Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

Sayfa 4    08.04.2013

Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nü mukayeseli okumanızın sonucuna ilişkin raporunuzu 1 Mayıs 2013 hedef tarihine kadar yazınız.



TEFSİR,HADİS VE FIKIH TARİHİ BAĞLAMINDA” İLMİNİN

BÜTÜNLÜĞÜNÜN ANLATILMASI ”

Hikmet Kıratlı

12912709

Yüksek Lisans

Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış biz insanlar, Rabbimizi tanımak , bilmek, ona gereği gibi kulluk etmemiz bizlerden istenen ilahi bir emirdir. Bu konuda bizi aydınlatmak için kitap, rehberlik etmek için peygamberler göndermiştir. Kur’an-ı Kerimde bir ayette Hz. Allah şöyle buyuruyor ki “O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetleri okuyan , onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir.Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapkınlık içinde idiler.”¹1 Bu ayetten de anlaşıldığı üzere bize kılavuzluk eden, bizi uyaran, rol model bizim gibi bir beşer peygamber göndermiştir Hz. Allah.

Ahmet Nedim Serinsu hocamız derslerinde bizlere ifade ettiği güzel sözlerinin birinde şöyle söylüyor :”İlim, edep- irfan, hikmet bir kişide olması gereken hasletlerdir”. Bundan şu sonucu çıkarıyorum, yüce kitabımızı anlamak için, tefsir, Hz. Peygamberi ve onun sünnetini anlamak için hadis, bu asli kaynaklardan hüküm istinbatı ve yorumun neticesinde fıkıh ilimleri bir bütün olarak ,merci ve kaynak olarak sevgili peygamberimizde görmekteyiz, onun talim terbiyesinden geçmiş sahabe efendilerimizde görmekteyiz. Bende hocamızın okumamızı istediği Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihi kitaplarından ilham alarak “oku, düşün, anla, yaşa” prensibiyle2 bilginin bütünlüğü bağlamında bu üç disiplini değerlendirmeye çalışacağım.

Hz. Peygamber Dönemi.

 a-Fıkıh Tarihi(teşrii tarihi)

Hz. Peygamber döneminde teşrii kuvvet efendimizin elindeydi. Müslümanlardan hiçbiri ne kendileriyle ilgili ne başkası ile ilgili olarak ortaya çıkan bir mesele hakkında hüküm teşrii kuvvetin sahip değildi. Çünkü Hz. Peygamberin aralarında yaşaması, herhangi bir mesele hakkında ona kolayca başvurabilmeleri, içtihatları ile fetva vermelerine veya hüküm çıkarmalarına ihtiyaç bırakmıyordu. Bir problem çıksa cevaben Hz. Peygamber kendilerine Kur’an ayetleriyle bazen de vahiy gelmediği zaman kendi içtihatlarıyla hüküm veriyordu. Bu hükümlerde tabi olunması gereken bir teşrii(kanun) oluyordu.

Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı ikidir. Birincisi ilahi vahiy. Diğer ise Hz. Peygamberin kendi içtihadı ”içtihadı nebevidir.”3

b- Hadis Tarihi

Hadis peygamberin sözleridir. Usül açısından hz. Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur, sünnetin muradifidir. Hadis uleması hadis lafzını Hz. Peygamberin sözlerine değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberere de ıtlak etmişlerdir. Ayetlerde Kur’an’dan sonra geçen hikmetin zikredilişini ittifakla sünnet olduğuna kail olmuşlardır.

Hz. Peygamberin sözlerini , fiillerini ve takrirlerini yani hadis toplama ve onları muhafaza etme işi peygamberimiz döneminde hafızaya tevdi edilmiş, yazıdan istifade edilememiştir. İslam’ın başlangıcında kureyş kabilesinde okuma – yazma bilen 17 kişi kadardı. Şifai bir metnin muhafazası ancak hafıza ile mümkün olmakta idi. Hz. Peygamberin kendisi sahabeyi hadis rivayetlerine teşvik etmesi islamı gelecek nesillere aktarmak niyetindedir. İslamın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini Hz. Peygamberin izahatı olmaksızın anlamak mümkün değildir. Bu bakımdan hadis ve sünnet Kur’an-ı Kerim’in tefsiri olduğu gibi, Hz. Peygamberde ilk müfessir olarak kabul edilmiştir. 4

c- Tefsir Tarihi

Kur’an- ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişler. Anlayamadıkları kısımları, bu hususta en selahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. Derin akaid konularını düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. Hz. Peygamberi Kur’an tefsirine sevk eden en mühim amil, islamiyetin kendisinden olan emridir. Bu peygamberlik vazifesinin iktizasıdır. O teybin ve tebliğle mükellefti. Örnek verecek olur isek Haccet’ül Veda hutbesi ile üç defa Müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlar müspet cevap verince Ya rabbi şahit ol demişti.

Kuran-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Hz Peygamber’in sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kuranın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini , nasıh ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kuran’ın sünneti olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır. Bir hadiste” Bana kitapla beraber mislide verildi.” Denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki Yahya Bin Ebi Kesir , “sünnet Kuran’a kadidir, kitap ise sünete kadi değildir.” demektedir. Bu söz Ahmet Bin Hanbele söylendiğinde bunu söylemeye cesaret edemem fakat sünnet kitabı tefsir ve teybin eder, derim demiştir..

Hz. Peygamber’in Kur’an tefsiri, ahkamı beyan, mekarimi ahlakı şerh ve ona teşviktir. Sahabenin anlayamadıkları kısımları açıklamıştı. Hadis mecmualarında müstakil birer kitap teşkil eden Kitabu’t Tefsir bölümleri mevcuttur. Dolayısı ile Hz. Peygamber’in tefsir örneklerine ilk müracaat edeceğimiz kaynak hadis mecmualarıdır. Bunlarda azdır. Çünkü cerh ve ta’dile tabii tutulmuştur.5

Sahabe Dönemi

Sahabe dönemimde teşrii kaynağı Kuran, Sünnet ve Sahabenin içtihadıdır.Herhangi bir hadise zuhur ettiği veya bir ihtilaf vukuu bulduğu zaman, sahabeden fetva ehli olanlar Kur’an’ı Kerim’e bakıyorlardı. Eğer vukuatın hükmüne dalalet eden bir nass bulunursa onunla hükmediyorlar, bulamazlar ise ona delalet edecek nassı sünnette arıyorlardı. Yine bulamazlar ise hükmü tespit etmek için hakkında nass varit olmuş başka bir meseleye kıyasla, yahut teşrii ruhunun ve halkın masalihinin iktiza ettiği şeyle içtihada bulunuyorlardı. Bu deliller dolayısıyla müfti sahabiler, zikrettiğimiz bu üç kaynağı tertip üzere (önce Kuran,sonra sünnete sonra da içtihada)müracaat hususunda ittifak etmişlerdir.

Teşrii Kaynaklarının Tedvini Meselesi

Hz. Peygamber Kuran’ın ayetlerini vahiy katiplerine yazdırıyor onlar bunları hem ezberliyor, hem de ellerindeki ince taşlara, hurma ağacından soyulmuş kabuklara, bazen yapraklara yazmak suretiyle tedvin ediyorlardı. Bunlar peygamberimizin evinde ya da vahiy katiplerinde kalıyordu. Şu da var ki bir mecmua haline gelmemiştir. Hz Ebubekir dönemimde ridde harplerinin zuhuru bir çok sahabi bu harplerde vefat etmeleri, idarecileride bu sahabelerin yanında bulunan Kur’an sahifelerinin zayi olmasından korktukları için Hz Ömer bu endişesini dile getirmiş, Hz Ebubekir’de Zeyd bin Sabiti çağırmış bir komisyon eşliğinde Kuran’ı cem etme işini Zeyd bin Sabite vermiştir.

Sünnet konusunda peygamberimiz Kuran’a karışır korkusunda idi. Onun için hadislerin yazılmasına sıcak bakmıyordu. Buna rağmen bazı sahabelerin sahifeleri vardı. Fakat kitap halinde böyle bir şey mevcut değildir.

Teşriinin üçüncü kaynağına yani müfti sahabilerin içtihadlarına gelince bu devirde bunlardan hiçbir şey tedvin edilmemiştir.

Hadislerin Yazılması

İlk devirde, Hz Peygamber’den işitip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, bir kitap haline gelmemiştir. Okuma yazma düzeyi düşüktü,yazı malzemeleri kıt idi. Bazı sahabelerde kendi gücü nispetinde hadis yazmaya teşebbüs etmişlerdir. Bunların sahifeleri var idi. Hz Peygamber hadis yazmak isteyenlere bir ara müsaade etmemiş daha sonra bu sahabelere ruhsat vermiştir. Bunun sebebi Kuran’la karışma tehlikesidir. İlk yazılı hadisler;

a) Peygamberin diplomatik mektupları

b) Sadakat hadisleri’dir.

Hadis sahifeleri mesela “Abdullah bin Amr’ın Sadıka adlı sahifesidir.”Hadisin ilk kaynağı sahabilerdir. Sahabe denilince İbn Hacer El-Askalani bu konuda şöyle demiştir;

“Sahabi Hz Peygambere mü’min olarak mülaki olan,sahih görüşe göre araya irtidat devri girmiş olsa bile, Müslüman olarak ölen kimseye denir.” Sahabelerden bazılarının hadis sahifeleri mevcut idi. Ama ilk asırda hadisler hususi bir kitapta toplanmayıp, sadece hafızaya itimat edilmesinden aynı zamanda vahyin başlangıcından vefata kadar 23 sene içinde Hz Peygamberin söylediklerine ve yaptıklarına hasretmenin güçlüklerinden dolayı hadis vaz’ettiğini ileri sürülmüş ama efendimiz dönemimde uydurma hadis vaki olmamıştır.

Sahabenin Tefsirdeki Yeri

Hz Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe mühim rol oynamış,sebebi nuzül ile vakıf olan bu insanlar peygamberimizden sonra Kur’an’la yüzyüze kalmışlardı. Sahabe Kuran ayetlerinin izahını ya peygamberden işitmek suretiyle veyahutta içtihatleri ile yapmışlardır. Çok kere sebebi nuzulleri anlatmak suretiyle izah edilmesi lazım gelen ayeti açıklamış oluyorlardı. Sahabe için tefsir kaynağı;

a)Kuran’ı Kerim

b)Hz Peygamber

c)İçtihad ve re’y

d)Diğer kitaplar ve ehli kitaba müracaat

Sahabe tefsiri deyince kendi içtihatlarıyla yapmış oldukları tefsir anlaşılmaktadır. Ya dil ya da dini tefsir yapmışlarıdır. Ayetteki dini bir müşkili halletmek için bazısını tahsis yolunu bazısını tarihsel yolu takip etmiş dini hükümleri remz yoluyla izah etmiştirler.

Sahabe tefsirini şöyle özetleyebiliriz.

1)Sahabe arasında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir,

2)Sahabe Kuran’ı tamamen sırayla tefsir etmemiştir,

3)Aralarındaki ihtilaf tezad ihtilafı değil, nev’i ihtilafıdır,

4)İcmali mana ile iktifa edilmiştir,

5)Ahkam ayetlerinde istimbatlar fazla yapılmamıştır.

Tabiin Dönemi

Tedvin ve Müçtehidler imamlar devri

Bu devir ikinci asır ile başlar ve dördüncü asrın ortalarında son bulur. Bu devir tedvin ve müçtehit imamlar devridir. Müddeti takriben 250 yıldır. Çünkü bu dönem kitabet ve tedvin işinin süratlenmesi sebebiyledir. Sünnet, sahabe ve tabi’in ve tebe’ut tabi’in müftilerinin fetvaları, Kuran tefsirleri, müçtehit imamlar fıkıhı, usulu fıkıh ilmine ait risaleler bu devirde tedvin edilmiştir. Tedvinin bu derece süratlenmesinin sebebide içtihat ve teşrii ricalin bu devirde çoğalması ve hepsine de vuku bulan ve vuku’u muhtemel bulunan hadiseler için kanun vaz’ında ve hüküm istimbatında büyük tesir icra eden teşri’i ruhunun nufuz etmesidir. Altın devir olmuştur.

Hadis tedvininin başlangıcı sahabe devrinden sonra başlamış bunun da ez Zuhri(50-124) tarafından hadisleri ilk tedvin eden kimse olarak görülür. İlk müdevvin’dir. Yazmış hemde ezberlemiştir.

Hadislerin Tasnifi

Birinci hicri asrının sonu ikinci hicri asrın başı hadis tedvini başlangıcı olarak kabul edilir. Hadis eserlerinin ortaya çıkışı ikinci asrın ilk yarısından sonraki döneme rastlar. Hadisleri gelişi güzel değil de konularına göre tertip ve tasnifi salat, zekat gibi bölümler, bunlara “ Musannef” denir. Hadisleri sahabe ravilerinin isimlerine göre tasnife “müsned” denir. İbn Hacer diyorki : “ Hadislerin tedvin Hz Peygamber, sahabe ve tabi’in ileri gelenleri döneminde yapılmamıştır, daha sonra yapılmıştır.” Müslimin “Sahihinde” sabit olduğu gibi Kuran’ı Kerim’e karışma korkusundan dolayı. Sahabenin tedvinden men edilmesi. İkincisi ise hafızaların vusati ve zihinlerin akıcılığı idi çoğu yazı bilmiyordu fakat tabiun devrinin sonlarında ulemanın muhtelif şehirlere dağılması, havariç, rafaviz ve kader münkirleri gibi bidat ehlinin ortaya çıkması üzerine asarın tedvini ve bablara göre tasnif başladı. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş grupta toplamak mümkündür;

Siyer ve magazi kitapları, Sünen kitapları, Camiiler, Musannaflar, Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.

Tabiiler Devrinde Tefsir

Arap olmayan Müslüman unsurlar, İslamı öğrenme arzusu diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların bu milletleri idare etme sanatıyla yani idarecilikle iştikal edip diğer sahalarda çalışmayı hakir görüyorlardı. Bu sebeple ilim ve özellikle tefsir sahasındaki önemli insanlar Arap olmadıklarını görüyoruz.İbn Haldun’un dediği gibi: “Bilgiler bir sanat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Bunlara da mevali demişlerdir.” Abadile denilen dört zat vefat ettikten sonra fıkıh tamamen ilim merkezlerinde mevalinin elinde idi. Bunlardan istisna diyebileceğimiz Medine ehlinin fakihi Sa’id bin Museyyeb Kureyş’tendir.

Tabiilerin tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş sema olmayan hususta da içtihadları ile müracaat etmişlerdi. Re’y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıkları teyit için ,Kurandaki tedebbür ayetlerine ve Hz Peygamberin sözlerine isnat ettiler. Eğer re’y ile tefsir yapılmayacak olsa idi, bugün kü dini ahkamın pek çoğu batıl olması lazım gelirdi. Kuran’ı re’y ile tefsir edenlerin izlediği yol; Kuran’a müracaat ediyorlar eğer bulamazlarsa sünnete veyahut sebebi nuzule şahit olan sahabeye soruyorlardı. Burada bulamazlar ise müfret lafızlarına Peygamberimizin bu lafızları kullanışına, lügat, iştikak, sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka terkiplerin i’rabına siyak, sibak vb. bunların fiili, kavli , takriri sünnete uygunluğuna bakıyorlardı. Fakat bu dönem mufessirler bazı hususlarda pek çoğunu ihmal etmişlerdir. Kuran da , umum olan ayetlerin gelişi güzel tahsisine tabi’ilerin tevessül ettiği görülür. Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden İslamiyet’e giren rivayetler olmuştur. Bunlara israiliyat diyoruz. Bu menkulat dediğimiz rivayetler sahabeden itibaren ortaya çıkmış daha sonra baştan sona tefsir yazımında aralarındaki boşluklara israiliyat dediğimiz bu rivayetler girmiştir.

İslam yayılmakta, genişlemesi devam etmekte , şehirler çoğalmakta ve gelişmekte, sahabede ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabi’inlere devredilmişti. Bu arada, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış,fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkıha ait bilgilerde toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğraşan kişilerin hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.

Bu devrin müfessirleri Kuran’ı anlamak için yine Kuran’a, sonra sahabenin Hz Peygamber’den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış olduğu tefsirlere itimat etmişlerdir. Sahabe ile aynı üslup ve usulu paylaşmışlardır. Çeşitli şehir ve beldelere giden sahabe, Hz Peygamberden hıfz ettiklerini yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerde öğretmenlik yapmış, tabi’ini yetiştirmişlerdir. Bu andan itibaren şehirlerde ilim medreseleri teşekkül ettiğini görüyoruz. Tefsir ilminde şöhret kazanan medreseler;Mekke , Medine, Irak’ta bulunmakta idi.

Sonuç

Son olarak sevgili peygamberimiz burada arz ettiğimiz ilimlerin mercii,teşri kaynağı olarak kendisi uygulamıştır. Rahleyi tedrisinden geçen kendi emeği ile yetiştirmiş olduğu altın nesli, sahabe efendilerimiz ondan aldığı ilim,irfan,edep hikmeti yaşamışlar. Kendi talebelerine nakletmişlerdir. Öyle ki sahabiler komple (bütün) insanlardı ki, onlarda aynı zamanda müfessir, muhaddis ve fakih olanlar mevcuttu. Çünkü onların kaynağı Kuran ve sünnet idi, birinci elden bu kaynağa ulaşıyorlardı. Sahabeler vahyin, sebebi nuzulün kahramanları olmuşlardı. İhtiyaçları problemleri konusunda çözüme efendimiz sayesinde ulaşabiliyorlardı. Daha sonra ki aşamalarda ümmetin sayısı arttı başka kültürler, siyasi olaylar, farklı problemler ortaya çıkmaya başladı. Bunun neticesinde tefsir,hadis,fıkıh ilimleri ile ilgili disiplinler oluştu. Bu disiplinlerin usulleri prensipleri tedvin konusu, kitap haline gelmesi bir süreç dahilinde olmuştur.

KAYNAKLAR


  1. Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ

  2. Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ

  1. Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM

Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları

1 Cuma suresi , 28/2

2 Ahmet Nedim Serinsu,ders notu

3 Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM

Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları

4 Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ

5 Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR,HADİS VE FIKIH TARİHİ BAĞLAMINDA” İLMİNİN

BÜTÜNLÜĞÜNÜN ANLATILMASI ”

Hikmet Kıratlı

12912709

Yüksek Lisans

Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış biz insanlar, Rabbimizi tanımak , bilmek, ona gereği gibi kulluk etmemiz bizlerden istenen ilahi bir emirdir. Bu konuda bizi aydınlatmak için kitap, rehberlik etmek için peygamberler göndermiştir. Kur’an-ı Kerimde bir ayette Hz. Allah şöyle buyuruyor ki “O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetleri okuyan , onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir.Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapkınlık içinde idiler.”¹1 Bu ayetten de anlaşıldığı üzere bize kılavuzluk eden, bizi uyaran, rol model bizim gibi bir beşer peygamber göndermiştir Hz. Allah.

Ahmet Nedim Serinsu hocamız derslerinde bizlere ifade ettiği güzel sözlerinin birinde şöyle söylüyor :”İlim, edep- irfan, hikmet bir kişide olması gereken hasletlerdir”. Bundan şu sonucu çıkarıyorum, yüce kitabımızı anlamak için, tefsir, Hz. Peygamberi ve onun sünnetini anlamak için hadis, bu asli kaynaklardan hüküm istinbatı ve yorumun neticesinde fıkıh ilimleri bir bütün olarak ,merci ve kaynak olarak sevgili peygamberimizde görmekteyiz, onun talim terbiyesinden geçmiş sahabe efendilerimizde görmekteyiz. Bende hocamızın okumamızı istediği Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihi kitaplarından ilham alarak “oku, düşün, anla, yaşa” prensibiyle2 bilginin bütünlüğü bağlamında bu üç disiplini değerlendirmeye çalışacağım.

Hz. Peygamber Dönemi.

 a-Fıkıh Tarihi(teşrii tarihi)

Hz. Peygamber döneminde teşrii kuvvet efendimizin elindeydi. Müslümanlardan hiçbiri ne kendileriyle ilgili ne başkası ile ilgili olarak ortaya çıkan bir mesele hakkında hüküm teşrii kuvvetin sahip değildi. Çünkü Hz. Peygamberin aralarında yaşaması, herhangi bir mesele hakkında ona kolayca başvurabilmeleri, içtihatları ile fetva vermelerine veya hüküm çıkarmalarına ihtiyaç bırakmıyordu. Bir problem çıksa cevaben Hz. Peygamber kendilerine Kur’an ayetleriyle bazen de vahiy gelmediği zaman kendi içtihatlarıyla hüküm veriyordu. Bu hükümlerde tabi olunması gereken bir teşrii(kanun) oluyordu.

Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı ikidir. Birincisi ilahi vahiy. Diğer ise Hz. Peygamberin kendi içtihadı ”içtihadı nebevidir.”3

b- Hadis Tarihi

Hadis peygamberin sözleridir. Usül açısından hz. Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur, sünnetin muradifidir. Hadis uleması hadis lafzını Hz. Peygamberin sözlerine değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberere de ıtlak etmişlerdir. Ayetlerde Kur’an’dan sonra geçen hikmetin zikredilişini ittifakla sünnet olduğuna kail olmuşlardır.

Hz. Peygamberin sözlerini , fiillerini ve takrirlerini yani hadis toplama ve onları muhafaza etme işi peygamberimiz döneminde hafızaya tevdi edilmiş, yazıdan istifade edilememiştir. İslam’ın başlangıcında kureyş kabilesinde okuma – yazma bilen 17 kişi kadardı. Şifai bir metnin muhafazası ancak hafıza ile mümkün olmakta idi. Hz. Peygamberin kendisi sahabeyi hadis rivayetlerine teşvik etmesi islamı gelecek nesillere aktarmak niyetindedir. İslamın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini Hz. Peygamberin izahatı olmaksızın anlamak mümkün değildir. Bu bakımdan hadis ve sünnet Kur’an-ı Kerim’in tefsiri olduğu gibi, Hz. Peygamberde ilk müfessir olarak kabul edilmiştir. 4

c- Tefsir Tarihi

Kur’an- ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişler. Anlayamadıkları kısımları, bu hususta en selahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. Derin akaid konularını düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. Hz. Peygamberi Kur’an tefsirine sevk eden en mühim amil, islamiyetin kendisinden olan emridir. Bu peygamberlik vazifesinin iktizasıdır. O teybin ve tebliğle mükellefti. Örnek verecek olur isek Haccet’ül Veda hutbesi ile üç defa Müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlar müspet cevap verince Ya rabbi şahit ol demişti.

Kuran-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Hz Peygamber’in sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kuranın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini , nasıh ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kuran’ın sünneti olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır. Bir hadiste” Bana kitapla beraber mislide verildi.” Denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki Yahya Bin Ebi Kesir , “sünnet Kuran’a kadidir, kitap ise sünete kadi değildir.” demektedir. Bu söz Ahmet Bin Hanbele söylendiğinde bunu söylemeye cesaret edemem fakat sünnet kitabı tefsir ve teybin eder, derim demiştir..

Hz. Peygamber’in Kur’an tefsiri, ahkamı beyan, mekarimi ahlakı şerh ve ona teşviktir. Sahabenin anlayamadıkları kısımları açıklamıştı. Hadis mecmualarında müstakil birer kitap teşkil eden Kitabu’t Tefsir bölümleri mevcuttur. Dolayısı ile Hz. Peygamber’in tefsir örneklerine ilk müracaat edeceğimiz kaynak hadis mecmualarıdır. Bunlarda azdır. Çünkü cerh ve ta’dile tabii tutulmuştur.5

Sahabe Dönemi

Sahabe dönemimde teşrii kaynağı Kuran, Sünnet ve Sahabenin içtihadıdır.Herhangi bir hadise zuhur ettiği veya bir ihtilaf vukuu bulduğu zaman, sahabeden fetva ehli olanlar Kur’an’ı Kerim’e bakıyorlardı. Eğer vukuatın hükmüne dalalet eden bir nass bulunursa onunla hükmediyorlar, bulamazlar ise ona delalet edecek nassı sünnette arıyorlardı. Yine bulamazlar ise hükmü tespit etmek için hakkında nass varit olmuş başka bir meseleye kıyasla, yahut teşrii ruhunun ve halkın masalihinin iktiza ettiği şeyle içtihada bulunuyorlardı. Bu deliller dolayısıyla müfti sahabiler, zikrettiğimiz bu üç kaynağı tertip üzere (önce Kuran,sonra sünnete sonra da içtihada)müracaat hususunda ittifak etmişlerdir.

Teşrii Kaynaklarının Tedvini Meselesi

Hz. Peygamber Kuran’ın ayetlerini vahiy katiplerine yazdırıyor onlar bunları hem ezberliyor, hem de ellerindeki ince taşlara, hurma ağacından soyulmuş kabuklara, bazen yapraklara yazmak suretiyle tedvin ediyorlardı. Bunlar peygamberimizin evinde ya da vahiy katiplerinde kalıyordu. Şu da var ki bir mecmua haline gelmemiştir. Hz Ebubekir dönemimde ridde harplerinin zuhuru bir çok sahabi bu harplerde vefat etmeleri, idarecileride bu sahabelerin yanında bulunan Kur’an sahifelerinin zayi olmasından korktukları için Hz Ömer bu endişesini dile getirmiş, Hz Ebubekir’de Zeyd bin Sabiti çağırmış bir komisyon eşliğinde Kuran’ı cem etme işini Zeyd bin Sabite vermiştir.

Sünnet konusunda peygamberimiz Kuran’a karışır korkusunda idi. Onun için hadislerin yazılmasına sıcak bakmıyordu. Buna rağmen bazı sahabelerin sahifeleri vardı. Fakat kitap halinde böyle bir şey mevcut değildir.

Teşriinin üçüncü kaynağına yani müfti sahabilerin içtihadlarına gelince bu devirde bunlardan hiçbir şey tedvin edilmemiştir.

Hadislerin Yazılması

İlk devirde, Hz Peygamber’den işitip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, bir kitap haline gelmemiştir. Okuma yazma düzeyi düşüktü,yazı malzemeleri kıt idi. Bazı sahabelerde kendi gücü nispetinde hadis yazmaya teşebbüs etmişlerdir. Bunların sahifeleri var idi. Hz Peygamber hadis yazmak isteyenlere bir ara müsaade etmemiş daha sonra bu sahabelere ruhsat vermiştir. Bunun sebebi Kuran’la karışma tehlikesidir. İlk yazılı hadisler;

a) Peygamberin diplomatik mektupları

b) Sadakat hadisleri’dir.

Hadis sahifeleri mesela “Abdullah bin Amr’ın Sadıka adlı sahifesidir.”Hadisin ilk kaynağı sahabilerdir. Sahabe denilince İbn Hacer El-Askalani bu konuda şöyle demiştir;

“Sahabi Hz Peygambere mü’min olarak mülaki olan,sahih görüşe göre araya irtidat devri girmiş olsa bile, Müslüman olarak ölen kimseye denir.” Sahabelerden bazılarının hadis sahifeleri mevcut idi. Ama ilk asırda hadisler hususi bir kitapta toplanmayıp, sadece hafızaya itimat edilmesinden aynı zamanda vahyin başlangıcından vefata kadar 23 sene içinde Hz Peygamberin söylediklerine ve yaptıklarına hasretmenin güçlüklerinden dolayı hadis vaz’ettiğini ileri sürülmüş ama efendimiz dönemimde uydurma hadis vaki olmamıştır.

Sahabenin Tefsirdeki Yeri

Hz Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe mühim rol oynamış,sebebi nuzül ile vakıf olan bu insanlar peygamberimizden sonra Kur’an’la yüzyüze kalmışlardı. Sahabe Kuran ayetlerinin izahını ya peygamberden işitmek suretiyle veyahutta içtihatleri ile yapmışlardır. Çok kere sebebi nuzulleri anlatmak suretiyle izah edilmesi lazım gelen ayeti açıklamış oluyorlardı. Sahabe için tefsir kaynağı;

a)Kuran’ı Kerim

b)Hz Peygamber

c)İçtihad ve re’y

d)Diğer kitaplar ve ehli kitaba müracaat

Sahabe tefsiri deyince kendi içtihatlarıyla yapmış oldukları tefsir anlaşılmaktadır. Ya dil ya da dini tefsir yapmışlarıdır. Ayetteki dini bir müşkili halletmek için bazısını tahsis yolunu bazısını tarihsel yolu takip etmiş dini hükümleri remz yoluyla izah etmiştirler.

Sahabe tefsirini şöyle özetleyebiliriz.

1)Sahabe arasında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir,

2)Sahabe Kuran’ı tamamen sırayla tefsir etmemiştir,

3)Aralarındaki ihtilaf tezad ihtilafı değil, nev’i ihtilafıdır,

4)İcmali mana ile iktifa edilmiştir,

5)Ahkam ayetlerinde istimbatlar fazla yapılmamıştır.

Tabiin Dönemi

Tedvin ve Müçtehidler imamlar devri

Bu devir ikinci asır ile başlar ve dördüncü asrın ortalarında son bulur. Bu devir tedvin ve müçtehit imamlar devridir. Müddeti takriben 250 yıldır. Çünkü bu dönem kitabet ve tedvin işinin süratlenmesi sebebiyledir. Sünnet, sahabe ve tabi’in ve tebe’ut tabi’in müftilerinin fetvaları, Kuran tefsirleri, müçtehit imamlar fıkıhı, usulu fıkıh ilmine ait risaleler bu devirde tedvin edilmiştir. Tedvinin bu derece süratlenmesinin sebebide içtihat ve teşrii ricalin bu devirde çoğalması ve hepsine de vuku bulan ve vuku’u muhtemel bulunan hadiseler için kanun vaz’ında ve hüküm istimbatında büyük tesir icra eden teşri’i ruhunun nufuz etmesidir. Altın devir olmuştur.

Hadis tedvininin başlangıcı sahabe devrinden sonra başlamış bunun da ez Zuhri(50-124) tarafından hadisleri ilk tedvin eden kimse olarak görülür. İlk müdevvin’dir. Yazmış hemde ezberlemiştir.

Hadislerin Tasnifi

Birinci hicri asrının sonu ikinci hicri asrın başı hadis tedvini başlangıcı olarak kabul edilir. Hadis eserlerinin ortaya çıkışı ikinci asrın ilk yarısından sonraki döneme rastlar. Hadisleri gelişi güzel değil de konularına göre tertip ve tasnifi salat, zekat gibi bölümler, bunlara “ Musannef” denir. Hadisleri sahabe ravilerinin isimlerine göre tasnife “müsned” denir. İbn Hacer diyorki : “ Hadislerin tedvin Hz Peygamber, sahabe ve tabi’in ileri gelenleri döneminde yapılmamıştır, daha sonra yapılmıştır.” Müslimin “Sahihinde” sabit olduğu gibi Kuran’ı Kerim’e karışma korkusundan dolayı. Sahabenin tedvinden men edilmesi. İkincisi ise hafızaların vusati ve zihinlerin akıcılığı idi çoğu yazı bilmiyordu fakat tabiun devrinin sonlarında ulemanın muhtelif şehirlere dağılması, havariç, rafaviz ve kader münkirleri gibi bidat ehlinin ortaya çıkması üzerine asarın tedvini ve bablara göre tasnif başladı. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş grupta toplamak mümkündür;

Siyer ve magazi kitapları, Sünen kitapları, Camiiler, Musannaflar, Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.

Tabiiler Devrinde Tefsir

Arap olmayan Müslüman unsurlar, İslamı öğrenme arzusu diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların bu milletleri idare etme sanatıyla yani idarecilikle iştikal edip diğer sahalarda çalışmayı hakir görüyorlardı. Bu sebeple ilim ve özellikle tefsir sahasındaki önemli insanlar Arap olmadıklarını görüyoruz.İbn Haldun’un dediği gibi: “Bilgiler bir sanat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Bunlara da mevali demişlerdir.” Abadile denilen dört zat vefat ettikten sonra fıkıh tamamen ilim merkezlerinde mevalinin elinde idi. Bunlardan istisna diyebileceğimiz Medine ehlinin fakihi Sa’id bin Museyyeb Kureyş’tendir.

Tabiilerin tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş sema olmayan hususta da içtihadları ile müracaat etmişlerdi. Re’y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıkları teyit için ,Kurandaki tedebbür ayetlerine ve Hz Peygamberin sözlerine isnat ettiler. Eğer re’y ile tefsir yapılmayacak olsa idi, bugün kü dini ahkamın pek çoğu batıl olması lazım gelirdi. Kuran’ı re’y ile tefsir edenlerin izlediği yol; Kuran’a müracaat ediyorlar eğer bulamazlarsa sünnete veyahut sebebi nuzule şahit olan sahabeye soruyorlardı. Burada bulamazlar ise müfret lafızlarına Peygamberimizin bu lafızları kullanışına, lügat, iştikak, sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka terkiplerin i’rabına siyak, sibak vb. bunların fiili, kavli , takriri sünnete uygunluğuna bakıyorlardı. Fakat bu dönem mufessirler bazı hususlarda pek çoğunu ihmal etmişlerdir. Kuran da , umum olan ayetlerin gelişi güzel tahsisine tabi’ilerin tevessül ettiği görülür. Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden İslamiyet’e giren rivayetler olmuştur. Bunlara israiliyat diyoruz. Bu menkulat dediğimiz rivayetler sahabeden itibaren ortaya çıkmış daha sonra baştan sona tefsir yazımında aralarındaki boşluklara israiliyat dediğimiz bu rivayetler girmiştir.

İslam yayılmakta, genişlemesi devam etmekte , şehirler çoğalmakta ve gelişmekte, sahabede ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabi’inlere devredilmişti. Bu arada, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış,fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkıha ait bilgilerde toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğraşan kişilerin hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.

Bu devrin müfessirleri Kuran’ı anlamak için yine Kuran’a, sonra sahabenin Hz Peygamber’den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış olduğu tefsirlere itimat etmişlerdir. Sahabe ile aynı üslup ve usulu paylaşmışlardır. Çeşitli şehir ve beldelere giden sahabe, Hz Peygamberden hıfz ettiklerini yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerde öğretmenlik yapmış, tabi’ini yetiştirmişlerdir. Bu andan itibaren şehirlerde ilim medreseleri teşekkül ettiğini görüyoruz. Tefsir ilminde şöhret kazanan medreseler;Mekke , Medine, Irak’ta bulunmakta idi.

Sonuç

Son olarak sevgili peygamberimiz burada arz ettiğimiz ilimlerin mercii,teşri kaynağı olarak kendisi uygulamıştır. Rahleyi tedrisinden geçen kendi emeği ile yetiştirmiş olduğu altın nesli, sahabe efendilerimiz ondan aldığı ilim,irfan,edep hikmeti yaşamışlar. Kendi talebelerine nakletmişlerdir. Öyle ki sahabiler komple (bütün) insanlardı ki, onlarda aynı zamanda müfessir, muhaddis ve fakih olanlar mevcuttu. Çünkü onların kaynağı Kuran ve sünnet idi, birinci elden bu kaynağa ulaşıyorlardı. Sahabeler vahyin, sebebi nuzulün kahramanları olmuşlardı. İhtiyaçları problemleri konusunda çözüme efendimiz sayesinde ulaşabiliyorlardı. Daha sonra ki aşamalarda ümmetin sayısı arttı başka kültürler, siyasi olaylar, farklı problemler ortaya çıkmaya başladı. Bunun neticesinde tefsir,hadis,fıkıh ilimleri ile ilgili disiplinler oluştu. Bu disiplinlerin usulleri prensipleri tedvin konusu, kitap haline gelmesi bir süreç dahilinde olmuştur.

KAYNAKLAR


  1. Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ

  2. Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ

  1. Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM

Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları

1 Cuma suresi , 28/2

2 Ahmet Nedim Serinsu,ders notu

3 Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM

Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları

4 Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ

5 Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ


0 Yorum - Yorum Yaz

FIKIH TARİHİ    23.04.2013

YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN 

İSLAM HUKUK TARİHİ – PROF. DR. HAYRETTİN KARAMAN

Fıkıh (İslam Hukuku), dini ve içtimai bir müessesesidir ve tedricen gelişmiştir. Doğuş ve inkişaf devrelerinde Suriye’de Roma, Irak’ta İran, Yesrib’te İsrail hukuku hakimdi; ayrıca cahiliye devri Araplarının uyguladıkları bir hukukları vardı. İslamın ruh ve esaslarına aykırı olmayan örf ve adet fukaha tarafından benimsendiği için fıkhın gelişmesinde komşu sistemlerin tesiri olduğu gibi fıkhın da diğer hukuklara tesiri olmuştur.

Kitap, İslamın doğuşunda mevcut olan hukuk sistemlerini tanıttıktan sonra Hz. Peygamber, Sahabe ve Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve muasır hareketler başlıklarında işlenmiştir.

Hukuk hak kelimesinin cem’idir. Bir manada kaide demektir, hak olan bir söz, doğru, uygun, yerinde bir söz demektir. İşte bu hukuk ideal/objektif/tabii hukuktur. Diğer manada ise salahiyet ve iktidar demektir, mülk hakkı, alacak hakkı gibi. Bu hukuk ise subjektif/selahiyet hakkıdır.

Hukuk, objektif ve mecburi olan, müşterek tarih, akıl ve maneviyattan doğan kaidelerdir. Bu kaideler fiille ilgileniyorsa bunlar; âdet, görenek, muaşeret ve modadır ama niyetle ilgileniyorsa din ve ahlaktır. Bazı kaidelerin müeyyidesi ayıplanmak, vicdan azabı çekmek, günahkar olmak gibi manevi; bazıları da maddi ve mali müeyyidelerdir.

Bunlardan yola çıkarak hukuk; cemiyette nizam tesis eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddi icbar kuvvetinde bulan kaideler manzumesidir.

Fıkıh ise kelime olarak, kavramak, anlamak, idrak etmektir. Fıkıh, Hz. Peygamber ve sahabe devrinde itikad, amel ve ahlak konularında Kitap ve sünnetten anlaşılan bilgilerdir.

Ebu Hanife ve İmam Şafii’nin fıkıh tariflerinde de yerini bulduğu gibi ibadet bahisleri de fıkhın içindeydi. Sonraki asırlarda bunlar ahlaka veya ilmihal kitaplarına intikal etti. Yani fıkıh; ibadeti, hukuku, ahlakı, iktisadı ve ictimai ilişkileri içine alıyordu. Fıkıh; Allah ile kul arasındaki ilişkiyi düzenlemekle başlamış, toplum ahlak ve düzenine el atmış, sosyal adaleti temin için müeyyideler ortaya koymuştur. Aile hayatını düzenlemiş, yani ferdin doğumundan ölümüne kadar yanında olmuş ve yol göstermiş ve ahret hayatını da birlikte göz önünde bulundurmuştur. Özellikle hukuk işlemlerinde örf ve âdete yer verilmiş ve devlet başkanı dini hayatın da başkanı olmuştur.

10 yıllık kısa bir süre olan Medine hayatında fıkhın kaynakları, esasları ve prensipleri eksiksiz tamamlanmıştır. İslamın doğuşu esnasında etrafta Romalıların (Bizans), İranlıların (Sasaniler) ve Yahudilerin hukuk sistemleri vardı. Elimizde İran hukuk sistemine dair bir hukuk kitabı mevcut değildir. Roma Hukuku uzun gelişme döneminde tedrici değişmelere uğramıştır.

Roma hukuku 4. devresinde Jüstinyen’in emriyle ‘Corpus Juris Civillis’e ‘Medeni Hukuk Külliyatı’na sahip olmuşlardır. 5. devre olan Roma döneminde de bunu kullanmışlardır.Roma hukukunda hususi hukuk daha çoktur. Medeni ve kavimler hukuku olarak ikiye ayrılan Roma hukuku; medeni hukuku Romalılar için, kavimler hukukunu diğer milletler için kullanmıştır. Roma hukuku 12. asırda başlangıçta İtalyan hukuk öğrencilerinin vasıtasıyla dünya hukukuna tesir etmiştir. Bugün hiçbir yerde tam cari değildir.

İsrail hukuku; Kudüs’ün Romalılar tarafından tahribine kadar olan sürede Mukaddes Kitap’tan bölümler ve ananelerdir. Bundan sonra ise Kudüs’ün tahribi ve Yahuda tarafından Mişna’nın tanzimi ve ikinci bir kaynak Talmuddur. Mişna ve Talmud’da İran ve Roma hukukunun tesirleri görülür.

Cahiliye devri Arap hukuku; hukuk olarak örf adet ve gelenekler kanunların yerini almıştır. Cahiliye döneminde peygamberlikten önce Hz. Peygamberin ortaklık akdi yaptığını gösteren ifadeler vardır.

Bazı müsteşrikler kısa zamanda doğup fevkalade bir inkişaf gösteren İslam hukuku için yabancı bir kök arama girişiminde bulunarak başka hukuklardan iktibas edildiği üzerinde durmuşlardır. İlmi delillere dayandıramamışlardır. İslam hukuku hükümran olduğu ülkelerin bazı amme hukuku kaidelerini almıştır; çünkü bunlar, adalet, amme menfaati ve zaruret gibi prensipler çerçevesinde İslam hukukuna uygun bulunmaktadır. İslam hukuku da birçok ülkenin hukukunu az veya çok etkilemiştir. İslam hukuku bütün halinde (özel ve genel hukuk olarak) vahye dayalı, İlahi irşadın ışığında işleyen fukaha ictihadından doğmuş gelişmiş bir hukuktur.

HZ. PEYGAMBER DEVRİ (FIKHIN DOĞUŞU)

Fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Vahye dayanan teşri faaliyeti bu dönemde tamamlanmış sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Mekke ve Medine devirlerinden oluşur. Mekke’deki tebliğ daha çok inanç ve ahlak sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukuki münasebetler bu iki temel üzerine oturur. Medine’ye göçle birlikte ictimai hayatı temin edecek kaidelere ihtiyaç duyuldu. Bu kaideler ya bir hâdiseyle ya da bir soruyla oluyor veya bir hâdise ya da soru olmaksızın da kaide vazediyordu. Bu devir fıkhın özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

-        Kur’an ve sünnetin teşri faaliyeti 23 yıla yakın bir zamanı kapsayan bir şekilde tedricidir. Bu tedricilik hem zaman hem hüküm için olmuştur. İçkinin haram kılınmasının hemen olmayışı gibi.

-        Sadece bu devre mahsus olmamakla birlikte diğer bir özellik hükümlerdeki kolaylıktır.

-        İlk Müslümanları tedricen alıştırmak için daha sonra gelen hükmün önceki hükmü kaldırması demek olan nesih özelliği vardır.

Fıkıh, usûl ve fürû olarak iki kısımdan oluşmaktaydı. Usûl hükümlerin kaynaklarıyla, bu kaynaklardan hüküm çıkarma yollarını; fürû ise elde edilen hükümleri, dini, ameli kaideleri ihtiva etmekteydi. Usûlün kaynakları, Kur’an-ı Kerim (ki sadece bir tavsiye kitabı olmadığı, içinde birçok ayetin amir hüküm mahiyetinde bulunduğu hususunda ittifak vardır, fıkhın ilk tedvini Kur’an’ın yazılmasıyla gerçekleşmiştir), Sünnet (Resulullah’ın ümmet için örnek teşkil eden davranışlarının bütünüdür, bir yandan Kur’an’ın açıklanmaya muhtaç ayetlerini açıklarken diğer yandan da müstakil olarak hükümler koyar), İcma (asrın müctehitlerinin tamamının bir fıkıh hükmü üzerine ittifak etmeleri manasınadır, icma Hz. Peygamber döneminde devamlı delil olamaz çünkü meseleyi ona sorduklarında sünnet olmaktadır), Kıyas (Hz. Peygamber teşvik etmiştir), İstidlal (bütün bunların dışında kalan hüküm elde etme yolu; çeşitleri ise a)telazüm; akıl yürütme, mantık b) istishab; varlığı sabit olan bir hükmün geçmişte ve halihazırda da var sayılması c) önceki semavi dinlere ait hükümler d) istihsan; iki delilden kuvvetli olanı seçmek e) ıstıslah; birçok konu ve hükümde ortaklaşa bulunan fayda ve maksat çerçevesine girme esasına göre hükme varma), Hz. Peygamber ve Ashabın ictihadı.

Hz. Peygamber Devrinde Fürû; Mekke döneminde inanç, düşünce ahlak prensiplerine daha çok önem verilmiştir. Hz. Peygamber fiilen hakimlik etmekle beraber muhakeme usûl ve adabı ile ilgili kaideler koymak ve açıklamalar yapmak suretiyle de İslam kaza müessesesinin temellerini atmıştır. Ashabına da hem Medine’de hem Medine dışında bu görevi vermiştir. Hz. Peygamber ifta vazifesini de yerine getirmiştir. Borç-hak ilişkilerinin yanı sıra anlaşmalar da yazıya geçirilmiştir.

SAHABE DEVRİ (FIKHIN GELİŞME ÇAĞI)

Bu devre Hz. Peygamberin intikalinden II. asrın başlarına kadar uzanır. Siyasi iktidar nazarıyla Hulefa-i Raşidin ve Emeviler dönemlerinden oluşur. Hulefa-i Raşidin dönemi Hz. Ebu Bekir’le başlar, Hz. Hasan’ın hilafeti Muaviye’ye terk etmesiyle biter. Muaviye’nin Hz. Ali’ye beyat etmemesiyle başlayan iç karışıklıklar itikat ve fıkha da tesir etmiştir. Bu ortamdan Hariciler, Şiiler ve Cumhur oluşmuştur. Gelişmelerin sonucunda da Emevi saltanatı kurulmuştur. Hüküm kaynağı olarak Kitap ve sünnetten sonra ictihad yapılıyor, isabetli ictihad yapmak ve muhalefeti azaltmak için istişare uygulanıyordu. Sahabenin hepsi müctehid değildir. Bu dönemin özelliği; sahabe tarafından ictihadın kapısı açılmış ve teşvik edilmiştir, ictihad ve rey yoluyla varılan hükümler kesin telakki edilmemiş, vukuundan önce hâdiseyle meşgul olunmamış, zamanın değişmesiyle hükümler de değişmiş, Kitap ve sünnetin meşru kıldığı bazı hususlar men edilmiş, bazı nassların zahiri terk edilmiş, daha önce benzeri geçmemiş hükümler hayırlı ve iyi maslahattır diye benimsenmiş, çeşitli nedenlerden (nassları bilmeme, sağlam kaynaktan almamış olma, farklı anlama, yanılma, unutma) dolayı bazı hükümlerde ihtilaf edilmiştir. Sahabe döneminde mezhepler doğmamıştır.

Emeviler devrinde sahabe ahirete intikal ederek tabiun nesli onların yerini almıştır. Nazari fıkıh vardı. Sahabe fakihlerinin hemen hepsinin Arap olmasına rağmen tabiunun içinde Arap olmayan birçok kimse vardı.

Hadislerin tasnifi fıkhın tasnifinden sonra olmuştur. İlk fıkıh kitapları hicri birinci asrın sonu ikinci asrın başında yazılmıştır.

ABBASİLER DEVRİNDE FIKIH (FIKHIN OLGUNLUK ÇAĞI)

Tabiun ve tebeuttabiun dönemlerini içine alır. Devrin başında hilafet Emevilerden Abbasilere geçmiştir. Bu devirde fıkhın sahası genişlemiştir. Emeviler döneminin seküler meyillerinin aksine Abbasiler davranış ve hükümleri dine dayandırmaya çalışıyordu. Hükümlere kaynak olarak ana kaynaklara, tabiunun ve tebeuttabiunun da sözleri eklenmiştir. Farazi mesail üzerinde de ictihad edilmiştir. İslam ülkesinin genişlemesiyle yeni milletlerin teamülleri üzerinde de durulmuştur. Haliyle ictihad ihtilafı da önceki döneme göre çoğalmıştır. Abbasiler döneminde mezhepler yani müctehidlere ait müstakil ictihad usül ve ahkam mecmuaları ortaya çıkmıştır. Sahabe dönemindeki gruplaşma Hicaziyyun ve Irakiyyun iken Abbasi döneminde dört grup vardır. Müfrit reyciler (Kitap ve rey, sünneti redderler), mutedil reyciler (Kitap ve rey, sünneti de reddetmezler), müfrit eserciler (reyi ve kıyası kabul etmezler), mutedil eserciler (rey ve kıyası inkar etmemekle birlikte pek başvurmazlar). Bütün dini ilim ve kitapların telifi bu dönemde başlamıştır. Fıkıh konusunda meseleci bir yaklaşım izlenilmiştir. Nazari ve umumi kaideleri tespit etmek gibi bir metot takip edilmemiştir. Fıkıh usülü de bu dönemde oluşmuştur. İlk Fıkıh usülü kitabı İmam Şafii’nin ‘er-Risale’sidir. Bu devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş veya mevcut terimlerin mefhumları tespit edilmiştir. Mezheplerin doğuşu, dört mezhep, zamanımıza kadar yaşamayan diğer dokuz sünni mezhep, gayri sünni mezhepler bu devrin kapsamındadır. İctihadda takip ettiği usülü hakkında eseri bize kadar ulaşan sadece İmam Şafii’dir.

Ebu Hanife’nin usülü; Kitap, sünnet, sahabe kavli ve rey ictihadıdır. Rey ictihadında da kıyas ve istihsan vardır. Kıyas konusunda Ebu Hanife’nin yaptığı; kıyası kaideleştirmek, çok kullanmak, vuku bulmamış hadiselere de tatbik etmektir.

İmam Malik’in usülü; Kitap, sünnet (meşhur mütevatir olanları gibi ahad yolla geleni de kaynak sayar ama ahada kıyası ve Medinelilerin tatbikatını tercih eder), icma ve rey.

İmam Şafii’nin usülü; Kitap ve mütevatir sünnet, üzerinde ittifakın olmadığı ahad yoldan gelen sünnet, icma ve daha sonra da kıyas.

Ahmed b. Hanbel’in usülü; Kitap ve sünnet (bunlara muhalif hiçbir hüküm ve şahsa itibar etmez, mürsel ve zayıf hadislere gelince daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kıyasa tercih eder, kıyasa tercih ettiği hadis batıl ve münker olmayan, hasen türünden hadislerdir), muhalefetsiz sahabe reyi, büyük tabiunun reyleri, zaruri olarak kıyas, istishab (evvelce varolanı isbat, önceden yok olanı da nefiy - Allah’ın haram kıldığı haram, helal kıldığı helal, bunun dışındakiler istishaben mübah).

Dört mezhep imamı da şeri hükümlerin maslahat (kurallar için celb-i menfaat ve def-i mazarrat, fayda) hikmetine bağlı bulunduğunda ittifaktırlar. Sahabe ve tabiun devri müctehidleri gibi mezhep imamları da nassların lafızları yanında ruh ve maksatlarını da dikkate almıştır, Şari’nin maksadının tahakkukunu temine gayret etmişlerdir. Grup halinde bağlıları bulunmadığı için yaşamayan mezhepler olarak anılan mezheplerin ictihadları kayıtlı olduğu için hem teorik hem de pratik açıdan yaşamaktadırlar. Kitap ve sünneti esas alan Zahiriyye mezhebinin İslam’ın birinci asrındaki Haricilerden ve ikinci asrındaki Mutezileden farkı, zamanının ortaya çıkmasını gerektiren şartlarındadır. O dönem, hadislerin öncüsü olan zevatın kıyas ve reye karşı tutumu Abbasilerin, rey ve kıyas taraftarlarını desteklemeleri, onları öne çıkarıp kadılıklara tayin etmeleri gibi sebeplerdir bu şartlar (İbn Hazım, Ebu Hattab b. Dihye, Muhyittin b. Arabi Zahiri idiler).

Sünni Olmayan Fıkıh Mezhepleri:

Havaric; Sıffin savaşındaki hakem olayı sonrası Hz. Ali’ye karşı çıkmışlar, halifenin seçimle iş başına geleceğini savunmuşlardır. Sünneti kabul etmeyip sadece Kitabı hükümlerin kaynağı kabul ederler.

Zeydiyye; delilleri Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan ve akıldır. Hanefi mezhebi ile benzeşen tarafları çoktur. Ayrıldıkları noktalar da vardır.

İmamiyye; Kitap ve ehl-i beytten rivayet edilen sünnet, sonra ictihad. Kıyas ve icmayı kabul etmez. Caferiyye, İsnaaşeriyye diye de anılır.

Mezheplerin yayılmasının siyasi, ictimai, iktisadi, medeni amilleri vardır.

SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH (FIKHIN DURAKLAMA DEVRİ)

Fıkıh ilmi bu devirde ilerleyememiştir aksine taklid ruhuna (mezhepçiliğe) yönelmiş, münakaşa ve müzaralar doğruyu bulmak için değil mezhepçilik adına yapılmış, mezhep taassubu kuvvetlenmiş (sonucu olarak; tefrika, mukatele, hatada ısrar, ictihada karşı çıkmak/faaliyetini durdurmak), ictihad kapısı kapanmıştır.

MOĞOL İSTİLASINDAN MECELLE’YE KADAR

İslam ülkesinin Moğollar tarafından istilası ve tahribi, Anadolu Beyliklerinin ortaya çıkışı, Osmanlı-Timur mücadelesi, Timur’un tahripleri ve çeşitli egemenliklerin oluşumu ve Endülüs’ün büyük bir zulmetle yok edilmesi bu dönemdedir. Bu dönemde fıkıh açısından fıkıh bilginlerinin birbirleriyle irtibatı kesilmiş, selefe itibar edilmemiş, geniş eserler özetlenmiş, şerh ve ta’liklerle uğraşılmış, hile ve te’vil artırılmıştır. Bu dönemin hüküm kaynakları; amme hukukunda örf, adet ve kanunnameler, hususi hukuk sahasında fıkıh ve fetva kitaplarıdır.

MECELLE’DEN ZAMANIMIZA KADAR (UYANIŞ ÇAĞI)

Osmanlının dağılmasıyla bağımsız İslam devletlerinin sayısı artmıştır. İctihad ve tercih fikri bu dönemde benimsenmiştir. Kanunlaştırmalar, dört mezhep üzerine yazılmış fıkıh kitapları, Batı üniversitelerinde İslam hukuku kürsülerinin açılması bu dönemdedir. Mahkemeler kurulup kadılar sadece şer’i mahkemelere bakar oldu. Diğer davalar için çeşitli mahkemeler kuruldu. Umumiyetle İslam ülkelerinde kanunlaştırma yapılırken şeriat esaslarıyla mukayyet kılınmamış yabancı kanunlardan aynen veya tadiller ile iktibas yoluna gidilmiştir. İlk İslam Medeni Kanunu olan Mecelle 57 yıl tatbik edilmiştir. Mecelle’nin oluşumunda dış amillerin azınlıkları bahane ederek kanun yapmak için zorlaması, iç amillerin de tercih edilmiş görüşleri içeren kolay anlaşılan (fıkıh kitaplarının karmaşasından kurtulmak için) bir düzenleme istemesi etkili oldu.Şahıs, aile, miras münasebetlerine ve aynı haklara ait birçok hususları fıkıh ve fetva kitaplarına bırakarak muamelatı tanzim etmiştir, Mecelle, Hanefi mezhebinin kaynak ve ictihadlarına isnat edilmiştir. Hakkında müspet ve menfi değerlendirmeler yapılmıştır. Tadil çalışmalarında tek mezhep üzerine ısrar edilmesi, diğer mezheplerden de rey ve ictihad olarak yararlanılması yoluna gidilmiştir. Yabancı kanunlardan da yararlanılması da söz konusu olmuştur. İsviçre Medeni Kanununun kabulüyle lağv edilmiştir. Türk Medeni Kanununa geçilmiştir.


0 Yorum - Yorum Yaz

TEFSİR TARİHİ    24.04.2013

YÜKSEKLİSANS - 12912776 / MÜCELLA TEKİN 

TEFSİR TARİHİ - DOÇ. DR. MUHSİN DEMİRCİ

Tefsir, Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilen bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Hicri ikinci asrın ikinci yarısında başlayıp başlayıp bugüne kadar devam edegelmiştir. Tedricen indirilen Kur’an vahyi, hitap ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken sonsuzluk alemine uzanan çizgide fert ve cemiyetin muhtaç olduğu evrensel prensipleri koymuştur. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitaben derleme mümkün olmamışsa da tilaveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde de kitaben derleme işi gerçekleştirilip, Hz. Osman döneminde kıraat farklılıklarını ortadan kaldıran bir biçimde çoğaltılması yapılmıştır.

TEFSİRİN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ VE GEREKLİLİĞİ

Tefsir kelimesinin etimolojik olarak bir şeyin üzerini açmak, açıklamak anlamında ‘fesr’ kelimesinden veya bu kelimenin taklib yöntemiyle oluşan aydınlatmak, ortaya çıkarmak anlamlarında ‘sefr’ köklerinden geldiği kabul edilir. Emin el-Huli ‘sefr’ kelimesinde maddi, zahiri bir keşif, ‘fesr’ kelimesinde manevi bir keşif var demektedir. Terim olarak ise; tefsiri Kur’an’ı anlamaya yönelik faaliyetler bütünü olarak değerlendirebiliriz. Hz. Peygamber döneminde, tefsir faaliyeti Kur’an’ın mübhemat, mugayyebat, müteşabihatlarının Hz. Peygamber tarafından açıklanmasıyla şifahi olarak vuku buluyordu. Tedvin dönemindeyse şifahi rivayetler derlenip toplanıp rivayet şeklini, zaman zaman da insanların kendi görüşlerini içeren bir şekilde dirayet şeklini almıştır. Tefsirin amacı insanlığın hidayeti için indirilen kitabı onun gayesine uygun bir biçimde açıklamak suretiyle insanın iki dünyadaki mutluluğunu temin etmektir. Tefsirde anlam yakınlığı olan kelimelerden te’vil, ‘evl’ kökünden tef’il babında bir mastardır, döndürmek, herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak manalarını ifade eder, terim olarak ise, meşru bir sebep veya delilden ötürü ayeti zahir manasından alıp, kendisinden önce veya sonraki ayete mutabık kitap ve sünnete uygun manalardan birine hamletmektir. İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre nasslardan hüküm çıkarmada esas olan te’vile gitmemektir. Ama müşkil ve müteşabih ayetler te’vilin kaçınılmaz olduğu hallerdir. Te’vilin sahih olması için lafız, ihtimali olmayan bir anlamla te’vile zorlanmamalı, zahir manadan başka bir manaya çekilmesi ancak şeri bir delile dayandırılmalı, sahih ve sarih nasslara aykırı olmamalı, Kur’an ilimlerinden ve dil bilimlerinden ve belagat ilminden yararlanmalıdır. Tefsir ile te’vilin farkına gelince, tefsir Kur’an’ın ne dediğini, te’vil ise ne demek istediğini ortaya koyar. Tefsirle anlam yakınlığı olan ikinci kelime tercüme, terim olarak bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabirle aynen ifade etmektir. Tercüme, harf-i (nazmında ve tertibinde asla benzeme) ve tefsir-i olarak iki çeşittir. Üçüncü kelime meal ise, eksik ve hatalı tercüme anlamında bir kelime olarak Kur’an’ın tercümesinin tam olarak yapılamayacağı düşüncesi kastıyla kullanılan terimdir. Tefsir faaliyeti Hz. Peygamber döneminde anlaşılmayan ayetlerin açıklanması olarak başlamış ve daha sonra İslamın geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla daha önce olmayan meseleler ortaya çıkınca ve bu farklı kültürlerdeki insanlar kendi yaşayış biçimlerini de Kur’an’a dayandırmaya kalkınca tefsir çalışmaları zorunlu olmuştur. Kur’ani nassları farklı yorumlamanın sebepleri kıraat ihtilafları, çok anlamlılık, ıtlak-takyid anlayışı, nasih-mensuh ihtimali, seleften farklı rivayetlerin gelmesi, mezhep taraftarlığı, tefsirde dirayet ve rivayet olgusudur.

TEFSİRİN DOĞUŞU VE TEDVİNİ

Hz. Peygamberin tefsiri bir program dahilinde ders veren bir öğretmen tarzında değil, bir takım vesilelerle gerçekleşiyordu ki şöyle sıralayabiliriz; ayet okuyarak, soru sorarak, sözü delillendirmek için ayet okuyarak, sahabilerin sorusuna cevap vererek. Hz. Peygamber Kur’an’ı mücmelin tebyini (ahkam, gayb, yaratılış, kader, kıyamet ve ahlaki konuları içeren ayetler), mübhemin tafsili, mutlakın takyidi, müşkilin tavzihi olarak gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamberin Kur’an’dan tefsirinin miktarının bazı ayetlerle sınırlı olduğunu ilk kez dile getiren Gazzali ve Kur’an’ın tamamını içerdiğini ilk kez dile getiren İbn Teymiyye ve onlar gibi düşünenlerin yanı sıra Hz. Peygamberin ne Kur’an ayetlerinin pek azını tefsir ederek meydanı boş bıraktığını ne de tamamını tefsir ederek aklı dondurduğunu söyleyebiliriz. Kur’an karşısında sünnetin beyan ve teşri (Kur’an’da yer almayan konularda Hz. Peygamberin hüküm koyması) olarak iki fonksiyonu vardır. Sünnetin vahye dayalı olup olmadığı hususunda alimlerin çoğu çoğunlukla vahye, kısmen de ictihada dayalı olduğu görüşünü kabul etmektedirler. Kur’an vahyi için vahy-i metluv, sünnet için vahy-i gayri metluv tabirleri kullanılmıştır. Sahabenin tefsiri konusunda Kur’an’ın nüzul ortamını yaşayan sahabe anlayamadıklarını da Hz. Peygambere sorarak öğrendiklerinden tefsir konusunda Resulullah’tan sonra en güvenilir kaynak olmuştur. Ama rey ile tefsire gelince bir kısım sahabi bu şekil tefsire sıcak bakmamış bir kısmı da naklin bulunmadığı yerlerde kendi ictihadlarıyla Kur’an’ı tefsir cihetine gitmiştir. Sahabe tefsirinin merfu haberler niteliğindeki tefsiri bağlayıcı kabul edilmiş ama mevkuf durumundaki tefsiri ise tercih sebebi olmakla beraber bağlayıcı değildir. Sahabe döneminde tefsir, Kur’an’ın tamamını kapsamaz ve tedvin edilmemiştir. Sahabe tefsirde öne çıkanları; Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ubey b. Ka’b, Hz. Ali’dir.

Abdullah b. Abbas, hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuş, Hz. Peygamberin vefatında 13-15 yaşlarındaydı ve 70 yaşlarında Taif’te vefat etmiştir.

Abdullah b. Mesud, Hz. Ömer zamanında Kufe kadılığı yapmış, bu Hz. Osman zamanında da devam ederken azledilmesinden sonra Medine’ye dönmüş ve 60 yaşını geçkin bir durumdayken vefat etmiştir. Kufe’de tefsir okulunun temellerini atmıştır. Kendi özel mushafını vahiy nazil olurken yazmıştır.

Ubey b. Ka’b, Hz. Peygambere vahiy katipliği yapmıştır, Hz. Ömer’in hilafetinde vefat etmiştir. Tefsirdeki rivayetleri;1) Ebu Cafer er-Razi – er-Rebi b. Enes – Ebu’l Aliye – Ubey b. Ka’b, 2) Veki b. Cerrah – Süfyan b. Uyeyne – Abdullah b. Muhammed b. Ukayl – İbn Ubey b. Ka’b – Ubey b. Ka’b olarak gelmektedir.

Ali b. Ebi Talib, hicretten 22 yıl önce Mekke’de doğmuştur. Hicri 40 yılında vefat etmiştir, vahiy katipliği yapmıştır, güvenilir üç tariki, 1) Hişam b. Hasan el-Ezdi – Muhammed b. Sirin – Abide es-Selmani – Ali b. Ebi Talib 2) Abdullah b. Abdurrahman b. Ebi Hüseyin – Ebu’t-Tufeyl Amir b. Vasile el-Leysi – Ali b. Ebi Talib 3) ez-Zuhri – Ali b. Zeynelabidin – Hüseyin b. Ali – Ali b. Ebi Talib

Tabiun dönemi ise Hz. Peygamberi görememiş, sahabeye yetişebilmiş olanların dönemidir. Bu dönemde tefsirde medreseler oluşmuştur. 1) Mekke Medresesi; kurucusu Abdullah b. Abbas’tır. Arap şiirini tefsirde kullanmıştır. Talebeleri; Mücahid b. Cebr, İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi Rabah. Mücahid akli tefsir uygulayanların ilki olarak kabul edilmektedir. 2) Medine Medresesi; Medine’nin en büyük alimlerinden olan Ubey b. Ka’b’ın öğrencileri; Ebu’l Aliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazi, Zeyd b. Eslem’dir. Rey ile tefsirde öne çıkan Zeyd b. Eslem’dir. 3) Kufe Medresesi; kurucusu Abdullah b. Mesud’dur. Onun medresesi rey medresesi olarak nitelendirilmiştir. Öğrencileri Alkame b. Kays, Mesruk b. Ecda, Esved b. Yezid, Mürretü’l-Hemedani, Amiru’ş-Şabi, el-Hasan el-Basri, Katade b. Diame. Tabiun döneminin müfessirlerinin çoğu mevalidendir, yani gayr-i Arap unsurlardandı. Böylelikle tefsire farklı sosyal çevre, din, dil ve kültür muhitinden anlayış ve yorum katmışlardı. Bu dönemde ictihadın boyutları genişlemiş, itikadi ve ameli mezheplerin temelleri atılmıştı. Bu dönemdeki tefsirler, kaynak değeri taşımaz, kaynak değeri taşır ve ittifak edilenler kaynak değeri taşır olarak değerlendirilmiştir. Bu dönemde Kur’an baştan sona tefsir edilmiş, kelimelerin izahına geniş geniş fıkhi açıklamalara, şiirle istişhad metoduna ve israiliyat haberlerine yer verilmiştir. Tefsirde tedvin bu dönemde gerçekleşmemiş ama medreselerle ekolleşme başlamış oldu. Tedvin; bir araya getirmek, toplamak anlamlarındadır. Tefsir ilk olarak hadis ilminin bir kolu olarak tedvin edilmiştir. Kur’an’ı bir bütün olarak baştan sona tefsir eden ilk şahıs Mukatil b. Süleyman’dır. Tedvin döneminin ilk tefsirlerinin ortak özellikleri dilbilimsel tefsirler olmalarıdır. Tefsir çeşitlerini iki ana başlıkta zikredebiliriz; mevzii ve mevzui tefsirler. Mevzii tefsir; müfessirin Kur’an’daki sure sıralamasını esas alarak her ayeti birer birer açıklamasıdır. İcmali tefsirde müfessir, ayetleri kelimeden hareket ederek literal bir okumayı esas alır, ilahi mesajın ne olduğunu tespit cihetine gitmez. Bu mevzii icmali tefsir iki yaklaşım ortaya çıkarır; sadece lafızları dikkate alan lafzi tefsir, lafızlardan yola çıkarak ilahi iradenin maksadını ortaya koymaya çalışan yorum eksenli tefsirdir.

Tahlili tefsirde; nakli ve ictihadi tefsir geleneği yerine göre geniş veya dar anlamda uygulanır, yani lafız ile anlam arasında hassas bir denge vardır.

Bunlar rivayet ve dirayet tefsirleridir.

Rivayet tefsirlerinin zayıf noktaları; uydurma rivayetlerin tefsire sokulması, rivayetlerin tahkiksiz ve senetsiz nakledilmesi, israiliyata yer vermesidir.

Meşhur rivayet müfessirleri ve tefsirleri; et-Taberi / Camiu’l Beyan (her ne kadar rivayet tefsiri arasında sayılırsa da kullandığı kaynaklarda hiçbirşey bulamazsa Arap dili bilgilerine dayanarak yorumlamaya çalışmasıyla, yapmış olduğu tenkid ve tercihlerde dirayet tefsiri özelliği taşır) el-Begavi / Mealimu’t-Tenzil, İbn Atiyye el-Endülüsi / el-Muharraru’l Veciz, İbnü’l Cevzi / Zadu’l-Mesir, İbn Kesir / Tefsiru’l Kur’ani’l-Azim, es-Suyuti / ed-Dürrü’l-mensur.

Dirayet Tefsiri; yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp, dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere dayanılarak yapılan tefsirdir. Buna rey ve akli tefsir de denilir. Önce rivayet kaynaklarına başvurulur, buradan elde edilen bilgi akıl süzgecinden geçirilir. Buna ek olarak ilm-i mevhibeye de ihtiyaç duyulur.

Dirayet tefsirini; ictihadın zan manasına olması ve de ayet, hadis ve sahabe sözlerinden getirilen delillerle izin verilmemesini delil göstererek caiz görmeyenler vardır. Bu ayet, hadis ve sahabe sözlerinin bilgisiz insanlar için geçerli olduğunu ve Muaz b. Cebel örneğini de göz önüne alarak caiz görenler de vardır.

Dirayet tefsirinde, öncelikle lugat, sarf, nahiv, iştikak, beyan, bedii, meani, kıraat, usulu-d-din, usûl-i fıkıh, esbâb-ı nüzul, nesih-mensuh gibi ilimlerinin bilinmesi, ön yargılı olunmaması, Kur’an’da kullanılan Arapça’nın bugünkü Arapça olmadığının farkında olunması, kendi şahsı arzu ve isteklerine göre hareket edilmemesi, hususlarına riayet edilmelidir.

Dirayet tefsirlerinin öne çıkan isimleri; er-Razi / Mefatihu’l gayb, el-Beyzavi / Envaru’t-Tenzil (eleştirilen yanı surelerin faziletine dair uydurma hadisler içermesidir.), en-Nesefi / Medariku’t-Tenzil (Mutezili Zemahşeri’nin el-Keşşaf’ına karşılık yazılmıştır), eş-Şirbini / es-Siracu’l-Münir (tefsirinde surelerin faziletlerine dair hadis rivayetleri olmakla beraber bunların uydurma olanlarını bildirmiştir, Ebussuud Efendi / İrşadu’l akli-s-selim (surelerin fazileti ile ilgili nakiller bu tefsirde de vardır.) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (yoğun bir dirayet tefsiridir, kevni ayetlerde Kur’an’ı ilme değil, ilmi Kur’an’a mutabık kılmak gerektiğini söyler, kelami konularda fazla yoğunlaşmamış, mezhepçilik yapmamış, israiliyatı tercih etmemiştir, hadis tenkidinde aynı titizliği göstermemiştir.

Mevzui Tefsir; konulu tefsir de denilebilir. Kur’an’daki herhangi bir meseleyi -inanç, toplum, hayat, evren vb.- araştırma konusu yaparak değişik surelerde zikredilen nassları nüzul sırasına göre ele alıp usulüne uygun bir şekilde incelemek suretiyle onun pratik hayata uygunluğunu ortaya çıkarmaktır. Hz. Peygamberin uygulamış olduğu, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri metodunu çağrıştırır.

TARİHTEN GÜNÜMÜZE TEFSİR EKOLLERİ

1)      Mezhebi Tefsir Ekolü; Ehl-i sünnet dışındaki diğer mezheplerde ortaya çıkan Kur’an’ı görüşüne uydurmaya çalışan tefsirlerdir.

A)    Mutezile; Vâsıl b. Ata kurmuştur. Tamamen rastyonalist bir anlayıştan hareket eder. Akılla nakille çeliştiğinde akıl tercih edilir. Beş esas üzerinde dururlar; tevhid, adl, vaad-vaid, menzile-beynel menzileteyn, emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker. Mutezile’nin meşhurları; el-İsfahani, Kadi Abdulcebbar, eş-Şerif el-Murteza, ez-Zemahşeri / el-Keşşaf (Kur’an’ın belagi ve mucizevi yönünü ortaya koyması açısından otorite kabul edilmiştir, israiliyat konusundaki titizliği, ahkamda mezhep taassubunun içine girmeyişi olumludur.)

B)     Şia; Hz. Peygamberden sonra Hz. Ali’yi ve soyunu halifeliğe layık görenlerin oluşturduğu topluluktur. Burada ele alınan Şia’nın İmamiyye / Caferiyye adıyla anılanıdır. Mezhebin inanç esaslarının başında gelen imamet anlayışı vahiy kurumunun devamı niteliğindedir yani imamın da peygamber gibi Allah tarafından bildirilmesi ve peygamberler gibi ismet sıfatına sahip olması söz konusudur. Böyle olunca da tefsirde de sadece imamların rivayetleri sahihtir. Görüşlerini Kur’an’a dayandırmak için Batıni te’villere çok yer vermişlerdir. Şia’nın meşhurları; el-Kummi, et-Tusi, et-Tabressi, el-Becahti, et-Tabatabai.

C)     Harici; Şia’ya karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Kur’an’ın lafzına sıkı sıkıya sarılırlar. En meşhur tefsirci Muhammed b. Itfiyyiş’dir.

2)      İşari Tefsir Ekolü; yalnız tasavvuf erbabına açılan birtakım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla Kur’an’ı açıklamaktır. Zühd ve takva hareketi gelişerek tasavvuf olmuştu. Onlara göre Kur’an’ın zahiri anlamının yanında Batıni bir anlamı da var. İlk temsilcileri; el-Hasan el-Basri, Caferi Sadık, Abdullah b. Mübarek. Öne çıkan isim es-Sülemi’dir. Gazzali’de gelişiminde önemli rol oynamış, Muhyiddin-i İbn Arabi ile de zirveye ulaşmıştır. Eleştirilerin temelinde zahiri anlamın tamamen yorum dışına atılıp ortaya konulan tefsiri delillendirecek sahih nakillerin bulunmasıdır.

3)      Fıkhi Tefsir Ekolü; ibadat, muamelat ve ukubatla ilgili ayetlerin izahları ve hükümleriyle ilgilenir. Meşhurları; eş-Şafii, et-Tahavi, el-Cassas, el-Kiya el-Harrasi ve Ebu Bekir İbnü’l Arabi’nin Ahkamu’l Kur’an’larıdır.

4)      İlmi Tefsir Ekolü; Bu ekole göre Kur’an insana aklın ilim yolunda kullanmayı öğütler ve bu, çağın telakkisine göre açıklanmalıdır. el-Gazzali ile sistemleşmiştir. Fahruddin er-Razi, el-Mürsi, ez-Zerkeşi, es-Suyuti öne çıkan isimlerdir. Katip Çelebi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı da sonraki dönem isimlerdir. Tantavi Cevheri ile doruk noktasına ulaşmıştır. Emin el-Huli ve diğerlerine göre bilimsel verilerin sürekli değişikliğe uğraması yüzünden Kur’an’da varoldukları söylenemez. Böyle bir tefsir Kur’an’ın lugat ve belagatine de zarar verir.

5)      İctimai Tefsir Ekolü; çağın toplumsal sorunlarını nassların ışığı altında çözümlemektir. Kurucusu Muhammed Abduh’tur. Yöntemi mushaftan ayetleri okuyup açıklamaktan ibaretti. Yaşadığı dönemin akılla bilimin özdeşleştiği bir dönem olması hasebiyle Kur’an’ın da akla çok önem verdiği savunmasını yapmak zorunda kalmıştır. Ekolün diğer önemli isimleri, Reşid Rıza, Seyyit Kutub’tur. Akla verdiği önemle Modern Mutezile diye de adlandırabiliriz. Taklidi şiddetle eleştirip batıl saymasıyla, israiliyata karşı adeta savaş açmasıyla, mezhepçiliğe yer vermemesiyle olumlu karşılanmışlar, aklı nakle tercih etmeleriyle, Buhari ve Müslim’de rivayet edilen bir kısım hadisleri zayıf ve mevzu olarak nitelendirmeleriyle, aşırı te’vile giderek Kur’an bütünlüğüne zarar vermeleriyle eleştirilmişlerdir.

6)      Modernist Tefsir Ekolü; Vahyedilmiş bir inanç ve ameller pratiği olan Kur’an’ın bütün zamanlarda geçerli olduğunu iddia ederek onu yaşanılan dönemde uygun yöntemlerle açıklamaktır. Bu ekol klasik modernist olarak başlamıştır. Kurucuları Hintli olan Seyit Ahmet Han ve Emir Ali, Mısırlı Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’tur. Taklide karşı bir tavır söz konusudur. Tavırlarının arkasında onların dini, toplumsal hayattan uzaklaştırıp bireysel hayata indirgeme istekleri vardır.

Çağdaş modernist (tarihselci) tefsirin ilk temsilcisi Pakistanlı Fazlur-Rahman’dır. Diğer bir temsilcisi ise Fransız Garaudy’dır. Garaudy Kur’an evrenselleştirilemez demektedir. En radikal söyleme sahip olan Hasan Hanefi’dir. O, tarihselliği sadece vahyedilmiş metinlerin değil Allah hakkındaki tasavvurların da bir özelliği olarak görmektedir. Tarihselci modernistler ahkamın değişmesini talep etmiştir, örnek aldığı Batı kutsal metindeki akıldışı şeyleri aklileştirmeye çalışırken. Tarihselci bir yaklaşımla metne bağlı kalmadan Allah’ın maksadını tespit etmeye çalışmak Kur’an’ı devre dışı bırakmak anlamına gelebilir. Hükmün değişebilirliğini modernistler gibi zamanın değişmesine bağlı değil illetin değişmesine bağlamalıdır.


0 Yorum - Yorum Yaz

tefsir tarih,    01.05.2013

       HAZIRLAYAN BAYRAM AKTAŞ /  11952753

 

               İslam dini bilgiye çok önem veren bir dinidir. İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’ an ve Sünnet’ e baktığımızda bunu çok rahat anlayabiliriz .  Kur’an’ı Kerim’de ilimle ilğili 700 civarında ayet vardır . Her on ayetten biri ilimden bahsetmektedir . Ümmi bir peygambere okuma yazmanın dahi genel olarak  bilinmediği bir dönemde bu ayetlerin nazil olduğu düşünülürse  gerçekten  manidardır . Günümüz Mü’minleri içinde sorgulanması gerekn bir durumdur .

Bilgi ve bütünlük kelimelerinin anlamları : Bilgi genelde bilen insan ile bilinen şey ( nesne ) arasındaki


0 Yorum - Yorum Yaz

Usul Ödevi    02.05.2013

İlmin Bütünlüğü Çerçevesinde Tefsir Usulü, Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü Okumaları Üzerine Değerlendirme

Ayşe KARAKAYA / 12912704 /  Yüksek Lisans

Bütün İslami ilimlerin kaynağı insanların dünya ve ahiret saadetini sağlamak için yüce Allah tarafından inzal buyurulan kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir ve hepsinin ortak gayesi yüce kitabımızın en iyi şekilde anlaşılması ve gereklerinin yerine getirilmesidir. Biz bu ilimlerden Kur’an-ı Kerim’in lafız ve manalarının anlaşılmasını konu edinen tefsir, Kur’an-ı Kerim’in hayata tatbikinin canlı örneği olan Peygamber Efendimizin söz, fiil ve takrirlerini konu alan hadis ve yine Kur’an-ı Kerim’in insan hayatının ibadet ve muamelat ile ilgili yönlerini düzenleyen hükümlerini ele alan fıkıh usullerinin oluşumunu ve gelişimini mukayeseli olarak inceleyeceğiz. Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, bu ilimler Cenab-ı Allah tarafından son Peygamber Hz. Muhammed vasıtası ile gönderilen yeni şeriatın gereği gibi uygulanması için ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar muvacehesinde paralel olarak bir gelişim göstermişlerdir ve birbirleri ile ilişki içerisindedirler. Kur’an-ı Kerim’in ilk ve en önemli tefsiri olan Peygamber Efendimizin açıklamalarını tefsir alanından, İslam teşriinin en büyük iki kaynağı olan Kur’an ve Sünneti fıkıh alanından ayrı düşünemeyiz. Her bir ilim dalı diğeri ile iç içedir ve birbirini destekler. Nitekim Peygamber Efendimizin Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden açıklamaları ve nüzul sebepleri ile ilgili haberler ilk olarak hadis mecmualarında yer almıştır. Hadis mecmualarının kitabu’t-tefsir bölümlerinde yer alan Peygamber Efendimizin ve sahabenin tefsirle ilgili beyanları rivayet yoluyla nakledilmiş ve hadis ilminin bir kolu olarak gelişmiştir.

Kaynağını Kur’an’dan alan her bir hüküm, Peygamber Efendimizin açıklamalarıyla daha iyi anlaşılacak ve fıkıh usulü sayesinde uyulması gereken bir kaide olarak kitaplardaki yerini alacaktır. Tefsir usulünün konusu bu serüvende Kur’an elfazının inceliklerini araştırmak, müphem manaları, diğer Kur’an ayetlerinden, Peygamberin açıklamalarından yola çıkarak aydınlatmaya çalışacak kaideleri ortaya koymaktır. Hadis usulünün konusu ise Kur’an ayetleri üzerinde Peygamber Efendimiz tarafından yapılan ve bize rivayet yolu ile gelen açıklamaların haber değerini ortaya koymak, sahih olanını zayıf ve uydurma olanından ayırmaktır. Fıkıh usulünün konusu da bütün bu verilerden yola çıkarak, ferdin Allah ile, fert ile, toplum ile ve devlet ile hem dünyevi, hem uhrevi anlamda ilişkilerini düzenleyen hukuk manzumesinin ve teşri hükümlerinin oluşmasını sağlayacak düzenlemeleri yapmaktır. Bu anlamda hadis usulü ilmi diğer ilimlerin bir adım önündedir. Çünkü Hazreti Peygamber devrinde teşriin kaynağı, vahy-i ilahi ve ictihad-ı nebevi idi. Kendisine vahyolan ayetleri tebliğ ve tebyin etmesi bu vazifenin birinci bölümünü oluşturuyordu. İkinci kaynağa nisbetle vazifesi ise şartlara göre hüküm ortaya koyması, yani istinbat ve istimdadda bulunmasıdır ki buna da ictihad-ı nebevi denir. Hazreti peygamberin tetkik ve takdire dayanan bu içtihadı, Allah Teala’nın murakabesi altında teşekkül etmiştir. İçtihat doğru olarak sadır olmuşsa Allah onu tasvip, hatalı ise irşad eder. Dolayısıyla sünnet de Kur’an-ı Kerim ile birlikte uyulması gereken bir kaynak olarak tarif ve tavsif edilmiştir. Bundan dolayıdır ki dini ahkâmın oluşmasında gerek tebliğ ve gerek içtihat olarak Hazreti Peygamberden sadır olan her türlü söz ve fiilin sahih ve güvenilir kaynaklara göre nakledilmesi büyük önem taşımaktadır. İşte hadis usulü ilmi bu anlamda sağlam ve güvenilir bir hadis külliyatı oluşmasında hayati öneme haizdir. Nitekim sonraki asırlarda bazı siyasi ve itikadi fırkalar bozuk fikirlerini desteklemek için hadis uydurma faaliyetlerine giriştiler. Bu arada cahil kişiler ile siyasi fırkalara aşırı derecede bağlı olanlar, halkı kendi düşüncelerine teşvik etmek maksadıyla hadisler uydurdular. Bu sebeple özellikle Iraklı hukukçular. Hadis kabulünde sıkı şartlar ileri sürmüşlerdir ve bu tabiun dönemi sahih hadislerle, uydurulmuş hadisleri birbirinden ayırmak için usullerin tedvin edilmeye başladığı dönem olmuştur. Hadis ilminin tefsir usulü ile olan ilişkisi de Hazreti Peygamberin Kur’an’ın ilk müfessiri olması cihetinden ele alınmalıdır. O, Kur’an’ın müphem ve mücmelini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder, nasih ve mensuhunu bildirir. Sahabe ayetlerin nüzul sebeplerini bildirmekle Kur’an’ın anlaşılmasını gaye edinen tefsir usulünün oluşmasına katkıda bulunur. Sonraki dönemlerde mezhep kurucularının Kur’an’a ve hadise bakış açılarındaki farklılıklar re’y ve hadis ekollerinin oluşmasını intaç etmiştir. Ehl-i hadis hüküm istinbatında Kur’an ve hadisi ön planda tutarken, ehl-i re’y yaşadıkları coğrafya gereği kıyas, istihsan metodlarını öncelikli olarak kullanmışlardır.

Netice olarak, bütün islami ilimlerin kaynağı yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. Tefsir alanı onu bir konu olarak ele alır ve açıklar, fıkıh usulünün konusu da Kur’an’dır, ancak Hazreti Peygamberin açıklama ve uygulamalarından yola çıkarak hükümler ve yaptırımlar ortaya koyar ve bu ilimler insanlığa son ilahi mesaj Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve yaşanması, insanın da bu mesaj ile hayatını anlamlandırması gayesine hizmet eder.

 

 KAYNAKLAR

1- Tefsir Usulü, Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

2- Hadis Usulü, Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT

3- Fıkıh Usulü, Prof. Dr. Fahrettin ATAR


0 Yorum - Yorum Yaz



 

 

 

FIKIH TARİHİ SÜRECİ    

FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI

 

1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.

Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.

 

2- Sahabe Dönemi

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.

Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.

Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.

Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.

 

3- Tabiun Dönemi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.

Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.

Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.

Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.

a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.

c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

 

4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması

İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.

 

5- Taklid ve Duraklama Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.

Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.

Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir..

6- Kanunlaştırma Dönemi

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

 

 

FIKIH İLE FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK

Fıkıh ilminin konusu, mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiille­rin hükümleridir. Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf, hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri, tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir. Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini zikreder.İşte, Usûlcü  mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır.

HADİS TARİHİ VE USULÜ

Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.

HADİS İLİMLERİ
Hadis ilimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayet-il-hadis gelir. Bu ilim dalında hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde ulaşıp ulaşmadığı araştırılır. Dirayet/Rivayet ikilisi bir bakıma kalite/kantite ikilisine benzer. Mesela tek bir kanaldan gelen dirayeten güçlü bir hadisin, bir kaç kanaldan gelen yani rivayeten güçlü gözüken bir hadisden daha sahih olması pek ala mümkündür.

Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar.

Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir.

 

HADİS İSTİLAHLARI
Her ilim dalının bir terminolojisi olduğu gibi hadis ilimlerinin de istilahları vardır. Hadis istilahları anlaşılmadıkça hadis usulü de anlaşılamaz. Hadis istilahları çok sayıda olduğu için aşağıda sadece bir kısmına temas edilecektir:

Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir.
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.

Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde değerlendirilir.
"Sika" da iki şart aranır: Adl ve zabt. Adl ravinin hadisi bozmadan rivayet eden dürüst bir müslüman olması, zabt ise hafızanın kuvvetli olması özelliğidir.

Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır.

Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var:

Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim:

Tirmizi (ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler:
"Yahya b. Main ilk benim önümde oturduğu zaman bu hadisi sordu. Ben de Hammad b. Seleme bize tahdis etti (diyerek hadisi edaya başladım) Yahya dedi ki keşke defterinizden rivayet etseniz? Ben de defterimi getirmek üzere kalktım. Elbisemden tuttu ve önce bana (hafızanızdan) yazdırın. (Defteri getirmeden önce) tekrar size kavuşamamaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine hadisi yazdırdım, sonra çıkıp defterimi getirdim ve ona (hadisi) okudum."

Muhaddislerin, ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu sözleri ile işaret etmektedir:
"Bu ilim, yani hadis ilmi dindir. Artık dininizi kimlerden aldığınıza dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde Rasulullah (sav) şöyle buyurdu diyenlerden yetmiş zat gördüm ki her hangi birisine beytü'l-malı teslim ederseniz yine emin sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiç birisinden ahz etmedim. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn-i Şihab-i Zühri gelince hepimiz kapısına koşup üst üste yığılırdık."

HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI

Sıhhat yönünden:

Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir:
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması)
- Bütün ravilerin sika olması
- İllet ve şazlık bulunmaması
Bu son şartın araştırılması zor olup, bunda ancak Buhari gibi büyük hadis mütehassısları derinleşebilmişlerdir. İllet ve şazlık olması durumu, ilk bakışta hadisin sened ve ravi yönünden sağlam gözükmesine rağmen, metin veya senedde gizli bir bozukluk olması halidir. Eğer muallel (illetli) veya şaz ise hemen zayıf hadis mertebesine iner.

Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir.

Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir.

Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır.

Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler.

Sahibi yönünden:

Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir.

Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.

Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.

Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir.

Senedde uzunluğu yönünden:

Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.

Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır.

Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür.

Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü:

Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır.

Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir.
Hadisde metin ve sened tenkidi:

 

 

Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:

- Metin tenkidi
- Sened tenkidi

Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır.

Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır.

Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır.

 

HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI
Hicri ilk asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet ediliyordu. Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların kendi lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride kalması gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiin hazeratının ve onlardan sonraki muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz davranmalarına yol açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce, haftalarca süren yolculuklara çıktılar.

Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir.

Hadis kitaplarının türleri:

Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır:

Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir.

Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir.

Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru
Ahmed b. Hanbel'in müsnedidir.

Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır.

Kütüb-ü Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der:
"Hadis rivayeti mevzuunda daha çok bilgi almak isteyen Tirmizi'nin camiine, sadece ahkam hadisleri isteyen Ebu Davud'un sünenine, fıkhi babların mükemmel sıralanışını görmek isteyen İbn-i Mace'nin sünenine müracaat etmelidir. Nesai'nin süneninde ise bu meziyetlerin bir çoğu bulunmaktadır."

Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır.

Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır.

 

SONUÇ

Hadis ilmi dünyada yalnızca müslümanlara has bir ilim olup tarihçilere parmak ısırtmış, bu ilmi değersiz göstermek isteyen müsteşrikleri de bir çok sıkıntılara sokmuştur. Dünya tarihinde, peygamberimizden başka, hayatı ve risaleti, bütün ayrıntıları ile ve çok titiz metodlarla günümüze kadar ulaşan başka hiç bir şahsiyet yoktur. Bu sebeple, hadis ilmi müslümanların medar-ı iftiharları olup aynı zamanda sünneti bize ulaştırdığı için ona sahip çıkmak, onun metodolojisini, bize bıraktığı muhteşem ilmi mirası sonraki nesillere aktarmak vazifemiz olmalıdır.
Hadislerden bahsederken de, uluorta ve kulaktan dolma şeyleri değil, muteber kitaplardan aldığımız hadisleri söyleyerek, ilmimiz az da olsa, sünnete aşık, mesuliyetini müdrik bir müslümana yaraşır titizlik gösterilmelidir.
Ayrıca, muhaddislerin hadis rivayeti ve metin/sened tenkidi metodlarından bugünkü haber alma/verme ve değerlendirmede öğreneceğimiz bir çok dersler vardır.

FİKRET AKMAN

ÖĞRENCİ NO:12912768


0 Yorum - Yorum Yaz


 MURAT CAN   /NO:12912777   YÜKSEK LİSANS

DERS;TEFSİR RİVAYETLERİNE GÖRE KUR’AN’IN NÜZUL ORTAMI

  Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü

Okumasının değerlendirilmesi

 

Yüce Allah’ın halife olarak yarattığı insanoğlu yaratılış gayesini unutup şeytan’a, nefsine ve hevasına uyup ahlaki, imani ve insani değerlerini yitirip cehaletin, haksızlığın, zulmun, zulmetmenin bataklığında yüzmeye başlayınca, Rahmeti bol yüce mevla mağfiretinin tecellisi olarak insanlara yol gösterici Peygamberler, kitaplar gönderip onlara hidayete, kurtuluşa giden yolları gösterip açıklamıştır.

    Hz. Peygamber (S.A.V.) de bunlardan birisi ve sonuncusu idi. Ashab her konuda ona başvuruyor, sıkıntılarını, sorunlarını Onun ve vahyin ışığı altında halledip çözüme kavuşturuyorlardı. Allah Rasülü’nün Rafiki âlâya irtihalinden sonra Ashab bu yöntemi kendi arasında uygulamaya devam etmiştir. İslam topraklarının genişleyip deyişik millet ve kültürlerle karışıp kaynaşınca sorunlar ve çözümler farklılaşmış, bunun sonucu olarakta genelde şifahi olarak tevarüs edip yayılan işlami ilimler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır. Tefsir tarihi ve usulu, Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu bu ilimlerdendir. Her biri kendi sahasında özel bir konuma sahip olmakla beraber gaye ve amaca bakınca her üçününde hedefinin aynı olduğu anlaşılmaktadır.

Tefsir’in Doğuşu

Tefsir’in ortaya çıkışı Hz. Peygamber (S.A.V.) ile başlamaktadır. Onun ashabına yapmış olduğu Kur’ani hakikatler, tamamen onları irşada yöneliktir. Bunu da bazı vesileler ile gerçekleştiriyordu.

1-     Ayet okuyarak tefsir etmesi

2-     Ashaba soru sorarak tefsir etmesi

3-     Sözünü delillendirmek maksadıyla tefsir etmesi

4-     Sahabilerin soru sorması üzerine tefsir etmesi

Allah Rasülü’nün Tefsir Yönemi

1-Mücmelin teybini

2-Mübhem’in tafsili

3-Mutlak’ın takyidi

4-Müşkil’in tavzihi

Hz. Peygamber (S.A.V.)in Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını tefsir etti diye islam âlimleri arasında ihtilaf olmuştur.

Sahabe Tefsirinin Özellikleri

1-Yaptıkları açıklamalar mübhem, garip,müşkil ve mücmel lafızlar ile sınırlı idi.

2-Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.

3-Aralarında tefsir ihtilafı olsada bubir çeşitliliktir çelişki deyildir.

4-Ahkâm âyetleri ile ilgili âyetlerde ictihade fazla rastlanmaz.

5-Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi nakil yolu ile yapılıyordu.

Tefsirde en meşhur sahabiler Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Kab ve Hz.Ali

Tâbiûn dönemi

Bu dönem yefsir yöntemi sahabe dçnemi ile aynı olmakla beraber bazı özellikleri ile onlardan ayrılırlar. Bunlar

1-Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.

2-Görüşlerin delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.

3-Şiirle istidlal edilmiştir.

4-Bazı konularda Ehli kitaba başvurulmuştur.

5-Ekolleşmeler ve tefsir okulları ortaya çıkmıştır.

6-Bu dönemden sonra Tefsir müstakil bir ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.

Hadis Tarihi ve Usulü

Hadis ilminin konusu; hadisleri nakleden raviler ve bu raviler tarafından nakledilen Peygamberimiz’e dair rivayetlerdir.

Hadis ilminin amacı;hadislerin makbul olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.

Hadis ilmi ve hadisle ilgili faaliyetler rivayet ve dirayet olmak üzere 2 ye ayrılır.

HADİS İLMİNİN ÖNEMLİ ALT DALLARI

Hadis Tarihi

Hadisi tarih biliminin ölçütleriyle ele alır. Türkçe yazılan ilk hadis tarihi kitabı İstanbul üniversitesi İlahiyat şubesi hocalarından İsmail Hakkı tarafından 1924’de yazılmıştır.

İlk müstakil Türkçe eser Ankara üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmış olduğu ve ilk baskısı 1977 ‘de neşredilen Hadis Tarihi isimli eserdir.

Hadis Usulü:Hadis ilmi hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.Hadis usulü kitapları Mütekaddimun ve Müteahhirun dönemleri denilen iki dönemde ele alınır. Hadis tarihinde klasik kitapların yazıldığı mütekaddimun dönemi h.4. asrın başına, hatta bazılarına göre sonlarına kadar devam eder. Bundan sonrasına müteahhirun dönemi denir.

Rical İlmi; Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri konu edinmesi sebebiyledir. Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.

Rical ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında olumsuz kanaat, Ta’dil ise; olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.

İlelü’l-Hadis ilmi; İlal Arapça, sebep hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur. Hadis ilmin de illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür gizli kusur taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.

Ğaribü’l-Hadis İlmi; Hadis ilminde Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı anlaşılır.

İhtilafül-Hadis İlmi; İhtilaf Arapçada iki veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.

Usûlü’l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi

  Allah Rasülü (S.A.V.) Sahabe ve Tabiînden sonra, İslâm’a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunun sonucunda fıkıh usûlü ilmi  hicrî ikinci asırda doğmaya başladı. Fıkıh usûlü, fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı.

   Usûlü’l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm’in nakline göre İmam Ebû Yusuf’a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî’nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî’nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişlerdir.

Usûlü’l-fıkıh sahasında eser yazan alimler iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.

a- Mütekellimîn metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.

b- Hanefî metodu: Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer’î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.

Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. daha kolay anlaşılması için usulcüler yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Muhammed Ebu’z-Zehra, Abdulkerim Zeydan ve Zekiyuddin Şâban’ın usûlleri burada zikredilebilir. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman’ın İmam Hatib okulları için hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar’ın hazırladığı usûl de zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir.

Usûlü’l-Fıkhın Konusu

Usûlü’l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar. Usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.

Usülü I-Fıkıhın Gayesi

Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer’î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer’î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer’î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Bununda yolu usulü fıkhı ve onun kaidelirini bilmekten geçer.

  Sonuç olarak; Tefsir tarihi ve usulu, Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu hakkında verilen özet bilgiden de anlaşılacağıüzere her biri müstakil birer ilim olmakla beraber  her biri diyerine muhtaçtır. Birbirlerinden istifade etmektedir. Müctehid hüküm koyarken bu üç ilimden de yararlanır. Delillerini onların ilkelerine göre ortaya koyup fikrinin ve ortaya koyduğu hükmünün doğruluğunu isbata çalışır. Bu İslâmi ilimlerin asılda bir olduğunun ve hedeflerinin aynı olmasındandır. İslâmi ilimlerin her birini müstakil düşünmek ve ona göre fikir üretmek yanlış hatta telâfisi çok zor olan sonuçlara götürebilir. Bunun idrakinde olan oryantalistler, İslâmi ilimlerin içerisine kendi bozuk fikirlerini sokmak için bu üç ilimden müstağni lafızların zahirine bakarak akli, felsefi, modern ve çağa uygun bahanesi ile İslâm’ın ruhuna aykırı yeni fikirler üretmektedirler. İslâm âlimleri güncel meselelere çözümler ararken, geleneğe bağlı olarak orijinal çıkış yolları aramalıdırlar.

 

 

 

 

 

 

 

Kaynakça 

1-Muhsin DEMİRCİ. Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 11. Baskı

2- Muhsin DEMİRCİ. TefsirUsulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 18. Baskı 2012

3-Talat KOÇYİĞİT. Hadis Usulu T.D.V.Y. Ankara 2003 Yayın No:251

4-Hadis Tarihi ve Usulü Açık öğretim Fakültesi Yayını No:1111

5-Abdülkerim ZEYDAN. El-Veciz fi usulil fıkh 1.baskı Müessesetür Risale Lübnan-Beyrut

6-medineweb.form


0 Yorum - Yorum Yaz


Ramazan ÜNSAL (12912729) ramazanriza@gmail.com

TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ MUKARENELİ OKUMA

   Mekke Devri: Mekke devri Hz. Peygamberimizin vahye muhatap olduğu 610 yılından hicret ettiği 622 yılına kadar 13 yıllık bir zaman dilimini kapsar. Bu dönemde Kur'an'ın üçte birinden azı nazil olmuştur. Peygamberimiz bu dönemde daha çok ahlak inanç sahasında durmuştur. Hukuk ve ibadet sahası ile ilgili hususlar icmali şekliyle vardı, tafsili olarak Medine döneminde ortaya çıktı. Hukuk ve ibadet de inanç ve ahlaki temeller üzerinde durmaktadır.
Hadis ve tefsir açısından ise peygamberimize inanan insan sayısı azınlıkta olduğu için nazil olan Kur'an ayetlerinin ezberlenmesi gerekiyordu. Toplumun ümmi bir toplum olması yazı bilen sahabelerin Kur'an'dan başka bir şey yazılmamasını istemiştir. Hadis yazmayı yasaklayan en azınlıkta olması öncelikli olarak Kur'an'ın yazılması ve ezberlenmesine önem verilmiştir. Bundan dolayı peygamber efendimiz hadis yazımını yasaklamıştır. Kendisinden meşhur hadîs, Ebü Said el-Hudrî tarafından rivayet edilmiştir. Bu hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden (bir şey) yazmayınız. Kim benden Kur'ân'dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin." Hadis yazımının yasaklanmasının sebeplerinin başında yazının tam gelişmemesi ve Kur'an ayetleriyle karışma tehlikesi gelir.
   Tefsir tarihi açısından Araplar dili Arapça olmasına karşın Kur'an'ı anlayabiliyorlar olmalarına karşın yinede ümmi bir toplum olmaları yüzünden Kur'an'ın açıklanmasına ihtiyaç duyuyorlardı.
   Medine Devri: Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Medine'ye göç edildi. Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletlerarası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
   Hadis ve Tefsir açısından, sahabe-i kiram Kur'ânı Kerîm'den nazil olan âyetleri ve onların beyanı mahiyetinde olan Hazreti Peygamberin sözlerini hıfzetmeyi ihmal edilmez bir görev telakki etmişlerdir. Mekke'den Medine'ye hicretleri, bu görevin ifasında, onlara daha geniş ve daha rahat imkânlar sağlamış; bu suretle câhiliye devrinin koyu dalâleti, yerini, İslâm'ın insanları ilme teşvik eden aydınlık yoluna terketmistir. Peygamberimiz önceleri yasaklamış olduğu hadis yazımını bazı sahabelere izin vermiştir. Hangi maksatla olursa olsun, Hazreti Peygamber tarafından yazılan ve¬ya yazdırılan bir vesikayı, hadisin kapsamı içerisinde mütalâa etmek kadar tabii bir şey olmamak gerekir. Hazreti Peygamberin, Bizans împratoruna, Acem Kİsrâ'sına veya Mısır Mukavkış'a ve Habeş Necâşıye yazdığı mektuplar İslam tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında, yazılmış daha yüzlerce vesika vardır ve bu vesikaların yazılış sebepleri yahut konuları birbirinden farklıdır. Bu konu¬ları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Yeni anlaşmalar veya daha önce yapılmış anlaşmaların yenilenmesi;
2. İslâm'a davet;
3. Memur tayinleri, vazifelerinin tespiti ve bu vazifelerin ifasında davranış şekilleri;
4. Arazî ve bu arazilerin gelirlerinden atıyyeler;
5. Eman ve tavsiye mektupları;
6. Bazı kimseler hak¬kında istisna teşkil eden hükümlerin tespiti;
7. Hazreti Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili bazı müteferrikât. Bu vesikalardan büyük bir kısmının Medine devrine ait olduğuna şüphe yoktur. 
   Fıkıh tarihi itibariyle Ferdî ve ictimâî hayatın, çeşitli münasebetlerini tanzim eden kâide ve hükümler iki şekilde ortaya çıkıyordu: a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler oluyor, ya da sahâbeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevk eden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya ayet nazil oluyor, veya hüküm ve mâna Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbuyla hüküm açıklıyordu (Sünnet). Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarına bırakılıyordu. Ayetlerin nüzul sebeplerinden (esbâbu'n-nüzûl) bahseden kitaplarda hüküm gerektiren birçok hâdise nakledilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de "senden soruyorlar" ifadesi on beş defa zikredilmiştir. Ve bunların sekizi fıkıhla alâkalıdır. İki defa da "senden fetva istiyorlar" sözü geçmiştir. 
   b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual veya problem bahis mevzûu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri' (kaideyi vazeden) takdir ediyordu. İslâm sadece duyulan ihtiyaçları karşılamak için değil, yeni bir fert, cemiyet ve devlet yaratmak için gelmiştir. Şura, zekât nisapları, aile ve ceza hukuku ile alâkalı bazı kaideler bu kısım içinde yer alır.
   Bilindiği üzere inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat (kanun) vazeden Allah'tır (el-En'âm: 6/57; Yûsuf: 12/40, 67). Allah'ın hükmü bize, ya Kitâb'ı (Kur'ân-ı Kerîm), ya Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyâs, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkh'ın birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kur'ân-ı Kerîm baştan sona birçok hafız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hafızalarda muhafaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış, yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Fıkh'ın fürû kısmı ile ilgili bu devre ait hüküm ve örnekler ise sayılamayacak kadar çoktur. Bize Hz. Muhammed(sav) vasıtasıyla ulaşan İslam dininin esası, temel kaynağı Kur'an-ı Kerimdir. Kur'an'ı Allah Rasulü sünnetiyle söz ve fiil olarak açıklamıştır. Kavlî ve fiilî sünnetlerinin her biri diğerini destekler, yardımcı olur.
   Peygamberimizden sonraki devir: Tefsir tarihi açısından Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashap, Kur'ân'ı anlama konusun¬da herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Bunların arasında kendilerine soru sorulmadığı halde, Kur'ân'ı insanlara baştan sona anlatıp tefsir edenler de vardı. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu dönemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'ın bazı garip kelime¬lerinin açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindi¬ğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın icaz yönüyle alakalı nakillere de yer veril¬miştir. Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır. Tefsi¬re yönelik bütün bu gayretler hicrî II. asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Bu yüzden tefsirin doğuşundan söz ederken ilk önce Hz. Peygamber'in tefsirini konu edinmek gerekmektedir. 
   Fıkıh tarihi açısından Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y içtihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arz edildiği için sünnet mahiyetini alıyordu. Hâlbuki sahabe devrinde artık vahyin muhatabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar ihtilâf da ediliyordu.
   Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azaltmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için istişareye başvuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhalefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu. Bu devirde re'y'in manası: Kitap ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyas..." adı verilen esas ve metotlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.
   Hadis tarihi açısından Hazreti Peygamber vefat ettiği zaman Arap Yarımadası İslâm Devleti hudutları içine kâmilen girmiş bulunuyordu. İslâm'ın bidayetinden itibaren fetihlerin çoğalması ve birçok ülkenin İslâm devleti hudutları içine girmesi, sahabenin, İslâm'ın beşiği olan Mekke ve Me¬dine'den ayrılmalarına ve çeşitli ülkelere dağılarak oralarda yerleşmelerine yol açmıştır. Medine medresesinin teşekkülünde en büyük rolü Abdullah ibn Ömer oynamıştı. Mekke'de Abdullah İbn Abbâs, Kûfe'de Abdullah İbn Mes'üd, Mısır'da Ab¬dullah İbn Amr îbni'l-'Âş, Basra'da Ebû Müsâ el-Eş'ari ve Enes İbn Mâlik, Şam'da ise Muâz İbn Cebel, Ebu'd-Derdâ ve 'Ubâde Ibnu'ş-Şâmit de kendi medreselerinin teşekkülünde aynı derecede rol oynamışlardı. Bunların dı¬şında aynı ülkelere yerleşen yahut girip çıkan diğer sahabeleri de elbette göz önünde bulundurmak gerekir. Her sahabenin, diğer ülkelerde yaşa¬yan arkadaşlarının Hazreti Peygamberden duyup öğrendikleri, fakat kendi¬sinin bilmediği şeyleri bulundukları yerlerde öğrettiklerini bilmesidir. İşte bu durum, sahabe arasında önce küçük çapta da olsa, bir hareketin başlama¬sına yol açmıştır. Bu hareket, bir ülkede yaşayan bir sahabenin, bilmediği yahut Hazreti Peygamberden işitmediği bir hadisi, onu bilen ve fakat başka ülkede yaşayan bir başka sahabeden öğrenmek için onun yanına seyahat et¬mek (rıhlet) şeklinde ortaya çıkmıştır. 
   Bir taraftan hadîs vaz'ının, diğer taraftan insanoğlunun yaratılışı dolayısıyla daima maruz kalabileceği çeşitli zafiyetlerin ortaya çıkardığı cerh ve ta'dîl, aslında, tek bir gayenin gerçekleştirilmesine yöneltilmiş sistemli bir faaliyetten ibarettir. Bu tek gaye, Hazreti Peygamberin ağzından çıkmış olan gerçek sözleri tespit etmek ve bunları zayıf ve sahte olanlarından ayır¬maktır. Hadîs vaz'ına karşı cerh ve ta'dîl hareketiyle birlikte başladığına şüphe bulunmayan isnad, İslâm'a has olan ve râvi isimlerini zikretmek suretiyle haberin ilk kaynağına kadar inmek imkânını veren bir rivayet sistemidir.
   Birinci asnn sonlarına doğru önce tedvin daha sonra tasnif faaliyetinin başlaması üzerine telif edilen ve ikinci asır boyunca telifi devam eden hadîs eserlerini, siyer ve mağazî, sünen, câmi, musannaf ve belirli konulara tahsis edilenler olmak üzere beş guruba ayırarak zikretmiştik. Üçüncü asırda ise bu faaliyet daha çok süratlenmiş ve vücûda getirilen eserlerle bu asır, hadîs ta¬rihinin en parlak devri olmuştur. Bir taraftan yukarıda zikrettiğimiz beş gurupla ilgili, yeni ve daha güvenilir eserler tasnif edilirken, diğer taraftan, bu guruplar dışında yeni tasnif şekilleri ortaya çıkmış ve hadis ilminin çeşitli konularında ve bilhassa usûle müteallik kitaplar telif edilmeğe başlamıştır. El-Buhârî, Muşum, en-Nesâl, Ebü Dâvûd, et-Tinnizi ve tbn Mâce gibi imamlar Câmic ve Sürtenlerini bu asırda tasnif ederek Kutub-i Sitte adiyle maruf olan ve Kur'ânı Kerîm'den sonra İslâm'ın en mühim kaynağı sayılan altı sahih kitaba vücûd vermişlerdir.
   Sonuç olarak İslam'a hizmet tarihinde âlimlerimiz hem hadis, hem fıkıh hem de tefsir alanında eserler vermişlerdir. Çünkü ilk dönemde bu disiplinler teşekkül etmemişti. Bundan dolayı her İslam bilgini külli olarak bu ilimleri biliyordu. Temel kaynak Kur'an-ı Kerim olunca bütün bilginlerimiz aynı kaynaktan besleniyorlardı. Sonucunda da bilgi bütünlüğü ortaya çıkmıştır.
Saygılarımla....


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR-HADİS-FIKIH USÜLLERİ VE USULU'D-DİN BAĞLAMINDA

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ SORUNUNA MUKAYESELİ BİR BAKIŞ

Bu terkiple anlatılmak istenen bilgi evreninde üretilen klasik veya çağdaş her bilginin köken itibarıyla bir, ihtisas alanları arasında sağlam bağların ve sistemler arası bilgi akışını sağlayan düzenli aktların bulunduğu, geçirgen, sistematik ve bütünlüklü bir yapının üyesi olduğudur. Şu halde bilgi olmaklık hüviyetini haiz hiçbir veri, sahaya öylesine serpiştirilmiş, dağınık ve benzerleri de dâhil olmak üzere diğer bilgi türlerinden tamamen kopuk, entelektüel nüveler değildir. Zira terkipteki “bütünlük” öğesi, “tümün” bütün yapısal ve işlevsel hususiyetlerini içine alan tekil bir yapıya delalet eder. Bu durumda “bilginin bütünlüğü” terkibini, tüm bilgileri orijin bakımından tek bir asla göndererek tanımlamaya ek olarak zaman içindeki tüm görüngü ve vecihlerini de içine alan külli ve sistematik bir epistemoloji şeklinde tanımlayabiliriz. 

Orijinin tekliği meyanında yukarıdaki tanımı tatbik edersek, Temel İslam Bilimlerinin temel metinlerin tespit ve yorum biçimlerini temsil ettiklerini, dolayısıyla o metinlerden çıkıp sahaya yayılan damarlar olduklarını söyleyebiliriz. Tarihsel öncelik sonralık, ardıllık gibi kronolojiye ilişkin gerçeklikler de temel kaynakların ardından bu ilimlerin birer disiplin olarak teşekkül ettiğini gösterir ki bu sözü edilen ilimleri köken itibarıyla zaman bakımından daha önceki bir kaynağa göndermeyi mantıken gerekli ve mümkün; kendilerinden sonraki vakalara nispet etmeyi ise muhal kılar. Biraz daha nesnel ifadelerle, bu ilimler tedvin edildikleri devirlerde, kuramsal bir bilgi sistemi halinde birden bire ve anlamsız bir şekilde ortaya çıkmamışlardır. Muktezayı halin, yani bireysel ve toplumsal ihtiyaçların neticesinde, yine o halin gerektirdiği evreler boyunca hayatın tedavülü ve tarihin devinimiyle mütenasip bir seyir içinde gelişerek tedvin çağına gelmişlerdir. Bir ilim olarak istiklale vakıf oldukları saatten geriye doğru gittiğimizde bu ilimlerin aralarında köken birliğinin var olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz.

Nitekim nüzul döneminde, lügat anlamlarıyla gündelik hayatta kullanılan fıkıh, hadis, tefsir vb. lafızların sistematik bilgilere delalet eden terim anlamlarıyla kullanımlarının tedvin çağına tekabül ettiği muhakkaktır. Örneğin ayetlerde kapalı kalan ifadelerin basit düzeyde izahına yönelik girişimler manasında tefsir sözcüğünün ve gerekse Kur’an metninin literal manasının yanı sıra hikmet ve esprisini de bilmeyi ifade edecek manada fıkıh tabirinin erken dönemlerde kullanıldığını biliyoruz. Ancak bu yorumsama çabalarına ilişkin bilgilerin konu ve metot bakımından henüz o dönemlerde ayrışmadıkları, hatta birbirlerinin içine geçmiş vaziyette bulunduklarını belirtmek gerekir. Örneğin tefsire veya fıkha müstenit ifadeler hala nakil düzeyindeydiler ve hadis ilminin içinde telakki ediliyorlardı. Kelamdan söz etmek içinse henüz çok erkendi. Yukarıda da değinildiği gibi bu ilimler tedvin döneminde teşekkül etti ve kuşku yok ki bu ilimlere ilişkin usullerin teşekkülü de eşzamanlı bir sürecin ürünüydü. 

Yazıyla sabit bir metin olması hasebiyle Kur’an’ın lâfzî, fizikî ve lügavî olarak gelecek nesillere nakledilmesi rivayet kültürünü gerektirmeyebilirdi. Evet, hafızlar tarafından hıfzedilen ayetler, indikleri anda yazıya geçiriliyordu. Hatta çoğunluğunu vahiy kâtiplerinin oluşturduğu bir zümrenin özel Mushafları dahi vardı. Yine de tarih aksi yönde tecelli etti. Yazılı nüshalara rağmen erken dönmede Kur’an, toplum katmanlarında genellikle yazıyla değil de şifahi nakillerle yayıldı. Bu uygulama basit bir prosedür değildi. Teknik açıdan Kur’an’ın tabi olduğu tevatür formunda nakil, rivayet kültürünün varlık biçimlerinden sadece biriydi ve daha sonraları bu yöntem ziyadesiyle hadiste istihdam edilecekti. Dahası hadis ilmi rivayete ilişkin umdelerini temel metnin oluşumu esnasında O ümmi Nebi (sav)’in talim ve terbiyesinde ilk nüvelerinin verildiği bu gibi tatbikat ve talimatlarından alacaktı.[1]

Nihayetinde rivayetler geçmişin bilgisini taşıyan bilgi öbekleri halinde düşünce evrenimizdeki hususi yerlerini aldılar. Ancak bu yolla nakledilen bilgilerin hem şekil hem de esas itibarıyla, yine bu yolun muktezasına cevap verebilecek yöntemlerle test edilmesi gerekiyordu. Bilginin güvenilirliğini özneler düzeyinde temsil eden son derece sağlam ve titizlik gerektiren bir tenkit ilkesi olarak “cerh ve ta’dil” gibi kavramlar entelektüel hayatımıza ıstılah düzeyinde işte tam bu safhada girdi; ancak pratik olarak zaten meri idiler. Örneğin erken dönemde, Kur’an’ın cem’i hadisesinde vahiy metinlerinin yazılı halleri tek başına yeterli bulunmamış, o metni kimin getirdiği, hangi kanallardan ve hangi süreçlerden geçerek aldığı, hatta dini ve ahlaki, sosyal ve iktisadi muameleleri ne biçimde yürüttüğü gibi metinle doğrudan alakası olmayan harici hallere dahi bakılmıştı.

Netice itibarıyla tarihte özgün vakası olan ve tarihsel gerçekliği ihmal etmesi mümkün olmayan bu metin, nakil noktasında da gerçek zamanlı hikâyelerin sözel formlarına, yani rivayetlere ve o formları taşıyacak gerçek öznelere, yani râvîlere ihtiyaç duymaktaydı. Aksi halde sosyal mesnetten yoksun, boşlukta oluşmuş, bu yüzden de tecrübe edilmemiş tarih dışı, hayalî bir metin olarak tarihin arşivinde kalırdı. Cerh ve tadil ilkesi onun sağlam yöntemlerle ve güvenilir nakil araçları ile çağlara intikalini temin ediyordu. Böylelikle İslami bilginin nakline ve nesnelliğine ilişkin bir usül olarak aslında kendinin de ait olduğu bilgi havzasının zemini sağlamlaştırıyordu.

Kur’an gerçek bir tarihin içinden geçerek gelmekteydi, son derece hakikiydi ve vakıayla reel irtibatı vardı. Dolayısıyla, sırf dilbilimsel yorum faaliyetleri ile maksatlarının tam olarak anlaşılması mümkün değildi; teşekkül sürecine de vakıf olmak gerekiyordu. İşte tam da bu noktada devreye kaynak metinlerin teşekkülü ile çağdaş başka özneler giriyordu ki sahabe ismi ile anılan bu öznelerin içtihat ve yorumları gerek tefsir, gerek fıkıh, gerekse kelam için ilk mesabesinde vahyin tatbikini tahkiye eden orijinal rivayetlerdi ve bu rivayetlerden bir yorumsama tekniği/usül üretilebilirdi. Peki, onların bilgisine güvenlikli bir şekilde nasıl ulaşılacaktı?

Buradaki boşluğu tarih/siyer ve hadis ilmi doldurdu. Hadis mecmualarında ve bir kısım rivayet tefsirinde geçen pek çok rivayet, temel metinlerin nüzul asrında Rasulullah tarafından, ardından Sahabe tarafından nasıl işlendiğini göstermekteydi. Bu dönemde kaynak metinlerin ilk yorumları oluştu. Kur’an ve Sünnete ek olarak sahabe rey ve içtihadı da artık referans metin hüviyetini kazanıyordu. Takip eden nesillerce aynı şekilde anlaşılmış olmalıdır ki ilk neslin rivayetleri bilhassa rivayet tefsirlerinde hadislerle birlikte mütalaa edilmişti.  

Tefsirin görevi ayetleri nüzulle eşzamanlı olarak ilk muhatapların anladıkları gibi anlamaya çalışmaktı. Bunun için dilbilimin yanı sıra tarihin de bilgisine ihtiyaç vardı. Söz konusu bilgi hadis külliyatında ve tarih kitaplarında mevcuttu. Üstelik hadis ilgili malumatı ham halde bırakmamış, tenkite tabi tutarak güvenilirliğini test etmişti. Hadis usûlü, rivayete dair umdeleriyle ve tarihsel süreçlere tanıklığıyla nakle dayalı bilginin işlenme yöntem ve kaidelerini belirliyor, Kur’an dâhil bütün kaynak metinleri tanımlıyordu. Fıkıh ve Kelamsa “Sebebin hususiliğine rağmen, lafzın umumi olabileceği”[2] prensibine dayanarak ilahi metni sebebinden bağımsız umumi bir metin olarak telakki edebiliyordu. Bu bağlamda Kur’an’ı saf metin olarak, dil ve mantık kurallarıyla, nass, zahir, mücmel, mübeyyen, âmm, hâss, mutlak, mukayyet, hitabın mana ve konusu, lahne’l-hitab, hitabın delili, nesh ve koşulları, çok anlamlılık, eş anlamlılık ve zıt anlamlılık gibi durumlar, Arap dil enstrümanları (dilbilim, etimoloji, morfoloji, linguistik, semantik, retorik ve semiyotik), kontekst/siyak-sibak, lafzın zihne mütebadiren doğan anlamı; hakikatin mecaza, umumun hususa, mutlağın mukayyete, istiklalin idmara takdimi, te’hire dair bir karine bulunmadıkça kelamın orijinal tertibini esas almak gibi karinelere bağlı kalınarak okunuyordu. İşbu karineler her ne kadar farklı ihtisas alanlarında farklı hiyerarşiyle takdim edilseler de genel espri itibarıyla müşterek olarak istihdam ediliyordu.

Bundan ötürü farklı sahalarda kaleme alınmış usül kitaplarında farklılıklara rağmen ortak bir terminolojiye ve vücûh ve’n-nezâir, hakikat-mecaz, muhkem müteşâbih, kıraat, esbâb-ı nüzul, nasih-mensuh, kıssalar, siyer, rivayetler ve bunun gibi müşterek temalı konu başlıklarına rastlanır. Bu durum aynı temel kaynakların yorumsanmasına ilişkin usullerin konu bütünlüğü dolayısıyla pek çok noktada kesişmek durumunda olmasındandır.

Sıddık BAYSAL, Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı-Tefsir Bölümü, Doktora



[1] Basit bir örnekle hadislerin yazılmasının nüzul döneminde yasaklanması, “bana taammüden yalan isnat eden cehennemdeki yerini hazırlasın.” şeklindeki ifade rivayet kültürünün disiplinsiz hareket etmesine mani oluyordu.

[2] Hafız Celaluddin Abdurrahman es-SUYUTİ, el-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Daru ibn Kesir, Dımaşk 1996, c. II, s. 95-96 


0 Yorum - Yorum Yaz


AYSUN ÖZSUNAR /YÜKSEK LİSANS

TEFSİR TARİHİ, HADİS TARİHİ VE FIKIH TARİHİ

    Kur’an’i Tefsir kavramıyla,Kur’an’ın indiği dönemden gündümüze kadar olan tarihi süreç içerisinde Kur’an’ın anlamlandırılması ve yorumlanması amacıyla yapılan tüm anlanlandırma çalışmaları kastedilmektedir.

    Tefsir rivayetleri, günümüze kadar değişik biçimlerde ve muhtevalarda tezahür etmiştir.İslam toplumunun tarihi, kültürel,ilmi,fikri, ekonomik, siyasi, ahlaki, sosyal vb.alanlarda dönüşüm seyrinde İslam alimleri içinde bulundukları bu  ortam ve tarihi süreç içerisinde,  ortamdaki siyasi, iktisadi, ahlaki, ilmi ve felsefi,ideolojik vs. gibi oluşumlardan etkilenerek ,kendi ilim kapesitesi,kavrayış derecesi,çeşitli ilim dallarındaki ihtisasına,siyasi ve mezhebi kanatlarına ve şuuruna göre Kur’an’ı  açıklamıştır.

    Kur’an’ı Kerim birçok ilimlerle içeçedir.Kur’an’da görülen ilimlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz; Tefsir,hadis,fıkıh,kelam, ahlak, hitabet, belağat, mantık, matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji,tarih, sosyoloji ve psikoloji vb.daha pek çok ilimleri sayabiliriz.İyi bir müfessir ne kadar çok ilimlere ve fenlere vakıf olursa ,Kur’an’nın hakikatlarını yansıtmada o kadar başarılı olur.

    Kur’an’ı Kerimi’i ilk tefsir eden Hz.Peygamberdir. Hz.Muhammed, Kur’an tefsirinin aslı ve esasıdır.O mutlak olarak,İnsanlar içinde, Kur’an’ı en iyi bilen ve en iyi anlayandır.Bu yüzden,Hz.Peygamber,Yüce Allah tarafından Kur’an diliyle kendisine gelen vahiyleri diğer insanlara duyurmak (tebliğ) ve onlara açıklamakla (teybin)ile vazifelendirilmiştir.İslamda tefsir hareketi Hz.Peygamber döneminde kendi iç bünyesinden doğmuş ve önemli iki kaynağı ortaya çıkmıştır.Onlarda Kur’an ve Hz.Peygamberdir.

     Hz.Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ait olan hadis ilmi Kur’an tefsirinde en önemli kaynak kabul edilmiştir.Kur’andaki hükümlerin ekserisi genel olduğundan, bu hükümleri açıklamak için daima sünnete ihitiyaç duyulmuştur.Bu  bakımdan başlangıçtan beri,Hz.Peygamberin hadisleri,İslam teşriinin ve Kur’an tefsirinin ikinci kaynağı olmuştur.Hz.Peygamberin hadisleri dikkatle takip edilerek,onları hafızalarda tutmaya ve toplamaya önem verilmiştir.

     İslam tarihi diğer milletlerin tarihi gibi dünya tarihinin bir parçasıdır.Hadisin büyük bir kısmı tarih ile ilgilidir.İslam tarihi denilen büyük bir tarih vardır ki,Peygamberin ne yaptığı, Kur’an’ı hadislere nasıl ve ne suretle tatbik ettiği,onun vücuda getirdiği muazzam inkılap,Peygamberin dört halifesi ile diğer Ashabın ne yolda haraket ettikleri hep hadis ve asar ile bilinmiştir.Hadis tarihi,Kaynakların doğruluğu, ravilerin mazbut olması ve senetlerin bir silsile halinde devam etmesi,ilmi tenkit metotlarına uygun olması ile başka tarihlerden üstün bir mevkide yerini almıştır.

     Fıkıh Tarihi ise, Hz.Peygamber, Sahabe ve  Tabiin devirlerinden sonra hicri ikinci asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış bir disiplindir. Hz. Peygamber zamanında Sahabe hükümleri bizzat Hz. Peygamberin söz, fiil yahut takrirlerinden  öğreniyor ve herhangi bir metoda baş vurmayı gerek duymuyordu. Hz. Peygamberin  vefat ı ve İslam fetihleriyle beraber  farklı kültür, dil, din, ve ırklara mensup geniş kitlerler islama girmiş ve kendi kültürlerini de girdikleri yeni dine yansıtmışlar, bu da İslami açılardan problemler doğurmuştur.İşte bu şekilde doğan fıkıh ilmide birçok merhaleden geçerek günümüze kadar gelmiştir..

   Aşağıda Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi ve Fıkıh Tarihi birçok arkadaşımızın kolayca anlayabilmeleri için şematik olarak düzenlenmiş  kısa bir özeti yapılmıştır.


0 Yorum - Yorum Yaz

Fıkıh tarihi    05.05.2013

 

NAZIM ÇETİN :                            12912769                                                                 

Y.LİSANS               (1) 

 

FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI

1- Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

2- Sahabe dönemi

3- Tabiun Dönemi

4- Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi)

5- Taklid ve Duraklama dönemi

6- Kanunlaştırma Dönemi

 

1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

Kur’ân’ı Kerîm 23 yıda indi. Kur’ân’da bütün hükümler detaylı olarak anlatılmadı Hz.Peygamber gerekli oldukça onları açıkladı.

Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.

 

 Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu.Bu sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiştir.2- Sahabe Dönemi

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.

Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır.5 Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.

Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu

3- Tabiun Dönemi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.

Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.7

Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur.

Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.

a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.

c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.[1]

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı.4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması[1]



[1] - Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.170-171

ifesi ��rbp#TPjTziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

 

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.[1]

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı.



[1] - Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.161-167


 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Fıkıh tarihi 2    05.05.2013

4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması[1] 

5- Taklid ve Duraklama Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu. Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

6- Kanunlaştırma Dönemi

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak  şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

 

 Fıkıh usûlünün, terminolojik, ıstılâhî anlamı ise Fahrettin Atar tarafından “Fıkıh Usûlü” isimli eserinde şu şekilde tarif edilmiştir: “1 - Şer’î hükümlerin, tafsilî delillerden çıkarılmasını mümkün kılan kâideleri ve icmâli delilleri öğreten bir ilimdir. Veya, 2 – İstinbât kâideleri ve icmâlî delillerdir.


B- Fıkıh Usûlünün Konusu


       Âlimlerin, Fıkıh Usûlü´nün konusu ile ilgili görüşlerini şu dört maddede özet­leyebiliriz:

1- Deliller, ictihâd ve tercihtir.


2- Şer´î hükümlerdir, dolayısıyla şer´i delillerdir.

3. Şer´î delillerdir, dolayısıyla şer´î hükümlerdir.

4. Şer´î hükümler ve şer´î delillerdir.

Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler..Hukuk aslı itibariyle muhafazakardır, fıkıh da aynı şekilde geçmişteki uygulamaları göz önünde bulundurur.Ancak bu fıkıh yapmayıp sadece eski fetvaları günümüze uyarlamaya çalışmayı gerektirmez. Günümüz gelişen  şartlarının,ihtiyaçlarının,fıkhî konularının çözümleri bugün için yeni fıkhî çalışmalarla çözülebilir.

 



[1] - Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.170-171


 


0 Yorum - Yorum Yaz

Fıkıh tarihi(usûlü)3    05.05.2013

Fıkıh Usûlü´nün Gayesi :

       Bu ilmin gayesi, şer´î hükümlerin, şer´î delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarı­lacağını öğretmektir.

 Faydaları :

         Fıkıh Usûlü ilmi, Kur´ân ve Sünnet´den hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1. Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur´ân ve Sünnet´in aşağı-yukan bü­tün lafızlarım öğrenmiş olur.

2. İnsan bu ilim sayesinde müctehidler tarafından hükümlerin ne suretle çı­karıldığını, hangisinin rey ve ictihâdların  diğerlerine üstün bulunduğunu bile­bilir. Dolayısıyla müctehidlerin, istinbât ve ictihâd etme yollarını ve bunların Fıkıh´a ne kadar hizmetlerinin geçtiğini müşahade eder.

3. Fıkıh kitaplarında bulunan hükümlerin delilleri ve bu hükümlerin hangi­lerinin Kur´ân ve Sünnet´den çıkarıldığı ve hangilerinin müctehidlerin içtihâdla-rına dayandığı, bu ilmin yardımıyla bilinebilir.

4. Cenâb-ı Hakk´ın dinî hükümleri koyarken gözettiği maksad ve gayesinin ne olduğu (hikmet-i teşri´) bu ilim vasıtasiyle öğrenilebilir.

5. Bu ilimde ihtisas yapanların, hukukî, kanunî bilgileri artar ve muhakeme kudretleri gelişir, hukuk nosyonları (hukuk melekesi) teşekkül eder, Kur´ân ve Sünnet´den hata yapmadan hüküm çıkarabilirler.

        Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde Fıkh´ın kaynakları: Kur´ân, Sünnet ve ictihâd idi. Nebî (s.a.s.) Muâz b. Cebel´i Yemen´e kâdî olarak gönderirken ona ne ile hükmede­ceğini sordu. O, önce Kitâb (Kur´ân) ile sonra Sünnet ile ve daha sonra re´y ve ictihâd ile hükmedeceğini söyledi ve Peygamber (s.a.s.) de bu cevaptan büyük bir memnuniyet duydu.[1]

 


        Sahabe devrinde Fıkh´ın kaynaklan: Kitâb, Sünnet, İcmâ ve içtihâd idi.  Hz. Ömer´in Basra vali kadısı Ebû Mûsa´l-Eş´arî´ye gönderdiği kazaî talimatname­de, İslâm Hukukunun kaynakları: Kur´ân, Sünnet ve Kıyas olarak belirtiliyor­du.

       
        Tâbiün devrinde ehl-i rey ve ehl-i hadîs mektepleri ortaya çıkmış, her mek­tep kendilerine has bir takım teşri´ prensipleri benimsemiştir.  Ehl-i hadîs, Kur´ân ve Sünnet´e sımsıkı sarılırken, ehl-i rey, bulundukları muhit gereği Kıyas ve İstihsân metodundan son derece faydalanmışlardır. Bu devrede de Fıkıh kaynaklan: Kur´ân, Sünnet, İcmâ ve îctihâd idi ve teşri´ usûlleri hâlâ şifahî halde bulunuyordu ve tedvîn edilmişti.

          Bu devrede Fıkıh Usûlü´nün haram, vâcib, mubah, farz gibi ıstılahları orta­ya çıktı. Her mezhep, kendisine ait bir takım usûller benimsedi. O usûlleri uygu­layarak hüküm çıkarıyordu. Bu devrede her mezhebin kendisine ait fer´î kaynaklan vardı. Hanefîler, İstihsân kaynağım kullanırken, Şâfiîler buna karşı çıkıyorlardı. Mâlîkîler, Istıslâh metoduna önem veriyorlardı. Bu devrede ortaya çıkan ve önceleri tatbik olunan kaideler artık yavaş yavaş kitap haline getirilme­ye başlandı.  İmâm Şafiî (öl. 204)´nin "er-Risâle" adlı eseri, zamanımıza kadar gelmiş ilk Fıkıh Usûlü kitabı­dır.

Sonuç; Fıkıh ilmi diğer ilimler gibi Hz. Peygember döneminde başlamıştır.İslam’ın temel hedefi , iyi ve faydalı olan şeyleri geliştirip, kötü ve zararlı olanları ortadan kaldırmaktır.Fıkıh’ın da asıl gayesi budur.Allahü Tealâ bu gayeye ulaşmak için tedrîcilik, kolaylık, nesh gibi yöntemler uygulamıştır.Tabii ve sosyal şartların değişmesi fıkıhın da her yeni durum için yeni hükümler koymayı gerektirir.



[1] - Ebû Dâvûd, Akdiye, II; Mâverdî, s. 55.


0 Yorum - Yorum Yaz

TEFSİR TARİHİ    05.05.2013

AYSUN ÖZSUNAR / YÜKSEK LİSANS
         
  TEFSİR TARİHİ  
         
  RİVAYET  TEFSİRLERİ   MEZHEBİ TEFSİRLER  
  *Rivayet Tefsiri,ilk dönemlerde Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin isnad zincirine dayalı olarak Hz.Peygamber'in ve sahabenin sözleriyle açıklanmasıdır.   *Mezhepler, kelami ve fıkhi sahada ortaya çıkmışlardır.Kur'an'ı tefsir eden ve yorumlayan her alim mensup olduğu mezhebi çizgisini yansıtmıştır.  
  *Sahabe,Kur'an ayetlerinin izahını ya Hz.Peygamberden işitmek suretiyle veya kendi içtihad ve re'yleriyle yapmıştır.Bunun içinde ekseriyetle sebebi nuzullerden yararlanarak, dil yada dini yönden tefsir yaptıkları görülmektedir.                                                                        *Şia'nın tefsir anlayışı, temelde Hz.Ali taraftarlığına dayansa da çeşitli sebeplerden dolayı muhtelif fırkalara bölünmüştür.                        *İmamiyye Şia'sının tefsir anlayışında ise,ayetler özellikle batını bir tarzda yorumlamışlardır. İsm-i işaretlerle, zamirlerle veya   
  *Tabiiler devrinde ise ,Tabiilerde  tefsiri sahabeden işitme yoluyla nakletmiş, semai olmayan hususta da rey ve ictihadlara müracat etmiş, re'yleriyle yapmış oldukları tefsirlerde yaşadıkları toplumun fikirlerini, yaşayışlarını ve hurefelerini (israliyat) yansıtmışlardır. Bu dönem islami ilimlerde ve bilhassa tefsir ilminde çeşitli haraket- lerin başladığı bir mirengi noktası olmuştur.                                                          cins isimlerle anlatılan şahıslar şayet övülüyorsa Hz.Ali ve Ehl-i Beytten olanlar anlaşılmış,kötüleniyorsa Hz. Ebubekr, Hz Ömer, Hz.Osman,Emeviler ve Hariciler olarak algılamışlardır.                                                                                                                                               *El-Kuleyni, Ebu cafer Muhammet et-Tusi, Ebu Ali el-Fadl b.Hasan, et-Tabresi ve es-Seyyid el-Murtada bu sahadaki önemli alimlerdir.  
  *Meşhur rivayet tefsiri alimleri, İbn Cerir et-Taberi'nin Camiu'l-Beyan an Te'vi'l-Kur'an'ı, Ebu'l Leys es-Semerkandi(ö383/993), el-Vahidi(ö468/1075) ,el-Bağavi(ö516/1122), İbn Atiyye(ö546/1151),İbn Kesir(ö774/1372) ,Celaluddin es-Suyuti(ö911/1505) ,Cemaluddin el-Kasımi(ö1332).                                                       *Zeydiyyeler ise, Zeyd b.Ali b.el-Huseyn tabii olanların teşkil ettiği gruptur.Muhammed b.ali eş-Şevkani(ö1250/1834)'nin Fethu'l Kadir adlı tefsiri bu sahadaki en önemli tefsirdir.                                                  *Hariciler ise, çok ibadet eden sert tabiatlı ve cehaletlerinden dolayı  taassup sahibi bir gruptur. Kur'an ifadelerinin maksatla-rını anlamak yerine lafzi manalar üzerinde  durmuşlardır  
      *Sadece İbadiyye kolu günümüze kadar gelmiştir.  
  DİLBİLİMSEL (FİLOLOJİK TEFSİR)      
  *İslam fetihleriyle beraber birçok ırklara, kültürlere ,dillere,dinlere mensup olan insanlar müslüman oldular.   KELAMİ TEFSİR                                                                                             *İslam fetihleriyle birlikte diğer medeniyetlerle girilen ilişkiler  
  *Bu yeni müslüman olmuş insanlar Kur'an'ı anlamak için önce Arap dilini bütün kurallarıyla öğrenmek zorunda kaldılar.   ve islam toplumunun tarih içinde yaşadığı siyasi ve toplumsal hadiseler islam dünyasında yeni problemlere ve ihtiyaçlara   
  *Arap dili bu dönemde İran,Hind,Yunan gibi dillerden etkilendi.   neden oldu.  
  *Hicri ikinci asırdan itibaren dil çalışmaları gelişmeye başladı ve Kur'an metni ve Arap şiirleri en önemli kaynaklar olmuştur.   *Bunun sonucunda inanç, ibadet, hukuk ve siyaset gibi alanlar-da daha sistematik çalışmaların yapılması zorunlu hale geldi.  
  *Önemli dil bilginleri Sibeveyh(ö180/796), Ahfes (177/793) ve Halil b.Ahmed (ö170/786) dir.   *Tarihde hemen hemen her müfessir,mensup olduğu mezhebi anlayışla Kur'an'ı yorumlamışlar ve tefsirlerinde kelami konulara  
  *Dilbilimsel tefsir çalışmalarına Mea'nil Kur'an,İrab'ul Kur'an, Mecaz'ul Kur'an,Garibu'l Kur'an gibi isimler verilmiştir.     ağırlık olarak yer vermişlerdir.(Mutezile-Eş'ari'lik ekolüne mensup müfessirler arasında kelami tartışmalar çok olmuştur.)  
  *Zemahşeri, Keşşaf, Beydavi ,Nesefi ve Ebu Hayyan tefsirlerinde filolojik çalışmalar yapan alimlerdendir.   *Zemahşari ile Fahruddin er-Razi bu konudaki önemli alimlerdir.Tartışılan başlıca Kelami problemler, hürriyet, sorumluluk, Allah'ın sıfatları gibi konulardır.  
         
  FIKHI TEFSİRLER   İLMİ TEFSİRLER  
  *Kur'an'ın ibadet ve hukukla ilgili ayetlerini açıklamayı ve onlardan hüküm çıkarmayı konu edinir.   *Kur'an'daki bazı ayetlerin çeşitli ilimler,ilmi keşifler,icadlara göre tabii ilimler ışığında yorumlanmasıdır.  
  *Genellkle bu ayetlerin sayısı 500 ile 1000 arasında değişir ve Ahkamu'l Kur'an olarak isimlendirilir.   *Genellikle Gazali'yle başlatılır.Fahruddin er-Razi, Ebu'l-Fadl el- Mursi ve Suyuti eserlerinde bu tarz çalışmalara yer vermişlerdir.  
  *Mukatil b.Süleyman(ö150/767)'in tefsiri,İmam eş-Şafi(204/819)'nin Ahkamu'l Kur'an'ı, Cessas (ö370/981)'ın Ahkamu'l Kur'an'ı, Ebubekr İbnu'l Arabi(ö543/1148)'nin Ahkamu'l Kur'an'ı, Kurtubi(ö671/1273) el-Cami li Ahkami'l Kur'an'ı bu alanda yapılan önemli tefsir çalışmalarıdır.   *İlmi tefsir faaliyetlerinde 19.yüzyıldan sonra bir canlanma gözlenmiştir. el-İskenderani (ö1306/1888)Keşfu'l Esrari'n Nuranniyesi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa Serairu'l Kur'an'ı, Tantavi Cevhari(ö1940) el-Cevahir Fi Tefsiri'l Kur'an'ı bu alanda yapılan çalışmalardır.  
      *eş-Şatıbı, emin el-Huli ve Muhammed Huseyn ez-Zehebi gibi   
  TASAVVUFİ TEFSİRLER   alimler ilmi tefsirleri Kur'an'i bir bilimler ansiklopedisi gibi algılanmasına yol açtığı için eleştirmişlerdir.  
  *Kur'an ayetlerinin lafzi/zahiri anlamlarının dışında başka manalar aranması sonucu ortaya çıkan tefsir türüdür.      
  *İşari tefsirde denmektedir.İslam Ulemasının pek çoğu, Kur'an'ın zahirine ve şeriatine aykırı olmayan işari ve batıni yorumlarına olumlu bakmışlardır.   KUR'AN'IN REHBER KİTAP OLUŞUNU ÖN PLANA ÇIKARAN TEFSİR                                                                                                           *Batı dünyasındak ilmi,fikri ve teknolojik gelişmeler,batının tüm dünyada siyasi, askeri iktisadi,ilmi,sanatsal,toplumsal,felsefi vb  
  *Sehl b.Abdullah et-Tusteri (ö283/896)Tefsiru'l Kur'an'il Azim'i, Ebu Abdirrahman es-Sulemi(ö412/1021)'nin Hakaiku't Tefsir'i, Kuşeyri (ö465/1072)'nin Letaifu'l İşarat bi- Tefsiri'l Kur'an'ı, İsmail Hakkı Bursevi'nin Ruhu'l Beyan'ı bu alanda yapılmış önemli çalışmalardır.   konularda İslam dünyasına olan üstünlüğünü,ilim adamlarız Kur'an gibi değerli bir kaynaktan yeteri kadar faydalanılmaması olarak gördüler.                                                                                                                *Bu ruh haliyle Kur'an'ı tüm ilimlerin kaynağı olarak görüp Kur'an'ı hayata doğrudan yansıtan ve rehberlik vasfını ön plana   
      çıkaran çalışmalarda bulundular.                                                                      *Bu akım mezhep taassubuna karşıdır.Kaynak olarak Kur'an ve   
  KONULARINA GÖRE TEFSİR   Sahih sünneti esas alır.Akli yoruma önem verir.İsraili haberleri  
  *Eskiden ilimlerde ihtisaslaşma yoktu.Geleneksel tefsir anlayışın-da  Kur'an'ın baştan sona tefsiri esastır. Bu asırda tüm ilimlerde ihtisaslaşmaya gidildiği için, Kur'an'i ilimlerde de ihtisaslaşmaya                                                                                                        *Günümüz insanı ise bir yandan Kur'an hakkında genel bir  bilgi    tefsirlerden ayıklamaya çalışır.Kur'an'nın dilbilimsel açıdan inceden inceye tetkik edilmesi bir tefsir çalışması değildir.Bu olsa olsa nahiv ve edabiyat gibi disiplinler çerçevesinde birer  
  gidilmiştir.   alıştırmadan ibarettir.Kur'an da ameli ve fıkhi hükümlerde azdır.   
  *Bu asırda yaşayan Müslüman alimler, sosyoloji, psikoloji,ekonomi antropoloji,astronomi,fizik vb.hayatın çeşitli alanlarına ait bir prob-   Tefsirdeki maksat, insanların dünyada ve ahirette mutlu olmalarını sağlayacak bir dinin kitabı olmasıdır.  
  lemle veya bu bilimlere ait bir teori ile karşı karşıya geldiklerinde,   Kur'an'da bu tip teorilere karşı Allah'ın naslarını hemen ve hazır bir    *En önemli temsilcileri, Muhammed Abduh, Muhammed Reşid Rıza ve Mustafa el-Meraği'dir.  
  şekilde bulamamışlardır.      
  *Bu sahadaki ilmin öncülerine göre,insanların ve toplumların yeni-   FELSEFİ TEFSİRLER  
  lenen ihtiyaçları ve bunlarla ilgili alanlarda yeni düşüncelere ve problemlere sağlıklı çözümler önerebilmek ancak Kur'an'nın konulu tefsir çalışmalarıyla mümkündür.   *Filozoflar Kur'an'ı baştan sona tefsir etmek yerine Kur'an'ın bazı ifadeleri ve kelimeleri hakkında yorum yapmışlardır.                                                                                                        *İbni Sina (ö428/1037) Kur'an ayetleri üzerinde en çok yorum   
  *Konulu Tefsir alanında, bu konuyu metodoloji sorunu olarak ele alanların başında Mısırlı alim Emin el-Huli'dir.   yapan filozofların başında gelir.  
         

0 Yorum - Yorum Yaz

HADİS VE FIKIH TARİHİ    05.05.2013

AYSUN ÖZSUNAR / YÜKSEK LİSANS
         
  HADİS TARİHİ  
         
  BİRİNCİ DEVİR (EZBER DEVRİ)   DÖRDÜNCÜ DEVİR  
  *Sahabe ile Tabiin büyüklerinin asrı, yani birinci asırdır.                      *Her ne kadar müteferrik bahisler halinde yazılsada, hadis kitaplarda değil,zihinlerde ezber şeklindeydi.   *Üçüncü asır,hadis ve sünnete en büyük hizmetin yapıldığı asırdır.                                                                                                          *Dördüncü asrın en büyük hadis alimleri ve hadis kitapları          
  *İster sahabe ister tabiin olsun her duydukları hadisi hemen rivayet etmezler, rivayet ettikleri hadisi şahitler yada yemin ile isnat ederlerdi.   şunlardır; İbn'i Huzeyme (…-311),İbn'i Hibben (…-354),İbnü'l Carut (…-307) bunlarında Sahih'leri vardır.                                                      *Tabarani'nin (…-360) Mu'cem'i Kebir'i, Mu'cem'i Sağiri, Mu'cem'i Evsat'ı.Mu'cem'i Kebir'de Sahabe, hurufu heca üzerine tertip  edilmiştir.  
      edilmiştir.  
  İKİNCİ DEVİR ( HADİS VE SÜNNETİN TEDVİNİ )            *Ashap devrinden sonra rivayet mikdarı çoğaldığından bir hadisi ezberlemek için bütün senetlerinide ezberlemek gerekirdi.                *İslam fetihlerinin gelişmesiyle birlikte Ashap geniş bir bölgeye yayıldığı gibi sayılarıda günden güne  azalıyordu.                                                                                       *Tabiinde diyar diyar gezerek mevcud olan hadisleri, cüzleri ve eserleri ayrı ayrı hıfz etmeyi ve senedleri mümkün olduğu kadar toplamayı dini bir görev olarak bildiler.   *Dare Kutni'nin (…-385)Sünen'i de bu devrin en önemli kitaplarındandır.                                                                                         *Bu devirde nakd'i ricalde hadis ravilerinin her biri cerh ve ta'dil eilmiş, çürütülmüş ve temize çıkartılmıştır.Yani bu usulle rivayet edenlerin hıfz ve adaleti itibariyle hangilerinin nakline ne dereceye kadar itimat edilebileceği,isnatların kuvvet ve zaaf mertebeleri bildirilmiştir.                                                                                             *Bu ilim sayesinde hadis ravileri çok sıkı bir tenkide tabii   
  *Birinci asrın sonlarına doğru ilk defa hadis tedvin eden zat İbn-i    tutuldu.Her ravinin rivayet ettiği hadis hemen kabul edilmedi.  
  Şihab-ı Zühri (ö.124)'dir. Abdullah b.Cureye(ö.150), Muhammed       
  b.İshak(ö.151), İmam Malik(ö.95), Abdur-Rahman Evzai gibi alimler de hadis tedvin etmişlerdir.                                                                         *İkinci asırda birçok kitaplar te'lif ve tasnif olunmuştur.En meşhuru İmam Malik'in 'in  Muvatta'sıdır.                                                               *Bu devirde hadis toplayanlar hadisleri, Sahabenin sözleri ve Tabii'nin fetvaları ile karışık toplamışlardır.   DÖRDÜNCÜ ASIRDAN SONRA HADİS                          *Hadislerin toplanması,senetlerin tenkit usulleri, hadisin sıhhatine tesir eden illetlerin beyanı, hemen dördüncü asır ile sona erdi.                                                                                                     *Bundan sonra yazılan kitapların çoğu evvelkilerden hadis seçmek,onları hususi baplara ve fasıllara ayırmak, bahisleri  
      ihtisar etmek, muhtelif metinlerden aynı mevzuda olanları bir  
  ÜÇÜNCÜ DEVİR (HADİS TEDVİNİNDE YENİ USULLER)    araya getirmek, itikada, ahkama, ahlaka, mevziaya ait kitaplar      
  *Enbüyük hadis alimleri bu devirde yetişmiştir.                                                                                               *Önceki asırlarda hadisler mezcedilerek toplandığı halde bu     meydana getirmektir.                                                                          *Bundan sonraki dönemde Buhari ile Müslim'in birbirinden  
  dönemde hadisler birbirinden ayrıldı.                                                                                                               *Bu dönemde müsnedler yazılmıştır.Müsned yani, Sahabeyi huruf-i    heca, yahut başka bir tertip üzere yazarak herbirinden müsned sahibine kadar gelmiş olan rivayetleri muhtelif tariklerde bir arada toplanmasıdır.    ayrıldığı hadisleri bir arada toplayanlar olduğu gibi,her ikisinin ittifak ettikleri hadisleri bir araya toplayanlarda olmuştur.Bütün müsned ve sünenleride toplayanlar olmuştur.                                   *Ebi'l Ferec Abdu'r-Rahman b.Ali el-Cevzi (...-597)'nin Cami'ül Mesanid'i ve'l-elkab'ı, İbn'i Kesir'in (…-774) Cami'ül-Mesanid'i ve Sünen'i, Heytemi (807-…) 'nin Mecmaü'z-Zevaid'i, Begavi   
  *Ebu Davud'un Tayalisi'nin,İmam Ahmed b.Hanbel'in(164-241) müsnetleri meşhur ve matbudur.    ve Sünen'i, Heytemi (807-…) 'nin Mecmaü'z-Zevaid'i, Begavi (516)'ninMesabihü's-Sünne'si, Suyuti'nin Cem'ül-Cevami'i   
  *Hadis hakkındaki te'lifleri hadiste en büyük imam sayılan Muhammed b.İsmail Buhari'ye (194-256) kadar müteselsilen devam etmiştir.İmam Buhari 300.000 den fazla hadis ezberlemiş.'' Sahih ''   bunlardandır.Bu kitaplar üzerine pek çok şerhler, haşiyeler yazılmış talikler yapılmıştır.                                                                                     *İbn'i Dakiki'l-İyd (702-…)'in El-İmam'ı, Mecdüddin'i İbn'i Teymi-                                                                                       
  adını verdiği kitabını onaltı senede yazmış 600.000 hadisten seçmiş-tir.Bunların tasnifinde tuttukları usul,müsnetler gibi olmayıp fıkıh     ahkamına göre tahric ve bu suretle baplara , nevilere ve fasıllara ayırmıştır.   ye (652-…) Münteka'l-Ahbar'ı, İbnü'l Hacer'in (852-...) Bülüğü'l-Meram'ı, Beyhaki(458-...)'nin Sünen'i Kübra'sı,Dare Kutni (...385) Sünen'i de ahkam hadislerini toplayan kitaplardandır. *Münziri'nin (565-581) Et-Tergib ve't-Terhib'i, Nevevi'nin Rıyazü's  
  *Bundan sonra Buhari'nin öğrencisi Müslim (240-261) meşhur kitabını yazmıştır.Bu kitap ''Sahiheyn'' adıyla meşhur olmuştur.           *Kitapları ''Sunen'' namı ile anılan zatlar ise, Ebu Davud Süleyman     Salihin adındaki yukarıda adları zikredilen sahih hadis kitaplarından alınmış kıymetli eserlerdir.                                                                   *Mev'ıza kitaplarında görülen her hadise itimat edilemeyeceği   
  b.Eş'as(202-275)'in ''Sünen'i Ebu Davud'' adlı kitabı,Ebu İsa Muhammed b.İsa et-Tirmizi (209-279)'ın kitabı,Ahmet b.Şuayb'ı Nese'i(216-304)'ın Sünen'i,Ebu Abdillah b.Mace(209-273)'nin Sünen'i.İşte bunlar muhaddisler arasında ''Kütüb'i Sitte, Sıhah'ı Sitte, Altı Sahih Kitap'' namıyla meşhur olan altı kitapdır.   gibi itimada şayan kitaplardan alınan hadisleri söylerken de üzerinde çok durmak, hadisten maksadın ne olduğunu iyice anlamak, zemin ve zamanı dikkate almak gerekir.  
         
         
         
  FIKIH TARİHİ  
         
  *Fıkıh Usulü ilmi,Hicri ikinci asrın sonlarında yani Hz.Peygamber , Sahabe ve Tabiiun devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir. *Hz.Peygamber devrinde hükümler bizzat kendinden öğreniliyordu.          *Bütün bu gelişmeler,fakih ve müctehidleri,ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfi hüküm verme ihtimaline karşı tedbir alınması için harekete geçirdi.   
  *Hükümler ya Kur'an ile yada Hz. Peygamber'in Kur'an'ı söz, fiil yahut takrir yoluyla açıklayan Sünneti ile açıklanıyordu.                                                                                           *Bu durumda herhangi bir metot yada kurallar kullanmaya gerek duyulmuyordu.   *Şer'i delillerden hüküm istinbat edilirken esas alınacak kurallar ve prensiplerin belirlenmesine sevketti.                                               *Prensip ve kuralların belirlenmesinde ,nasslarda yer alan ifadelerin kullanılış tarzlarına ve Arap dilinin usluplarına  
  *Hz.Peygamberin vefatinden sonra insanlar arasında ifta ve kaza (yargı) görevini Sahabelerin büyükleri yürütüyordu.                                      tümevarım metodunu uyguladılar.                                                         *Sonra bu kuralları tedvin ettiler (derlediler) ve ''Usulü'l Fıkıh''  
  *Bu sahabeler ,Kur'an ve Sünnetin dili olan Arapçayı, ayetlerin nuzul ve hadislerin vurud sebeblerini çok iyi bilirlerdi.                                     *İslam teşriinin inceliklerine,maksat ve hedeflerine tam anlamıyla vakıftılar.                                                                                                 *Şer'i kaynaklarından hüküm istinbatı sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde ele almaya ihtiyaçları yoktu.                                        *Said b.Müseyyeb,Urve b.Zubeyr,Kadı Şurayh,İbrahim Nehai vb. Tabiun müctehidleride aynı yolu takip ettiler.    adını verdikleri müstakil bir ilmi disiplin haline getirdiler.            *İmam Muhammed b.İdris eş-Şafii(ö204) Fıkıh ilminde ''Risale'' adlı eserinde, hüküm çıkarma metodlarını ve kurallarını ilk defa biraraya getirerek bu alanda ilk müstakil eseri veren bilgin olmuştur.                                                                                                 *Şafii'den sonra başka bilginlerde bu ilmin meselelerini irdelemeye devam ettiler. Ahmed b.Hanbel '' Kitab'u taati'r-rasul'ü , '' Kitabu'n-nasih ve'l-mensuh'' ve ''Kitabu'l-ılel ''  örnek  
  *Sahabe ve Tabiun devrinden sonra yeni durumlar ortaya çıktı.                 eserlerdendir.                                                                                           *Daha sonra Hanefi bilginler ve kelam bilginleride bu alanda müstakil eserler vermişler, geniş incelemelerde bulınmuşlar ve bu ilmin kurallarını sağlam temellere bağlamışlardır.                                                                                                  
  *İslam futuhatlarıyla toprakların genişlemesi,Arapların Arap olmayan farklı dilden, kültürden, dinden,ırklardan insanlarla karışması beraberinde yeni sorunlar meydana getirdi   *Daha sonra Hanefi bilginler ve kelam bilginleride bu alanda müstakil eserler vermişler, geniş incelemelerde bulunmuşlar ve bu ilmin kurallarını sağlam temellere bağlamışlardır.                  
  *Arap olmayanlar Kur'an'ı anlamak için Arapça öğrenmek zorunda kaldılar.Bu durum Arap dilinin zayıflamasına yol açtı ve Arapçanın artık ilk dönemlerde olduğu gibi İslam toplumunun tabii dili haline olmasını imkanzıslaştırdı.                                                                             *Müctehidlerin görüş belirtmelerini gerektiren yeni durumlar ortaya çıktı.                                                                                       *Müctehidler çoğaldı,ictihad ve hüküm istinbatında metotları çeşitlendirdiler ve herbir müctehid bulundukları ortama göre kendine has yolları takip ettiler.   *Müellifler, bu ilimden maksadın ''şer'i delillerden ameli hükümleri çıkarabilmeyi sağlamak'' olduğu kanatindeydiler.                           *Ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak,bu delilden hüküm çıkarılması için ortada zihni bir faaliyet ortaya konacak ve delilden hüküm çıkaran bir kimse bulunacaktı.                                                                              *Müelleflerin , ayrı ayrı bölgelerde bulunması, eserlerini yazarlarken farklı gayelere sahip olmaları gibi nedenlerle farklı metodlar kullanmışlardır.                                                                               *Mütekellim Metodu(bu metoda göre yazanların çoğunun kelam bilgini olaması sebebiyle), ve Hanefi bilginler tarafından ortaya konan ''Hanefiyye Metodu'' kullanılan başlıca metotlardır.  
         
KAYNAKLAR
1. Prof.Dr.Halis Albayrak, Tefsir Usulu, İstanbul 2011
2. Prof.Dr.İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulu, Ankara 1989
3. Prof.Dr.Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Ankara 2011
4. Prof.Dr.Zekiyyüddin Şaban tercümeyi yapan Prof.Dr.İbrahim Kafi Dönmez,
İslam Hukuk İlminin Esasları (Usul'u Fıkıh), Ankara 2009
5. Muhyiddin-i Nevevi (tercümeyi yapanlar;Kıvamüddin Burslan ve
Hasan Hüsni Erdem), Riyazü's-Salihin ve Tercemesi, Ankara 1995
6. Prof.Dr.Davut Aydüz, Tefsir Tarihi,Çeşitleri ve Konulu Tefsir,İzmir 2010
7. İmam Hatip Liseleri İçin Tefsir(12.Sınıf), Prof.Dr.İsmail Cerrahoğlu ve
Yrd.Doç.Dr.Şevki Saka, Ankara 1988

0 Yorum - Yorum Yaz


AYSUN ÖZSUNAR /YÜKSEK LİSANS

TEFSİR TARİHİ, HADİS TARİHİ VE FIKIH TARİHİ

    Kur’an’i Tefsir kavramıyla,Kur’an’ın indiği dönemden gündümüze kadar olan tarihi süreç içerisinde Kur’an’ın anlamlandırılması ve yorumlanması amacıyla yapılan tüm anlanlandırma çalışmaları kastedilmektedir.

    Tefsir rivayetleri, günümüze kadar değişik biçimlerde ve muhtevalarda tezahür etmiştir.İslam toplumunun tarihi, kültürel,ilmi,fikri, ekonomik, siyasi, ahlaki, sosyal vb.alanlarda dönüşüm seyrinde İslam alimleri içinde bulundukları bu  ortam ve tarihi süreç içerisinde,  ortamdaki siyasi, iktisadi, ahlaki, ilmi ve felsefi,ideolojik vs. gibi oluşumlardan etkilenerek ,kendi ilim kapesitesi,kavrayış derecesi,çeşitli ilim dallarındaki ihtisasına,siyasi ve mezhebi kanatlarına ve şuuruna göre Kur’an’ı  açıklamıştır.

    Kur’an’ı Kerim birçok ilimlerle içeçedir.Kur’an’da görülen ilimlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz; Tefsir,hadis,fıkıh,kelam, ahlak, hitabet, belağat, mantık, matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji,tarih, sosyoloji ve psikoloji vb.daha pek çok ilimleri sayabiliriz.İyi bir müfessir ne kadar çok ilimlere ve fenlere vakıf olursa ,Kur’an’nın hakikatlarını yansıtmada o kadar başarılı olur.

    Kur’an’ı Kerimi’i ilk tefsir eden Hz.Peygamberdir. Hz.Muhammed, Kur’an tefsirinin aslı ve esasıdır.O mutlak olarak,İnsanlar içinde, Kur’an’ı en iyi bilen ve en iyi anlayandır.Bu yüzden,Hz.Peygamber,Yüce Allah tarafından Kur’an diliyle kendisine gelen vahiyleri diğer insanlara duyurmak (tebliğ) ve onlara açıklamakla (teybin)ile vazifelendirilmiştir.İslamda tefsir hareketi Hz.Peygamber döneminde kendi iç bünyesinden doğmuş ve önemli iki kaynağı ortaya çıkmıştır.Onlarda Kur’an ve Hz.Peygamberdir.

     Hz.Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ait olan hadis ilmi Kur’an tefsirinde en önemli kaynak kabul edilmiştir.Kur’andaki hükümlerin ekserisi genel olduğundan, bu hükümleri açıklamak için daima sünnete ihitiyaç duyulmuştur.Bu  bakımdan başlangıçtan beri,Hz.Peygamberin hadisleri,İslam teşriinin ve Kur’an tefsirinin ikinci kaynağı olmuştur.Hz.Peygamberin hadisleri dikkatle takip edilerek,onları hafızalarda tutmaya ve toplamaya önem verilmiştir.

     İslam tarihi diğer milletlerin tarihi gibi dünya tarihinin bir parçasıdır.Hadisin büyük bir kısmı tarih ile ilgilidir.İslam tarihi denilen büyük bir tarih vardır ki,Peygamberin ne yaptığı, Kur’an’ı hadislere nasıl ve ne suretle tatbik ettiği,onun vücuda getirdiği muazzam inkılap,Peygamberin dört halifesi ile diğer Ashabın ne yolda haraket ettikleri hep hadis ve asar ile bilinmiştir.Hadis tarihi,Kaynakların doğruluğu, ravilerin mazbut olması ve senetlerin bir silsile halinde devam etmesi,ilmi tenkit metotlarına uygun olması ile başka tarihlerden üstün bir mevkide yerini almıştır.

     Fıkıh Tarihi ise, Hz.Peygamber, Sahabe ve  Tabiin devirlerinden sonra hicri ikinci asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış bir disiplindir. Hz. Peygamber zamanında Sahabe hükümleri bizzat Hz. Peygamberin söz, fiil yahut takrirlerinden  öğreniyor ve herhangi bir metoda baş vurmayı gerek duymuyordu. Hz. Peygamberin  vefat ı ve İslam fetihleriyle beraber  farklı kültür, dil, din, ve ırklara mensup geniş kitlerler islama girmiş ve kendi kültürlerini de girdikleri yeni dine yansıtmışlar, bu da İslami açılardan problemler doğurmuştur.İşte bu şekilde doğan fıkıh ilmide birçok merhaleden geçerek günümüze kadar gelmiştir..

   Aşağıda Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi ve Fıkıh Tarihi birçok arkadaşımızın kolayca anlayabilmeleri için şematik olarak düzenlenerek  kısa bir özeti yapılmıştır.


0 Yorum - Yorum Yaz


AYSUN ÖZSUNAR /YÜKSEK LİSANS

TEFSİR TARİHİ, HADİS TARİHİ VE FIKIH TARİHİ

    Kur’an’i Tefsir kavramıyla,Kur’an’ın indiği dönemden gündümüze kadar olan tarihi süreç içerisinde Kur’an’ın anlamlandırılması ve yorumlanması amacıyla yapılan tüm anlanlandırma çalışmaları kastedilmektedir.

    Tefsir rivayetleri, günümüze kadar değişik biçimlerde ve muhtevalarda tezahür etmiştir.İslam toplumunun tarihi, kültürel,ilmi,fikri, ekonomik, siyasi, ahlaki, sosyal vb.alanlarda dönüşüm seyrinde İslam alimleri içinde bulundukları bu  ortam ve tarihi süreç içerisinde,  ortamdaki siyasi, iktisadi, ahlaki, ilmi ve felsefi,ideolojik vs. gibi oluşumlardan etkilenerek ,kendi ilim kapesitesi,kavrayış derecesi,çeşitli ilim dallarındaki ihtisasına,siyasi ve mezhebi kanatlarına ve şuuruna göre Kur’an’ı  açıklamıştır.

    Kur’an’ı Kerim birçok ilimlerle içeçedir.Kur’an’da görülen ilimlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz; Tefsir,hadis,fıkıh,kelam, ahlak, hitabet, belağat, mantık, matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji,tarih, sosyoloji ve psikoloji vb.daha pek çok ilimleri sayabiliriz.İyi bir müfessir ne kadar çok ilimlere ve fenlere vakıf olursa ,Kur’an’nın hakikatlarını yansıtmada o kadar başarılı olur.

    Kur’an’ı Kerimi’i ilk tefsir eden Hz.Peygamberdir. Hz.Muhammed, Kur’an tefsirinin aslı ve esasıdır.O mutlak olarak,İnsanlar içinde, Kur’an’ı en iyi bilen ve en iyi anlayandır.Bu yüzden,Hz.Peygamber,Yüce Allah tarafından Kur’an diliyle kendisine gelen vahiyleri diğer insanlara duyurmak (tebliğ) ve onlara açıklamakla (teybin)ile vazifelendirilmiştir.İslamda tefsir hareketi Hz.Peygamber döneminde kendi iç bünyesinden doğmuş ve önemli iki kaynağı ortaya çıkmıştır.Onlarda Kur’an ve Hz.Peygamberdir.

     Hz.Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ait olan hadis ilmi Kur’an tefsirinde en önemli kaynak kabul edilmiştir.Kur’andaki hükümlerin ekserisi genel olduğundan, bu hükümleri açıklamak için daima sünnete ihitiyaç duyulmuştur.Bu  bakımdan başlangıçtan beri,Hz.Peygamberin hadisleri,İslam teşriinin ve Kur’an tefsirinin ikinci kaynağı olmuştur.Hz.Peygamberin hadisleri dikkatle takip edilerek,onları hafızalarda tutmaya ve toplamaya önem verilmiştir.

     İslam tarihi diğer milletlerin tarihi gibi dünya tarihinin bir parçasıdır.Hadisin büyük bir kısmı tarih ile ilgilidir.İslam tarihi denilen büyük bir tarih vardır ki,Peygamberin ne yaptığı, Kur’an’ı hadislere nasıl ve ne suretle tatbik ettiği,onun vücuda getirdiği muazzam inkılap,Peygamberin dört halifesi ile diğer Ashabın ne yolda haraket ettikleri hep hadis ve asar ile bilinmiştir.Hadis tarihi,Kaynakların doğruluğu, ravilerin mazbut olması ve senetlerin bir silsile halinde devam etmesi,ilmi tenkit metotlarına uygun olması ile başka tarihlerden üstün bir mevkide yerini almıştır.

     Fıkıh Tarihi ise, Hz.Peygamber, Sahabe ve  Tabiin devirlerinden sonra hicri ikinci asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış bir disiplindir. Hz. Peygamber zamanında Sahabe hükümleri bizzat Hz. Peygamberin söz, fiil yahut takrirlerinden  öğreniyor ve herhangi bir metoda baş vurmayı gerek duymuyordu. Hz. Peygamberin  vefat ı ve İslam fetihleriyle beraber  farklı kültür, dil, din, ve ırklara mensup geniş kitlerler islama girmiş ve kendi kültürlerini de girdikleri yeni dine yansıtmışlar, bu da İslami açılardan problemler doğurmuştur.İşte bu şekilde doğan fıkıh ilmide birçok merhaleden geçerek günümüze kadar gelmiştir..

   Aşağıda Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi ve Fıkıh Tarihi birçok arkadaşımızın kolayca anlayabilmeleri için şematik olarak düzenlenerek  kısa bir özeti yapılmıştır.


0 Yorum - Yorum Yaz

Tefsir tarihi(1)    05.05.2013

NAZIM ÇETİN :12912769                                                                 

Y.LİSANS            (1)

 

        Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur'ân bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası anlaşılmayan hususları tebliğ ediyordu.[1] Muhatapların ana dilleri Arapça olmasına rağmen müteşâbih ayetleri anlamakta zorluk çekiyorlardı. Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı anlama konusun­da herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Bunların arasında kendilerine soru sorulmadığı halde, Kur'ân'ı insanlara baştan sona anlatıp tefsir edenler de vardı. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu dönemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Tedvin dönemine gelindi­ğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmıştır. Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır.[2] Tefsi­re yönelik bütün bu gayretler hicrî II. asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Bu yüzden tefsirin doğuşundan söz ederken ilk önce Hz. Peygamber'in tefsirini konu edinmek gerekmektedir. [3]

Kur’an’ı bir araya toplamak için Zeyd b.Sabit’in başkanlığında bir heyet kuruldu.Hz.Peygamber efendimizin vefatından 6 ay sonra başlayan Kur’ân’ı toplama faaliyeti yaklaşık olarak 1 yıl sürmüştür.Toplanan bu nusaya Abdullah bin Mes’ud’un teklifiyle Mushaf adı verilmiştir.

     Kur’an’ın çoğaltılması (İstinsah):Kıraat farklılıklarını önlemek ve Müslümanlar arasındaki birliğin korunmasını sağlamak için Hz.Osman döneminde Kur’an’ı Kerim çoğaltılmaya ve diğer şehirlere gönderilmeye başlanmıştır.Hz.Osman  Kur’an’ı çoğaltacak olan heyete bazı kurallar vermiştir.Bu kurallar ve prensiplerle Kur’an çoğaltıldı.   

Kur’ân'ın Tertibi

Kur’ân'ın tertibi mushaflarda yazılı, kalplerde ezberlenmiş olduğu şekilde ardı arkasına okunması demektir.

Bu tertip üç çeşittir:

Birincisi kelimelerin tertibidir. Herbir kelimenin âyetteki yerinde olması demektir. Bu da nas ve icmâ ile sabittir.

İkinci tür: Âyetlerin tertibidir. Bu da her bir âyetin surenin  o ayete ait olan yerinde olması demektir.Bu da nas ve icma ile sabittir.Tercih edilen görüşe göre bu tertibe uymak vaciptir,ona muhalefet haramdır.

Üçüncü tür sûrelerin tertibidir. Herbir sûrenin mushaftaki yerini alması demektir. Bu ictihad ile sabittir. Dolayısıyla bu tertibe riâyet vacip değildir.

Tefsirin Gerekliliği

       Müfessirler Kur'ân'ın, muhatap­ları tarafından iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla onu, baştan sona tefsir etmişlerdir. Bu faaliyet, tefsirin tedvin edildiği hicrî II. asrın sonlarından başlayarak aralıksız bir şekilde günümüze kadar devam edegelmiştir. İşte sözü edilen bu aktiviteler, tefsire yönelik tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki, buna da "tefsir tarihi" denilir. Söz konusu tarihin başlangıçtan bugüne kadar geçirmiş olduğu gelişim sürecinin bilinmesi elbette ki zaruridir.

      Seyyit Şerif Cürcâni Tâ’rîfât adlı eserinde tefsiri şöyle tanımlar “Aslında tefsir açıklama ve izhar etmektir.Şeriatta ise ayetin manasının durumunu , hikayesini ve nazil oluş sebebini ona açık bir delaletle delalet edecek bir ifadeyle izah etmektir” Kur’ân anlaşılmak ve yaşanmak üzere inmiştir. Kur’ân iyi anlaşılmadıkça onun buyruklarını yaşamak mümkün değildir.Bize Kur’ân’ı ilk defa açıklayan Allah Resulü olmuştur.Çünkü Kur’ân’ı Kerim’de onun vazifesinin tebliğ olduğu belirtilmiştir. (Maide 67)  Kur’ân ‘ın anlaşılması bir zarurettir. Çünkü Rabbimiz Kur’ân ‘da “Biz sana mübarek bir kitap indirdik ki ayetlerimi iyice düşünsünler ve akılları olanlarda ondan öğüt alsınlar”buyurmuştur.(Sâd 24)



[1] - el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44.

 

[2] - Geniş bilgi için bkz. Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 25-32.

[3] - Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 279-280.


0 Yorum - Yorum Yaz

Tefsir tarihi(2)    05.05.2013

Tefsir İlminin Metodu

        Kur’ân’ı tefsir en sağlıklı ve doğru yolu yine bizzat Kur’ân ayetleridir.Eğer bir ayetin tefsir ve izahı Kur’ân’da mevcut olmazsa Peygamberin sünnetine başvurulur.Çünkü sünnet Kur’ân’ın açıklamasından ibarettir.Başlangıçta tefsir hadisin bölümlerinden biri olarak doğdu.Hz.Muhammed’in Kur’ân’ın bazı ayetlerinin anlamlarını açıklayan hadisleri tefsir ilminin temelini meydana getirdi.

        Sünnet’in Kur’ân’ı tefsir etmesi başka muhtelif şekillerde olmaktadır.

1.Sünnet Kur’ân’da gelen herhangi bir konuya muvafık olarak te’kît eder.

2.Sünnet Kur’ân’da murâd edilen hususu açıklar.

3.Sünnet Kur’ân’ın sükût ettiği hükmü ifade eder. Kur’ân bir şeyin helal veya haram olduğunu belirtir.Hz.Peygamber Kur’ân’da belirtilmeyen diğer şeylerin helal veya haram kısımlarından birisinin hükmüne nisbet ederek belirler. Hz.Peygamber’in vefatından sonra sahabe Kur’ân’ı tefsir etmiştir.Bu devirde Kur’ân’ın tamamı tefsir edilmemiş buna da lüzum görülmemiştir.Tefsir edilen ayetler daha çok manası kapalı ve anlaşılması güç olan ayetlerdir.

         Tâbiûn devrinde Kur’ân’ın tamamı tefsir edilirken bir  taraftan da görüş ve iddiaların delillendirilmesi maksadıyla ayet içinde kelime tabirlerin açıklanmasına geniş yer verilerek daha mufassal  tefsirler meydana getirilmiştir.Bu dönemde hadis ve fıkıh gibi İslami ilimlere paralel olarak tefsîr  tedvîn edilirken farklı duygu ve düşünceleri aksettiren tefsirler ortaya çıkmıştır.Bu dönemde 3 tefsir medresesi şöhret kazanmıştır.Mekke medresesi , Medine medresesi, Irak medresesi.Tebe-i tabiîn devrinde ise tefsir ilmi hadis içinden içinden ayrılıp tamamiyle müstakil bir ilim hüviyeti kazanmıştır.Bu devirde , çoğu zamanımıza kadar intikal etmeyen büyük ve küçük hacimde pek çok tefsir telîf edilmiştir.İlk devirde müfessirler iki gruba ayrılmışlardı.Bir kısmı Kur’ân’ı kendi re’y ve içtihatlarıyla tefsir etmeyi kesinlikle caiz görmüyor , Hz.Peygamber’in “Her kim Kur’ân hakkında kendi re’yle konuşursa isabet olsa bile hata etmiştir” (Ebu Davud Sünen II,287,Tirmizi ,Sünen,V,200) hadisini delil göstermektedir.Diğer bir kısmı dil sahasındaki dirayetlerine esbabı nüzûl ,nasih ve mensûh gibi çeşitli Kur’ân ilimlerindeki vukuflarına dayanarak kendi re’y ve içtihatlarıyla tefsir etmekte hiçbir mahsur görmüyorlardı.(KK..meal ve tefsiri , T.Koçyiğit , İ.Cerrahoğlu C1 syf 36-50)

Kur’ân Tefsirindeki İhtilaf

Hz.Peygamberden sonra Kur’ân’ın ayetlerinin yorumlanmasında değişik görüşler ortaya çıkmıştır.Tefsirdeki ihtilaf sebeplerini şöylece sıralayabiliriz.

1.Kıraat Farklılıkları ,

2.İ’râb yönünden farklılık,

3.Kelimenin anlamında lisan bilginlerinin ihtilafları,

4. Mutlak ve mukayyet olma ihtimali ,

5.Lafzın iki veya daha fazla anlama gelmesi,

6.Ayette hakikat ve mecaz ihtimalinin bulunması,

7.Ayetin umum veya husus ifade etmesi,

8.Kelimenin fazla olması ihtimali,

9.Ayetin hükmünün muhkem ve mensuh ola ihtimali,

10.Hz. Peygamber’den ve onun ashabından nakledilen tefsir rivayetlerinin farklı olması.

Tefsir Çeşitleri

1.Rivayet Tefsiri : Kur’ân’da veya sünnette  veya sahabenin sözleri arasında Allah’ın kitabında kastettiği hususu açıklayıcı nitelikte vârid olan rivayetlerden meydana gelir.

2.Dirayet Tefsiri : Rivayetle sınırlı kalmayıp dil , edebiyat , din ve diğer ilimlere dayanılarak yapılan tefsirdir.

3.İşârî Tefsiri : Tarikat ve tasavvuf ehlinin ayetleri zahirini bunun bir anlama tevil etmek maksadıyla ve ,işaret yoluyla geldiğini söyledikleri tefsirdir.(İbni Kesir ,C1, s.418-430)

Tefsir usûlü

     Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

Tefsir usûlünün gayesi

1.     Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek

2.     Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmak

 

      Sonuç olarak her bir ilim dalının anlaşılmasına yardımcı olacak temel esasları öğrenmek ve bu esaslara göre gerekli neticelere ulaşabilmek,kişi için oldukça önemlidir.Yüce Allah Kur’an’ın üzerinde iyice düşünmeyi ve öğüt alınmasını emretmiştir.Ayetlerin anlamlarını anlamadan öğüt almak mümkün değildir.Dolayısıyla Kur’an’ın usûlüne uygun ve günümüz insanının anlayabileceği şekilde tefsir etmek bir zorunluluktur.


0 Yorum - Yorum Yaz


      YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN

 

HADİS TARİHİ – PROF. DR. TALÂT KOÇYİĞİT

Lugat manası olarak kadîmin zıddı cedîd manasına gelen hadis haber, haber vermek, tebliğ etmek, nakletmek manalarında kullanılmıştır.

Istılah olarak ise umumiyet itibariyle Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla birlikte söz, fiil ve takrirlerine de ıtlak olunarak sünnetin muradifi gibi kullanılmıştır. Hatta bazı hadis uleması, yalnız Hz. Peygamberin sözlerine değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberlere de ıtlak etmişlerdir. Ama Talât Koçyiğit hadis kelimesini rivayet edilmiş sünnet anlamında kullanıyor burada.

Sünnet İslamın teşriinde Kitaptan sonraki ilk kaynaktır. Allah Teala Hz. Peygamberi Kur’an’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş fakat rikatlerin adedi, şekli ve vakitleri Kur’an’da beyan edilmemiştir. Hz. Peygamber en geniş manasıyla teşrii kuvveti elinde bulunduran otorite olarak kabul edilmiştir. Herhangi bir ihtilaf veya hâdise zuhur etse Allah Teala elçisine hükmü bilinmek istenen mesele hakkında bir veya birkaç ayet indirmiştir. Eğer ayet inmemişse Hz. Peygambere ictihadda bulunmuştur. Beşer olarak hataya düştüğü noktalar vahiy yoluyla tashih edilmiştir. Hz. Peygamberin Kur’an’ı tebliğ ettiği insanlar eski sert yaşama biçimlerini bırakarak Hz. Peygamberin getirdiği yeni yaşam şeklini öğrenmek için çok istekli olmuşlardır. İlk Müslümanlar Hz. Peygamberi örnek alarak hayatlarını onun talimatına uygun olarak düzenlediklerinden erkek olsun kadın olsun ondan ilim almaya önem vermişler, ondan topladıklarını büyük bir titizlikle muhafaza etmeye çalışmışlardır. Böylelikle denebilir ki hadis tedvini daha Hz. Peygamber döneminde başlamıştır. Bu toplama işi hafızaya tevdi edilmiş yazıdan istifade etmek mümkün olmamıştır. Hz. Peygamber hadis rivayetini teşvik etmiştir. Hz. Peygamberin sağlığında hadislerin tahrifi söz konusu olamamıştır. Sahabe arasında çok hadis rivayet etmek pek hoş görülmemiştir. Yanılmaktan korkmak onları bu işten alıkoymuştur.

Hadisin ilk devirde tedvin edilmemiş olması hiç yazılmadığı anlamına gelmez. Ama hadis yazma işi iki devre yaşamıştır bu ilk devirde; hadis yazmanın yasak edildiği ve ruhsat verildiği dönemler olarak. Yazma yasağının nedeni olarak yazının bu devirde iyi gelişmediğiyle alakalı iyi yazı bilenlerin olmadığı gibi bir gerekçenin yanı sıra asıl neden Kur’an sahifeleriyle karışma tehlikesidir. İlimdeki ve insanların durumundaki hızlı gelişme neticesinde hadis yazılmasına izin verilmiştir. İlk yazılı hadisler arasında Bizans İmparatoru’na, Acem Kisrası’na, Mısırlı Mukavkıs’a, Habeş Necaşi’ye yazdığı mektupları, anlaşmaları, memur tayinlerine dair yazılarını sayabiliriz. Bunların yanı sıra Hz. Peygamberin sağlığında yazılmış Amr İbn Hazm, Halife Ebu Bekir ve Halife Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri vardır. Bunlar incelendiğinde Amr İbn Hazm’dan gelen rivayette görüş farklılıkları olsa da üçünün de içerik bakımından birbiriyle uyuştuğu görülmektedir. Bu sadakat hadisleri üzerinden hadis kitabeti yönünden şunlar söylenebilir:

-        Hz. Peygamber dini hükümlerin neşri için daha başlangıçta yazıya başvurmuştur. Bunlar yazılı bir şekilde sağlam bir yolla nakledilmiştir. Zikredilen bazı hadis sahifeleri şunlardır; Abdullah İbn Amr, Cabir İbn Abdillah, Ali İbn Ebi Talib, Semura İbn Cundeb, Ebu Hurayra, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer, Said İbn Ubade’nin sahifeleri.

Bu bahsi geçen hadis sahifelerinden rivayet şekilleri sema’ veya vicadeten (aileye intikal eden kitaplardan sema’ olmaksızın nakletmek) olmuştur. Vicade hadisçiler arasında pek makbul görülmemiştir.

Hadislerin ilk kaynağı sahabedir. Sahabe de lugat yönünden sohbet kelimesinden müştak mekan ve zaman tahdidi olmaksızın bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka kimsedir yani ıstılahi olarak Hz. Peygamberi gören her Müslümandır. Bu tanımdan farklı tanımlara rastlamak mümkündür. İbn Hacer’in tanımı daha evladır; Mümin olarak Hz. Peygambere mulakî olan, araya irtidad devri girmiş olsa bile Müslüman olarak ölen kimseye denir. Sahabe kelimesinin bu tarifine rağmen aralarında bir üstünlük dereceleri olması muhakkaktır. Dört halife, aşere-i mübeşşere, Bedir Ashabı vs. el-Hakim Ebu Abdillah en-Neysabûrî’nin sahabeyi oniki tabaka halinde derecelendirmesi en meşhur olanıdır.

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah Buharî’den işaret edilen hadisi ele alarak “Medine’de hicretten hemen sonra yapılan sayımda erkek-kadın, ihtiyar herkesi şâmil olan 1500 sahabe sayısı açıklamaktadır. Hz. Peygamberin vefatı esnasında bu sayının 60.000 civarında olduğu rivayetler arasındadır. Ama bütün bu zikredilen sahabenin hadis rivayet ettiği söylenemez. Bazı rivayetlere göre hadis rivayet eden sahabe sayısı 1300 veya 1060 civarındadır. En çok hadis rivayet eden sahabi Ebu Hurayra’dır (5374 hadis), ikinci sırada Abdullah İbn Ömer İbn Hattab (2630 hadis), üçüncü ise Enes İbn Malik (2286 hadis), sonra sırasıyla Hz. Aişe, Abdullah İbn Abbas, Cabir İbn Abdillah, Ebu Said el-Hudri gelir.

Yani sahabelerin hepsi ilimle uğraşmamıştır. İlimle uğraşanların da bir kısmı hadis, bir kısmı fıkıh, tefsir gibi ilimlere ilgi duymuştur. Mesela “kavlu Abâdile” diye meşhur sahabiler “Abdullah İbn Zubeyr, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer İbn Hattab, Abdullah İbn Amr İbnu’l As’dır.

Hadislerin sıhhatinin garantisi ise sahabelerin adalet vasfına sahip olmalarıdır. Sahabe Kur’an’da ve hadislerde övülmüştür. Ama Hz. Peygamber’den sonra siyasi karışıklıklar olarak başlayıp itikadi farklılaşmalara varan fırka ve mezheb çatışmalarında sahabenin bu özelliği adeta göz ardı edilmiştir.

Sahabe devrinde hadislerin yayılması fetihlerin yayılmasıyla gelişmiştir. Sahabeler de fetihlere katılıp fethedilen topraklarda yaşamaya başlamışlar ve ilk iş olarak yapılan iş ise Hz. Peygamberin yaptığı gibi mescit inşası olmuştur. İşte bu mescitler âlim sahabilerin önderliğinde ilim merkezleri olmuştur. Bunlar; Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır’dır. Medine’de Abdullah İbn Ömer, Mekke’de Abdullah İbn Abbas, Kufe’de Abdullah İbn Mesud, Mısır’da Abdullah İbn Amr İbni’l As, Basra’da Ebu Musa el-Eşarî ve Enes İbn Malik, Şam’da Muaz İbn Cebel medreselerin teşekkülüne rol oynamıştır. Bu sahabelerin rivayet ettikleri hadislerin sayısı ve onların ilimleri birbirine eş değildi, bu yüzden gittikleri bölgelerde kendi bildiklerini öğrettiklerinden bilmediklerini öğretememişlerdir ve böylelikle medreseler arasında farklılıklar olmuştur. Sahabe arasında sâdır olan bu ahkam ile ilgili ihtilafın sebepleri şunlardır; iki veya daha fazla manaya gelen lafızların olması yüzünden nassın bir manaya gelme ihtimalinin yanında başka bir manaya gelme ihtimalinin de olması, sahabelerin yaşadığı çevre ve ihtiyaçlarının farklı olması ama hadislerin sahabe devrinde tedvin edilmemiş olması yüzünden müştereken müracatı sağlamamasıdır. İşte bu ikincisi önem arzedip, insanların birbirinden hadis toplamak için seyahatlerin başlangıç sebebi olmuştur. Bu seyahat hareketleri bir taraftan hadislerin daha geniş ülkelere yayılmasını sağlarken diğer taraftan da hadis metninin değişik şekillerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Başta İslam dinine kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasi fırka, fıkhî mezhepleri vs. medhetmek, teveccühlere nail olmak gibi çeşitli sebeplerle hadis uydurma (mevzu) işine girişenler olmuştur.

Hz. Peygamber devrinde ve daha sonraki dönem olan dört halife devrinde hadis vaz’ının olmadığını söylemekle birlikte Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan Hz. Ali ve Muaviye arasında yaşanan çarpışmalarla devam eden karışıklıklar ve sonrasında yeni siyasi fırkalar zuhur etti; Havaric, Râfıza, Mürcie, Kaderiyye, Cehmiyye, Muşebbihe, Mümessile gibi. Bu tür ihtilafların yayılıp gelişmesinde İslam’ın Arap yarımadasını aşıp daha önce başka dinlere mensup olup bunların etkisini tam söküp atamayan veya zorunlu olarak Müslüman olup kin besleyen insanların topraklarında yayılmasının etkisi çoktur. Zaten yukarıda zikredilen fırkaların oluşumunun başlangıcı aslen Yahudi olan Abdullah İbn Sebe’nin faaliyetleri neticesidir. Ortaya çıkan bu oluşumlar görüşlerinin doğruluğuna halkı inandırabilmek için dini nasslara ihtiyaç duymuşlardır. Sahih hadiste bulamadıklarını uydurma yoluna gitmişlerdir. Hariciler bu işten sakınmışlardır, bu işte öne çıkıp öncülük edenler Şiiler olmuşlardır. Onları takip edenlere bir kapı açmışlardır. Irak’ta hadis uydurma o dereceye ulaşmıştır ki oranın hadislerine kuşkuyla bakılır hale gelmiştir. Bundan sonra hadiste seçicilik olabilmesi için faaliyetlere girişilmiş hadisin tahammül ve rivayet kaidelerini, ravilerin şartlarını, cerh ve ta’dil hükümlerini tespit eden bir ilim teşekkül etmeye başlamıştır.

Abbasiler döneminde, zındıklar, ravendiyye, mukanna’iyye, hurraniyye gibi ilhad hareketleri yoğunlaşmıştır. Bunun yanı sıra cebriyye (insan hiçbir şey yapmaya kadir değildir, fiillerinde mecburdur, Kur’an mahluktur), kaderiyye (insan kendi fiillerinin tam bir yaratıcısıdır), murci’e (kelimenin anlamı olan ertelemek, terk etmek anlamından imanla küfür ile ilgili hükmün Allah’a terki gerekir, iman artmaz eksilmez), mutezile (elmenzile beynelmenzileteyn formülü, iman ve küfür meselesinde murtekibul kebire mümin de kafir de değildir, yalnız şehadetleri batıldır, kaderin reddi vardır, Yunan felsefesi ile meşgul olmuşlardır, Kur’an’ın mahluktur, cehmiyye ve kaderiyye diye de anılırlar) gibi itikadi mezhepler ortaya çıkmıştır.

Hadis vaz’ının sebepleri; siyasi ihtilaflar, itikadi ihtilaflar, İslam düşmanlığı (Nesâi şöyle der: Hadis vaz’ı ile meşgul olan kezzâbun Medine’de İbn Ebi Yahya, Bağdat’ta el-Vâkıdî, Horasan’da Mukâtil İbn Süleyman ve Şam’da Muhammed İbn Saîd’dir), ırk, belde ve mezhep taassubu, hikayeciler ve vâizler.

Cerh ve ta’dile duyulan ihtiyaç ise daha sahabe döneminin sonlarından itibaren yani hadis vaz’ıyla birlikte başlamıştır. Beşeri zaafiyetler de diğer bir sebeptir (hadislerin hıfzedilerek muhafazasından yazıya geçildiği zamanlarda hadiste ehil olmayan kimseler de hadis işiyle meşgul olmuş ve hatalar yapabilmişlerdir). Tedvin döneminde hadis ravileri diyanetine taalluk eden adaleti, hadisi tahammül ve rivayetindeki dirayeti açısından incelemeye tatbik tutulmuşlardır.

Böylelikle sahih olan hadisin tarifi yapılırsa denir ki; râvileri âdil ve zâbıt, senedi muttasıl olandır. Ve hatta râvilerin birbirlerine adalet ve zabt derecelerinin üstünlüklerine göre sahih li zatihi ve sahih li gayrihi diye bile isimlendirilmişlerdir. Râvisi ne kadar güvenilir olursa olsun diğer rivayetlerden muhalif bir şekilde tek kalırsa buna da şâz adını vermişlerdir. Şâzlar da kabul görmemiştir. İsnadında sahabe atlanmışsa mürsel, sahabeden sonraki tabakalarda bir veya birkaç ravi atlanmışsa munkatı’ veya mu’zal isimlerini almıştır. Bir yalan üzerine ittifak edemeyecek bir çoğunluk tarafından rivayet edilen hadisler mütevatir diye adlandırılmıştır. Ve bunların doğrulukları kesindir. Bunların dışında doğru olup olmadıklarını tespit için birtakım karineler gereken hadiselere de âhâd denmiştir. Tek bir kişiyle gelen haber garib veya ferd, iki kişiyle gelen aziz, üç veya fazlasıyla gelen meşhurdur. Ve bunların sahih olup olmama konularıdır tetkike gerek duyulan. Bu tetkikler birinci asrın sonlarından itibaren sıkı bir şekilde ele alınmıştır.

Tedvine gelince cemetmek ve toplamak manasına gelir. Hadis hususunda tedvin, hadislerin iki kapak arasında bir kitap haline getirilmesidir. Yalnız tedvin kitabetten farklıdır. Kitâbet Hz. Peygamber ve sahabe döneminde, sahabe tarafından hadisleri yazma işiydi. Yani bazı sahabeler kendi hadislerini yazmışlardır. Tedvine gelince kendi hadislerinin yanı sıra belki başka sahabelerden hadisleri toplayarak biraraya getirmektir. Ömer İbn Abdilaziz’in emriyle hadis tedvinini ilk yapan isim olarak İbn Şihâb ez-Zuhri (Hicri 124) zikredilir, yani hicri birinci asrın sonu ikinci asrın başında.

Bir de tasnif var ki -üçüncü asırda ortaya çıkmıştır- o da, bu toplama işini yaparken hadisleri sınıflandırmaktır. Bu kitaplara musannaf denilmiştir. Beş grupta toplarız: a) siyer ve meğazi; Hz. Peygamberin sireti ve gazveleri ile ilgili haberler – hicretin birinci asrının sonuna doğru tasnif edilmeye başlanmıştır. b) sünen; fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkam hadisleri – ikinci asrın başlarında tasnif edilmeye başlanmıştır. c) câmiler; sünenlerdeki gibi ahkam hadisleriyle, siyer ve megazi konularını ve diğerlerini de kapsar – hicri ikinci asırda tasnif edilmeye başlanmıştır. d) musannaflar; câmi gibi bütün konuları kapsamayıp sünenlerden daha geniş bir muhteviyata sahiptir – ikinci asırda tasnif edilmişlerdir.

Tasnif işinin ravi isimlerine göre bir araya getirilenine müsned denilmiştir.

Bu tasnif çalışmalarına hız veren âmiller de hadislerin yazılması ve toplanmasını gerektiren âmillerden farklı değildir. Birkaçını sıralarsak:

a)     Siyer ve meğazi; el-Vâkıdî (Kitabu’l-Meğazi ve Kitabu’s-Sire), İbn Hişâm (Siret İbn Hişâm)

b)    Musned; Yûnus İbn Habîb (Musnedu’t-Tayâlisî), Ahmed İbn Hanbel (Musned)

c)     Sunen; zikrolunan sahihlik sırasıyla en-Nesâi (el-Muctebâ), Ebû Dâvûd (Sunen), et-Tirmizî (Sunen), İbn Mace (Sunen)

d)    Musannaf; Ebû Bekr İbn Ebî Şeybe (Musannaf)

e)     Câmi’ler; el-Buhârî (el-Câmi’u’s-Sahih), Muslim (el-Câmi’u’s-Sahih)

f)     Cüzler; Mustahrecler ve diğerleri

 


0 Yorum - Yorum Yaz


        1.KİTAB:TEFSİR TARİHİ(PROF.DR.İSMAİL CERRAHOĞLU)

      1.Kuran-ı Kerim Nasıl Bir Kitaptır?

      "Elif -Lam-Mim.Bu,o kitabtırdır ki ,kendisinde(ALLAH katından ğönderilmiş olduğunda)hiç şüphe yoktur.(O),Takva sahipleri için doğru yolun ta kendisidir."

       O'nun muhtelif yönleri ele alınarak yapılan pek çok tarifleri arasından en özlü olan bir tanesini sunabiliriz:Cebrail vasıtasıyla ,Hz.Peygambere vahiy yoluyla indirilmiş ,mushaflarda yazılmış,tevatürle nakledilmiş ,tilavetiyle taabbüd olunan ,kendine has özellikleri ihtiva eden ALLAH kelamıdır.

     2.Tefsir Ve Te'vil Kelimelerinin Anlamları

     Tefsir kelimesi "Fesr"veya taklip tarikıyla "Sefr" köklerinden "Tef'il" vezninde bir mastardır.Fesr beyan etmek ,keşfetmek ,izhar etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak ğibi manalarda kulanıkmaktadır.

     Emin el Huli :"Fesr"veya "sefr"kelimelerinin her ikisi de keşif manasınadır."Sefr"kelimesinde zahiri maddi bir keşif,"fesr"kelimesinde ise manevi bir keşif görürüz ve bunlardan gelen tef'il babı ise manayı keşf ve ızhardır"

     Tefsir kelimesi ıslah olarak "müşkil olan lafızdan murat edilen şeyi keşfetmektir."şeklinde tarif edilir.Fakat bu kapalılık kelamın sahibinden bir beyana muhtaç olur.Onun için hakiki tefsir,ALLAH ve RASÜLÜ'nün beyanı ile yapılandır.

     Te'vil kelimesi evl kökünden tef'il ölçüsünde yapılan bir mastardır.Kelimenin aslı geri dönmek(rucu')manasınadır.Tef'il babı ise açıklamak,beyan,tefsir gibi anlamlarda kullanılır.Istılah olarak,"zahiri mutabık olan manayı iki ihtimalden birine hamletmektir.

     2.KİTAP:HADİS TARİHİ(PROF.DR.TALAT KOÇYİĞİT)


0 Yorum - Yorum Yaz


  1.Hadisin Lugat Ve Istılah Manası

   Gerek lugat ve gerekse ıstılah yönünden hadis kelimesinin arzettiği manalar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur.


0 Yorum - Yorum Yaz


      

     Lugat yönünden ;kadim(eski)nin zıddı cedid (yeni)mansına gelen hadis aynı zamanda haber manasına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller,haber vermek,tebliğ ve nakletmek gibi manalarda kullanılır.

     Istılah yönünden hadis,umumiyet itbariyle Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla beraber,İslam uleması arasında yine aynı manada kullanılan kelimenin medlulunu tarif bahis konusu olduğu zaman,bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır.Buna göre ,bazı usul ulemasının tarifinde hadis,Hz.Peygamberin söz,fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur;bu bakımdan kelime aynı manada kullanılan sünnetin muradifidir.

    Bazıları da ,hadisi yalnız Hz. Peygamberin sözlerine tahsis etmişler ,başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir.

    2.HADİSİN DEĞERİ

    Hadisin sünnete müradif bir manaya sahip olarak sahabe devrinde ve mütaakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul edilirse ,İslam Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve dinin tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış olacaktırÇünkü İslam teşriinde sünnetin ,Kitap (Kuran)dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği ,bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır.

   


0 Yorum - Yorum Yaz


     3.KİTAP:İSLAM HUKUK FELSEFESİ(İLM-U USULİ'L FIKH)(DR.ABDU'L-VEHHAB HALLAF,ÇEV.PROF.DR.H.ATAY)

      Fıkhın Tarifi:fıkh,insanın sözleri ve işleriyle ilğili hususta nass bulunduğu zaman ,onlardan anlaşılan ,nass bulunmağı zaman diğer şeri delilllerden çıkarılan şer'i hükümlerin toplamından ibarettir.

     Buna ğöre şer'i terim olarak Fıkıh ilmi :Ameli(bedeni)işlerle ilğili hükümleri ayrı ayrı delillerinden elde eden ilimdir,ya da işlerle ilğili şer'i hükümlerin toplamıdır.

      Bilğinlerce işlerle ilğili şer'i hükümlerin kaynaklarının dört olduğu istikra yoluyla ortaya konmuştur:Kur'an,Sünnet,İcma ve Kıyas.Bu kaynakların esası ve ilk teşri' kaynağı Kur'an'dır.Sonra ğelen Sünet ,Kur'an'ın özet olanını açıklar ;ğenel olanını tahsis eder;mutlak olanını tayin(takyid) eder ve böylece onun açıllayıcısı ve tamamlayıcısı olur.

     Usulu'l-Fıkh,hükümlere delil olmaları bakımından şer'i delilller ve delillerden anlaşılmaları bakımından hükümlerle ilğili olan araştırmalar ve kaidelerden başka .her ikisine ait ek ve tamamlayıcı konulardan teşekkül eder.Buna ğöre .şer'i terim olarak Usulü'l-Fıkh ilmi şudur:Ayrı ayrı delillerden işlerle ilğili şer'i hükümlerin anlaşılmasına yarayan araştırma ve kaidelerin tümü...


0 Yorum - Yorum Yaz


        
İsrafil GÖK
Öğrenci No: (12952754)
Birleşik Doktora
 MUKAYESELİ TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ VE USULÜ  OKUMASI  A-TEFSİR  USULÜ VE TARİHİBütün mahlukatı yaratan Allah Teala bunlarla birlikte  insanı da yaratmış Kur’anın ifadesiyle yeryüzünün halifesi en mükerrem varlık yapmıştır. Her ne kadar insana iyiyi doğruyu bulma melekesini akıl melekesini verse de  “onu başıboş bırakmamıştır” insanlık tarihinin ilk zamanlarında suhuflar göndermiş iken ilerleyen zamanda son peygamber de içinde olmak üzere 4 tane büyük kitap göndermiştir. Yüce yaratan melek aracılığıyla kendilerine kitap verdiği elçilerine hikmeti de beraberinde öğretmiş insanlığı dünya ve ahretin mutluluğuna ulaştırmak için model insanlar olan hemcinslerinden peygamberler göndermiştir.Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış olan biz insanların dünyada varoluş sebebimiz ayeti kerimenin ifadesiyle Allaha kulluktur. Rabbimizi tanımak , ona kulluk etmemiz bizlerden istenmektedir. Ahir zaman ümmeti olan   bizleri aydınlatmak için yüce yaratan son kitap olan Kuran ı kerimi ve son peygamber Hz. Muhammed (sas)’ i göndermiştir. Kendisine kitap verilen peygamberin kitabın ayetlerini  teybin etmek yeni hükümler koymak gibi bazı görevleri de bulunmaktadır. Peygamberin bağlayıcı mahiyette olan hüküm ifade eden  söz eylem ve ikrarlarına hadis ilminde sünnet denir. Sahabe-i Kiram kuranla birlikte Hz. Peygamberin sözlerini eylemlerini de kaleme almış ve kaydetmişlerdir. Sahabe Kuran ayetleriyle birlikte ayetlerin bağlamı olan nuzül ortamlarını ve peygamberin tefsiri açıklamalrını da kayda geçirmişlerdir. Bir taraftan hadis ilmi diğer taraftan tefsir ilmi neşvü nema bulmuştur. Sekaleyn hadisinde de ifade edildiği üzere peygamber ümmetine iki emanet bırakmıştır. Allahın kitabı kuran ve peygamberin sünneti seniyyesi. Sahabe bir mesele ile karşılaştığında nasıl çözüm bulması gerektiğini peygamberden çok iyi öğrenmişti. Yemen’e muallim olarak gönderilen Muaz bin Cebel’in peygamberimizin sorduğu soruya cevabı çok önemlidir. Çözümü önce  Allahın kitabında ararım onda bulamazsam sünnete bakarım onda da bulamazsam ictihadda bulunurum. Şifahi tarzda başlayan Tefsir İlmi Hicri II:asrın yarısından itibaren yazıya geçirilerek tedvin edilip günümüze kadar gelmiştir. Kuran mesajının anlaşılmasına yönelik bu tarihsel sürece tefsir tarihi denir. Kaynak ların verdiği bilgiye göre tefsir ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak tedvin edilmiştir. Yüksek lisans ders döneminde görmüş olduğumuz hadis eserlerinde tefsir rivayetleri adlı dersten de bunu öğrenmekteyiz. Hadis mecmualarında “kitabu’t Tefsir” başlığı altında yer alıyordu Daha sonra müstakil bir ilim haline geldi. Sahabe Kuranın büyük kısmını nüzul ortamına şahit oldukları için anlıyorlardı, çok az bir kısmı ile ilgili hususları peygamberden varid olan rivayetlerden öğreniyorlardı. Örneğin Fetih suresinde geçen “yedullahi favga eydihim” Allahın eli Beyatü’r Ridvan’da peygamberle biat yapanların ellerinin üzerindedir. Ayetini sahabe gayet iyi anlamışken Allahın elinin mahiyetini hiç düşünmemiş ve tartışmamışlar bunun mecazi bir ifade olduğunu Allah resulüne biat edenleri Allahın  da onayladığını Allahın onlarla beraber olduğunu anlamışlarıdı. Ayetten kastedilen  mana da esasında budur. Ayette sanılanın aksine bir müteşabihat söz konusu değildir. Sonradan gelenler lafızdan mana çıkarma yoluna gitmişlerdir. Kuranın kuranla tefsirinin yanında  en mühim ikinci tefsir kaynağı Hz Peygamber’in sünnetidir. Tabiun ve sonrası dönemde tefsir ve yorum faaliyetleri arttı nüzul ortamını bilmedikleri için pek çok ayette tefsiri açıklamalara ihtiyaç duyuldu .Peygamber ve sahabe döneminde kuranın anlaşılması noktasında sorunla karşılaşılmıyordu, anlamadıklarında peygambere soruyorlarıd. Ancak bir taraftan İslam coğrafyasının genişlemesi yeni hadise fikir ve felsefi fikirlerin ve mezheplerin ortaya çıkması v e nübüvvet asrından uzaklaşıldıkça ayetlerin tefsri zorunlu hale geldi. İlkin rivayet tefsiri olarak başlayan tefsirlerin ardından dirayet tefsirleri ortaya çıktı. Sadece rivayetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere dayanılarak yapılan bir tefsirdir.Bu genel tasnifin dışında ilerleyen zamanda mutezili tefsir ve şia tefsirleri gibi mezhebi tefsir ekollerinin yanında günümüze kadar pek çok tefsir ekolü ortaya çıktı; İşari tefsir, Fıkhi tefsir, İlmi Tefsir İctimai tefsir bunlardan bazılarıdır.Sonuç olarak şunu diyebilirzi ki,Allahın kitabındaki ayetlerin tamamı aynı açıklıkta değildir. Mübhemi mücmeli müteşabihi var sahabe döneminde peygamberin açıklamaları yeterli sonraki dönemlerde kuranla ilgili bilinmeyenler arttı. Her ilmin nasıl bir disiplini ve usulu varsa tabii olarak tedvin ve sonrası dönemde Tefsir ilminin usulü ilkeleri yazılmaya başlandı. Tefsir usulü ilmi, Kuran tarihi kuran ilimleri ve tefsir tarihini içine alan bir ilimdir.  B-FIKIH  USULÜ VE TARİHİMutlak manada şari’ Allah’tır Hz. Peygamber efendimiz ise mecazen şaridir ayette ifade edildiği üzere hüküm koyma yetkisi kendisine verilmiştir. Yaşadığı dönemde teşrii yetkisini kullanmıştır. Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı Kuran ve Peygamberdir. Hanefilerin tanımından hareketle fıkhın tanımı; kişinin  fıkhı ameli bakımdan lehte ve aleyhte olan şeri hükümleri bilmesidir . Ameli hükümler ibadetler,Ahval-ı Şahsiyye Siyaseti şeriiyye ukubat siyer ve edeb olmak üzere kısımlara ayrılır.İnsan cemiyetleri gibi fıkıh ve usulu Peygamberimizden zamanımıza kadar  doğmuş, gelişmiş ve bugüne kadar ulaşmıştır. Fıkıh ilminin disiplin haline gelmesi tarihi gelişimi yedi devrede incelenebilir.1-Risalet devri 2-Raşid halifeler devri (bu iki devre İslam hukukunun doğuş ve hazırlanış evresidir) 3- Hicri I.asrın ortalarından itibaren fıkıh mekteplerinin ortaya çıktığı devir 4-Hicri II.asrın başlarından IV.asrın ortalarına kadar devam eden fıkıh usulü ilminin vazedildiği devir 5- mezhebler arası tercihin mezheble ilgili kaidelerin çıkarıldığı (tahric) hicri yedinci asrın ortalarına kadar devam eden duraklama devresi 6- Yedinci asrın ortalarından mecellenin hazırlandığı hicri 13.asıra kadar devam eden gerileme devresi7- Meceleden zamanımıza kadar süren “yeni devre”İslam hukuk tarihinde mezheblerin teşekkül devrinde ırakta rey ekolü hicazda da eser (hadis) ekolü ortaya çıkmıştır. Medinede şartlar ve  durumlar çok fazla değişmediği için fukaha ellerinde bulunan mevcut hadislerle meselelere çözüm bulmakta zorlanmıyorlardı. Irak bölgesinde ise coğrafya değiştiği yeni kültürlerle yeni şartlarla karşılaşıldığından kıyas istihsan gibi ictihada kapı aralayan yeni yollarla meselelere çözüm bulmaya çalışmışlardır. Mezheblerin teşekkül devrinde literatürde Sünni mezhepler olarak nitelendirilen meşhur dört imamın öğrencileri ve görüşleri fetvaları kitaplaşmış ve zamanla kurumlaşmıştır. Öte yandan mutlak müctehit olduğu halde Leys bin Sa’d, Taberi gibi bazı alimlerin müntesibleri olmamıştır. Bununla birlikte Sünni tanımlamanın dışında yer alan Zeydiyye Caferiyye zahiriye gibi ameli mezhepler de tarihsel süreç içerisinde gelişmiş ve günümüzde de hala varlığını devam ettirmektedir.Zamanın ilerlemesi, islamın farklı coğrafyalara yayılması yeni kültürlerle buluşma, dini metinlere farklı yaklaşım (zahiriye örneği) , siyasi ve itikadi fikirleri farklılığı farklı mezhebi ekollerin oluşmasına yol açmıştır. İmam Şafi, Mısır’a gittikten sonra önceki görşlerinin bir kısmından dönmüştür. Çünkü coğrafya şartlar ve zaman değişmiştir. Şafi’nini eski görüşlerine mezhebi kadim Mısır sonrası görüşlerine mezhebi cedid denilmektedirFıkıh Usulü , dinî metinlerin (Kur’an ve Sünnet) anlaşılması ve yorumlanması konusunda İslâm geleneği içinde müslümanlar tarafından oluşturulmuş yönteme ilişkin disiplindir. Fıkıh usulü, genel bir anlama ve yorumlama teorisi oluşturma gibi bir iddia taşımamakla birlikte böyle bir genel teori ve tefsir, hadis, kelâm gibi diğer disiplinler için dil, anlama ve yorumlama konusunda zengin bir bilgi birikimini ve çeşitli tartışmaları içermektedir. Usul tarihi açısından bakıldığında bu alanda iki yöntemin oluştuğu görülmektedir. Birincisi, mezhepler tarafından oluşturulan fıkhî birikime uygun bir yöntem tesis etme çabasında olan fakihlerin oluşturduğu “fakihler yöntemi” (tarîkatü’l-fukahâ); diğeri ise kendilerini herhangi bir mezheple kayıtlı görmeyen kelâmcıların oluşturduğu “kelâmcılar yöntemi”dir (tarîkatü’l-mütekellimîn). Ve bir de her iki metodu cem edenlerin yöntemidir. (memzuc meslek)
Fukahanın fıkıh anlayşı gibi fıkhi görüşlerin ictihadların  oluşmasına sebep olan usul anlayışları da birbirinden farklı olabilmektedir. Asli delillerin yanında fukaha ve usuliyyunun zaman zaman kullandığı feri deliller de ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Örneğin Hanefiler daha çok istihsan delilini kullanırken Şafiiler daha çok  istıshab deliline malikiler ise mesalihi mürsele delilini kullanmışlardır.
 C-HADİS  USULÜ VE TARİHİİslami ilimerin en eski olanı hadis ilmidir. Hz.Peygamberin Kuranı teybin eden dini manada bağlayıcı olan söz fiil ve takrirleri sahabe tarafından kayd altına alınarak yazılmaya başlanmış vahyin nazil olduğu dönemde Allah resulü kuran vahyi ile karışır endişesiyle   bir süre hadislerin kitabetini yasaklamış daha sonra buna müsaade etmiş  burada bulunan bulunmayan ulaştırsın buyurmuş. Kur’an-ın peygamberin açıklaması olmadan anlaşılması hatta  namazın bugün kıldığımız şekilde kılınması dahi mümkün değildir. Allah peygamberine kitabını indirirken  bu misyonu O’na yüklemiştir aksi halde peygaberi bir postacı konumuna indirgemiş oluruz. Peygamberden bize ulaşan rivayetler kuranın ilk tefsiridir. Hz .Peygamber hayatta iken  bazı sahabiler onun hadislerini yazarak “sahife” adı verilen küçük çapta kitaplar vücuda getirmişler. Hemmam bin Münebbih’in sahifesi bunlardan bir tanesidir. Hadis edebiyatının geçirdiği ilk aşama sırasıyla hıfz ,kitabet, tedvin ve tasniftir. Halife Ömer bin Abdülaziz’in emriyle tedvin edilen ilk hadis kitabı  İbn Şihab ez-Zuhri  tarafından hazırlanmıştır. Hicri I.asrın sonu ile II.asır hadislerin tedvin edildiği dönemdir. Hicri III.asır ise hadislerin bize ulaşma evrelerinden olan tasnif döneminin altın çağıdır. Buharinin Sahihi başta olmak üzere k.sitte’nin hadis külliyatlarının hazırlandığı devirdir. İslamda  hadis Kur'andan sonra ikinci sırada yer alan çok önemli bir dinî kaynak olmuştur. Aynı zamanda  Hadis ve sünnet, tefsir ve fıkhın vazgeçilmez kaynağıdır. Tedvin ve tasnif döneminde tefsir ilminin alt bilim dalları ulumu’l Kuran nasıl teşekkülettiyse   Dirayetü’l hadis olarak isimlendirlen cerh ve tadil, garibul hadis ilelül hadis  ilmi  gibi hadis ilminin  alt bilim dalları da oluştu ve tam bir disiplin haline geldi. Kur’anın farklı yorumları gibi, hadislerin de farklı yorumlarının yapılması, hadis imamlarının ve mezheb imamlarının hadis kriterlerinin farklı olması  hangi hadislerin kaynak kabul edileceği, hangilerinin edilmeyeceği gibi hususlar farklı mezhebi ictihadların oluşmasına yol açmıştır. Bu farklı tutum kendisini  fıkıh alanında Rey ehli olarak tanımlanan Hanefi mezhebi ile rivayetçi (veya hadis ehli) olarak bilinen Şafii, Maliki, Hanbelî mezhepleri olarak göstermiştir.Mezheb imamlarının ihtilafında mezheblerin teşekkülünde imamların hadis kriterlerinin farklı olması birinin sahih olarak değerlendirdiği bir hadisi  diğerinin zayıf  olarak değerlendirmesi ya da birine ulaşan bir hadisin diğerine ulaşmaması bununla birlikte usullerin farklılığı ictihadların farklılığına ve neticesinde farklı mezheblerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu farklılık Allah resulünün rahmet olarak ifade ettiği bir husustur . Bu manada gerek itikadi gerekse ameli mezheplerin oluşumu ve çeşitliliği bütün semavi dinler  için bir realitedir.Son olarak hadis ilmi ile ilgili şunu diyebiliriz; Kuranın Allah tarafından korunmuşluğu ve günümüze kadar ulaşması herkes tarafından  müsellem  bir gerçekliktir. Sahabe tarafından cem edilerek iki kapak arasında Mushaf haline getirilen ve istinsahı yapılan Kur’an-ı Kerim’in  yanında Sahabe, tabiun ve tebe-i tabiun Allah resulunün sünnetini dünyada eşi benzeri olmayan bir sened zinciri ve metin tenkidi süzgecinden geçirerek bizlere ulaştırmışlardır. Cenabı Mevla cümlesinden razı olsun..     
0 Yorum - Yorum Yaz

RECEP TURAN - 11912710    13.05.2013

İSLAM BİLİMLERİ’NDE BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

 

A.    BİLGİ VE BİLİM KAVRAMLARININ İÇERİĞİ

 

A.1. Bilginin Kavramsal İçeriği

Bilgi, kendi varlığının farkında olan insanın, kendisini, kendi iç dünyasında ve etrafında olup bitenleri, evreni anlama ve anlamlandırma çabasının sonucu olarak, bilinçlilik halini doğuran bilme faaliyetini anlamlı kılan, bilme eyleminin karşılığı olan her şeydir. İnsanın varlığını sürdürebilmesi, '' bilme ''sine bağlıdır. ''Bilme'' de ancak ''bilgi'' ile gerçekleşebilir. İnsanın insanlığını gerçekleştirmesi de, kültür ve uygarlık yaratması da, ancak bilgi ile mümkün olabilir.

 

İnsan, özne olarak bilen ve bilmeyi isteyen bir varlıktır. Kendini ve kendisi dışındaki şeyleri, nesneleri bilmek ister. Çünkü nesneler bilinmesi gereken şeylerdir. Öyle ise, nesne araştırılan şeydir, yani insan bilgisinin konusudıur. Dolayısıyla bilgi, özne ile nesne arasında kurulan bir bağdan doğmaktadır. İnsan bu bağı, bilgi edimleri (fiil/act) ile kurar. Yani bilgi özneden nesneye, insandan nesneye doğru yönelen bilinçlilik halidir. Bilgi fiilinin olabilmesi için öznenin bilgi konusuna yönelmesi şarttır. Çünkü yönelme olmadan bilgi olmaz. Bilginin elemanları, özne, nesne, öznenin duyularla elde ettiği duyu verileri, onların soyutlanmasından elde edilen kavramlar ve bu kavramlardan kurulan yargılardır.

ÖZNE (İNSAN) ……1……..NESNE (VARLIKLAR) ………2………BİLGİ

 

A.2. Bilimin Kavramsal İçeriği

Kaynak ve aidiyet açısından açısından bilginin sağlamlığı, güvenilir ve sağlam bilgiye ulaşabilmenin ön kuşulu gibidir. Bilimsel bilgi, birikimli bir bilgidir ; bütün bilim dallarında daha önce oluşmuş birikimin üzerine yeni bir şeyler ilave edilerek yeni bilgiler, teoriler üretilir. Her bilim adamı, tutarlı ilmi faaliyet için, öncelikle sahip olduğu, üretim için esas alacağı bilginin kaynağını iyi bilmek zorundadır. Çünkü, kaynağı bilinmeyen bilginin içerik bakımından sağlıklı bir değerlendirilmesini yapmak her zaman mümkün olmaz.

 

İçerik açısından bilginin sağlam olup olmadığı tespit edilmeden, bilginin bilimselliğinden söz etmek mümkün değildir. Müslümanlar, on dört asırlık zaman diliminde, hayatın bütün alanlarından hiç de küçümsenemeyecek bir birikim oluşturmuşlardır. Bu birikimin her ne kadar Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis gibi üretildiği alanların bir kısmı belli ise de, bu dar alanlarda bile, malumat-bilim ayrımını gerçekleştirebilmek pek mümkün değildir. O halde “doğru yöntem”, bize, ulaşabildiğimiz bilginin içerik açısından vahyi bilgi-beşeri bilgi şeklinde tasnifi işimizi büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. Bu durumda, beşeri bilginin içeriğinin sağlamlığının araştırılmasının önünde hiçbir engel kalmamaktadır.

 

Kavramların güvenilirliği sorunu, İslam Düşünce Tarihi'nin en temel problemlerinden birisidir. Özellikle toplumsal boyut taşıyan kavramların, mezheplere, gruplara, cemaatlere verilen isimlerin tarihsel akış içerisinde nasıl anlam değişikliklerine uğradıkları, ve nasıl keyfi olarak kullanıldıkları zaman zaman gözden kaçırılmıştır. Bunun sebebi, belki de '' süreç '' mantığının çok fazla önplana çıkmayışı olabilir. İslam Bilimleri dediğimiz bütün alanlarda, öncelikle kavramlar konusuna özen göstermek, İslam Düşüncesinin tarihi seyrini anlamayı kolaylaştıracağı gibi, Müslümanların bilim dünyasına yapmış oldukları katkının ortaya çıkmasına da imkan sağlayacaktır.

 

 

Nesnel olgu-nesnel olgu arasındaki ilişkinin gözardı edilmesi, zaman, mekan ve fikir kaynamasının farkında olunmaması, müslümanların mevcut birikimini doğru değerlendirmeyi güçleştiren bir husustur. Hiçbir fikir, görüş ve düşünce boşlukta doğmaz; her fikrin mutlaka sosyal, siyasal, teolojik, felsefi vb. dayanak noktaları, ya da beslenme kaynakları ve oluştukları ortamları vardır. İslam Bilimlerinin hangi dalında araştırma yapılırsa yapılsın, kavram konusuna ve '' olay-olgu '' ilşkisine dikkat edilmediği sürece, geçmiş hakkında doğru bilgi sahibi olmak, pek mümkün olmayacaktır. Bu da ancak, İslam Bilimleri alanında metodoloji konusunda bir ortak paydanın sağlanması ile gerçekleştirebilir.

                                                     DEĞERLENDİRME-1                                              OLGU-1

OLAY……………………….  DEĞERLENDİRME-2…………………………..  OLGU-2

                                                     DEĞERLENDİRME-3                                              OLGU-3

 

B.    İSLAM BİLİMLERİNİN TANIMI

 

İlim genel anlamda, kendine özgü hedefleri, temel önermeleri, araştırma alan ve yönetmeleri olan ve bir disiplini oluşturan düzenli bilgi şeklinde tanımlanır. İlk dönemlerde Müslümanlar tarafından başlangıçta parça parça ve belli konularda düzensiz bir şekilde ortaya konulan bilgilerin veya ilmi faaliyetlerin, daha sonra kendine özgü hedefler ve temel önermeler oluşturarak ve belli yöntemler kullanarak düzenli bilgiye veya bağımsız ilmi disiplinlere dönüşmesiyle islam bilimlerinin kurumsallaşmaya başladığı görülmektedir. Başka bir deyişle islam bilimi veya bilimlerinin doğası ve tarzı bu aşamadan itibaren kendi öz kimliğine ve farklı karakterine kavuşmaktadır. Dolayısıyla islam bilimleri temelinde amacında yaklaşımında alanına ve tutumunda kendine özgüdür. Aslında müslümanların sadece İslam’ı anlamaya-yorumlamaya- savunmaya- yaşamaya yönelik ilmi faaliyetlerde bulunmadıkları buna ilaveten insan kapasitesinin kavrayabildiği bütün bilgi alanlarına yöneldikleri ve her alanda ilmi faaliyette bulundukları bir gerçektir. Genel anlamda belli metotlar kullanarak elde edilen savunulabilir sistemli bilgi için kim tarafından üretilirse üretilsin herhangi bir nitelemede bulunmaksızın ilim veya bugünkü tanımıyla bilim kavramı kullanılabilir. Bu anlamda bilim evrenseldir ve tüm insanlık için ortak kullanım sahasına sahiptir.

 

İslam bilimleri olarak görülebilecek disiplinler kelam, fıkıh ve fıkıh usulü, tefsir ve hadistir. Bu bilimler, din olarak doğrudan İslam’a ait inanç, ibadet,  ahlak, haram-helal konularını incelemektedir. Hz. Peygamber’in hayatı (siyer) ve sonraki islam tarihi, tarih boyunca ortaya çıkan düşünce ekollerini inceleyen mezhepler tarihi, islam bilginlerinin hayatını ele alan rical tarihi ve dini metinlerin anlaşılmasında kullanılan arap dili ve belağatı islam bilimleri çerçevesine dahil edilmektedir.

 

İSLAM BİLİMLERİ/DİSİPLİNLERİ

 

      islam tarihi                                                                        rical tarihi

       Sünnet/hadis

İlahi vahiy/Kur’an

fıkıh                               kelam

 

    mezhepler tarihi                                                           arap dili ve belağatı

 

 

 

 

 

C.    İSLAM BİLİMLERİNİN TASNİFİ

İslam düşüncesinde bilimlerin kurumsallaşmasını ve gelenek oluşturmasını sağlayan belli konu ve bilimlere ait eser yazma geleneği üç aşamada gelişmiştir.

1. devre: en kolay ve basit evredir. Bu bir görüşün, bir hadisi veya önemli bir sözün müstakil bir sahifede kaydedilmesinden ibarettir.

2. devre: herhangi bir konudaki benzer görüşlerin veya hz. Peygamberin hadislerinin bir kitapta toplandığı, tedvin edildiği devredir. Bu arada bir kitapta toplanan fıkha ve tefsire dair haberlere de rastlanır.

3. devre: tasnifle zirveye ulaşan devredir. Çünkü bu dönemde görüşler ve yazılanlar sıralanmış, düzenlenmiş ve belli konular ve özellikler çerçevesinde dizilmiştir. Müslümanlar bu üçüncü devreye Abbasilerin 1. asrında ulaştılar. Daha önceleri alimler hafızalarından konuşuyorlar veya münferit bir konudaki bilgileri bir risalede topluyorlar veya ilmi, çeşitli sahifelerden naklediyorlardı. bu durum hicri 150’lere kadar devam etmiştir. Müslüman alimlerin tefsir, hadis, fıkıh, arapça, tarih ve megazi kitaplarını tasnife başlamaları bu zaman rastlar.

 

İslam düşüncesinde bilimlerin tasnif edilmeye başlandığı 3. asrın sonları ile 4. asrın başlarına kadar pekçok siyasi ve itikadi mezhepler oluşmuş ve farklı görüşleri destekleyen çok sayıda kelami eser kaleme alınmıştır. İlimlerin tasnifinden önceki dönemde yazılan eserlerin büyük bir kısmı hadis, fıkıh ve kelamla ilgiliydi. İlim kavramının sıklıkla kullanıldığı ve merkezi bir yer işgal ettiği eserleri başında hadis literatürü gelmektedir. Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur’an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır. Fakat sonraları hadis taraftarlarınca ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı. Fıkıh, kelam ve tefsir terimleri daha sonraki dönemlerde bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar. Aristo’nun eserlerinin arapçaya tercümesiyle birlikte islam dünyasında sistemli dini bilginin dışında müslümanlara ait olmayan biliginin varlığı anlaşıldı ve felsefe ve diğer yabancı bilimler de “ilimler” sınıfına dahil edilidi. Bu sayede önceleri islam dini hakkındaki bilgiler anlamında kullanılan “ulûm” terimi, bilimler ve ilmi disiplinler manasına gelmeye başlamıştır.

 

Nakli/dini İlimlerden tesfir, esas itibariyle Kur'an ilimleri denilen çeşitli disiplinlerin birikimi üzerine inşa edilmiş olduğundan bu ilimler tefsir ilmi için bir bakıma usule ait disiplinlerdir. Tesir ilmi literatürü, kendi içinde rivayet ve dirayet tefsirleri olmak üzere iki kategoride değerlendirilmiştir. Hadis ilmi de rivayetü'l-hadis ve dirayetü'l-hadis (ulümü'l-Hadis) şeklinde ikiye ayrılır. Ulümü'l- Hadis tabiri, Kur'an ilimleri gibi Hadis usülünün temel disiplinlerini oluşturmaktadır. Fıkıh İlmi, şeri-ameli hükümlerin furu denilen ayrıntılı kısmını incelerken fıkıh usülü, bu feri hükümlerin kesinlik ifade eden icmali delillerden nasıl çıkarılacağını ortaya koyar. Fıkıh usülü içinde alt disiplinler arasında cedel ve hilaf ilmi ve feraiz gibi disiplinler de vardır. Usülü'd-Din de denilen Kelam ilminin bölümleri ise, zaman içinde felsefeyle iç içeliğinin sonucu olarak felsefi ilimleri andırır biçimde şekillenmiştir.

 

D.    İSLAM BİLİMLERİ (ÖZELDE TEFSİR, HADİS VE FIKIH)’ NİN TARİHSEL BAĞLAMDA DEĞERLENDİRİLMESİ

 

Dini İlimlerin omurgasını oluşturan tefsir-hadis-fıkıh sahasındaki ilmi faaliyetler Medine döneminde ve Emevi çağının başlangıcında, temelde Kur'an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştı. Emevilerin sonları ve Abbasilerin birinci döneminde, alimlerin çoğunluğu, dini ilimlerle meşgul oldu. Bu asırda iki tür ekol ortaya çıktı. Birinci grubun ilmi çalışmalarında, nakilcilik ve mevcut ilmi birikimi öğrenip aktarmak hakim idi. Bunlara Ehl-i Hadis denirdi. İkinci grubun çalışmalarında ise, yeni görüşler ve akli temellendirmeler üretme anlayışı hakimdi. Bunlara da akılcı denirdi. İslam bilimleri, bu iki ekolün gayretleri ve çalışmalarıyla oluşmaya başladı.

 

Bu sebeple İslam düşüncesinde yaklaşık h.143 yılı İslam bilimlerinin oluşmasının ve tedvin faaliyetinin başlangıç tarihi olarak belirlenmiştir. H.136-150 yılları arasında hilafet makamında oturan Abbasi halifesi Mansur döneminde bizzat devletin gözetiminde başlatılan faaliyetlerdir. Bu çalışmalar, Mansur sonrası İslam toplumunun sosyal ve düşünsel hayatının yaklaşık bir asrına damgasını vurmuştur. Bu bir asrı aşkın hummalı düşünsel faaliyet dönemi Tedvin Asrı olarak adlandırılmaktadır. (Eğer tedvinden sırf bazı meseleleri kaydetmek kastedilirse bunun için oldukça gerilere, ilk halifelerin ve Allah'ın Resulünün dönemine gitmek gerekir.)

 

Tedvin faaliyetinin başladığı belli başlı ilk şehirler veya kültür merkazleri Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen'dir. Ellerinde yazılı belgeler ve zihinlerinde İslam mirasını taşıyan alimler, daha çok buralarda toplanmışlardı. Ancak onların sahip olduğu miras, belli konulara göre ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış düzensiz bilgi, haber ve yorumlardan oluşuyordu. Bu alimlerin çalışmalarıyla, bu bilgi birikimi ele alınarak konularını konularına göre ayrılmaya ve düzenlemeye başlandı. Bu düzenleme ve sınıflandırmalar sonucunda, mevcut bilgiler tefsir, hadis, fıkıh, kelam, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edildi. Alimler, bu dönemde hakim olan bir yöntem olarak, '' hafızalardan ve ellerindeki tertip edilmemiş sahih sahifelerden rivayette bulunmak suretiyle bu ilimleri oluşturuyorlardı. Bu dönemde alimlerin ellerinde bulunan yazılı metinler, düzenli ve gereken konu bütünlüğü, gözetilerek yazılmış metinler değildi. Burada önemli olan husus, ilmin üretilmesi değil, ilmin tedvin edilmesi ve bablara ayrılmasıdır. Bu yüzden ilmin tedvininden şu anlaşılmaktadır: Ortada teşekkül etmiş, hazır bir ilim vardır. Tedvin yapacak (=müdevvin) alime düşen görev; neredeyse bu ilmin toplanması ve sınıflandırılmasıyla sınırlıdır. İlim kavramı o dönemde genellikle hadis ve ona bağlı tesfir ve fıkıh için kullanılıyor idiyse de lügat, meğazi ve benzeri yardımcı bilim dalları için de ilim ifadesi kullanılabilir. Bu bağlamda temelde ortak zemin ve çerçeveye sahip disiplinler bu dönem itibariyle belli başlı kategorik disiplinler haline gelmiştir.

 

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Abdullah ARSLAN-12912771-Yüksek Lisans-MUKAYESELİ TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ VE USULÜ  OKUMASI

                TEFSİR TARİHİ: Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilen bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen faaliyete tefsir denir. Hicri ikinci asrın yarısında başlayıp bugüne kadar devam edegelmiştir.

                Kur’an’ı Kerim’i ilk tefsir eden Hz. Peygamberdir. Hz. Muhammed, Kur’an tefsirinin aslı ve esasıdır. O mutlak olarak, İnsanlar içinde, Kur’an’ı en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu yüzden, Hz. Peygamber, Yüce Allah tarafından Kur’an diliyle kendisine gelen vahiyleri diğer insanlara duyurmak (tebliğ) ve onlara açıklamakla (teybin)ile vazifelendirilmiştir.

                Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ait olan hadis ilmi Kur’an tefsirinde en önemli kaynak kabul edilmiştir. Kur’an’daki hükümlerin ekserisi genel olduğundan, bu hükümleri açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur. Bu bakımdan başlangıçtan beri, Hz. Peygamberin hadisleri, İslam teşriinin ve Kur’an tefsirinin ikinci kaynağı olmuştur. Hz. Peygamberin hadisleri dikkatle takip edilerek, onları hafızalarda tutmaya ve toplamaya önem verilmiştir.

                Sahabe tefsirde öne çıkanları; Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ubey b. Ka’b, Hz. Ali’dir.

                Tabiin döneminde ise tefsirde medreseler oluşmuştur.

                a) Mekke Medresesi; kurucusu Abdullah b. Abbas’tır. Arap şiirini tefsirde kullanmıştır. Talebeleri; Mücahid b. Cebr, İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi Rabah. Mücahid akli tefsir uygulayanların ilki olarak kabul edilmektedir.

                b) Medine Medresesi; Medine’nin en büyük âlimlerinden olan Ubey b. Ka’b’ın öğrencileri; Ebu’l Aliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazi, Zeyd b. Eslem’dir. Rey ile tefsirde öne çıkan Zeyd b. Eslem’dir.

                c) Kufe Medresesi; kurucusu Abdullah b. Mesud’dur. Onun medresesi rey medresesi olarak nitelendirilmiştir. Öğrencileri Alkame b. Kays, Mesruk b. Ecda, Esved b. Yezid, Mürretü’l-Hemedani, Amiru’ş-Şabi, el-Hasan el-Basri, Katade b. Diame. Tabiin döneminin müfessirlerinin çoğu mevalidendir, yani Arap olmayanlardandı.

                Bu dönemde içtihadın boyutları genişlemiş, itikadi ve ameli mezheplerin temelleri atılmıştı. Bu dönemde Kur’an baştan sona tefsir edilmiş, kelimelerin izahına geniş geniş fıkhi açıklamalara, şiirle istişhad metoduna ve israiliyat haberlerine yer verilmiştir. Tefsirde tedvin bu dönemde gerçekleşmemiş ama medreselerle ekolleşme başlamış oldu. Tefsir ilk olarak hadis ilminin bir kolu olarak tedvin edilmiştir. Kur’an’ı bir bütün olarak baştan sona tefsir eden ilk şahıs Mukatil b. Süleyman’dır. Tedvin döneminin ilk tefsirlerinin ortak özellikleri dilbilimsel tefsirler olmalarıdır.

Tefsir çeşitleri: iki ana başlıkta zikredebiliriz; mevzii ve mevzui tefsirler.

a)      Mevzii tefsir; müfessirin Kur’an’daki sure sıralamasını esas alarak her ayeti birer birer açıklamasıdır. İcmali tefsirde müfessir, ayetleri kelimeden hareket ederek literal bir okumayı esas alır, ilahi mesajın ne olduğunu tespit cihetine gitmez. Lafızlardan yola çıkarak ilahi iradenin maksadını ortaya koymaya çalışan yorum eksenli tefsirdir.

Bunlar rivayet ve dirayet tefsirleridir.

-Meşhur rivayet tefsirleri ve müfessirleri; et-Taberi / Camiu’l Beyan,  el-Begavi / Mealimu’t-Tenzil, İbn Atiyye el-Endülüsi / el-Muharraru’l Veciz, İbnü’l Cevzi / Zadu’l-Mesir, İbn Kesir / Tefsiru’l Kur’ani’l-Azim, es-Suyuti / ed-Dürrü’l-mensur.

-Dirayet Tefsiri; yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp, dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere dayanılarak yapılan tefsirdir. Buna rey ve akli tefsir de denilir. Önce rivayet kaynaklarına başvurulur, buradan elde edilen bilgi akıl süzgecinden geçirilir. Buna ek olarak ilm-i mevhibeye de ihtiyaç duyulur.

Dirayet tefsirinde, öncelikle lugat, sarf, nahiv, iştikak, beyan, bedii, meani, kıraat, usulu-d-din, usûl-i fıkıh, esbâb-ı nüzul, nesih-mensuh gibi ilimlerinin bilinmesi, ön yargılı olunmaması, Kur’an’da kullanılan Arapça’nın bugünkü Arapça olmadığının farkında olunması, kendi şahsı arzu ve isteklerine göre hareket edilmemesi, hususlarına riayet edilmelidir.

Dirayet tefsirlerinin öne çıkan isimleri; er-Razi / Mefatihu’l gayb, el-Beyzavi / Envaru’t-Tenzil, en-Nesefi / Medariku’t-Tenzil, eş-Şirbini / es-Siracu’l-Münir, Ebussuud Efendi / İrşadu’l akli-s-selim, Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili.

b)      Mevzui Tefsir; konulu tefsir de denilebilir. Kur’an’daki herhangi bir meseleyi -inanç, toplum, hayat, evren vb.- araştırma konusu yaparak değişik surelerde zikredilen nassları nüzul sırasına göre ele alıp usulüne uygun bir şekilde incelemek suretiyle onun pratik hayata uygunluğunu ortaya çıkarmaktır. Hz. Peygamberin uygulamış olduğu, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri metodunu çağrıştırır.

 

                FIKIH USULÜ VE TARİHİ: Mutlak manada şari’ Allah’tır. Hz. Peygamber efendimiz ise mecazen şaridir. Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı Kuran ve Peygamberdir.

                Fıkıh ilminin disiplin haline gelmesi tarihi gelişimi yedi devrede incelenebilir.

1-Risalet devri. 2-Raşid halifeler devri (bu iki devre İslam hukukunun doğuş ve hazırlanış evresidir).   3- Hicri I.asrın ortalarından itibaren fıkıh mekteplerinin ortaya çıktığı devir. 4-Hicri II.asrın başlarından IV.asrın ortalarına kadar devam eden fıkıh usulü ilminin vazedildiği devir.  5-Mezhebler arası tercihin mezheple ilgili kaidelerin çıkarıldığı (tahric) hicri yedinci asrın ortalarına kadar devam eden duraklama devresi.  6-Yedinci asrın ortalarından mecellenin hazırlandığı hicri 13.asıra kadar devam eden gerileme devresi. 7-Meceleden zamanımıza kadar süren “yeni devre.”

                İslam hukuk tarihinde mezheplerin teşekkül devrinde ırakta rey ekolü hicazda da eser (hadis) ekolü ortaya çıkmıştır. Medine’de şartlar ve durumlar çok fazla değişmediği için fukaha ellerinde bulunan mevcut hadislerle meselelere çözüm bulmakta zorlanmıyorlardı. Irak bölgesinde ise coğrafya değiştiği yeni kültürlerle yeni şartlarla karşılaşıldığından kıyas istihsan gibi ictihada kapı aralayan yeni yollarla meselelere çözüm bulmaya çalışmışlardır.

                Mezheplerin teşekkül devrinde literatürde Sünni mezhepler olarak nitelendirilen meşhur dört imamın öğrencileri ve görüşleri, fetvaları, kitaplaşmış ve zamanla kurumlaşmıştır. Öte yandan mutlak müçtehit olduğu halde Leys bin Sa’d, Taberi gibi bazı âlimlerin müntesipleri olmamıştır. Bununla birlikte Sünni tanımlamanın dışında yer alan Zeydiyye, Caferiyye gibi ameli mezhepler de tarihsel süreç içerisinde gelişmiş ve günümüzde de hala varlığını devam ettirmektedir.

                Fıkıh Usulü, dinî metinlerin (Kur’an ve Sünnet) anlaşılması ve yorumlanması konusunda İslâm geleneği içinde Müslümanlar tarafından oluşturulmuş yönteme ilişkin disiplindir. Fıkıh usulü, genel bir anlama ve yorumlama teorisi oluşturma gibi bir iddia taşımamakla birlikte böyle bir genel teori ve tefsir, hadis, kelâm gibi diğer disiplinler için dil, anlama ve yorumlama konusunda zengin bir bilgi birikimini ve çeşitli tartışmaları içermektedir.

Usul tarihi açısından bakıldığında bu alanda iki yöntemin oluştuğu görülmektedir. Birincisi, mezhepler tarafından oluşturulan fıkhî birikime uygun bir yöntem tesis etme çabasında olan fakihlerin oluşturduğu “fakihler yöntemi” (tarîkatü’l-fukahâ); diğeri ise kendilerini herhangi bir mezheple kayıtlı görmeyen kelâmcıların oluşturduğu “kelâmcılar yöntemi”dir (tarîkatü’l-mütekellimîn). Ve bir de her iki metodu cem edenlerin yöntemidir. 

Fukahanın fıkıh anlayışı gibi fıkhi görüşlerin içtihatların oluşmasına sebep olan usul anlayışları da birbirinden farklı olabilmektedir. Asli delillerin yanında fukaha ve usuliyyunun zaman zaman kullandığı feri deliller de ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Örneğin Hanefiler daha çok istihsan delilini kullanırken, Şafiiler daha çok istıshab delilini, Malikiler ise mesalihi mürsele delilini kullanmışlardır.

                HADİS TARİHİ: Sünnet İslam’ın teşriinde Kitaptan sonraki ilk kaynaktır. Allah Teala Hz. Peygamberi Kur’an’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş fakat rekâtların adedi, şekli ve vakitleri Kur’an’da beyan edilmemiştir. Hz. Peygamber en geniş manasıyla teşrii kuvveti elinde bulunduran otorite olarak kabul edilmiştir. Herhangi bir ihtilaf veya hâdise zuhur etse Allah Teala elçisine hükmü bilinmek istenen mesele hakkında bir veya birkaç ayet indirmiştir. Eğer ayet inmemişse Hz. Peygambere içtihatta bulunmuştur. Beşer olarak hataya düştüğü noktalar vahiy yoluyla tashih edilmiştir.

                İlk Müslümanlar Hz. Peygamberi örnek alarak hayatlarını onun talimatına uygun olarak düzenlediklerinden erkek olsun kadın olsun ondan ilim almaya önem vermişler, ondan topladıklarını büyük bir titizlikle muhafaza etmeye çalışmışlardır. Böylelikle denebilir ki hadis tedvini daha Hz. Peygamber döneminde başlamıştır. Bu toplama işi hafızaya tevdi edilmiş yazıdan istifade etmek mümkün olmamıştır. Hz. Peygamber hadis rivayetini teşvik etmiştir. Hz. Peygamberin sağlığında hadislerin tahrifi söz konusu olamamıştır. Sahabe arasında çok hadis rivayet etmek pek hoş görülmemiştir. Yanılmaktan korkmak onları bu işten alıkoymuştur.

                Hadislerin ilk kaynağı sahabedir. Medine’de hicretten hemen sonra yapılan sayımda erkek-kadın, ihtiyar herkesi şamil olan 1500 sahabe sayısı açıklamaktadır. Hz. Peygamberin vefatı esnasında bu sayının 60.000 civarında olduğu rivayetler arasındadır. Ama bütün bu zikredilen sahabenin hadis rivayet ettiği söylenemez. Bazı rivayetlere göre hadis rivayet eden sahabe sayısı 1300 veya 1060 civarındadır. En çok hadis rivayet eden sahabi Ebu Hurayre’dır (5374 hadis), ikinci sırada Abdullah İbn Ömer İbn Hattab (2630 hadis), üçüncü ise Enes İbn Malik (2286 hadis), sonra sırasıyla Hz. Aişe, Abdullah İbn Abbas, Cabir İbn Abdillah, Ebu Said el-Hudri’dir.

                Hadislerin sıhhatinin garantisi ise sahabelerin adalet vasfına sahip olmalarıdır. Sahabe Kur’an’da ve hadislerde övülmüştür.

                Sahabe devrinde hadislerin yayılması fetihlerin yayılmasıyla gelişmiştir. Sahabeler de fetihlere katılıp fethedilen topraklarda yaşamaya başlamışlar ve ilk iş olarak yapılan iş ise Hz. Peygamberin yaptığı gibi mescit inşası olmuştur. İşte bu mescitler âlim sahabilerin önderliğinde ilim merkezleri olmuştur. Bunlar; Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır’dır. Medine’de Abdullah İbn Ömer, Mekke’de Abdullah İbn Abbas, Kufe’de Abdullah İbn Mesud, Mısır’da Abdullah İbn Amr İbni’l As, Basra’da Ebu Musa el-Eşarî ve Enes İbn Malik, Şam’da Muaz İbn Cebel medreselerin teşekkülüne rol oynamıştır. Bu sahabelerin rivayet ettikleri hadislerin sayısı ve onların ilimleri birbirine eş değildi, bu yüzden gittikleri bölgelerde kendi bildiklerini öğrettiklerinden bilmediklerini öğretememişlerdir ve böylelikle medreseler arasında farklılıklar olmuştur.

                Başta İslam dinine kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasi fırka, fıkhî mezhepleri vs. methetmek, teveccühlere nail olmak gibi çeşitli sebeplerle hadis uydurma (mevzu) işine girişenler olmuştur. Irak’ta hadis uydurma o dereceye ulaşmıştır ki oranın hadislerine kuşkuyla bakılır hale gelmiştir. Bundan sonra hadiste seçicilik olabilmesi için faaliyetlere girişilmiş hadisin tahammül ve rivayet kaidelerini, ravilerin şartlarını, cerh ve ta’dil hükümlerini tespit eden bir ilim teşekkül etmeye başlamıştır. Tedvin döneminde hadis ravileri diyanetine taalluk eden adaleti, hadisi tahammül ve rivayetindeki dirayeti açısından incelemeye tatbik tutulmuşlardır.

                Böylelikle sahih olan hadisin tarifi yapılırsa denir ki; râvileri âdil ve zâbıt, senedi muttasıl olandır. Ve hatta râvilerin birbirlerine adalet ve zabt derecelerinin üstünlüklerine göre sahih li zatihi ve sahih li gayrihi diye bile isimlendirilmişlerdir. Râvisi ne kadar güvenilir olursa olsun diğer rivayetlerden muhalif bir şekilde tek kalırsa buna da şâz adını vermişlerdir. Şâzlar da kabul görmemiştir. İsnadında sahabe atlanmışsa mürsel, sahabeden sonraki tabakalarda bir veya birkaç ravi atlanmışsa munkatı’ veya mu’zal isimlerini almıştır. Bir yalan üzerine ittifak edemeyecek bir çoğunluk tarafından rivayet edilen hadisler mütevatir diye adlandırılmıştır. Ve bunların doğrulukları kesindir. Bunların dışında doğru olup olmadıklarını tespit için birtakım karineler gereken hadiselere de âhâd denmiştir. Tek bir kişiyle gelen haber garib veya ferd, iki kişiyle gelen aziz, üç veya fazlasıyla gelen meşhurdur.

                Ömer İbn Abdilaziz’in emriyle hadis tedvinini ilk yapan isim olarak İbn Şihâb ez-Zuhri (Hicri 124) zikredilir, yani hicri birinci asrın sonu ikinci asrın başında.

                Bir de tasnif var ki -üçüncü asırda ortaya çıkmıştır- o da, bu toplama işini yaparken hadisleri sınıflandırmaktır. Bu kitaplara musannaf denilmiştir. Beş grupta toplarız: a) siyer ve meğazi; Hz. Peygamberin sireti ve gazveleri ile ilgili haberler – hicretin birinci asrının sonuna doğru tasnif edilmeye başlanmıştır. b) sünen; fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkam hadisleri – ikinci asrın başlarında tasnif edilmeye başlanmıştır. c) câmiler; sünenlerdeki gibi ahkam hadisleriyle, siyer ve megazi konularını ve diğerlerini de kapsar – hicri ikinci asırda tasnif edilmeye başlanmıştır. d) musannaflar; câmi gibi bütün konuları kapsamayıp sünenlerden daha geniş bir muhteviyata sahiptir – ikinci asırda tasnif edilmişlerdir. Tasnif işinin ravi isimlerine göre bir araya getirilenine de müsned denilmiştir.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Hacı Turan DEMİRCİOĞLU-12912775-Yüksek Lisans

TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ BAĞLAMINDA

TEFSİR TARİHİ: Kuran insanlığa doğru yolu göstermek için indirilen ilahi bir metindir. Bu ilahi metni anlamak ve açıklamak yolunda Arap dili belagatı ile ilgili bitin araçların kullanılıp, ayetleri çevreleyen tarihsel şartlar da dikkate alınarak Allah’ın muradının kitap ve sünnet çerçevesinde ortaya çıkarılmasıdır. 23 senelik bir uygulama süresi içinde tedricen indirilen Kuran tefsirine hicri ikinci asrın yarısından itibaren yazıya geçirilerek günümüze kadar gelmiştir. Kuran mesajının anlaşılmasına yönelik bu çalışma tarihsel bir süreci oluşturmaktadır. Buna (TEFSİR TARİHİ) denir.

İlk tefsirci Hz. Muhammed (A.S)dır. Sonra sahabe dönemi gelir.

Sahabeden öne çıkan müfessirler: Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Übeyy b. Ka’b, Hz. Ali.

Sahabenin tefsir yöntemi, Peygamberimize ve içtihada dayanır.

Tedvin döneminde ilk müfessirler:

1)      Mukatil b. Süleyman / et Tefsirul Kebir

2)      Süfyan es Sevri / Tefsirüs Sevri

3)      Yahya b. Sellam / Tefsiru Yahya

4)      Ferra / Meanil Kuran

5)      Abdurrezzak b. Hemmam / Tefsir.

Tefsirler ikiye ayrılır;

Rivayet tefsirleri (Taberi, Begavi, İbni Atıyye)

Dirayet tefsirleri (Razi, Beyzavi, Nesefi)

Tarihsel boyutuna göre tefsirler; MEVZUİ, MEZHEBİ. İŞARİ, İCTİMAİ, FIKHİ, İLMİ, İCTİMAİ ve MODERNİST TEFSİRLER.

 

HADİS TARİHİ: Hadis Peygamberimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri diye anlatılır.

İlk devirlerde Peygamberimiz (A.S)dan işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, yazmak isteyenlere izin verilmediği, daha sonra ruhsat verildiği bilinmektedir.

Hadis eserlerinin ilk ortaya çıkışı, 2. asrın ilk yarısından sonraki dönemlerdir. Bu dönemleri şöyle özetleyebiliriz.

1.       Devir: Sahabe ve Tabiin devri, buna ezberleme deri de diyebiliriz.

2.       Devir: Birinci asrın sonlarına doğru ilk tedvin (İbni Şihab ez Zühri).

İkinci asırda birçok telifler vardır. En meşhuru İmam Malik’in Muvatta’sı’dır. Üçüncü asırda yazılanlar; Ahmet b. Hanbel, Tayalisi, Ebu Davud’un Müsnedleri. Hadis konusunda ki telifler hadiste üstad olan Muhammed b. İsmail el Buhari’ye kadar müteselsilen devam etmiştir.  Dördüncü asır; Hadis ve sünnete en büyük hizmetin yapıldığı asırdır (İbni Huzeyme, İbni Hibban, İbnül Cerud) Bunların sahihleri, Taberinin Mu’cemleri, Darekutni’nin süneni bu devrin en önemli kitaplarıdır.

3.       Devir: Dördüncü asır sonrası devir, hadislerin toplanması, senetlerin tenkidi hemen hemen tamamı dördüncü asırda yapılmıştır.

Bundan sonraki dönemde önce yazılan hadis kitaplarından seçmek ve onları hususi bablara ayırmak, muhtelif metinlerden aynı hadisleri bir araya getirmek olmuştur.

 

FIKIH TARİHİ: Fıkıh Usulu İlmi, hicri 2. Asrın sonlarında oluşmuştur. Peygamberimiz döneminde bizzat fıkıh Ondan öğreniliyordu. Aynı zamanda Peygamberimiz sahabelere de içtihat yetkisi vermişti. Muaz b. Cebel. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali gibi.

Fıkhı şu dönemlere ayırabiliriz:

1)      Peygamberimiz dönemi.

2)      Sahabe dönemi(Dört Halife dönemi).

3)      Tabiin dönemi(Siyasi gruplara ayrılış; Ehli Hadis ve Ehli Rey).

4)      Tebei Tabiin dönemi(içtihatlar ve büyük imamlar dönemi).

5)      Taklit ve duraklama dönemi (İmam Kerhi’nin dediği gibi: Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur, ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur, ya da tevil edilmelidir.).

6)      Kanunlaşma dönemi: İslam ülkelerinde kanunlaşma hareketleri başlamış, içtihadın önemi günden güne artmıştır. Fıkıh ansiklopedileri hazırlanmış ve mukayeseli fıkıh çalışmaları yapılmıştır.


0 Yorum - Yorum Yaz


    

                                       TEFSİR USULÜ[1]                                    

Yüksek Lisans   Emrah MERAL ( 12912714)

 

 İnsana, mümtaz bir akıl vererek mahlûkatın en şereflisi kılan Allah’a hamd, hikmet dolu kitap ile te’yit olunan ve hakkın yollarına rehber kılınarak âlemlere rahmet olan güzide insan üzerne salât ve selam olsun. 

Muhakkak ki Kur'ân-ı Kerim, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kıyamete kadar bütün insanlık için ilâhî bir mesaj, bir hidâyet rehberi ve bir rahmettir. Bu niteliğinden dolayıdır ki o, ele aldığı her mevzûyu bir hikmet ve gaye temeline dayandırmaktadır. Ancak şu da bir gerçek ki Kur'ân, muhtevasını takdim ederken konu birliğine önem vermez. Gayesini gerçekleştirmek için hedeflediği hususları her an muhatapların dikkatine sunarak anlatır. Kur'ân'ın bu genel anlatım düzeni içerisinde her âyet, anlaşılırlık bakımından aynı değildir. Ayetlerin bazıları kolayca anlaşıldığı gibi, bazılarının anlaşılması için âyetlerin lâfzî anlamlarının yanında nüzul ortamlarının, icaz yönlerinin ve içerdikleri sanatların bilinmesine de son derece ihtiyaç duyulur. İşte bu konuyla da “Usulü Tefsir” ilgilenir. Çünkü bu ilim dalı Kur'ân'ın anlaşılmasına ve yorumlanmasına yardım­cı olmak maksadıyla belli yöntem ve metotlar içermektedir. Bu sebeple, “Tefsir Usulü” ilmini oluşturan bilgiler, tefsir ilminden müstakil olarak tedvin edilmiştir. 

         

Tefsir: Tefsir kelimesi, "fesr" veya taklip tarikiyle "sefr" kökünden gelen "tef’il" vezninde bir masdardır. "Fesr", sözlükte bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak, ve üzeri örtülü bir şeyi açmak gibi manalara gelmek­tedir. İfade ettiği bu manalardan dolayı herhangi bir hastalığı teşhisi için yapılan tahlile de "fesr" denilmektedir[2].

Tefsir kelimesinin taklib tarikiyle türediği iddia edilen "sefr" masdarı da, Araplar arasında kapalı birşeyi açmak, aydınlatmak ve orta­ya çıkarmak gibi manalarda kullanılmaktadır. Bir ilim olarak ele alındığı zaman da tefsir: "İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nisbetinde Allah'ın muradına delâlet etmesi bakımından Kur'ân metni­nin içerdiği manaları ortaya koymak" demektir.[3]

 

Usûl: Usûl, "asl" kelimesinin çoğuludur. Sözlükte "temel", "esas", "daya­nak" ve "kök" manasına gelmektedir. Ayrıca, "kaide" ve "delil" gibi anlamları da vardır. Terim olarak ise: Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey diye tarif edilmiştir. Buna göre usûl: "Herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar" demektir.

 

Te'vîl: "Te'vil" kelimesi, sözlük manası itibariyle aslına dönmek anlamına gelen "evl" kökünden "tefil" vezninde masdar olup, "döndürmek" ve "herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak" demektir[4].

İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre nasslardan hüküm çıkarmada esas olan, te'vile gitmemektir. Başka bir ifade ile nasslann zahirî manalarıyla amel etmek vâcibtir ve kuvvetli delil olmadıkça zahirî manalarını bırakıp te'vile gitmek caiz değildir. Ancak birbiriyle anlam yönünden çelişir gibi görünen müşkil âyetlerin te'lifi ve manaları gizli bir anlam için sembol teşkil eden âyetlerin yani müteşâbih nassların açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda da te'vil kaçınılmazdır. İşte bu hallerde şu şartlar göz önünde bulundurulmalıdır:

1. Te'vile esas alınan mana, lafzın muhtemel bulunduğu, mecaz yoluyla da olsa kendisine delâlet ettiği manalardan olmalıdır.[5]

2. Te'vil, lafzın ilk akla gelen zahirî manasından alınıp başka manaya çekilmesine elverişli şer'î bir delile dayanmalıdır.

3. Yapılan te'vîlin manası açık bir nassa muhalif olmamalıdır.

 

Te'vîl İle Tefsir Arasındaki Farklar

 

Te'vîl ile tefsir arasındaki farkları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Te'vil, katiyyet ifade etmez. Fakat tefsir, lafızdaki mananın açıklığa kavuşturulmasında kesinlik arzeder. Çünkü tefsir, Hz. Peygamber ve vahye şâhid olan sahâbîlerden gelen nakle dayanır. Bu yönüyle tefsirin tevkîfî olduğu söylenebilir. Halbuki te'vil, içtihada dayalıdır. Kısacası te'vil, kastedilen manayı dirayet­le, tefsir ise rivayetle ortaya çıkarır[6].

2. Te'vil ekseriya nasslarm manalarında, tefsir ise lafızlarda görü­lür.[7]

3. Te'vil, tefsire göre daha hususî bir anlam taşır[8]. Çünkü te'vil ila­hiyat konularında yazılmış eserlerde, tefsir ise hem bu tür kitaplarda hem de bunların dışında kaleme alman eserlerde söz konusudur.

4. Te'vil kavramı, bâtınî manaları ortaya koymak, tefsir ise haki­kat veya mecaz yoluyla lafızların zahirî manalarını beyân etmek için kullanılır.

 

2. Tercüme

Tercüme terim olarak da: "Bir kelâmın manasını diğer bir lisanda dengi bir tâbirle aynen ifade etmek" demektir[9]. Tabiatıyla sözü bir dilden diğer bir dile nakletmek de, o sözün anlamını diğer dildeki keli­melerle ortaya koymaktan ibarettir. Bu durumda da tercüme edilecek dildeki sözlerin tüm mana ve maksatlarına bağlı kalmak ve tercümeyi buna göre yapmak gerekmektedir.

 

Tercüme Çeşitleri

 

a. Harfî Tercüme

 

"Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen" tercümedir[10]. Çoğunlukla bu tür bir tercüme, asıl metnin anlamını çok zor aksettirmektedir. Onun içindir ki, bu tercüme tarzı edebî eserlerde özellikle Kur'ân-ı Kerim'de kullanımı son derece güç, hatta bazen imkânsız görülen bir tercümedir

 Kur'ân'da harfi tercüme tarzı ile çevrilmesi hiç mümkün olmayan âyetler de bulunmaktadır. Bundan dolayı diyebiliriz ki, Allah'ın mûciz bir kelâmı olan Kur'ân'ı, belagat, fesahat, icaz ve üslubuyla başka bir dile harfi tercüme yoluyla tercüme etmek mümkün değildir.

b. Tefsiri Tercüme

 

Asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nak­letmektir. Günümüz tercümelerinde daha çok tefsiri tercümeye itimat edilmekte ve bu tercüme tarzı daha üstün tutulmakta­dır[11].

Bir insan eğer çok iyi bildiği iki dilden biri ile ifade ettiği şahsî fikirlerini diğer dile çevirmekte zorluk çekiyorsa, başkalarına ait düşünceleri bir başka lisa­na aktarmakta bundan daha fazla zorlukla karşılaşabilir. Bir de tercü­mesi yapılacak eser, Kur'ân gibi kelâmî yapısı itibariyle insan gücünü aşan bir eser olursa, bu durumda işin daha da zor olacağı kolayca anla­şılmış olur. Bütün bu zorluklarına rağmen Kur'ân, tabii ki tercüme edi­lecektir. Ancak bu tercümeyi tefsiri tercümeden başka bir tarz ile gerçek­leştirmek pek mümkün görünmemektedir. [12]

 

3. Meal

 

"Evl" kökün­den türemiş "mimli masdar" ya da bir şeyin varacağı yer ve gaye mana­sında "ism-i mekân" dır. Sözlükte "bir şeyin özü, hülâsası ve akıbeti" anlamına geldiği gibi, "eksik bırakmak" manasını da içermektedir. Kavram olarak da: "Bir sözün manasını her yönüyle değil de, biraz noksanıyla ifade etmek" demektir. Bilindiği gibi Kur'ân, hem lafız hem de mana yönüyle Allah kelamı olduğundan, onun tam olarak tercümesini yapmak mümkün değildir. Yani insan, bütün gücünü ortaya koyarak Kur'ân'ı tercüme etse de, bu hiçbir zaman, onun bütün mana ve maksatlarını mükemmel şekil­de ortaya koyacak bir tercüme olarak nitelendirilemez. Kur'ân'ın ifade ettiği bütün manaları tercüme yoluyla aksettirmenin imkânsızlığı düşünülürse, tercüme yerine "meal" kavramını kullanmanın ne derece isabetli olduğu kolayca görülebilir.

 

Tefsir Usûlünün Gayesi

 

Tefsir Usûlünün Gayesi Kur'ân'm anlaşılmasına yardımcı olmak­tır. Bu yüzdendir ki tefsir usûlü, Kur'ân âyetlerinin değişik özelliklerini yansıtan çeşitli ilim dallan, Kur'ân'daki edebî sanatlar, genel prensip­ler ve âyetlerin tefsirinde ihtiyaç duyulan birtakım kaide ve esaslar üzerinde durmaktadır. İşte söz konusu ilmin gayesi de öncelikle kendi alanına giren hususları tesbit edip ortaya koymak, sonra da bu dokümanları, Kur'ân'ın mana ve maksatlarının anlaşılmasında yardımcı bir unsur olarak kullanmaktır.

 


VAHİY

 

Vahyin Tanımı: Vahiy, İslâm kültüründe genellikle Allah Taâlâ'nın peygamberleri aracılığıyla insanlara mesaj iletmesi şeklinde telakki edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim’e göre vahyin bir de genel boyu­tu vardır ki o da, Yüce Allah'ın bütün varlıklara, yaratılış düzenine uygun hareket tarzlarını bildirmesidir. Vahyin sözü edilen bu genel boyutu, varlıklar açısından uyulması gereken bir fıtrat zorunluluğudur.

Kavram olarak da: "Yüce Allah'ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamber­lerine iletmesi" şeklinde tanımlanabilir.

Kur'ân'da geçen "inzal", "tenzil", "ilim", "hikmet", "şifâ" ve "nur" gibi kavramlar da yer yer vahiy anlamına gelmektedir.[13]

Vahyin Geliş Şekilleri:

Kur'ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir. eş-Şûrâ 42/51. âyette bu yollar şöyle sıralanmıştır:

"Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir".

 

1- Vasıtalı Vahiy

Bu tarz bir vahiy, Allah'ın dilediği vahiy muhtevalarını aracı melek vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesidir. Bu vahiy şekline, "el-vahyu'l-celî/açık vahiy" de denir[14]. Üç ayrı şekilde meydana gelmiştir.

a. Cebrail'in Peygamberin Kalbine Vahyetmesi

Kur'ân, vahiy meleğinin Hz. Peygamber'e bu şekilde iki defa vahiy getirdiğini haber vermektedir.

İkincisi de "şedîdu'l-kuvâ/çok üstün güçlere" sahip olarak tavsif edilen Allah elçisi meleğin, ufkun yüksek yerinde durduğu, sonra orada iki yay mesafesi, ya da daha az bir mesafe kalıncaya kadar yaklaştığı ve ilâhî mesajı bu durumda aktardığı anlatılmaktadır.

b. Meleğin İnsan Kılığında Vahiy Getirmesi

Hz. Peygamber'e en kolay gelen vahiy şekli budur. Resûlullah (sav) el-Hâris b. Hişâm'ın sorusu üzerine: "(...) Bazen de melek bana insan kılığına girerek gelir, benimle konuşur. Ben de onun söylediğini iyice bellerim"[15] buyurarak vahyin söz konusu tarzda geldiğine işaret etmiştir.

c. Ses Aracılığıyla Alınan Vahiy

Bu tür vahiy de Allah Resulü (sav)'ne bazen uyanık halde bazen de uyurken veriliyordu. Resûlullah Muhammed (sav)'in vahiy alırken en fazla sıkıntı çektiği vahiy tarzı, uyanıkken "çıngırak" yahut "zil" sesine benzer bir sesle aldığı vahiydir.

Kaynaklar, Hz. Peygamber (sav)'in bazen de uyku halindeki bir sesle ilâhî vahye mazhar olduğunu belirtmektedirler. Bu şekilde bir va­hiy geldiği zaman Hz. Peygamber'in yanında bulunanlar, onun mübarek yüzünde arı uğultusuna benzer bir ses duyarlar, fakat ne olup bittiğini farkedemezlerdi. Ancak Allah Resulü (sav) o sesin ardından vahiy alırdı.

 

2- Vasıtasız Vahiy

a. Sâdık Rüyalar

        Hz. Âişe (ra)'den rivayet edilen: "Resûlullah (sav)'m ilk vahiy al­ması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla başlamıştır. O, hiçbir rüya gör­mezdi ki, sabah aydınlığı gibi çıkmasın" tarzındaki söz, vahyin ilk defa sâdık rüyalarla başladığını ortaya koymaktadır[16].

b. İlham Yoluyla Yapılan Vahiy

         Bu, herhangi bir vasıta olmadan vahyin, Hz. Peygamber'in kalbine ilham edilmesiyle meydana gelmektedir.

c. Perde Arkasından Konuşmak

         Peygamber'in ken­disine hitap eden O Yüce Varlığı görmeden yalnızca konuşmasını dinle­diği sözlü bir iletişimden ibarettir ki bu da, sadece Hz. Musa ve Hz. Muhammed'e mahsus bir konuşma tarzıdır.

                                                         KUR'ÂN

 

Müslümanların Kur'ân hakkındaki genel kanaatleri, onun Yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz. Peygamber'e gönderilen ilâhî bir kitap olduğu ve Peygamber'in de yirmü üç senelik bir süre içerisinde kendisine vahyedilen Kur'ân öğretilerini Allah'tan gelen şekliyle insanlara ulaştırmak suretiyle câhiliye toplu­munu içine düştüğü vahşiliğin ızdıraplarından kurtarıp uygarlığın ve özgürlüğün eşiğine yükselttiği tarzındadır.

İslâm bilginleri, Kur'ân vahyinin aracı melek Cebrail'e intikali konusunda üç ayrı görüş serdederler:

1. Cebrail, Kur'ân vahyini Levh-i mahfuzdan almıştır.

2. Bazı görevli melekler tarafından yirmi gecede Cebrail'e intikal ettirilmiştir[17].

3. Kur'ân'ı Cebrail bizzat Allah'tan dinleyerek (semâen) almıştır. Bu görüş Ehl-i sünnet'e aittir. Onlara göre Allah Kur'ân'ı, mahiyeti bilinmeyen bir tarzda Cebrail'e dinleterek inzal etmiştir.

Ramazan ayında[18] mübarek bir zaman olarak nitelendirilen Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı haber verilen Kur'ân vahyinin inzali konusunda üç ayrı görüş ileri sürülmüştür.

1. Kur'ân vahyi Önce Levh-i mahfuz'dan bir bütün olarak "Beytül-izzet" e yani dünya semâsına, oradan da çeşitli zaman aralıklarıyla yirmi küsur yılda Hz. Peygambere nazil olmuştur.

2. Kur'ân, Kadir gecesinde başlayarak yürmi üç seneye yakın bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere göre değişik zamanlarda Hz. Muhammed'e indirilmiştir.

3. Kur'ân, Yüce Allah'ın bir sene içerisinde inişini takdir etmiş oldu­ğu miktarlar tarzında yirmi üç Kadir gecesinde dünya semâsına indiril­miş, oradan da tedrîci bir şekilde Hz. peygamber'e inzal edilmiştir[19].

 

ÂYET

Sözlükte "herhangi bir şeyin varlığını gösteren alâmet" anla­mını ifade etmektedir. Buna bağlı olarak "açık işaret", "delil", "ibret" ve "mucize" gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Kur'ân'da tekil ve çoğul şeklinde 382 yerde geçen âyet lafzı, mutlak anlamda iki kısma ayrıl­maktadır.

a. Fiilî âyetler: Yaratıcının varlığını, birliğini ve yüce sıfatlarını gösteren ayetlerdir. Bunlara "kevnî", "tekvi­ni" veya "ilmî" âyet de denir.

b. Kavlî âyetler: Pegamberlere indirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir. Bunlar fiilî âyetlere işaret eder ve insanlar tarafından kolaylıkla anlaşılmaları için gerekli açıklamaları ihtiva ederler. Bu kısma giren âyetlere "teşriî", "tenzîlî" ve "vahyî" âyetler de denir.

İslâm bilginleri âyetleri ifade ettikleri anlamların açıklığı ve kapalılığı sebebiyle, "muhkem", "müteşâbih" mücmel" ve "mübeyyen" şeklinde kısımlara ayırmışlardır. Ayrıca tefsir usûlü bilginleri âyetleri, iniş yeri, zamanı ve hitap esasına göre, "Mekkî-Medenî", "arzî-semâ-vî","hazârî-seferî", "nehârî-leylî","sayfî-şitâî", "firâşî-nevmî" diye de gruplandırmışlardır.

Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerin sayısı hakkında da farklı yaklaşım­lar mevcuttur. İbn Abbâs'tan gelen bir rivayette Kur'ân'daki âyet sayısı­nın 6600 olduğu belirtilirken, bu sayıyı 6204, 6214, 6219, 6225 ve 6236 olarak tesbit edenler de olmuştur. Âyet sayısı konusundaki bu farklı anlayışlar, bazı âyet sonları, sûre başlarındaki besmelelerin âyet sayı­lıp sayılmaması ve hurûf-ı mukattaanın müstakil âyet olup olmaması gibi hususlarda ortaya çıkan farklı görüşlerden kaynaklanmaktadır.

Âyetleri birbirinden ayıran son kelimeye "fasıla", bu kelimenin son harfine de "harfu'I-fasıla" denir.

Kur'ân'ın en uzun âyeti, "müdâyene âyeti" diye bilinen Bakara Sûresi'nin 282. âyeti, en kısa âyetleri de Yasin 36/1; Rahman 55/1, 64; Müddessir 74/21; Fecr 89/1; Duhâ 93/1; Asr 103/1. âyetleridir.

Alak Sûresi'nin ilk beş âyetinin ilk nazil olan âyetler olduğu husu­sundaki kesin sayılabilecek bilginin yanında, Bakara Sûresi'nin 281.; Mâîde 3.; Nisa 176.; Nasr 1-3 âyetlerinden her birinin de en son gelen âyetler olduğunu gösteren rivayetler mevcuttur[20].

 

 Âyetlerin Tertibi İslâm âlimleri, âyetlerin Kur'ân'daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Meselâ, Mekkî b. Ebî Tâlib (Öİ.437/1045) âyetlerin sıralanmasının ve sûre başlarına besmelelerin konulmasının Hz. Peygamber'in emriyle ol­duğunu ifade etmektedir.

Ebû Ca'fer b. ez-Zübeyr (öl.707/1308)'in görüşü de şöyledir: "Âyetle­rin Kur'ân'daki sıralanışı Hz. Peygamber'in emri doğrultusunda gerçek­leşmiştir. Müslümanlar arasında bu konuda herhangi bir ihtilâf yok­tur"[21].

SÛRE

"Sûre" kelimesi sözlükte, "yüksek makam", "üstün derece", "şan", "şeref", "binanın kısım veya katlan" anlamına gelmektedir. Çoğulu, "suver" dir[22]. Istılahda ise, "âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil Kur'ân bölümü" demektir[23].

Kur'ân'da 114 sûre bulunmaktadır. Bunların en kısası, 3 âyetten ibaret olan "el-Kevser", en uzun sûresi de 286 âyetten oluşan "el-Bakara" Sûresi'dir.

Âyet sayısı yüzden fazla olanlara "tuveî", âyetleri yüz dolayında olanlara yahut biraz geçenlere "miûn" , sayı bakımından âyetleri yüzün altında bulunanlara "mesânî", âyetleri kısa ve besmeleli fasılaları çok olan sûrelere de "mufassal" denilmiştir[24].

Sûreler meşhur şekliyle Mekkî ve Medenî diye iki kısma ayrılır. Hicretten önce nazil olan sûreler, Mekkî, ondan sonrakiler ise. Medenî olarak kabul edilmiştir.

 Sûrelerin Tertibi

İslâm âlimleri sûrelerin Kur'ân'daki sıralanışı konusunda görüş bir­liği içinde değillerdir. Bu konuda ileri sürülen görüşleri üç grupta topla­mak mümkündür: [25]

1. Sûrelerin Tertibi İçtihâdîdir.

Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Mâlik (ÖI.179/795) gelmekte­dir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber'den işittikleri Kur'ân'ı kendi içtihadlan doğrultusunda tertip etmişlerdir[26]. Aynı görüşte olan el-Bâkillânî (01.403/1012) de, Mushaflardaki tertibin, sahabe içtihadına dayandığını ifade etmektedir.

2. Sûre Tertibi Tevkifidir.

Hz- Peygamber'e her sûrenin yerini bildirirdi. Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi. Bunların hepsi de Nebi (sav) tarafından yapılıyordu. Bu yüzden kim bir sûreyi öne alır yahut geriye bırakırsa Kur'ân'm tertibini bozmuş olur.

Sûre tertibinin tevkifîliğini savununanlardan birisi de el-Âlûsî (öl.l270/1853)'dir. Ona göre de Resûlullah (sav) âyet ve sûrelerin yerle­rini ya bizzat açıklayarak ya da işaret yoluyla bildiriyordu. Sahabe de bu tertip üzere icmâ etmişti.

 Değerlendirme

          Yedi harfle ilgili olarak yapılan tanımlarda ileri sürülen misallerin önemli bir kısmı, mütevâtir kırâatlarla alakalıdır. Bunlar istisna edildiği zaman geriye kalan vecihler, yedi harf hakkın­da yapılan, "Eşanlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma" şeklindeki tanımı destekler niteliktedir. Böylece denilebilir ki, söz konusu tanımlar içerisinde en dikkate değer olanı, büyük müfessir et-Taberî'nin ileri sürmüş olduğu "Yedi harften maksat, aynı manaya gelen lafızların birbirlerinin yerine konularak okunması" şeklindeki tanımla­madır. Tabii ki burada yer alan husus da Kur'ân'm tamamı için değil, belirli âyetler için söz konusudur. Ayrıca şunu da ifade etmek lâzım ki, kolaylık maksadıyla öngörülen bu ruhsat, Hz. Osman'ın Mushafları çoğaltmasıyla bir harfe indirilmiştir. Bundan dolayı yedi harfin mu­hafazası müslümanlar üzerine terettüp eden bir vecîbe değildir. Bu da gösteriyor ki, yedi harf meselesi bugün için tamamen tarihsel bir olgu niteliğindedir.

                                     

 

                                

HADİS USÛLÜ

 

Kur’an ve sünnet, yüce Allah'ın kullarına karşı delilinin, kendileri ile ortaya konulduğu iki esastır. İtikâdî ve amelî hükümler, emir ya da yasak onlar üzerine bina edilir.

Kur’ân'ı delil gösteren bir kimse bir tek hususu gözönünde bulundurmalıdır. O da nassın hükme delâletini tetkik etmektir. Onun senedine bakmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem de mana itibariyle mütevatir nakil ile kesin bir şekilde sabit olmuştur:

"Şüphe yok ki o zikri (Kur’ân'ı) biz indirdik. Onu koruyacak olanlar da elbette bizleriz." (el-Hicr, 15/9)

Sünneti delil gösteren bir kimsenin ise iki hususu birden göz önünde bulundurması gerekir:

Birincisi, sünnetin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den sübutûnu tesbit etmek. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’e nisbet edilen her şey sahih değildir.

İkincisi, nassın hükme delâletini göz önünde bulundurmak. Birinci husus dolayısıyla Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e nisbet edilenler arasında kabul edilebilir durumda olan ile reddedilmesi gerekenin birbirinden ayırt edilebilmesi için gerekli kanun ve kuralların konulmasına gerek duyulmuştur. İlim adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bu işi yerine getirmiş ve buna "Mustalahu'l-Hadis: Hadis İstilahları, Terimleri" adını vermişlerdir.

Biz ilmî enstitülerin lise kısımlarının birinci ve ikinci sınıfları için kabul edilmiş müfredat programına uygun olarak, bu önemli ilim dalını kapsayan orta hacimde bir kitap hazırladık ve ona "Mustalahu'l-Hadîs" adını verdik.

Hadis Istılahları İlmi: Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir

Hadis, Haber, Eser, Kudsî Hadis

Hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.

Haber: Hadis anlamındadır. Hadis için yapılan tanım gözönünde bulundurularak nasıl tanımlanacağı da bilinmiş olur. Haberin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e de, başkasına da isnad edilen rivayet olduğu da söylenmiştir. Bu durumda haber hadisten daha genel ve kapsamlı olur.

Eser ise, sahabiye ya da tabiîye isnad edilendir. Bazen kayıtlı olarak Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilenin kastedildiği de olabilir. Bu durumda: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den rivayet edilen eserden... diye ifade edilir.

Kudsi hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden yaptığı rivayettir. Aynı zamanda buna Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir.

Buna örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden şöyle dediğine dair yaptığı rivayettir: "Ben kulumun yanında benim hakkımda zan ettiği gibiyim. O beni andığı vakit, ben onunla birlikteyim. Eğer beni kendi içinde anarsa, ben de onu kendi nefsimde anarım. Eğer beni bir topluluk arasında anarsa, ben de onu onlardan daha hayırