiştir. Hadisin hangi kaynak yoluyla ulaştığı, bu kaynağın birbirine silsile yoluyla irtibatlı olduğu, güvenilir bir ravi silsilesinden geldiği  üzerinde durularak sağlamlığı ve Hz. Peygamber’e doğru olarak ulaşıp ulaşmadığı önemsenmiştir.[32] Rical ilmi kitapları yazılmaya başlanmış, sahabeyi her yönden  tanıma ile ilgili eserler ortaya konmuştur. Bazı kitaplar da sahabe ve tabiinin daha kolay tanınması için  tabakat şeklinde ele alınmıştır.[33] Meşhur kitaplar ortaya konmuştur.

    Bu çalışmalara, bir de ravilerin güvenirliklerini veya zayıflıklarını ele alan cerh ve ta’dil çalışmaları eklenmiştir. Çok önemli ve çeşitli cerh ve ta’dil kitapları kaleme alınmıştır.[34] Takip eden şekilde zayıf raviler ve sika (güvenilr) ravilerle  ilgili kıymetli kitaplar yazılmıştır.[35] Akabinde Kütüb-i Sitte ve diğer hadis kitaplarındaki hadis ricalini yazan isimleri belirten  çeşitli kitaplar vücuda gelmiştir.  Birbirini takip eden bu çalışmalar, ravilerin isimleri, künyeleri ve lakaplarının yer aldığı kitaplar ele alınmaya başlanmıştır.[36]

    Hadis ilmi geliştikçe, yeni çalışma alanları oluşturulmuş ve yukarıdakilerden başka bir çalışma daha ortaya çıkmıştır. Belirli yerlerin ricaline (mahalli) ait kitaplar kaleme alınmaya başlandı.[37] Öyle bir noktaya gelinmiş ki, artık hadis imalarıyla ilgili kamuslar, mecmular, sözlükler, ansiklopediler yazılmaya başlanır olmuştur.[38] Bu da yetmedi, rical kitaplarının tanzim esasları belirdi. Soy, tabaka, harf sırası ve şehirlere göre rical kitapları tasnif edilmeye başlandı.[39]  Son devir ulemesı ise tabakalarla, tarihi ayırmışlardır.

    Buraya kadar görüyoruz ki, hadis ve yazma geleneği, aslında Kur’an’ın nüzul ortamında başlıyor; ancak, Kur’an yazımı daha önemli olduğu için hadislerin yazılmasına sıcak bakılmıyor. Günümüz toplumuna gelinceye kadar hadislerin geçirdiği evrelere bakılırsa, gerçekten bilgi ve ortam açısından bir bütünlük arzetmekte, Kur’an’a muhalif bir çaba görülmemektedir. İlk zamanlar, Hz. Peygamber’in söz ve tatbikini gören ashap, daha sonraki dönemlere bu pratikliği yaşayarak aktarmış, silsile yoluyla sünnet ya da hadis, müslüman hayatında canlılığını korumuştur. Hadislerin vuruduna da sebep olan olaylar vaki olmuştur. Kur’an’da olmayan çözüm ve öneriler, hadis ve sünnet ile temin edilmeye çalışılmıştır. Hadis ve sünnet konusunda yaşanan gelişmeler, bir takım çalışmaların yapılmasını zorunlu kılmış, Allah Rasülü zamanındaki kastedilen anlam korunmaya, yaşatılmaya çalışılmıştır. En ince teferruatlar düşünülerek hadislerin sened, ravi ve diğer yönlerden sahih bir şekilde korunması ve günümüze ulaşması sağlanmıştır.

    KELAM TARİHİ (Prof. Dr. Bekir TOPALOĞLU)

     

    "Hz. Peygamber'in vefatına kadar  Müslümanlar, problemlerini direkt olarak peygamberle hallettikleri için o dönemde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, tasavvuf gibi ilimler henüz oluşmamıştı. Bu mânâdaki fikir hareketleri, Hz. Peygamber'in vefatının hemen ardından başlayıp bir asır kadar sürmüş ve mezhepler ortaya çıkmaya başlamıştır.


    Bu zaman zarfında İslam dünyası birçok din, kültür, felsefe ve farklı gruplarla karşılaşmış ve bunlardan etkilenmiştir. Bu dönemde İslam'a yapılan ilk itiraz ve hücumlar, dinin asıllarına yani akaid alanındaki konulara olmuştur, bu hücumlara diğer adı da Usulü'd-din olan Kelam ilmi ile cevap verilmiştir.


    İlk ortaya çıkan Mutezile mezhebi, İslam dinini topyekün fikri açıdan, dış güçlere karşı savunmuş, mukabil fikirler üretmiştir. Selefiler, yani Rasulullah ile ashabın yolunu hiç yorumsuz doğrudan doğruya takip eden muhafazakârlar ise bu hareketi, yanlış ve zararlı bulmuşlar, bid'at olarak kabul etmişlerdir.


    Yeni çıkan bu kelami telakkiler yadırganmasına rağmen, yabancı kültürün istilasına maruz kalma tehlikesi yaşandığı için gerekli görülüyordu. İki asır sonra Ebu'l Hasan el-Eş'ari ve Ebu Mansur el-Maturudi ortaya çıkmış ve kelam yöntemini kullanmanın, akaid alanında akla rol verip fikir üretmenin kaçınılmaz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü İslam'a yönelen bu yıkıcı faaliyetleri başka bir şekilde önlemek mümkün değildi.


    Hicri V. ve VI. (XI-XII) asırlarda bir taraftan Mu'tezile tarih sahnesinden çekilirken diğer taraftan muhafazakârların sayısı %3'lerin altına düşmüş, buna karşılık Eş'ari ve Maturudi'ye bağlı olanların sayısı bugün de olduğu gibi %90'lara yükselmiştir. Geri kalan %6'lık bölümünü Şia ve %1'lik bölümünü ise İslam dışı kabul edilen aşırılar (Nusayriler, Dürziler ve Batıniler) oluşturmuştur. İtikadi açıdan böyle büyük bir oranın hemfikir olduğunu ne Yahudi ne de Hıristiyan dünyada görmek mümkündür.


    Selefiyye, Eş'ariyye ve Maturudiyye aynı zamanda "Rasül ve ashabının yolundan ayrılmayanlar" mânâsına gelen "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" olarak da anılmaktadır. Eş'ari ve Maturudi arasındaki görüş ayrılıkları yok denecek kadar azdır.


    Gazali, felsefenin ortaya çıkması karşısında, kelam ilmine yeniden bir çeki düzen verme konusunda, en büyük adımı atmıştır. Gazali'ye kadar ehl-i sünnet kelamcıları, bid'at fırkalarıyla mücadele etmişler, Gazali'yle birlikte ise mücadelelerini filozoflara karşı yürütmüşlerdir.


    Tanzimat'tan sonra İslam dünyası, bilimde, teknikte, ekonomide ilerlediğini fark edip Batıyla ilgilenmeye başladı ve bu kez materyalizm, darwinizm, pozitivizm gibi inkârcı akımlar İslam dünyasına girdi. Daha sonraları bunlar Batıda moda olmaktan çıktığı halde bizde uzun müddet kaldı.


    Son asırlarda artık Allah'ın varlığı genelde kabul görüyor. Çünkü reddetmek bilimsel açıdan daha büyük problemler doğuruyor. Fakat bu kabul, iman değil felsefi bir telakkidir. Dini bir inanış ise; "Benim Allah ile münasebetim nasıl olacak?" sorusuyla oluşur. Bugünün insanı büyük çapta; "Allah benim işime karışmasın" diyor. Çünkü "karışsın" dediği andan itibaren, dinin hayata müdahalesi başlıyor. Bu müdahale de nübüvvet müessesesi ile mümkündür. Bu sebeple de nübüvvet bahsi fevkalade önem kazanmıştır."

    Saygılarımla

     



    [1] Ankebut, 48

    [2] CERRAHOĞLU, Prof. Dr.İsmail, Tefir Tarihi,  Fecr yayınları, Ankara, 1996, Cilt 1, s.19

    [3] a.g.e., s.43

    [4] a.g.e., s.65

    [5] a.g.e., s.84

    [6] a.g.e., s.104

    [7] a.g.e., s.109

    [8] a.g.e., s.126

    [9] a.g.e., s.140 vd.

    [10] a.g.e., s.153

    [11] a.g.e., s.159

    [12] a.g.e., s. 163 vd.

    [13] a.g.e., s.260 vd.

    [14] a.g.e., s.280

    [15] a.g.e., s.282 vd.

    [16] a.g.e., c.2, s.11

    [17] a.g.e., s.13

    [18] a.g.e., s.15 vd.

    [19] a.g.e., s.51 vd.

    [20] a.g.e., s. 117 vd.

    [21] en-Necm, 3-4

    [22] el-Haşr, 7

    [23] UMERİ, Ekrem Ziya, Hadis Tarihi , Çev., İsmail Kaya, Esra Yayınları, Konya, 1990, s.10

    [24] a.g.e., s.16

    [25] a.g.e.,  s.7

    [26] a.g.e., s.7

    [27] a.g.e., s.23

    [28] a.g.e., s.26 vd.

    [29] a.g.e., s.41

    [30] a.g.e., s.45

    [31] a.g.e., s.50 vd.

    [32] a.g.e., s.79

    [33] a.g.e., s.93

    [34] a.g.e., s.101

    [35] a.g.e., s.107 vd.

    [36] a.g.e., s.142

    [37] a.g.e., s.150 vd.

    [38] a.g.e., s.160

    [39] a.g.e., s.170


    0 Yorum - Yorum Yaz


    Abdussamet Varlı            (Öğrenci No:13922711)

    Doktora Ödevi       (2013-2014 Güz Dönemi)

     Mukayeseli Tarihler Kıraati Hülasası

    Tefsir, Hadis, İslam Hukuku tarihlerine genel olarak baktığımızda görülecek ilk şey hepsinin beslendiği kaynağın ayniliği olacaktır. Zira bu üç ilmin ve diğer İslami ilimlerin temel kaynağı hiç şüphesiz ki Kur’an ve Sünnet (hadis)tir. Dolayısıyla hadis tarihsel bağlamda ilk olarak kaleme alınan, tedvin edilen ilim sahasıdır.

    Kur’an bizatihi Allah Teala tarafından korunması garanti altına alınmış bir kitaptır. Ancak Peygamber Efendimizin hadislerinin böyle bir garantisi olmaması hasebiyle bu önemli miras, bizatihi Ashab-ı Kiram tarafından Kur’an’ın açıklayıcısı ve İslam’ın anlaşılması için temel veri kabul edilmesi sebebiyle yazılmak, anlatılmak ve aktarılmak suretiyle muhafaza edilmiştir. Takip eden nesiller ise bu önemli mirasın bozulma ve kaybolma tehlikesi karşısında onu hakkıyla koruyabilme adına çok titiz ve dikkatli araştırmalar neticesinde hadisleri tedvin etmiş ve böylece dünyada başka hiçbir ilim dalında olmayan bir usul ilmi ortaya çıkmıştır.

    Tefsir ilmine baktığımız zaman ise hadis için var olan bu titizliğin var olmadığını müşahade etmekteyiz. Zira Kur’an’ın Allah tarafından zaten garanti altına alınmış olmasının vermiş olduğu rahatlıkla biraz daha esnek ve rivayetleri alıp aktarma şeklinde bir metodun var olduğu görülmektedir. Ancak tefsir ilminin oluşmasında da rivayetlerin yani hadislerin büyük bir önemi haiz olduğu açık bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Müfessirler büyük titizlikle ve tarihte başka bir ilim dalına nasip olmayan insanüstü bir çabayla tedvin edilmiş devasa hacimdeki hadis külliyatından önemli ölçüde beslenmiş ve eserlerini bu çizgide meydana getirmişlerdir.

    Fıkha gelince; tedvin aşamasını hicrî ikinci asrın sonu ve üçüncü asrın başıyla tamamladığını günümüze ulaşmış eserlerden anlıyoruz. Ancak bu ilmin esasını da Kur’an ve hadislerin oluşturması sebebiyle var oluşunun bizatihi vahyin nüzul süreciyle beraber olduğunu söylemek mümkündür.

    Yukarıda kısaca tanıtmaya çalıştığımız her üç ilimin birçok konusu aynıdır. Tarihsel anlamda ortaya çıkış süreçleri, tedvin edilme süreçleri ve birbirinden ayrılıp müstakil birer ilim dalı haline gelmeleri her ne kadar birbiriyle farklılık arz etse de bu üç ilmi birbirinden ayırmak o kadar da kolay değildir. Çünkü üç disiplinin de dayandığı kaynaklar aynıdır. Hatta genel olarak bakıldığında hepsinin ortak hedefinin de Müslüman topluma İslami bir hayat çerçevesi çizmek olduğunu söylemek zor olmasa gerektir. Diğer taraftan her üç disiplinde Efendimiz(s.a.v.)’in hadislerini konu edinmektedir. Nitekim hadislerin sübutu bize ulaşma şekilleri ve bizim için taşıdığı değer teşri açısından konumu gibi birçok konu her üç disiplin tarafından âdete didik didik edilmiştir.

    Yararlanılan Eserler:

    1.Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit, Diyanet Vakfi Yayınları.

    2.Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, Osman Keskioğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

    3.Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınları.


    0 Yorum - Yorum Yaz


    Muhammed Hayri ŞAHİN

    Doktora 12922755

     

    MUKAYESELİ USULLER KIRAATİ HÜLASASI

    Her canlının öleceği kaçınılmaz bir gerçektir. Ancak ölümden sonraki hayatı da mutlu olarak kazanmak için insanın bu dünyada gerçekten yaşamış olması gerekir. Bu da ahlaklı, mutlu, anlamlı bir hayat yaşamakla gerçekleşir. Kur’an ise insana böyle bir hayatı vaad eder. Ancak insanın Kur’an’ın kendisine vaad ettiği bu hayatı yaşayabilmesi için Kur’an’ı okuması, üzerinde düşünmesi, onu anlaması ve hayatına tatbik etmesi gerekir. Bu gerçek, Kur’an’ın birçok ayetinde açıkça zikredilmektedir. İslam'ın ilk üniversitesi mesabesinde olan mescitlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an’ın anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz. Aslında bütün Kur'an ilimleri, Kur'an’ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde bu ilimlerin ilk başta içiçe geçmiş bir halde bulundukları bir hakikattir. Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir. Kur'an ilimlerine yönelik tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur’an’ın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek tabii bir olgu olarak görülüyor. Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir. Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar. İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan, Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir. İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varoluşlarının gereği olarak, konusu, amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen, ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz. İçerik olarak tefsir, tefsir tarihi, hadis, hadis usulü, fıkıh, fıkıh usulü kapsayan bu ilimlere ''beyan'' tabiri de ıtlak edilir. Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler, mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez. Dolayısıyla ''İslami'', ''dini 'veya ''şer'i'' nitelemesi, İslam’la veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir. Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz. Peygamber'den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp, Hz. Peygamber'den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur. Bu suretle kelam, mantık da bu ilimler kategorisine dâhil edilmiştir. Bu arada yardımcı İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir. Hicri 2. asrın ortalarından önce yaklaşık olarak hicri 143 yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı. Her ilim için kendi içinde literatürü ve tarihi oluştu diyebiliriz. Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır. Fakat sonraları, Hadis ehlince, ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı. Fıkıh, ve tefsir terimleri, daha sonraki dönemlerde, bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar. İslami ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktılar. İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde ortaya çıktı ve gelişti diyebiliriz.

    Bugün Hadis, Tefsir ve Fıkıh metodolojilerine baktığımızda orjinlerinin Kur’an-ı Kerim olduğu, amaçlarının Kur’an’ı anlama olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Hadisçiler, sünnetin hüccet olduğunu, teşri’de nass konumunda olduğunu, yine Kur’an’ı anlamada ilk kaynak olduğunu ifade ederler. Fıkıhçılar da yine fıkhi hükümlerde esas olarak Kur’an’ı Kerim’i kaynak olarak alırlar. Fıkıh esas itibariyle hüküm bildiren ayetleri doğru anlama ilmidir. Neticede Kur’an merkezli bu ilimler her biri diğerini tamamlamıştır ve bugün de bu ilimlerden faydalanmanın üst seviyede olması gerektiği insanlığın sorunlarına Kur’an ana merkezde olmak üzere İslam ilimleri ışığında çareler aranması gerektiği aşikârdır. 


    0 Yorum - Yorum Yaz

    AYDIN KUDAT    17.01.2014

    II. Ödev: Esbab-ı Nüzul I

    2013-2014 Akademik Yılı Güz Dönemi -Birleşik Doktora-

    Mehmet Şerif YÜKSEL Öğ. No: 11912708

    Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası
     

    İslamî İlimlerin Menşei ve Tarihi Süreç İçinde Gelişimleri

     

    Kur’an-ı Kerim menba’ından beslenip zamanla neşv-u nemâ bulan ve Islam kültürü-nün ve düşünce tarihinin en temel yurum disiplinleri olarak yerlerini alan ilimlerin doğuşunu, kaynaklarını, tarihi süreç içindeki gelişim safhalarını ve kapsam alanlarını mukayeseli olarak ele almaya çalışacağız. İslamî ilimlerin ilk ve en önemli kaynağı Kur’an’ın muhatapları, O’nunla ilk defa Resulüllah’ın ağzından çıkan bir ilahi söz olarak karşılaştılar. Rasulüllah’a vahyedilip onun ağzından döküldüğü andan sonra bu sözler, gerek hafızalarda gerekse yazılı kayıtlar olarak sabitlendi. Kur’an bağlamında, Allah’tan gelen hitab, olaylar dizisi içindeki olaylardan biridir. Onun öncesinde gerçekleşmiş olaylar da vardır. Örneğin Kur’an’ın önce bir bütün olarak dünya semasına inmesi sonra Cebrail kanalıyla Peygamber’e parça parça indirilmesi gibi... Yine Rasulüllah tarafından tebliğ ediliş anı da bu olaylar zinciri içerisinde bir başka olaydır. Bundan sonra da Kur’an ile bağlantılı ve onun da nedeni olacağı başka olaylar vku bulacaktır. Dolayısıyla öncelikle Vahiy, Rasulüllah’ın ağzından çıktığı sırada, yaşanan olayı bütün yönleriyle bizzat kendisi değil sadece onun ağzından çıkan sözün alfabetik ses kodları, kelime ve cümleleri yazıya geçirilmiş olmaktadır. Ancak Söz konusu hitab olayını hazırlayan olaylar dizisi, hitab esnasında öznenin kullandığı mimik, jest ve ses tonlaması unsurları ve bunların muhataplarda bıraktığı doğrudan ve dolaylı, zihinsel ve duygusal etkiler kayıt sırasında yazıya geçirilmeden kalmaktadır.[1]

    Bu açıdan bakıldığında hadis ravilerinin Rasulüllah’tan hadisleri rivayet ederlerken onun bir hadisi ilk söylediğinde yaptığı jest, mimik ve hareketlerini tekrarlayarak onun mesajını tam olmasa da etkili ve doğru bir şekilde yansıtma ve anlatma çabası içinde oldukları hadis kaynaklarında görülmektedir. Bu çaba hadisin ilk söylendiği andaki anlam kaybını azaltma ve ilk söylemdeki etkiyi kazandırma çabası olarak önümüze çıkmaktadır. Örneğin Hz. Peygamber kıyametten bahsederken “Ben ve yetimi gözeten kimse kıyamette (şehadet ve orta parmaklarını göstererek) şu iki paramağım gibiyiz”[2] derken, bu hadisi bizlere aktaran sahabenin de aynı işareti yapıp kayda geçirerek aktarmaya çalışması ve Rasulüllah’ın abdest almayı, İbn Mes’ud’a Cebrail’den öğrendiği şekilde öğretmesi ve bu hadisin aynı şekilde söz ve hareketlerle sonraki tabaka ravilerince de aktarılması olayı rivayetin hem anlam kaybını azaltmak ve hem de ilk etkisini kazandırmaya yönelik çabalar olduğunu göstermektedir.

    Kur’an ile ilgili olarak da Rasulüllah’ın ağzından çıktığı şekli korumak kaygısıyla Saf Suresi’nin kıraati bu şekilde rivayet edilmiştir.[3] O halde Kur’an metni aslında Rasulüllah’a vahyedilmiş ilahi sözün, onun ağzından çıktığı andaki olay hali değil, onun yazıya geçirilmiş ve sabitlenmiş hali olmaktadır. Böylece Kur’an’la ilk tanışma safhası gerçekleşmiş oluyor.

    Söylenen sözün kaydedilme süreci sonunda sözün, zaman, mekân, özne ve muhatap gibi unsurlardan bağımsızlaşma sürecine girdiği ana da Kur’an’la ikinci tanışma safhası gerçekleşmiş olmaktadır. Kur’an, Mushaftaki hali ile Allah’a işaret etse de, hitab olarak Rasulüllah’ın ağzından döküldüğü andaki kastından bağımsızlaşan ve genelleşen bi süreç geçirmiş oluyor. Böylece her yorum disiplini kendi çalışmasını, başlangıçtaki bağlamlarından kopmuş ve genelleşmiş bir metin üzerinden gerçekleştirir. Ve bundan sonra bu yazılı metne sadece yorumla ulaşılabilecektir. Çünkü yazılı söylem, artık sözlü söylemin anlaşılması için destek aldığı bütün unsurlardan uzaklaşmış olmaktadır.[4] Işte Kur’an-ı Kerim vahyedildiği andan sonra, kendisine yorum ile ulaşılabilen bir metin olarak karşımızda durmakla birlikte bir metin olmanın bütün özellikleriyle de İslam disiplinleri tarafından çeşitli biçimlerde yoruma açılmıştır.[5] Bu uzun girişten sonra Temel İslam Bilimlerini kısmen anlatmaya ve tanıtmaya çalışacağız. Ancak bunu yapmadan önce söz konusu bu ilimlerin kayanaklarına dikkat çekmek isytiyorum. Temel İslam Bilimlerinin Kaynakları: Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, İcma, Kıyas, İslam öncesi arap yarım adasında var olan sözlü kültür ve yazılı kitabetler, Dil, Belâgât, Şiirler, Siyer, Megazi, Melahim, Risalet öncesi ve sonrası tarih vb kaynaklar oluşturmaktadır.

    Vahyin Kayıtlara Geçirilmesi: Mekke'de ilk vahiy kâtipliğini Abdullah b. Sa'd b. Ebi Sarh, Medine de ise, Ubey b. Ka'b yapmıştır. Ondan sonra Zeyd b. Sabit bu görevi sürdürmüştür. Rasulullah (sas)'in vahiy kâtipliğini yapan diğer bazı kişiler de şunlardır: Ebu Bekir, Ömer b. el-Hattab, Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Muğire b. Şu'be, Muaz b. Cebel, Hanzele b. er-Rebi', Cehm b. es-Salt, Zubeyr b. el-Avvâm, Abdulah b. Erkâm, Said b. Kays, Abdullah b. Zeyd, Halid b. Velid, Abdullah b. Revâha, Huzeyfe b. el-Yemân vs.[6]  Vahyedilen ayet ve sureler, ilk etapta yukarıda bahsi geçen vahiy kâtipleri tarafından yazıya geçirilerek korunuyordu. Ayetler belli bir sebep üzerine indiği halde, onların bir metinsel söyleme ait umumi lafızlar olarak algılanması gerektiği, Ashaba kadar dayandırılmaktadır.

    İmam Gazali; "يا ايها لذين آمنوا و يا آيها الناس" gibi ifadelerin Peygamber döneminde yaşa-yanlara söylenen bir hitab olduğunu ve lafzın belli delillerle, kıyamete kadar her mükellefi bağlayacak şekilde devam edeceğini, bu delilleri de sahabe yoluyla bildiğimizi belirtmekte-dir.[7] Tabiri caizse ey“kızım/Mekke toplumu sana söylüyorum. Gelinim /kıyamete kadar gele-cek olan sonraki tüm nesiller sen anla” gibi… Bu da, daha ilk dönemde vahyin metinsel bir söylem olarak algılandığının tespitlerinden birisi olarak görülmektedir.

    Vahilerin iniş olayları/ Esbâb-ı Nüzûl’ler de onları yaşayan başta Rasulüllah ve Ashab tarafından ayrıca sabitleştirildi ve bunlar ayetlerden ayrı olarak rivayetler halinde aktarıldılar. Bu noktada, her bir ayetin inişi sırasındaki eylem ve yaşantıların ifade edilmesinin sonuç itibariyle birer yorum olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bunlar, olay oalrak vahyin sabitlen-mesi ile Mushafa kaydedilmeyen, ancak olay anında onunla birlikte oluşmuş olan, olay-söz olarak vahyin bağlantılı olduğu, yaşantılar, tecrübeler ve eylemlere ilişkin anlatım yorum-lardır. Bu bakımdan nihai olarak sözün söylendiği olayı da ihata etmek ve yaşandığı haliyle olaya dönmek artık mümkün değildir. Şu halde Rasulüllah'ın ve onun çevresinin anlatımları ile ayetleri çevreleyen bir yorum halesi oluşmuş bulunmaktadır. Bu durumda ayetlerin tarihselliklerine ulaşmak çabası ancak Peygamber'in ve Ashab'ın yorumları üzerineden ve büyük oranda da onların imkân verdiği ölçüde mümkün olmaktadır.”[8] Yani Vahiy olaylarına ulaşmak için bu yorum karakterli rivayetlerden başka aracımız bulunma-maktadır. Bunula beraber sahabe kavilleri, rivayet ve yorumları Kur'an'dan neş'et eden yorum disiplinleri için son derece önemli birer kaynak teşkil ettiğini[9] unutmamak gerekir.

    Geleneğin ilk yorumcusu olarak Rasulüllah’ın ve ashabı'nın tecrübesi, Kur'an metnini çevrelemiş olmaktadır. Bu bakımdan "Sünnet Kur’an üzerinde belirleyicidir" sözü, tam da bunu ifede etmektedir.[10] Bu Ahmed b. Hanbel'e sorulduğunda, yorum bilimsel açıdan aynı anlama gelen, Sünnet, Kur'an-ı "Tefsir eder ve açıklar." İfadesini kullanmıştır.[11] Öyleyse, belirtilen anlamda Sünnet'in Kur'an metni üzerinde hâkimiyeti söz konusu olmaktadır. Bura- dan hareketle İslam kültür iklimin mevsimlerini andıran ilmi disiplerin, yapılan ve yaşanan yourumlama faaliyetleri neticesinde nasıl ortaya çıktıkları anlamak zor olmayacaktır.  

     

    İslamî Disiplinlere Mukayeseli Yaklaşım:

     

              Hadis Disiplini; İslam bilimler geleneğinde, Kur’an da dâhil metinsel kaynakların oluşturulması, Hadis disiplinin konusudur. Kur’an ilahi vahiy olmakla birlikte Rasulüllah’ın ağzından muhataplara ulaşan bir söz olarak hadis disiplinin kavramları ile tanımlanmıştır.”[12] İmam Gazali, bunu şöyle ifade eder: “Kitap bize Hz. Peygamber’in sözü ile zahir olmaktadır. Yine Kur’an bize mushaf’ın iki kapağı arasında, mütevatir olarak nakledilen ilahi sözdür.”[13] Kur’an, tevatüren sonraki nesillere aktarılan bir söz olduğu için üzerinde tartışmanın yapılma-dığı bir kaynaktır. Yine Hadis Disiplini Rasulüllah’ın haber kimliğine bürünmüş söz ve eylemlerini sabitleştirmek ve onları değerlendirmeyi konu edinir.

             Tefsir, Kelam ve Fıkıh Disiplinleri, İslam bilimler geleneğinin yorum disiplinleri olduklarından, İslam’ın kaynak metinleri (Ayet ve Hadisler)’le ilgilenirler. Bunlardan Fıkıh ve Kelam disiplinleri, Kur’an’ın metin olma özelliğini daha çok öne çıkaran bir bakış açısı ve buna uygun bir çalışma yöntemi ile çalışırlar. Ve Kur’an’ı sebebinden bağımsızlaşmış ve umumileşmiş bir metin olarak görürler. Bu disiplinlerde öne çıkan ilke; “sebebinin hususiliği- ne rağmen, lafzın umumi olabileceği” ilkesidir. Ancak İslam geleneğinde Kur’an’ın arkasın-dan Sünnet ve İcma’nın kaynak olarak belirlenmiş olması, bu disiplinlerde Kur’an lafızlarının her zaman tarihsel bağlamı ile ilişkilendirilmesine neden olmuştur.

    Tefsir Disiplini, ilahi hitabın metin haline gelerek bağımsızlaşması sürecinde, onunla birlikte yazıya geçirilemeyen ve olay olarak ilahi hitap ile ilişkili unsurlara ulaşmak ve hitabı bu unsurlarla tekrar buluşturmakla ilgilenir.”[14] Bu noktada Gazali’nin şu örneği verilebilir; “Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin…” Ayeti, “bir kalkanın ya da Safvan’ın elbi-sesinin çalınması üzerine inmiştir.”Ancak ayet umum ifade etmektedir.[15] Dolayısıyla Tefsir disiplini, söz konusu ayeti, Peygamber’in ve Ashab’ın bu ifadeyi nasıl anladığına ve uyguladığına dair nakillerle ve ayet hakkındaki kıraat ve gramer bilgilerini vererek ele almaktadır.[16]

    Fıkıh disiplini, söz konusu ayeti bağımsızlaşmış ve umum ifade eden bir lafız olarak kabul ederek, ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmeye çalışır. Nitekim Taberi, bu bilinçle hareket ederek, Kitabu’s-Serika adlı esrinde söz konusu ayeti fıkhi açıdan ele almıştır. Ve tefsirinde buna yer vermeyi doğru bulmadığını belirtmiştir.[17] Ancak Suyûti, lafzın delaletini aşan yorumları, tefsirlerine taşıyan fakihleri, vaizler ve sofilerle birlikte eleştirmek-tedir.[18] Görüldüğü gibi Tefsir, Fıkıh ve Kelam ilimleri, İslam geleneğinde kaynakları yorumla-ma sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını oluşturuyorlar. Tefsir, klasik dönemde, bütün bir dinin ilimler silsilesinin bir parçası idi ve bu bütün içinde işliyordu. Çağdaş dönemde klasik dönemdekinden farklı bir Kur’an tanımının gelişmesi, İslam bilimlerine ve özellikle Tefsir’e de farklı bir işlev yüklenmesi çabasıyla birlikte gelişmiştir.[19]

    Tefsir’in ana bilgi malzemelerini genellikle vahilerin tarihsel bağlamlarını aktaran rivayetler ve dilbilimsel bilgiler oluşturmaktadır. Bu bilgiler özetle; Rasulüllah’tan, sahabeden ve sahabenin öğrencileri olan Tabiundan gelen nakiller ile Arap dilinin bilimsel olarak bilinmesi bilgisidir.[20] Buradan hareketle Tefsir ilminin, Kur’an’ın lafızlarını, onların tarihsel bağlamlarına tekrar götürmeye çalıştığını görmekteyiz.

    Maturidi, Tefsir’in Sahabe’ye ait bir iş olduğunu belirtmektedir. Çünkü Ashab, olaylara tanık olup ayetlerin iniş sebeplerine muttalidir.[21] Demektedir. Bu noktada, Tefsir disiplininde iki konu üzeride yoğunlaşmak gerekir. Birincisi, Tefsir’in ana bilgi malzemeleri olan nakillere diğeri ise, Kur’an’ın indirildiği dil olan Arap diline bütün yönleriyle hâkim olmak. Böylece Tefsir iliminin diğer ilimlerle ilişkisi göz önünde bulundurularak ve detay sayılabilecek alanlarına inmek suretiyle Kur’an’ı yorumlama ve anlamaya gayreti Tefsir’in konusunu oluşturduğu kanaatine varılabilir. Özetle, İslam geleneğinde konu ve yöntemlerden kaynaklanan sebeplerle farklı ilimlerin zamanla kendilerine has söylem şekilleri gelişmiştir. Örneğin Fıkıh ve Kelam ilimleri, günlük sorunları merkeze almışlar ve çözüm bekleyen bu sorunlara cevap bulmak gibi bir görevi yerine getirirler. Ayrıca kaynak metinlere bakışları ve yöntemleri gereği, zaten ilahi sözün tarihsel bağlamı ile ilişkilerini koparma ve genelleştirme eğilimi göstermektedirler.[22] Özelde de Kelam, cedel biçemi ile daha hareketli bir dil örneğini sergilemektedir.

    __ Hadis İlmi; Kur’an da dâhil tüm metinsel kaynakların oluşturulmasını ve Rasulüllah’ın haber kimliğine bürünmüş söz ve eylemlerini sabitleştirmeyi ve onları değerlendirmeyi konu edinir. Ayrıca ilahi vahiy olan Kur’an’ı, Rasulüllah’ın ağzından muhataplara ulaşan bir söz olarak hadis disiplinin kavramları ile tanımlar.

    __ Tefsir İlmi ise, İslam disiplinlerinin işlerliğini ve işlevlerini sürdürdüğü dönemde kelam-ı ilahinin kastını ilk neslin yorumları üzerinden ortaya koymaya çalışmış, ilk nesil ile ilişkili bir Müslümanlık çerçevesi oluşmasında etkili olmuştur. Böylece İslam bilim geleneği içinde Tefsir, temel metin olan Kur’an’ı, vahy edildiği zaman dilimi ile içinden çıktığı ilk olaylarla, Peygamber ve Ashab ile sürekli olarak ilişkide tutmuştur. Tefsir bu işlevi gerçekleştirmemiş olsaydı, geleneğin, geçen zaman içinde kurucu zaman dilimiyle olan ilişkisinin zayıflaması kaçınılmaz olacaktı. Bu da Kelam ve Fıkıh disiplinlerinin karakterlerini ve giderek bütünüyle İslam geleneğinin karakterini etkileyebilirdi.[23]

                  

    Kur’an İlimlerine Tarihi Bakış Bağlamında Tefsir

     

    Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler vaz’ediyordu Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmazdı Onda müteşâbih âyetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır Bu sahalarla alâkalı âyetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır Bir kısım mühim vasıflarını hulâsa ettiğimiz böyle bir kitabın, herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay değildi. Bu sebeple Ashab, genellikle Kur’ân'ı en iyi anlayan insanlar idiyseler de, içlerinde, tabiatıyla, seviye farkları vardı Kur’ân'la meşguliyet, Peygamber’le müsâhebet, aklî muhâkeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf, ayetlerin nüzul sebeplerinin bilinmesi gibi tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı oluyordu. Temâyüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi anlayamadıkları âyetler oluyordu. Bundan dolayı Kur’ân'ın açıklanmasına ihtiyaç vardı.[24] Keza Kur’an; "mânâsı açık bir Arapça ile"[25] Allah tarafından Peygamber’e vahyedilen Kur’ân, indiğinde Araplar lûgat bakımından onu anlıyorlardı. Ancak, lûgavî mânâ-ları bilmekle birlikte, lâyıkıyla anlayamadıkları meseleler de vardı. Hadislerden de anlaşılıyor ki, Kur'ân-ı Kerim'deki bazı kelime ve âyetler hususunda sahabiler, Hz. Peygamber'e ve âlim sahabilere müracaat ederlerdi. Bir taraftan müteşabih âyetler, diğer taraftan Arap alfabesinin o zamanki büyük noksanlığı olan hareke ve noktaların bulunmayışı, nihayet muhtelif kıraatların mevcudiyeti, Kur'ân-ı Kerim'in bazı yerlerini tefsîr etmek ihtiyacını zaruri kılmıştı.[26]

    İslâm Dini, yalnızca bir zamana ve Arap kavmine mahsus değil, bütün gelecek zaman-lara, kavimlere hitab eden evrensel bir dindir. Kur’ân'ın mânâsından her Müslüman kavmin bihakkın istifâde etmesi bir zorunluluk olduğuna göre O’nun anlaşılması ve tefsir edilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla Kur’n-ı Kerim'in doğru anlaşılması için salâhiyet sahibi, dinî ve dünyevi ilimlerde derinleşmiş olan İslâm âlimlerine tarihi bir görev düşüyordu. Kur’an-ı Tefsir yapmak, yorumlamak görevi… İşte böyle bir ortamda ve böyle bir tarihi ihyaç için Tefsir ilminin doğuşunun görüyoruz. 

    İlk Müfessir Hz. Peygamber'in Kur'an tefsiri: Allah'ın rahmet ve hikmeti, Kur'an-ı insanlara vahiy sûretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar Peygamber'in de Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını izah etmesini istemiştir. Çünkü K. Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat Hz. Peygamber'dir. O, Kur’ân tefsîrinin aslı ve esasıdır. O, Kur’ân'ı en iyi bilen ve anlayandır. Zira O'nun tebliğ ve tebyiinle mükellef olduğu, âyetlerde açıkça belirtilmiştir.[27] Bu nedenle Tefsir ilminde ilk adım Hz. Peygamber’in yurum ve açıklamaları-dır. O’nun tefsîri; Kur’ân'ın; `mücmelini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphemini açıklama, garip kelimelerini beyan, tavsif ve tasvir`ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu bildirme gibi konulara taalluk eder.[28]Ayrıca ahkâma, âhiret ahvaline, kısas ve ahbâra ait bazı hususlar vardır ki, Kur’ân'da zikredilmez, bunların tefsîri Peygamber’e bırakılmıştır. "Biz sana da Kur’ân'ı in-dirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın."[29] âyetiyle, Hz. Peygam-ber Kur'an-ı açıklamakla mükellef kılınmıştır.[30]

    Tefsir’de II. Adım sahabe tefsiridir: Hz. Peygamber'den sonra tefsirde en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri, sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluktu.[31] Sahabe, Kur’ân âyetlerini tefsîr ederken, Kur’ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamber'e ait olup olmadığına bakarlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlar, tefsirine ihtiyaç duydukları diğer âyetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları tefsirde ise dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Meşhur müfessir sahabeler; Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd (32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbas (68/687); Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692).[32]

    Tefsir’de III. Adım tabîun tefsiridir: İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzîde bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına toplanmış olan Tabiun’-dan öğrencilerine Kur’ân'dan anladıkları ve Hz Peygamber'den öğrendikleri tefsîri öğretiyor-lardı Bilhassa Müslümanların yaşadıkları bölgelerde, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını isbat etmek için öncelikle Kur’ân'a sarılması, bazan yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması… gibi sebepler, Sahabe'den bazılarının yaptığı üzere, Kur’ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur’ân makûl ve doğru bir şekilde tefsîri edilmeye çalışılıyordu. Böylece hocaları Sahabîler, öğrencileri tabiîler olan mektepler/ medreseler (Mekke, Medine ve Irak (Kûfe) Medreseleri) kurulmuştur. [33]

    Tefsir’de IV. Adım tabiun sonrası tefsirdir; Kimi âlimlere göre İlk asırlarda tefsir ilmi, hadis ilminin bir kolu olarak görülmekteydi. Fakat müteakip asırlarda rivayet tefsirinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış ve hicrî II. asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir.

    Özetle Tefsir ilmi sınırları çok net olarak belirtilmemekle birlikte zamanla şu dönem-lerden geçtiği bilinmektedir; Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Peygamber ve Sahabe döne-mi, Hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiun dönemi, müstakil bir disiplin hüviyeti kazandığı Etbau't-Tâbiîn dönemi...[34] Bu arada ibn Cerir et-Taberî’nin (310/922), Camiu'l-Beyan an Tefsiri'l-Kur'an adlı Tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler kolleksiyonu sayıldığı[35] bilinmektedir. Dolayısıyla K. Kerim'in indiği günden beri, onu anlamak için ciddî gayretler olmuştur. Bu gayretler neticesinde de Kur’ân'ı anlama ve yorumlamada farklı tefsîr ekolleri ortaya çıkmıştır. Elbetteki bunlar içinde iyi ve faydalı olanlar olduğu gibi, eksik ve zararlı olanları da olmuştur.

    Kur’an İlimler’den Hadis Ve Tarihi

     

    Hadis: Peygamber (sav)'e isnat edilen söz, fiil, takrir ya da niteliktir. Başka bir ifade ile Hz. Peygamber (sas)'in hadislerinin rivayetini, rivayetindeki gelişmeleri, tedvin ve tasnif devrelerini tarihî seyri içinde ele alan ilim dalına denir. İslâmî ilimlerin en eskisi olan Hadîs ilmi[36], Resûlüllah (as)´la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin, başlan-gıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmet ler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınır-landığı zamanlar da olmuştur. Özetle Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm´ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûte- ber kalıcı eserlerini vermiştir. İslâm´ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu demek oluyor: Mü´minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.

    Konusu: Konusunu hadislerin Hz. Peygamber'den işitildiği veya görüldüğü şekilde rivayet edilmesinden başlayıp çeşitli devreler geçirerek nasıl ve hangi şartlar dâhilinde nesilden nesile ulaştığı ve ne gibi eserler verildiği teşkil eder. Kitap ve sünnet, yüce Allah'ın kullarına karşı delilinin, kendileri ile ortaya konulduğu iki esastır. İtikâdî ve amelî hükümler, emir ya da yasak itibariyle onlar üzerine bina edilir. Dolayısıyla Sünneti delil olarak gösteren bir kimsenin, iki hususu göz önünde bulundurması gerekir: Sünnetin Peygamber (sav)'den sübutunu tespit etmek, diğeri nassın hükme delâletini göz önünde bulundurmaktır.

    Hadis tarihine ait bilgileri içeren eserler son zamanlarda yazılmaya başlanmıştır. Bun-lardan; Hadis Tarihî: İzmirli İsmail Hakkı (İst. 1340), Hadis Edebiyatı Tarihi: M. Zübeyr 114 Sıddîkî, Tercüme, Y. Ziya Kavakçı (İst. 1966) ve Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahife-i Hemmâm b. Münebbih: Prof. Muhammed Hamîdullah Terc. Kemal Kuşçu (İst. 1967). Terc. Dr. Talat Koçyiğit (Ank. 1967) adlı eserleri örnek verebiliriz.

    Hadis ilminde; Tesbit Safhası, Tedvin Safhası ve Tasnif Safhası ve Sistemleri diye üç safhadan söz edilmektedir. Ayrıca Sünnetin günümüze kadar intikal evrelerini, genel çerçeve- de, birbirinden tamamen bağımsız olmamakla beraber daha yoğun olan faaliyetler açısından üç ana safhaya[37] ayırmak mümkündür: Kitâbet, Tedvîn, Ezber ve Tasnîf. Resulüllah (sav) devrinde hâdislerin en sağlam tesbit yolu şüphesiz yazı idi. Ancak hâdislerin yazı ile tesbitine Resulüllsh ne derece yer verdi veya vermedi konusu geniş ve kapsamlı bir konudur. Zira bazı rivâyetler Hz. Peygamber (as)'in hadîs yazmayı yasakladığını ifâde ederken, diğer bazı rivâ-yetler de, tam aksine teşvîk ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca, bir kısım sahabelerin hâdisleri yazdığına dair ve hatta yazdığını Resulüllsh (as)'a kontrol ettirdiğine dair rivâyetler de vardır.

    Hâdis Edebiyatının intikal safhaları arasında, süre olarak en uzun dönem tasnif devridir. Hicrî II. asrın büyük bir bölümü ile Hâdis Edebiyatının altın çağı olarak kabul edilen hicrî III. asrın tamamı ve orijinal Hadis Edebiyatı mahsullerinin son örneklerinin verildiği hicrî IV. asrın ilk yarısı bu safhaya dâhil edilebilir.[38] Bu dönemde hadisler, belli bir tertibe göre tasnif edilmeye başlanmıştır.[39] Hicrî II. asrın son çeyreği ile beraber, bir taraftan hadisler bablara göre tasnif edilirken, diğer taraftan sahâbe isimlerine göre tasnif ve tertip ediliyor, Musannef ve Müsned türü eserler oluşturuluyordu. Bu safhanın ekseriyetini teşkil eden hicrî III. asırda ise hadisler ayıklanmış, Câmi’ türü eserler oluşturulmuştur. [40]

     

    Kur’an İlimlerinden Fıkıh ve Tarihi

     

    Fıkıh; Sözlükte söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış-tır. Şu âyet ve hadis'lerde geçen ve bu kökten türemiş olan kelimeler böyle bir anlamda kullanılmıştır: "And olsun ki biz, cehennem için de birçok insan ve cin yarattık. Onların kalbleri vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler, işte bunlar hayvanlar gibi, hattâ daha da sapıktırlar, işte bunlar gafillerin ta kendileridir."[41] "Bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar."[42] "Allah, kime hayır murad ederse onu din'de fakih kılar."[43] İşte bu, Fıkh'ın sözlük manasıdır.

     

    İstilahî manası da, bu mananın pek dışına çıkmaz; gerçi bir özellik taşır ve şöyle tarif edilebilir: Fıkıh, şer'î-amelî hükümleri, tafsîlî (ayrı ayrı) delillerine dayanarak bilmektir. Buna göre fıkıh ilmi iki şeyi konu edininr. Şer'î-amelî hükümleri bilmek ve her hükmün tafsîlî delillerini bilmek. Fıkıh ilmi; tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde yedi bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

    1) Rasulüllâh (sav) Dönemi (HÖ. 13- HS. 10): Fıkıh, Rasulülâh zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbelere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

    2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40):  Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır.

    3) Emeviler Dönemi (HS. 40-100): Fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir.

    4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350): Fıkhın olgunlaşma dönemi-dir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz.

    5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656): Bu dönem siyasi sıkın-tıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir.

    6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876): Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir.

    7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876): Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamları-nın ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur. Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz.

    Netice itibari ile Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Kelam adlı disiplinler, öncelikle Kur’an’ın söz ve metin olarak ele alınıp yorumlanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış olup her ne kadar adları, geyeleri, alanaları tarihi süreçteki ortaya çıkış noktaları farklı olsada temelde birbirleri ile sıkı bir ilişki içerisinde oldukları anlaşılmaktadır.

     

    İslamî Disiplinlerin Tarihi Süreç İçinde Mükayeseli Gelişimleri

    Tefsir Usulü: Kur’an’ın i’cazı, lafzı, anlamı, nasih-mensuh’u, muhkem-müteşabih’i, ‘amm ve hassı vb konularda Kur’an’ın anlaşışmasında yardımcı olan Kur’an ilimleri vardır. Arapça’da ‘Ulûmu’l-Kur’ân’ denilen bu ilimlere Türkçemizde “Kur’an ilimleri” diye ifade edilmektedir. Ulûm, ilim kelimesinin çoğulu olup lügatte; bilmek ve anlamak, ıstılahta ise meseleleri delilleriyle idrak etmek anlamına gelmektedır. Bu tanıma göre Kur’an ilimleri: inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu, muhkemi, müte-şabihi, ‘amm, hasın anlaşılması ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir. Kur’anî ilimler, Kur’an’ın açıklanıp anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında, Zerkeşî 47 sayısını verirken, Suyûtî bu sayıyı biraz daha artırmıştır. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi, IV. hicrî asrın başlarında kullanılmaya başlanmıştır.

    Belli başlı Kur’ân İlimleri: A- Kur’an’ın Lafzıyla İlgili İlimler; Üslûbu’l-Kur’ân, Mübhemâtu’l-Kur’ân, Garibu’l-Kur’ân, Vücûh ve Nezâir, Aksâmu’l-Kur’ân vb.

    B- Kur’an’ın Anlamıyla İlgili İlimler: Müteşâbihu’l-Kur’ân, Hurûf-I Mukattaa, İ’câzu’l-Kur’ân, Müşkilu’l-Kur’ân, Münâsebâtu’l-Kur’ân, Fezâilu’l-Kur’ân, Kısasu’l-Kur’ân, Esbâbu’n-Nüzûl, Nâsih-Mensûh,

    Fıkıh Usulü: Fıkhın üzerine kurulu olduğu kurallardır. Fıkıh ise; sözlükte ‘anlamak, anlayış’ demektir. İslâm fakihleri ve usulcülerin kullanımında fıkıh; “Tafsili delillerden istinbat edilmiş amelle ilgili Şer’î hükümleri bilmektir.”

    Fıkıh usulü; icmâli delilleri ve bunların Şer’î hükümlere delâlet yönlerini kapsadığı gibi, istidlalde bulunulanın durumunu -tafsili açıdan değil de genel açıdan- yani içtihad bilgisini de kapsar. Yani Fıkıh Usulü; fıkhın mutlak emir, mutlak nehiy, Nebi (sav)’in fiili, sahabenin icmâsı ve kıyas gibi tayin edilmemiş haldeki icmâli delilleridir. Keza Fıkıh usulü, bir disiplin olarak fıkıh ilminden farklıdır. Çünkü helal-haram, sahih-batıl, fasit gibi hükümleri mükellefin fillerinin oluşturduğu anlayışı Fıkıh ilmi belirlerken, Fıkıh Usulü’nun konusunu ise; Şer’î hükümleri istinbat etmeleri bakımından vahye dayalı deliller oluşturur.

    Hadis Usulü Bilimi (İlmi Usuli’l-Hadis); Hadis İlminin Dirayetü’l-hadis diye bilinen koludur. Hadis ilminin diğer kolunun adı da Rivayetü’l-hadistir. Hadis’in sözlük anlamı yeni’dir. Eski demek olan kadim’in zıddıdır. Hadis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de söz ve haber anlamlarında kullanılmıştır.

    Hadisin terim anlamı, söz, fiil, takrir (onay), ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere izafe edilen her şeyin yazılı metinleri demektir. Çok özel ve dar anlamda peygamber sözüne de hadis denir. Hadisin çoğulu ehadis’dir. Hadis usulü ilmi de hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis teknolojisi demektir. Bu bilim dalına başlangıçta Mustalahu’l-hadis de denilmiştir. Usul konularını anlatmak için Ulumu’l-hadis ifadesinin kullanıldığı da olmuştur.[44] Kısacası, Hadis Usulü, kabul ve red yönünden hadisin sened ve metnini inceleyen ilim dalıdır.

                   Yukarıda arz ve izah etmeye çalıştığımız Temel İslam Bilimleri hakkındaki mukaye- seli tarihi bilgiler ışığında denilebilir ki, Hadis İlminin bir bilim olarak ortaya çıkışı ve yazıya aktarılışı Tefsir ve Fıkıh ilimlerinden öncedir. Ayrıca Tefsir ilmine ait rivayetlerin hadis ilmi gibi sıkı bir tenkide tabi tutulmamıştır. Bunun da tabiî ki birkaç sebebi vardır. Bu konuda öncelikle İbn-i Cerir et-Taberî’nin gayret ve çalışmasını hayırla yâd etmek gerekir. Ancak et-Tberî, karşılaştığı her rivayeti kaybolacağı endişesiyle tolayıp sonraki nesillere aktarırıken rivayetin sahihliği konusu fazlaca irdelememiştir. Ve sanki benim yapacağım bu kadar, bndan sonrasını size bırakıyorum dercesine bu görevi sonraki nesiller bırakmıştır.

                   Hadislerin tedvini ise doğrudan Allah tarafından korunma altına alınmamış olması bu mirasın sahipleri olan Müslümanlar tarafından artı bir çaba gerekiyordu. Bütün bir gayretin harcanması sonucu  ümmete has “isnad” ilmi gelişmiş oldu. Delil olarak hadis külliyatı ve onunla ilgili  kaleme alınmış eserler gösterilebilir. Hadis Külliyatının tefsir ve fıkha dair riva-yetleri kapsaması onun önce yazıldığının bir ispatıdır. Ancak Tefsir ilmi, Kur’ân’la doğrudan alakalı olması ve ilk önce Kur’an’ın kendi kendisini tefsir etmesi sonra da Peygamber (sav)’in Kur’an’ı tefsir etmesi bir vakıa olduğundan zamansal olarak Hadis ilminden önce başladığı anlaşılmaktadır. Fıkha ilmi ise hicrî II. asrın sonu ve  üçünçü asrın başında tedvin döneminin tamamlamıştır. Dolayısıyla Tefsir ve Hadis ilimleri gibi Fıkıh ilmi de Hz. Peygamber (sav)’in yaşayan sünnetinin ve ilahi vahyin hayataki uygulaması olması nedeniyle vahyin nüzûl süreciyle var olmuş bir disiplin olmakla Tafsir ve hadis ilimlerinden sonra üçüncü sırayı almaktadır.

                  

    Selam ve aygılarımla…

     



    [1] - Paul Ricoeur, Hermeneutics and the Human Sciences, vd. John B. Thomson, New York. Cambridge University Press, s. 198.

    [2] - Müslim, Cuma, 43.

    [3] - Talat Koçyiğit, Hadis ıstılahları, 1980, s. 310-313.

    [4] - Ricoeur, Hermeneutics and the Human Sciences, s. 200 vd.

    [5] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 114.

    [6] - İbn Hacer el-Askalanî, Fethu'l-Barî bi Şerhi Sahihi'i-Buharî, Bulak 1300, IX,18; Ahmed b. Ebi Ya kub, Tarihu Ya'kûbî, Necef,1385, II, 64.

    [7] - Gazali, Mustasfa, II, 123.

    [8] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 114.

    [9] - Suyutî, İtkan, I, 41 vd.

    [10] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 116.

    [11] - İbn Ebi Ya'la, Tabakatu'l-Hanabile, s. 99. İbn Kutebe, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis, s. 59.

    [12] - Aynı eser, s. 117.

    [13] - Gazali, Mustasfa, I, 147.

    [14] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 117.

    [15] - Gazali, Mustasfa, I, 112.

    [16] - Taberi, Cami’u’l-Beyan an Te’vili’l-Kur’an, Tah. Ahmed Muhammed Şakir, 1971, X, 294 vd.

    [17] - Aynı eser, X, 297. 

    [18] - Suyutî, İtkan, II, 228.

    [19] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 118.

    [20] - Zerkeşi, el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an, s. II, 156-161.

    [21] - Ebu Mansur Maturidi, Te’vilatu’l-Kur’an’dan Tercümeler, Çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul, 2003, s.3.

    [22] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 125.

    [23] - Aynı eser, s. 125.

    [24] - Yıldırım 1983, 17-20.

    [25] - Şuarâ Sûresi, 26/195.

    [26] - Okiç 1995, 144-145.

    [27] - Maide Sûresi, 5/67; Nahl Sûresi,16/44; Nisâ Sûresi, 4/105

    [28] - Yıldırım 1983, 31

    [29] - Nahl Sûresi,16/44

    [30] - (a g e), 33-34

    [31] - Cerrahoğlu 1962, 9/34-36

    [32] - Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90

    [33] - İbn Teymiyye, 1988, 78-79.

    [34] - ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174.

    [35] - Cerrahoğlu 1991, 269-270.

    [36] - İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/5.

    [37] - bk. Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, s. 25.

    [38] - Çakan, Hadîs Edebiyâtı, s. 19; Aydınlı, Hadîs Istılahları Sözlüğü, s. 20.

    [39] - Sezgin, Tarîhü’t-türâs, I, 119.

    [40] - Sezgin, Tarîhü’t-türâs, I, 119-120.

    [41] - A'raf, 179.

    [42] - Nisa, 78.

    [43] - Buhari, İlim, 10-13.

    [44] - İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 13, 14.


    0 Yorum - Yorum Yaz


    II. Ödev: Esbab-ı Nüzul I2013-2014 Akademik Yılı Güz Dönemi -Birleşik Doktora-Mehmet Şerif YÜKSEL Öğ. No: 11912708
    Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası
     
    İslamî İlimlerin Menşei ve Tarihi Süreç İçinde Gelişimleri 

    Kur’an-ı Kerim menba’ından beslenip zamanla neşv-u nemâ bulan ve Islam kültürü-nün ve düşünce tarihinin en temel yurum disiplinleri olarak yerlerini alan ilimlerin doğuşunu, kaynaklarını, tarihi süreç içindeki gelişim safhalarını ve kapsam alanlarını mukayeseli olarak ele almaya çalışacağız. İslamî ilimlerin ilk ve en önemli kaynağı Kur’an’ın muhatapları, O’nunla ilk defa Resulüllah’ın ağzından çıkan bir ilahi söz olarak karşılaştılar. Rasulüllah’a vahyedilip onun ağzından döküldüğü andan sonra bu sözler, gerek hafızalarda gerekse yazılı kayıtlar olarak sabitlendi. Kur’an bağlamında, Allah’tan gelen hitab, olaylar dizisi içindeki olaylardan biridir. Onun öncesinde gerçekleşmiş olaylar da vardır. Örneğin Kur’an’ın önce bir bütün olarak dünya semasına inmesi sonra Cebrail kanalıyla Peygamber’e parça parça indirilmesi gibi... Yine Rasulüllah tarafından tebliğ ediliş anı da bu olaylar zinciri içerisinde bir başka olaydır. Bundan sonra da Kur’an ile bağlantılı ve onun da nedeni olacağı başka olaylar vku bulacaktır. Dolayısıyla öncelikle Vahiy, Rasulüllah’ın ağzından çıktığı sırada, yaşanan olayı bütün yönleriyle bizzat kendisi değil sadece onun ağzından çıkan sözün alfabetik ses kodları, kelime ve cümleleri yazıya geçirilmiş olmaktadır. Ancak Söz konusu hitab olayını hazırlayan olaylar dizisi, hitab esnasında öznenin kullandığı mimik, jest ve ses tonlaması unsurları ve bunların muhataplarda bıraktığı doğrudan ve dolaylı, zihinsel ve duygusal etkiler kayıt sırasında yazıya geçirilmeden kalmaktadır.[1]

    Bu açıdan bakıldığında hadis ravilerinin Rasulüllah’tan hadisleri rivayet ederlerken onun bir hadisi ilk söylediğinde yaptığı jest, mimik ve hareketlerini tekrarlayarak onun mesajını tam olmasa da etkili ve doğru bir şekilde yansıtma ve anlatma çabası içinde oldukları hadis kaynaklarında görülmektedir. Bu çaba hadisin ilk söylendiği andaki anlam kaybını azaltma ve ilk söylemdeki etkiyi kazandırma çabası olarak önümüze çıkmaktadır. Örneğin Hz. Peygamber kıyametten bahsederken “Ben ve yetimi gözeten kimse kıyamette (şehadet ve orta parmaklarını göstererek) şu iki paramağım gibiyiz”[2] derken, bu hadisi bizlere aktaran sahabenin de aynı işareti yapıp kayda geçirerek aktarmaya çalışması ve Rasulüllah’ın abdest almayı, İbn Mes’ud’a Cebrail’den öğrendiği şekilde öğretmesi ve bu hadisin aynı şekilde söz ve hareketlerle sonraki tabaka ravilerince de aktarılması olayı rivayetin hem anlam kaybını azaltmak ve hem de ilk etkisini kazandırmaya yönelik çabalar olduğunu göstermektedir.

    Kur’an ile ilgili olarak da Rasulüllah’ın ağzından çıktığı şekli korumak kaygısıyla Saf Suresi’nin kıraati bu şekilde rivayet edilmiştir.[3] O halde Kur’an metni aslında Rasulüllah’a vahyedilmiş ilahi sözün, onun ağzından çıktığı andaki olay hali değil, onun yazıya geçirilmiş ve sabitlenmiş hali olmaktadır. Böylece Kur’an’la ilk tanışma safhası gerçekleşmiş oluyor.

    Söylenen sözün kaydedilme süreci sonunda sözün, zaman, mekân, özne ve muhatap gibi unsurlardan bağımsızlaşma sürecine girdiği ana da Kur’an’la ikinci tanışma safhası gerçekleşmiş olmaktadır. Kur’an, Mushaftaki hali ile Allah’a işaret etse de, hitab olarak Rasulüllah’ın ağzından döküldüğü andaki kastından bağımsızlaşan ve genelleşen bi süreç geçirmiş oluyor. Böylece her yorum disiplini kendi çalışmasını, başlangıçtaki bağlamlarından kopmuş ve genelleşmiş bir metin üzerinden gerçekleştirir. Ve bundan sonra bu yazılı metne sadece yorumla ulaşılabilecektir. Çünkü yazılı söylem, artık sözlü söylemin anlaşılması için destek aldığı bütün unsurlardan uzaklaşmış olmaktadır.[4] Işte Kur’an-ı Kerim vahyedildiği andan sonra, kendisine yorum ile ulaşılabilen bir metin olarak karşımızda durmakla birlikte bir metin olmanın bütün özellikleriyle de İslam disiplinleri tarafından çeşitli biçimlerde yoruma açılmıştır.[5] Bu uzun girişten sonra Temel İslam Bilimlerini kısmen anlatmaya ve tanıtmaya çalışacağız. Ancak bunu yapmadan önce söz konusu bu ilimlerin kayanaklarına dikkat çekmek isytiyorum. Temel İslam Bilimlerinin Kaynakları: Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, İcma, Kıyas, İslam öncesi arap yarım adasında var olan sözlü kültür ve yazılı kitabetler, Dil, Belâgât, Şiirler, Siyer, Megazi, Melahim, Risalet öncesi ve sonrası tarih vb kaynaklar oluşturmaktadır.

    Vahyin Kayıtlara Geçirilmesi: Mekke'de ilk vahiy kâtipliğini Abdullah b. Sa'd b. Ebi Sarh, Medine de ise, Ubey b. Ka'b yapmıştır. Ondan sonra Zeyd b. Sabit bu görevi sürdürmüştür. Rasulullah (sas)'in vahiy kâtipliğini yapan diğer bazı kişiler de şunlardır: Ebu Bekir, Ömer b. el-Hattab, Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Muğire b. Şu'be, Muaz b. Cebel, Hanzele b. er-Rebi', Cehm b. es-Salt, Zubeyr b. el-Avvâm, Abdulah b. Erkâm, Said b. Kays, Abdullah b. Zeyd, Halid b. Velid, Abdullah b. Revâha, Huzeyfe b. el-Yemân vs.[6]  Vahyedilen ayet ve sureler, ilk etapta yukarıda bahsi geçen vahiy kâtipleri tarafından yazıya geçirilerek korunuyordu. Ayetler belli bir sebep üzerine indiği halde, onların bir metinsel söyleme ait umumi lafızlar olarak algılanması gerektiği, Ashaba kadar dayandırılmaktadır.

    İmam Gazali; "يا ايها لذين آمنوا و يا آيها الناس" gibi ifadelerin Peygamber döneminde yaşa-yanlara söylenen bir hitab olduğunu ve lafzın belli delillerle, kıyamete kadar her mükellefi bağlayacak şekilde devam edeceğini, bu delilleri de sahabe yoluyla bildiğimizi belirtmekte-dir.[7] Tabiri caizse ey“kızım/Mekke toplumu sana söylüyorum. Gelinim /kıyamete kadar gele-cek olan sonraki tüm nesiller sen anla” gibi… Bu da, daha ilk dönemde vahyin metinsel bir söylem olarak algılandığının tespitlerinden birisi olarak görülmektedir.

    Vahilerin iniş olayları/ Esbâb-ı Nüzûl’ler de onları yaşayan başta Rasulüllah ve Ashab tarafından ayrıca sabitleştirildi ve bunlar ayetlerden ayrı olarak rivayetler halinde aktarıldılar. Bu noktada, her bir ayetin inişi sırasındaki eylem ve yaşantıların ifade edilmesinin sonuç itibariyle birer yorum olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bunlar, olay oalrak vahyin sabitlen-mesi ile Mushafa kaydedilmeyen, ancak olay anında onunla birlikte oluşmuş olan, olay-söz olarak vahyin bağlantılı olduğu, yaşantılar, tecrübeler ve eylemlere ilişkin anlatım yorum-lardır. Bu bakımdan nihai olarak sözün söylendiği olayı da ihata etmek ve yaşandığı haliyle olaya dönmek artık mümkün değildir. Şu halde Rasulüllah'ın ve onun çevresinin anlatımları ile ayetleri çevreleyen bir yorum halesi oluşmuş bulunmaktadır. Bu durumda ayetlerin tarihselliklerine ulaşmak çabası ancak Peygamber'in ve Ashab'ın yorumları üzerineden ve büyük oranda da onların imkân verdiği ölçüde mümkün olmaktadır.”[8] Yani Vahiy olaylarına ulaşmak için bu yorum karakterli rivayetlerden başka aracımız bulunma-maktadır. Bunula beraber sahabe kavilleri, rivayet ve yorumları Kur'an'dan neş'et eden yorum disiplinleri için son derece önemli birer kaynak teşkil ettiğini[9] unutmamak gerekir.

    Geleneğin ilk yorumcusu olarak Rasulüllah’ın ve ashabı'nın tecrübesi, Kur'an metnini çevrelemiş olmaktadır. Bu bakımdan "Sünnet Kur’an üzerinde belirleyicidir" sözü, tam da bunu ifede etmektedir.[10] Bu Ahmed b. Hanbel'e sorulduğunda, yorum bilimsel açıdan aynı anlama gelen, Sünnet, Kur'an-ı "Tefsir eder ve açıklar." İfadesini kullanmıştır.[11] Öyleyse, belirtilen anlamda Sünnet'in Kur'an metni üzerinde hâkimiyeti söz konusu olmaktadır. Bura- dan hareketle İslam kültür iklimin mevsimlerini andıran ilmi disiplerin, yapılan ve yaşanan yourumlama faaliyetleri neticesinde nasıl ortaya çıktıkları anlamak zor olmayacaktır.  

     İslamî Disiplinlere Mukayeseli Yaklaşım: 

              Hadis Disiplini; İslam bilimler geleneğinde, Kur’an da dâhil metinsel kaynakların oluşturulması, Hadis disiplinin konusudur. Kur’an ilahi vahiy olmakla birlikte Rasulüllah’ın ağzından muhataplara ulaşan bir söz olarak hadis disiplinin kavramları ile tanımlanmıştır.”[12] İmam Gazali, bunu şöyle ifade eder: “Kitap bize Hz. Peygamber’in sözü ile zahir olmaktadır. Yine Kur’an bize mushaf’ın iki kapağı arasında, mütevatir olarak nakledilen ilahi sözdür.”[13] Kur’an, tevatüren sonraki nesillere aktarılan bir söz olduğu için üzerinde tartışmanın yapılma-dığı bir kaynaktır. Yine Hadis Disiplini Rasulüllah’ın haber kimliğine bürünmüş söz ve eylemlerini sabitleştirmek ve onları değerlendirmeyi konu edinir.

             Tefsir, Kelam ve Fıkıh Disiplinleri, İslam bilimler geleneğinin yorum disiplinleri olduklarından, İslam’ın kaynak metinleri (Ayet ve Hadisler)’le ilgilenirler. Bunlardan Fıkıh ve Kelam disiplinleri, Kur’an’ın metin olma özelliğini daha çok öne çıkaran bir bakış açısı ve buna uygun bir çalışma yöntemi ile çalışırlar. Ve Kur’an’ı sebebinden bağımsızlaşmış ve umumileşmiş bir metin olarak görürler. Bu disiplinlerde öne çıkan ilke; “sebebinin hususiliği- ne rağmen, lafzın umumi olabileceği” ilkesidir. Ancak İslam geleneğinde Kur’an’ın arkasın-dan Sünnet ve İcma’nın kaynak olarak belirlenmiş olması, bu disiplinlerde Kur’an lafızlarının her zaman tarihsel bağlamı ile ilişkilendirilmesine neden olmuştur.

    Tefsir Disiplini, ilahi hitabın metin haline gelerek bağımsızlaşması sürecinde, onunla birlikte yazıya geçirilemeyen ve olay olarak ilahi hitap ile ilişkili unsurlara ulaşmak ve hitabı bu unsurlarla tekrar buluşturmakla ilgilenir.”[14] Bu noktada Gazali’nin şu örneği verilebilir; “Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin…” Ayeti, “bir kalkanın ya da Safvan’ın elbi-sesinin çalınması üzerine inmiştir.”Ancak ayet umum ifade etmektedir.[15] Dolayısıyla Tefsir disiplini, söz konusu ayeti, Peygamber’in ve Ashab’ın bu ifadeyi nasıl anladığına ve uyguladığına dair nakillerle ve ayet hakkındaki kıraat ve gramer bilgilerini vererek ele almaktadır.[16]

    Fıkıh disiplini, söz konusu ayeti bağımsızlaşmış ve umum ifade eden bir lafız olarak kabul ederek, ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmeye çalışır. Nitekim Taberi, bu bilinçle hareket ederek, Kitabu’s-Serika adlı esrinde söz konusu ayeti fıkhi açıdan ele almıştır. Ve tefsirinde buna yer vermeyi doğru bulmadığını belirtmiştir.[17] Ancak Suyûti, lafzın delaletini aşan yorumları, tefsirlerine taşıyan fakihleri, vaizler ve sofilerle birlikte eleştirmek-tedir.[18] Görüldüğü gibi Tefsir, Fıkıh ve Kelam ilimleri, İslam geleneğinde kaynakları yorumla-ma sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını oluşturuyorlar. Tefsir, klasik dönemde, bütün bir dinin ilimler silsilesinin bir parçası idi ve bu bütün içinde işliyordu. Çağdaş dönemde klasik dönemdekinden farklı bir Kur’an tanımının gelişmesi, İslam bilimlerine ve özellikle Tefsir’e de farklı bir işlev yüklenmesi çabasıyla birlikte gelişmiştir.[19]

    Tefsir’in ana bilgi malzemelerini genellikle vahilerin tarihsel bağlamlarını aktaran rivayetler ve dilbilimsel bilgiler oluşturmaktadır. Bu bilgiler özetle; Rasulüllah’tan, sahabeden ve sahabenin öğrencileri olan Tabiundan gelen nakiller ile Arap dilinin bilimsel olarak bilinmesi bilgisidir.[20] Buradan hareketle Tefsir ilminin, Kur’an’ın lafızlarını, onların tarihsel bağlamlarına tekrar götürmeye çalıştığını görmekteyiz.

    Maturidi, Tefsir’in Sahabe’ye ait bir iş olduğunu belirtmektedir. Çünkü Ashab, olaylara tanık olup ayetlerin iniş sebeplerine muttalidir.[21] Demektedir. Bu noktada, Tefsir disiplininde iki konu üzeride yoğunlaşmak gerekir. Birincisi, Tefsir’in ana bilgi malzemeleri olan nakillere diğeri ise, Kur’an’ın indirildiği dil olan Arap diline bütün yönleriyle hâkim olmak. Böylece Tefsir iliminin diğer ilimlerle ilişkisi göz önünde bulundurularak ve detay sayılabilecek alanlarına inmek suretiyle Kur’an’ı yorumlama ve anlamaya gayreti Tefsir’in konusunu oluşturduğu kanaatine varılabilir. Özetle, İslam geleneğinde konu ve yöntemlerden kaynaklanan sebeplerle farklı ilimlerin zamanla kendilerine has söylem şekilleri gelişmiştir. Örneğin Fıkıh ve Kelam ilimleri, günlük sorunları merkeze almışlar ve çözüm bekleyen bu sorunlara cevap bulmak gibi bir görevi yerine getirirler. Ayrıca kaynak metinlere bakışları ve yöntemleri gereği, zaten ilahi sözün tarihsel bağlamı ile ilişkilerini koparma ve genelleştirme eğilimi göstermektedirler.[22] Özelde de Kelam, cedel biçemi ile daha hareketli bir dil örneğini sergilemektedir.

    __ Hadis İlmi; Kur’an da dâhil tüm metinsel kaynakların oluşturulmasını ve Rasulüllah’ın haber kimliğine bürünmüş söz ve eylemlerini sabitleştirmeyi ve onları değerlendirmeyi konu edinir. Ayrıca ilahi vahiy olan Kur’an’ı, Rasulüllah’ın ağzından muhataplara ulaşan bir söz olarak hadis disiplinin kavramları ile tanımlar.

    __ Tefsir İlmi ise, İslam disiplinlerinin işlerliğini ve işlevlerini sürdürdüğü dönemde kelam-ı ilahinin kastını ilk neslin yorumları üzerinden ortaya koymaya çalışmış, ilk nesil ile ilişkili bir Müslümanlık çerçevesi oluşmasında etkili olmuştur. Böylece İslam bilim geleneği içinde Tefsir, temel metin olan Kur’an’ı, vahy edildiği zaman dilimi ile içinden çıktığı ilk olaylarla, Peygamber ve Ashab ile sürekli olarak ilişkide tutmuştur. Tefsir bu işlevi gerçekleştirmemiş olsaydı, geleneğin, geçen zaman içinde kurucu zaman dilimiyle olan ilişkisinin zayıflaması kaçınılmaz olacaktı. Bu da Kelam ve Fıkıh disiplinlerinin karakterlerini ve giderek bütünüyle İslam geleneğinin karakterini etkileyebilirdi.[23]

                  

    Kur’an İlimlerine Tarihi Bakış Bağlamında Tefsir Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler vaz’ediyordu Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmazdı Onda müteşâbih âyetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır Bu sahalarla alâkalı âyetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır Bir kısım mühim vasıflarını hulâsa ettiğimiz böyle bir kitabın, herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay değildi. Bu sebeple Ashab, genellikle Kur’ân'ı en iyi anlayan insanlar idiyseler de, içlerinde, tabiatıyla, seviye farkları vardı Kur’ân'la meşguliyet, Peygamber’le müsâhebet, aklî muhâkeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf, ayetlerin nüzul sebeplerinin bilinmesi gibi tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı oluyordu. Temâyüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi anlayamadıkları âyetler oluyordu. Bundan dolayı Kur’ân'ın açıklanmasına ihtiyaç vardı.[24] Keza Kur’an; "mânâsı açık bir Arapça ile"[25] Allah tarafından Peygamber’e vahyedilen Kur’ân, indiğinde Araplar lûgat bakımından onu anlıyorlardı. Ancak, lûgavî mânâ-ları bilmekle birlikte, lâyıkıyla anlayamadıkları meseleler de vardı. Hadislerden de anlaşılıyor ki, Kur'ân-ı Kerim'deki bazı kelime ve âyetler hususunda sahabiler, Hz. Peygamber'e ve âlim sahabilere müracaat ederlerdi. Bir taraftan müteşabih âyetler, diğer taraftan Arap alfabesinin o zamanki büyük noksanlığı olan hareke ve noktaların bulunmayışı, nihayet muhtelif kıraatların mevcudiyeti, Kur'ân-ı Kerim'in bazı yerlerini tefsîr etmek ihtiyacını zaruri kılmıştı.[26]

    İslâm Dini, yalnızca bir zamana ve Arap kavmine mahsus değil, bütün gelecek zaman-lara, kavimlere hitab eden evrensel bir dindir. Kur’ân'ın mânâsından her Müslüman kavmin bihakkın istifâde etmesi bir zorunluluk olduğuna göre O’nun anlaşılması ve tefsir edilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla Kur’n-ı Kerim'in doğru anlaşılması için salâhiyet sahibi, dinî ve dünyevi ilimlerde derinleşmiş olan İslâm âlimlerine tarihi bir görev düşüyordu. Kur’an-ı Tefsir yapmak, yorumlamak görevi… İşte böyle bir ortamda ve böyle bir tarihi ihyaç için Tefsir ilminin doğuşunun görüyoruz. 

    İlk Müfessir Hz. Peygamber'in Kur'an tefsiri: Allah'ın rahmet ve hikmeti, Kur'an-ı insanlara vahiy sûretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar Peygamber'in de Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını izah etmesini istemiştir. Çünkü K. Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat Hz. Peygamber'dir. O, Kur’ân tefsîrinin aslı ve esasıdır. O, Kur’ân'ı en iyi bilen ve anlayandır. Zira O'nun tebliğ ve tebyiinle mükellef olduğu, âyetlerde açıkça belirtilmiştir.[27] Bu nedenle Tefsir ilminde ilk adım Hz. Peygamber’in yurum ve açıklamaları-dır. O’nun tefsîri; Kur’ân'ın; `mücmelini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphemini açıklama, garip kelimelerini beyan, tavsif ve tasvir`ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu bildirme gibi konulara taalluk eder.[28]Ayrıca ahkâma, âhiret ahvaline, kısas ve ahbâra ait bazı hususlar vardır ki, Kur’ân'da zikredilmez, bunların tefsîri Peygamber’e bırakılmıştır. "Biz sana da Kur’ân'ı in-dirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın."[29] âyetiyle, Hz. Peygam-ber Kur'an-ı açıklamakla mükellef kılınmıştır.[30]

    Tefsir’de II. Adım sahabe tefsiridir: Hz. Peygamber'den sonra tefsirde en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri, sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluktu.[31] Sahabe, Kur’ân âyetlerini tefsîr ederken, Kur’ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamber'e ait olup olmadığına bakarlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlar, tefsirine ihtiyaç duydukları diğer âyetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları tefsirde ise dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Meşhur müfessir sahabeler; Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd (32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbas (68/687); Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692).[32]

    Tefsir’de III. Adım tabîun tefsiridir: İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzîde bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına toplanmış olan Tabiun’-dan öğrencilerine Kur’ân'dan anladıkları ve Hz Peygamber'den öğrendikleri tefsîri öğretiyor-lardı Bilhassa Müslümanların yaşadıkları bölgelerde, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını isbat etmek için öncelikle Kur’ân'a sarılması, bazan yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması… gibi sebepler, Sahabe'den bazılarının yaptığı üzere, Kur’ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur’ân makûl ve doğru bir şekilde tefsîri edilmeye çalışılıyordu. Böylece hocaları Sahabîler, öğrencileri tabiîler olan mektepler/ medreseler (Mekke, Medine ve Irak (Kûfe) Medreseleri) kurulmuştur. [33]

    Tefsir’de IV. Adım tabiun sonrası tefsirdir; Kimi âlimlere göre İlk asırlarda tefsir ilmi, hadis ilminin bir kolu olarak görülmekteydi. Fakat müteakip asırlarda rivayet tefsirinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış ve hicrî II. asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir.

    Özetle Tefsir ilmi sınırları çok net olarak belirtilmemekle birlikte zamanla şu dönem-lerden geçtiği bilinmektedir; Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Peygamber ve Sahabe döne-mi, Hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiun dönemi, müstakil bir disiplin hüviyeti kazandığı Etbau't-Tâbiîn dönemi...[34] Bu arada ibn Cerir et-Taberî’nin (310/922), Camiu'l-Beyan an Tefsiri'l-Kur'an adlı Tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler kolleksiyonu sayıldığı[35] bilinmektedir. Dolayısıyla K. Kerim'in indiği günden beri, onu anlamak için ciddî gayretler olmuştur. Bu gayretler neticesinde de Kur’ân'ı anlama ve yorumlamada farklı tefsîr ekolleri ortaya çıkmıştır. Elbetteki bunlar içinde iyi ve faydalı olanlar olduğu gibi, eksik ve zararlı olanları da olmuştur.

    Kur’an İlimler’den Hadis Ve Tarihi

     Hadis: Peygamber (sav)'e isnat edilen söz, fiil, takrir ya da niteliktir. Başka bir ifade ile Hz. Peygamber (sas)'in hadislerinin rivayetini, rivayetindeki gelişmeleri, tedvin ve tasnif devrelerini tarihî seyri içinde ele alan ilim dalına denir. İslâmî ilimlerin en eskisi olan Hadîs ilmi[36], Resûlüllah (as)´la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin, başlan-gıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmet ler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınır-landığı zamanlar da olmuştur. Özetle Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm´ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûte- ber kalıcı eserlerini vermiştir. İslâm´ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu demek oluyor: Mü´minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.

    Konusu: Konusunu hadislerin Hz. Peygamber'den işitildiği veya görüldüğü şekilde rivayet edilmesinden başlayıp çeşitli devreler geçirerek nasıl ve hangi şartlar dâhilinde nesilden nesile ulaştığı ve ne gibi eserler verildiği teşkil eder. Kitap ve sünnet, yüce Allah'ın kullarına karşı delilinin, kendileri ile ortaya konulduğu iki esastır. İtikâdî ve amelî hükümler, emir ya da yasak itibariyle onlar üzerine bina edilir. Dolayısıyla Sünneti delil olarak gösteren bir kimsenin, iki hususu göz önünde bulundurması gerekir: Sünnetin Peygamber (sav)'den sübutunu tespit etmek, diğeri nassın hükme delâletini göz önünde bulundurmaktır.

    Hadis tarihine ait bilgileri içeren eserler son zamanlarda yazılmaya başlanmıştır. Bun-lardan; Hadis Tarihî: İzmirli İsmail Hakkı (İst. 1340), Hadis Edebiyatı Tarihi: M. Zübeyr 114 Sıddîkî, Tercüme, Y. Ziya Kavakçı (İst. 1966) ve Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahife-i Hemmâm b. Münebbih: Prof. Muhammed Hamîdullah Terc. Kemal Kuşçu (İst. 1967). Terc. Dr. Talat Koçyiğit (Ank. 1967) adlı eserleri örnek verebiliriz.

    Hadis ilminde; Tesbit Safhası, Tedvin Safhası ve Tasnif Safhası ve Sistemleri diye üç safhadan söz edilmektedir. Ayrıca Sünnetin günümüze kadar intikal evrelerini, genel çerçeve- de, birbirinden tamamen bağımsız olmamakla beraber daha yoğun olan faaliyetler açısından üç ana safhaya[37] ayırmak mümkündür: Kitâbet, Tedvîn, Ezber ve Tasnîf. Resulüllah (sav) devrinde hâdislerin en sağlam tesbit yolu şüphesiz yazı idi. Ancak hâdislerin yazı ile tesbitine Resulüllsh ne derece yer verdi veya vermedi konusu geniş ve kapsamlı bir konudur. Zira bazı rivâyetler Hz. Peygamber (as)'in hadîs yazmayı yasakladığını ifâde ederken, diğer bazı rivâ-yetler de, tam aksine teşvîk ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca, bir kısım sahabelerin hâdisleri yazdığına dair ve hatta yazdığını Resulüllsh (as)'a kontrol ettirdiğine dair rivâyetler de vardır.

    Hâdis Edebiyatının intikal safhaları arasında, süre olarak en uzun dönem tasnif devridir. Hicrî II. asrın büyük bir bölümü ile Hâdis Edebiyatının altın çağı olarak kabul edilen hicrî III. asrın tamamı ve orijinal Hadis Edebiyatı mahsullerinin son örneklerinin verildiği hicrî IV. asrın ilk yarısı bu safhaya dâhil edilebilir.[38] Bu dönemde hadisler, belli bir tertibe göre tasnif edilmeye başlanmıştır.[39] Hicrî II. asrın son çeyreği ile beraber, bir taraftan hadisler bablara göre tasnif edilirken, diğer taraftan sahâbe isimlerine göre tasnif ve tertip ediliyor, Musannef ve Müsned türü eserler oluşturuluyordu. Bu safhanın ekseriyetini teşkil eden hicrî III. asırda ise hadisler ayıklanmış, Câmi’ türü eserler oluşturulmuştur. [40]

     Kur’an İlimlerinden Fıkıh ve Tarihi 

    Fıkıh; Sözlükte söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış-tır. Şu âyet ve hadis'lerde geçen ve bu kökten türemiş olan kelimeler böyle bir anlamda kullanılmıştır: "And olsun ki biz, cehennem için de birçok insan ve cin yarattık. Onların kalbleri vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler, işte bunlar hayvanlar gibi, hattâ daha da sapıktırlar, işte bunlar gafillerin ta kendileridir."[41] "Bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar."[42] "Allah, kime hayır murad ederse onu din'de fakih kılar."[43] İşte bu, Fıkh'ın sözlük manasıdır.

     

    İstilahî manası da, bu mananın pek dışına çıkmaz; gerçi bir özellik taşır ve şöyle tarif edilebilir: Fıkıh, şer'î-amelî hükümleri, tafsîlî (ayrı ayrı) delillerine dayanarak bilmektir. Buna göre fıkıh ilmi iki şeyi konu edininr. Şer'î-amelî hükümleri bilmek ve her hükmün tafsîlî delillerini bilmek. Fıkıh ilmi; tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde yedi bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

    1) Rasulüllâh (sav) Dönemi (HÖ. 13- HS. 10): Fıkıh, Rasulülâh zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbelere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

    2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40):  Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır.

    3) Emeviler Dönemi (HS. 40-100): Fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir.

    4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350): Fıkhın olgunlaşma dönemi-dir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz.

    5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656): Bu dönem siyasi sıkın-tıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir.

    6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876): Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir.

    7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876): Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamları-nın ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur. Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz.

    Netice itibari ile Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Kelam adlı disiplinler, öncelikle Kur’an’ın söz ve metin olarak ele alınıp yorumlanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış olup her ne kadar adları, geyeleri, alanaları tarihi süreçteki ortaya çıkış noktaları farklı olsada temelde birbirleri ile sıkı bir ilişki içerisinde oldukları anlaşılmaktadır.

     İslamî Disiplinlerin Tarihi Süreç İçinde Mükayeseli Gelişimleri

    Tefsir Usulü: Kur’an’ın i’cazı, lafzı, anlamı, nasih-mensuh’u, muhkem-müteşabih’i, ‘amm ve hassı vb konularda Kur’an’ın anlaşışmasında yardımcı olan Kur’an ilimleri vardır. Arapça’da ‘Ulûmu’l-Kur’ân’ denilen bu ilimlere Türkçemizde “Kur’an ilimleri” diye ifade edilmektedir. Ulûm, ilim kelimesinin çoğulu olup lügatte; bilmek ve anlamak, ıstılahta ise meseleleri delilleriyle idrak etmek anlamına gelmektedır. Bu tanıma göre Kur’an ilimleri: inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu, muhkemi, müte-şabihi, ‘amm, hasın anlaşılması ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir. Kur’anî ilimler, Kur’an’ın açıklanıp anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında, Zerkeşî 47 sayısını verirken, Suyûtî bu sayıyı biraz daha artırmıştır. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi, IV. hicrî asrın başlarında kullanılmaya başlanmıştır.

    Belli başlı Kur’ân İlimleri: A- Kur’an’ın Lafzıyla İlgili İlimler; Üslûbu’l-Kur’ân, Mübhemâtu’l-Kur’ân, Garibu’l-Kur’ân, Vücûh ve Nezâir, Aksâmu’l-Kur’ân vb.

    B- Kur’an’ın Anlamıyla İlgili İlimler: Müteşâbihu’l-Kur’ân, Hurûf-I Mukattaa, İ’câzu’l-Kur’ân, Müşkilu’l-Kur’ân, Münâsebâtu’l-Kur’ân, Fezâilu’l-Kur’ân, Kısasu’l-Kur’ân, Esbâbu’n-Nüzûl, Nâsih-Mensûh,

    Fıkıh Usulü: Fıkhın üzerine kurulu olduğu kurallardır. Fıkıh ise; sözlükte ‘anlamak, anlayış’ demektir. İslâm fakihleri ve usulcülerin kullanımında fıkıh; “Tafsili delillerden istinbat edilmiş amelle ilgili Şer’î hükümleri bilmektir.”

    Fıkıh usulü; icmâli delilleri ve bunların Şer’î hükümlere delâlet yönlerini kapsadığı gibi, istidlalde bulunulanın durumunu -tafsili açıdan değil de genel açıdan- yani içtihad bilgisini de kapsar. Yani Fıkıh Usulü; fıkhın mutlak emir, mutlak nehiy, Nebi (sav)’in fiili, sahabenin icmâsı ve kıyas gibi tayin edilmemiş haldeki icmâli delilleridir. Keza Fıkıh usulü, bir disiplin olarak fıkıh ilminden farklıdır. Çünkü helal-haram, sahih-batıl, fasit gibi hükümleri mükellefin fillerinin oluşturduğu anlayışı Fıkıh ilmi belirlerken, Fıkıh Usulü’nun konusunu ise; Şer’î hükümleri istinbat etmeleri bakımından vahye dayalı deliller oluşturur.

    Hadis Usulü Bilimi (İlmi Usuli’l-Hadis); Hadis İlminin Dirayetü’l-hadis diye bilinen koludur. Hadis ilminin diğer kolunun adı da Rivayetü’l-hadistir. Hadis’in sözlük anlamı yeni’dir. Eski demek olan kadim’in zıddıdır. Hadis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de söz ve haber anlamlarında kullanılmıştır.Hadisin terim anlamı, söz, fiil, takrir (onay), ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere izafe edilen her şeyin yazılı metinleri demektir. Çok özel ve dar anlamda peygamber sözüne de hadis denir. Hadisin çoğulu ehadis’dir. Hadis usulü ilmi de hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis teknolojisi demektir. Bu bilim dalına başlangıçta Mustalahu’l-hadis de denilmiştir. Usul konularını anlatmak için Ulumu’l-hadis ifadesinin kullanıldığı da olmuştur.[44] Kısacası, Hadis Usulü, kabul ve red yönünden hadisin sened ve metnini inceleyen ilim dalıdır.               Yukarıda arz ve izah etmeye çalıştığımız Temel İslam Bilimleri hakkındaki mukaye- seli tarihi bilgiler ışığında denilebilir ki, Hadis İlminin bir bilim olarak ortaya çıkışı ve yazıya aktarılışı Tefsir ve Fıkıh ilimlerinden öncedir. Ayrıca Tefsir ilmine ait rivayetlerin hadis ilmi gibi sıkı bir tenkide tabi tutulmamıştır. Bunun da tabiî ki birkaç sebebi vardır. Bu konuda öncelikle İbn-i Cerir et-Taberî’nin gayret ve çalışmasını hayırla yâd etmek gerekir. Ancak et-Tberî, karşılaştığı her rivayeti kaybolacağı endişesiyle tolayıp sonraki nesillere aktarırıken rivayetin sahihliği konusu fazlaca irdelememiştir. Ve sanki benim yapacağım bu kadar, bndan sonrasını size bırakıyorum dercesine bu görevi sonraki nesiller bırakmıştır.                Hadislerin tedvini ise doğrudan Allah tarafından korunma altına alınmamış olması bu mirasın sahipleri olan Müslümanlar tarafından artı bir çaba gerekiyordu. Bütün bir gayretin harcanması sonucu  ümmete has “isnad” ilmi gelişmiş oldu. Delil olarak hadis külliyatı ve onunla ilgili  kaleme alınmış eserler gösterilebilir. Hadis Külliyatının tefsir ve fıkha dair riva-yetleri kapsaması onun önce yazıldığının bir ispatıdır. Ancak Tefsir ilmi, Kur’ân’la doğrudan alakalı olması ve ilk önce Kur’an’ın kendi kendisini tefsir etmesi sonra da Peygamber (sav)’in Kur’an’ı tefsir etmesi bir vakıa olduğundan zamansal olarak Hadis ilminden önce başladığı anlaşılmaktadır. Fıkha ilmi ise hicrî II. asrın sonu ve  üçünçü asrın başında tedvin döneminin tamamlamıştır. Dolayısıyla Tefsir ve Hadis ilimleri gibi Fıkıh ilmi de Hz. Peygamber (sav)’in yaşayan sünnetinin ve ilahi vahyin hayataki uygulaması olması nedeniyle vahyin nüzûl süreciyle var olmuş bir disiplin olmakla Tafsir ve hadis ilimlerinden sonra üçüncü sırayı almaktadır.                Selam ve aygılarımla… 


    [1] - Paul Ricoeur, Hermeneutics and the Human Sciences, vd. John B. Thomson, New York. Cambridge University Press, s. 198.
    [2] - Müslim, Cuma, 43.
    [3] - Talat Koçyiğit, Hadis ıstılahları, 1980, s. 310-313.
    [4] - Ricoeur, Hermeneutics and the Human Sciences, s. 200 vd.
    [5] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 114.
    [6] - İbn Hacer el-Askalanî, Fethu'l-Barî bi Şerhi Sahihi'i-Buharî, Bulak 1300, IX,18; Ahmed b. Ebi Ya kub, Tarihu Ya'kûbî, Necef,1385, II, 64.
    [7] - Gazali, Mustasfa, II, 123.
    [8] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 114.
    [9] - Suyutî, İtkan, I, 41 vd.
    [10] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 116.
    [11] - İbn Ebi Ya'la, Tabakatu'l-Hanabile, s. 99. İbn Kutebe, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis, s. 59.
    [12] - Aynı eser, s. 117.
    [13] - Gazali, Mustasfa, I, 147.
    [14] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 117.
    [15] - Gazali, Mustasfa, I, 112.
    [16] - Taberi, Cami’u’l-Beyan an Te’vili’l-Kur’an, Tah. Ahmed Muhammed Şakir, 1971, X, 294 vd.
    [17] - Aynı eser, X, 297. 
    [18] - Suyutî, İtkan, II, 228.
    [19] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 118.
    [20] - Zerkeşi, el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an, s. II, 156-161.
    [21] - Ebu Mansur Maturidi, Te’vilatu’l-Kur’an’dan Tercümeler, Çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul, 2003, s.3.
    [22] - M. Pçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve Tefsir’e ne oldu, 2008, s. 125.
    [23] - Aynı eser, s. 125.
    [24] - Yıldırım 1983, 17-20.
    [25] - Şuarâ Sûresi, 26/195.
    [26] - Okiç 1995, 144-145.
    [27] - Maide Sûresi, 5/67; Nahl Sûresi,16/44; Nisâ Sûresi, 4/105
    [28] - Yıldırım 1983, 31
    [29] - Nahl Sûresi,16/44
    [30] - (a g e), 33-34
    [31] - Cerrahoğlu 1962, 9/34-36
    [32] - Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90
    [33] - İbn Teymiyye, 1988, 78-79.
    [34] - ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174.
    [35] - Cerrahoğlu 1991, 269-270.
    [36] - İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/5.
    [37] - bk. Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, s. 25.
    [38] - Çakan, Hadîs Edebiyâtı, s. 19; Aydınlı, Hadîs Istılahları Sözlüğü, s. 20.
    [39] - Sezgin, Tarîhü’t-türâs, I, 119.
    [40] - Sezgin, Tarîhü’t-türâs, I, 119-120.
    [41] - A'raf, 179.
    [42] - Nisa, 78.
    [43] - Buhari, İlim, 10-13.
    [44] - İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 13, 14.

    0 Yorum - Yorum Yaz

Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi