Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nü mukayeseli okumanızın sonucuna ilişkin raporunuzu 1 Mayıs 2013 hedef tarihine kadar yazınız.
TEFSİR,HADİS VE FIKIH TARİHİ BAĞLAMINDA” İLMİNİN
BÜTÜNLÜĞÜNÜN ANLATILMASI ”
Hikmet Kıratlı
12912709
Yüksek Lisans
Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış biz insanlar, Rabbimizi tanımak , bilmek, ona gereği gibi kulluk etmemiz bizlerden istenen ilahi bir emirdir. Bu konuda bizi aydınlatmak için kitap, rehberlik etmek için peygamberler göndermiştir. Kur’an-ı Kerimde bir ayette Hz. Allah şöyle buyuruyor ki “O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetleri okuyan , onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir.Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapkınlık içinde idiler.”¹1 Bu ayetten de anlaşıldığı üzere bize kılavuzluk eden, bizi uyaran, rol model bizim gibi bir beşer peygamber göndermiştir Hz. Allah.
Ahmet Nedim Serinsu hocamız derslerinde bizlere ifade ettiği güzel sözlerinin birinde şöyle söylüyor :”İlim, edep- irfan, hikmet bir kişide olması gereken hasletlerdir”. Bundan şu sonucu çıkarıyorum, yüce kitabımızı anlamak için, tefsir, Hz. Peygamberi ve onun sünnetini anlamak için hadis, bu asli kaynaklardan hüküm istinbatı ve yorumun neticesinde fıkıh ilimleri bir bütün olarak ,merci ve kaynak olarak sevgili peygamberimizde görmekteyiz, onun talim terbiyesinden geçmiş sahabe efendilerimizde görmekteyiz. Bende hocamızın okumamızı istediği Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihi kitaplarından ilham alarak “oku, düşün, anla, yaşa” prensibiyle2 bilginin bütünlüğü bağlamında bu üç disiplini değerlendirmeye çalışacağım.
Hz. Peygamber Dönemi.
a-Fıkıh Tarihi(teşrii tarihi)
Hz. Peygamber döneminde teşrii kuvvet efendimizin elindeydi. Müslümanlardan hiçbiri ne kendileriyle ilgili ne başkası ile ilgili olarak ortaya çıkan bir mesele hakkında hüküm teşrii kuvvetin sahip değildi. Çünkü Hz. Peygamberin aralarında yaşaması, herhangi bir mesele hakkında ona kolayca başvurabilmeleri, içtihatları ile fetva vermelerine veya hüküm çıkarmalarına ihtiyaç bırakmıyordu. Bir problem çıksa cevaben Hz. Peygamber kendilerine Kur’an ayetleriyle bazen de vahiy gelmediği zaman kendi içtihatlarıyla hüküm veriyordu. Bu hükümlerde tabi olunması gereken bir teşrii(kanun) oluyordu.
Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı ikidir. Birincisi ilahi vahiy. Diğer ise Hz. Peygamberin kendi içtihadı ”içtihadı nebevidir.”3
b- Hadis Tarihi
Hadis peygamberin sözleridir. Usül açısından hz. Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur, sünnetin muradifidir. Hadis uleması hadis lafzını Hz. Peygamberin sözlerine değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberere de ıtlak etmişlerdir. Ayetlerde Kur’an’dan sonra geçen hikmetin zikredilişini ittifakla sünnet olduğuna kail olmuşlardır.
Hz. Peygamberin sözlerini , fiillerini ve takrirlerini yani hadis toplama ve onları muhafaza etme işi peygamberimiz döneminde hafızaya tevdi edilmiş, yazıdan istifade edilememiştir. İslam’ın başlangıcında kureyş kabilesinde okuma – yazma bilen 17 kişi kadardı. Şifai bir metnin muhafazası ancak hafıza ile mümkün olmakta idi. Hz. Peygamberin kendisi sahabeyi hadis rivayetlerine teşvik etmesi islamı gelecek nesillere aktarmak niyetindedir. İslamın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini Hz. Peygamberin izahatı olmaksızın anlamak mümkün değildir. Bu bakımdan hadis ve sünnet Kur’an-ı Kerim’in tefsiri olduğu gibi, Hz. Peygamberde ilk müfessir olarak kabul edilmiştir. 4
c- Tefsir Tarihi
Kur’an- ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişler. Anlayamadıkları kısımları, bu hususta en selahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. Derin akaid konularını düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. Hz. Peygamberi Kur’an tefsirine sevk eden en mühim amil, islamiyetin kendisinden olan emridir. Bu peygamberlik vazifesinin iktizasıdır. O teybin ve tebliğle mükellefti. Örnek verecek olur isek Haccet’ül Veda hutbesi ile üç defa Müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlar müspet cevap verince Ya rabbi şahit ol demişti.
Kuran-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Hz Peygamber’in sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kuranın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini , nasıh ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kuran’ın sünneti olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır. Bir hadiste” Bana kitapla beraber mislide verildi.” Denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki Yahya Bin Ebi Kesir , “sünnet Kuran’a kadidir, kitap ise sünete kadi değildir.” demektedir. Bu söz Ahmet Bin Hanbele söylendiğinde bunu söylemeye cesaret edemem fakat sünnet kitabı tefsir ve teybin eder, derim demiştir..
Hz. Peygamber’in Kur’an tefsiri, ahkamı beyan, mekarimi ahlakı şerh ve ona teşviktir. Sahabenin anlayamadıkları kısımları açıklamıştı. Hadis mecmualarında müstakil birer kitap teşkil eden Kitabu’t Tefsir bölümleri mevcuttur. Dolayısı ile Hz. Peygamber’in tefsir örneklerine ilk müracaat edeceğimiz kaynak hadis mecmualarıdır. Bunlarda azdır. Çünkü cerh ve ta’dile tabii tutulmuştur.5
Sahabe Dönemi
Sahabe dönemimde teşrii kaynağı Kuran, Sünnet ve Sahabenin içtihadıdır.Herhangi bir hadise zuhur ettiği veya bir ihtilaf vukuu bulduğu zaman, sahabeden fetva ehli olanlar Kur’an’ı Kerim’e bakıyorlardı. Eğer vukuatın hükmüne dalalet eden bir nass bulunursa onunla hükmediyorlar, bulamazlar ise ona delalet edecek nassı sünnette arıyorlardı. Yine bulamazlar ise hükmü tespit etmek için hakkında nass varit olmuş başka bir meseleye kıyasla, yahut teşrii ruhunun ve halkın masalihinin iktiza ettiği şeyle içtihada bulunuyorlardı. Bu deliller dolayısıyla müfti sahabiler, zikrettiğimiz bu üç kaynağı tertip üzere (önce Kuran,sonra sünnete sonra da içtihada)müracaat hususunda ittifak etmişlerdir.
Teşrii Kaynaklarının Tedvini Meselesi
Hz. Peygamber Kuran’ın ayetlerini vahiy katiplerine yazdırıyor onlar bunları hem ezberliyor, hem de ellerindeki ince taşlara, hurma ağacından soyulmuş kabuklara, bazen yapraklara yazmak suretiyle tedvin ediyorlardı. Bunlar peygamberimizin evinde ya da vahiy katiplerinde kalıyordu. Şu da var ki bir mecmua haline gelmemiştir. Hz Ebubekir dönemimde ridde harplerinin zuhuru bir çok sahabi bu harplerde vefat etmeleri, idarecileride bu sahabelerin yanında bulunan Kur’an sahifelerinin zayi olmasından korktukları için Hz Ömer bu endişesini dile getirmiş, Hz Ebubekir’de Zeyd bin Sabiti çağırmış bir komisyon eşliğinde Kuran’ı cem etme işini Zeyd bin Sabite vermiştir.
Sünnet konusunda peygamberimiz Kuran’a karışır korkusunda idi. Onun için hadislerin yazılmasına sıcak bakmıyordu. Buna rağmen bazı sahabelerin sahifeleri vardı. Fakat kitap halinde böyle bir şey mevcut değildir.
Teşriinin üçüncü kaynağına yani müfti sahabilerin içtihadlarına gelince bu devirde bunlardan hiçbir şey tedvin edilmemiştir.
Hadislerin Yazılması
İlk devirde, Hz Peygamber’den işitip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, bir kitap haline gelmemiştir. Okuma yazma düzeyi düşüktü,yazı malzemeleri kıt idi. Bazı sahabelerde kendi gücü nispetinde hadis yazmaya teşebbüs etmişlerdir. Bunların sahifeleri var idi. Hz Peygamber hadis yazmak isteyenlere bir ara müsaade etmemiş daha sonra bu sahabelere ruhsat vermiştir. Bunun sebebi Kuran’la karışma tehlikesidir. İlk yazılı hadisler;
a) Peygamberin diplomatik mektupları
b) Sadakat hadisleri’dir.
Hadis sahifeleri mesela “Abdullah bin Amr’ın Sadıka adlı sahifesidir.”Hadisin ilk kaynağı sahabilerdir. Sahabe denilince İbn Hacer El-Askalani bu konuda şöyle demiştir;
“Sahabi Hz Peygambere mü’min olarak mülaki olan,sahih görüşe göre araya irtidat devri girmiş olsa bile, Müslüman olarak ölen kimseye denir.” Sahabelerden bazılarının hadis sahifeleri mevcut idi. Ama ilk asırda hadisler hususi bir kitapta toplanmayıp, sadece hafızaya itimat edilmesinden aynı zamanda vahyin başlangıcından vefata kadar 23 sene içinde Hz Peygamberin söylediklerine ve yaptıklarına hasretmenin güçlüklerinden dolayı hadis vaz’ettiğini ileri sürülmüş ama efendimiz dönemimde uydurma hadis vaki olmamıştır.
Sahabenin Tefsirdeki Yeri
Hz Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe mühim rol oynamış,sebebi nuzül ile vakıf olan bu insanlar peygamberimizden sonra Kur’an’la yüzyüze kalmışlardı. Sahabe Kuran ayetlerinin izahını ya peygamberden işitmek suretiyle veyahutta içtihatleri ile yapmışlardır. Çok kere sebebi nuzulleri anlatmak suretiyle izah edilmesi lazım gelen ayeti açıklamış oluyorlardı. Sahabe için tefsir kaynağı;
a)Kuran’ı Kerim
b)Hz Peygamber
c)İçtihad ve re’y
d)Diğer kitaplar ve ehli kitaba müracaat
Sahabe tefsiri deyince kendi içtihatlarıyla yapmış oldukları tefsir anlaşılmaktadır. Ya dil ya da dini tefsir yapmışlarıdır. Ayetteki dini bir müşkili halletmek için bazısını tahsis yolunu bazısını tarihsel yolu takip etmiş dini hükümleri remz yoluyla izah etmiştirler.
Sahabe tefsirini şöyle özetleyebiliriz.
1)Sahabe arasında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir,
2)Sahabe Kuran’ı tamamen sırayla tefsir etmemiştir,
3)Aralarındaki ihtilaf tezad ihtilafı değil, nev’i ihtilafıdır,
4)İcmali mana ile iktifa edilmiştir,
5)Ahkam ayetlerinde istimbatlar fazla yapılmamıştır.
Tabiin Dönemi
Tedvin ve Müçtehidler imamlar devri
Bu devir ikinci asır ile başlar ve dördüncü asrın ortalarında son bulur. Bu devir tedvin ve müçtehit imamlar devridir. Müddeti takriben 250 yıldır. Çünkü bu dönem kitabet ve tedvin işinin süratlenmesi sebebiyledir. Sünnet, sahabe ve tabi’in ve tebe’ut tabi’in müftilerinin fetvaları, Kuran tefsirleri, müçtehit imamlar fıkıhı, usulu fıkıh ilmine ait risaleler bu devirde tedvin edilmiştir. Tedvinin bu derece süratlenmesinin sebebide içtihat ve teşrii ricalin bu devirde çoğalması ve hepsine de vuku bulan ve vuku’u muhtemel bulunan hadiseler için kanun vaz’ında ve hüküm istimbatında büyük tesir icra eden teşri’i ruhunun nufuz etmesidir. Altın devir olmuştur.
Hadis tedvininin başlangıcı sahabe devrinden sonra başlamış bunun da ez Zuhri(50-124) tarafından hadisleri ilk tedvin eden kimse olarak görülür. İlk müdevvin’dir. Yazmış hemde ezberlemiştir.
Hadislerin Tasnifi
Birinci hicri asrının sonu ikinci hicri asrın başı hadis tedvini başlangıcı olarak kabul edilir. Hadis eserlerinin ortaya çıkışı ikinci asrın ilk yarısından sonraki döneme rastlar. Hadisleri gelişi güzel değil de konularına göre tertip ve tasnifi salat, zekat gibi bölümler, bunlara “ Musannef” denir. Hadisleri sahabe ravilerinin isimlerine göre tasnife “müsned” denir. İbn Hacer diyorki : “ Hadislerin tedvin Hz Peygamber, sahabe ve tabi’in ileri gelenleri döneminde yapılmamıştır, daha sonra yapılmıştır.” Müslimin “Sahihinde” sabit olduğu gibi Kuran’ı Kerim’e karışma korkusundan dolayı. Sahabenin tedvinden men edilmesi. İkincisi ise hafızaların vusati ve zihinlerin akıcılığı idi çoğu yazı bilmiyordu fakat tabiun devrinin sonlarında ulemanın muhtelif şehirlere dağılması, havariç, rafaviz ve kader münkirleri gibi bidat ehlinin ortaya çıkması üzerine asarın tedvini ve bablara göre tasnif başladı. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş grupta toplamak mümkündür;
Siyer ve magazi kitapları, Sünen kitapları, Camiiler, Musannaflar, Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
Tabiiler Devrinde Tefsir
Arap olmayan Müslüman unsurlar, İslamı öğrenme arzusu diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların bu milletleri idare etme sanatıyla yani idarecilikle iştikal edip diğer sahalarda çalışmayı hakir görüyorlardı. Bu sebeple ilim ve özellikle tefsir sahasındaki önemli insanlar Arap olmadıklarını görüyoruz.İbn Haldun’un dediği gibi: “Bilgiler bir sanat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Bunlara da mevali demişlerdir.” Abadile denilen dört zat vefat ettikten sonra fıkıh tamamen ilim merkezlerinde mevalinin elinde idi. Bunlardan istisna diyebileceğimiz Medine ehlinin fakihi Sa’id bin Museyyeb Kureyş’tendir.
Tabiilerin tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş sema olmayan hususta da içtihadları ile müracaat etmişlerdi. Re’y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıkları teyit için ,Kurandaki tedebbür ayetlerine ve Hz Peygamberin sözlerine isnat ettiler. Eğer re’y ile tefsir yapılmayacak olsa idi, bugün kü dini ahkamın pek çoğu batıl olması lazım gelirdi. Kuran’ı re’y ile tefsir edenlerin izlediği yol; Kuran’a müracaat ediyorlar eğer bulamazlarsa sünnete veyahut sebebi nuzule şahit olan sahabeye soruyorlardı. Burada bulamazlar ise müfret lafızlarına Peygamberimizin bu lafızları kullanışına, lügat, iştikak, sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka terkiplerin i’rabına siyak, sibak vb. bunların fiili, kavli , takriri sünnete uygunluğuna bakıyorlardı. Fakat bu dönem mufessirler bazı hususlarda pek çoğunu ihmal etmişlerdir. Kuran da , umum olan ayetlerin gelişi güzel tahsisine tabi’ilerin tevessül ettiği görülür. Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden İslamiyet’e giren rivayetler olmuştur. Bunlara israiliyat diyoruz. Bu menkulat dediğimiz rivayetler sahabeden itibaren ortaya çıkmış daha sonra baştan sona tefsir yazımında aralarındaki boşluklara israiliyat dediğimiz bu rivayetler girmiştir.
İslam yayılmakta, genişlemesi devam etmekte , şehirler çoğalmakta ve gelişmekte, sahabede ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabi’inlere devredilmişti. Bu arada, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış,fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkıha ait bilgilerde toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğraşan kişilerin hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.
Bu devrin müfessirleri Kuran’ı anlamak için yine Kuran’a, sonra sahabenin Hz Peygamber’den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış olduğu tefsirlere itimat etmişlerdir. Sahabe ile aynı üslup ve usulu paylaşmışlardır. Çeşitli şehir ve beldelere giden sahabe, Hz Peygamberden hıfz ettiklerini yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerde öğretmenlik yapmış, tabi’ini yetiştirmişlerdir. Bu andan itibaren şehirlerde ilim medreseleri teşekkül ettiğini görüyoruz. Tefsir ilminde şöhret kazanan medreseler;Mekke , Medine, Irak’ta bulunmakta idi.
Sonuç
Son olarak sevgili peygamberimiz burada arz ettiğimiz ilimlerin mercii,teşri kaynağı olarak kendisi uygulamıştır. Rahleyi tedrisinden geçen kendi emeği ile yetiştirmiş olduğu altın nesli, sahabe efendilerimiz ondan aldığı ilim,irfan,edep hikmeti yaşamışlar. Kendi talebelerine nakletmişlerdir. Öyle ki sahabiler komple (bütün) insanlardı ki, onlarda aynı zamanda müfessir, muhaddis ve fakih olanlar mevcuttu. Çünkü onların kaynağı Kuran ve sünnet idi, birinci elden bu kaynağa ulaşıyorlardı. Sahabeler vahyin, sebebi nuzulün kahramanları olmuşlardı. İhtiyaçları problemleri konusunda çözüme efendimiz sayesinde ulaşabiliyorlardı. Daha sonra ki aşamalarda ümmetin sayısı arttı başka kültürler, siyasi olaylar, farklı problemler ortaya çıkmaya başladı. Bunun neticesinde tefsir,hadis,fıkıh ilimleri ile ilgili disiplinler oluştu. Bu disiplinlerin usulleri prensipleri tedvin konusu, kitap haline gelmesi bir süreç dahilinde olmuştur.
KAYNAKLAR
Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ
Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ
Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM
Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları
1 Cuma suresi , 28/2
2 Ahmet Nedim Serinsu,ders notu
3 Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM
Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları
4 Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ
5 Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ
TEFSİR,HADİS VE FIKIH TARİHİ BAĞLAMINDA” İLMİNİN
BÜTÜNLÜĞÜNÜN ANLATILMASI ”
Hikmet Kıratlı
12912709
Yüksek Lisans
Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış biz insanlar, Rabbimizi tanımak , bilmek, ona gereği gibi kulluk etmemiz bizlerden istenen ilahi bir emirdir. Bu konuda bizi aydınlatmak için kitap, rehberlik etmek için peygamberler göndermiştir. Kur’an-ı Kerimde bir ayette Hz. Allah şöyle buyuruyor ki “O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetleri okuyan , onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir.Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapkınlık içinde idiler.”¹1 Bu ayetten de anlaşıldığı üzere bize kılavuzluk eden, bizi uyaran, rol model bizim gibi bir beşer peygamber göndermiştir Hz. Allah.
Ahmet Nedim Serinsu hocamız derslerinde bizlere ifade ettiği güzel sözlerinin birinde şöyle söylüyor :”İlim, edep- irfan, hikmet bir kişide olması gereken hasletlerdir”. Bundan şu sonucu çıkarıyorum, yüce kitabımızı anlamak için, tefsir, Hz. Peygamberi ve onun sünnetini anlamak için hadis, bu asli kaynaklardan hüküm istinbatı ve yorumun neticesinde fıkıh ilimleri bir bütün olarak ,merci ve kaynak olarak sevgili peygamberimizde görmekteyiz, onun talim terbiyesinden geçmiş sahabe efendilerimizde görmekteyiz. Bende hocamızın okumamızı istediği Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihi kitaplarından ilham alarak “oku, düşün, anla, yaşa” prensibiyle2 bilginin bütünlüğü bağlamında bu üç disiplini değerlendirmeye çalışacağım.
Hz. Peygamber Dönemi.
a-Fıkıh Tarihi(teşrii tarihi)
Hz. Peygamber döneminde teşrii kuvvet efendimizin elindeydi. Müslümanlardan hiçbiri ne kendileriyle ilgili ne başkası ile ilgili olarak ortaya çıkan bir mesele hakkında hüküm teşrii kuvvetin sahip değildi. Çünkü Hz. Peygamberin aralarında yaşaması, herhangi bir mesele hakkında ona kolayca başvurabilmeleri, içtihatları ile fetva vermelerine veya hüküm çıkarmalarına ihtiyaç bırakmıyordu. Bir problem çıksa cevaben Hz. Peygamber kendilerine Kur’an ayetleriyle bazen de vahiy gelmediği zaman kendi içtihatlarıyla hüküm veriyordu. Bu hükümlerde tabi olunması gereken bir teşrii(kanun) oluyordu.
Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı ikidir. Birincisi ilahi vahiy. Diğer ise Hz. Peygamberin kendi içtihadı ”içtihadı nebevidir.”3
b- Hadis Tarihi
Hadis peygamberin sözleridir. Usül açısından hz. Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur, sünnetin muradifidir. Hadis uleması hadis lafzını Hz. Peygamberin sözlerine değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberere de ıtlak etmişlerdir. Ayetlerde Kur’an’dan sonra geçen hikmetin zikredilişini ittifakla sünnet olduğuna kail olmuşlardır.
Hz. Peygamberin sözlerini , fiillerini ve takrirlerini yani hadis toplama ve onları muhafaza etme işi peygamberimiz döneminde hafızaya tevdi edilmiş, yazıdan istifade edilememiştir. İslam’ın başlangıcında kureyş kabilesinde okuma – yazma bilen 17 kişi kadardı. Şifai bir metnin muhafazası ancak hafıza ile mümkün olmakta idi. Hz. Peygamberin kendisi sahabeyi hadis rivayetlerine teşvik etmesi islamı gelecek nesillere aktarmak niyetindedir. İslamın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini Hz. Peygamberin izahatı olmaksızın anlamak mümkün değildir. Bu bakımdan hadis ve sünnet Kur’an-ı Kerim’in tefsiri olduğu gibi, Hz. Peygamberde ilk müfessir olarak kabul edilmiştir. 4
c- Tefsir Tarihi
Kur’an- ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişler. Anlayamadıkları kısımları, bu hususta en selahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. Derin akaid konularını düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. Hz. Peygamberi Kur’an tefsirine sevk eden en mühim amil, islamiyetin kendisinden olan emridir. Bu peygamberlik vazifesinin iktizasıdır. O teybin ve tebliğle mükellefti. Örnek verecek olur isek Haccet’ül Veda hutbesi ile üç defa Müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlar müspet cevap verince Ya rabbi şahit ol demişti.
Kuran-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Hz Peygamber’in sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kuranın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini , nasıh ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kuran’ın sünneti olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır. Bir hadiste” Bana kitapla beraber mislide verildi.” Denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki Yahya Bin Ebi Kesir , “sünnet Kuran’a kadidir, kitap ise sünete kadi değildir.” demektedir. Bu söz Ahmet Bin Hanbele söylendiğinde bunu söylemeye cesaret edemem fakat sünnet kitabı tefsir ve teybin eder, derim demiştir..
Hz. Peygamber’in Kur’an tefsiri, ahkamı beyan, mekarimi ahlakı şerh ve ona teşviktir. Sahabenin anlayamadıkları kısımları açıklamıştı. Hadis mecmualarında müstakil birer kitap teşkil eden Kitabu’t Tefsir bölümleri mevcuttur. Dolayısı ile Hz. Peygamber’in tefsir örneklerine ilk müracaat edeceğimiz kaynak hadis mecmualarıdır. Bunlarda azdır. Çünkü cerh ve ta’dile tabii tutulmuştur.5
Sahabe Dönemi
Sahabe dönemimde teşrii kaynağı Kuran, Sünnet ve Sahabenin içtihadıdır.Herhangi bir hadise zuhur ettiği veya bir ihtilaf vukuu bulduğu zaman, sahabeden fetva ehli olanlar Kur’an’ı Kerim’e bakıyorlardı. Eğer vukuatın hükmüne dalalet eden bir nass bulunursa onunla hükmediyorlar, bulamazlar ise ona delalet edecek nassı sünnette arıyorlardı. Yine bulamazlar ise hükmü tespit etmek için hakkında nass varit olmuş başka bir meseleye kıyasla, yahut teşrii ruhunun ve halkın masalihinin iktiza ettiği şeyle içtihada bulunuyorlardı. Bu deliller dolayısıyla müfti sahabiler, zikrettiğimiz bu üç kaynağı tertip üzere (önce Kuran,sonra sünnete sonra da içtihada)müracaat hususunda ittifak etmişlerdir.
Teşrii Kaynaklarının Tedvini Meselesi
Hz. Peygamber Kuran’ın ayetlerini vahiy katiplerine yazdırıyor onlar bunları hem ezberliyor, hem de ellerindeki ince taşlara, hurma ağacından soyulmuş kabuklara, bazen yapraklara yazmak suretiyle tedvin ediyorlardı. Bunlar peygamberimizin evinde ya da vahiy katiplerinde kalıyordu. Şu da var ki bir mecmua haline gelmemiştir. Hz Ebubekir dönemimde ridde harplerinin zuhuru bir çok sahabi bu harplerde vefat etmeleri, idarecileride bu sahabelerin yanında bulunan Kur’an sahifelerinin zayi olmasından korktukları için Hz Ömer bu endişesini dile getirmiş, Hz Ebubekir’de Zeyd bin Sabiti çağırmış bir komisyon eşliğinde Kuran’ı cem etme işini Zeyd bin Sabite vermiştir.
Sünnet konusunda peygamberimiz Kuran’a karışır korkusunda idi. Onun için hadislerin yazılmasına sıcak bakmıyordu. Buna rağmen bazı sahabelerin sahifeleri vardı. Fakat kitap halinde böyle bir şey mevcut değildir.
Teşriinin üçüncü kaynağına yani müfti sahabilerin içtihadlarına gelince bu devirde bunlardan hiçbir şey tedvin edilmemiştir.
Hadislerin Yazılması
İlk devirde, Hz Peygamber’den işitip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, bir kitap haline gelmemiştir. Okuma yazma düzeyi düşüktü,yazı malzemeleri kıt idi. Bazı sahabelerde kendi gücü nispetinde hadis yazmaya teşebbüs etmişlerdir. Bunların sahifeleri var idi. Hz Peygamber hadis yazmak isteyenlere bir ara müsaade etmemiş daha sonra bu sahabelere ruhsat vermiştir. Bunun sebebi Kuran’la karışma tehlikesidir. İlk yazılı hadisler;
a) Peygamberin diplomatik mektupları
b) Sadakat hadisleri’dir.
Hadis sahifeleri mesela “Abdullah bin Amr’ın Sadıka adlı sahifesidir.”Hadisin ilk kaynağı sahabilerdir. Sahabe denilince İbn Hacer El-Askalani bu konuda şöyle demiştir;
“Sahabi Hz Peygambere mü’min olarak mülaki olan,sahih görüşe göre araya irtidat devri girmiş olsa bile, Müslüman olarak ölen kimseye denir.” Sahabelerden bazılarının hadis sahifeleri mevcut idi. Ama ilk asırda hadisler hususi bir kitapta toplanmayıp, sadece hafızaya itimat edilmesinden aynı zamanda vahyin başlangıcından vefata kadar 23 sene içinde Hz Peygamberin söylediklerine ve yaptıklarına hasretmenin güçlüklerinden dolayı hadis vaz’ettiğini ileri sürülmüş ama efendimiz dönemimde uydurma hadis vaki olmamıştır.
Sahabenin Tefsirdeki Yeri
Hz Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe mühim rol oynamış,sebebi nuzül ile vakıf olan bu insanlar peygamberimizden sonra Kur’an’la yüzyüze kalmışlardı. Sahabe Kuran ayetlerinin izahını ya peygamberden işitmek suretiyle veyahutta içtihatleri ile yapmışlardır. Çok kere sebebi nuzulleri anlatmak suretiyle izah edilmesi lazım gelen ayeti açıklamış oluyorlardı. Sahabe için tefsir kaynağı;
a)Kuran’ı Kerim
b)Hz Peygamber
c)İçtihad ve re’y
d)Diğer kitaplar ve ehli kitaba müracaat
Sahabe tefsiri deyince kendi içtihatlarıyla yapmış oldukları tefsir anlaşılmaktadır. Ya dil ya da dini tefsir yapmışlarıdır. Ayetteki dini bir müşkili halletmek için bazısını tahsis yolunu bazısını tarihsel yolu takip etmiş dini hükümleri remz yoluyla izah etmiştirler.
Sahabe tefsirini şöyle özetleyebiliriz.
1)Sahabe arasında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir,
2)Sahabe Kuran’ı tamamen sırayla tefsir etmemiştir,
3)Aralarındaki ihtilaf tezad ihtilafı değil, nev’i ihtilafıdır,
4)İcmali mana ile iktifa edilmiştir,
5)Ahkam ayetlerinde istimbatlar fazla yapılmamıştır.
Tabiin Dönemi
Tedvin ve Müçtehidler imamlar devri
Bu devir ikinci asır ile başlar ve dördüncü asrın ortalarında son bulur. Bu devir tedvin ve müçtehit imamlar devridir. Müddeti takriben 250 yıldır. Çünkü bu dönem kitabet ve tedvin işinin süratlenmesi sebebiyledir. Sünnet, sahabe ve tabi’in ve tebe’ut tabi’in müftilerinin fetvaları, Kuran tefsirleri, müçtehit imamlar fıkıhı, usulu fıkıh ilmine ait risaleler bu devirde tedvin edilmiştir. Tedvinin bu derece süratlenmesinin sebebide içtihat ve teşrii ricalin bu devirde çoğalması ve hepsine de vuku bulan ve vuku’u muhtemel bulunan hadiseler için kanun vaz’ında ve hüküm istimbatında büyük tesir icra eden teşri’i ruhunun nufuz etmesidir. Altın devir olmuştur.
Hadis tedvininin başlangıcı sahabe devrinden sonra başlamış bunun da ez Zuhri(50-124) tarafından hadisleri ilk tedvin eden kimse olarak görülür. İlk müdevvin’dir. Yazmış hemde ezberlemiştir.
Hadislerin Tasnifi
Birinci hicri asrının sonu ikinci hicri asrın başı hadis tedvini başlangıcı olarak kabul edilir. Hadis eserlerinin ortaya çıkışı ikinci asrın ilk yarısından sonraki döneme rastlar. Hadisleri gelişi güzel değil de konularına göre tertip ve tasnifi salat, zekat gibi bölümler, bunlara “ Musannef” denir. Hadisleri sahabe ravilerinin isimlerine göre tasnife “müsned” denir. İbn Hacer diyorki : “ Hadislerin tedvin Hz Peygamber, sahabe ve tabi’in ileri gelenleri döneminde yapılmamıştır, daha sonra yapılmıştır.” Müslimin “Sahihinde” sabit olduğu gibi Kuran’ı Kerim’e karışma korkusundan dolayı. Sahabenin tedvinden men edilmesi. İkincisi ise hafızaların vusati ve zihinlerin akıcılığı idi çoğu yazı bilmiyordu fakat tabiun devrinin sonlarında ulemanın muhtelif şehirlere dağılması, havariç, rafaviz ve kader münkirleri gibi bidat ehlinin ortaya çıkması üzerine asarın tedvini ve bablara göre tasnif başladı. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş grupta toplamak mümkündür;
Siyer ve magazi kitapları, Sünen kitapları, Camiiler, Musannaflar, Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
Tabiiler Devrinde Tefsir
Arap olmayan Müslüman unsurlar, İslamı öğrenme arzusu diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların bu milletleri idare etme sanatıyla yani idarecilikle iştikal edip diğer sahalarda çalışmayı hakir görüyorlardı. Bu sebeple ilim ve özellikle tefsir sahasındaki önemli insanlar Arap olmadıklarını görüyoruz.İbn Haldun’un dediği gibi: “Bilgiler bir sanat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Bunlara da mevali demişlerdir.” Abadile denilen dört zat vefat ettikten sonra fıkıh tamamen ilim merkezlerinde mevalinin elinde idi. Bunlardan istisna diyebileceğimiz Medine ehlinin fakihi Sa’id bin Museyyeb Kureyş’tendir.
Tabiilerin tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş sema olmayan hususta da içtihadları ile müracaat etmişlerdi. Re’y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıkları teyit için ,Kurandaki tedebbür ayetlerine ve Hz Peygamberin sözlerine isnat ettiler. Eğer re’y ile tefsir yapılmayacak olsa idi, bugün kü dini ahkamın pek çoğu batıl olması lazım gelirdi. Kuran’ı re’y ile tefsir edenlerin izlediği yol; Kuran’a müracaat ediyorlar eğer bulamazlarsa sünnete veyahut sebebi nuzule şahit olan sahabeye soruyorlardı. Burada bulamazlar ise müfret lafızlarına Peygamberimizin bu lafızları kullanışına, lügat, iştikak, sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka terkiplerin i’rabına siyak, sibak vb. bunların fiili, kavli , takriri sünnete uygunluğuna bakıyorlardı. Fakat bu dönem mufessirler bazı hususlarda pek çoğunu ihmal etmişlerdir. Kuran da , umum olan ayetlerin gelişi güzel tahsisine tabi’ilerin tevessül ettiği görülür. Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden İslamiyet’e giren rivayetler olmuştur. Bunlara israiliyat diyoruz. Bu menkulat dediğimiz rivayetler sahabeden itibaren ortaya çıkmış daha sonra baştan sona tefsir yazımında aralarındaki boşluklara israiliyat dediğimiz bu rivayetler girmiştir.
İslam yayılmakta, genişlemesi devam etmekte , şehirler çoğalmakta ve gelişmekte, sahabede ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabi’inlere devredilmişti. Bu arada, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış,fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkıha ait bilgilerde toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğraşan kişilerin hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.
Bu devrin müfessirleri Kuran’ı anlamak için yine Kuran’a, sonra sahabenin Hz Peygamber’den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış olduğu tefsirlere itimat etmişlerdir. Sahabe ile aynı üslup ve usulu paylaşmışlardır. Çeşitli şehir ve beldelere giden sahabe, Hz Peygamberden hıfz ettiklerini yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerde öğretmenlik yapmış, tabi’ini yetiştirmişlerdir. Bu andan itibaren şehirlerde ilim medreseleri teşekkül ettiğini görüyoruz. Tefsir ilminde şöhret kazanan medreseler;Mekke , Medine, Irak’ta bulunmakta idi.
Sonuç
Son olarak sevgili peygamberimiz burada arz ettiğimiz ilimlerin mercii,teşri kaynağı olarak kendisi uygulamıştır. Rahleyi tedrisinden geçen kendi emeği ile yetiştirmiş olduğu altın nesli, sahabe efendilerimiz ondan aldığı ilim,irfan,edep hikmeti yaşamışlar. Kendi talebelerine nakletmişlerdir. Öyle ki sahabiler komple (bütün) insanlardı ki, onlarda aynı zamanda müfessir, muhaddis ve fakih olanlar mevcuttu. Çünkü onların kaynağı Kuran ve sünnet idi, birinci elden bu kaynağa ulaşıyorlardı. Sahabeler vahyin, sebebi nuzulün kahramanları olmuşlardı. İhtiyaçları problemleri konusunda çözüme efendimiz sayesinde ulaşabiliyorlardı. Daha sonra ki aşamalarda ümmetin sayısı arttı başka kültürler, siyasi olaylar, farklı problemler ortaya çıkmaya başladı. Bunun neticesinde tefsir,hadis,fıkıh ilimleri ile ilgili disiplinler oluştu. Bu disiplinlerin usulleri prensipleri tedvin konusu, kitap haline gelmesi bir süreç dahilinde olmuştur.
KAYNAKLAR
Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ
Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ
Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM
Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları
1 Cuma suresi , 28/2
2 Ahmet Nedim Serinsu,ders notu
3 Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM
Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları
4 Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ
5 Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ
YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN
İSLAM HUKUK TARİHİ – PROF. DR. HAYRETTİN KARAMAN
Fıkıh (İslam Hukuku), dini ve içtimai bir müessesesidir ve tedricen gelişmiştir. Doğuş ve inkişaf devrelerinde Suriye’de Roma, Irak’ta İran, Yesrib’te İsrail hukuku hakimdi; ayrıca cahiliye devri Araplarının uyguladıkları bir hukukları vardı. İslamın ruh ve esaslarına aykırı olmayan örf ve adet fukaha tarafından benimsendiği için fıkhın gelişmesinde komşu sistemlerin tesiri olduğu gibi fıkhın da diğer hukuklara tesiri olmuştur.
Kitap, İslamın doğuşunda mevcut olan hukuk sistemlerini tanıttıktan sonra Hz. Peygamber, Sahabe ve Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve muasır hareketler başlıklarında işlenmiştir.
Hukuk hak kelimesinin cem’idir. Bir manada kaide demektir, hak olan bir söz, doğru, uygun, yerinde bir söz demektir. İşte bu hukuk ideal/objektif/tabii hukuktur. Diğer manada ise salahiyet ve iktidar demektir, mülk hakkı, alacak hakkı gibi. Bu hukuk ise subjektif/selahiyet hakkıdır.
Hukuk, objektif ve mecburi olan, müşterek tarih, akıl ve maneviyattan doğan kaidelerdir. Bu kaideler fiille ilgileniyorsa bunlar; âdet, görenek, muaşeret ve modadır ama niyetle ilgileniyorsa din ve ahlaktır. Bazı kaidelerin müeyyidesi ayıplanmak, vicdan azabı çekmek, günahkar olmak gibi manevi; bazıları da maddi ve mali müeyyidelerdir.
Bunlardan yola çıkarak hukuk; cemiyette nizam tesis eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddi icbar kuvvetinde bulan kaideler manzumesidir.
Fıkıh ise kelime olarak, kavramak, anlamak, idrak etmektir. Fıkıh, Hz. Peygamber ve sahabe devrinde itikad, amel ve ahlak konularında Kitap ve sünnetten anlaşılan bilgilerdir.
Ebu Hanife ve İmam Şafii’nin fıkıh tariflerinde de yerini bulduğu gibi ibadet bahisleri de fıkhın içindeydi. Sonraki asırlarda bunlar ahlaka veya ilmihal kitaplarına intikal etti. Yani fıkıh; ibadeti, hukuku, ahlakı, iktisadı ve ictimai ilişkileri içine alıyordu. Fıkıh; Allah ile kul arasındaki ilişkiyi düzenlemekle başlamış, toplum ahlak ve düzenine el atmış, sosyal adaleti temin için müeyyideler ortaya koymuştur. Aile hayatını düzenlemiş, yani ferdin doğumundan ölümüne kadar yanında olmuş ve yol göstermiş ve ahret hayatını da birlikte göz önünde bulundurmuştur. Özellikle hukuk işlemlerinde örf ve âdete yer verilmiş ve devlet başkanı dini hayatın da başkanı olmuştur.
10 yıllık kısa bir süre olan Medine hayatında fıkhın kaynakları, esasları ve prensipleri eksiksiz tamamlanmıştır. İslamın doğuşu esnasında etrafta Romalıların (Bizans), İranlıların (Sasaniler) ve Yahudilerin hukuk sistemleri vardı. Elimizde İran hukuk sistemine dair bir hukuk kitabı mevcut değildir. Roma Hukuku uzun gelişme döneminde tedrici değişmelere uğramıştır.
Roma hukuku 4. devresinde Jüstinyen’in emriyle ‘Corpus Juris Civillis’e ‘Medeni Hukuk Külliyatı’na sahip olmuşlardır. 5. devre olan Roma döneminde de bunu kullanmışlardır.Roma hukukunda hususi hukuk daha çoktur. Medeni ve kavimler hukuku olarak ikiye ayrılan Roma hukuku; medeni hukuku Romalılar için, kavimler hukukunu diğer milletler için kullanmıştır. Roma hukuku 12. asırda başlangıçta İtalyan hukuk öğrencilerinin vasıtasıyla dünya hukukuna tesir etmiştir. Bugün hiçbir yerde tam cari değildir.
İsrail hukuku; Kudüs’ün Romalılar tarafından tahribine kadar olan sürede Mukaddes Kitap’tan bölümler ve ananelerdir. Bundan sonra ise Kudüs’ün tahribi ve Yahuda tarafından Mişna’nın tanzimi ve ikinci bir kaynak Talmuddur. Mişna ve Talmud’da İran ve Roma hukukunun tesirleri görülür.
Cahiliye devri Arap hukuku; hukuk olarak örf adet ve gelenekler kanunların yerini almıştır. Cahiliye döneminde peygamberlikten önce Hz. Peygamberin ortaklık akdi yaptığını gösteren ifadeler vardır.
Bazı müsteşrikler kısa zamanda doğup fevkalade bir inkişaf gösteren İslam hukuku için yabancı bir kök arama girişiminde bulunarak başka hukuklardan iktibas edildiği üzerinde durmuşlardır. İlmi delillere dayandıramamışlardır. İslam hukuku hükümran olduğu ülkelerin bazı amme hukuku kaidelerini almıştır; çünkü bunlar, adalet, amme menfaati ve zaruret gibi prensipler çerçevesinde İslam hukukuna uygun bulunmaktadır. İslam hukuku da birçok ülkenin hukukunu az veya çok etkilemiştir. İslam hukuku bütün halinde (özel ve genel hukuk olarak) vahye dayalı, İlahi irşadın ışığında işleyen fukaha ictihadından doğmuş gelişmiş bir hukuktur.
HZ. PEYGAMBER DEVRİ (FIKHIN DOĞUŞU)
Fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Vahye dayanan teşri faaliyeti bu dönemde tamamlanmış sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Mekke ve Medine devirlerinden oluşur. Mekke’deki tebliğ daha çok inanç ve ahlak sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukuki münasebetler bu iki temel üzerine oturur. Medine’ye göçle birlikte ictimai hayatı temin edecek kaidelere ihtiyaç duyuldu. Bu kaideler ya bir hâdiseyle ya da bir soruyla oluyor veya bir hâdise ya da soru olmaksızın da kaide vazediyordu. Bu devir fıkhın özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
- Kur’an ve sünnetin teşri faaliyeti 23 yıla yakın bir zamanı kapsayan bir şekilde tedricidir. Bu tedricilik hem zaman hem hüküm için olmuştur. İçkinin haram kılınmasının hemen olmayışı gibi.
- Sadece bu devre mahsus olmamakla birlikte diğer bir özellik hükümlerdeki kolaylıktır.
- İlk Müslümanları tedricen alıştırmak için daha sonra gelen hükmün önceki hükmü kaldırması demek olan nesih özelliği vardır.
Fıkıh, usûl ve fürû olarak iki kısımdan oluşmaktaydı. Usûl hükümlerin kaynaklarıyla, bu kaynaklardan hüküm çıkarma yollarını; fürû ise elde edilen hükümleri, dini, ameli kaideleri ihtiva etmekteydi. Usûlün kaynakları, Kur’an-ı Kerim (ki sadece bir tavsiye kitabı olmadığı, içinde birçok ayetin amir hüküm mahiyetinde bulunduğu hususunda ittifak vardır, fıkhın ilk tedvini Kur’an’ın yazılmasıyla gerçekleşmiştir), Sünnet (Resulullah’ın ümmet için örnek teşkil eden davranışlarının bütünüdür, bir yandan Kur’an’ın açıklanmaya muhtaç ayetlerini açıklarken diğer yandan da müstakil olarak hükümler koyar), İcma (asrın müctehitlerinin tamamının bir fıkıh hükmü üzerine ittifak etmeleri manasınadır, icma Hz. Peygamber döneminde devamlı delil olamaz çünkü meseleyi ona sorduklarında sünnet olmaktadır), Kıyas (Hz. Peygamber teşvik etmiştir), İstidlal (bütün bunların dışında kalan hüküm elde etme yolu; çeşitleri ise a)telazüm; akıl yürütme, mantık b) istishab; varlığı sabit olan bir hükmün geçmişte ve halihazırda da var sayılması c) önceki semavi dinlere ait hükümler d) istihsan; iki delilden kuvvetli olanı seçmek e) ıstıslah; birçok konu ve hükümde ortaklaşa bulunan fayda ve maksat çerçevesine girme esasına göre hükme varma), Hz. Peygamber ve Ashabın ictihadı.
Hz. Peygamber Devrinde Fürû; Mekke döneminde inanç, düşünce ahlak prensiplerine daha çok önem verilmiştir. Hz. Peygamber fiilen hakimlik etmekle beraber muhakeme usûl ve adabı ile ilgili kaideler koymak ve açıklamalar yapmak suretiyle de İslam kaza müessesesinin temellerini atmıştır. Ashabına da hem Medine’de hem Medine dışında bu görevi vermiştir. Hz. Peygamber ifta vazifesini de yerine getirmiştir. Borç-hak ilişkilerinin yanı sıra anlaşmalar da yazıya geçirilmiştir.
SAHABE DEVRİ (FIKHIN GELİŞME ÇAĞI)
Bu devre Hz. Peygamberin intikalinden II. asrın başlarına kadar uzanır. Siyasi iktidar nazarıyla Hulefa-i Raşidin ve Emeviler dönemlerinden oluşur. Hulefa-i Raşidin dönemi Hz. Ebu Bekir’le başlar, Hz. Hasan’ın hilafeti Muaviye’ye terk etmesiyle biter. Muaviye’nin Hz. Ali’ye beyat etmemesiyle başlayan iç karışıklıklar itikat ve fıkha da tesir etmiştir. Bu ortamdan Hariciler, Şiiler ve Cumhur oluşmuştur. Gelişmelerin sonucunda da Emevi saltanatı kurulmuştur. Hüküm kaynağı olarak Kitap ve sünnetten sonra ictihad yapılıyor, isabetli ictihad yapmak ve muhalefeti azaltmak için istişare uygulanıyordu. Sahabenin hepsi müctehid değildir. Bu dönemin özelliği; sahabe tarafından ictihadın kapısı açılmış ve teşvik edilmiştir, ictihad ve rey yoluyla varılan hükümler kesin telakki edilmemiş, vukuundan önce hâdiseyle meşgul olunmamış, zamanın değişmesiyle hükümler de değişmiş, Kitap ve sünnetin meşru kıldığı bazı hususlar men edilmiş, bazı nassların zahiri terk edilmiş, daha önce benzeri geçmemiş hükümler hayırlı ve iyi maslahattır diye benimsenmiş, çeşitli nedenlerden (nassları bilmeme, sağlam kaynaktan almamış olma, farklı anlama, yanılma, unutma) dolayı bazı hükümlerde ihtilaf edilmiştir. Sahabe döneminde mezhepler doğmamıştır.
Emeviler devrinde sahabe ahirete intikal ederek tabiun nesli onların yerini almıştır. Nazari fıkıh vardı. Sahabe fakihlerinin hemen hepsinin Arap olmasına rağmen tabiunun içinde Arap olmayan birçok kimse vardı.
Hadislerin tasnifi fıkhın tasnifinden sonra olmuştur. İlk fıkıh kitapları hicri birinci asrın sonu ikinci asrın başında yazılmıştır.
ABBASİLER DEVRİNDE FIKIH (FIKHIN OLGUNLUK ÇAĞI)
Tabiun ve tebeuttabiun dönemlerini içine alır. Devrin başında hilafet Emevilerden Abbasilere geçmiştir. Bu devirde fıkhın sahası genişlemiştir. Emeviler döneminin seküler meyillerinin aksine Abbasiler davranış ve hükümleri dine dayandırmaya çalışıyordu. Hükümlere kaynak olarak ana kaynaklara, tabiunun ve tebeuttabiunun da sözleri eklenmiştir. Farazi mesail üzerinde de ictihad edilmiştir. İslam ülkesinin genişlemesiyle yeni milletlerin teamülleri üzerinde de durulmuştur. Haliyle ictihad ihtilafı da önceki döneme göre çoğalmıştır. Abbasiler döneminde mezhepler yani müctehidlere ait müstakil ictihad usül ve ahkam mecmuaları ortaya çıkmıştır. Sahabe dönemindeki gruplaşma Hicaziyyun ve Irakiyyun iken Abbasi döneminde dört grup vardır. Müfrit reyciler (Kitap ve rey, sünneti redderler), mutedil reyciler (Kitap ve rey, sünneti de reddetmezler), müfrit eserciler (reyi ve kıyası kabul etmezler), mutedil eserciler (rey ve kıyası inkar etmemekle birlikte pek başvurmazlar). Bütün dini ilim ve kitapların telifi bu dönemde başlamıştır. Fıkıh konusunda meseleci bir yaklaşım izlenilmiştir. Nazari ve umumi kaideleri tespit etmek gibi bir metot takip edilmemiştir. Fıkıh usülü de bu dönemde oluşmuştur. İlk Fıkıh usülü kitabı İmam Şafii’nin ‘er-Risale’sidir. Bu devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş veya mevcut terimlerin mefhumları tespit edilmiştir. Mezheplerin doğuşu, dört mezhep, zamanımıza kadar yaşamayan diğer dokuz sünni mezhep, gayri sünni mezhepler bu devrin kapsamındadır. İctihadda takip ettiği usülü hakkında eseri bize kadar ulaşan sadece İmam Şafii’dir.
Ebu Hanife’nin usülü; Kitap, sünnet, sahabe kavli ve rey ictihadıdır. Rey ictihadında da kıyas ve istihsan vardır. Kıyas konusunda Ebu Hanife’nin yaptığı; kıyası kaideleştirmek, çok kullanmak, vuku bulmamış hadiselere de tatbik etmektir.
İmam Malik’in usülü; Kitap, sünnet (meşhur mütevatir olanları gibi ahad yolla geleni de kaynak sayar ama ahada kıyası ve Medinelilerin tatbikatını tercih eder), icma ve rey.
İmam Şafii’nin usülü; Kitap ve mütevatir sünnet, üzerinde ittifakın olmadığı ahad yoldan gelen sünnet, icma ve daha sonra da kıyas.
Ahmed b. Hanbel’in usülü; Kitap ve sünnet (bunlara muhalif hiçbir hüküm ve şahsa itibar etmez, mürsel ve zayıf hadislere gelince daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kıyasa tercih eder, kıyasa tercih ettiği hadis batıl ve münker olmayan, hasen türünden hadislerdir), muhalefetsiz sahabe reyi, büyük tabiunun reyleri, zaruri olarak kıyas, istishab (evvelce varolanı isbat, önceden yok olanı da nefiy - Allah’ın haram kıldığı haram, helal kıldığı helal, bunun dışındakiler istishaben mübah).
Dört mezhep imamı da şeri hükümlerin maslahat (kurallar için celb-i menfaat ve def-i mazarrat, fayda) hikmetine bağlı bulunduğunda ittifaktırlar. Sahabe ve tabiun devri müctehidleri gibi mezhep imamları da nassların lafızları yanında ruh ve maksatlarını da dikkate almıştır, Şari’nin maksadının tahakkukunu temine gayret etmişlerdir. Grup halinde bağlıları bulunmadığı için yaşamayan mezhepler olarak anılan mezheplerin ictihadları kayıtlı olduğu için hem teorik hem de pratik açıdan yaşamaktadırlar. Kitap ve sünneti esas alan Zahiriyye mezhebinin İslam’ın birinci asrındaki Haricilerden ve ikinci asrındaki Mutezileden farkı, zamanının ortaya çıkmasını gerektiren şartlarındadır. O dönem, hadislerin öncüsü olan zevatın kıyas ve reye karşı tutumu Abbasilerin, rey ve kıyas taraftarlarını desteklemeleri, onları öne çıkarıp kadılıklara tayin etmeleri gibi sebeplerdir bu şartlar (İbn Hazım, Ebu Hattab b. Dihye, Muhyittin b. Arabi Zahiri idiler).
Sünni Olmayan Fıkıh Mezhepleri:
Havaric; Sıffin savaşındaki hakem olayı sonrası Hz. Ali’ye karşı çıkmışlar, halifenin seçimle iş başına geleceğini savunmuşlardır. Sünneti kabul etmeyip sadece Kitabı hükümlerin kaynağı kabul ederler.
Zeydiyye; delilleri Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan ve akıldır. Hanefi mezhebi ile benzeşen tarafları çoktur. Ayrıldıkları noktalar da vardır.
İmamiyye; Kitap ve ehl-i beytten rivayet edilen sünnet, sonra ictihad. Kıyas ve icmayı kabul etmez. Caferiyye, İsnaaşeriyye diye de anılır.
Mezheplerin yayılmasının siyasi, ictimai, iktisadi, medeni amilleri vardır.
SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH (FIKHIN DURAKLAMA DEVRİ)
Fıkıh ilmi bu devirde ilerleyememiştir aksine taklid ruhuna (mezhepçiliğe) yönelmiş, münakaşa ve müzaralar doğruyu bulmak için değil mezhepçilik adına yapılmış, mezhep taassubu kuvvetlenmiş (sonucu olarak; tefrika, mukatele, hatada ısrar, ictihada karşı çıkmak/faaliyetini durdurmak), ictihad kapısı kapanmıştır.
MOĞOL İSTİLASINDAN MECELLE’YE KADAR
İslam ülkesinin Moğollar tarafından istilası ve tahribi, Anadolu Beyliklerinin ortaya çıkışı, Osmanlı-Timur mücadelesi, Timur’un tahripleri ve çeşitli egemenliklerin oluşumu ve Endülüs’ün büyük bir zulmetle yok edilmesi bu dönemdedir. Bu dönemde fıkıh açısından fıkıh bilginlerinin birbirleriyle irtibatı kesilmiş, selefe itibar edilmemiş, geniş eserler özetlenmiş, şerh ve ta’liklerle uğraşılmış, hile ve te’vil artırılmıştır. Bu dönemin hüküm kaynakları; amme hukukunda örf, adet ve kanunnameler, hususi hukuk sahasında fıkıh ve fetva kitaplarıdır.
MECELLE’DEN ZAMANIMIZA KADAR (UYANIŞ ÇAĞI)
Osmanlının dağılmasıyla bağımsız İslam devletlerinin sayısı artmıştır. İctihad ve tercih fikri bu dönemde benimsenmiştir. Kanunlaştırmalar, dört mezhep üzerine yazılmış fıkıh kitapları, Batı üniversitelerinde İslam hukuku kürsülerinin açılması bu dönemdedir. Mahkemeler kurulup kadılar sadece şer’i mahkemelere bakar oldu. Diğer davalar için çeşitli mahkemeler kuruldu. Umumiyetle İslam ülkelerinde kanunlaştırma yapılırken şeriat esaslarıyla mukayyet kılınmamış yabancı kanunlardan aynen veya tadiller ile iktibas yoluna gidilmiştir. İlk İslam Medeni Kanunu olan Mecelle 57 yıl tatbik edilmiştir. Mecelle’nin oluşumunda dış amillerin azınlıkları bahane ederek kanun yapmak için zorlaması, iç amillerin de tercih edilmiş görüşleri içeren kolay anlaşılan (fıkıh kitaplarının karmaşasından kurtulmak için) bir düzenleme istemesi etkili oldu.Şahıs, aile, miras münasebetlerine ve aynı haklara ait birçok hususları fıkıh ve fetva kitaplarına bırakarak muamelatı tanzim etmiştir, Mecelle, Hanefi mezhebinin kaynak ve ictihadlarına isnat edilmiştir. Hakkında müspet ve menfi değerlendirmeler yapılmıştır. Tadil çalışmalarında tek mezhep üzerine ısrar edilmesi, diğer mezheplerden de rey ve ictihad olarak yararlanılması yoluna gidilmiştir. Yabancı kanunlardan da yararlanılması da söz konusu olmuştur. İsviçre Medeni Kanununun kabulüyle lağv edilmiştir. Türk Medeni Kanununa geçilmiştir.
YÜKSEKLİSANS - 12912776 / MÜCELLA TEKİN
TEFSİR TARİHİ -
DOÇ. DR. MUHSİN DEMİRCİ
Tefsir, Kur’an’ın
dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan
verilen bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Hicri ikinci
asrın ikinci yarısında başlayıp başlayıp bugüne kadar devam edegelmiştir.
Tedricen indirilen Kur’an vahyi, hitap ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap
verirken sonsuzluk alemine uzanan çizgide fert ve cemiyetin muhtaç olduğu
evrensel prensipleri koymuştur. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitaben derleme
mümkün olmamışsa da tilaveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde
gerçekleşmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde de kitaben derleme işi
gerçekleştirilip, Hz. Osman döneminde kıraat farklılıklarını ortadan kaldıran
bir biçimde çoğaltılması yapılmıştır.
TEFSİRİN KAVRAMSAL
ÇERÇEVESİ VE GEREKLİLİĞİ
Tefsir kelimesinin
etimolojik olarak bir şeyin üzerini açmak, açıklamak anlamında ‘fesr’
kelimesinden veya bu kelimenin taklib yöntemiyle oluşan aydınlatmak, ortaya
çıkarmak anlamlarında ‘sefr’ köklerinden geldiği kabul edilir. Emin el-Huli
‘sefr’ kelimesinde maddi, zahiri bir keşif, ‘fesr’ kelimesinde manevi bir keşif
var demektedir. Terim olarak ise; tefsiri Kur’an’ı anlamaya yönelik faaliyetler
bütünü olarak değerlendirebiliriz. Hz. Peygamber döneminde, tefsir faaliyeti
Kur’an’ın mübhemat, mugayyebat, müteşabihatlarının Hz. Peygamber tarafından
açıklanmasıyla şifahi olarak vuku buluyordu. Tedvin dönemindeyse şifahi
rivayetler derlenip toplanıp rivayet şeklini, zaman zaman da insanların kendi
görüşlerini içeren bir şekilde dirayet şeklini almıştır. Tefsirin amacı
insanlığın hidayeti için indirilen kitabı onun gayesine uygun bir biçimde
açıklamak suretiyle insanın iki dünyadaki mutluluğunu temin etmektir. Tefsirde
anlam yakınlığı olan kelimelerden te’vil, ‘evl’ kökünden tef’il babında bir
mastardır, döndürmek, herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak manalarını
ifade eder, terim olarak ise, meşru bir sebep veya delilden ötürü ayeti zahir
manasından alıp, kendisinden önce veya sonraki ayete mutabık kitap ve sünnete uygun
manalardan birine hamletmektir. İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre nasslardan
hüküm çıkarmada esas olan te’vile gitmemektir. Ama müşkil ve müteşabih ayetler
te’vilin kaçınılmaz olduğu hallerdir. Te’vilin sahih olması için lafız,
ihtimali olmayan bir anlamla te’vile zorlanmamalı, zahir manadan başka bir
manaya çekilmesi ancak şeri bir delile dayandırılmalı, sahih ve sarih nasslara
aykırı olmamalı, Kur’an ilimlerinden ve dil bilimlerinden ve belagat ilminden
yararlanmalıdır. Tefsir ile te’vilin farkına gelince, tefsir Kur’an’ın ne
dediğini, te’vil ise ne demek istediğini ortaya koyar. Tefsirle anlam yakınlığı
olan ikinci kelime tercüme, terim olarak bir kelamın manasını diğer bir lisanda
dengi bir tabirle aynen ifade etmektir. Tercüme, harf-i (nazmında ve tertibinde
asla benzeme) ve tefsir-i olarak iki çeşittir. Üçüncü kelime meal ise, eksik ve
hatalı tercüme anlamında bir kelime olarak Kur’an’ın tercümesinin tam olarak
yapılamayacağı düşüncesi kastıyla kullanılan terimdir. Tefsir faaliyeti Hz.
Peygamber döneminde anlaşılmayan ayetlerin açıklanması olarak başlamış ve daha
sonra İslamın geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla daha önce olmayan meseleler
ortaya çıkınca ve bu farklı kültürlerdeki insanlar kendi yaşayış biçimlerini de
Kur’an’a dayandırmaya kalkınca tefsir çalışmaları zorunlu olmuştur. Kur’ani nassları farklı yorumlamanın
sebepleri kıraat ihtilafları, çok anlamlılık, ıtlak-takyid anlayışı,
nasih-mensuh ihtimali, seleften farklı rivayetlerin gelmesi, mezhep
taraftarlığı, tefsirde dirayet ve rivayet olgusudur.
TEFSİRİN DOĞUŞU VE
TEDVİNİ
Hz. Peygamberin
tefsiri bir program dahilinde ders veren bir öğretmen tarzında değil, bir takım
vesilelerle gerçekleşiyordu ki şöyle sıralayabiliriz; ayet okuyarak, soru
sorarak, sözü delillendirmek için ayet okuyarak, sahabilerin sorusuna cevap
vererek. Hz. Peygamber Kur’an’ı mücmelin tebyini (ahkam, gayb, yaratılış,
kader, kıyamet ve ahlaki konuları içeren ayetler), mübhemin tafsili, mutlakın
takyidi, müşkilin tavzihi olarak gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamberin Kur’an’dan
tefsirinin miktarının bazı ayetlerle sınırlı olduğunu ilk kez dile getiren
Gazzali ve Kur’an’ın tamamını içerdiğini ilk kez dile getiren İbn Teymiyye ve
onlar gibi düşünenlerin yanı sıra Hz. Peygamberin ne Kur’an ayetlerinin pek
azını tefsir ederek meydanı boş bıraktığını ne de tamamını tefsir ederek aklı
dondurduğunu söyleyebiliriz. Kur’an karşısında sünnetin beyan ve teşri
(Kur’an’da yer almayan konularda Hz. Peygamberin hüküm koyması) olarak iki
fonksiyonu vardır. Sünnetin vahye dayalı olup olmadığı hususunda alimlerin çoğu
çoğunlukla vahye, kısmen de ictihada dayalı olduğu görüşünü kabul
etmektedirler. Kur’an vahyi için vahy-i metluv, sünnet için vahy-i gayri metluv
tabirleri kullanılmıştır. Sahabenin tefsiri konusunda Kur’an’ın nüzul ortamını
yaşayan sahabe anlayamadıklarını da Hz. Peygambere sorarak öğrendiklerinden
tefsir konusunda Resulullah’tan sonra en güvenilir kaynak olmuştur. Ama rey ile
tefsire gelince bir kısım sahabi bu şekil tefsire sıcak bakmamış bir kısmı da
naklin bulunmadığı yerlerde kendi ictihadlarıyla Kur’an’ı tefsir cihetine
gitmiştir. Sahabe tefsirinin merfu haberler niteliğindeki tefsiri bağlayıcı
kabul edilmiş ama mevkuf durumundaki tefsiri ise tercih sebebi olmakla beraber
bağlayıcı değildir. Sahabe döneminde tefsir, Kur’an’ın tamamını kapsamaz ve
tedvin edilmemiştir. Sahabe tefsirde öne çıkanları; Abdullah b. Abbas, Abdullah
b. Mesud, Ubey b. Ka’b, Hz. Ali’dir.
Abdullah b. Abbas,
hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuş, Hz. Peygamberin vefatında 13-15
yaşlarındaydı ve 70 yaşlarında Taif’te vefat etmiştir.
Abdullah b. Mesud,
Hz. Ömer zamanında Kufe kadılığı yapmış, bu Hz. Osman zamanında da devam
ederken azledilmesinden sonra Medine’ye dönmüş ve 60 yaşını geçkin bir
durumdayken vefat etmiştir. Kufe’de tefsir okulunun temellerini atmıştır. Kendi
özel mushafını vahiy nazil olurken yazmıştır.
Ubey b. Ka’b, Hz.
Peygambere vahiy katipliği yapmıştır, Hz. Ömer’in hilafetinde vefat etmiştir.
Tefsirdeki rivayetleri;1) Ebu Cafer er-Razi – er-Rebi b. Enes – Ebu’l Aliye –
Ubey b. Ka’b, 2) Veki b. Cerrah – Süfyan b. Uyeyne – Abdullah b. Muhammed b.
Ukayl – İbn Ubey b. Ka’b – Ubey b. Ka’b olarak gelmektedir.
Ali b. Ebi Talib,
hicretten 22 yıl önce Mekke’de doğmuştur. Hicri 40 yılında vefat etmiştir,
vahiy katipliği yapmıştır, güvenilir üç tariki, 1) Hişam b. Hasan el-Ezdi –
Muhammed b. Sirin – Abide es-Selmani – Ali b. Ebi Talib 2) Abdullah b.
Abdurrahman b. Ebi Hüseyin – Ebu’t-Tufeyl Amir b. Vasile el-Leysi – Ali b. Ebi
Talib 3) ez-Zuhri – Ali b. Zeynelabidin – Hüseyin b. Ali – Ali b. Ebi Talib
Tabiun dönemi ise
Hz. Peygamberi görememiş, sahabeye yetişebilmiş olanların dönemidir. Bu dönemde
tefsirde medreseler oluşmuştur. 1) Mekke Medresesi; kurucusu Abdullah b.
Abbas’tır. Arap şiirini tefsirde kullanmıştır. Talebeleri; Mücahid b. Cebr,
İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi Rabah. Mücahid akli tefsir
uygulayanların ilki olarak kabul edilmektedir. 2) Medine Medresesi; Medine’nin
en büyük alimlerinden olan Ubey b. Ka’b’ın öğrencileri; Ebu’l Aliye, Muhammed
b. Ka’b el-Kurazi, Zeyd b. Eslem’dir. Rey ile tefsirde öne çıkan Zeyd b.
Eslem’dir. 3) Kufe Medresesi; kurucusu Abdullah b. Mesud’dur. Onun medresesi
rey medresesi olarak nitelendirilmiştir. Öğrencileri Alkame b. Kays, Mesruk b.
Ecda, Esved b. Yezid, Mürretü’l-Hemedani, Amiru’ş-Şabi, el-Hasan el-Basri,
Katade b. Diame. Tabiun döneminin müfessirlerinin çoğu mevalidendir, yani
gayr-i Arap unsurlardandı. Böylelikle tefsire farklı sosyal çevre, din, dil ve
kültür muhitinden anlayış ve yorum katmışlardı. Bu dönemde ictihadın boyutları genişlemiş,
itikadi ve ameli mezheplerin temelleri atılmıştı. Bu dönemdeki tefsirler,
kaynak değeri taşımaz, kaynak değeri taşır ve ittifak edilenler kaynak değeri
taşır olarak değerlendirilmiştir. Bu dönemde Kur’an baştan sona tefsir edilmiş,
kelimelerin izahına geniş geniş fıkhi açıklamalara, şiirle istişhad metoduna ve
israiliyat haberlerine yer verilmiştir. Tefsirde tedvin bu dönemde
gerçekleşmemiş ama medreselerle ekolleşme başlamış oldu. Tedvin; bir araya
getirmek, toplamak anlamlarındadır. Tefsir ilk olarak hadis ilminin bir kolu
olarak tedvin edilmiştir. Kur’an’ı bir bütün olarak baştan sona tefsir eden ilk
şahıs Mukatil b. Süleyman’dır. Tedvin döneminin ilk tefsirlerinin ortak
özellikleri dilbilimsel tefsirler olmalarıdır. Tefsir çeşitlerini iki ana başlıkta
zikredebiliriz; mevzii ve mevzui tefsirler. Mevzii tefsir; müfessirin
Kur’an’daki sure sıralamasını esas alarak her ayeti birer birer açıklamasıdır.
İcmali tefsirde müfessir, ayetleri kelimeden hareket ederek literal bir okumayı
esas alır, ilahi mesajın ne olduğunu tespit cihetine gitmez. Bu mevzii icmali
tefsir iki yaklaşım ortaya çıkarır; sadece lafızları dikkate alan lafzi tefsir,
lafızlardan yola çıkarak ilahi iradenin maksadını ortaya koymaya çalışan yorum
eksenli tefsirdir.
Tahlili tefsirde;
nakli ve ictihadi tefsir geleneği yerine göre geniş veya dar anlamda uygulanır,
yani lafız ile anlam arasında hassas bir denge vardır.
Bunlar rivayet ve
dirayet tefsirleridir.
Rivayet
tefsirlerinin zayıf noktaları; uydurma rivayetlerin tefsire sokulması,
rivayetlerin tahkiksiz ve senetsiz nakledilmesi, israiliyata yer vermesidir.
Meşhur rivayet
müfessirleri ve tefsirleri; et-Taberi / Camiu’l Beyan (her ne kadar rivayet
tefsiri arasında sayılırsa da kullandığı kaynaklarda hiçbirşey bulamazsa Arap
dili bilgilerine dayanarak yorumlamaya çalışmasıyla, yapmış olduğu tenkid ve
tercihlerde dirayet tefsiri özelliği taşır) el-Begavi / Mealimu’t-Tenzil, İbn
Atiyye el-Endülüsi / el-Muharraru’l Veciz, İbnü’l Cevzi / Zadu’l-Mesir, İbn
Kesir / Tefsiru’l Kur’ani’l-Azim, es-Suyuti / ed-Dürrü’l-mensur.
Dirayet Tefsiri;
yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp, dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere
dayanılarak yapılan tefsirdir. Buna rey ve akli tefsir de denilir. Önce rivayet
kaynaklarına başvurulur, buradan elde edilen bilgi akıl süzgecinden geçirilir. Buna
ek olarak ilm-i mevhibeye de ihtiyaç duyulur.
Dirayet tefsirini;
ictihadın zan manasına olması ve de ayet, hadis ve sahabe sözlerinden getirilen
delillerle izin verilmemesini delil göstererek caiz görmeyenler vardır. Bu
ayet, hadis ve sahabe sözlerinin bilgisiz insanlar için geçerli olduğunu ve
Muaz b. Cebel örneğini de göz önüne alarak caiz görenler de vardır.
Dirayet tefsirinde,
öncelikle lugat, sarf, nahiv, iştikak, beyan, bedii, meani, kıraat,
usulu-d-din, usûl-i fıkıh, esbâb-ı nüzul, nesih-mensuh gibi ilimlerinin
bilinmesi, ön yargılı olunmaması, Kur’an’da kullanılan Arapça’nın bugünkü
Arapça olmadığının farkında olunması, kendi şahsı arzu ve isteklerine göre
hareket edilmemesi, hususlarına riayet edilmelidir.
Dirayet
tefsirlerinin öne çıkan isimleri; er-Razi / Mefatihu’l gayb, el-Beyzavi /
Envaru’t-Tenzil (eleştirilen yanı surelerin faziletine dair uydurma hadisler
içermesidir.), en-Nesefi / Medariku’t-Tenzil (Mutezili Zemahşeri’nin el-Keşşaf’ına
karşılık yazılmıştır), eş-Şirbini / es-Siracu’l-Münir (tefsirinde surelerin
faziletlerine dair hadis rivayetleri olmakla beraber bunların uydurma
olanlarını bildirmiştir, Ebussuud Efendi / İrşadu’l akli-s-selim (surelerin
fazileti ile ilgili nakiller bu tefsirde de vardır.) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak
Dini Kur’an Dili (yoğun bir dirayet tefsiridir, kevni ayetlerde Kur’an’ı ilme
değil, ilmi Kur’an’a mutabık kılmak gerektiğini söyler, kelami konularda fazla
yoğunlaşmamış, mezhepçilik yapmamış, israiliyatı tercih etmemiştir, hadis
tenkidinde aynı titizliği göstermemiştir.
Mevzui Tefsir;
konulu tefsir de denilebilir. Kur’an’daki herhangi bir meseleyi -inanç, toplum,
hayat, evren vb.- araştırma konusu yaparak değişik surelerde zikredilen
nassları nüzul sırasına göre ele alıp usulüne uygun bir şekilde incelemek
suretiyle onun pratik hayata uygunluğunu ortaya çıkarmaktır. Hz. Peygamberin
uygulamış olduğu, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri metodunu çağrıştırır.
TARİHTEN GÜNÜMÜZE
TEFSİR EKOLLERİ
1)
Mezhebi Tefsir Ekolü; Ehl-i sünnet dışındaki diğer
mezheplerde ortaya çıkan Kur’an’ı görüşüne uydurmaya çalışan tefsirlerdir.
A)
Mutezile; Vâsıl b. Ata kurmuştur. Tamamen
rastyonalist bir anlayıştan hareket eder. Akılla nakille çeliştiğinde akıl
tercih edilir. Beş esas üzerinde dururlar; tevhid, adl, vaad-vaid, menzile-beynel
menzileteyn, emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker. Mutezile’nin meşhurları;
el-İsfahani, Kadi Abdulcebbar, eş-Şerif el-Murteza, ez-Zemahşeri / el-Keşşaf
(Kur’an’ın belagi ve mucizevi yönünü ortaya koyması açısından otorite kabul
edilmiştir, israiliyat konusundaki titizliği, ahkamda mezhep taassubunun içine
girmeyişi olumludur.)
B)
Şia; Hz. Peygamberden sonra Hz. Ali’yi ve soyunu
halifeliğe layık görenlerin oluşturduğu topluluktur. Burada ele alınan Şia’nın
İmamiyye / Caferiyye adıyla anılanıdır. Mezhebin inanç esaslarının başında
gelen imamet anlayışı vahiy kurumunun devamı niteliğindedir yani imamın da
peygamber gibi Allah tarafından bildirilmesi ve peygamberler gibi ismet
sıfatına sahip olması söz konusudur. Böyle olunca da tefsirde de sadece
imamların rivayetleri sahihtir. Görüşlerini Kur’an’a dayandırmak için Batıni te’villere
çok yer vermişlerdir. Şia’nın meşhurları; el-Kummi, et-Tusi, et-Tabressi,
el-Becahti, et-Tabatabai.
C)
Harici; Şia’ya karşı bir tepki olarak ortaya
çıktığını söylemek mümkündür. Kur’an’ın lafzına sıkı sıkıya sarılırlar. En
meşhur tefsirci Muhammed b. Itfiyyiş’dir.
2)
İşari Tefsir Ekolü; yalnız tasavvuf erbabına açılan
birtakım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla Kur’an’ı açıklamaktır. Zühd ve
takva hareketi gelişerek tasavvuf olmuştu. Onlara göre Kur’an’ın zahiri
anlamının yanında Batıni bir anlamı da var. İlk temsilcileri; el-Hasan
el-Basri, Caferi Sadık, Abdullah b. Mübarek. Öne çıkan isim es-Sülemi’dir.
Gazzali’de gelişiminde önemli rol oynamış, Muhyiddin-i İbn Arabi ile de zirveye
ulaşmıştır. Eleştirilerin temelinde zahiri anlamın tamamen yorum dışına atılıp
ortaya konulan tefsiri delillendirecek sahih nakillerin bulunmasıdır.
3)
Fıkhi Tefsir Ekolü; ibadat, muamelat ve ukubatla
ilgili ayetlerin izahları ve hükümleriyle ilgilenir. Meşhurları; eş-Şafii,
et-Tahavi, el-Cassas, el-Kiya el-Harrasi ve Ebu Bekir İbnü’l Arabi’nin Ahkamu’l
Kur’an’larıdır.
4)
İlmi Tefsir Ekolü; Bu ekole göre Kur’an insana aklın
ilim yolunda kullanmayı öğütler ve bu, çağın telakkisine göre açıklanmalıdır. el-Gazzali
ile sistemleşmiştir. Fahruddin er-Razi, el-Mürsi, ez-Zerkeşi, es-Suyuti öne
çıkan isimlerdir. Katip Çelebi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı da sonraki dönem
isimlerdir. Tantavi Cevheri ile doruk noktasına ulaşmıştır. Emin el-Huli ve
diğerlerine göre bilimsel verilerin sürekli değişikliğe uğraması yüzünden Kur’an’da
varoldukları söylenemez. Böyle bir tefsir Kur’an’ın lugat ve belagatine de
zarar verir.
5)
İctimai Tefsir Ekolü; çağın toplumsal sorunlarını
nassların ışığı altında çözümlemektir. Kurucusu Muhammed Abduh’tur. Yöntemi
mushaftan ayetleri okuyup açıklamaktan ibaretti. Yaşadığı dönemin akılla
bilimin özdeşleştiği bir dönem olması hasebiyle Kur’an’ın da akla çok önem
verdiği savunmasını yapmak zorunda kalmıştır. Ekolün diğer önemli isimleri,
Reşid Rıza, Seyyit Kutub’tur. Akla verdiği önemle Modern Mutezile diye de
adlandırabiliriz. Taklidi şiddetle eleştirip batıl saymasıyla, israiliyata
karşı adeta savaş açmasıyla, mezhepçiliğe yer vermemesiyle olumlu
karşılanmışlar, aklı nakle tercih etmeleriyle, Buhari ve Müslim’de rivayet
edilen bir kısım hadisleri zayıf ve mevzu olarak nitelendirmeleriyle, aşırı te’vile
giderek Kur’an bütünlüğüne zarar vermeleriyle eleştirilmişlerdir.
6)
Modernist Tefsir Ekolü; Vahyedilmiş bir inanç ve
ameller pratiği olan Kur’an’ın bütün zamanlarda geçerli olduğunu iddia ederek
onu yaşanılan dönemde uygun yöntemlerle açıklamaktır. Bu ekol klasik modernist
olarak başlamıştır. Kurucuları Hintli olan Seyit Ahmet Han ve Emir Ali, Mısırlı
Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’tur. Taklide karşı bir tavır söz konusudur.
Tavırlarının arkasında onların dini, toplumsal hayattan uzaklaştırıp bireysel
hayata indirgeme istekleri vardır.
Çağdaş modernist (tarihselci) tefsirin
ilk temsilcisi Pakistanlı Fazlur-Rahman’dır. Diğer bir temsilcisi ise Fransız
Garaudy’dır. Garaudy Kur’an evrenselleştirilemez demektedir. En radikal söyleme
sahip olan Hasan Hanefi’dir. O, tarihselliği sadece vahyedilmiş metinlerin
değil Allah hakkındaki tasavvurların da bir özelliği olarak görmektedir.
Tarihselci modernistler ahkamın değişmesini talep etmiştir, örnek aldığı Batı
kutsal metindeki akıldışı şeyleri aklileştirmeye çalışırken. Tarihselci bir
yaklaşımla metne bağlı kalmadan Allah’ın maksadını tespit etmeye çalışmak Kur’an’ı
devre dışı bırakmak anlamına gelebilir. Hükmün değişebilirliğini modernistler
gibi zamanın değişmesine bağlı değil illetin değişmesine bağlamalıdır.
İslam dini bilgiye çok önem
veren bir dinidir. İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’ an ve Sünnet’ e
baktığımızda bunu çok rahat anlayabiliriz .
Kur’an’ı Kerim’de ilimle ilğili 700 civarında ayet vardır . Her on
ayetten biri ilimden bahsetmektedir . Ümmi bir peygambere okuma yazmanın dahi
genel olarak bilinmediği bir dönemde bu
ayetlerin nazil olduğu düşünülürse
gerçekten manidardır . Günümüz
Mü’minleri içinde sorgulanması gerekn bir durumdur .
Bilgi ve bütünlük kelimelerinin
anlamları : Bilgi
genelde bilen insan ile bilinen şey ( nesne ) arasındaki İlmin Bütünlüğü Çerçevesinde Tefsir
Usulü, Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü Okumaları Üzerine Değerlendirme Ayşe
KARAKAYA / 12912704 / Yüksek Lisans Bütün İslami ilimlerin kaynağı insanların dünya ve ahiret
saadetini sağlamak için yüce Allah tarafından inzal buyurulan kitabımız
Kur’an-ı Kerim’dir ve hepsinin ortak gayesi yüce kitabımızın en iyi şekilde
anlaşılması ve gereklerinin yerine getirilmesidir. Biz bu ilimlerden Kur’an-ı
Kerim’in lafız ve manalarının anlaşılmasını konu edinen tefsir, Kur’an-ı
Kerim’in hayata tatbikinin canlı örneği olan Peygamber Efendimizin söz, fiil ve
takrirlerini konu alan hadis ve yine Kur’an-ı Kerim’in insan hayatının ibadet
ve muamelat ile ilgili yönlerini düzenleyen hükümlerini ele alan fıkıh usullerinin
oluşumunu ve gelişimini mukayeseli olarak inceleyeceğiz. Öncelikle şunu
söyleyebiliriz ki, bu ilimler Cenab-ı Allah tarafından son Peygamber Hz.
Muhammed vasıtası ile gönderilen yeni şeriatın gereği gibi uygulanması için
ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar muvacehesinde paralel olarak bir gelişim
göstermişlerdir ve birbirleri ile ilişki içerisindedirler. Kur’an-ı Kerim’in
ilk ve en önemli tefsiri olan Peygamber Efendimizin açıklamalarını tefsir alanından,
İslam teşriinin en büyük iki kaynağı olan Kur’an ve Sünneti fıkıh alanından
ayrı düşünemeyiz. Her bir ilim dalı diğeri ile iç içedir ve birbirini
destekler. Nitekim Peygamber Efendimizin Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden
açıklamaları ve nüzul sebepleri ile ilgili haberler ilk olarak hadis
mecmualarında yer almıştır. Hadis mecmualarının kitabu’t-tefsir bölümlerinde
yer alan Peygamber Efendimizin ve sahabenin tefsirle ilgili beyanları rivayet
yoluyla nakledilmiş ve hadis ilminin bir kolu olarak gelişmiştir. Kaynağını Kur’an’dan alan her bir hüküm, Peygamber
Efendimizin açıklamalarıyla daha iyi anlaşılacak ve fıkıh usulü sayesinde
uyulması gereken bir kaide olarak kitaplardaki yerini alacaktır. Tefsir usulünün
konusu bu serüvende Kur’an elfazının inceliklerini araştırmak, müphem manaları,
diğer Kur’an ayetlerinden, Peygamberin açıklamalarından yola çıkarak
aydınlatmaya çalışacak kaideleri ortaya koymaktır. Hadis usulünün konusu ise
Kur’an ayetleri üzerinde Peygamber Efendimiz tarafından yapılan ve bize rivayet
yolu ile gelen açıklamaların haber değerini ortaya koymak, sahih olanını zayıf
ve uydurma olanından ayırmaktır. Fıkıh usulünün konusu da bütün bu verilerden
yola çıkarak, ferdin Allah ile, fert ile, toplum ile ve devlet ile hem dünyevi,
hem uhrevi anlamda ilişkilerini düzenleyen hukuk manzumesinin ve teşri
hükümlerinin oluşmasını sağlayacak düzenlemeleri yapmaktır. Bu anlamda hadis
usulü ilmi diğer ilimlerin bir adım önündedir. Çünkü Hazreti Peygamber devrinde
teşriin kaynağı, vahy-i ilahi ve ictihad-ı nebevi idi. Kendisine vahyolan
ayetleri tebliğ ve tebyin etmesi bu vazifenin birinci bölümünü oluşturuyordu. İkinci
kaynağa nisbetle vazifesi ise şartlara göre hüküm ortaya koyması, yani istinbat
ve istimdadda bulunmasıdır ki buna da ictihad-ı nebevi denir. Hazreti peygamberin
tetkik ve takdire dayanan bu içtihadı, Allah Teala’nın murakabesi altında
teşekkül etmiştir. İçtihat doğru olarak sadır olmuşsa Allah onu tasvip, hatalı
ise irşad eder. Dolayısıyla sünnet de Kur’an-ı Kerim ile birlikte uyulması
gereken bir kaynak olarak tarif ve tavsif edilmiştir. Bundan dolayıdır ki dini ahkâmın
oluşmasında gerek tebliğ ve gerek içtihat olarak Hazreti Peygamberden sadır
olan her türlü söz ve fiilin sahih ve güvenilir kaynaklara göre nakledilmesi
büyük önem taşımaktadır. İşte hadis usulü ilmi bu anlamda sağlam ve güvenilir
bir hadis külliyatı oluşmasında hayati öneme haizdir. Nitekim sonraki asırlarda
bazı siyasi ve itikadi fırkalar bozuk fikirlerini desteklemek için hadis
uydurma faaliyetlerine giriştiler. Bu arada cahil kişiler ile siyasi fırkalara
aşırı derecede bağlı olanlar, halkı kendi düşüncelerine teşvik etmek maksadıyla
hadisler uydurdular. Bu sebeple özellikle Iraklı hukukçular. Hadis kabulünde sıkı
şartlar ileri sürmüşlerdir ve bu tabiun dönemi sahih hadislerle, uydurulmuş
hadisleri birbirinden ayırmak için usullerin tedvin edilmeye başladığı dönem
olmuştur. Hadis ilminin tefsir usulü ile olan ilişkisi de Hazreti Peygamberin
Kur’an’ın ilk müfessiri olması cihetinden ele alınmalıdır. O, Kur’an’ın müphem
ve mücmelini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder, nasih ve mensuhunu
bildirir. Sahabe ayetlerin nüzul sebeplerini bildirmekle Kur’an’ın
anlaşılmasını gaye edinen tefsir usulünün oluşmasına katkıda bulunur. Sonraki
dönemlerde mezhep kurucularının Kur’an’a ve hadise bakış açılarındaki
farklılıklar re’y ve hadis ekollerinin oluşmasını intaç etmiştir. Ehl-i hadis
hüküm istinbatında Kur’an ve hadisi ön planda tutarken, ehl-i re’y yaşadıkları
coğrafya gereği kıyas, istihsan metodlarını öncelikli olarak kullanmışlardır. Netice olarak, bütün islami ilimlerin kaynağı yüce kitabımız
Kur’an-ı Kerim’dir. Tefsir alanı onu bir konu olarak ele alır ve açıklar, fıkıh
usulünün konusu da Kur’an’dır, ancak Hazreti Peygamberin açıklama ve
uygulamalarından yola çıkarak hükümler ve yaptırımlar ortaya koyar ve bu
ilimler insanlığa son ilahi mesaj Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve yaşanması,
insanın da bu mesaj ile hayatını anlamlandırması gayesine hizmet eder. KAYNAKLAR 1- Tefsir Usulü, Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU 2- Hadis Usulü, Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT 3- Fıkıh Usulü, Prof. Dr. Fahrettin ATAR FIKIH TARİHİ SÜRECİ FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI 1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu) Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir. Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir. Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir. 2- Sahabe Dönemi Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur. Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır. Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir. Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır. Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır. 3- Tabiun Dönemi Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti. Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir. Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır. a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır. b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir. c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir. d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır. e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır. g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır. h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir. Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur. Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır. Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur. Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir. 4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri) Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir. Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır: a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı. e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi f- İlmi Seyahatlerin Yapılması g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır. h- İlmi Münazaraların Yapılması İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır. 5- Taklid ve Duraklama Dönemi Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder. Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu. Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir. Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır. Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.. 6- Kanunlaştırma Dönemi Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir. a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır. c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır. d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır. e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur. FIKIH İLE FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK Fıkıh ilminin konusu, mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiillerin hükümleridir. Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf, hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri, tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir. Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini zikreder.İşte, Usûlcü mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır. HADİS TARİHİ VE USULÜ Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur. HADİS İLİMLERİ Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar. Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir. HADİS İSTİLAHLARI Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir. Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde değerlendirilir. Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır. Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var: Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim: Tirmizi (ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler: Muhaddislerin, ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu sözleri ile işaret etmektedir: HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI Sıhhat yönünden: Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir: Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir. Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir. Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır. Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler. Sahibi yönünden: Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir. Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir. Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir. Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir. Senedde uzunluğu yönünden: Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır. Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır. Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür. Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü: Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır. Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir. Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer: - Metin tenkidi Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır. Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır. Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır. HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir. Hadis kitaplarının türleri: Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır: Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir. Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir. Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır. Kütüb-ü Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der: Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır. Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır. SONUÇ FİKRET AKMAN ÖĞRENCİ NO:12912768
MURAT CAN /NO:12912777 YÜKSEK LİSANS
DERS;TEFSİR RİVAYETLERİNE GÖRE KUR’AN’IN NÜZUL
ORTAMI
Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh
Usûlü’
Okumasının
değerlendirilmesi
Yüce Allah’ın halife olarak yarattığı
insanoğlu yaratılış gayesini unutup şeytan’a, nefsine ve hevasına uyup ahlaki,
imani ve insani değerlerini yitirip cehaletin, haksızlığın, zulmun, zulmetmenin
bataklığında yüzmeye başlayınca, Rahmeti bol yüce mevla mağfiretinin tecellisi
olarak insanlara yol gösterici Peygamberler, kitaplar gönderip onlara hidayete,
kurtuluşa giden yolları gösterip açıklamıştır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) de bunlardan birisi ve sonuncusu idi. Ashab her
konuda ona başvuruyor, sıkıntılarını, sorunlarını Onun ve vahyin ışığı altında
halledip çözüme kavuşturuyorlardı. Allah Rasülü’nün Rafiki âlâya irtihalinden
sonra Ashab bu yöntemi kendi arasında uygulamaya devam etmiştir. İslam
topraklarının genişleyip deyişik millet ve kültürlerle karışıp kaynaşınca
sorunlar ve çözümler farklılaşmış, bunun sonucu olarakta genelde şifahi olarak
tevarüs edip yayılan işlami ilimler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.
Tefsir tarihi ve usulu, Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu bu
ilimlerdendir. Her biri kendi sahasında özel bir konuma sahip olmakla beraber
gaye ve amaca bakınca her üçününde hedefinin aynı olduğu anlaşılmaktadır.
Tefsir’in Doğuşu
Tefsir’in ortaya çıkışı Hz. Peygamber
(S.A.V.) ile başlamaktadır. Onun ashabına yapmış olduğu Kur’ani hakikatler,
tamamen onları irşada yöneliktir. Bunu da bazı vesileler ile
gerçekleştiriyordu.
1-
Ayet
okuyarak tefsir etmesi
2-
Ashaba
soru sorarak tefsir etmesi
3-
Sözünü
delillendirmek maksadıyla tefsir etmesi
4-
Sahabilerin
soru sorması üzerine tefsir etmesi
Allah Rasülü’nün Tefsir Yönemi
1-Mücmelin teybini
2-Mübhem’in tafsili
3-Mutlak’ın takyidi
4-Müşkil’in tavzihi
Hz. Peygamber (S.A.V.)in Kur’an’ın
tamamını veya bir kısmını tefsir etti diye islam âlimleri arasında ihtilaf
olmuştur.
Sahabe Tefsirinin Özellikleri
1-Yaptıkları açıklamalar mübhem,
garip,müşkil ve mücmel lafızlar ile sınırlı idi.
2-Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve
nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.
3-Aralarında tefsir ihtilafı olsada
bubir çeşitliliktir çelişki deyildir.
4-Ahkâm âyetleri ile ilgili âyetlerde
ictihade fazla rastlanmaz.
5-Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi
nakil yolu ile yapılıyordu.
Tefsirde en meşhur sahabiler Abdullah
b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Kab ve Hz.Ali
Tâbiûn dönemi
Bu dönem yefsir yöntemi sahabe dçnemi
ile aynı olmakla beraber bazı özellikleri ile onlardan ayrılırlar. Bunlar
1-Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.
2-Görüşlerin delillendirilmesi için
bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.
3-Şiirle istidlal edilmiştir.
4-Bazı konularda Ehli kitaba
başvurulmuştur.
5-Ekolleşmeler ve tefsir okulları
ortaya çıkmıştır.
6-Bu dönemden sonra Tefsir müstakil bir
ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.
Hadis Tarihi ve Usulü
Hadis ilminin konusu; hadisleri
nakleden raviler ve bu raviler tarafından nakledilen Peygamberimiz’e dair
rivayetlerdir.
Hadis ilminin amacı;hadislerin makbul
olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.
Hadis ilmi ve hadisle ilgili faaliyetler rivayet ve
dirayet olmak üzere 2 ye ayrılır.
HADİS İLMİNİN ÖNEMLİ ALT DALLARI
Hadis Tarihi
Hadisi tarih biliminin ölçütleriyle ele alır. Türkçe
yazılan ilk hadis tarihi kitabı İstanbul üniversitesi İlahiyat şubesi
hocalarından İsmail Hakkı tarafından 1924’de yazılmıştır.
İlk müstakil Türkçe eser Ankara üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmış olduğu ve ilk
baskısı 1977 ‘de neşredilen Hadis Tarihi isimli eserdir.
Hadis Usulü:Hadis
ilmi hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis
tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis
usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.Hadis
usulü kitapları Mütekaddimun ve Müteahhirun dönemleri denilen iki dönemde ele
alınır. Hadis tarihinde klasik kitapların yazıldığı mütekaddimun dönemi h.4.
asrın başına, hatta bazılarına göre sonlarına kadar devam eder. Bundan
sonrasına müteahhirun dönemi denir.
Rical İlmi; Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül
kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri
konu edinmesi sebebiyledir. Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine
ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek, korumak
ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.
Rical
ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında olumsuz
kanaat, Ta’dil ise; olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.
İlelü’l-Hadis ilmi; İlal Arapça, sebep
hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur. Hadis ilmin de
illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi
hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür gizli kusur
taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi
hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları
bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.
Ğaribü’l-Hadis İlmi; Hadis ilminde
Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı
olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı
anlaşılır.
İhtilafül-Hadis İlmi; İhtilaf Arapçada iki
veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması
insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis
sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi
yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu
edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.
Usûlü’l-Fıkıhın
Doğuşu ve Gelişmesi
Allah Rasülü (S.A.V.)
Sahabe ve Tabiînden sonra, İslâm’a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı
söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla
birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni bir takım
problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar
çıkmaya başladı. Bunun sonucunda fıkıh usûlü ilmi hicrî ikinci asırda doğmaya başladı. Fıkıh
usûlü, fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler
verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı.
Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun
münâkaşasını yapıyorlardı.
Usûlü’l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn
Nedîm’in nakline göre İmam Ebû Yusuf’a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze
kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser,
İmam Şâfiî’nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak
bilinmektedir. Şafiî’nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde
mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişlerdir.
Usûlü’l-fıkıh sahasında eser yazan alimler
iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye
metotlarıdır.
a- Mütekellimîn metodu: Usûl kaideleri
delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî
ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep
imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir.
Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. usûlcülerin eserlerinde, örneklerin
dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin
ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.
b- Hanefî metodu: Bu metod mensupları,
kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının
ortaya koyduğu fer’î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar,
mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi
bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının
hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup
bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu
gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine
derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O
bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.
Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar
genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. daha kolay anlaşılması için
usulcüler yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Muhammed Ebu’z-Zehra,
Abdulkerim Zeydan ve Zekiyuddin Şâban’ın usûlleri burada zikredilebilir. Arapça
olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman’ın İmam Hatib
okulları için hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar’ın hazırladığı usûl de
zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir.
Usûlü’l-Fıkhın Konusu
Usûlü’l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî
hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve
onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine
konu edinir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela
emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini
koyar. Usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.
Usülü I-Fıkıhın Gayesi
Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere
tatbik etmek suretiyle şer’î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer’î
amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri
sayesinde şer’î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir.
Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih
imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin
dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri
kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski
müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap
bulmaya çalışır. Bununda yolu usulü fıkhı ve onun kaidelirini bilmekten geçer.
Sonuç olarak; Tefsir tarihi ve usulu,
Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu hakkında verilen özet bilgiden de
anlaşılacağıüzere her biri müstakil birer ilim olmakla beraber her biri diyerine muhtaçtır. Birbirlerinden
istifade etmektedir. Müctehid hüküm koyarken bu üç ilimden de yararlanır.
Delillerini onların ilkelerine göre ortaya koyup fikrinin ve ortaya koyduğu
hükmünün doğruluğunu isbata çalışır. Bu İslâmi ilimlerin asılda bir olduğunun
ve hedeflerinin aynı olmasındandır. İslâmi ilimlerin her birini müstakil
düşünmek ve ona göre fikir üretmek yanlış hatta telâfisi çok zor olan sonuçlara
götürebilir. Bunun idrakinde olan oryantalistler, İslâmi ilimlerin içerisine
kendi bozuk fikirlerini sokmak için bu üç ilimden müstağni lafızların zahirine
bakarak akli, felsefi, modern ve çağa uygun bahanesi ile İslâm’ın ruhuna aykırı
yeni fikirler üretmektedirler. İslâm âlimleri güncel meselelere çözümler
ararken, geleneğe bağlı olarak orijinal çıkış yolları aramalıdırlar.
Kaynakça
1-Muhsin DEMİRCİ. Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 11.
Baskı
2- Muhsin DEMİRCİ. TefsirUsulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 18.
Baskı 2012
3-Talat KOÇYİĞİT. Hadis Usulu T.D.V.Y. Ankara 2003 Yayın
No:251
4-Hadis Tarihi ve Usulü Açık öğretim Fakültesi Yayını
No:1111
5-Abdülkerim ZEYDAN. El-Veciz fi usulil fıkh 1.baskı
Müessesetür Risale Lübnan-Beyrut
6-medineweb.form Mekke Devri: Mekke devri Hz. Peygamberimizin vahye muhatap olduğu 610 yılından hicret ettiği 622 yılına kadar 13 yıllık bir zaman dilimini kapsar. Bu dönemde Kur'an'ın üçte birinden azı nazil olmuştur. Peygamberimiz bu dönemde daha çok ahlak inanç sahasında durmuştur. Hukuk ve ibadet sahası ile ilgili hususlar icmali şekliyle vardı, tafsili olarak Medine döneminde ortaya çıktı. Hukuk ve ibadet de inanç ve ahlaki temeller üzerinde durmaktadır. TEFSİR-HADİS-FIKIH USÜLLERİ VE USULU'D-DİN BAĞLAMINDA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ SORUNUNA MUKAYESELİ BİR
BAKIŞ Bu terkiple anlatılmak
istenen bilgi evreninde üretilen klasik veya
çağdaş her bilginin köken itibarıyla bir, ihtisas alanları arasında sağlam
bağların ve sistemler arası bilgi akışını sağlayan düzenli aktların bulunduğu, geçirgen,
sistematik ve bütünlüklü bir yapının üyesi olduğudur. Şu halde bilgi olmaklık
hüviyetini haiz hiçbir veri, sahaya öylesine serpiştirilmiş, dağınık ve
benzerleri de dâhil olmak üzere diğer bilgi türlerinden tamamen kopuk,
entelektüel nüveler değildir. Zira terkipteki “bütünlük” öğesi, “tümün”
bütün yapısal ve işlevsel hususiyetlerini içine alan tekil bir yapıya
delalet eder. Bu durumda “bilginin bütünlüğü” terkibini, tüm bilgileri orijin
bakımından tek bir asla göndererek tanımlamaya ek olarak zaman içindeki tüm
görüngü ve vecihlerini de içine alan külli ve sistematik bir epistemoloji
şeklinde tanımlayabiliriz. Orijinin tekliği meyanında yukarıdaki tanımı
tatbik edersek, Temel İslam Bilimlerinin temel metinlerin tespit ve yorum
biçimlerini temsil ettiklerini, dolayısıyla o metinlerden çıkıp sahaya yayılan
damarlar olduklarını söyleyebiliriz. Tarihsel öncelik sonralık, ardıllık gibi
kronolojiye ilişkin gerçeklikler de temel kaynakların ardından bu ilimlerin
birer disiplin olarak teşekkül ettiğini gösterir ki bu sözü edilen ilimleri
köken itibarıyla zaman bakımından daha önceki bir kaynağa göndermeyi mantıken
gerekli ve mümkün; kendilerinden sonraki vakalara nispet etmeyi ise muhal kılar.
Biraz daha nesnel ifadelerle, bu ilimler tedvin edildikleri devirlerde, kuramsal
bir bilgi sistemi halinde birden bire ve anlamsız bir şekilde ortaya çıkmamışlardır.
Muktezayı halin, yani bireysel ve toplumsal ihtiyaçların neticesinde, yine o
halin gerektirdiği evreler boyunca hayatın tedavülü ve tarihin devinimiyle
mütenasip bir seyir içinde gelişerek tedvin çağına gelmişlerdir. Bir ilim
olarak istiklale vakıf oldukları saatten geriye doğru gittiğimizde bu ilimlerin
aralarında köken birliğinin var olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz. Nitekim nüzul döneminde, lügat anlamlarıyla
gündelik hayatta kullanılan fıkıh, hadis, tefsir vb. lafızların sistematik bilgilere
delalet eden terim anlamlarıyla kullanımlarının tedvin çağına tekabül ettiği
muhakkaktır. Örneğin ayetlerde kapalı kalan ifadelerin basit düzeyde izahına
yönelik girişimler manasında tefsir sözcüğünün ve gerekse Kur’an metninin
literal manasının yanı sıra hikmet ve esprisini de bilmeyi ifade edecek manada fıkıh
tabirinin erken dönemlerde kullanıldığını biliyoruz. Ancak bu yorumsama
çabalarına ilişkin bilgilerin konu ve metot bakımından henüz o dönemlerde
ayrışmadıkları, hatta birbirlerinin içine geçmiş vaziyette bulunduklarını
belirtmek gerekir. Örneğin tefsire veya fıkha müstenit ifadeler hala nakil
düzeyindeydiler ve hadis ilminin içinde telakki ediliyorlardı. Kelamdan söz
etmek içinse henüz çok erkendi. Yukarıda da değinildiği gibi bu ilimler tedvin
döneminde teşekkül etti ve kuşku yok ki bu ilimlere ilişkin usullerin teşekkülü
de eşzamanlı bir sürecin ürünüydü. Yazıyla sabit bir metin olması hasebiyle
Kur’an’ın lâfzî, fizikî ve lügavî olarak gelecek nesillere nakledilmesi rivayet
kültürünü gerektirmeyebilirdi. Evet, hafızlar tarafından hıfzedilen ayetler,
indikleri anda yazıya geçiriliyordu. Hatta çoğunluğunu vahiy kâtiplerinin
oluşturduğu bir zümrenin özel Mushafları dahi vardı. Yine de tarih aksi yönde
tecelli etti. Yazılı nüshalara rağmen erken dönmede Kur’an, toplum
katmanlarında genellikle yazıyla değil de şifahi nakillerle yayıldı. Bu uygulama
basit bir prosedür değildi. Teknik açıdan Kur’an’ın tabi olduğu tevatür
formunda nakil, rivayet kültürünün varlık biçimlerinden sadece biriydi ve
daha sonraları bu yöntem ziyadesiyle hadiste istihdam edilecekti. Dahası hadis
ilmi rivayete ilişkin umdelerini temel metnin oluşumu esnasında O ümmi Nebi
(sav)’in talim ve terbiyesinde ilk nüvelerinin verildiği bu gibi tatbikat ve
talimatlarından alacaktı.[1] Nihayetinde rivayetler geçmişin bilgisini
taşıyan bilgi öbekleri halinde düşünce evrenimizdeki hususi yerlerini aldılar.
Ancak bu yolla nakledilen bilgilerin hem şekil hem de esas itibarıyla, yine bu
yolun muktezasına cevap verebilecek yöntemlerle test edilmesi gerekiyordu. Bilginin
güvenilirliğini özneler düzeyinde temsil eden son derece sağlam ve titizlik
gerektiren bir tenkit ilkesi olarak “cerh ve ta’dil” gibi kavramlar entelektüel
hayatımıza ıstılah düzeyinde işte tam bu safhada girdi; ancak pratik olarak
zaten meri idiler. Örneğin erken dönemde, Kur’an’ın cem’i hadisesinde vahiy
metinlerinin yazılı halleri tek başına yeterli bulunmamış, o metni kimin
getirdiği, hangi kanallardan ve hangi süreçlerden geçerek aldığı, hatta dini ve
ahlaki, sosyal ve iktisadi muameleleri ne biçimde yürüttüğü gibi metinle
doğrudan alakası olmayan harici hallere dahi bakılmıştı. Netice itibarıyla tarihte özgün vakası olan ve tarihsel gerçekliği ihmal etmesi mümkün olmayan bu
metin, nakil noktasında da gerçek zamanlı hikâyelerin sözel formlarına, yani
rivayetlere ve o formları taşıyacak gerçek öznelere, yani râvîlere ihtiyaç duymaktaydı.
Aksi halde sosyal mesnetten yoksun, boşlukta oluşmuş, bu yüzden de tecrübe
edilmemiş tarih dışı, hayalî bir metin olarak tarihin arşivinde kalırdı. Cerh
ve tadil ilkesi onun sağlam yöntemlerle ve güvenilir nakil araçları ile
çağlara intikalini temin ediyordu. Böylelikle İslami
bilginin nakline ve nesnelliğine ilişkin bir usül olarak aslında kendinin de
ait olduğu bilgi havzasının zemini sağlamlaştırıyordu. Kur’an gerçek bir tarihin içinden geçerek gelmekteydi,
son derece hakikiydi ve vakıayla reel irtibatı vardı. Dolayısıyla, sırf
dilbilimsel yorum faaliyetleri ile maksatlarının tam olarak anlaşılması mümkün
değildi; teşekkül sürecine de vakıf olmak gerekiyordu. İşte tam da bu noktada
devreye kaynak metinlerin teşekkülü ile çağdaş başka özneler giriyordu ki sahabe
ismi ile anılan bu öznelerin içtihat ve yorumları gerek tefsir, gerek fıkıh,
gerekse kelam için ilk mesabesinde vahyin tatbikini tahkiye eden orijinal rivayetlerdi
ve bu rivayetlerden bir yorumsama tekniği/usül üretilebilirdi. Peki,
onların bilgisine güvenlikli bir şekilde nasıl ulaşılacaktı? Buradaki boşluğu tarih/siyer ve hadis ilmi
doldurdu. Hadis mecmualarında ve bir kısım rivayet tefsirinde geçen pek çok rivayet,
temel metinlerin nüzul asrında Rasulullah tarafından, ardından Sahabe
tarafından nasıl işlendiğini göstermekteydi. Bu dönemde kaynak metinlerin ilk
yorumları oluştu. Kur’an ve Sünnete ek olarak sahabe rey ve içtihadı da
artık referans metin hüviyetini kazanıyordu. Takip eden nesillerce aynı şekilde
anlaşılmış olmalıdır ki ilk neslin rivayetleri bilhassa rivayet tefsirlerinde
hadislerle birlikte mütalaa edilmişti. Tefsirin görevi ayetleri nüzulle eşzamanlı olarak ilk
muhatapların anladıkları gibi anlamaya çalışmaktı. Bunun için dilbilimin yanı sıra tarihin de bilgisine ihtiyaç vardı.
Söz konusu bilgi hadis külliyatında ve tarih kitaplarında mevcuttu. Üstelik
hadis ilgili malumatı ham halde bırakmamış, tenkite tabi tutarak
güvenilirliğini test etmişti. Hadis usûlü, rivayete dair umdeleriyle ve
tarihsel süreçlere tanıklığıyla nakle dayalı bilginin işlenme yöntem ve
kaidelerini belirliyor, Kur’an dâhil bütün kaynak metinleri tanımlıyordu. Fıkıh
ve Kelamsa “Sebebin hususiliğine rağmen, lafzın umumi olabileceği”[2]
prensibine dayanarak ilahi metni sebebinden bağımsız umumi bir metin olarak
telakki edebiliyordu. Bu bağlamda Kur’an’ı saf metin olarak, dil ve mantık
kurallarıyla, nass, zahir, mücmel, mübeyyen, âmm, hâss, mutlak,
mukayyet, hitabın mana ve konusu, lahne’l-hitab, hitabın delili, nesh ve
koşulları, çok anlamlılık, eş anlamlılık ve zıt anlamlılık gibi durumlar, Arap
dil enstrümanları (dilbilim, etimoloji, morfoloji, linguistik, semantik,
retorik ve semiyotik), kontekst/siyak-sibak, lafzın zihne mütebadiren doğan
anlamı; hakikatin mecaza, umumun hususa, mutlağın mukayyete, istiklalin idmara
takdimi, te’hire dair bir karine bulunmadıkça kelamın orijinal tertibini esas
almak gibi karinelere bağlı kalınarak okunuyordu. İşbu karineler her ne kadar
farklı ihtisas alanlarında farklı hiyerarşiyle takdim edilseler de genel espri
itibarıyla müşterek olarak istihdam ediliyordu. Bundan ötürü farklı sahalarda kaleme alınmış usül
kitaplarında farklılıklara rağmen ortak bir terminolojiye ve vücûh ve’n-nezâir,
hakikat-mecaz, muhkem müteşâbih, kıraat, esbâb-ı nüzul, nasih-mensuh, kıssalar,
siyer, rivayetler ve bunun gibi müşterek temalı konu başlıklarına rastlanır. Bu
durum aynı temel kaynakların yorumsanmasına ilişkin usullerin konu bütünlüğü
dolayısıyla pek çok noktada kesişmek durumunda olmasındandır. Sıddık BAYSAL, Temel İslam Bilimleri Ana
Bilim Dalı-Tefsir Bölümü, Doktora [1]
Basit bir örnekle hadislerin yazılmasının nüzul döneminde yasaklanması, “bana taammüden
yalan isnat eden cehennemdeki yerini hazırlasın.” şeklindeki ifade rivayet
kültürünün disiplinsiz hareket etmesine mani oluyordu. [2] Hafız Celaluddin Abdurrahman es-SUYUTİ, el-İtkan fi
Ulumi’l-Kur’an, Daru ibn Kesir, Dımaşk 1996, c. II, s. 95-96 AYSUN ÖZSUNAR /YÜKSEK LİSANS TEFSİR TARİHİ, HADİS
TARİHİ VE FIKIH TARİHİ
Kur’an’i Tefsir kavramıyla,Kur’an’ın indiği dönemden gündümüze kadar
olan tarihi süreç içerisinde Kur’an’ın anlamlandırılması ve yorumlanması
amacıyla yapılan tüm anlanlandırma çalışmaları kastedilmektedir.
Tefsir rivayetleri, günümüze kadar değişik biçimlerde ve muhtevalarda
tezahür etmiştir.İslam toplumunun tarihi, kültürel,ilmi,fikri, ekonomik,
siyasi, ahlaki, sosyal vb.alanlarda dönüşüm seyrinde İslam alimleri içinde bulundukları
bu ortam ve tarihi süreç
içerisinde, ortamdaki siyasi, iktisadi, ahlaki,
ilmi ve felsefi,ideolojik vs. gibi oluşumlardan etkilenerek ,kendi ilim
kapesitesi,kavrayış derecesi,çeşitli ilim dallarındaki ihtisasına,siyasi ve
mezhebi kanatlarına ve şuuruna göre Kur’an’ı
açıklamıştır.
Kur’an’ı Kerim birçok ilimlerle içeçedir.Kur’an’da görülen ilimlerin
başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz; Tefsir,hadis,fıkıh,kelam, ahlak, hitabet,
belağat, mantık, matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji,tarih,
sosyoloji ve psikoloji vb.daha pek çok ilimleri sayabiliriz.İyi bir müfessir ne
kadar çok ilimlere ve fenlere vakıf olursa ,Kur’an’nın hakikatlarını yansıtmada
o kadar başarılı olur.
Kur’an’ı Kerimi’i ilk tefsir eden Hz.Peygamberdir. Hz.Muhammed, Kur’an
tefsirinin aslı ve esasıdır.O mutlak olarak,İnsanlar içinde, Kur’an’ı en iyi
bilen ve en iyi anlayandır.Bu yüzden,Hz.Peygamber,Yüce Allah tarafından Kur’an
diliyle kendisine gelen vahiyleri diğer insanlara duyurmak (tebliğ) ve onlara
açıklamakla (teybin)ile vazifelendirilmiştir.İslamda tefsir hareketi
Hz.Peygamber döneminde kendi iç bünyesinden doğmuş ve önemli iki kaynağı ortaya
çıkmıştır.Onlarda Kur’an ve Hz.Peygamberdir.
Hz.Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ait olan hadis ilmi Kur’an
tefsirinde en önemli kaynak kabul edilmiştir.Kur’andaki hükümlerin ekserisi
genel olduğundan, bu hükümleri açıklamak için daima sünnete ihitiyaç
duyulmuştur.Bu bakımdan başlangıçtan
beri,Hz.Peygamberin hadisleri,İslam teşriinin ve Kur’an tefsirinin ikinci
kaynağı olmuştur.Hz.Peygamberin hadisleri dikkatle takip edilerek,onları
hafızalarda tutmaya ve toplamaya önem verilmiştir.
İslam tarihi diğer milletlerin tarihi gibi dünya tarihinin bir
parçasıdır.Hadisin büyük bir kısmı tarih ile ilgilidir.İslam tarihi denilen
büyük bir tarih vardır ki,Peygamberin ne yaptığı, Kur’an’ı hadislere nasıl ve
ne suretle tatbik ettiği,onun vücuda getirdiği muazzam inkılap,Peygamberin dört
halifesi ile diğer Ashabın ne yolda haraket ettikleri hep hadis ve asar ile
bilinmiştir.Hadis tarihi,Kaynakların doğruluğu, ravilerin mazbut olması ve
senetlerin bir silsile halinde devam etmesi,ilmi tenkit metotlarına uygun
olması ile başka tarihlerden üstün bir mevkide yerini almıştır.
Fıkıh Tarihi ise, Hz.Peygamber, Sahabe ve Tabiin devirlerinden sonra hicri ikinci asrın
sonlarına doğru ortaya çıkmış bir disiplindir. Hz. Peygamber zamanında Sahabe
hükümleri bizzat Hz. Peygamberin söz, fiil yahut takrirlerinden öğreniyor ve herhangi bir metoda baş vurmayı
gerek duymuyordu. Hz. Peygamberin vefat
ı ve İslam fetihleriyle beraber farklı
kültür, dil, din, ve ırklara mensup geniş kitlerler islama girmiş ve kendi
kültürlerini de girdikleri yeni dine yansıtmışlar, bu da İslami açılardan
problemler doğurmuştur.İşte bu şekilde doğan fıkıh ilmide birçok merhaleden
geçerek günümüze kadar gelmiştir..
Aşağıda Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi ve Fıkıh Tarihi birçok arkadaşımızın
kolayca anlayabilmeleri için şematik olarak düzenlenmiş kısa bir özeti yapılmıştır. NAZIM ÇETİN : 12912769
Y.LİSANS (1) FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ
GELİŞİM SAFHALARI 1- Hz. Peygamber Dönemi
(Fıkhın Doğuşu) 2- Sahabe dönemi 3- Tabiun Dönemi 4- Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi
(Büyük Müctehid İmamlar Dönemi) 5- Taklid ve Duraklama
dönemi 6- Kanunlaştırma Dönemi 1-Hz. Peygamber Dönemi
(Fıkhın Doğuşu) Peygamber Efendimize
(s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat
Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Hadisler incelendiğinde
Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Hz.
Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler
gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz.
Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir. Kur’ân’ı Kerîm 23 yıda
indi. Kur’ân’da bütün hükümler detaylı olarak anlatılmadı Hz.Peygamber gerekli
oldukça onları açıkladı. Asr-ı saadette bilenler
bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda
senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye
soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları
meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir
konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide
sorabiliyorlardı. Bu devirde
meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki
bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu.Bu sebeplerden dolayı asr-ı
saadette iftâ usulü belirlenmemiştir. Bu devreye Hulefa-i
Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine
kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş,
farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce
karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur. Ashab içersinde yüzotuz
küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce
Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca
varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru
hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır. Bu devirde, farklı
bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi
etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh
ekolleri ortaya çıkmıştır.5 Nazari
fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri
araştırılmıştır. Sahabe döneminde farklı
fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı.
Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden
karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini
hayatını yaşıyordu 3- Tabiun Dönemi Bu devir, hicri 40
yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam
ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan,
kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.7 Hz. Osman’ın şehid
edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının
doğmasına sebep olmuştur. Tabiun döneminin önemli
özellikleri şunlardır. a- İslam alimleri
çeşitli şehirlere dağılmıştır. b- Hadis uydurma
hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha
titiz olmaya sevketmiştir. c- Hadisleri toplama
faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için
Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir. d- Fıkıh sahasında
tedvin hareketi başlamıştır. e- Fıkıh sahasında
ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile
örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. f- Üstad, muhit ve
malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır. g- Nazari fıkıh
çalışmaları başlamıştır. h- Arap olmayan bir çok
İslam alimi yetişmiştir.[1] Hulefa-i Raşidin’den
sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset
istikametinde dine müdahalesi vardı. Bu devir hicri 132
yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir
“Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife,
İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b.
Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir. Bu dönemin fıkhın altın
çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır: a- Ülkeyi Yöneten Abbasi
Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi b- İslam Ülkesinin
Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu
da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur.
Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü
zenginleşmiştir c- Kabiliyetli Kişilerin
Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması d- Fikir ve İctihad
Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna
veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva
istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı. e-Tefsir, Hadis, Kıraat,
Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi f- İlmi Seyahatlerin
Yapılması g- Fıkıh Mezheplerinin
Ortaya Çıkışı h- Fıkhi Istılahların
Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar
alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır. h- İlmi Münazaraların
Yapılması[1] d- Fıkıh sahasında
tedvin hareketi başlamıştır. e- Fıkıh sahasında
ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile
örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. f- Üstad, muhit ve
malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır. g- Nazari fıkıh
çalışmaları başlamıştır. h- Arap olmayan bir çok
İslam alimi yetişmiştir.[1] Hulefa-i Raşidin’den
sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset
istikametinde dine müdahalesi vardı. 4- Tebeü’t-Tâbiîn
(Müctehid İmamlar Devri) Bu devir hicri 132
yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir
“Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife,
İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b.
Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir. Bu dönemin fıkhın altın
çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır: a- Ülkeyi Yöneten Abbasi
Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi b- İslam Ülkesinin
Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu
da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur.
Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü
zenginleşmiştir c- Kabiliyetli Kişilerin
Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması d- Fikir ve İctihad
Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna
veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva
istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı. e-Tefsir, Hadis, Kıraat,
Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi f- İlmi Seyahatlerin
Yapılması g- Fıkıh Mezheplerinin
Ortaya Çıkışı h- Fıkhi Istılahların
Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar
alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır. h- İlmi Münazaraların
Yapılması[1] 5- Taklid ve Duraklama
Dönemi Bu devir hicri dördüncü
asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına
kadar devam eder. Daha önceki dönemlerde
ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de
istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise
taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir
müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya
muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu. Taklit ve taassup
ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam
dünyasında yerleşmesine etki etmiştir. 6- Kanunlaştırma Dönemi Mecellenin tedvini ile
başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik
olarak şu hususlar önem arz etmektedir. a- İslam ülkelerinde
kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. b-İctihadın önemi günden
güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır. c- Bazı İslam
ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır. d- İslam hukuku ile
ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır. e- Hem usul, hem furu
konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur. Fıkıh usûlünün,
terminolojik, ıstılâhî anlamı ise Fahrettin Atar tarafından “Fıkıh Usûlü”
isimli eserinde şu şekilde tarif edilmiştir: “1 - Şer’î hükümlerin, tafsilî
delillerden çıkarılmasını mümkün kılan kâideleri ve icmâli delilleri öğreten
bir ilimdir. Veya, 2 – İstinbât kâideleri ve icmâlî delillerdir. Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha
yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları
itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe
karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı
uygulamalarla mücadele etmektedirler..Hukuk aslı itibariyle muhafazakardır,
fıkıh da aynı şekilde geçmişteki uygulamaları göz önünde bulundurur.Ancak bu
fıkıh yapmayıp sadece eski fetvaları günümüze uyarlamaya çalışmayı gerektirmez.
Günümüz gelişen
şartlarının,ihtiyaçlarının,fıkhî konularının çözümleri bugün için yeni
fıkhî çalışmalarla çözülebilir. Fıkıh Usûlü´nün Gayesi : Faydaları : Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde Fıkh´ın kaynakları: Kur´ân, Sünnet
ve ictihâd idi. Nebî (s.a.s.) Muâz b. Cebel´i Yemen´e kâdî olarak gönderirken
ona ne ile hükmedeceğini sordu. O, önce Kitâb (Kur´ân) ile sonra Sünnet ile ve
daha sonra re´y ve ictihâd ile hükmedeceğini söyledi ve Peygamber (s.a.s.) de
bu cevaptan büyük bir memnuniyet duydu.[1]
Bu devrede Fıkıh Usûlü´nün haram, vâcib, mubah, farz gibi ıstılahları
ortaya çıktı. Her mezhep, kendisine ait bir takım usûller benimsedi. O
usûlleri uygulayarak hüküm çıkarıyordu. Bu devrede her mezhebin kendisine ait
fer´î kaynaklan vardı. Hanefîler, İstihsân kaynağım kullanırken, Şâfiîler buna
karşı çıkıyorlardı. Mâlîkîler, Istıslâh metoduna önem veriyorlardı. Bu devrede
ortaya çıkan ve önceleri tatbik olunan kaideler artık yavaş yavaş kitap haline
getirilmeye başlandı. İmâm
Şafiî (öl. 204)´nin "er-Risâle" adlı eseri, zamanımıza kadar gelmiş
ilk Fıkıh Usûlü kitabıdır. Sonuç; Fıkıh ilmi diğer ilimler gibi Hz.
Peygember döneminde başlamıştır.İslam’ın temel hedefi , iyi ve faydalı olan
şeyleri geliştirip, kötü ve zararlı olanları ortadan kaldırmaktır.Fıkıh’ın da
asıl gayesi budur.Allahü Tealâ bu gayeye ulaşmak için tedrîcilik, kolaylık,
nesh gibi yöntemler uygulamıştır.Tabii ve sosyal şartların değişmesi fıkıhın da
her yeni durum için yeni hükümler koymayı gerektirir. AYSUN ÖZSUNAR /YÜKSEK LİSANS TEFSİR TARİHİ, HADİS
TARİHİ VE FIKIH TARİHİ
Kur’an’i Tefsir kavramıyla,Kur’an’ın indiği dönemden gündümüze kadar
olan tarihi süreç içerisinde Kur’an’ın anlamlandırılması ve yorumlanması
amacıyla yapılan tüm anlanlandırma çalışmaları kastedilmektedir.
Tefsir rivayetleri, günümüze kadar değişik biçimlerde ve muhtevalarda
tezahür etmiştir.İslam toplumunun tarihi, kültürel,ilmi,fikri, ekonomik,
siyasi, ahlaki, sosyal vb.alanlarda dönüşüm seyrinde İslam alimleri içinde bulundukları
bu ortam ve tarihi süreç
içerisinde, ortamdaki siyasi, iktisadi, ahlaki,
ilmi ve felsefi,ideolojik vs. gibi oluşumlardan etkilenerek ,kendi ilim
kapesitesi,kavrayış derecesi,çeşitli ilim dallarındaki ihtisasına,siyasi ve
mezhebi kanatlarına ve şuuruna göre Kur’an’ı
açıklamıştır.
Kur’an’ı Kerim birçok ilimlerle içeçedir.Kur’an’da görülen ilimlerin
başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz; Tefsir,hadis,fıkıh,kelam, ahlak, hitabet,
belağat, mantık, matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji,tarih,
sosyoloji ve psikoloji vb.daha pek çok ilimleri sayabiliriz.İyi bir müfessir ne
kadar çok ilimlere ve fenlere vakıf olursa ,Kur’an’nın hakikatlarını yansıtmada
o kadar başarılı olur.
Kur’an’ı Kerimi’i ilk tefsir eden Hz.Peygamberdir. Hz.Muhammed, Kur’an
tefsirinin aslı ve esasıdır.O mutlak olarak,İnsanlar içinde, Kur’an’ı en iyi
bilen ve en iyi anlayandır.Bu yüzden,Hz.Peygamber,Yüce Allah tarafından Kur’an
diliyle kendisine gelen vahiyleri diğer insanlara duyurmak (tebliğ) ve onlara
açıklamakla (teybin)ile vazifelendirilmiştir.İslamda tefsir hareketi
Hz.Peygamber döneminde kendi iç bünyesinden doğmuş ve önemli iki kaynağı ortaya
çıkmıştır.Onlarda Kur’an ve Hz.Peygamberdir.
Hz.Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ait olan hadis ilmi Kur’an
tefsirinde en önemli kaynak kabul edilmiştir.Kur’andaki hükümlerin ekserisi
genel olduğundan, bu hükümleri açıklamak için daima sünnete ihitiyaç
duyulmuştur.Bu bakımdan başlangıçtan
beri,Hz.Peygamberin hadisleri,İslam teşriinin ve Kur’an tefsirinin ikinci
kaynağı olmuştur.Hz.Peygamberin hadisleri dikkatle takip edilerek,onları
hafızalarda tutmaya ve toplamaya önem verilmiştir.
İslam tarihi diğer milletlerin tarihi gibi dünya tarihinin bir
parçasıdır.Hadisin büyük bir kısmı tarih ile ilgilidir.İslam tarihi denilen
büyük bir tarih vardır ki,Peygamberin ne yaptığı, Kur’an’ı hadislere nasıl ve
ne suretle tatbik ettiği,onun vücuda getirdiği muazzam inkılap,Peygamberin dört
halifesi ile diğer Ashabın ne yolda haraket ettikleri hep hadis ve asar ile
bilinmiştir.Hadis tarihi,Kaynakların doğruluğu, ravilerin mazbut olması ve
senetlerin bir silsile halinde devam etmesi,ilmi tenkit metotlarına uygun
olması ile başka tarihlerden üstün bir mevkide yerini almıştır.
Fıkıh Tarihi ise, Hz.Peygamber, Sahabe ve Tabiin devirlerinden sonra hicri ikinci asrın
sonlarına doğru ortaya çıkmış bir disiplindir. Hz. Peygamber zamanında Sahabe
hükümleri bizzat Hz. Peygamberin söz, fiil yahut takrirlerinden öğreniyor ve herhangi bir metoda baş vurmayı
gerek duymuyordu. Hz. Peygamberin vefat
ı ve İslam fetihleriyle beraber farklı
kültür, dil, din, ve ırklara mensup geniş kitlerler islama girmiş ve kendi
kültürlerini de girdikleri yeni dine yansıtmışlar, bu da İslami açılardan
problemler doğurmuştur.İşte bu şekilde doğan fıkıh ilmide birçok merhaleden
geçerek günümüze kadar gelmiştir..
Aşağıda Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi ve Fıkıh Tarihi birçok arkadaşımızın
kolayca anlayabilmeleri için şematik olarak düzenlenerek kısa bir özeti yapılmıştır. AYSUN ÖZSUNAR /YÜKSEK LİSANS TEFSİR TARİHİ, HADİS
TARİHİ VE FIKIH TARİHİ
Kur’an’i Tefsir kavramıyla,Kur’an’ın indiği dönemden gündümüze kadar
olan tarihi süreç içerisinde Kur’an’ın anlamlandırılması ve yorumlanması
amacıyla yapılan tüm anlanlandırma çalışmaları kastedilmektedir.
Tefsir rivayetleri, günümüze kadar değişik biçimlerde ve muhtevalarda
tezahür etmiştir.İslam toplumunun tarihi, kültürel,ilmi,fikri, ekonomik,
siyasi, ahlaki, sosyal vb.alanlarda dönüşüm seyrinde İslam alimleri içinde bulundukları
bu ortam ve tarihi süreç
içerisinde, ortamdaki siyasi, iktisadi, ahlaki,
ilmi ve felsefi,ideolojik vs. gibi oluşumlardan etkilenerek ,kendi ilim
kapesitesi,kavrayış derecesi,çeşitli ilim dallarındaki ihtisasına,siyasi ve
mezhebi kanatlarına ve şuuruna göre Kur’an’ı
açıklamıştır.
Kur’an’ı Kerim birçok ilimlerle içeçedir.Kur’an’da görülen ilimlerin
başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz; Tefsir,hadis,fıkıh,kelam, ahlak, hitabet,
belağat, mantık, matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji,tarih,
sosyoloji ve psikoloji vb.daha pek çok ilimleri sayabiliriz.İyi bir müfessir ne
kadar çok ilimlere ve fenlere vakıf olursa ,Kur’an’nın hakikatlarını yansıtmada
o kadar başarılı olur.
Kur’an’ı Kerimi’i ilk tefsir eden Hz.Peygamberdir. Hz.Muhammed, Kur’an
tefsirinin aslı ve esasıdır.O mutlak olarak,İnsanlar içinde, Kur’an’ı en iyi
bilen ve en iyi anlayandır.Bu yüzden,Hz.Peygamber,Yüce Allah tarafından Kur’an
diliyle kendisine gelen vahiyleri diğer insanlara duyurmak (tebliğ) ve onlara
açıklamakla (teybin)ile vazifelendirilmiştir.İslamda tefsir hareketi
Hz.Peygamber döneminde kendi iç bünyesinden doğmuş ve önemli iki kaynağı ortaya
çıkmıştır.Onlarda Kur’an ve Hz.Peygamberdir.
Hz.Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ait olan hadis ilmi Kur’an
tefsirinde en önemli kaynak kabul edilmiştir.Kur’andaki hükümlerin ekserisi
genel olduğundan, bu hükümleri açıklamak için daima sünnete ihitiyaç
duyulmuştur.Bu bakımdan başlangıçtan
beri,Hz.Peygamberin hadisleri,İslam teşriinin ve Kur’an tefsirinin ikinci
kaynağı olmuştur.Hz.Peygamberin hadisleri dikkatle takip edilerek,onları
hafızalarda tutmaya ve toplamaya önem verilmiştir.
İslam tarihi diğer milletlerin tarihi gibi dünya tarihinin bir
parçasıdır.Hadisin büyük bir kısmı tarih ile ilgilidir.İslam tarihi denilen
büyük bir tarih vardır ki,Peygamberin ne yaptığı, Kur’an’ı hadislere nasıl ve
ne suretle tatbik ettiği,onun vücuda getirdiği muazzam inkılap,Peygamberin dört
halifesi ile diğer Ashabın ne yolda haraket ettikleri hep hadis ve asar ile
bilinmiştir.Hadis tarihi,Kaynakların doğruluğu, ravilerin mazbut olması ve
senetlerin bir silsile halinde devam etmesi,ilmi tenkit metotlarına uygun
olması ile başka tarihlerden üstün bir mevkide yerini almıştır.
Fıkıh Tarihi ise, Hz.Peygamber, Sahabe ve Tabiin devirlerinden sonra hicri ikinci asrın
sonlarına doğru ortaya çıkmış bir disiplindir. Hz. Peygamber zamanında Sahabe
hükümleri bizzat Hz. Peygamberin söz, fiil yahut takrirlerinden öğreniyor ve herhangi bir metoda baş vurmayı
gerek duymuyordu. Hz. Peygamberin vefat
ı ve İslam fetihleriyle beraber farklı
kültür, dil, din, ve ırklara mensup geniş kitlerler islama girmiş ve kendi
kültürlerini de girdikleri yeni dine yansıtmışlar, bu da İslami açılardan
problemler doğurmuştur.İşte bu şekilde doğan fıkıh ilmide birçok merhaleden
geçerek günümüze kadar gelmiştir..
Aşağıda Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi ve Fıkıh Tarihi birçok arkadaşımızın
kolayca anlayabilmeleri için şematik olarak düzenlenerek kısa bir özeti yapılmıştır. NAZIM ÇETİN :12912769
Y.LİSANS (1) Hz. Peygamber, bir taraftan
kendisine vahyedilen Kur'ân bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer
taraftan da manası anlaşılmayan hususları tebliğ ediyordu.[1]
Muhatapların ana dilleri Arapça olmasına rağmen müteşâbih ayetleri anlamakta
zorluk çekiyorlardı. Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı
anlama konusunda herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok
tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Bunların arasında kendilerine soru
sorulmadığı halde, Kur'ân'ı insanlara baştan sona anlatıp tefsir edenler de
vardı. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu dönemde Hz. Peygamberden öğrendikleri
bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı.
Tedvin dönemine gelindiğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen
rivayetler derlenip toparlanmıştır. Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman
insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de
yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı
mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır.[2]
Tefsire yönelik bütün bu gayretler hicrî II. asırda yazıya geçirilerek
tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu
gelişmelerin kaynağında Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Bu yüzden
tefsirin doğuşundan söz ederken ilk önce Hz. Peygamber'in tefsirini konu
edinmek gerekmektedir. [3] Kur’an’ı bir araya toplamak için Zeyd b.Sabit’in başkanlığında
bir heyet kuruldu.Hz.Peygamber efendimizin vefatından 6 ay sonra başlayan
Kur’ân’ı toplama faaliyeti yaklaşık olarak 1 yıl sürmüştür.Toplanan bu nusaya
Abdullah bin Mes’ud’un teklifiyle Mushaf adı verilmiştir. Kur’an’ın çoğaltılması (İstinsah):Kıraat
farklılıklarını önlemek ve Müslümanlar arasındaki birliğin korunmasını sağlamak
için Hz.Osman döneminde Kur’an’ı Kerim çoğaltılmaya ve diğer şehirlere
gönderilmeye başlanmıştır.Hz.Osman
Kur’an’ı çoğaltacak olan heyete bazı kurallar vermiştir.Bu kurallar ve
prensiplerle Kur’an çoğaltıldı. Kur’ân'ın Tertibi Kur’ân'ın tertibi mushaflarda
yazılı, kalplerde ezberlenmiş olduğu şekilde ardı arkasına okunması demektir. Bu tertip üç çeşittir: Birincisi kelimelerin tertibidir.
Herbir kelimenin âyetteki yerinde olması demektir. Bu da nas ve icmâ ile
sabittir. İkinci tür: Âyetlerin tertibidir. Bu
da her bir âyetin surenin o ayete ait
olan yerinde olması demektir.Bu da nas ve icma ile sabittir.Tercih edilen
görüşe göre bu tertibe uymak vaciptir,ona muhalefet haramdır. Üçüncü tür
sûrelerin tertibidir. Herbir sûrenin mushaftaki yerini alması demektir. Bu
ictihad ile sabittir. Dolayısıyla bu tertibe riâyet vacip değildir. Tefsirin Gerekliliği Müfessirler Kur'ân'ın, muhatapları
tarafından iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla onu, baştan sona tefsir
etmişlerdir. Bu faaliyet, tefsirin tedvin edildiği hicrî II. asrın sonlarından
başlayarak aralıksız bir şekilde günümüze kadar devam edegelmiştir. İşte sözü
edilen bu aktiviteler, tefsire yönelik tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki,
buna da "tefsir tarihi" denilir. Söz konusu tarihin başlangıçtan
bugüne kadar geçirmiş olduğu gelişim sürecinin bilinmesi elbette ki zaruridir. Seyyit Şerif Cürcâni Tâ’rîfât
adlı eserinde tefsiri şöyle tanımlar “Aslında tefsir açıklama ve izhar
etmektir.Şeriatta ise ayetin manasının durumunu , hikayesini ve nazil oluş
sebebini ona açık bir delaletle delalet edecek bir ifadeyle izah etmektir”
Kur’ân anlaşılmak ve yaşanmak üzere inmiştir. Kur’ân iyi anlaşılmadıkça onun
buyruklarını yaşamak mümkün değildir.Bize Kur’ân’ı ilk defa açıklayan Allah
Resulü olmuştur.Çünkü Kur’ân’ı Kerim’de onun vazifesinin tebliğ olduğu
belirtilmiştir. (Maide 67) Kur’ân ‘ın
anlaşılması bir zarurettir. Çünkü Rabbimiz Kur’ân ‘da “Biz sana mübarek bir
kitap indirdik ki ayetlerimi iyice düşünsünler ve akılları olanlarda ondan öğüt
alsınlar”buyurmuştur.(Sâd 24) [1] - el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44. [2] - Geniş bilgi için bkz. Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir
Problemleri, s. 25-32. [3] - Doç. Dr. Muhsin Demirci,
Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları: 279-280. Tefsir
İlminin Metodu Kur’ân’ı tefsir en sağlıklı ve doğru
yolu yine bizzat Kur’ân ayetleridir.Eğer bir ayetin tefsir ve izahı Kur’ân’da
mevcut olmazsa Peygamberin sünnetine başvurulur.Çünkü sünnet Kur’ân’ın
açıklamasından ibarettir.Başlangıçta tefsir hadisin bölümlerinden biri olarak
doğdu.Hz.Muhammed’in Kur’ân’ın bazı ayetlerinin anlamlarını açıklayan hadisleri
tefsir ilminin temelini meydana getirdi. Sünnet’in Kur’ân’ı
tefsir etmesi başka muhtelif şekillerde olmaktadır. 1.Sünnet Kur’ân’da gelen herhangi bir konuya muvafık olarak te’kît eder. 2.Sünnet Kur’ân’da murâd edilen hususu açıklar. 3.Sünnet Kur’ân’ın sükût ettiği hükmü ifade eder. Kur’ân bir şeyin helal
veya haram olduğunu belirtir.Hz.Peygamber Kur’ân’da belirtilmeyen diğer
şeylerin helal veya haram kısımlarından birisinin hükmüne nisbet ederek
belirler. Hz.Peygamber’in vefatından sonra sahabe Kur’ân’ı tefsir etmiştir.Bu
devirde Kur’ân’ın tamamı tefsir edilmemiş buna da lüzum görülmemiştir.Tefsir
edilen ayetler daha çok manası kapalı ve anlaşılması güç olan ayetlerdir. Tâbiûn devrinde Kur’ân’ın
tamamı tefsir edilirken bir taraftan da
görüş ve iddiaların delillendirilmesi maksadıyla ayet içinde kelime tabirlerin
açıklanmasına geniş yer verilerek daha mufassal
tefsirler meydana getirilmiştir.Bu dönemde hadis ve fıkıh gibi İslami
ilimlere paralel olarak tefsîr tedvîn
edilirken farklı duygu ve düşünceleri aksettiren tefsirler ortaya çıkmıştır.Bu
dönemde 3 tefsir medresesi şöhret kazanmıştır.Mekke medresesi , Medine
medresesi, Irak medresesi.Tebe-i tabiîn devrinde ise tefsir ilmi hadis içinden
içinden ayrılıp tamamiyle müstakil bir ilim hüviyeti kazanmıştır.Bu devirde ,
çoğu zamanımıza kadar intikal etmeyen büyük ve küçük hacimde pek çok tefsir
telîf edilmiştir.İlk devirde müfessirler iki gruba ayrılmışlardı.Bir kısmı
Kur’ân’ı kendi re’y ve içtihatlarıyla tefsir etmeyi kesinlikle caiz görmüyor ,
Hz.Peygamber’in “Her kim Kur’ân hakkında kendi re’yle konuşursa isabet olsa
bile hata etmiştir” (Ebu Davud Sünen II,287,Tirmizi ,Sünen,V,200) hadisini
delil göstermektedir.Diğer bir kısmı dil sahasındaki dirayetlerine esbabı nüzûl
,nasih ve mensûh gibi çeşitli Kur’ân ilimlerindeki vukuflarına dayanarak kendi
re’y ve içtihatlarıyla tefsir etmekte hiçbir mahsur görmüyorlardı.(KK..meal ve
tefsiri , T.Koçyiğit , İ.Cerrahoğlu C1 syf 36-50) Kur’ân
Tefsirindeki İhtilaf Hz.Peygamberden sonra Kur’ân’ın ayetlerinin yorumlanmasında değişik
görüşler ortaya çıkmıştır.Tefsirdeki ihtilaf sebeplerini şöylece
sıralayabiliriz. 1.Kıraat Farklılıkları , 2.İ’râb yönünden farklılık, 3.Kelimenin anlamında lisan bilginlerinin ihtilafları, 4. Mutlak ve mukayyet olma ihtimali , 5.Lafzın iki veya daha fazla anlama gelmesi, 6.Ayette hakikat ve mecaz ihtimalinin bulunması, 7.Ayetin umum veya husus ifade etmesi, 8.Kelimenin fazla olması ihtimali, 9.Ayetin hükmünün muhkem ve mensuh ola ihtimali, 10.Hz. Peygamber’den ve onun ashabından nakledilen tefsir rivayetlerinin
farklı olması. Tefsir
Çeşitleri 1.Rivayet Tefsiri : Kur’ân’da veya sünnette
veya sahabenin sözleri arasında Allah’ın kitabında kastettiği hususu
açıklayıcı nitelikte vârid olan rivayetlerden meydana gelir. 2.Dirayet Tefsiri : Rivayetle sınırlı kalmayıp dil , edebiyat , din ve
diğer ilimlere dayanılarak yapılan tefsirdir. 3.İşârî Tefsiri : Tarikat ve tasavvuf ehlinin ayetleri zahirini bunun bir
anlama tevil etmek maksadıyla ve ,işaret yoluyla geldiğini söyledikleri
tefsirdir.(İbni Kesir ,C1, s.418-430) Tefsir usûlü
Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması
bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl
kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir. Tefsir
usûlünün gayesi 1. Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle
ele alıp incelemek 2. Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı
olmak Sonuç olarak her bir ilim
dalının anlaşılmasına yardımcı olacak temel esasları öğrenmek ve bu esaslara
göre gerekli neticelere ulaşabilmek,kişi için oldukça önemlidir.Yüce Allah Kur’an’ın
üzerinde iyice düşünmeyi ve öğüt alınmasını emretmiştir.Ayetlerin anlamlarını
anlamadan öğüt almak mümkün değildir.Dolayısıyla Kur’an’ın usûlüne uygun ve
günümüz insanının anlayabileceği şekilde tefsir etmek bir zorunluluktur. YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN HADİS
TARİHİ – PROF. DR. TALÂT KOÇYİĞİT Lugat
manası olarak kadîmin zıddı cedîd manasına gelen hadis haber, haber vermek,
tebliğ etmek, nakletmek manalarında kullanılmıştır. Istılah
olarak ise umumiyet itibariyle Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla
birlikte söz, fiil ve takrirlerine de ıtlak olunarak sünnetin muradifi gibi
kullanılmıştır. Hatta bazı hadis uleması, yalnız Hz. Peygamberin sözlerine
değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberlere de ıtlak
etmişlerdir. Ama Talât Koçyiğit hadis kelimesini rivayet edilmiş sünnet
anlamında kullanıyor burada. Sünnet
İslamın teşriinde Kitaptan sonraki ilk kaynaktır. Allah Teala Hz. Peygamberi
Kur’an’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Mesela namaz kılınmasını emreden
ayetler mücmel olarak gelmiş fakat rikatlerin adedi, şekli ve vakitleri
Kur’an’da beyan edilmemiştir. Hz. Peygamber en geniş manasıyla teşrii kuvveti
elinde bulunduran otorite olarak kabul edilmiştir. Herhangi bir ihtilaf veya
hâdise zuhur etse Allah Teala elçisine hükmü bilinmek istenen mesele hakkında
bir veya birkaç ayet indirmiştir. Eğer ayet inmemişse Hz. Peygambere ictihadda
bulunmuştur. Beşer olarak hataya düştüğü noktalar vahiy yoluyla tashih
edilmiştir. Hz. Peygamberin Kur’an’ı tebliğ ettiği insanlar eski sert yaşama
biçimlerini bırakarak Hz. Peygamberin getirdiği yeni yaşam şeklini öğrenmek
için çok istekli olmuşlardır. İlk Müslümanlar Hz. Peygamberi örnek alarak
hayatlarını onun talimatına uygun olarak düzenlediklerinden erkek olsun kadın
olsun ondan ilim almaya önem vermişler, ondan topladıklarını büyük bir
titizlikle muhafaza etmeye çalışmışlardır. Böylelikle denebilir ki hadis
tedvini daha Hz. Peygamber döneminde başlamıştır. Bu toplama işi hafızaya tevdi
edilmiş yazıdan istifade etmek mümkün olmamıştır. Hz. Peygamber hadis
rivayetini teşvik etmiştir. Hz. Peygamberin sağlığında hadislerin tahrifi söz
konusu olamamıştır. Sahabe arasında çok hadis rivayet etmek pek hoş
görülmemiştir. Yanılmaktan korkmak onları bu işten alıkoymuştur. Hadisin
ilk devirde tedvin edilmemiş olması hiç yazılmadığı anlamına gelmez. Ama hadis
yazma işi iki devre yaşamıştır bu ilk devirde; hadis yazmanın yasak edildiği ve
ruhsat verildiği dönemler olarak. Yazma yasağının nedeni olarak yazının bu
devirde iyi gelişmediğiyle alakalı iyi yazı bilenlerin olmadığı gibi bir
gerekçenin yanı sıra asıl neden Kur’an sahifeleriyle karışma tehlikesidir.
İlimdeki ve insanların durumundaki hızlı gelişme neticesinde hadis yazılmasına
izin verilmiştir. İlk yazılı hadisler arasında Bizans İmparatoru’na, Acem
Kisrası’na, Mısırlı Mukavkıs’a, Habeş Necaşi’ye yazdığı mektupları,
anlaşmaları, memur tayinlerine dair yazılarını sayabiliriz. Bunların yanı sıra
Hz. Peygamberin sağlığında yazılmış Amr İbn Hazm, Halife Ebu Bekir ve Halife
Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri vardır. Bunlar incelendiğinde Amr İbn
Hazm’dan gelen rivayette görüş farklılıkları olsa da üçünün de içerik
bakımından birbiriyle uyuştuğu görülmektedir. Bu sadakat hadisleri üzerinden
hadis kitabeti yönünden şunlar söylenebilir: -
Hz. Peygamber dini hükümlerin neşri
için daha başlangıçta yazıya başvurmuştur. Bunlar yazılı bir şekilde sağlam bir
yolla nakledilmiştir. Zikredilen bazı hadis sahifeleri şunlardır; Abdullah İbn
Amr, Cabir İbn Abdillah, Ali İbn Ebi Talib, Semura İbn Cundeb, Ebu Hurayra, Abdullah
İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer, Said İbn Ubade’nin sahifeleri. Bu
bahsi geçen hadis sahifelerinden rivayet şekilleri sema’ veya vicadeten (aileye
intikal eden kitaplardan sema’ olmaksızın nakletmek) olmuştur. Vicade
hadisçiler arasında pek makbul görülmemiştir. Hadislerin
ilk kaynağı sahabedir. Sahabe de lugat yönünden sohbet kelimesinden müştak
mekan ve zaman tahdidi olmaksızın bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka
kimsedir yani ıstılahi olarak Hz. Peygamberi gören her Müslümandır. Bu tanımdan
farklı tanımlara rastlamak mümkündür. İbn Hacer’in tanımı daha evladır; Mümin
olarak Hz. Peygambere mulakî olan, araya irtidad devri girmiş olsa bile
Müslüman olarak ölen kimseye denir. Sahabe kelimesinin bu tarifine rağmen
aralarında bir üstünlük dereceleri olması muhakkaktır. Dört halife, aşere-i
mübeşşere, Bedir Ashabı vs. el-Hakim Ebu Abdillah en-Neysabûrî’nin sahabeyi
oniki tabaka halinde derecelendirmesi en meşhur olanıdır. Prof.
Dr. Muhammed Hamidullah Buharî’den işaret edilen hadisi ele alarak “Medine’de
hicretten hemen sonra yapılan sayımda erkek-kadın, ihtiyar herkesi şâmil olan
1500 sahabe sayısı açıklamaktadır. Hz. Peygamberin vefatı esnasında bu sayının
60.000 civarında olduğu rivayetler arasındadır. Ama bütün bu zikredilen
sahabenin hadis rivayet ettiği söylenemez. Bazı rivayetlere göre hadis rivayet
eden sahabe sayısı 1300 veya 1060 civarındadır. En çok hadis rivayet eden
sahabi Ebu Hurayra’dır (5374 hadis), ikinci sırada Abdullah İbn Ömer İbn Hattab
(2630 hadis), üçüncü ise Enes İbn Malik (2286 hadis), sonra sırasıyla Hz. Aişe,
Abdullah İbn Abbas, Cabir İbn Abdillah, Ebu Said el-Hudri gelir. Yani
sahabelerin hepsi ilimle uğraşmamıştır. İlimle uğraşanların da bir kısmı hadis,
bir kısmı fıkıh, tefsir gibi ilimlere ilgi duymuştur. Mesela “kavlu Abâdile”
diye meşhur sahabiler “Abdullah İbn Zubeyr, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn
Ömer İbn Hattab, Abdullah İbn Amr İbnu’l As’dır. Hadislerin
sıhhatinin garantisi ise sahabelerin adalet vasfına sahip olmalarıdır. Sahabe
Kur’an’da ve hadislerde övülmüştür. Ama Hz. Peygamber’den sonra siyasi
karışıklıklar olarak başlayıp itikadi farklılaşmalara varan fırka ve mezheb
çatışmalarında sahabenin bu özelliği adeta göz ardı edilmiştir. Sahabe
devrinde hadislerin yayılması fetihlerin yayılmasıyla gelişmiştir. Sahabeler de
fetihlere katılıp fethedilen topraklarda yaşamaya başlamışlar ve ilk iş olarak
yapılan iş ise Hz. Peygamberin yaptığı gibi mescit inşası olmuştur. İşte bu
mescitler âlim sahabilerin önderliğinde ilim merkezleri olmuştur. Bunlar;
Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır’dır. Medine’de Abdullah İbn Ömer,
Mekke’de Abdullah İbn Abbas, Kufe’de Abdullah İbn Mesud, Mısır’da Abdullah İbn
Amr İbni’l As, Basra’da Ebu Musa el-Eşarî ve Enes İbn Malik, Şam’da Muaz İbn
Cebel medreselerin teşekkülüne rol oynamıştır. Bu sahabelerin rivayet ettikleri
hadislerin sayısı ve onların ilimleri birbirine eş değildi, bu yüzden
gittikleri bölgelerde kendi bildiklerini öğrettiklerinden bilmediklerini
öğretememişlerdir ve böylelikle medreseler arasında farklılıklar olmuştur. Sahabe
arasında sâdır olan bu ahkam ile ilgili ihtilafın sebepleri şunlardır; iki veya
daha fazla manaya gelen lafızların olması yüzünden nassın bir manaya gelme
ihtimalinin yanında başka bir manaya gelme ihtimalinin de olması, sahabelerin
yaşadığı çevre ve ihtiyaçlarının farklı olması ama hadislerin sahabe devrinde
tedvin edilmemiş olması yüzünden müştereken müracatı sağlamamasıdır. İşte bu
ikincisi önem arzedip, insanların birbirinden hadis toplamak için seyahatlerin
başlangıç sebebi olmuştur. Bu seyahat hareketleri bir taraftan hadislerin daha
geniş ülkelere yayılmasını sağlarken diğer taraftan da hadis metninin değişik
şekillerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Başta
İslam dinine kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasi fırka, fıkhî
mezhepleri vs. medhetmek, teveccühlere nail olmak gibi çeşitli sebeplerle hadis
uydurma (mevzu) işine girişenler olmuştur. Hz.
Peygamber devrinde ve daha sonraki dönem olan dört halife devrinde hadis
vaz’ının olmadığını söylemekle birlikte Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan
Hz. Ali ve Muaviye arasında yaşanan çarpışmalarla devam eden karışıklıklar ve
sonrasında yeni siyasi fırkalar zuhur etti; Havaric, Râfıza, Mürcie, Kaderiyye,
Cehmiyye, Muşebbihe, Mümessile gibi. Bu tür ihtilafların yayılıp gelişmesinde
İslam’ın Arap yarımadasını aşıp daha önce başka dinlere mensup olup bunların
etkisini tam söküp atamayan veya zorunlu olarak Müslüman olup kin besleyen
insanların topraklarında yayılmasının etkisi çoktur. Zaten yukarıda zikredilen
fırkaların oluşumunun başlangıcı aslen Yahudi olan Abdullah İbn Sebe’nin
faaliyetleri neticesidir. Ortaya çıkan bu oluşumlar görüşlerinin doğruluğuna
halkı inandırabilmek için dini nasslara ihtiyaç duymuşlardır. Sahih hadiste
bulamadıklarını uydurma yoluna gitmişlerdir. Hariciler bu işten sakınmışlardır,
bu işte öne çıkıp öncülük edenler Şiiler olmuşlardır. Onları takip edenlere bir
kapı açmışlardır. Irak’ta hadis uydurma o dereceye ulaşmıştır ki oranın
hadislerine kuşkuyla bakılır hale gelmiştir. Bundan sonra hadiste seçicilik
olabilmesi için faaliyetlere girişilmiş hadisin tahammül ve rivayet
kaidelerini, ravilerin şartlarını, cerh ve ta’dil hükümlerini tespit eden bir
ilim teşekkül etmeye başlamıştır. Abbasiler
döneminde, zındıklar, ravendiyye, mukanna’iyye, hurraniyye gibi ilhad
hareketleri yoğunlaşmıştır. Bunun yanı sıra cebriyye (insan hiçbir şey yapmaya
kadir değildir, fiillerinde mecburdur, Kur’an mahluktur), kaderiyye (insan
kendi fiillerinin tam bir yaratıcısıdır), murci’e (kelimenin anlamı olan
ertelemek, terk etmek anlamından imanla küfür ile ilgili hükmün Allah’a terki
gerekir, iman artmaz eksilmez), mutezile (elmenzile beynelmenzileteyn formülü,
iman ve küfür meselesinde murtekibul kebire mümin de kafir de değildir, yalnız
şehadetleri batıldır, kaderin reddi vardır, Yunan felsefesi ile meşgul
olmuşlardır, Kur’an’ın mahluktur, cehmiyye ve kaderiyye diye de anılırlar) gibi
itikadi mezhepler ortaya çıkmıştır. Hadis
vaz’ının sebepleri; siyasi ihtilaflar, itikadi ihtilaflar, İslam düşmanlığı
(Nesâi şöyle der: Hadis vaz’ı ile meşgul olan kezzâbun Medine’de İbn Ebi Yahya,
Bağdat’ta el-Vâkıdî, Horasan’da Mukâtil İbn Süleyman ve Şam’da Muhammed İbn
Saîd’dir), ırk, belde ve mezhep taassubu, hikayeciler ve vâizler. Cerh
ve ta’dile duyulan ihtiyaç ise daha sahabe döneminin sonlarından itibaren yani
hadis vaz’ıyla birlikte başlamıştır. Beşeri zaafiyetler de diğer bir sebeptir
(hadislerin hıfzedilerek muhafazasından yazıya geçildiği zamanlarda hadiste ehil
olmayan kimseler de hadis işiyle meşgul olmuş ve hatalar yapabilmişlerdir).
Tedvin döneminde hadis ravileri diyanetine taalluk eden adaleti, hadisi
tahammül ve rivayetindeki dirayeti açısından incelemeye tatbik tutulmuşlardır. Böylelikle
sahih olan hadisin tarifi yapılırsa denir ki; râvileri âdil ve zâbıt, senedi
muttasıl olandır. Ve hatta râvilerin birbirlerine adalet ve zabt derecelerinin
üstünlüklerine göre sahih li zatihi ve sahih li gayrihi diye bile
isimlendirilmişlerdir. Râvisi ne kadar güvenilir olursa olsun diğer
rivayetlerden muhalif bir şekilde tek kalırsa buna da şâz adını vermişlerdir.
Şâzlar da kabul görmemiştir. İsnadında sahabe atlanmışsa mürsel, sahabeden
sonraki tabakalarda bir veya birkaç ravi atlanmışsa munkatı’ veya mu’zal isimlerini
almıştır. Bir yalan üzerine ittifak edemeyecek bir çoğunluk tarafından rivayet
edilen hadisler mütevatir diye adlandırılmıştır. Ve bunların doğrulukları
kesindir. Bunların dışında doğru olup olmadıklarını tespit için birtakım
karineler gereken hadiselere de âhâd denmiştir. Tek bir kişiyle gelen haber
garib veya ferd, iki kişiyle gelen aziz, üç veya fazlasıyla gelen meşhurdur. Ve
bunların sahih olup olmama konularıdır tetkike gerek duyulan. Bu tetkikler
birinci asrın sonlarından itibaren sıkı bir şekilde ele alınmıştır. Tedvine
gelince cemetmek ve toplamak manasına gelir. Hadis hususunda tedvin, hadislerin
iki kapak arasında bir kitap haline getirilmesidir. Yalnız tedvin kitabetten
farklıdır. Kitâbet Hz. Peygamber ve sahabe döneminde, sahabe tarafından
hadisleri yazma işiydi. Yani bazı sahabeler kendi hadislerini yazmışlardır.
Tedvine gelince kendi hadislerinin yanı sıra belki başka sahabelerden hadisleri
toplayarak biraraya getirmektir. Ömer İbn Abdilaziz’in emriyle hadis tedvinini
ilk yapan isim olarak İbn Şihâb ez-Zuhri (Hicri 124) zikredilir, yani hicri
birinci asrın sonu ikinci asrın başında. Bir
de tasnif var ki -üçüncü asırda ortaya çıkmıştır- o da, bu toplama işini
yaparken hadisleri sınıflandırmaktır. Bu kitaplara musannaf denilmiştir. Beş
grupta toplarız: a) siyer ve meğazi; Hz. Peygamberin sireti ve gazveleri ile
ilgili haberler – hicretin birinci asrının sonuna doğru tasnif edilmeye
başlanmıştır. b) sünen; fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkam hadisleri –
ikinci asrın başlarında tasnif edilmeye başlanmıştır. c) câmiler; sünenlerdeki
gibi ahkam hadisleriyle, siyer ve megazi konularını ve diğerlerini de kapsar –
hicri ikinci asırda tasnif edilmeye başlanmıştır. d) musannaflar; câmi gibi
bütün konuları kapsamayıp sünenlerden daha geniş bir muhteviyata sahiptir –
ikinci asırda tasnif edilmişlerdir. Tasnif
işinin ravi isimlerine göre bir araya getirilenine müsned denilmiştir. Bu
tasnif çalışmalarına hız veren âmiller de hadislerin yazılması ve toplanmasını
gerektiren âmillerden farklı değildir. Birkaçını sıralarsak: a)
Siyer ve meğazi; el-Vâkıdî
(Kitabu’l-Meğazi ve Kitabu’s-Sire), İbn Hişâm (Siret İbn Hişâm) b)
Musned; Yûnus İbn Habîb
(Musnedu’t-Tayâlisî), Ahmed İbn Hanbel (Musned) c)
Sunen; zikrolunan sahihlik
sırasıyla en-Nesâi (el-Muctebâ), Ebû Dâvûd (Sunen), et-Tirmizî (Sunen), İbn
Mace (Sunen) d)
Musannaf; Ebû Bekr İbn Ebî Şeybe
(Musannaf) e)
Câmi’ler; el-Buhârî
(el-Câmi’u’s-Sahih), Muslim (el-Câmi’u’s-Sahih) f)
Cüzler; Mustahrecler ve diğerleri 1.KİTAB:TEFSİR TARİHİ(PROF.DR.İSMAİL CERRAHOĞLU) 1.Kuran-ı Kerim Nasıl Bir Kitaptır? "Elif -Lam-Mim.Bu,o kitabtırdır ki ,kendisinde(ALLAH katından ğönderilmiş olduğunda)hiç şüphe yoktur.(O),Takva sahipleri için doğru yolun ta kendisidir." O'nun muhtelif yönleri ele alınarak yapılan pek çok tarifleri arasından en özlü olan bir tanesini sunabiliriz:Cebrail vasıtasıyla ,Hz.Peygambere vahiy yoluyla indirilmiş ,mushaflarda yazılmış,tevatürle nakledilmiş ,tilavetiyle taabbüd olunan ,kendine has özellikleri ihtiva eden ALLAH kelamıdır. 2.Tefsir Ve Te'vil Kelimelerinin Anlamları Tefsir kelimesi "Fesr"veya taklip tarikıyla "Sefr" köklerinden "Tef'il" vezninde bir mastardır.Fesr beyan etmek ,keşfetmek ,izhar etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak ğibi manalarda kulanıkmaktadır. Emin el Huli :"Fesr"veya "sefr"kelimelerinin her ikisi de keşif manasınadır."Sefr"kelimesinde zahiri maddi bir keşif,"fesr"kelimesinde ise manevi bir keşif görürüz ve bunlardan gelen tef'il babı ise manayı keşf ve ızhardır" Tefsir kelimesi ıslah olarak "müşkil olan lafızdan murat edilen şeyi keşfetmektir."şeklinde tarif edilir.Fakat bu kapalılık kelamın sahibinden bir beyana muhtaç olur.Onun için hakiki tefsir,ALLAH ve RASÜLÜ'nün beyanı ile yapılandır. Te'vil kelimesi evl kökünden tef'il ölçüsünde yapılan bir mastardır.Kelimenin aslı geri dönmek(rucu')manasınadır.Tef'il babı ise açıklamak,beyan,tefsir gibi anlamlarda kullanılır.Istılah olarak,"zahiri mutabık olan manayı iki ihtimalden birine hamletmektir. 2.KİTAP:HADİS TARİHİ(PROF.DR.TALAT KOÇYİĞİT) 1.Hadisin Lugat Ve Istılah Manası Gerek lugat ve gerekse ıstılah yönünden hadis kelimesinin arzettiği manalar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur. Lugat yönünden ;kadim(eski)nin zıddı cedid (yeni)mansına gelen hadis aynı zamanda haber manasına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller,haber vermek,tebliğ ve nakletmek gibi manalarda kullanılır. Istılah yönünden hadis,umumiyet itbariyle Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla beraber,İslam uleması arasında yine aynı manada kullanılan kelimenin medlulunu tarif bahis konusu olduğu zaman,bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır.Buna göre ,bazı usul ulemasının tarifinde hadis,Hz.Peygamberin söz,fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur;bu bakımdan kelime aynı manada kullanılan sünnetin muradifidir. Bazıları da ,hadisi yalnız Hz. Peygamberin sözlerine tahsis etmişler ,başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. 2.HADİSİN DEĞERİ Hadisin sünnete müradif bir manaya sahip olarak sahabe devrinde ve mütaakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul edilirse ,İslam Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve dinin tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış olacaktırÇünkü İslam teşriinde sünnetin ,Kitap (Kuran)dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği ,bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır. 3.KİTAP:İSLAM HUKUK FELSEFESİ(İLM-U USULİ'L FIKH)(DR.ABDU'L-VEHHAB HALLAF,ÇEV.PROF.DR.H.ATAY) Fıkhın Tarifi:fıkh,insanın sözleri ve işleriyle ilğili hususta nass bulunduğu zaman ,onlardan anlaşılan ,nass bulunmağı zaman diğer şeri delilllerden çıkarılan şer'i hükümlerin toplamından ibarettir. Buna ğöre şer'i terim olarak Fıkıh ilmi :Ameli(bedeni)işlerle ilğili hükümleri ayrı ayrı delillerinden elde eden ilimdir,ya da işlerle ilğili şer'i hükümlerin toplamıdır. Bilğinlerce işlerle ilğili şer'i hükümlerin kaynaklarının dört olduğu istikra yoluyla ortaya konmuştur:Kur'an,Sünnet,İcma ve Kıyas.Bu kaynakların esası ve ilk teşri' kaynağı Kur'an'dır.Sonra ğelen Sünet ,Kur'an'ın özet olanını açıklar ;ğenel olanını tahsis eder;mutlak olanını tayin(takyid) eder ve böylece onun açıllayıcısı ve tamamlayıcısı olur. Usulu'l-Fıkh,hükümlere delil olmaları bakımından şer'i delilller ve delillerden anlaşılmaları bakımından hükümlerle ilğili olan araştırmalar ve kaidelerden başka .her ikisine ait ek ve tamamlayıcı konulardan teşekkül eder.Buna ğöre .şer'i terim olarak Usulü'l-Fıkh ilmi şudur:Ayrı ayrı delillerden işlerle ilğili şer'i hükümlerin anlaşılmasına yarayan araştırma ve kaidelerin tümü... İSLAM
BİLİMLERİ’NDE BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ A. BİLGİ VE BİLİM KAVRAMLARININ İÇERİĞİ A.1. Bilginin
Kavramsal İçeriği Bilgi, kendi varlığının farkında olan insanın, kendisini, kendi iç
dünyasında ve etrafında olup bitenleri, evreni anlama ve anlamlandırma
çabasının sonucu olarak, bilinçlilik halini doğuran bilme faaliyetini anlamlı
kılan, bilme eyleminin karşılığı olan her şeydir. İnsanın varlığını sürdürebilmesi,
'' bilme ''sine bağlıdır. ''Bilme'' de ancak ''bilgi'' ile gerçekleşebilir.
İnsanın insanlığını gerçekleştirmesi de, kültür ve uygarlık yaratması da, ancak
bilgi ile mümkün olabilir. İnsan, özne olarak bilen ve bilmeyi isteyen bir varlıktır. Kendini ve
kendisi dışındaki şeyleri, nesneleri bilmek ister. Çünkü nesneler bilinmesi
gereken şeylerdir. Öyle ise, nesne araştırılan şeydir, yani insan bilgisinin
konusudıur. Dolayısıyla bilgi, özne ile nesne arasında kurulan bir bağdan
doğmaktadır. İnsan bu bağı, bilgi edimleri (fiil/act) ile kurar. Yani
bilgi özneden nesneye, insandan nesneye doğru yönelen bilinçlilik halidir.
Bilgi fiilinin olabilmesi için öznenin bilgi konusuna yönelmesi şarttır. Çünkü
yönelme olmadan bilgi olmaz. Bilginin elemanları, özne, nesne, öznenin
duyularla elde ettiği duyu verileri, onların soyutlanmasından elde edilen
kavramlar ve bu kavramlardan kurulan yargılardır. ÖZNE (İNSAN) ……1……..NESNE (VARLIKLAR) ………2………BİLGİ A.2. Bilimin Kavramsal İçeriği Kaynak ve aidiyet açısından açısından bilginin sağlamlığı, güvenilir ve sağlam
bilgiye ulaşabilmenin ön kuşulu gibidir. Bilimsel bilgi, birikimli bir bilgidir
; bütün bilim dallarında daha önce oluşmuş birikimin üzerine yeni bir şeyler
ilave edilerek yeni bilgiler, teoriler üretilir. Her bilim adamı, tutarlı ilmi
faaliyet için, öncelikle sahip olduğu, üretim için esas alacağı bilginin
kaynağını iyi bilmek zorundadır. Çünkü, kaynağı bilinmeyen bilginin içerik
bakımından sağlıklı bir değerlendirilmesini yapmak her zaman mümkün olmaz. İçerik açısından bilginin sağlam olup olmadığı tespit edilmeden, bilginin
bilimselliğinden söz etmek mümkün değildir. Müslümanlar, on dört asırlık zaman
diliminde, hayatın bütün alanlarından hiç de küçümsenemeyecek bir birikim oluşturmuşlardır.
Bu birikimin her ne kadar Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis gibi üretildiği alanların
bir kısmı belli ise de, bu dar alanlarda bile, malumat-bilim ayrımını
gerçekleştirebilmek pek mümkün değildir. O halde “doğru yöntem”, bize,
ulaşabildiğimiz bilginin içerik açısından vahyi bilgi-beşeri bilgi şeklinde
tasnifi işimizi büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. Bu durumda, beşeri bilginin
içeriğinin sağlamlığının araştırılmasının önünde hiçbir engel kalmamaktadır. Kavramların güvenilirliği sorunu, İslam Düşünce Tarihi'nin en temel problemlerinden
birisidir. Özellikle toplumsal boyut taşıyan kavramların, mezheplere, gruplara,
cemaatlere verilen isimlerin tarihsel akış içerisinde nasıl anlam
değişikliklerine uğradıkları, ve nasıl keyfi olarak kullanıldıkları zaman zaman
gözden kaçırılmıştır. Bunun sebebi, belki de '' süreç '' mantığının çok fazla
önplana çıkmayışı olabilir. İslam Bilimleri dediğimiz bütün alanlarda,
öncelikle kavramlar konusuna özen göstermek, İslam Düşüncesinin tarihi seyrini
anlamayı kolaylaştıracağı gibi, Müslümanların bilim dünyasına yapmış oldukları
katkının ortaya çıkmasına da imkan sağlayacaktır. Nesnel olgu-nesnel olgu arasındaki ilişkinin gözardı edilmesi, zaman, mekan
ve fikir kaynamasının farkında olunmaması, müslümanların mevcut birikimini
doğru değerlendirmeyi güçleştiren bir husustur. Hiçbir fikir, görüş ve düşünce
boşlukta doğmaz; her fikrin mutlaka sosyal, siyasal, teolojik, felsefi vb.
dayanak noktaları, ya da beslenme kaynakları ve oluştukları ortamları vardır.
İslam Bilimlerinin hangi dalında araştırma yapılırsa yapılsın, kavram konusuna
ve '' olay-olgu '' ilşkisine dikkat edilmediği sürece, geçmiş hakkında doğru
bilgi sahibi olmak, pek mümkün olmayacaktır. Bu da ancak, İslam Bilimleri
alanında metodoloji konusunda bir ortak paydanın sağlanması ile
gerçekleştirebilir. DEĞERLENDİRME-1 OLGU-1 OLAY………………………. DEĞERLENDİRME-2………………………….. OLGU-2 DEĞERLENDİRME-3 OLGU-3 B. İSLAM BİLİMLERİNİN TANIMI İlim genel anlamda, kendine özgü hedefleri, temel önermeleri, araştırma
alan ve yönetmeleri olan ve bir disiplini oluşturan düzenli bilgi şeklinde
tanımlanır. İlk dönemlerde Müslümanlar tarafından başlangıçta parça parça ve
belli konularda düzensiz bir şekilde ortaya konulan bilgilerin veya ilmi
faaliyetlerin, daha sonra kendine özgü hedefler ve temel önermeler oluşturarak
ve belli yöntemler kullanarak düzenli bilgiye veya bağımsız ilmi disiplinlere
dönüşmesiyle islam bilimlerinin kurumsallaşmaya başladığı görülmektedir. Başka
bir deyişle islam bilimi veya bilimlerinin doğası ve tarzı bu aşamadan itibaren
kendi öz kimliğine ve farklı karakterine kavuşmaktadır. Dolayısıyla islam
bilimleri temelinde amacında yaklaşımında alanına ve tutumunda kendine özgüdür.
Aslında müslümanların sadece İslam’ı anlamaya-yorumlamaya- savunmaya- yaşamaya
yönelik ilmi faaliyetlerde bulunmadıkları buna ilaveten insan kapasitesinin
kavrayabildiği bütün bilgi alanlarına yöneldikleri ve her alanda ilmi
faaliyette bulundukları bir gerçektir. Genel anlamda belli metotlar kullanarak
elde edilen savunulabilir sistemli bilgi için kim tarafından üretilirse
üretilsin herhangi bir nitelemede bulunmaksızın ilim veya bugünkü tanımıyla
bilim kavramı kullanılabilir. Bu anlamda bilim evrenseldir ve tüm insanlık için
ortak kullanım sahasına sahiptir. İslam bilimleri olarak görülebilecek disiplinler kelam, fıkıh ve fıkıh
usulü, tefsir ve hadistir. Bu bilimler, din olarak doğrudan İslam’a ait inanç,
ibadet, ahlak, haram-helal konularını
incelemektedir. Hz. Peygamber’in hayatı (siyer) ve sonraki islam tarihi, tarih
boyunca ortaya çıkan düşünce ekollerini inceleyen mezhepler tarihi, islam
bilginlerinin hayatını ele alan rical tarihi ve dini metinlerin anlaşılmasında
kullanılan arap dili ve belağatı islam bilimleri çerçevesine dahil
edilmektedir. İSLAM BİLİMLERİ/DİSİPLİNLERİ islam tarihi rical tarihi Sünnet/hadis İlahi vahiy/Kur’an fıkıh
kelam mezhepler
tarihi arap
dili ve belağatı C. İSLAM BİLİMLERİNİN TASNİFİ İslam
düşüncesinde bilimlerin kurumsallaşmasını ve gelenek oluşturmasını sağlayan
belli konu ve bilimlere ait eser yazma geleneği üç aşamada gelişmiştir. 1. devre: en kolay ve basit evredir. Bu bir görüşün, bir hadisi veya önemli bir
sözün müstakil bir sahifede kaydedilmesinden ibarettir. 2. devre: herhangi bir konudaki benzer görüşlerin veya hz. Peygamberin hadislerinin
bir kitapta toplandığı, tedvin edildiği devredir. Bu arada bir kitapta toplanan
fıkha ve tefsire dair haberlere de rastlanır. 3. devre: tasnifle zirveye ulaşan devredir. Çünkü bu dönemde görüşler ve yazılanlar
sıralanmış, düzenlenmiş ve belli konular ve özellikler çerçevesinde
dizilmiştir. Müslümanlar bu üçüncü devreye Abbasilerin 1. asrında ulaştılar.
Daha önceleri alimler hafızalarından konuşuyorlar veya münferit bir konudaki
bilgileri bir risalede topluyorlar veya ilmi, çeşitli sahifelerden
naklediyorlardı. bu durum hicri 150’lere kadar devam etmiştir. Müslüman
alimlerin tefsir, hadis, fıkıh, arapça, tarih ve megazi kitaplarını tasnife
başlamaları bu zaman rastlar. İslam düşüncesinde bilimlerin tasnif edilmeye başlandığı 3. asrın sonları
ile 4. asrın başlarına kadar pekçok siyasi ve itikadi mezhepler oluşmuş ve
farklı görüşleri destekleyen çok sayıda kelami eser kaleme alınmıştır.
İlimlerin tasnifinden önceki dönemde yazılan eserlerin büyük bir kısmı hadis,
fıkıh ve kelamla ilgiliydi. İlim kavramının sıklıkla kullanıldığı ve merkezi
bir yer işgal ettiği eserleri başında hadis literatürü gelmektedir. Esasen ilk
dönemde ilmin kapsamına Kur’an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili
dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır. Fakat sonraları hadis taraftarlarınca
ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı. Fıkıh, kelam ve tefsir
terimleri daha sonraki dönemlerde bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik
anlamlarını kazandılar. Aristo’nun eserlerinin arapçaya tercümesiyle birlikte
islam dünyasında sistemli dini bilginin dışında müslümanlara ait olmayan
biliginin varlığı anlaşıldı ve felsefe ve diğer yabancı bilimler de “ilimler”
sınıfına dahil edilidi. Bu sayede önceleri islam dini hakkındaki bilgiler
anlamında kullanılan “ulûm” terimi, bilimler ve ilmi disiplinler manasına
gelmeye başlamıştır. Nakli/dini İlimlerden tesfir, esas itibariyle Kur'an ilimleri denilen
çeşitli disiplinlerin birikimi üzerine inşa edilmiş olduğundan bu ilimler tefsir
ilmi için bir bakıma usule ait disiplinlerdir. Tesir ilmi literatürü, kendi içinde
rivayet ve dirayet tefsirleri olmak üzere iki kategoride değerlendirilmiştir.
Hadis ilmi de rivayetü'l-hadis ve dirayetü'l-hadis (ulümü'l-Hadis) şeklinde
ikiye ayrılır. Ulümü'l- Hadis tabiri, Kur'an ilimleri gibi Hadis usülünün temel
disiplinlerini oluşturmaktadır. Fıkıh İlmi, şeri-ameli hükümlerin furu denilen
ayrıntılı kısmını incelerken fıkıh usülü, bu feri hükümlerin kesinlik ifade
eden icmali delillerden nasıl çıkarılacağını ortaya koyar. Fıkıh usülü içinde
alt disiplinler arasında cedel ve hilaf ilmi ve feraiz gibi disiplinler de
vardır. Usülü'd-Din de denilen Kelam ilminin bölümleri ise, zaman içinde felsefeyle
iç içeliğinin sonucu olarak felsefi ilimleri andırır biçimde şekillenmiştir. D. İSLAM BİLİMLERİ (ÖZELDE TEFSİR, HADİS VE FIKIH)’ NİN TARİHSEL BAĞLAMDA
DEĞERLENDİRİLMESİ Dini İlimlerin omurgasını oluşturan tefsir-hadis-fıkıh
sahasındaki ilmi faaliyetler Medine döneminde ve Emevi çağının başlangıcında,
temelde Kur'an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştı. Emevilerin
sonları ve Abbasilerin birinci döneminde, alimlerin çoğunluğu, dini ilimlerle
meşgul oldu. Bu asırda iki tür ekol ortaya çıktı. Birinci grubun ilmi
çalışmalarında, nakilcilik ve mevcut ilmi birikimi öğrenip aktarmak hakim idi.
Bunlara Ehl-i Hadis denirdi. İkinci grubun çalışmalarında ise, yeni görüşler ve
akli temellendirmeler üretme anlayışı hakimdi. Bunlara da akılcı denirdi. İslam
bilimleri, bu iki ekolün gayretleri ve çalışmalarıyla oluşmaya başladı. Bu sebeple İslam düşüncesinde yaklaşık h.143 yılı İslam bilimlerinin
oluşmasının ve tedvin faaliyetinin başlangıç tarihi olarak belirlenmiştir. H.136-150
yılları arasında hilafet makamında oturan Abbasi halifesi Mansur döneminde
bizzat devletin gözetiminde başlatılan faaliyetlerdir. Bu çalışmalar, Mansur
sonrası İslam toplumunun sosyal ve düşünsel hayatının yaklaşık bir asrına
damgasını vurmuştur. Bu bir asrı aşkın hummalı düşünsel faaliyet dönemi Tedvin
Asrı olarak adlandırılmaktadır. (Eğer tedvinden sırf bazı meseleleri
kaydetmek kastedilirse bunun için oldukça gerilere, ilk halifelerin ve Allah'ın
Resulünün dönemine gitmek gerekir.) Tedvin faaliyetinin başladığı belli başlı ilk şehirler veya kültür
merkazleri Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen'dir. Ellerinde yazılı
belgeler ve zihinlerinde İslam mirasını taşıyan alimler, daha çok buralarda
toplanmışlardı. Ancak onların sahip olduğu miras, belli konulara göre
ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış düzensiz bilgi, haber ve
yorumlardan oluşuyordu. Bu alimlerin çalışmalarıyla, bu bilgi birikimi ele
alınarak konularını konularına göre ayrılmaya ve düzenlemeye başlandı. Bu
düzenleme ve sınıflandırmalar sonucunda, mevcut bilgiler tefsir, hadis, fıkıh,
kelam, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edildi. Alimler, bu dönemde hakim
olan bir yöntem olarak, '' hafızalardan ve ellerindeki tertip edilmemiş sahih
sahifelerden rivayette bulunmak suretiyle bu ilimleri oluşturuyorlardı. Bu
dönemde alimlerin ellerinde bulunan yazılı metinler, düzenli ve gereken konu
bütünlüğü, gözetilerek yazılmış metinler değildi. Burada önemli olan husus,
ilmin üretilmesi değil, ilmin tedvin edilmesi ve bablara ayrılmasıdır. Bu
yüzden ilmin tedvininden şu anlaşılmaktadır: Ortada teşekkül etmiş, hazır bir
ilim vardır. Tedvin yapacak (=müdevvin) alime düşen görev; neredeyse bu ilmin
toplanması ve sınıflandırılmasıyla sınırlıdır. İlim kavramı o dönemde genellikle
hadis ve ona bağlı tesfir ve fıkıh için kullanılıyor idiyse de lügat, meğazi ve
benzeri yardımcı bilim dalları için de ilim ifadesi kullanılabilir. Bu bağlamda
temelde ortak zemin ve çerçeveye sahip disiplinler bu dönem itibariyle belli
başlı kategorik disiplinler haline gelmiştir. Abdullah ARSLAN-12912771-Yüksek Lisans-MUKAYESELİ TEFSİR,
HADİS VE FIKIH TARİHİ VE USULÜ OKUMASI TEFSİR
TARİHİ: Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için
gerekli olan verilen bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen faaliyete tefsir
denir. Hicri ikinci asrın yarısında başlayıp bugüne kadar devam edegelmiştir. Kur’an’ı
Kerim’i ilk tefsir eden Hz. Peygamberdir. Hz. Muhammed, Kur’an tefsirinin aslı
ve esasıdır. O mutlak olarak, İnsanlar içinde, Kur’an’ı en iyi bilen ve en iyi
anlayandır. Bu yüzden, Hz. Peygamber, Yüce Allah tarafından Kur’an diliyle
kendisine gelen vahiyleri diğer insanlara duyurmak (tebliğ) ve onlara
açıklamakla (teybin)ile vazifelendirilmiştir. Hz.
Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ait olan hadis ilmi Kur’an tefsirinde en
önemli kaynak kabul edilmiştir. Kur’an’daki hükümlerin ekserisi genel
olduğundan, bu hükümleri açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur. Bu
bakımdan başlangıçtan beri, Hz. Peygamberin hadisleri, İslam teşriinin ve
Kur’an tefsirinin ikinci kaynağı olmuştur. Hz. Peygamberin hadisleri dikkatle
takip edilerek, onları hafızalarda tutmaya ve toplamaya önem verilmiştir. Sahabe
tefsirde öne çıkanları; Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ubey b. Ka’b, Hz.
Ali’dir. Tabiin
döneminde ise tefsirde medreseler oluşmuştur. a)
Mekke Medresesi; kurucusu Abdullah b. Abbas’tır. Arap şiirini tefsirde
kullanmıştır. Talebeleri; Mücahid b. Cebr, İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b.
Keysan, Ata b. Ebi Rabah. Mücahid akli tefsir uygulayanların ilki olarak kabul
edilmektedir. b)
Medine Medresesi; Medine’nin en büyük âlimlerinden olan Ubey b. Ka’b’ın
öğrencileri; Ebu’l Aliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazi, Zeyd b. Eslem’dir. Rey
ile tefsirde öne çıkan Zeyd b. Eslem’dir. c) Kufe
Medresesi; kurucusu Abdullah b. Mesud’dur. Onun medresesi rey medresesi olarak
nitelendirilmiştir. Öğrencileri Alkame b. Kays, Mesruk b. Ecda, Esved b. Yezid,
Mürretü’l-Hemedani, Amiru’ş-Şabi, el-Hasan el-Basri, Katade b. Diame. Tabiin
döneminin müfessirlerinin çoğu mevalidendir, yani Arap olmayanlardandı. Bu
dönemde içtihadın boyutları genişlemiş, itikadi ve ameli mezheplerin temelleri
atılmıştı. Bu dönemde Kur’an baştan sona tefsir edilmiş, kelimelerin izahına
geniş geniş fıkhi açıklamalara, şiirle istişhad metoduna ve israiliyat
haberlerine yer verilmiştir. Tefsirde tedvin bu dönemde gerçekleşmemiş ama
medreselerle ekolleşme başlamış oldu. Tefsir ilk olarak hadis ilminin bir kolu
olarak tedvin edilmiştir. Kur’an’ı bir bütün olarak baştan sona tefsir eden ilk
şahıs Mukatil b. Süleyman’dır. Tedvin döneminin ilk tefsirlerinin ortak
özellikleri dilbilimsel tefsirler olmalarıdır. Tefsir çeşitleri: iki ana başlıkta zikredebiliriz; mevzii ve
mevzui tefsirler. a)
Mevzii tefsir; müfessirin Kur’an’daki sure
sıralamasını esas alarak her ayeti birer birer açıklamasıdır. İcmali tefsirde
müfessir, ayetleri kelimeden hareket ederek literal bir okumayı esas alır,
ilahi mesajın ne olduğunu tespit cihetine gitmez. Lafızlardan yola çıkarak
ilahi iradenin maksadını ortaya koymaya çalışan yorum eksenli tefsirdir. Bunlar rivayet ve dirayet tefsirleridir. -Meşhur rivayet tefsirleri ve müfessirleri;
et-Taberi / Camiu’l Beyan, el-Begavi /
Mealimu’t-Tenzil, İbn Atiyye el-Endülüsi / el-Muharraru’l Veciz, İbnü’l Cevzi /
Zadu’l-Mesir, İbn Kesir / Tefsiru’l Kur’ani’l-Azim, es-Suyuti /
ed-Dürrü’l-mensur. -Dirayet Tefsiri; yalnızca rivayetlere
bağlı kalmayıp, dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere dayanılarak yapılan
tefsirdir. Buna rey ve akli tefsir de denilir. Önce rivayet kaynaklarına
başvurulur, buradan elde edilen bilgi akıl süzgecinden geçirilir. Buna ek
olarak ilm-i mevhibeye de ihtiyaç duyulur. Dirayet tefsirinde, öncelikle lugat, sarf,
nahiv, iştikak, beyan, bedii, meani, kıraat, usulu-d-din, usûl-i fıkıh, esbâb-ı
nüzul, nesih-mensuh gibi ilimlerinin bilinmesi, ön yargılı olunmaması,
Kur’an’da kullanılan Arapça’nın bugünkü Arapça olmadığının farkında olunması,
kendi şahsı arzu ve isteklerine göre hareket edilmemesi, hususlarına riayet
edilmelidir. Dirayet tefsirlerinin öne çıkan isimleri;
er-Razi / Mefatihu’l gayb, el-Beyzavi / Envaru’t-Tenzil, en-Nesefi /
Medariku’t-Tenzil, eş-Şirbini / es-Siracu’l-Münir, Ebussuud Efendi / İrşadu’l
akli-s-selim, Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. b)
Mevzui Tefsir; konulu tefsir de denilebilir.
Kur’an’daki herhangi bir meseleyi -inanç, toplum, hayat, evren vb.- araştırma
konusu yaparak değişik surelerde zikredilen nassları nüzul sırasına göre ele
alıp usulüne uygun bir şekilde incelemek suretiyle onun pratik hayata
uygunluğunu ortaya çıkarmaktır. Hz. Peygamberin uygulamış olduğu, Kur’an’ın
Kur’an’la tefsiri metodunu çağrıştırır. FIKIH
USULÜ VE TARİHİ: Mutlak manada şari’ Allah’tır. Hz. Peygamber efendimiz ise
mecazen şaridir. Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı Kuran ve
Peygamberdir. Fıkıh
ilminin disiplin haline gelmesi tarihi gelişimi yedi devrede incelenebilir. 1-Risalet devri. 2-Raşid halifeler devri (bu iki devre İslam
hukukunun doğuş ve hazırlanış evresidir).
3- Hicri I.asrın ortalarından itibaren fıkıh mekteplerinin ortaya
çıktığı devir. 4-Hicri II.asrın başlarından IV.asrın ortalarına kadar devam
eden fıkıh usulü ilminin vazedildiği devir.
5-Mezhebler arası tercihin mezheple ilgili kaidelerin çıkarıldığı
(tahric) hicri yedinci asrın ortalarına kadar devam eden duraklama devresi. 6-Yedinci asrın ortalarından mecellenin hazırlandığı
hicri 13.asıra kadar devam eden gerileme devresi. 7-Meceleden zamanımıza kadar
süren “yeni devre.” İslam
hukuk tarihinde mezheplerin teşekkül devrinde ırakta rey ekolü hicazda da eser
(hadis) ekolü ortaya çıkmıştır. Medine’de şartlar ve durumlar çok fazla
değişmediği için fukaha ellerinde bulunan mevcut hadislerle meselelere çözüm
bulmakta zorlanmıyorlardı. Irak bölgesinde ise coğrafya değiştiği yeni
kültürlerle yeni şartlarla karşılaşıldığından kıyas istihsan gibi ictihada kapı
aralayan yeni yollarla meselelere çözüm bulmaya çalışmışlardır. Mezheplerin
teşekkül devrinde literatürde Sünni mezhepler olarak nitelendirilen meşhur dört
imamın öğrencileri ve görüşleri, fetvaları, kitaplaşmış ve zamanla
kurumlaşmıştır. Öte yandan mutlak müçtehit olduğu halde Leys bin Sa’d, Taberi
gibi bazı âlimlerin müntesipleri olmamıştır. Bununla birlikte Sünni
tanımlamanın dışında yer alan Zeydiyye, Caferiyye gibi ameli mezhepler de
tarihsel süreç içerisinde gelişmiş ve günümüzde de hala varlığını devam
ettirmektedir. Fıkıh
Usulü, dinî metinlerin (Kur’an ve Sünnet) anlaşılması ve yorumlanması konusunda
İslâm geleneği içinde Müslümanlar tarafından oluşturulmuş yönteme ilişkin
disiplindir. Fıkıh usulü, genel bir anlama ve yorumlama teorisi oluşturma gibi
bir iddia taşımamakla birlikte böyle bir genel teori ve tefsir, hadis, kelâm
gibi diğer disiplinler için dil, anlama ve yorumlama konusunda zengin bir bilgi
birikimini ve çeşitli tartışmaları içermektedir. Usul tarihi açısından bakıldığında bu alanda iki yöntemin oluştuğu
görülmektedir. Birincisi, mezhepler tarafından oluşturulan fıkhî birikime uygun
bir yöntem tesis etme çabasında olan fakihlerin oluşturduğu “fakihler yöntemi”
(tarîkatü’l-fukahâ); diğeri ise kendilerini herhangi bir mezheple kayıtlı
görmeyen kelâmcıların oluşturduğu “kelâmcılar yöntemi”dir
(tarîkatü’l-mütekellimîn). Ve bir de her iki metodu cem edenlerin
yöntemidir. Fukahanın fıkıh anlayışı gibi fıkhi görüşlerin içtihatların
oluşmasına sebep olan usul anlayışları da birbirinden farklı olabilmektedir.
Asli delillerin yanında fukaha ve usuliyyunun zaman zaman kullandığı feri
deliller de ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Örneğin Hanefiler daha
çok istihsan delilini kullanırken, Şafiiler daha çok istıshab delilini, Malikiler
ise mesalihi mürsele delilini kullanmışlardır. HADİS
TARİHİ: Sünnet İslam’ın teşriinde Kitaptan sonraki ilk kaynaktır. Allah Teala
Hz. Peygamberi Kur’an’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Mesela namaz
kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş fakat rekâtların adedi, şekli
ve vakitleri Kur’an’da beyan edilmemiştir. Hz. Peygamber en geniş manasıyla
teşrii kuvveti elinde bulunduran otorite olarak kabul edilmiştir. Herhangi bir
ihtilaf veya hâdise zuhur etse Allah Teala elçisine hükmü bilinmek istenen
mesele hakkında bir veya birkaç ayet indirmiştir. Eğer ayet inmemişse Hz.
Peygambere içtihatta bulunmuştur. Beşer olarak hataya düştüğü noktalar vahiy
yoluyla tashih edilmiştir. İlk
Müslümanlar Hz. Peygamberi örnek alarak hayatlarını onun talimatına uygun
olarak düzenlediklerinden erkek olsun kadın olsun ondan ilim almaya önem
vermişler, ondan topladıklarını büyük bir titizlikle muhafaza etmeye
çalışmışlardır. Böylelikle denebilir ki hadis tedvini daha Hz. Peygamber
döneminde başlamıştır. Bu toplama işi hafızaya tevdi edilmiş yazıdan istifade
etmek mümkün olmamıştır. Hz. Peygamber hadis rivayetini teşvik etmiştir. Hz.
Peygamberin sağlığında hadislerin tahrifi söz konusu olamamıştır. Sahabe
arasında çok hadis rivayet etmek pek hoş görülmemiştir. Yanılmaktan korkmak
onları bu işten alıkoymuştur. Hadislerin
ilk kaynağı sahabedir. Medine’de hicretten hemen sonra yapılan sayımda
erkek-kadın, ihtiyar herkesi şamil olan 1500 sahabe sayısı açıklamaktadır. Hz.
Peygamberin vefatı esnasında bu sayının 60.000 civarında olduğu rivayetler
arasındadır. Ama bütün bu zikredilen sahabenin hadis rivayet ettiği söylenemez.
Bazı rivayetlere göre hadis rivayet eden sahabe sayısı 1300 veya 1060
civarındadır. En çok hadis rivayet eden sahabi Ebu Hurayre’dır (5374 hadis),
ikinci sırada Abdullah İbn Ömer İbn Hattab (2630 hadis), üçüncü ise Enes İbn
Malik (2286 hadis), sonra sırasıyla Hz. Aişe, Abdullah İbn Abbas, Cabir İbn
Abdillah, Ebu Said el-Hudri’dir. Hadislerin
sıhhatinin garantisi ise sahabelerin adalet vasfına sahip olmalarıdır. Sahabe
Kur’an’da ve hadislerde övülmüştür. Sahabe
devrinde hadislerin yayılması fetihlerin yayılmasıyla gelişmiştir. Sahabeler de
fetihlere katılıp fethedilen topraklarda yaşamaya başlamışlar ve ilk iş olarak
yapılan iş ise Hz. Peygamberin yaptığı gibi mescit inşası olmuştur. İşte bu
mescitler âlim sahabilerin önderliğinde ilim merkezleri olmuştur. Bunlar;
Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır’dır. Medine’de Abdullah İbn Ömer,
Mekke’de Abdullah İbn Abbas, Kufe’de Abdullah İbn Mesud, Mısır’da Abdullah İbn
Amr İbni’l As, Basra’da Ebu Musa el-Eşarî ve Enes İbn Malik, Şam’da Muaz İbn
Cebel medreselerin teşekkülüne rol oynamıştır. Bu sahabelerin rivayet ettikleri
hadislerin sayısı ve onların ilimleri birbirine eş değildi, bu yüzden
gittikleri bölgelerde kendi bildiklerini öğrettiklerinden bilmediklerini
öğretememişlerdir ve böylelikle medreseler arasında farklılıklar olmuştur. Başta
İslam dinine kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasi fırka, fıkhî
mezhepleri vs. methetmek, teveccühlere nail olmak gibi çeşitli sebeplerle hadis
uydurma (mevzu) işine girişenler olmuştur. Irak’ta hadis uydurma o dereceye
ulaşmıştır ki oranın hadislerine kuşkuyla bakılır hale gelmiştir. Bundan sonra
hadiste seçicilik olabilmesi için faaliyetlere girişilmiş hadisin tahammül ve
rivayet kaidelerini, ravilerin şartlarını, cerh ve ta’dil hükümlerini tespit
eden bir ilim teşekkül etmeye başlamıştır. Tedvin döneminde hadis ravileri
diyanetine taalluk eden adaleti, hadisi tahammül ve rivayetindeki dirayeti
açısından incelemeye tatbik tutulmuşlardır. Böylelikle
sahih olan hadisin tarifi yapılırsa denir ki; râvileri âdil ve zâbıt, senedi
muttasıl olandır. Ve hatta râvilerin birbirlerine adalet ve zabt derecelerinin
üstünlüklerine göre sahih li zatihi ve sahih li gayrihi diye bile
isimlendirilmişlerdir. Râvisi ne kadar güvenilir olursa olsun diğer
rivayetlerden muhalif bir şekilde tek kalırsa buna da şâz adını vermişlerdir.
Şâzlar da kabul görmemiştir. İsnadında sahabe atlanmışsa mürsel, sahabeden
sonraki tabakalarda bir veya birkaç ravi atlanmışsa munkatı’ veya mu’zal
isimlerini almıştır. Bir yalan üzerine ittifak edemeyecek bir çoğunluk
tarafından rivayet edilen hadisler mütevatir diye adlandırılmıştır. Ve bunların
doğrulukları kesindir. Bunların dışında doğru olup olmadıklarını tespit için
birtakım karineler gereken hadiselere de âhâd denmiştir. Tek bir kişiyle gelen
haber garib veya ferd, iki kişiyle gelen aziz, üç veya fazlasıyla gelen
meşhurdur. Ömer
İbn Abdilaziz’in emriyle hadis tedvinini ilk yapan isim olarak İbn Şihâb
ez-Zuhri (Hicri 124) zikredilir, yani hicri birinci asrın sonu ikinci asrın
başında. Bir de
tasnif var ki -üçüncü asırda ortaya çıkmıştır- o da, bu toplama işini yaparken
hadisleri sınıflandırmaktır. Bu kitaplara musannaf denilmiştir. Beş grupta
toplarız: a) siyer ve meğazi; Hz. Peygamberin sireti ve gazveleri ile ilgili
haberler – hicretin birinci asrının sonuna doğru tasnif edilmeye başlanmıştır.
b) sünen; fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkam hadisleri – ikinci asrın
başlarında tasnif edilmeye başlanmıştır. c) câmiler; sünenlerdeki gibi ahkam
hadisleriyle, siyer ve megazi konularını ve diğerlerini de kapsar – hicri
ikinci asırda tasnif edilmeye başlanmıştır. d) musannaflar; câmi gibi bütün
konuları kapsamayıp sünenlerden daha geniş bir muhteviyata sahiptir – ikinci asırda
tasnif edilmişlerdir. Tasnif işinin ravi isimlerine göre bir araya getirilenine
de müsned denilmiştir. Hacı Turan
DEMİRCİOĞLU-12912775-Yüksek Lisans TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ BAĞLAMINDA TEFSİR TARİHİ: Kuran insanlığa doğru yolu göstermek için
indirilen ilahi bir metindir. Bu ilahi metni anlamak ve açıklamak yolunda Arap
dili belagatı ile ilgili bitin araçların kullanılıp, ayetleri çevreleyen
tarihsel şartlar da dikkate alınarak Allah’ın muradının kitap ve sünnet
çerçevesinde ortaya çıkarılmasıdır. 23 senelik bir uygulama süresi içinde
tedricen indirilen Kuran tefsirine hicri ikinci asrın yarısından itibaren
yazıya geçirilerek günümüze kadar gelmiştir. Kuran mesajının anlaşılmasına
yönelik bu çalışma tarihsel bir süreci oluşturmaktadır. Buna (TEFSİR TARİHİ)
denir. İlk tefsirci Hz. Muhammed (A.S)dır. Sonra sahabe dönemi
gelir. Sahabeden öne çıkan müfessirler: Abdullah b. Abbas, Abdullah
b. Mesud, Übeyy b. Ka’b, Hz. Ali. Sahabenin tefsir yöntemi, Peygamberimize ve içtihada
dayanır. Tedvin döneminde ilk müfessirler: 1)
Mukatil b. Süleyman / et
Tefsirul Kebir 2)
Süfyan es Sevri / Tefsirüs
Sevri 3)
Yahya b. Sellam / Tefsiru
Yahya 4)
Ferra / Meanil Kuran 5)
Abdurrezzak b. Hemmam /
Tefsir. Tefsirler ikiye ayrılır; Rivayet tefsirleri (Taberi, Begavi, İbni Atıyye) Dirayet tefsirleri (Razi, Beyzavi, Nesefi) Tarihsel boyutuna göre tefsirler; MEVZUİ, MEZHEBİ. İŞARİ,
İCTİMAİ, FIKHİ, İLMİ, İCTİMAİ ve MODERNİST TEFSİRLER. HADİS TARİHİ: Hadis Peygamberimizin sözleri, fiilleri
ve takrirleri diye anlatılır. İlk devirlerde Peygamberimiz (A.S)dan işitilip muhafaza
edilen hadislerin tedvin edilmediği, yazmak isteyenlere izin verilmediği, daha
sonra ruhsat verildiği bilinmektedir. Hadis eserlerinin ilk ortaya çıkışı, 2. asrın ilk yarısından
sonraki dönemlerdir. Bu dönemleri şöyle özetleyebiliriz. 1.
Devir: Sahabe ve Tabiin
devri, buna ezberleme deri de diyebiliriz. 2.
Devir: Birinci asrın
sonlarına doğru ilk tedvin (İbni Şihab ez Zühri). İkinci asırda birçok telifler vardır. En
meşhuru İmam Malik’in Muvatta’sı’dır. Üçüncü asırda yazılanlar; Ahmet b.
Hanbel, Tayalisi, Ebu Davud’un Müsnedleri. Hadis konusunda ki telifler hadiste
üstad olan Muhammed b. İsmail el Buhari’ye kadar müteselsilen devam
etmiştir. Dördüncü asır; Hadis ve
sünnete en büyük hizmetin yapıldığı asırdır (İbni Huzeyme, İbni Hibban, İbnül
Cerud) Bunların sahihleri, Taberinin Mu’cemleri, Darekutni’nin süneni bu devrin
en önemli kitaplarıdır. 3.
Devir: Dördüncü asır
sonrası devir, hadislerin toplanması, senetlerin tenkidi hemen hemen tamamı
dördüncü asırda yapılmıştır. Bundan sonraki dönemde önce
yazılan hadis kitaplarından seçmek ve onları hususi bablara ayırmak, muhtelif
metinlerden aynı hadisleri bir araya getirmek olmuştur. FIKIH TARİHİ: Fıkıh Usulu
İlmi, hicri 2. Asrın sonlarında oluşmuştur. Peygamberimiz döneminde bizzat fıkıh
Ondan öğreniliyordu. Aynı zamanda Peygamberimiz sahabelere de içtihat yetkisi
vermişti. Muaz b. Cebel. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali gibi. Fıkhı şu dönemlere ayırabiliriz: 1)
Peygamberimiz dönemi. 2)
Sahabe dönemi(Dört Halife
dönemi). 3)
Tabiin dönemi(Siyasi gruplara
ayrılış; Ehli Hadis ve Ehli Rey). 4)
Tebei Tabiin
dönemi(içtihatlar ve büyük imamlar dönemi). 5)
Taklit ve duraklama dönemi
(İmam Kerhi’nin dediği gibi: Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara
aykırı düşen ayetler ya mensuhtur, ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu
durumda olan hadisler de ya mensuhtur, ya da tevil edilmelidir.). 6)
Kanunlaşma dönemi: İslam
ülkelerinde kanunlaşma hareketleri başlamış, içtihadın önemi günden güne
artmıştır. Fıkıh ansiklopedileri hazırlanmış ve mukayeseli fıkıh çalışmaları
yapılmıştır. TEFSİR USULÜ[1] Yüksek
Lisans Emrah MERAL ( 12912714) İnsana, mümtaz bir akıl
vererek mahlûkatın en şereflisi kılan Allah’a hamd, hikmet dolu kitap ile
te’yit olunan ve hakkın yollarına rehber kılınarak âlemlere rahmet olan güzide
insan üzerne salât ve selam olsun. Muhakkak ki Kur'ân-ı Kerim, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da
kıyamete kadar bütün insanlık için ilâhî bir mesaj, bir hidâyet rehberi ve bir
rahmettir. Bu niteliğinden dolayıdır ki o, ele aldığı her mevzûyu bir hikmet ve
gaye temeline dayandırmaktadır. Ancak şu da bir gerçek ki Kur'ân, muhtevasını
takdim ederken konu birliğine önem vermez. Gayesini gerçekleştirmek için
hedeflediği hususları her an muhatapların dikkatine sunarak anlatır. Kur'ân'ın
bu genel anlatım düzeni içerisinde her âyet, anlaşılırlık bakımından aynı
değildir. Ayetlerin bazıları kolayca anlaşıldığı gibi, bazılarının anlaşılması
için âyetlerin lâfzî anlamlarının yanında nüzul ortamlarının, icaz yönlerinin
ve içerdikleri sanatların bilinmesine de son derece ihtiyaç duyulur. İşte bu
konuyla da “Usulü Tefsir” ilgilenir. Çünkü bu ilim dalı Kur'ân'ın anlaşılmasına
ve yorumlanmasına yardımcı olmak maksadıyla belli yöntem ve metotlar
içermektedir. Bu sebeple, “Tefsir Usulü” ilmini oluşturan bilgiler, tefsir
ilminden müstakil olarak tedvin edilmiştir.
Tefsir: Tefsir kelimesi,
"fesr" veya taklip tarikiyle "sefr" kökünden gelen
"tef’il" vezninde bir masdardır. "Fesr", sözlükte bir şeyi
açıklamak, ortaya çıkarmak, ve üzeri örtülü bir şeyi açmak gibi manalara gelmektedir.
İfade ettiği bu manalardan dolayı herhangi bir hastalığı teşhisi için yapılan
tahlile de "fesr" denilmektedir[2]. Tefsir kelimesinin taklib tarikiyle türediği iddia edilen "sefr"
masdarı da, Araplar arasında kapalı birşeyi açmak, aydınlatmak ve ortaya
çıkarmak gibi manalarda kullanılmaktadır. Bir ilim olarak ele alındığı zaman da
tefsir: "İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nisbetinde Allah'ın
muradına delâlet etmesi bakımından Kur'ân metninin içerdiği manaları ortaya
koymak" demektir.[3] Usûl: Usûl, "asl"
kelimesinin çoğuludur. Sözlükte "temel", "esas", "dayanak"
ve "kök" manasına gelmektedir. Ayrıca, "kaide" ve
"delil" gibi anlamları da vardır. Terim olarak ise: Hükmü tek başına
sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey diye tarif
edilmiştir. Buna göre usûl: "Herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin
sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar"
demektir. Te'vîl: "Te'vil"
kelimesi, sözlük manası itibariyle aslına dönmek anlamına gelen "evl"
kökünden "tefil" vezninde masdar olup, "döndürmek" ve
"herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak" demektir[4].
İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre nasslardan hüküm çıkarmada esas olan,
te'vile gitmemektir. Başka bir ifade ile nasslann zahirî manalarıyla amel etmek
vâcibtir ve kuvvetli delil olmadıkça zahirî manalarını bırakıp te'vile gitmek
caiz değildir. Ancak birbiriyle anlam yönünden çelişir gibi görünen müşkil
âyetlerin te'lifi ve manaları gizli bir anlam için sembol teşkil eden âyetlerin
yani müteşâbih nassların açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda da te'vil
kaçınılmazdır. İşte bu hallerde şu şartlar göz önünde bulundurulmalıdır: 1. Te'vile esas alınan
mana, lafzın muhtemel bulunduğu, mecaz yoluyla da olsa kendisine delâlet ettiği
manalardan olmalıdır.[5]
2. Te'vil, lafzın ilk
akla gelen zahirî manasından alınıp başka manaya çekilmesine elverişli şer'î
bir delile dayanmalıdır. 3. Yapılan te'vîlin
manası açık bir nassa muhalif olmamalıdır. Te'vîl İle Tefsir Arasındaki Farklar Te'vîl ile tefsir arasındaki farkları şöyle sıralamak mümkündür: 1. Te'vil, katiyyet ifade
etmez. Fakat tefsir, lafızdaki mananın açıklığa kavuşturulmasında kesinlik
arzeder. Çünkü tefsir, Hz. Peygamber ve vahye şâhid olan sahâbîlerden gelen
nakle dayanır. Bu yönüyle tefsirin tevkîfî olduğu söylenebilir. Halbuki te'vil,
içtihada dayalıdır. Kısacası te'vil, kastedilen manayı dirayetle, tefsir ise
rivayetle ortaya çıkarır[6]. 2. Te'vil ekseriya
nasslarm manalarında, tefsir ise lafızlarda görülür.[7] 3. Te'vil, tefsire göre
daha hususî bir anlam taşır[8].
Çünkü te'vil ilahiyat konularında yazılmış eserlerde, tefsir ise hem bu tür
kitaplarda hem de bunların dışında kaleme alman eserlerde söz konusudur. 4. Te'vil kavramı, bâtınî
manaları ortaya koymak, tefsir ise hakikat veya mecaz yoluyla lafızların
zahirî manalarını beyân etmek için kullanılır. Tercüme terim olarak da: "Bir kelâmın manasını diğer bir lisanda dengi
bir tâbirle aynen ifade etmek" demektir[9].
Tabiatıyla sözü bir dilden diğer bir dile nakletmek de, o sözün anlamını diğer
dildeki kelimelerle ortaya koymaktan ibarettir. Bu durumda da tercüme edilecek
dildeki sözlerin tüm mana ve maksatlarına bağlı kalmak ve tercümeyi buna göre
yapmak gerekmektedir. "Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen" tercümedir[10].
Çoğunlukla bu tür bir tercüme, asıl metnin anlamını çok zor aksettirmektedir.
Onun içindir ki, bu tercüme tarzı edebî eserlerde özellikle Kur'ân-ı Kerim'de
kullanımı son derece güç, hatta bazen imkânsız görülen bir tercümedir Kur'ân'da harfi tercüme tarzı ile
çevrilmesi hiç mümkün olmayan âyetler de bulunmaktadır. Bundan dolayı
diyebiliriz ki, Allah'ın mûciz bir kelâmı olan Kur'ân'ı, belagat, fesahat, icaz
ve üslubuyla başka bir dile harfi tercüme yoluyla tercüme etmek mümkün
değildir. Asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi
bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmektir. Günümüz
tercümelerinde daha çok tefsiri tercümeye itimat edilmekte ve bu tercüme tarzı
daha üstün tutulmaktadır[11].
Bir insan eğer çok iyi bildiği iki dilden biri ile ifade ettiği şahsî
fikirlerini diğer dile çevirmekte zorluk çekiyorsa, başkalarına ait düşünceleri
bir başka lisana aktarmakta bundan daha fazla zorlukla karşılaşabilir. Bir de
tercümesi yapılacak eser, Kur'ân gibi kelâmî yapısı itibariyle insan gücünü
aşan bir eser olursa, bu durumda işin daha da zor olacağı kolayca anlaşılmış
olur. Bütün bu zorluklarına rağmen Kur'ân, tabii ki tercüme edilecektir. Ancak
bu tercümeyi tefsiri tercümeden başka bir tarz ile gerçekleştirmek pek mümkün
görünmemektedir. [12] 3. Meal "Evl" kökünden türemiş "mimli masdar" ya da bir şeyin
varacağı yer ve gaye manasında "ism-i mekân" dır. Sözlükte "bir
şeyin özü, hülâsası ve akıbeti" anlamına geldiği gibi, "eksik
bırakmak" manasını da içermektedir. Kavram olarak da: "Bir sözün
manasını her yönüyle değil de, biraz noksanıyla ifade etmek" demektir.
Bilindiği gibi Kur'ân, hem lafız hem de mana yönüyle Allah kelamı
olduğundan, onun tam olarak tercümesini yapmak mümkün değildir. Yani insan,
bütün gücünü ortaya koyarak Kur'ân'ı tercüme etse de, bu hiçbir zaman, onun
bütün mana ve maksatlarını mükemmel şekilde ortaya koyacak bir tercüme olarak
nitelendirilemez. Kur'ân'ın ifade ettiği bütün manaları tercüme yoluyla
aksettirmenin imkânsızlığı düşünülürse, tercüme yerine "meal"
kavramını kullanmanın ne derece isabetli olduğu kolayca görülebilir. Tefsir Usûlünün Gayesi Kur'ân'm anlaşılmasına
yardımcı olmaktır. Bu yüzdendir ki tefsir usûlü, Kur'ân âyetlerinin değişik
özelliklerini yansıtan çeşitli ilim dallan, Kur'ân'daki edebî sanatlar, genel
prensipler ve âyetlerin tefsirinde ihtiyaç duyulan birtakım kaide ve esaslar
üzerinde durmaktadır. İşte söz konusu ilmin gayesi de öncelikle kendi alanına
giren hususları tesbit edip ortaya koymak, sonra da bu dokümanları, Kur'ân'ın
mana ve maksatlarının anlaşılmasında yardımcı bir unsur olarak kullanmaktır.
Kavram olarak
da: "Yüce Allah'ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi,
özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin
tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine
iletmesi" şeklinde tanımlanabilir. Kur'ân'da geçen
"inzal", "tenzil", "ilim", "hikmet",
"şifâ" ve "nur" gibi kavramlar da yer yer vahiy anlamına
gelmektedir.[13] Kur'ân-ı Kerim,
Allah Teâlâ'nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu
haber vermektedir. eş-Şûrâ 42/51. âyette bu yollar şöyle sıralanmıştır: "Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde
arkasından konuşur yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder.
Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir". Bu tarz bir
vahiy, Allah'ın dilediği vahiy muhtevalarını aracı melek vasıtasıyla peygamberlerine
bildirmesidir. Bu vahiy şekline, "el-vahyu'l-celî/açık vahiy" de
denir[14].
Üç ayrı şekilde meydana gelmiştir. Kur'ân, vahiy
meleğinin Hz. Peygamber'e bu şekilde iki defa vahiy getirdiğini haber vermektedir.
İkincisi de
"şedîdu'l-kuvâ/çok üstün güçlere" sahip olarak tavsif edilen Allah
elçisi meleğin, ufkun yüksek yerinde durduğu, sonra orada iki yay mesafesi, ya
da daha az bir mesafe kalıncaya kadar yaklaştığı ve ilâhî mesajı bu durumda
aktardığı anlatılmaktadır. Hz. Peygamber'e
en kolay gelen vahiy şekli budur. Resûlullah (sav) el-Hâris b. Hişâm'ın sorusu
üzerine: "(...) Bazen de melek bana
insan kılığına girerek gelir, benimle konuşur. Ben de onun söylediğini iyice
bellerim"[15]
buyurarak vahyin söz konusu tarzda geldiğine işaret etmiştir. Bu tür vahiy de
Allah Resulü (sav)'ne bazen uyanık halde bazen de uyurken veriliyordu.
Resûlullah Muhammed (sav)'in vahiy alırken en fazla sıkıntı çektiği vahiy
tarzı, uyanıkken "çıngırak" yahut "zil" sesine benzer bir
sesle aldığı vahiydir. Kaynaklar, Hz.
Peygamber (sav)'in bazen de uyku halindeki bir sesle ilâhî vahye mazhar
olduğunu belirtmektedirler. Bu şekilde bir vahiy geldiği zaman Hz.
Peygamber'in yanında bulunanlar, onun mübarek yüzünde arı uğultusuna benzer bir
ses duyarlar, fakat ne olup bittiğini farkedemezlerdi. Ancak Allah Resulü (sav)
o sesin ardından vahiy alırdı. Hz. Âişe (ra)'den rivayet edilen:
"Resûlullah (sav)'m ilk vahiy alması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla
başlamıştır. O, hiçbir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi çıkmasın"
tarzındaki söz, vahyin ilk defa sâdık rüyalarla başladığını ortaya koymaktadır[16]. Bu, herhangi bir vasıta olmadan
vahyin, Hz. Peygamber'in kalbine ilham edilmesiyle meydana gelmektedir. Peygamber'in kendisine hitap eden O
Yüce Varlığı görmeden yalnızca konuşmasını dinlediği sözlü bir iletişimden
ibarettir ki bu da, sadece Hz. Musa ve Hz. Muhammed'e mahsus bir konuşma
tarzıdır. Müslümanların
Kur'ân hakkındaki genel kanaatleri, onun Yüce Allah tarafından aracı bir melek
vasıtasıyla Hz. Peygamber'e gönderilen ilâhî bir kitap olduğu ve Peygamber'in
de yirmü üç senelik bir süre içerisinde kendisine vahyedilen Kur'ân
öğretilerini Allah'tan gelen şekliyle insanlara ulaştırmak suretiyle câhiliye
toplumunu içine düştüğü vahşiliğin ızdıraplarından kurtarıp uygarlığın ve
özgürlüğün eşiğine yükselttiği tarzındadır. İslâm
bilginleri, Kur'ân vahyinin aracı melek Cebrail'e intikali konusunda üç ayrı
görüş serdederler: 1. Cebrail,
Kur'ân vahyini Levh-i mahfuzdan almıştır. 2. Bazı görevli
melekler tarafından yirmi gecede Cebrail'e intikal ettirilmiştir[17]. 3. Kur'ân'ı
Cebrail bizzat Allah'tan dinleyerek (semâen) almıştır. Bu görüş Ehl-i sünnet'e
aittir. Onlara göre Allah Kur'ân'ı, mahiyeti bilinmeyen bir tarzda Cebrail'e
dinleterek inzal etmiştir. Ramazan ayında[18]
mübarek bir zaman olarak nitelendirilen Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı
haber verilen Kur'ân vahyinin inzali konusunda üç ayrı görüş ileri sürülmüştür. 1. Kur'ân vahyi
Önce Levh-i mahfuz'dan bir bütün olarak "Beytül-izzet" e yani dünya
semâsına, oradan da çeşitli zaman aralıklarıyla yirmi küsur yılda Hz.
Peygambere nazil olmuştur. 2. Kur'ân, Kadir
gecesinde başlayarak yürmi üç seneye yakın bir süre içerisinde meydana gelen
hâdiselere göre değişik zamanlarda Hz. Muhammed'e indirilmiştir. 3. Kur'ân, Yüce
Allah'ın bir sene içerisinde inişini takdir etmiş olduğu miktarlar tarzında
yirmi üç Kadir gecesinde dünya semâsına indirilmiş, oradan da tedrîci bir
şekilde Hz. peygamber'e inzal edilmiştir[19]. Sözlükte
"herhangi bir şeyin varlığını gösteren alâmet" anlamını ifade
etmektedir. Buna bağlı olarak "açık işaret", "delil",
"ibret" ve "mucize" gibi anlamlarda da kullanılmıştır.
Kur'ân'da tekil ve çoğul şeklinde 382 yerde geçen âyet lafzı, mutlak anlamda
iki kısma ayrılmaktadır. a. Fiilî âyetler:
Yaratıcının varlığını, birliğini ve yüce sıfatlarını gösteren ayetlerdir.
Bunlara "kevnî", "tekvini" veya "ilmî" âyet de
denir. b. Kavlî âyetler:
Pegamberlere indirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir.
Bunlar fiilî âyetlere işaret eder ve insanlar tarafından kolaylıkla
anlaşılmaları için gerekli açıklamaları ihtiva ederler. Bu kısma giren âyetlere
"teşriî", "tenzîlî" ve "vahyî" âyetler de denir. İslâm
bilginleri âyetleri ifade ettikleri anlamların açıklığı ve kapalılığı
sebebiyle, "muhkem", "müteşâbih" mücmel" ve
"mübeyyen" şeklinde kısımlara ayırmışlardır. Ayrıca tefsir usûlü
bilginleri âyetleri, iniş yeri, zamanı ve hitap esasına göre,
"Mekkî-Medenî", "arzî-semâ-vî","hazârî-seferî",
"nehârî-leylî","sayfî-şitâî", "firâşî-nevmî" diye
de gruplandırmışlardır. Kur'ân-ı
Kerim'deki âyetlerin sayısı hakkında da farklı yaklaşımlar mevcuttur. İbn
Abbâs'tan gelen bir rivayette Kur'ân'daki âyet sayısının 6600 olduğu
belirtilirken, bu sayıyı 6204, 6214, 6219, 6225 ve 6236 olarak tesbit edenler
de olmuştur. Âyet sayısı konusundaki bu farklı anlayışlar, bazı âyet sonları,
sûre başlarındaki besmelelerin âyet sayılıp sayılmaması ve hurûf-ı mukattaanın
müstakil âyet olup olmaması gibi hususlarda ortaya çıkan farklı görüşlerden
kaynaklanmaktadır. Âyetleri
birbirinden ayıran son kelimeye "fasıla", bu kelimenin son harfine de
"harfu'I-fasıla" denir. Kur'ân'ın en
uzun âyeti, "müdâyene âyeti" diye bilinen Bakara Sûresi'nin 282.
âyeti, en kısa âyetleri de Yasin 36/1; Rahman 55/1, 64; Müddessir 74/21; Fecr
89/1; Duhâ 93/1; Asr 103/1. âyetleridir. Alak Sûresi'nin
ilk beş âyetinin ilk nazil olan âyetler olduğu hususundaki kesin sayılabilecek
bilginin yanında, Bakara Sûresi'nin 281.; Mâîde 3.; Nisa 176.; Nasr 1-3
âyetlerinden her birinin de en son gelen âyetler olduğunu gösteren rivayetler
mevcuttur[20]. Ebû Ca'fer b.
ez-Zübeyr (öl.707/1308)'in görüşü de şöyledir: "Âyetlerin Kur'ân'daki
sıralanışı Hz. Peygamber'in emri doğrultusunda gerçekleşmiştir. Müslümanlar
arasında bu konuda herhangi bir ihtilâf yoktur"[21]. "Sûre"
kelimesi sözlükte, "yüksek makam", "üstün derece",
"şan", "şeref", "binanın kısım veya katlan"
anlamına gelmektedir. Çoğulu, "suver" dir[22].
Istılahda ise, "âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil
Kur'ân bölümü" demektir[23]. Kur'ân'da 114
sûre bulunmaktadır. Bunların en kısası, 3 âyetten ibaret olan
"el-Kevser", en uzun sûresi de 286 âyetten oluşan
"el-Bakara" Sûresi'dir. Âyet sayısı
yüzden fazla olanlara "tuveî", âyetleri yüz dolayında olanlara yahut
biraz geçenlere "miûn" , sayı bakımından âyetleri yüzün altında
bulunanlara "mesânî", âyetleri kısa ve besmeleli fasılaları çok olan
sûrelere de "mufassal" denilmiştir[24]. Sûreler meşhur
şekliyle Mekkî ve Medenî diye iki kısma ayrılır. Hicretten önce nazil olan
sûreler, Mekkî, ondan sonrakiler ise. Medenî olarak kabul edilmiştir. İslâm âlimleri
sûrelerin Kur'ân'daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde değillerdir.
Bu konuda ileri sürülen görüşleri üç grupta toplamak mümkündür: [25] Bu gruptaki
âlimlerin başında İmam Mâlik (ÖI.179/795) gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz.
Peygamber'den işittikleri Kur'ân'ı kendi içtihadlan doğrultusunda tertip etmişlerdir[26].
Aynı görüşte olan el-Bâkillânî (01.403/1012) de, Mushaflardaki tertibin, sahabe
içtihadına dayandığını ifade etmektedir. Hz- Peygamber'e
her sûrenin yerini bildirirdi. Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi
gibiydi. Bunların hepsi de Nebi (sav) tarafından yapılıyordu. Bu yüzden kim bir
sûreyi öne alır yahut geriye bırakırsa Kur'ân'm tertibini bozmuş olur. Sûre tertibinin
tevkifîliğini savununanlardan birisi de el-Âlûsî (öl.l270/1853)'dir. Ona göre
de Resûlullah (sav) âyet ve sûrelerin yerlerini ya bizzat açıklayarak ya da
işaret yoluyla bildiriyordu. Sahabe de bu tertip üzere icmâ etmişti. Yedi harfle ilgili olarak yapılan tanımlarda ileri sürülen
misallerin önemli bir kısmı, mütevâtir kırâatlarla alakalıdır. Bunlar istisna
edildiği zaman geriye kalan vecihler, yedi harf hakkında yapılan,
"Eşanlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma" şeklindeki
tanımı destekler niteliktedir. Böylece denilebilir ki, söz konusu tanımlar
içerisinde en dikkate değer olanı, büyük müfessir et-Taberî'nin ileri sürmüş
olduğu "Yedi harften maksat, aynı manaya gelen lafızların birbirlerinin
yerine konularak okunması" şeklindeki tanımlamadır. Tabii ki burada yer
alan husus da Kur'ân'm tamamı için değil, belirli âyetler için söz konusudur.
Ayrıca şunu da ifade etmek lâzım ki, kolaylık maksadıyla öngörülen bu ruhsat,
Hz. Osman'ın Mushafları çoğaltmasıyla bir harfe indirilmiştir. Bundan dolayı
yedi harfin muhafazası müslümanlar üzerine terettüp eden bir vecîbe değildir.
Bu da gösteriyor ki, yedi harf meselesi bugün için tamamen tarihsel bir olgu
niteliğindedir. Kur’an ve sünnet, yüce Allah'ın kullarına karşı delilinin,
kendileri ile ortaya konulduğu iki esastır. İtikâdî ve amelî hükümler, emir ya
da yasak onlar üzerine bina edilir. Kur’ân'ı delil gösteren bir kimse bir tek hususu gözönünde
bulundurmalıdır. O da nassın hükme delâletini tetkik etmektir. Onun senedine
bakmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem de mana itibariyle
mütevatir nakil ile kesin bir şekilde sabit olmuştur: "Şüphe yok ki o zikri (Kur’ân'ı) biz indirdik. Onu koruyacak
olanlar da elbette bizleriz." (el-Hicr,
15/9) Sünneti delil gösteren bir kimsenin ise iki hususu birden göz önünde
bulundurması gerekir: Birincisi, sünnetin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den
sübutûnu tesbit etmek. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’e nisbet
edilen her şey sahih değildir. İkincisi, nassın hükme delâletini göz önünde bulundurmak. Birinci
husus dolayısıyla Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e nisbet
edilenler arasında kabul edilebilir durumda olan ile reddedilmesi gerekenin
birbirinden ayırt edilebilmesi için gerekli kanun ve kuralların konulmasına
gerek duyulmuştur. İlim adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bu işi
yerine getirmiş ve buna "Mustalahu'l-Hadis: Hadis İstilahları,
Terimleri" adını vermişlerdir. Biz ilmî enstitülerin lise kısımlarının birinci ve ikinci sınıfları
için kabul edilmiş müfredat programına uygun olarak, bu önemli ilim dalını
kapsayan orta hacimde bir kitap hazırladık ve ona "Mustalahu'l-Hadîs"
adını verdik. Hadis: Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir. Haber: Hadis
anlamındadır. Hadis için yapılan tanım gözönünde bulundurularak nasıl
tanımlanacağı da bilinmiş olur. Haberin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e
de, başkasına da isnad edilen rivayet olduğu da söylenmiştir. Bu durumda haber
hadisten daha genel ve kapsamlı olur. Eser ise, sahabiye
ya da tabiîye isnad edilendir. Bazen kayıtlı olarak Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'e isnad edilenin kastedildiği de olabilir. Bu durumda:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den rivayet edilen eserden... diye
ifade edilir. Kudsi hadis: Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden yaptığı rivayettir. Aynı zamanda buna
Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir. Buna örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce
Rabbinden şöyle dediğine dair yaptığı rivayettir: "Ben kulumun yanında
benim hakkımda zan ettiği gibiyim. O beni andığı vakit, ben onunla birlikteyim.
Eğer beni kendi içinde anarsa, ben de onu kendi nefsimde anarım. Eğer beni bir
topluluk arasında anarsa, ben de onu onlardan daha hayırlı bir topluluk
arasında anarım." Kudsî hadis mertebe itibariyle Kur’ân ile nebevî hadis arasında bir
yerdedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem mana itibariyle yüce Allah'a
nisbet edilir. Nebevî hadis ise hem lafız, hem mana itibariyle Peygamberimize
nisbet edilir. Kudsî hadis ise mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir, ama
lafız itibariyle değil. Bundan dolayı kudsi hadis lafzı ibadet kastı ile
okunmaz ve namazda da tilavet edilmez. Kudsî hadisle benzerini getirmek için
meydan okumak (tehaddî) sözkonusu değildir. Kur’ân-ı Kerim'in nakledildiği gibi
tevatür yoluyla da nakledilmemiştir. Aksine kimi kudsî hadisler sahih, kimi
zayıf, kimisi de mevzu (uydurma)dır. Mütevatir, hem lafız, hem mana itibariyle mütevatir sadece
manasıyla mütevatir olmak üzere iki kısma ayrılır. Hem lafız, hem mana itibariyle mütevatir: Ravilerin hem lafzı, hem de manası üzerinde ittifak ettikleri
mütevâtir rivayettir. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in: "Kim benim
aleyhime kasten yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın"
buyruğu buna örnektir. Bu hadisi Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den
altmışdan fazla sahabi rivayet etmiş bulunmaktadır. Cennetle müjdelenen on
sahabi de bunlar arasındadır. Bunlardan da pekçok sayıda kimse rivayet
etmiştir. Mana itibariyle mütevatire
gelince: Ravilerin genel anlamı itibariyle ittifak ettikleri, fakat her hadisin
özel manası ile münferid kaldığı rivayetlerdir. Şefaate dair hadisler ile mestler üzerine meshetmeye dair hadisler
buna örnektir. Hadis usulü ilmine dair nazım bir metin hazırlayanlardan birisi
bu hususta şöyle demektedir: "Tevatüren gelenler arasında: Kim aleyhine yalan uydurursa... "Ve kim Allah'tan mükâfat bekleyerek, Allah için bir ev
(mescid) bina ederse.. hadisleri ile Ru'yet (Allah'ın görülmesi), şefaat ve Havz hadisleri, Bir de mestler üzerine mesh hadisleri vardır. Bunlar bu hadislerin
bir kısmıdır." Her iki kısmıyla mütevatir: 1- İlim ifade
eder. Bu da kendisinden nakledildiği zata nisbetinin sahih olduğunun kat'i
(kesin) olması demektir. 2- Eğer haber
anlamını ihtiva ediyorsa, tasdik edilmesi, eğer istek (emir ve yasak) ihtiva
ederse uygulanması suretiyle neye delâlet ediyorsa gereğince amel etmeyi de
ifade eder. Mütevatirlerin dışında kalanlardır. Rivayet yolları itibariyle:
Meşhur, aziz ve garib olmak üzere üç kısma ayrılır. 1- Meşhur: Üç ve daha
fazla kişinin rivayet ettiği fakat tevatür sınırına ulaşmayan rivayettir. Örneğin: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Müslüman diğer müslümanların dilinden ve elinden kurtulduğu
kimsedir.” 2- Aziz: Sadece iki
kişinin naklettiği rivayettir. Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Sizden herhangi bir kimse beni çocuğundan, babasından ve bütün
insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.” 3- Garîb: Sadece bir
kişinin naklettiği rivayettir. Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Ameller ancak niyetler iledir ve her kişi için sadece niyeti
vardır...” Bu hadisi Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den sadece
Ömer b. el-Hattab rivayet etmiştir. Ömer'den de sadece Alkame b. Ebi Vakkas
rivayet etmiştir. Alkame'den ise yalnız Muhammed b. İbrahim et-Teymî rivayet
etmiştir. Muhammed'den sadece Yahya b. Said el-Ensarî rivayet etmiştir.
Bunların hepsi de tabiîndendir. Daha sonra Yahya'dan bunu pekçok kimse rivayet etmiştir.
Mertebe itibariyle de
beş kısma ayrılır: Sahih li zâtihî, sahih li gayrihî, hasen li zatihî, hasen li
gayrihî ve daîf (zayıf). 1- Sahih li zâtihî:
Zaptı tam, adaletli ravinin muttasıl bir senedle rivayet ettiği, şaz olmayan ve
mertebeden kabule engel bir illeti bulunmayan rivayettir. Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Allah kim hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih kılar.[27] Hadisin sıhhati şu üç hususla bilinir: 1- Hadis’in
Buhârî ve Muslim'in Sahih’leri gibi hadisleri sahih kabul etmekte sözlerine
itimad edilen kimselerin tasnif ettikleri eserlerde bulunması. 2- Hadislerin
sahih olduğunu belirtmekte sözüne güvenilen ve bununla birlikte bu hususta
müsamahakârlıkla tanınmamış imam (kendisine uyulan önder) bir zatın, hadisin
sıhhatini açıkça ifade etmesi. 3- Ravilerinin ve
rivayet yollarının tetkik edilmesi. Eğer sıhhat şartları eksiksiz olarak tesbit edilebilirse, o zaman
hadisin sahih olduğuna dair hüküm verilir. 2- Sahih li
gayrihî: Bu bir kaç yoldan rivayet edilmesi halinde, hasen li zatihi olan
hadistir. Örnek: Abdullah b. Amr b. el-Âs Radıyallahu anh'ın
rivayetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ona bir ordu
hazırlamasını emretmiş, fakat deve bulunamamış. Bunun üzerine Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Sen bize zekat zamanı gelene kadar
dişi deve karşılığında bizim adımıza deve satın al!” diye buyurdu. Bunun
üzerine bir deveyi iki hatta üç deve karşılığında aldığı oluyordu. Hadisi İmam Ahmed, Muhammed b. İshak yoluyla, Beyhaki, Amr b. Şuayb
yoluyla rivayet etmişlerdir. Bu yolların herbiri tek başına hasen
mertebesindedir. Her ikisinin bir arada olması halinde hadis sahih li gayrihî
mertebesine çıkar. Buna "sahih li gayrihî" denilmesinin sebebi şudur: Eğer
herbir rivayet yolu tek başına ele alınacak olursa sahih mertebesine ulaşmaz.
Her iki rivayet yolu gözönünde bulundurulunca bu hadis kuvvet kazanır ve
nihayet sahih li gayrihî mertebesine çıkar. 3- Hasen li zâtihî:
Adaletli olmakla birlikte zaptı pek kuvvetli olmayan bir kimsenin muttasıl bir
senetle rivayet ettiği, şazlıktan ve reddedilmeyi gerektiren illetten uzak
hadistir. Hasen li zâtihî ile sahih li zâtihî arasındaki tek fark, sahih
hadiste zaptın tam olma şartının koşulması ile birlikte, hasen li zatihide
bunun şart olmamasıdır. Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Namazın anahtarı taharet (abdest), onun tahrimi (namaza girmek
dolayısıyla namazın dışındaki fiillerin haram kılınması) tekbir, tahlili (namaz
dışındaki fiillerin mübah olması) ise selam vermektir.” Ebû Dâvûd'un tek başına rivayet ettiği hadisler hasen
hadislerdendir. Bu iki hususu (yani, hasen ile sahih arasındaki fark ile bu son
cümleyi) İbnu's-Salâh belirtmiştir. 4- Hasen li gayrihî:
Zayıf hadisin, biri diğerini telafi edecek ve aralarında yalancı ve yalanla
itham olunmuş bir ravi bulunmayacak şekilde birkaç yoldan nakledilmesidir. Örnek: Ömer b. el-Hattab Radıyallahu anh dedi ki: Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem dua ettiğinde ellerini uzattığı takdirde onları yüzüne sürmeden
geri çekmezdi. Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir. Bulûğu'l-Merâm'da (İbn Hacer)
dedi ki: Bu hadisin Ebû Dâvûd ve başka eserlerde şahitleri bulunmaktadır.
Bunların toplamı hadisin hasen olmasını gerektirir. Buna hasen li gayrihi deniliş sebebi, herbir rivayet yolu tek
başına ele alındığı takdirde hasen mertebesine ulaşamamasıdır. Fakat bütün
rivayet yolları gözönünde bulundurulunca bu mertebeye ulaşacak şekilde kuvvet
kazandığı görülür. 5- Zayıf: Sahih ve hasen
şartlarını taşımayan hadistir. Örnek: "Su-i zanda bulunarak insanlardan korununuz"
hadisi. Zayıf hariç olmak üzere âhâd hadisler: 1- Zan ifade
eder. Bu da bu rivayetlerin kendisinden naklolunduğu zata nispetinin sahih olma
ihtimalinin ağır olması demektir. Ancak bu zan az önce sözü geçen mertebelerine
göre farklılık arz eder. Karineler çoğalır, asıl kaideler de onun muhtevasının
lehine şahitlikte bulunursa bu tür haberlerin ilim ifade ettiği haller dahi
olabilir. 2- Eğer bir haber
mahiyetinde ise, tasdik edilmesi, eğer bir talep ifade ediyorsa, uygulanması
suretiyle delâleti gereğince amelde bulunmak. Zayıf hadise gelince ne zan, ne de amel ifade eder. Onu delil
olarak kabul etmek de caiz değildir, zayıf olduğunu açıklamadan zikretmek de
caiz değildir. Terğib ve terhib (teşvik ve korkutma) mahiyetinde olanlar
müstesnâ. Bir grup ilim adamı şu aşağıdaki şartlara bağlı olarak zikredilmesini
müsamaha ile karışlamışlardır: 1- Zayıflık
derecesi ileri olmamalı 2- Terğib ve
terhibin sözkonusu edildiği amel, aslı itibariyle sabit olmalı 3- Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in onu söylediğine itikat etmemeli (kesin olarak
inanmamalı) Buna göre böyle bir hadisin teşvik ile ilgili hususlarda
zikredilmesinin faydası, kişiyi teşvik edilen bir amele teşvik etmek olur. Bu
da sevap kazanmak ümidinden ötürü söz konusudur. Eğer bu yolla sevap elde
edilirse mesele yok. Öyle olmazsa ibadette gayret ortaya koymasının ona zararı
olmaz ve emrolunan işi yapmak dolayısıyla söz konusu olan asıl sevabı da
kaçırmamış olur. Terhib (korkutmak) ile ilgili hususlarda zikredilmesinin faydası,
ise kişiyi korkutulan bir ameli işlemekten uzak tutmaktır. Çünkü böyle bir
cezanın verileceğinden korkulur. Böyle bir işten uzak kalırsa zararı olmaz ve
sözü edilen ceza ile de karşı karşıya gelmez. Hadisin gerektiği gibi incelenmesinden sonra, onun kabul edilmesini
engelleyen bir sebebin bulunduğunun anlaşılmasıdır. Mesela hadisin munkatı
yahut mevkûf olduğunun görülmesi ya da ravinin fasık yahut hıfzı kötü ya da
bid'atçi olduğu ve rivayet edilen bu hadisin bid'atini pekiştirdiğinin
görülmesi ve buna benzer durumların anlaşılması. Bu takdirde hadis, kabul
edilmesini engelleyen bir illetten uzak kalamadığı için sahih olarak
değerlendirilemez. Meselâ, İbn Ömer Radıyallahu anh'ın rivayetine göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Ay hali olan bir kadın ve cünup olan bir kimse, Kur’ân'dan hiçbir
şey okumaz.” Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş olup: Biz bu hadisi ancak İsmail b.
Ayyaş'ın, Musa b. Ukbe'den... bir rivayeti olarak biliyoruz, demiştir. Sened zahiri itibariyle sahihtir, fakat İsmail'in Hicazlılardan
naklettiği rivayetin zayıf olması gibi bir illet olduğu belirtilmiştir. Bu da
bu tür rivayetlerdendir. Buna göre bu hadis kabul edilmesini engelleyen bir
illeti (illet-i kâdiha)den kurtulamayışından ötürü sahih değildir. Şayet illet, kâdiha değil ise (kabule engel teşkil etmiyor ise)
hadisin sahih ya da hasen olmasına engel değildir. Mesela, Ebu Eyyub el-Ensarî Radıyallahu anh'ın rivayetine
göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Kim ramazan ayını oruç tutar, sonra da arkasından şevvalden
altı gün tutarsa bütün seneyi oruç tutmuş gibi olur." Bu hadisi Muslim, Sad b. Said yoluyla rivayet etmiştir. Hadis ondan
dolayı illetli görülmüştür. Çünkü İmam Ahmed zayıf olduğunu belirtmektedir.
Ancak böyle bir illet kâdiha değildir. Çünkü bazı hadis imamları onun sika
olduğunu söylemişlerdir. Diğer taraftan bu rivayeti nakletmekte ona mutabaat
edenler de vardır. Muslim'in bu hadisi Sahih'inde kaydetmiş olması da ona göre
sahih olduğunu ve bu illetin kabule engel teşkil etmediği kanaatinde olduğunu
göstermektedir. Fıkıh: Müctehidlerin,
tafsili şer'î delillerden istinbat ettiği şer'î-amelî hükümlerdir. Müçtehidin
tafsili delillerden bu hükümleri çıkarması ise, mutlaka, kendisine yol
gösterecek belli başlı kurallara ve prensiplere uymasını gerektirir. Bu gerçeği
göz önüne alan İslâm bilginleri, İslâm hukukuna candan hizmet aşkıyla,
müctehidlerin hüküm istinbatında takip ettikleri metotları açıklamak üzere özel
bir çalışma yapmışlardır. Bu çalışma ile güdülen başlıca iki gaye şunlardır: 1- İctihad
şartlarını taşıyanlar, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhî
olaylara hüküm bağlayabilecekler, 2- İctihad
şartlarını taşımayanlar ise, müctehidlerin hükümlere varırken dayandıkları
delilleri ve o delillerden bu hükümlere nasıl ulaştıklarını Öğrenerek, onlardan
nakledilen hükümleri gönül huzuru içinde kabullenmiş olacaklardı. İşte bu
düşünceden hareketle, onlar, hakkında ister özel nass bulunsun ister
bulunmasın, delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve
delillerden hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları ortaya koydular.
İslâm bilginleri, bu arada delillerden hüküm çıkaracak kişi yani "müctehid"
ile ilgili kurallardan söz ettiler. İçtihadı, içtihadın şartlarını ve
hükümlerini, taklidi ve taklidin hükümlerini açıkladılar. Bütün bu kurallara ve
sözü edilen hususlarla ilgili incelemelere topluca "usûlü'l-fıkıh"
adını verdiler. Şu halde fıkıh usulü için şöyle bir tarif vermek mümkündür:
"Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine
yarayan kurallar bütününe usûlü'l-fıkıh denir." [28] قواعد
(kurallar), قاعدة ' nin çoğuludur. Her biri birçok
cüz'inin hükmünü kapsamına alan küllî kaziyeler (önermeler) demektir. Meselâ,
"Her emir vücub içindir dediğimizde bir kuralı ifade etmiş oluruz. Çünkü
bu, [29]
ve [30]
âyetleri gibi emir sıygası ihtiva eden bir çok cüz'îye uygulanabilir nitelikte
küllî bir önermedir. Fakih, fer'î
bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usûl kurallarını
alır, o fer'î olayla ilgili delile (cüz'î veya tafsîlî delile) uygular. Böylece
o delilin hangi şer'î hükme delâlet ettiğini ortaya koyar. Özet olarak:
Usulcünün görevi, icmali delilleri (topluca kaynaklan) incelemek ve tafsîlî
(herbîr olayla ilgili) delillerden cüz'î hükümler çıkaracak olan müctehid için
küllî nitekilkte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer'î delillerle ispatlayıp
sağlam temellere oturtmaktır. Fakihin görevi ise, tafsîlî delilleri incelemek
ve usûl kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz'î hükümler çıkarmaktır. [31] Fıkıh usûlü
ilmi, Hicrî ikinci aşırın sonlarında yani Hz. Peygamber, Sahabe ve Tâbiûn
devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir. Zira Hz. Peygamber devrinde
hükümler bizzat kendisinden öğreniliyordu. Yani hükümler ya Rasûlûllah'a
vahyedilen Kur'ân ile veya onun Kur'ân'ı söz, fiil yahut takrir yoluyla
açıklayan Sünneti ile sabit oluyordu. Bu durumda birtakım metod ve kurallar
kullanma ihtiyacı duyulmuyordu. Hz. Peygamber'in Rabb'ine kavuşmasından sonraki
dönemde İnsanlar arasında iftâ ve kaza (yargı) görevini Sahabenin büyükleri
yürütüyordu. Bunlar, Kur'ân ve Sünnetin dili olan Arapçayı, ayetlerin nüzul ve
hadislerin vürûd sebeplerini çok iyi biliyorlar, İslâm teşrî'inin
inceliklerine, maksat ve hedeflerine tam manasıyla vâkıf bulunuyorlardı. Çünkü
bu büyük sahabiler, kavrama gücü, zekâ ve ahlakî meziyetler bakımından seçkin
insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde bir de uzun süre Rasûlûllah ile beraber
yaşamış, ona arkadaşlık etmiş kişilerdi. Şer'î kaynaklarından hüküm istinbatı
sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde ele almaya ihtiyaçları
yoktu. Dinî veya dünyevî herhangi bir olayın hükmünü tespit ihtiyacını
duyduklarında, doğrudan doğruya Allah'ın Kitabı’na müracaat ederler, burada
ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükmü bulamazlarsa Resûlûllah'ın Sünnetine
bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa ictihad ederler, (Kur'ân ve
Sünnetten) benzer olaylar araştırırlar, buldukları hükmü karşılaştıkları benzer
olaylara da uygularlardı. Benzer olay da bulamazlarsa, İslâm hukukunun koyduğu
hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları göz önünde bulundurarak,
karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren çözümü ortaya
koyarlardı. Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kadı Şurayh, İbrahim Nehaî vb.
Tâbiûn müctehidleri de aynı yolu takip ettiler. İlk asır, Sahabe ve Tâbiûn
devri böylece geçtikten sonra, daha Önce mevcut olmayan yeni durumlar ortaya
çıktı. Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması bu durumlar arasında yer
alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına yol açtı ki, artık eskiden
olduğu gibi arapçanın İslâm toplumunun tabiî dili haline dönmesi imkânsızlaştı.
Müctehidlerin görüş belirtmelerini gerektiren çok sayıda olayların ortaya
çıkışı da bu durumlardan biriydi.Yine, müctehidlerin çoğalması, ictihad ve
hüküm istinbatında metodların çeşitliliği ve herbiriniri kendine göre doğru
olan yolu takip etmesi bu yeni durumlar arasında zikredilmelidir.İşte bütün
bunlar, fakih ve müctehidleri, ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî
hüküm verme ihtimaline karşı tatmin edici bir tedbir alınması için harekte
geçirdi ve onları şer'î delillerden hüküm istinbat edilirken esas alınacak
prensipler ve kurallar belirlemeye şevketti. Onlar bu prensip ve kuralların
belirlenmesinde, nasslarda yer alan ifadelerin kullanış tarzlarına ve Arap
dilinin üslûplarına tümevarım metodunu uygulama yolundan faydalandılar. Sonra
bu kuralları tedvin ettiler (derlediler) ve "Usûlü'1-Fıkh" adını
verdikleri müstakil bir ilmî disiplin haline getirdi. [32] Bu ilmin
kurallarını müstakil bir eser halinde İlk defa bir araya getiren kimse Hicri
204 yılında vefat eden İmâm Muhammed b. İdrîs eş-Şâfıî'dir. Şafiî, usûl
alanındaki meşhur "Risâle"sinde [33]
özellikle şu konulan incelemiştir: Kur'ân ve Kur'ân'ın hükümleri açıklayış
şekilleri, Sünnet ve Kur'ân'a nisbetle Sünnet'in yeri, Sünnet'e uymanın
Kitab'ın emriyle farz kılınmış olduğu, nâsih ve mensuh, hadislerin illetleri,
haber-i vâhid, icmâ, kıyas ve istihsânın hüccet olarak kullanılıp
kullanılamayacağı, hangi durumlarda ihtilâfın caiz olacağı ve hangi durumlarda
caiz olmayacağı. Böylece İmâm Şâfıî, hüküm çıkarma metodlarını ve kurallarını
ilk defa biraraya getiren bilgin olmuştur. Şu var ki bu metodları ilk defa
ortaya koyan o değildir. Çünkü bunlar daha önce oluşmuştur. Her bir imamın,
ictihad ederken takip ettiği kendine has metodu vardı. Bu metod, imâmın, İslâm
hukukunun kaynakları üzerindeki araştırmaları sonucu (kendi zihninde)
özümlediği birtakım kurallara dayanıyordu. Şafiî'den sonra başka bilginler bu
ilmin meselelerini derlemeye devam ettiler. Meselâ Ahmed b. Hanbel
"Kitâb'u tâati'r-rasûl'ü, "Kİtâb'un-nâsih vel'-mensuh"u yazdı.
Sonra Hanefî bilginler ve kelâm bilginleri bu alanda eserler verdiler, geniş
incelemelerde bulundular ve bu ilmin kurallarını sağlam esaslara bağladılar.
Bütün bu müellifler, bu ilimden maksadın "şer'î delillerinden amelî
hükümleri çıkarabilmeyi sağlamak" olduğu kanaatindeydiler. Şu halde ortada
bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak, bu delilden hükmün
çıkarılması yönünde zihnî bir faaliyet ortaya konacak ve delilden hükmü çıkaran
bir kimse bulunacaktı. İşte bunun için usulcüler incelemelerini şu dört ayrı
konu üzerinde yürüttüler: 1- Şer'î
hükümler: Vücûb, hürmet, kerahet... vb. 2- Şer'î
deliller: Kitâb, Sünnet... vb. 3- Delillerden
hüküm çıkarma yollan, yani delillerin hükümlere delâlet şekilleri. 4- Hüküm çıkaran
kişi, yani müctehid. Ne var ki bütün
bu müellifler, incelemelerinde aynı metodu takip etmediler. Çünküayrı
bölgelerde bulunuyorlardı ve bu alanda eser yazarken hepsinin güttüğü gaye aynı
değildi. Böylece usûl eserlerinin kaleme alınışı konusunda iki ayrı metot
ortaya çıktı. Birincisi:
"Mütekellimin metodu" idi. Bu metodun böyle anılmasının sebebi, bu
metoda göre yazanların çoğunluğunun kelâm bilgini olmalarıdır. Bu metot
"Şâfıîyye metodu" diye de isimlendirilmiştir, çünkü bu metoda göre
yazan ilk müellif İmâm Şafiî'dir. İkincisi:
"Hanefiyye metodundur. Bu metot Hanefî bilginler tarafından ortaya konmuş
ve takip edilmiş olduğundan böyle adlandırılmıştır. [34][16] Mütekellimîn
metodunun özelliği usûl kurallarının, delillerin ve burhanların gösterdiği
yönde vaz'edilmesidir. Bu metoda göre yazan usûlcüler, belirli bir mezhep
lehinde taassup göstermeksizin ve ulaşılan usûl kuralının mezhep imamlarından
nakledilmiş fıkhı çözümlere uygun olup olmadığına bakmaksızın, delillerin
desteklediği kuralları tesbit ve kabul etmişler, delillere aykırı düşen
kuralları reddetmişlerdir. Böylece onların usûlü, furû'u'l- fıkhın ffer'î fıkıh
çözümlerinin) hizmetçisi değil, furû'î hükümlere hakim bir usûl, bir istinbat
yolu olmuştur. Bu yüzden onlar, izah ve örnek kabilinden zikrettikleri bir yana
bırakılırsa, furû hükümlerine kitaplarında pek yer vermemişlerdir. [35] Hanefiyye
metodunun özelliği ise, mezhep imamlarının ictihad ederken ve fıkhî meselelerin
hükmünü verirken takip ettiklerine kanaat getirilen usûl kurallarının tesbit
edilmesidir. Bu metoda göre usûl yazanların bu kuralları tesbit ederken
dayandıkları esas malzeme, mezhep imamlarından nakledilen fıkhî çözümlerdir.
Hanefi bilginlerinin bu metodu takip etmelerinin temelinde yatan sebep şudur:
Hanefi mezhebinin imamları onlara, Şafiî'nin kendi talebelerine bıraktığı gibi
derli-toplu bir kurallar koleksiyonu bırakmış değildi, sadece çok sayıda ve çok
çeşitli fıkhî meselelere ait çözümler ve bu çözümlerin içine serpiştirilmiş
bazı kurallar bırakmışlardı. İşte Hanefi bilginler bu çözümlerin üzerine
eğildiler, birbirine benzeyenlerini biraraya getirdiler ve bunları özümleyerek
bir takım kurallar ortaya çıkardılar. Gerek imamlarından nakledilen çözümleri
desteklemek, cedel ve münazara meclislerinde bu çözümlerin müdafaasında silah
olarak kullanmak, gerekse mezhep imamlarından nakledilen İctihadların ele
almamış bulunduğu yeni olayların hükümlerini çıkarırken kendilerinden
yararlanmak üzere bu kuralları mezheplerinin usûlü haline getirdiler. Bu tutum
onları, bazen şu sonuca götürüyordu: Önce mezhep imamlarından nakledilmiş
çözümlerin gerektirdiği şekilde usul kuralları koyuyorlar, sonra koydukları bir
kuralın mezhep içinde yerleşmiş furû çözümlerinden biriyle çatıştığını
görüyorlar ve usûl kuralını değiştirip ona bu fıkhı çözümle uyuşan bir şekil
veriyorlardı. Misal: Namazın
vücubunda vaktin sebep teşkil edişi ile ilgili. Gerek Hanefîler gerekse
diğerleri ittifak etmektedirler ki, beş vakit namazdan her birinin vakti bu
namazın vücubu ve bu namaza ait borcun mükellefin zimmetinde yer tutması için
"sebep"tîr ve bu namazın edasının "sıhhat şartı" dır. Yani
henüz vakti girmeden namaz vacip olmaz, vaktinden önce edâ edilmesi halinde bu
namaz geçerli değildir; vakti geçtikten sonra da edâ edilemez. Aynı fakihler,
namazın sebebini teşkil eden vaktin herhangi bir anında bu namazın kılınabileceğinde
de birleşmişler, fakat vücûb için sebep teşkil eden zaman parçası hakkında yani
Şâri'den mükellefe hitabın yöneldiğini gösteren işaret hakkında ihtilâf
etmişlerdir. Cumhur (fakihlerin çoğunluğu) şöyle demektedir: Sebep, vaktin ilk
kısmıdır, vakit girdiği anda mükellef, bu vakitle sınırlı bulunan namazın
edasından sorumludur; fakat bu vaktin dilediği bir bölümünde edâ etme serbestîsine
sahiptir. Vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil olan kişi için durum budur. Şayet kişi, vaktin başlangıcında mükellefiyete
ehil değilse, "sebep", vaktin, mâniin ortadan kalkmasından itibaren
başlayan kısmıdır. Mâni bütün vakti kapladığı takdirde ise, kişiye hitap
yönelmemiştir ve vücûb söz konusu değildir.Hanefîlerin görüşü İse şöyledir:
Namazın vücubu için "sebeb", hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı
ile vaktin ilk kısmıdır. Eğer namaz vaktin ilk kısmında edâ edilmişse, namazın
vücubu için sebep budur. Şayet namaz, vaktin daha sonraki parçasında edâ
edilmişse, "sebeb" bu kısımdır. Bu şekilde vaktin ilerlediğini ve edâ
edilmediğini düşünelim: Nihayet, ancak bu namazın edâ edilebileceği kadar bir
zaman parçası kalmışsa, artık bu kısım "sebebiyet" için belirli hale
gelmiştir. Eğer namaz edâ edilmeden vakit sona ererse, bu defa vaktin tamamı
"sebeb"tir. Cumhur burada şer'î delile dayanmaktadır. O da Kur'ân-ı
Kerîm'in şu âyetidir: "Güneşin (batıya doğru) dönmesinden gecenin
karanlığı batıncaya kadar namazı kıl!. " [36]Zira
Yüce Allah, güneşin batıya doğru meyletmesini namazın vücûbuna ve "namazı
kıl" hitabının mükellefe yönelmesine "sebeb" kılmıştır. Sünnet
de, vakitlerin başlangıç ve bitişlerini açıklamış ve mükellefin namazlarının
edasında genişliğe sahip olduğunu göstermiştir. Cumhurun koyduğu bu kuraldan şu
sonuç ortaya çıkmaktadır: Mükellef, vaktin herhangi bir bölümünde mükellefiyet
manilerinden biri olmaksızın bulunmuşsa, borç zimmetinde sabit olur ve bunu edâ
yahut kaza etmesi gerekir; fakat manilerden kurtulmuş olarak vaktin hiçbir
anına rastlayamamışsa kendisine bir şey gerekmez. Hanefîlere
gelince, onlar bu kuralda Kitap veya Sünnet'ten bir delile değil, mezhep
imamlarından nakledilmiş bulunan fıkhı çözümlere dayanmışlardır. Bu konudaki
furû' hükümlerine bakmışlar ve şu çözümü bulmuşlardır: Bir kimse vaktin
başlangıcında mükellef iken, sonradan bir mükellefiyet manii ortaya çıksa bu
mani vakit çıkıncaya kadar devam etse, bu vakte ait namaz ona vacip olmaz. Hanefî
usûlcüler bu fer'î hükümden, vaktin ilk kısmının, namazın vücubu için
"sebeb" olmadığı sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü -bu anlayışa göre-,
ilk kısım "sebep" olsaydı sadece sebebin varlığı ile vâcib mükellefin
zimmetinde borç olarak yer tutacaktı; zimmette bir borcun yer almasından sonra
ise, bu borç edâ veya kaza edilmedikçe sorumluluk sona ermezdi. Yine, onlar
önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef, namazı vaktin
başlangıcında edâ ederse namaz sahih, (geçerli) olur. Bu hükümden de şu sonucu
çıkardılar: Vaktin son kısmı namazın vücûbu için "sebep" değildir.
Şayet "sebep" olsaydı, vaktin başlangıç kısmında kılınan namazın
sahih olmaması gerekirdi. Çünkü bu namaz, sebebi ve sıhhat şartı yani
"vakit" henüz ortada yokken edâ edilmiş bir namaz olurdu. Halbuki
sebebi ve sıhhat şartı gerçekleşmeden namaz sahih değildir. Aynı şekilde,
Hanefî usûlcüler şöyle bir fer'î hükümle de karşı karşıya idiler: Mükellef,
nakıs vakit girinceye yani güneşin rengi sararıncaya kadar ikindi namazını
kılmamış bulunsa ve nakıs vakitte kılsa, namazı kerahetle birlikte sahihtir. Bu
fıkhî çözümden de şu sonuca vardılar: Vâcib, daha önce edâ edilmeyip ancak
vaktin sonunda ifa edilmiş olursa, vaktin sonu namazın vücubu için
"sebeb"tir. Zira nakıs vakitte namazın edasının sahih olması, vücûb
sebebindeki eksiklikten ötürü namazın da eksikliğiyle birlikte vâcib olduğuna
delildir. SONUÇ Mücmelen
özetini yapmaya çalıştığımız tefsir, fıkıh ve hadis usullerinde görülen ortak
nokta bu ilimlerin asılda (asr-ı saadette) bir bütünlük teşkil etmesidir. Daha
sonraki dönemlerde furuâta gidilerek ayrıştığını görmekteyiz. Tefsir tarihinde
kaynak olarak gösterilen bir rivayeti aynı zamanda hadis ve fıkıh'ta da
görmekteyiz. İbn-i Abbas
olsun diğer sahabiler olsun, tefsir dersi verirken aynı zamanda fıkıhla
alakalı, hadisle alakalı sorulara da cevap vermiş hiç birinden benim alanım
değil diye ictinab etmemiştir. Zira o dönemde fıkıh ilmi, hadis ilmi, tefsir
ilmi gibi bir tasnif yoktu. Sadece belki "din ilmi" diyebileceğimiz
Kur'an-ı ve İslam'ı bir bütün olarak anlama vardı. Mesela, Hanefilerin medarı alan Abdullah
ibn-i Mes'ud (r.a) fıkhı çok iyi bilirdi ama tefsirde veya hadiste bilgisi
yoktu demek o dönem için ne kadar yersiz olurdu. Allah (c.c), o büyük zatların
yolunda yürüyerek okuyup okutmayı hayatına şiar edinen kullarından eylesin.
Neticesinde de hocalarımızla, talebelerimizle rızasını kazanmaya muvaffak
eylesin…(âmin) [1] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, [2] İbn Manzûr, Lisânu'l-arab, Beyrut ts., IV, 369; el-i tCevheri,
es-Sıhah, Mısır 1376, II, 781; ez-Zebidî, Tâcu'l-arûs, Mısır 1306, III, 470. [3] ez-Zerkânî, Menâhilu'l-irfân ft ulûmi'l-Kur'ân, Mısır
ts., I, 471; ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, Mısır 1396/1976, I, 15. [4] İbn Manzûr, Lisânu'l-arab, XI., 32; er-Râgib
el-Isfahânî, el-Mufredât fî ğarîbi’1-Kur’ân (thk. Muhammed Seyyid Keylânî),
Beyrut ts., s. 31; Asım Efendi, Kamus Tcrcemesı, İstanbul 1304-1305, III, 1160. [5] Salih, Muhammed Edib, Tefsiru'n-nusûs
fî fıkhi'l-İslâmî, Beyrut 1984, I, 381; el-Akk, Usûlü't-tefsîr s. 58. [6] Elmalılı, Hak Dini, (Mukaddime) I,
27. [7] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü,
Ankara 1993, s. 215. [8] İbnu'1-Esîr, el-Mesellesu's-Sâir fî
edebi'l-kâtib ve'ş-şâir, (thk, Ahmed el-Hûfî-Bedevî Tabbâne), Riyâd 1983/1403,
I, 90. [9] Elmalılı Hak Dini, (Mukaddime), I, 9.
[10] ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn,
I, 23. [11] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s.
217. [12] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 26-27. [13] Bkz. Wensinck, A. J.,
"Vahiy", İA., XIII, 143. [14] Ebû Şuhbe, el-Medhal li
dirâsâti'l-Kur'âni'l-Kerîm, Mısır ts., s. 86. [15] el-Buhârî, Bed'u'l-vahy 2; Müslim,
el-Fedâil, 23. [16] Hz. Peygamber'in rüyalarının vahiy
sayıldığı konusunda bkz. eş-Şâfii, er-Risâle, (trc. Muhammed Seyyid Geylânî),
Kahire 1969, s. 154; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 720. Ezanın belirlenmesi
hakkında Abdullah b. Zeyd el-Ensârî'nin görmüş olduğu rüya dahi, Resûlullah
(sav)'m şehâdetiyle vahyin kapsamına alınmıştır. (Bkz. ed-Dihlevî, Huccetullahi'l-bâliğa,
I, 681). [17] Bu görüş el-Mâverdî'ye nisbet
edilmektedir- Bkz. ez-Zerkânî, Menâhil, I, 47. [18] el-Bakara 2/184. [19][31] Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 103. [20] Yavuz, Yusuf Şevki-Çetin Abdurrahman,
"Âyet", DİA-, IV, 243. Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir
Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları:
75-76. [21]es-Suyûtî, el-İtkân, I, 80. [22] Sûre kelimesinin çeşitli anlamlan
için bkz. el-Cevherî, es-Sthah, II, 690; İbn Manzûr, Lisânu'harab, IV, 386;
ez-Zerkânî, Menâhil, I, 343. [23] Yıldırım, Suat, Kur'ân İlimlerine
Giriş, s. 52. [24] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s.
58. [25] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 79. [28] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 23-24. [29]Namazı kılın, zekâtı verin."
el-Bakara 2/43. [30] "Rabbinize kulluk edin, İyilik
yapın ki kurtuluşa eresiniz." el-Hacc 22/77. [31] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları [32][14] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: [33][15] Denmiştir ki: İmâm Şâfıî bu "Risâle"yİ
Abdurrahman b. Mehdî'nin isteği üzerine ortaya koymuştur. Abdurrahman b. Mehdi,
kendisinden, Kur'ân'ın niteliklerini, haberlerinin kabul şartlarını, icmânın
kaynak olusunu, Kur'ân ve Sünnet'teki nâsih ve mensûhu açıklayan bir mektup
yazmasını istemişti. Şâfıî bunu yazıp gönderince "R [34][16] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: [35][17] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: [36][18] el-İsrâ" 17/78
"ed-Dülûk", güneşin zevali (yükselişinin sona ermesi) ve göğün
ortasından batı yönüne doğru eğilmesi; "ğaseku'1-leyl.gecenin koyu karanlığı
demektir. Allah'ın "dülûk"tan "ğaseku'l-leyr'e kadar kılınmasını
emrettiği namazlar, öğle, İkindi, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah namazını
ise, Yüce Allah "ve kur'âne'1-fecr" sözü ile emretmiştir. Çünkü bu,
.sabah kıraatini (okumasını) yerine getir, anlamındadır. Kıraatten maksat,
sabah - namazıdır. Kıraat namazın bir parçası ve rüknü olduğu için, namazdan
"kur'ân" diye sözedilmîştir. Usûl,kelime
anlamı olarak herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde
yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar şeklinde tarif edilir.islami ilimlerde-hadis,tefsir ve fıkıh-usûl kavramı ise ayet ve hadisleri
yorumlayabilmemiz ve çıkartımlarda bulunabilmemiz için ortaya konulan esas ve
metodlardır.şimdi de kısaca konumuz olan hadis,tefsir,fıkıh usullerinin aslında
bir bütünün parçaları olduğunu izah edebilmek için şöyle devam edelim. Tefsir
usûl'ü,Kur'an'ın âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve kur'an'ın
anlaşılmasına yardımcı olmaktadır.Bunu yaparken hadis ilminden yararlanır.Şöyle
ki Kur’an-ı
Kerim’de yer alan ilahî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir.
Örneğin; Kur’an-ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz
kılındığı” bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl
kılınacağını, rekatlarının sayılarını Peygamber Efendimiz (s.a.v.) açıklamış ve
uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını
öğrettikten sonra da: Ali Karataş-Tefsir,Hadis
ve Fıkıh Usulu,Mezhepler Ve İslam Tarihi 5. ÜNİTE Müslümanlar
geçmişten günümüze hep Kur’an ışığın da onun rehberliğinde bir düzen kurmak istemişlerdir.Bunu yapabilmek
için de Kur’anı tam anlamıyla idrak edebilmek gerekir. Kur’an tefsirini ilk olarak peygamberimiz
yapmıştır.Bunu peygamberimizin ashaba anlamadığı ayetleri açıklamasına
dayanarak söyleyebiliriz. Peygamberimizin vefatından sonra sahabe Kur’anı
açıklama gayretine girişmiştir .Müşahedelerine dayanarak ve kendi
kavrayışlarına göre açıklama yapmışlardır. Sahabe neslinden sonra tabiiler Kur’anın
tefsiri ile ilgilenmiştir.Sahabeler toprakların genişlemesi ile her beldeye yayılmış
bu ilimlerini bir sonraki nesle aktarmışlardır. Rivayet tefsirinin özünü büyük ölçüde
tabiilerin görüş ve açıklamaları oluşturur.Bu dönemde kelime ve kavramlar daha
ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır.Kur’an çeşitli dönemlerde çeşitli yöntemler
ve kaynaklar üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır.Bu işi yapan kişilerin
kavrayışlarına, dönem şartlarına, o kişilerin donanımlarına göre farklılık arz
etmeye başlamıştır.Rivayet tefsirleri ayetlerin tefsirine ilişkin Hz.
Peygamberden, sahabeden ve tabiinden nakledilen
rivayetleri bünyesinde toplayan tefsirlerdir.Dirayet tefsirlerinde durum biraz farklıdır.Belirli rivayetler
üzerine o dönemki yorumların da
katılarak müfessirlerin de üstüne bir şeyler koyarak yaptığı tefsirlerdir. 6.
ÜNİTE Mukatil b.
Süleyman İlk fıkhi tefsir olan Tefsiru'l-hamsi
Mieti Ayetin Mine'l Kur'an'ı yazmıştır. Kur'an dili, nahiv ve beleğat
inceliklerine vakıf olduğu için övülür. Tefsir günümüze kadar ulaşmıştır.
Ayetlerin sırasına göre tefsir edilen ilk tefsirdir. İsnadlara yer vermediği
için eleştirilir. İbnu Kuteybe İlimde asıl derinleşmesi dil,
edebiyat, şiir alanında olmuştur. Kur'an'ı kendi inançlarına göre
yorumlayanların görüşlerini filolojik olarak çürüterek tefsir ilmine önemli
katkıda bulunmuştur. Te'vilu Müşkilu'l Kur'an ve Garibu'l -Kuran günümüze
kadar ulaşan iki eseridir. Et-Taber Er- Razi İbn Kesir Ebussuud Seyyid Kutub 1941’de sosyoloji
doktorası yapmak üzere Maarif Vekâleti tarafından Amerika’ya gönderildi.1951’de
İhvan-ı Müslimin teşkilatının bir fikir elemanı olarak çalıştı.1954’te
tutuklanarak on beş yıl hapis cezası aldı.Hapiste daha önce telifine başladığı
tefsiri, Fî-Zılâli’l-Kur’an’ı tamamladı.Yazarın tefsirini yazmakta gayesi
Kur’an’ın kendisinden yola çıkarak yeni ve ideal bir insan, hayat, toplum ve
insanlık modeli oluşturmaktır. İbn Aşur 1913’ten itibaren on yıl Mâlikî Kadılığı
yaptı.1932’de ilk Mâlikî Şeyhülislam’ı oldu.Tefsirinin adı et-Tahrîr
ve’t-Tenvîr’dir.Ayetleri Kur’an’da normal sırasına göre tefsir
etmiştir.Ayetlerin tefsirinde yine ayetlere başvurmuş, gerektiğinde Hz.
Peygamberin tefsirinden ve seleften gelen görüşlerden de istifade etmiştir. MUSTAFA MURAT
BATMAN 12912713 · Cenab-ı Hak: “...اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ
عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬ا…” “Şüphesiz ki Allah’ın kulları içerisinde O’ndan en çok sakınan
âlimlerdir”[1]
buyurmuş, Rasulullah da: “مَنْ سَلَكَ
طَرِيقًا يَلْتَمِسُ فِيهِ عِلْمًا سَهَّلَ اللَّهُ لَهُ طَرِيقًا إِلَى
الْجَنَّةِ” “Kim kendisini ilme ulaştıracak bir yol tutarsa, Allah-ü Teâlâ
o kişiye cennete götüren yolu kolaylaştırır”[2]
buyurmuştur. Bu ayet ve hadisleri ve daha nicelerini kendisine şiar edinen
geçmişteki âlimlerimiz, kendilerini yalnızca bir alanda yetiştirmek ile
kalmamış , ihtisas yaptıkları alan haricinde birçok alanda ilim elde etmeye
devam etmiş, liyakatlerini artırmış ve bilgi aldıkları alanların hemen hemen
hepsinde söz sahibi olmuşlardır. Bu durum Ulumu’l İslamiyye’nin geçmişte bir
bütün olarak ele alındığını
göstermektedir. · Bilim tarihine
genel hatlarıyla baktığımızda, geçmişte yaşamış ilim adamlarının, günümüzde
olduğu gibi kendisini yalnızca bir tek alanda yetiştirip, sadece o alanda
yetkin olmadığını müşahede ederiz. Bu bilginler günümüzdekilerin aksine, birçok
alanda söz sahibi olacak derecede bilgi sahibi idiler. · Günümüz
tasnifinde yer alan ilimlere baktığımızda, hiçbir ilmin bir diğerinden tamamen
ayrı, tamamen bağımsız bir özellik teşkil etmediğini fark ederiz. Bilhassa
alanımız olan İslam ilimlerine bir göz atacak olursak kelam, hadis, fıkıh,
tefsir adeta iç içe geçmiştir. Aralarında keskin sınırlar yoktur. Her birinin
doğuşu ve gelişimi birbirleriyle etkileşim içerisindedir. Örneğin; erken dönem
tefsir usulü ve tarihi, hadisin önemli bir parçasıdır. Bilindiği gibi Klasik
İslami İlimler Terminolojisinde Hz. Peygamber’in sözüne “merfu’ hadis”, sahabi
sözüne “mevkuf hadis”, tabii sözüne “maktu hadis” denmekte ve tefsir
rivayetleri de büyük çoğunluğu itibarıyla bu üç gruptan birine girmektedirler.
Bu durumda tefsir rivayetleri, içerikleri bakımından diğer rivayetlerden
ayrılsa bile menşe’leri itibariyle aslında birer hadis rivayetidir. Çünkü onlar
sonuçta rivayettirler ve unutulmamalıdır ki, ilk hicri asırlarda ‘rivayet’ ile
‘hadis’ kelimeleri eş anlamlı olarak da kullanılmıştır.[3] · Fakat zamanla
bu birliktelik, yavaş yavaş ortadan kalkmış ve Tedvin dönemi ile birlikte
günümüz ilim tasnifi oluşmaya başlamıştır. · Cabiri bu hususta şunları söylemektedir: · “Hicri 136-150.
yıllar arasında Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen tedvin hareketinin
başladığı belli başlı merkezi şehirlerdir. Bu şehirler, ellerinde yazılı
belgeler ve “sinelerindekilerle” giderek büyüyen ve dallanan İslam mirasını
taşıyan âlimlerin odaklandıkları büyük merkezlerdi. Dönemin âlimlerinin
taşıdıkları miras; bablara ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış
bilgi, haber ve te’villerin karışımından oluşmaktaydı. Tedvin işlemi temelde bu
bilgi birikiminin ayıklanarak bablara ayrılmasını hedefliyordu. Bablara ayrılan
bu bilgiler bilahare tefsir, hadis, fıkıh, lügat ve tarih ilimleri olarak
tasnif edileceklerdi.”[4] · Tedvin
döneminden sonra artık ilim dalları yavaş yavaş muhtelif bir dal olarak
belirmeye başlamıştır. Ancak her ilim dalının (ilimler her ne kadar tasnife
tabi tutulsa da kaynaklarının aynı olmasından ötürü) diğer bir ilim dalı ile arasında
çeşitli ilişkiler husule gelmiştir. Bu tasniflere göre; İslamî İlimler
arasındaki irtibatı, tefsir merkezli olarak ele aldıgımızda dil ve tarih
bilimleri adı altında 2 ana akım görürüz. a)
Dil bilimleri: Dil
bilimlerinden Kur’an’ın kelimelerine ve ayetlerine açıklamak getirmek için
yararlanılır. Bunun için tefsir yapılırken, önce Arapça bilinmelidir. Ayrıca
cümle yapısı ile ilgili nahiv ilmi, kelimelerin türetilmesi ile ilgili olan
sarf ve iştikak ilmi, Kur’an’ın edebî inceliklerini ele almak için Ma’ani,
beyan ve bedii ilimlerinin bilinmesi gerekir. b)
Tarih Karakterli
Bilgiler: Tefsirde Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve
ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için hadisten büyük oranda yararlanılır.
Hadis rivayetleri ayetlerin sebeb-i nüzul bilgilerini ve doğrudan ayetlere
açıklama getiren rivayetleri ve kıraat bilgilerini bize sağlamaktadır. Tefsir,
tarih kaynaklarından da benzeri amaçlar için faydalanır.[5] · Yukarıda
bahsettiklerimizden de anlaşılacağı üzere tefsir ilminin kendisinden
faydalandığı birçok bilim dalı bulunmaktadır. Ancak tefsir ilminin diğer bilim
dalları ile olan ilişkisi yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Bu bilimler
haricinde tefsirin kendilerine kaynaklık ettiği, malzeme sunduğu bilimler de
yer almaktadır. Örneğin tefsir disiplinin Kur’an ayetlerini açıklaması, fıkıh,
kelam ve daha birçok bilim dalına materyal sağlamaktadır. Çünkü bilindiği üzere
İslamî İlimlerin temel kaynağı Kur’an-ı Azîmü’ş-Şan’dır. · Tefsir sadece
ayetlerin indiği anda ne kastettiklerini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.
Tefsirin ortaya çıkardığı bu anlamların yorumlanması ve Kur’an’ın öğrettiği
değerlerin değişik zamanlara taşınması fıkıh ve kelam disiplinleri tarafından
yapılmıştır. Kur’an’ın içeriğinde yer alan ahlak, siyaset, itikat, hukuk,
ibadet gibi konulara ilişkin ayetlerin yorumlanıp sistemli hale getirilmesi bu
disiplinler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kur’an’da yer alan ahlak, siyaset
ve itikat konularının yorumlanması ve değişik zamanlarda yaşama taşınması
işlemi kelam disiplini tarafından; genel anlamıyla hukuk ve ibadet konuları ve
bu alanlara ilişkin ayetlerin sistemli bir şekilde yorumlanması fıkıh disiplini
tarafından; tefsir de dâhil olmak üzere bütün disiplinlerin izleyeceği yöntem,
Kur’an ibarelerinin anlamlarını ve değerlerini belirleme, ortaya koyma ve
bunları hayata yansıtmanın önemi ise fıkıh usulü tarafından geliştirilmiştir.[6] · İlimler her ne
kadar tasnif edilseler de aralarındaki
ilişki hiçbir zaman kesintiye uğramamaktadır. Çünkü yapısı gereği fıkıh, tefsir
ve hadisten ayrılamaz çünkü ana materyalleri bu iki kaynaktır. Bir ayetin
maksadı anlaşılmadan, nüzul sebebi bilinmeden ayetten hüküm çıkarmak mümkün
değildir. Hadis, Kur’an ile çelişemez, çünkü böyle bir iddianın doğrulanması
Rasulullah’ı (haşa) yalancı konumuna düşürür. Kelam da fıkhı geliştirmekle
yükümlüdür, fıkıh da kelam için bir konu alanı teşkil eder, yani tabiri caizse
bir hammaddedir. Kısacası her ilim dalı birbiri ile yakın bir ilişki
halindedir. Keza İslami İlimlerin ilk dönemlerinde ilk dört halife, İbn Ömer,
İbn Abbas, İbn Mesud, H.z. Aişe, Zeyd b. Sabit.. ve daha nice güzide insanların
bu ilim dallarının bidayetinde anılan şahıs olmaları bu durumu teyid eder
niteliktedir. · Yaptığımız bu çalışmadan anlıyoruz ki; gerek Ulumu’l
İslamiyye’nin bidayetinde gerekse klasik İslam eğitiminde ilim, bir bütün
olarak algılanmış ve okutulmuştur. · Bu ilimlerin
tedvin asrına kadarki olan süreçleri ve birbirleriyle aralarındaki ilişki bunu
gerekli kılmaktadır. Mezkur ilimler, yöntem ve ilgi alanı olarak farklıymış
gibi dursalar da aslında hepsi dinin bir
cihetini temsil etmektedirler. Günümüzde bu mühim ve temel ilkeyi göz önünde
bulundurmak, İslami ilimlerde yapılan çalışmaları daha kaliteli kılacağını
düşünmekteyiz. [1] Fatır 35/28. [2] Tirmizi, İlim 2. [3] Mehmet Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir
Faaliyetleri, s. 19, Kitabiyat, Ankara, 2003. [4] el-Cabiri, age, s. 72; Prof. Dr. Sönmez Kutlu, İslam Bilimlerinde
Yöntem, s. 52, Ankuzem, Ankara, 2005. [5] Prof. Dr. Mehmet Paçacı-Esra Gözeler, Kur’an ve Hadis İlimleri, s.12,
Ankuzem, Ankara, 2005. [6] Prof. Dr. Mehmet Paçacı-Esra Gözeler, age, s. 13. TEFSİR TARİHİ Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün
insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için Kur’ân’ı Kerim’in mutlak
surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1]
Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize en
iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz.
Peygamberdir. Dolayısıyla kur’ân
kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir
hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2]
Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin
kendi emridir. Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en
muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî
olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi
anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek
olmuşlardır.[3] Dört
halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı
kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her
dönemde gittikçe gelişmiştir. HADİS
TARİHİ Hadis
Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve
Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu
zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam
topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4]
Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir,
ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta
Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı
sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu
belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5] Emeviler dönemi hadis rivayetinin
yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması
faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça
fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem
olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her
bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir. FIKIH TARİHİ Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile
beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli
hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap,
sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla
ilgili fetvalardan oluşur.Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid
imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele
geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla
karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları
problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin
nassları ışığında yeni hükümler elde
etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır. Fıkıh ilmide yeryüzündeki her
ilim gibi doğmuş, gelişmiş, olgunlaşmış
daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede
iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini
üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler
bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya
hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir. Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde,
Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki
tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi
özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu
(hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz.
Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu
bilinmektedir.[6] Buraya kadar her bir ilmin
tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza.Bu
ilimlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur:
İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı
alanlara ve branşlara ayrılsa da öz ve
esas olarak aynı temele dayanmaktadır.
İslamiyet içerisinde gelişen bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun
çevresinde, O’na göre gelişmişlerdir.[7]
Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması
itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartışılmaz.Peygamber
efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak
hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla
çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek
teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti
.Hatta cemel ve sıffin gibi şavaşlara
neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının
sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına ,
doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve
kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif
şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap
olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve
kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde
anlamışlardı.‘’[8] İslam coğrafyasının genişlemesiyle
sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve
tabıûn efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete
ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada yani
bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat
ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer
yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme
,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet
üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma
sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer
metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9] ’’ İlk
devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin
tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını
ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler
alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.
Hicri birinci
asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı
dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin
muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda ,
bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında
toplanmaya başlandı. Buraya kadar saydığımız
durumlar islami bilimlerin dayandığı
kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip ,
genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi
bilgiyi işleyen olarak bu
bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum. İlk dönemlerde islam ilimleri
alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu.
Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse
fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep
dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin
daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve
fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11]
Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere bir
çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi. Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle
bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. [1] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi,
Fecr Yayınları, s. 31 [2] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi,
Fecr Yayınları, s. 33 [3] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi,
Fecr Yayınları, s. 61 [4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları [5] Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof.
Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav [6] Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi [7] İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86 [8]Prof.Dr.
İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 ,
Fecr yayınları , Ankara 2010 [9]Prof .
Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ? Klasik yayınları , İstanbul 2008 [10]Prof.Dr.
İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010 12912778 / Yüksek
Lisans Rukiye Öztürk TEFSİR TARİHİ ·
Hz. Muhammed (sav) döneminde kitap haline
getirilememişse de tilaveten toparlama mükemmel hale getirilmiştir.
Hz. Ebu Bekir devrinde kitap halini almış ve son olarakî Hz. Osman derinde okunuş
farklılıkları ortadan kaldırılmış haliyle çoğaltılmıştır. Bunlardan bazıları ( kronolojik ): ► Tefsiru Garib’l Kur’ani’l Mecid; Zeyd İbn Ali ► Tefsir’ul İmam Ca’fer es-Sadık ► Tefsiru Mukatil İbn Süleyman ► Kitabu Maani’l
Kur’an; El Ahfeş ► Tefsiru Ebi
Zekeriyya Yahya İbn Selem et-Teymî el Basrî ► Câmi'ul Beyân fi
Tefsir'il Kur'ân; İbn Cerir et-Taberi ►
Keşşaf Tefsiri; Zemahşerî ... Rukiye Öztürk TEFSİR TARİHİ · Hz. Muhammed (sav) döneminde kitap haline
getirilememişse de tilaveten toparlama mükemmel hale getirilmiştir.
Hz. Ebu Bekir devrinde kitap halini almış ve son olarak Hz. Osman devrinde okunuş
farklılıkları ortadan kaldırılmış haliyle çoğaltılmıştır. Bunlardan bazıları ( kronolojik ): ► Tefsiru Garib’l Kur’ani’l Mecid; Zeyd İbn Ali ► Tefsir’ul İmam Ca’fer es-Sadık ► Tefsiru Mukatil İbn Süleyman ► Kitabu Maani’l
Kur’an; El Ahfeş ► Tefsiru Ebi
Zekeriyya Yahya İbn Selem et-Teymî el Basrî ► Câmi'ul Beyân fi
Tefsir'il Kur'ân; İbn Cerir et-Taberi ►
Keşşaf Tefsiri; Zemahşerî ... 12912778 / Yüksek
Lisans Rukiye Öztürk Hadîs Tarihi 12912778 / Yüksek
Lisans Rukiye Öztürk Fıkıh Tarihi ·
Fakat fıkıh bir bilim
olarak, İslam hukuku anlamında kullanılmıştır. Bu anlamda kullanımının farklı
bilgin ve taraflarca yapılmış iki ana, farklı tanımı vardır. ·
Biri fıkıh
mezheplerinden Hanefilik mezhebinin
tanımıdır ki “ Kişinin ameli bakımdan lehinde ve aleyhinde olanları maharetle
bilmesi ” şeklindedir. ·
Diğer tanımsa yine bir
fıkıh mezhebi olan Şafiilik mezhebinin
tanımıdır ve “ Eylem ve şeriat hükümlerini, yani ibadet, muamelat ve cezaları (ceza hukukunu),
açıklayıcı delillerden çıkararak bilmek, tanımak ” şeklindedir. A. AİLE 1.
Evliliğin Çeşitleri: a)
Nikâh: Kızın velisinden
istenerek mehir karşılığında evlilik. b)
Trampa: İki kişinin kızlarını veya velisi
bulundukları kadınları mehirsiz takası etmeleri. İslam’da hadîsle yasaklanmıştır. c)
İki kız kardeşle
evlenmek ya da sınırsız kadınla evlenebilmek. Birincisi yasaklanmış, ikincisi ise en fazla dört olarak
sınırlandırılmış. d)
Analıkla evlenmek: İslam’da yasaklanmıştır. 2.
Evliliğin Mânileri: Yakın akraba ile
evlenmek yasaktı. Analar, kızlar, halalar ve teyzelerle evlenilmezdi. Buna
karşılık olarak amca ve dayılarla da evlenilmezdi. Evlatlık ise evlat yerindeydi
ve onunla da evlenmek yasaktı. İslam ile
evlatlık hariç bu yasaklar devam etmiştir. 3.
Mehir: Velisi ya da kızın
babası kızın mehrini alır ve kıza bir şey verilmezdi. İslam bunu yasaklamış ve mehirin kadına bir hak olduğunu bildirmiştir. 4.
Evliliğin Sona Ermesi: a)
Talâk ( boşanma ): Erkek
karısını boşar ve reddederdi. İsterse kendi kendine vazgeçebilirdi ve bunun
sayı sınırı bile yoktu. İslam bu
boşanmayı zorunlu hallerde ve üçe indirmiştir. b)
Hulû: Kadın veya
velisinin bir meblağ karşılığı kocasından boşanması. İslam da kabul görür ancak kayda ve şarta bağlanır. c)
İlâ ( yemin ) : Koca,
karısına yaklaşmayacağına yemin eder ve iki sene yaklaşmazsa onu boşamış
sayılırdı. İslam bu bekleme süresini dört
aya indirmiştir. 5.
Vasiyet: Araplar vâris olsun ya
da olmasın herkese istenildiği kadar malın bırakılabileceğini kabul
ediyorlardı. İslam da ise üçte birinden
fazla vasiyetin ifası varislerin rızasına bağlıdır. Varise vasiyet yoktur. B. MUÂMELÂT 1. Şirket Akdi: Hz. Peygamber ve sahabenin hayat
hikâyelerinde, İslam’dan önce ortaklık akdinin bilindiğini gösteren ifadeler
vardır. 2. Mudârabe veya Kırâz Akdi Bir
kişinin sermaye diğerinin iş ve ticaretiyle meydana gelir. Sermaye sahibi kârın
bir miktarını alır. İslam bunu yerinde bırakmıştır. 3. Selem Akdi: Peşin
para ile sonradan mal teslimi. Hz.
Peygamber: “ Yeri ve zamanı belli olsun.
” buyurmuştur. 4. Borçlanma ve Fâiz: Katlanarak
artan borçlar söz konusu idi. İslam
faizin bütün çeşitlerini yasaklamıştır. 5. Rehin: Borç
ödenmediği takdirde rehin mal alacaklının olurdu. İslam rehnin bu şekilde mal edilmesini men etmiştir. 6. Alışveriş Şekilleri: a)
Münâbeze, mülâmese ve hasât Bey’i: Aldım
– sattım sözleri kullanılmadan alışveriş yapılırdı. İslam bunu yasak etmiştir. b)
Hileli Artırma: Müşterinin
daha çok para vermesi sağlanırdı. Bu da
yasaklanmıştır. c) Borçlunun Satılması: İslam bunu da yasaklamıştır. C. CEZA
HUKUKU 1. Kısas: Araplar
‘ Ölümü en iyi ölüm yok eder ’ der ve kısas isterlerdi. Ancak katilin yakınları
da sorumlu sayılır ve buna dâhil edilirdi.
İslam ‘ Kimse kimsenin günahını
yüklenemez .’ ilkesini getirmiştir. 2. Diyet: Kasten
olmayan katil hadiselerinde diyet kabul edilirdi. İslam bunu kabulün yanı sıra kasten öldürmede de eğer maktulün velisi
razı olursa diyeti serbest etmiştir. D. MUHAKEME USÛLÜ Katili belli olmayan cinayetlerde maktûlun
bulunduğu köy veya mahalle ahalisinden elli kişinin ‘ öldürmedik ve öldüreni de
görmedik ’ demelerine verilen ad. İslam
bu usûlü kabul etmiştir. Davacı iddiasını şahit
ile ispata çalışır. Bunu yapmadığı takdirde davalıya yemin teklif edebilir.
İslam ilke olarak bunu reddetmemiştir.
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
Hadis ilimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayet-il-hadis gelir. Bu ilim dalında hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde ulaşıp ulaşmadığı araştırılır. Dirayet/Rivayet ikilisi bir bakıma kalite/kantite ikilisine benzer. Mesela tek bir kanaldan gelen dirayeten güçlü bir hadisin, bir kaç kanaldan gelen yani rivayeten güçlü gözüken bir hadisden daha sahih olması pek ala mümkündür.
Her ilim dalının bir terminolojisi olduğu gibi hadis ilimlerinin de istilahları vardır. Hadis istilahları anlaşılmadıkça hadis usulü de anlaşılamaz. Hadis istilahları çok sayıda olduğu için aşağıda sadece bir kısmına temas edilecektir:
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.
"Sika" da iki şart aranır: Adl ve zabt. Adl ravinin hadisi bozmadan rivayet eden dürüst bir müslüman olması, zabt ise hafızanın kuvvetli olması özelliğidir.
"Yahya b. Main ilk benim önümde oturduğu zaman bu hadisi sordu. Ben de Hammad b. Seleme bize tahdis etti (diyerek hadisi edaya başladım) Yahya dedi ki keşke defterinizden rivayet etseniz? Ben de defterimi getirmek üzere kalktım. Elbisemden tuttu ve önce bana (hafızanızdan) yazdırın. (Defteri getirmeden önce) tekrar size kavuşamamaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine hadisi yazdırdım, sonra çıkıp defterimi getirdim ve ona (hadisi) okudum."
"Bu ilim, yani hadis ilmi dindir. Artık dininizi kimlerden aldığınıza dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde Rasulullah (sav) şöyle buyurdu diyenlerden yetmiş zat gördüm ki her hangi birisine beytü'l-malı teslim ederseniz yine emin sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiç birisinden ahz etmedim. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn-i Şihab-i Zühri gelince hepimiz kapısına koşup üst üste yığılırdık."
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması)
- Bütün ravilerin sika olması
- İllet ve şazlık bulunmaması
Bu son şartın araştırılması zor olup, bunda ancak Buhari gibi büyük hadis mütehassısları derinleşebilmişlerdir. İllet ve şazlık olması durumu, ilk bakışta hadisin sened ve ravi yönünden sağlam gözükmesine rağmen, metin veya senedde gizli bir bozukluk olması halidir. Eğer muallel (illetli) veya şaz ise hemen zayıf hadis mertebesine iner.
Hadisde metin ve sened tenkidi:
- Sened tenkidi
Hicri ilk asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet ediliyordu. Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların kendi lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride kalması gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiin hazeratının ve onlardan sonraki muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz davranmalarına yol açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce, haftalarca süren yolculuklara çıktılar.
Ahmed b. Hanbel'in müsnedidir.
"Hadis rivayeti mevzuunda daha çok bilgi almak isteyen Tirmizi'nin camiine, sadece ahkam hadisleri isteyen Ebu Davud'un sünenine, fıkhi babların mükemmel sıralanışını görmek isteyen İbn-i Mace'nin sünenine müracaat etmelidir. Nesai'nin süneninde ise bu meziyetlerin bir çoğu bulunmaktadır."
Hadis ilmi dünyada yalnızca müslümanlara has bir ilim olup tarihçilere parmak ısırtmış, bu ilmi değersiz göstermek isteyen müsteşrikleri de bir çok sıkıntılara sokmuştur. Dünya tarihinde, peygamberimizden başka, hayatı ve risaleti, bütün ayrıntıları ile ve çok titiz metodlarla günümüze kadar ulaşan başka hiç bir şahsiyet yoktur. Bu sebeple, hadis ilmi müslümanların medar-ı iftiharları olup aynı zamanda sünneti bize ulaştırdığı için ona sahip çıkmak, onun metodolojisini, bize bıraktığı muhteşem ilmi mirası sonraki nesillere aktarmak vazifemiz olmalıdır.
Hadislerden bahsederken de, uluorta ve kulaktan dolma şeyleri değil, muteber kitaplardan aldığımız hadisleri söyleyerek, ilmimiz az da olsa, sünnete aşık, mesuliyetini müdrik bir müslümana yaraşır titizlik gösterilmelidir.
Ayrıca, muhaddislerin hadis rivayeti ve metin/sened tenkidi metodlarından bugünkü haber alma/verme ve değerlendirmede öğreneceğimiz bir çok dersler vardır.
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
Ramazan ÜNSAL (12912729) ramazanriza@gmail.com
TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ MUKARENELİ OKUMA
Hadis ve tefsir açısından ise peygamberimize inanan insan sayısı azınlıkta olduğu için nazil olan Kur'an ayetlerinin ezberlenmesi gerekiyordu. Toplumun ümmi bir toplum olması yazı bilen sahabelerin Kur'an'dan başka bir şey yazılmamasını istemiştir. Hadis yazmayı yasaklayan en azınlıkta olması öncelikli olarak Kur'an'ın yazılması ve ezberlenmesine önem verilmiştir. Bundan dolayı peygamber efendimiz hadis yazımını yasaklamıştır. Kendisinden meşhur hadîs, Ebü Said el-Hudrî tarafından rivayet edilmiştir. Bu hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden (bir şey) yazmayınız. Kim benden Kur'ân'dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin." Hadis yazımının yasaklanmasının sebeplerinin başında yazının tam gelişmemesi ve Kur'an ayetleriyle karışma tehlikesi gelir.
Tefsir tarihi açısından Araplar dili Arapça olmasına karşın Kur'an'ı anlayabiliyorlar olmalarına karşın yinede ümmi bir toplum olmaları yüzünden Kur'an'ın açıklanmasına ihtiyaç duyuyorlardı.
Medine Devri: Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Medine'ye göç edildi. Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletlerarası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
Hadis ve Tefsir açısından, sahabe-i kiram Kur'ânı Kerîm'den nazil olan âyetleri ve onların beyanı mahiyetinde olan Hazreti Peygamberin sözlerini hıfzetmeyi ihmal edilmez bir görev telakki etmişlerdir. Mekke'den Medine'ye hicretleri, bu görevin ifasında, onlara daha geniş ve daha rahat imkânlar sağlamış; bu suretle câhiliye devrinin koyu dalâleti, yerini, İslâm'ın insanları ilme teşvik eden aydınlık yoluna terketmistir. Peygamberimiz önceleri yasaklamış olduğu hadis yazımını bazı sahabelere izin vermiştir. Hangi maksatla olursa olsun, Hazreti Peygamber tarafından yazılan ve¬ya yazdırılan bir vesikayı, hadisin kapsamı içerisinde mütalâa etmek kadar tabii bir şey olmamak gerekir. Hazreti Peygamberin, Bizans împratoruna, Acem Kİsrâ'sına veya Mısır Mukavkış'a ve Habeş Necâşıye yazdığı mektuplar İslam tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında, yazılmış daha yüzlerce vesika vardır ve bu vesikaların yazılış sebepleri yahut konuları birbirinden farklıdır. Bu konu¬ları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Yeni anlaşmalar veya daha önce yapılmış anlaşmaların yenilenmesi;
2. İslâm'a davet;
3. Memur tayinleri, vazifelerinin tespiti ve bu vazifelerin ifasında davranış şekilleri;
4. Arazî ve bu arazilerin gelirlerinden atıyyeler;
5. Eman ve tavsiye mektupları;
6. Bazı kimseler hak¬kında istisna teşkil eden hükümlerin tespiti;
7. Hazreti Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili bazı müteferrikât. Bu vesikalardan büyük bir kısmının Medine devrine ait olduğuna şüphe yoktur.
Fıkıh tarihi itibariyle Ferdî ve ictimâî hayatın, çeşitli münasebetlerini tanzim eden kâide ve hükümler iki şekilde ortaya çıkıyordu: a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler oluyor, ya da sahâbeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevk eden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya ayet nazil oluyor, veya hüküm ve mâna Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbuyla hüküm açıklıyordu (Sünnet). Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarına bırakılıyordu. Ayetlerin nüzul sebeplerinden (esbâbu'n-nüzûl) bahseden kitaplarda hüküm gerektiren birçok hâdise nakledilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de "senden soruyorlar" ifadesi on beş defa zikredilmiştir. Ve bunların sekizi fıkıhla alâkalıdır. İki defa da "senden fetva istiyorlar" sözü geçmiştir.
b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual veya problem bahis mevzûu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri' (kaideyi vazeden) takdir ediyordu. İslâm sadece duyulan ihtiyaçları karşılamak için değil, yeni bir fert, cemiyet ve devlet yaratmak için gelmiştir. Şura, zekât nisapları, aile ve ceza hukuku ile alâkalı bazı kaideler bu kısım içinde yer alır.
Bilindiği üzere inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat (kanun) vazeden Allah'tır (el-En'âm: 6/57; Yûsuf: 12/40, 67). Allah'ın hükmü bize, ya Kitâb'ı (Kur'ân-ı Kerîm), ya Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyâs, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkh'ın birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kur'ân-ı Kerîm baştan sona birçok hafız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hafızalarda muhafaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış, yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Fıkh'ın fürû kısmı ile ilgili bu devre ait hüküm ve örnekler ise sayılamayacak kadar çoktur. Bize Hz. Muhammed(sav) vasıtasıyla ulaşan İslam dininin esası, temel kaynağı Kur'an-ı Kerimdir. Kur'an'ı Allah Rasulü sünnetiyle söz ve fiil olarak açıklamıştır. Kavlî ve fiilî sünnetlerinin her biri diğerini destekler, yardımcı olur.
Peygamberimizden sonraki devir: Tefsir tarihi açısından Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashap, Kur'ân'ı anlama konusun¬da herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Bunların arasında kendilerine soru sorulmadığı halde, Kur'ân'ı insanlara baştan sona anlatıp tefsir edenler de vardı. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu dönemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'ın bazı garip kelime¬lerinin açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindi¬ğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın icaz yönüyle alakalı nakillere de yer veril¬miştir. Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır. Tefsi¬re yönelik bütün bu gayretler hicrî II. asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Bu yüzden tefsirin doğuşundan söz ederken ilk önce Hz. Peygamber'in tefsirini konu edinmek gerekmektedir.
Fıkıh tarihi açısından Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y içtihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arz edildiği için sünnet mahiyetini alıyordu. Hâlbuki sahabe devrinde artık vahyin muhatabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar ihtilâf da ediliyordu.
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azaltmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için istişareye başvuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhalefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu. Bu devirde re'y'in manası: Kitap ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyas..." adı verilen esas ve metotlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.
Hadis tarihi açısından Hazreti Peygamber vefat ettiği zaman Arap Yarımadası İslâm Devleti hudutları içine kâmilen girmiş bulunuyordu. İslâm'ın bidayetinden itibaren fetihlerin çoğalması ve birçok ülkenin İslâm devleti hudutları içine girmesi, sahabenin, İslâm'ın beşiği olan Mekke ve Me¬dine'den ayrılmalarına ve çeşitli ülkelere dağılarak oralarda yerleşmelerine yol açmıştır. Medine medresesinin teşekkülünde en büyük rolü Abdullah ibn Ömer oynamıştı. Mekke'de Abdullah İbn Abbâs, Kûfe'de Abdullah İbn Mes'üd, Mısır'da Ab¬dullah İbn Amr îbni'l-'Âş, Basra'da Ebû Müsâ el-Eş'ari ve Enes İbn Mâlik, Şam'da ise Muâz İbn Cebel, Ebu'd-Derdâ ve 'Ubâde Ibnu'ş-Şâmit de kendi medreselerinin teşekkülünde aynı derecede rol oynamışlardı. Bunların dı¬şında aynı ülkelere yerleşen yahut girip çıkan diğer sahabeleri de elbette göz önünde bulundurmak gerekir. Her sahabenin, diğer ülkelerde yaşa¬yan arkadaşlarının Hazreti Peygamberden duyup öğrendikleri, fakat kendi¬sinin bilmediği şeyleri bulundukları yerlerde öğrettiklerini bilmesidir. İşte bu durum, sahabe arasında önce küçük çapta da olsa, bir hareketin başlama¬sına yol açmıştır. Bu hareket, bir ülkede yaşayan bir sahabenin, bilmediği yahut Hazreti Peygamberden işitmediği bir hadisi, onu bilen ve fakat başka ülkede yaşayan bir başka sahabeden öğrenmek için onun yanına seyahat et¬mek (rıhlet) şeklinde ortaya çıkmıştır.
Bir taraftan hadîs vaz'ının, diğer taraftan insanoğlunun yaratılışı dolayısıyla daima maruz kalabileceği çeşitli zafiyetlerin ortaya çıkardığı cerh ve ta'dîl, aslında, tek bir gayenin gerçekleştirilmesine yöneltilmiş sistemli bir faaliyetten ibarettir. Bu tek gaye, Hazreti Peygamberin ağzından çıkmış olan gerçek sözleri tespit etmek ve bunları zayıf ve sahte olanlarından ayır¬maktır. Hadîs vaz'ına karşı cerh ve ta'dîl hareketiyle birlikte başladığına şüphe bulunmayan isnad, İslâm'a has olan ve râvi isimlerini zikretmek suretiyle haberin ilk kaynağına kadar inmek imkânını veren bir rivayet sistemidir.
Birinci asnn sonlarına doğru önce tedvin daha sonra tasnif faaliyetinin başlaması üzerine telif edilen ve ikinci asır boyunca telifi devam eden hadîs eserlerini, siyer ve mağazî, sünen, câmi, musannaf ve belirli konulara tahsis edilenler olmak üzere beş guruba ayırarak zikretmiştik. Üçüncü asırda ise bu faaliyet daha çok süratlenmiş ve vücûda getirilen eserlerle bu asır, hadîs ta¬rihinin en parlak devri olmuştur. Bir taraftan yukarıda zikrettiğimiz beş gurupla ilgili, yeni ve daha güvenilir eserler tasnif edilirken, diğer taraftan, bu guruplar dışında yeni tasnif şekilleri ortaya çıkmış ve hadis ilminin çeşitli konularında ve bilhassa usûle müteallik kitaplar telif edilmeğe başlamıştır. El-Buhârî, Muşum, en-Nesâl, Ebü Dâvûd, et-Tinnizi ve tbn Mâce gibi imamlar Câmic ve Sürtenlerini bu asırda tasnif ederek Kutub-i Sitte adiyle maruf olan ve Kur'ânı Kerîm'den sonra İslâm'ın en mühim kaynağı sayılan altı sahih kitaba vücûd vermişlerdir.
Sonuç olarak İslam'a hizmet tarihinde âlimlerimiz hem hadis, hem fıkıh hem de tefsir alanında eserler vermişlerdir. Çünkü ilk dönemde bu disiplinler teşekkül etmemişti. Bundan dolayı her İslam bilgini külli olarak bu ilimleri biliyordu. Temel kaynak Kur'an-ı Kerim olunca bütün bilginlerimiz aynı kaynaktan besleniyorlardı. Sonucunda da bilgi bütünlüğü ortaya çıkmıştır.
Saygılarımla....
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
B- Fıkıh Usûlünün Konusu
Âlimlerin, Fıkıh Usûlü´nün konusu
ile ilgili görüşlerini şu dört maddede özetleyebiliriz:
1- Deliller, ictihâd ve tercihtir.
2- Şer´î hükümlerdir, dolayısıyla şer´i delillerdir.
3. Şer´î delillerdir, dolayısıyla şer´î hükümlerdir.
4. Şer´î hükümler ve şer´î delillerdir.
0 Yorum - Yorum Yaz
Bu ilmin gayesi, şer´î hükümlerin,
şer´î delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir.
Fıkıh Usûlü ilmi, Kur´ân ve
Sünnet´den hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde
edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1. Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur´ân ve Sünnet´in aşağı-yukan bütün
lafızlarım öğrenmiş olur.
2. İnsan bu ilim sayesinde müctehidler tarafından hükümlerin ne suretle çıkarıldığını,
hangisinin rey ve ictihâdların diğerlerine üstün bulunduğunu bilebilir.
Dolayısıyla müctehidlerin, istinbât ve ictihâd etme yollarını ve bunların
Fıkıh´a ne kadar hizmetlerinin geçtiğini müşahade eder.
3. Fıkıh kitaplarında bulunan hükümlerin delilleri ve bu hükümlerin hangilerinin
Kur´ân ve Sünnet´den çıkarıldığı ve hangilerinin müctehidlerin içtihâdla-rına
dayandığı, bu ilmin yardımıyla bilinebilir.
4. Cenâb-ı Hakk´ın dinî hükümleri koyarken gözettiği maksad ve gayesinin ne
olduğu (hikmet-i teşri´) bu ilim vasıtasiyle öğrenilebilir.
5. Bu ilimde ihtisas yapanların, hukukî, kanunî bilgileri artar ve muhakeme
kudretleri gelişir, hukuk nosyonları (hukuk melekesi) teşekkül eder, Kur´ân ve
Sünnet´den hata yapmadan hüküm çıkarabilirler.
Sahabe devrinde Fıkh´ın
kaynaklan: Kitâb, Sünnet, İcmâ ve içtihâd idi. Hz. Ömer´in Basra vali kadısı Ebû
Mûsa´l-Eş´arî´ye gönderdiği kazaî talimatnamede, İslâm Hukukunun kaynakları:
Kur´ân, Sünnet ve Kıyas olarak belirtiliyordu.
Tâbiün devrinde ehl-i rey ve
ehl-i hadîs mektepleri ortaya çıkmış, her mektep kendilerine has bir takım
teşri´ prensipleri benimsemiştir. Ehl-i
hadîs, Kur´ân ve Sünnet´e sımsıkı sarılırken, ehl-i rey, bulundukları muhit
gereği Kıyas ve İstihsân metodundan son derece faydalanmışlardır. Bu devrede de
Fıkıh kaynaklan: Kur´ân, Sünnet, İcmâ ve îctihâd idi ve teşri´ usûlleri hâlâ
şifahî halde bulunuyordu ve tedvîn edilmişti.
0 Yorum - Yorum Yaz
AYSUN ÖZSUNAR / YÜKSEK LİSANS
TEFSİR TARİHİ
RİVAYET TEFSİRLERİ
MEZHEBİ TEFSİRLER
*Rivayet Tefsiri,ilk dönemlerde
Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin isnad zincirine dayalı olarak Hz.Peygamber'in
ve sahabenin sözleriyle açıklanmasıdır.
*Mezhepler, kelami ve fıkhi
sahada ortaya çıkmışlardır.Kur'an'ı tefsir eden ve yorumlayan her alim mensup
olduğu mezhebi çizgisini yansıtmıştır.
*Sahabe,Kur'an ayetlerinin
izahını ya Hz.Peygamberden işitmek suretiyle veya kendi içtihad ve
re'yleriyle yapmıştır.Bunun içinde ekseriyetle sebebi nuzullerden
yararlanarak, dil yada dini yönden tefsir yaptıkları görülmektedir.
*Şia'nın tefsir anlayışı,
temelde Hz.Ali taraftarlığına dayansa da çeşitli sebeplerden dolayı muhtelif
fırkalara bölünmüştür.
*İmamiyye Şia'sının tefsir anlayışında ise,ayetler özellikle batını
bir tarzda yorumlamışlardır. İsm-i işaretlerle, zamirlerle veya
*Tabiiler devrinde ise
,Tabiilerde tefsiri sahabeden işitme
yoluyla nakletmiş, semai olmayan hususta da rey ve ictihadlara müracat etmiş,
re'yleriyle yapmış oldukları tefsirlerde yaşadıkları toplumun fikirlerini, yaşayışlarını
ve hurefelerini (israliyat) yansıtmışlardır. Bu dönem islami ilimlerde ve
bilhassa tefsir ilminde çeşitli haraket- lerin başladığı bir mirengi noktası
olmuştur.
cins isimlerle anlatılan
şahıslar şayet övülüyorsa Hz.Ali ve Ehl-i Beytten olanlar
anlaşılmış,kötüleniyorsa Hz. Ebubekr, Hz Ömer, Hz.Osman,Emeviler ve Hariciler
olarak algılamışlardır.
*El-Kuleyni, Ebu cafer Muhammet et-Tusi, Ebu Ali el-Fadl b.Hasan,
et-Tabresi ve es-Seyyid el-Murtada bu sahadaki önemli alimlerdir.
*Meşhur rivayet tefsiri
alimleri, İbn Cerir et-Taberi'nin Camiu'l-Beyan an Te'vi'l-Kur'an'ı, Ebu'l
Leys es-Semerkandi(ö383/993), el-Vahidi(ö468/1075) ,el-Bağavi(ö516/1122), İbn
Atiyye(ö546/1151),İbn Kesir(ö774/1372) ,Celaluddin es-Suyuti(ö911/1505) ,Cemaluddin
el-Kasımi(ö1332).
*Zeydiyyeler ise, Zeyd b.Ali
b.el-Huseyn tabii olanların teşkil ettiği gruptur.Muhammed b.ali
eş-Şevkani(ö1250/1834)'nin Fethu'l Kadir adlı tefsiri bu sahadaki en önemli
tefsirdir. *Hariciler
ise, çok ibadet eden sert tabiatlı ve cehaletlerinden dolayı taassup sahibi bir gruptur. Kur'an
ifadelerinin maksatla-rını anlamak yerine lafzi manalar üzerinde durmuşlardır
*Sadece İbadiyye kolu günümüze
kadar gelmiştir.
DİLBİLİMSEL (FİLOLOJİK TEFSİR)
*İslam fetihleriyle beraber
birçok ırklara, kültürlere ,dillere,dinlere mensup olan insanlar müslüman
oldular.
KELAMİ
TEFSİR *İslam
fetihleriyle birlikte diğer medeniyetlerle girilen ilişkiler
*Bu yeni müslüman olmuş insanlar
Kur'an'ı anlamak için önce Arap dilini bütün kurallarıyla öğrenmek zorunda
kaldılar.
ve islam toplumunun tarih içinde
yaşadığı siyasi ve toplumsal hadiseler islam dünyasında yeni problemlere ve
ihtiyaçlara
*Arap dili bu dönemde
İran,Hind,Yunan gibi dillerden etkilendi.
neden oldu.
*Hicri ikinci asırdan itibaren
dil çalışmaları gelişmeye başladı ve Kur'an metni ve Arap şiirleri en önemli
kaynaklar olmuştur.
*Bunun sonucunda inanç, ibadet,
hukuk ve siyaset gibi alanlar-da daha sistematik çalışmaların yapılması
zorunlu hale geldi.
*Önemli dil bilginleri
Sibeveyh(ö180/796), Ahfes (177/793) ve Halil b.Ahmed (ö170/786) dir.
*Tarihde hemen hemen her
müfessir,mensup olduğu mezhebi anlayışla Kur'an'ı yorumlamışlar ve
tefsirlerinde kelami konulara
*Dilbilimsel tefsir
çalışmalarına Mea'nil Kur'an,İrab'ul Kur'an, Mecaz'ul Kur'an,Garibu'l Kur'an
gibi isimler verilmiştir.
ağırlık olarak yer
vermişlerdir.(Mutezile-Eş'ari'lik ekolüne mensup müfessirler arasında kelami
tartışmalar çok olmuştur.)
*Zemahşeri, Keşşaf, Beydavi
,Nesefi ve Ebu Hayyan tefsirlerinde filolojik çalışmalar yapan alimlerdendir.
*Zemahşari ile Fahruddin er-Razi
bu konudaki önemli alimlerdir.Tartışılan başlıca Kelami problemler, hürriyet,
sorumluluk, Allah'ın sıfatları gibi konulardır.
FIKHI TEFSİRLER
İLMİ TEFSİRLER
*Kur'an'ın ibadet ve hukukla
ilgili ayetlerini açıklamayı ve onlardan hüküm çıkarmayı konu edinir.
*Kur'an'daki bazı ayetlerin
çeşitli ilimler,ilmi keşifler,icadlara göre tabii ilimler ışığında
yorumlanmasıdır.
*Genellkle bu ayetlerin sayısı
500 ile 1000 arasında değişir ve Ahkamu'l Kur'an olarak isimlendirilir.
*Genellikle Gazali'yle
başlatılır.Fahruddin er-Razi, Ebu'l-Fadl el- Mursi ve Suyuti eserlerinde bu
tarz çalışmalara yer vermişlerdir.
*Mukatil b.Süleyman(ö150/767)'in
tefsiri,İmam eş-Şafi(204/819)'nin Ahkamu'l Kur'an'ı, Cessas (ö370/981)'ın
Ahkamu'l Kur'an'ı, Ebubekr İbnu'l Arabi(ö543/1148)'nin Ahkamu'l Kur'an'ı,
Kurtubi(ö671/1273) el-Cami li Ahkami'l Kur'an'ı bu alanda yapılan önemli tefsir
çalışmalarıdır.
*İlmi tefsir faaliyetlerinde
19.yüzyıldan sonra bir canlanma gözlenmiştir. el-İskenderani
(ö1306/1888)Keşfu'l Esrari'n Nuranniyesi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa Serairu'l
Kur'an'ı, Tantavi Cevhari(ö1940) el-Cevahir Fi Tefsiri'l Kur'an'ı bu alanda
yapılan çalışmalardır.
*eş-Şatıbı, emin el-Huli ve
Muhammed Huseyn ez-Zehebi gibi
TASAVVUFİ TEFSİRLER
alimler ilmi tefsirleri Kur'an'i
bir bilimler ansiklopedisi gibi algılanmasına yol açtığı için
eleştirmişlerdir.
*Kur'an ayetlerinin lafzi/zahiri
anlamlarının dışında başka manalar aranması sonucu ortaya çıkan tefsir
türüdür.
*İşari tefsirde
denmektedir.İslam Ulemasının pek çoğu, Kur'an'ın zahirine ve şeriatine aykırı
olmayan işari ve batıni yorumlarına olumlu bakmışlardır.
KUR'AN'IN
REHBER KİTAP OLUŞUNU ÖN PLANA ÇIKARAN TEFSİR *Batı dünyasındak ilmi,fikri ve
teknolojik gelişmeler,batının tüm dünyada siyasi, askeri
iktisadi,ilmi,sanatsal,toplumsal,felsefi vb
*Sehl b.Abdullah et-Tusteri
(ö283/896)Tefsiru'l Kur'an'il Azim'i, Ebu Abdirrahman
es-Sulemi(ö412/1021)'nin Hakaiku't Tefsir'i, Kuşeyri (ö465/1072)'nin
Letaifu'l İşarat bi- Tefsiri'l Kur'an'ı, İsmail Hakkı Bursevi'nin Ruhu'l
Beyan'ı bu alanda yapılmış önemli çalışmalardır.
konularda İslam dünyasına olan
üstünlüğünü,ilim adamlarız Kur'an gibi değerli bir kaynaktan yeteri kadar
faydalanılmaması olarak gördüler.
*Bu ruh haliyle Kur'an'ı tüm ilimlerin kaynağı olarak görüp Kur'an'ı
hayata doğrudan yansıtan ve rehberlik vasfını ön plana
çıkaran çalışmalarda
bulundular.
*Bu akım mezhep taassubuna karşıdır.Kaynak olarak Kur'an ve
KONULARINA GÖRE TEFSİR
Sahih sünneti esas alır.Akli yoruma önem verir.İsraili
haberleri
*Eskiden ilimlerde ihtisaslaşma
yoktu.Geleneksel tefsir anlayışın-da
Kur'an'ın baştan sona tefsiri esastır. Bu asırda tüm ilimlerde
ihtisaslaşmaya gidildiği için, Kur'an'i ilimlerde de ihtisaslaşmaya
*Günümüz insanı ise bir yandan Kur'an hakkında genel bir bilgi
tefsirlerden ayıklamaya
çalışır.Kur'an'nın dilbilimsel açıdan inceden inceye tetkik edilmesi bir
tefsir çalışması değildir.Bu olsa olsa nahiv ve edabiyat gibi disiplinler
çerçevesinde birer
gidilmiştir.
alıştırmadan ibarettir.Kur'an da
ameli ve fıkhi hükümlerde azdır.
*Bu asırda yaşayan Müslüman
alimler, sosyoloji, psikoloji,ekonomi antropoloji,astronomi,fizik vb.hayatın
çeşitli alanlarına ait bir prob-
Tefsirdeki maksat, insanların
dünyada ve ahirette mutlu olmalarını sağlayacak bir dinin kitabı olmasıdır.
lemle veya bu bilimlere ait bir
teori ile karşı karşıya geldiklerinde,
Kur'an'da bu tip teorilere karşı Allah'ın naslarını hemen ve hazır
bir
*En önemli temsilcileri,
Muhammed Abduh, Muhammed Reşid Rıza ve Mustafa el-Meraği'dir.
şekilde bulamamışlardır.
*Bu sahadaki ilmin öncülerine
göre,insanların ve toplumların yeni-
FELSEFİ TEFSİRLER
lenen ihtiyaçları ve bunlarla
ilgili alanlarda yeni düşüncelere ve problemlere sağlıklı çözümler
önerebilmek ancak Kur'an'nın konulu tefsir çalışmalarıyla mümkündür.
*Filozoflar Kur'an'ı baştan sona
tefsir etmek yerine Kur'an'ın bazı ifadeleri ve kelimeleri hakkında yorum yapmışlardır. *İbni
Sina (ö428/1037) Kur'an ayetleri üzerinde en çok yorum
*Konulu Tefsir alanında, bu
konuyu metodoloji sorunu olarak ele alanların başında Mısırlı alim Emin
el-Huli'dir.
yapan filozofların başında
gelir.
0 Yorum - Yorum Yaz
AYSUN ÖZSUNAR / YÜKSEK LİSANS
HADİS TARİHİ
BİRİNCİ DEVİR (EZBER DEVRİ)
DÖRDÜNCÜ DEVİR
*Sahabe ile Tabiin büyüklerinin
asrı, yani birinci asırdır. *Her ne kadar
müteferrik bahisler halinde yazılsada, hadis kitaplarda değil,zihinlerde
ezber şeklindeydi.
*Üçüncü asır,hadis ve sünnete en
büyük hizmetin yapıldığı asırdır.
*Dördüncü asrın en büyük hadis alimleri ve hadis kitapları
*İster sahabe ister tabiin olsun
her duydukları hadisi hemen rivayet etmezler, rivayet ettikleri hadisi
şahitler yada yemin ile isnat ederlerdi.
şunlardır; İbn'i Huzeyme
(…-311),İbn'i Hibben (…-354),İbnü'l Carut (…-307) bunlarında Sahih'leri
vardır.
*Tabarani'nin (…-360) Mu'cem'i Kebir'i, Mu'cem'i Sağiri, Mu'cem'i
Evsat'ı.Mu'cem'i Kebir'de Sahabe, hurufu heca üzerine tertip edilmiştir.
edilmiştir.
İKİNCİ DEVİR ( HADİS VE SÜNNETİN TEDVİNİ )
*Ashap devrinden sonra rivayet mikdarı
çoğaldığından bir hadisi ezberlemek için bütün senetlerinide ezberlemek
gerekirdi. *İslam
fetihlerinin gelişmesiyle birlikte Ashap geniş bir bölgeye yayıldığı gibi
sayılarıda günden güne azalıyordu.
*Tabiinde diyar diyar gezerek mevcud olan hadisleri, cüzleri ve
eserleri ayrı ayrı hıfz etmeyi ve senedleri mümkün olduğu kadar toplamayı
dini bir görev olarak bildiler.
*Dare Kutni'nin (…-385)Sünen'i
de bu devrin en önemli kitaplarındandır.
*Bu devirde nakd'i ricalde hadis ravilerinin her biri cerh ve ta'dil
eilmiş, çürütülmüş ve temize çıkartılmıştır.Yani bu usulle rivayet edenlerin
hıfz ve adaleti itibariyle hangilerinin nakline ne dereceye kadar itimat
edilebileceği,isnatların kuvvet ve zaaf mertebeleri bildirilmiştir.
*Bu ilim sayesinde hadis ravileri çok sıkı bir tenkide tabii
*Birinci asrın sonlarına doğru
ilk defa hadis tedvin eden zat İbn-i
tutuldu.Her ravinin rivayet
ettiği hadis hemen kabul edilmedi.
Şihab-ı Zühri (ö.124)'dir.
Abdullah b.Cureye(ö.150), Muhammed
b.İshak(ö.151), İmam
Malik(ö.95), Abdur-Rahman Evzai gibi alimler de hadis tedvin
etmişlerdir.
*İkinci asırda birçok kitaplar te'lif ve tasnif olunmuştur.En meşhuru
İmam Malik'in 'in Muvatta'sıdır.
*Bu devirde hadis toplayanlar hadisleri, Sahabenin sözleri ve
Tabii'nin fetvaları ile karışık toplamışlardır.
DÖRDÜNCÜ
ASIRDAN SONRA HADİS *Hadislerin toplanması,senetlerin tenkit usulleri, hadisin
sıhhatine tesir eden illetlerin beyanı, hemen dördüncü asır ile sona
erdi.
*Bundan sonra yazılan kitapların çoğu evvelkilerden hadis
seçmek,onları hususi baplara ve fasıllara ayırmak, bahisleri
ihtisar etmek, muhtelif metinlerden aynı mevzuda olanları bir
ÜÇÜNCÜ DEVİR (HADİS TEDVİNİNDE
YENİ USULLER)
araya getirmek, itikada, ahkama, ahlaka,
mevziaya ait kitaplar
*Enbüyük hadis alimleri bu
devirde yetişmiştir.
*Önceki asırlarda hadisler mezcedilerek toplandığı halde bu
meydana getirmektir.
*Bundan sonraki dönemde Buhari ile Müslim'in birbirinden
dönemde hadisler birbirinden
ayrıldı.
*Bu dönemde müsnedler yazılmıştır.Müsned yani, Sahabeyi huruf-i heca, yahut başka bir tertip üzere
yazarak herbirinden müsned sahibine kadar gelmiş olan rivayetleri muhtelif
tariklerde bir arada toplanmasıdır.
ayrıldığı hadisleri bir arada toplayanlar
olduğu gibi,her ikisinin ittifak ettikleri hadisleri bir araya toplayanlarda
olmuştur.Bütün müsned ve sünenleride toplayanlar olmuştur. *Ebi'l
Ferec Abdu'r-Rahman b.Ali el-Cevzi (...-597)'nin Cami'ül Mesanid'i
ve'l-elkab'ı, İbn'i Kesir'in (…-774) Cami'ül-Mesanid'i ve Sünen'i, Heytemi
(807-…) 'nin Mecmaü'z-Zevaid'i, Begavi
*Ebu Davud'un Tayalisi'nin,İmam
Ahmed b.Hanbel'in(164-241) müsnetleri meşhur ve matbudur.
ve Sünen'i, Heytemi (807-…) 'nin
Mecmaü'z-Zevaid'i, Begavi (516)'ninMesabihü's-Sünne'si, Suyuti'nin
Cem'ül-Cevami'i
*Hadis hakkındaki te'lifleri
hadiste en büyük imam sayılan Muhammed b.İsmail Buhari'ye (194-256) kadar
müteselsilen devam etmiştir.İmam Buhari 300.000 den fazla hadis ezberlemiş.''
Sahih ''
bunlardandır.Bu kitaplar üzerine
pek çok şerhler, haşiyeler yazılmış talikler yapılmıştır.
*İbn'i Dakiki'l-İyd (702-…)'in El-İmam'ı, Mecdüddin'i İbn'i Teymi-
adını verdiği kitabını onaltı
senede yazmış 600.000 hadisten seçmiş-tir.Bunların tasnifinde tuttukları
usul,müsnetler gibi olmayıp fıkıh
ahkamına göre tahric ve bu suretle baplara , nevilere ve fasıllara
ayırmıştır.
ye (652-…) Münteka'l-Ahbar'ı,
İbnü'l Hacer'in (852-...) Bülüğü'l-Meram'ı, Beyhaki(458-...)'nin Sünen'i
Kübra'sı,Dare Kutni (...385) Sünen'i de ahkam hadislerini toplayan
kitaplardandır. *Münziri'nin (565-581) Et-Tergib ve't-Terhib'i, Nevevi'nin
Rıyazü's
*Bundan sonra Buhari'nin
öğrencisi Müslim (240-261) meşhur kitabını yazmıştır.Bu kitap ''Sahiheyn''
adıyla meşhur olmuştur.
*Kitapları ''Sunen'' namı ile anılan zatlar ise, Ebu Davud Süleyman
Salihin adındaki yukarıda adları zikredilen
sahih hadis kitaplarından alınmış kıymetli eserlerdir. *Mev'ıza
kitaplarında görülen her hadise itimat edilemeyeceği
b.Eş'as(202-275)'in ''Sünen'i
Ebu Davud'' adlı kitabı,Ebu İsa Muhammed b.İsa et-Tirmizi (209-279)'ın
kitabı,Ahmet b.Şuayb'ı Nese'i(216-304)'ın Sünen'i,Ebu Abdillah
b.Mace(209-273)'nin Sünen'i.İşte bunlar muhaddisler arasında ''Kütüb'i Sitte,
Sıhah'ı Sitte, Altı Sahih Kitap'' namıyla meşhur olan altı kitapdır.
gibi itimada şayan kitaplardan
alınan hadisleri söylerken de üzerinde çok durmak, hadisten maksadın ne
olduğunu iyice anlamak, zemin ve zamanı dikkate almak gerekir.
FIKIH TARİHİ
*Fıkıh Usulü ilmi,Hicri ikinci
asrın sonlarında yani Hz.Peygamber , Sahabe ve Tabiiun devirlerinden sonra
ortaya çıkmış ilimlerdendir. *Hz.Peygamber devrinde hükümler bizzat kendinden
öğreniliyordu.
*Bütün bu gelişmeler,fakih ve
müctehidleri,ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfi hüküm verme
ihtimaline karşı tedbir alınması için harekete geçirdi.
*Hükümler ya Kur'an ile yada Hz.
Peygamber'in Kur'an'ı söz, fiil yahut takrir yoluyla açıklayan Sünneti ile
açıklanıyordu.
*Bu durumda herhangi bir metot yada kurallar kullanmaya gerek duyulmuyordu.
*Şer'i delillerden hüküm
istinbat edilirken esas alınacak kurallar ve prensiplerin belirlenmesine
sevketti.
*Prensip ve kuralların belirlenmesinde ,nasslarda yer alan ifadelerin
kullanılış tarzlarına ve Arap dilinin usluplarına
*Hz.Peygamberin vefatinden sonra
insanlar arasında ifta ve kaza (yargı) görevini Sahabelerin büyükleri
yürütüyordu.
tümevarım metodunu
uyguladılar.
*Sonra bu kuralları tedvin ettiler (derlediler) ve ''Usulü'l Fıkıh''
*Bu sahabeler ,Kur'an ve
Sünnetin dili olan Arapçayı, ayetlerin nuzul ve hadislerin vurud sebeblerini
çok iyi bilirlerdi.
*İslam teşriinin inceliklerine,maksat ve hedeflerine tam anlamıyla vakıftılar.
*Şer'i kaynaklarından hüküm istinbatı sırasında kullanılacak kuralları
teorik bir şekilde ele almaya ihtiyaçları yoktu. *Said b.Müseyyeb,Urve
b.Zubeyr,Kadı Şurayh,İbrahim Nehai vb. Tabiun müctehidleride aynı yolu takip
ettiler.
adını verdikleri müstakil bir ilmi disiplin
haline getirdiler. *İmam
Muhammed b.İdris eş-Şafii(ö204) Fıkıh ilminde ''Risale'' adlı eserinde, hüküm
çıkarma metodlarını ve kurallarını ilk defa biraraya getirerek bu alanda ilk
müstakil eseri veren bilgin olmuştur.
*Şafii'den sonra başka bilginlerde bu ilmin meselelerini irdelemeye
devam ettiler. Ahmed b.Hanbel '' Kitab'u taati'r-rasul'ü , '' Kitabu'n-nasih
ve'l-mensuh'' ve ''Kitabu'l-ılel ''
örnek
*Sahabe ve Tabiun devrinden
sonra yeni durumlar ortaya çıktı.
eserlerdendir.
*Daha sonra Hanefi bilginler ve kelam bilginleride bu alanda müstakil
eserler vermişler, geniş incelemelerde bulınmuşlar ve bu ilmin kurallarını
sağlam temellere bağlamışlardır.
*İslam futuhatlarıyla
toprakların genişlemesi,Arapların Arap olmayan farklı dilden, kültürden,
dinden,ırklardan insanlarla karışması beraberinde yeni sorunlar meydana
getirdi
*Daha sonra Hanefi bilginler ve
kelam bilginleride bu alanda müstakil eserler vermişler, geniş incelemelerde
bulunmuşlar ve bu ilmin kurallarını sağlam temellere bağlamışlardır.
*Arap olmayanlar Kur'an'ı
anlamak için Arapça öğrenmek zorunda kaldılar.Bu durum Arap dilinin
zayıflamasına yol açtı ve Arapçanın artık ilk dönemlerde olduğu gibi İslam
toplumunun tabii dili haline olmasını imkanzıslaştırdı.
*Müctehidlerin görüş belirtmelerini gerektiren yeni durumlar ortaya
çıktı.
*Müctehidler çoğaldı,ictihad ve hüküm istinbatında metotları
çeşitlendirdiler ve herbir müctehid bulundukları ortama göre kendine has
yolları takip ettiler.
*Müellifler, bu ilimden maksadın
''şer'i delillerden ameli hükümleri çıkarabilmeyi sağlamak'' olduğu
kanatindeydiler.
*Ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak,bu delilden
hüküm çıkarılması için ortada zihni bir faaliyet ortaya konacak ve delilden
hüküm çıkaran bir kimse bulunacaktı.
*Müelleflerin , ayrı ayrı bölgelerde bulunması, eserlerini yazarlarken
farklı gayelere sahip olmaları gibi nedenlerle farklı metodlar
kullanmışlardır.
*Mütekellim Metodu(bu metoda göre yazanların çoğunun kelam bilgini
olaması sebebiyle), ve Hanefi bilginler tarafından ortaya konan ''Hanefiyye
Metodu'' kullanılan başlıca metotlardır.
KAYNAKLAR
1.
Prof.Dr.Halis Albayrak, Tefsir Usulu, İstanbul 2011
2.
Prof.Dr.İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulu, Ankara 1989
3.
Prof.Dr.Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Ankara 2011
4.
Prof.Dr.Zekiyyüddin Şaban tercümeyi
yapan Prof.Dr.İbrahim Kafi Dönmez,
İslam Hukuk İlminin Esasları (Usul'u Fıkıh), Ankara 2009
5.
Muhyiddin-i Nevevi (tercümeyi
yapanlar;Kıvamüddin Burslan ve
Hasan Hüsni Erdem), Riyazü's-Salihin
ve Tercemesi, Ankara 1995
6.
Prof.Dr.Davut Aydüz, Tefsir
Tarihi,Çeşitleri ve Konulu Tefsir,İzmir 2010
7.
İmam Hatip Liseleri İçin
Tefsir(12.Sınıf), Prof.Dr.İsmail Cerrahoğlu ve
Yrd.Doç.Dr.Şevki Saka, Ankara 1988
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
Fukahanın fıkıh anlayşı gibi fıkhi görüşlerin ictihadların oluşmasına sebep olan usul anlayışları da birbirinden farklı olabilmektedir. Asli delillerin yanında fukaha ve usuliyyunun zaman zaman kullandığı feri deliller de ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Örneğin Hanefiler daha çok istihsan delilini kullanırken Şafiiler daha çok istıshab deliline malikiler ise mesalihi mürsele delilini kullanmışlardır.
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
Vahyin Tanımı: Vahiy, İslâm kültüründe genellikle Allah Taâlâ'nın
peygamberleri aracılığıyla insanlara mesaj iletmesi şeklinde telakki
edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim’e göre vahyin bir de genel boyutu vardır ki o da,
Yüce Allah'ın bütün varlıklara, yaratılış düzenine uygun hareket tarzlarını
bildirmesidir. Vahyin sözü edilen bu genel boyutu, varlıklar açısından uyulması
gereken bir fıtrat zorunluluğudur.
Vahyin Geliş Şekilleri:
1- Vasıtalı Vahiy
a. Cebrail'in Peygamberin Kalbine Vahyetmesi
b. Meleğin İnsan Kılığında Vahiy Getirmesi
c. Ses Aracılığıyla Alınan Vahiy
2- Vasıtasız Vahiy
a. Sâdık Rüyalar
b. İlham Yoluyla Yapılan Vahiy
c. Perde Arkasından Konuşmak
KUR'ÂN
ÂYET
Âyetlerin Tertibi İslâm âlimleri, âyetlerin
Kur'ân'daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Meselâ,
Mekkî b. Ebî Tâlib (Öİ.437/1045) âyetlerin sıralanmasının ve sûre başlarına
besmelelerin konulmasının Hz. Peygamber'in emriyle olduğunu ifade etmektedir.
SÛRE
Sûrelerin Tertibi
1. Sûrelerin Tertibi İçtihâdîdir.
2. Sûre Tertibi Tevkifidir.
Değerlendirme
HADİS USÛLÜ
Hadis
Istılahları İlmi: Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve
red bakımından durumunun kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir
Hadis, Haber,
Eser, Kudsî Hadis
Bize Naklediliş
Yolları İtibariyle Haberin Kısımları: Mütevatir ve âhâd olmak üzere iki kısma ayrılır.
Mütevatir: Adeten yalan söylemek üzere birbirleriyle anlaşmaları
imkânsız bir topluluğun rivayet ettiği ve maddi bir şeye isnad ettikleri
rivayettir.
Âhâd:
Âhâd Haberlerin
Hükmü
Kabule Engel
Bir İllet (İllet-i Kâdiha)
FIKIH
USULÜ
Fakîhin Faaliyet Tarzı:
Fıkıh Usûlünün Doğuşu:
Fıkıh Usulü Alanındaki İlk Tedvin:
Mütekellimîn Metodu:
Hanefiyye Metodu:
0 Yorum - Yorum Yaz
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur.Yine Rasulullah
(s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına:“Hac ile ilgili ibadetlerinizi
benden öğrenin.” buyurmuştur. Ana kaynağı Kur’an olan
fıkıh da, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi,
Kur’an’ın tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli usul
ve kurallar dâhilinde inceler; ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar. Bu
şekilde, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir
biçimde açıklar. Bu inceleme ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler
üzerinde yapılan yorumlar fıkhî hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir.
Fıkıh ilmi Kuran’ın hukuk ve ibadet ile ilgili ayetlerini yorumlar.Gazali'nin
şu örneği de "Hırsızlık yapan erkek ve kadın.."(maide 5:38) ayeti,bir
kalkanın çalınması ya da safvan'ın elbisesinin çalınması üzerine
inmiştir."Ancak bu ayet umum ifade etmektedir.Bu ayetle ilgili yorumlar geliştirmek durumunda olan
disiplinlerden Tefsir,ayetin ilk muhatablarca nasıl anlaşıldığını ortaya koymak
amacıyla onun tarihsel varlığı ile ilgili bütün bağları tesbit için
linguistik,gramatik,sebeb-i nüzul ve kraat bilgilerini aktarırken,fıkıh
disiplini ise söz konusu ayete dayanarak ve onun yanısıra tabiki diğer
kaynaklara yeni bir hırsızlık durumu için kuralsal bir sonuç üretmektedir.Aynı
zamanda ibn-i
Abbas ın kapısında sorusuna cevap bulmak
için devrini bekleyen ve kimisinin fıkıhtan ve kimisinin de
hadisten,kıraatten.tefsirden ve diğer konulardan tasauletlerinin olduğu
rivayeti bize bu ilimlerin
bütünlüğü,önemi ve taliminin ilim talebesi için elzem olduğunu söylüyor.Kaynaklar
0 Yorum - Yorum Yaz
Taberistan’ın Mul şehrinde 224/338 yılı sonlarında
dünyaya geldi,ilk tahsilini burada yaptı.İmam-ı Taberi’nin te’lif ettiği
eserlerin birçoğu kaybolmuş ve zamanımıza kadar ulaşamamıştır.Camiu’l-Beyan an
Te’vili Ayi’l-Kur’an, rivayet tefsirlerinin ilklerinden ve en önemlilerinden
birisidir.Bu tefsir,kendisinden sonraki rivayet tefsirlerine kaynaklık
etmiştir.Dirayet yönünden de tespitleri vardır.Taberi tefsirine mukaddime ile
başlar.Mukaddimede Kur’an ile ilgili bazı konulara yer verir.Kur’an’ın nazil
olduğu Arapça’nın özelliklerinden ve lehçelerinden söz eder.Tefsir ve te’vili
terimlerini açıklar.Taberi,eserine “Tefsir“değil de “Te’vil“adını vermiştir.
Fahrettin Razi kelam, fıkıh ve tefsir gibi dini
ilimlerle çok meşgul olduğu gibi matematik, astronomi, kimya ve fizik gibi fen
ilimlerle de ilgilenmiştir. Razi bu ilimleri kullanarak döneminin yanlış itikad
sahiplerinin ve filozofları bozuk düşüncelerini en ince ayrıntınsa kadar
araştırmış ve onları düzeltmeye çalışmıştır. Müslümanları bu konuda
bilinçlendirmiştir. En meşhur olduğu ilimse kelamdır. Kelam başta sadece mantık
metodunu kullanırdı. Gazali buna akli delilleri ve felsefi görüşleri de eklemiş
Razi de bunun başarılı bir uygulayıcısı olmuştur. Razi felsefi kelam ekolünün
öncüsü durumuna gelmiştir. Tefsirinin adı Mefatihu'l Gayb'dır. Bu eserini
yazmaktaki asıl amacı akıl prensipleriyle İslam inanç esaslarını savunmak ve bu
konularda ileri sürülen karşı fikirleri geçersiz bırakmaktır. Razi tefsirine
bazen sebeb-i nüzul ile bazen de ayetler arasındaki münasebetleri kurarak
başlar ve sonunda ayetten çıkarılabilecek neticeleri sıralar.
Tefsirinin adı Tefsiru'l Kur'ani'l Azimdir.
Tefsiri rivayet tefsirleri arasında önemli bir yere sahiptir. İbn Kesir önce
tefsir edeceği ayeti verir onu açıkladıktan sonra varsa o konu ile ilgili
ayetleri sıralardı. Bu yüzden onun tefsiri K.K'in K.K'le tefsirinde haklı bir
şöhret yapmıştır.
896/982 yılları arasında İstanbul'da yaşadı.
Osmanlı'da Yavuz Sultan Selim ve Kanuni döneminde şeyhülislamlık yapmıştır. O
dönemde K.Kerim'in tamamını tefsir etmiştir. Tefsirinin en önemli özelliği
israilliyata yer vermemesidir ve ona göre cümlelerin taşıdığı gizli ve ince
anlamlar vardır.
0 Yorum - Yorum Yaz
TEFSİR-FIKIH-HADİS
USULÜ BAĞLAMINDA
İLİMLERİN BÜTÜNLÜĞÜ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
HAMDULLAH KAYA Öğrenci No: 12912772 yüksek lisans öğrencisi
İslam İlimlerinin ana kaynağı şüphesiz, Kur'an-ı Kerim’dir. Şöyle bir baktığımızda aslında Kur'an-ı Kerim, kendisinin üzerinde düşünülmesini, anlaşılmasını ve açıklanmasını isteyen, netice de yaşanılır kılınmasına muhataplarına teşvik eden vahiy mahsulü bir kitaptır. Bu gerçek kur’anın birçok ayetinde açıkça zikredilmektedir. İslam'ın ilk üniversitesi masabesinde olan mescitlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an-ın anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz. Aslında bütün Kur'an ilimleri,Kur'an-ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde bu ilimlerin ilk başta içiçe geçmiş bir halde bulundukları bir hakikattır.Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir.Kur'an ilimlerine yönelik tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur'anın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek tabii bir olgu olarak olarak görülüyor.Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir.İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varolşlarının gereği olarak ,konusu,amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ,ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz.İçerik olarak tefsir,tefsir tarihi,hadis,hadis usülü,fıkıh,fıkıh usülü kapsayan bu ilimlere ''beyan'' tabiride ıtlak edilir.Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler,mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez.Dolayısıyla ''İslami'',''dini'veya ''şer'i'' nitelemesi,İslamla veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir.Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.Peygamber'den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp,Hz.Peygamber'den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur.Bu suretle kelam,mantık da bu ilimler kategorisine dahil edilmiştir.Bu arada yardımcı İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir. Hicri 2.asrın ortalarından önce yaklaşık olarak hicri 143 yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı.Her ilim için kendi içinde litaratürü ve tarihi oluştu diyebiliriz.Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır.Fakat sonraları, Hadis ehlince,ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı.Fıkıh,kelam ve tefsir terimleri,daha sonraki dönemlerde,bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar.İslami ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktılar.İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde ortaya çıktı ve gelişti diyebiliriz.Neticede kur’an merkezli bu ilmler her biri diğerini tamaladı ve bugün de bu ilimlerden faydalanmanın üst seviyede olması gerektiği insanlığın sorunlarına kur’an ana merkezde olmak üzere İslam ilimleri ışığında çareler aranması gerektiği aşikardır.
Hamdullah kaya ( yüksek lisans öğrencisi )
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz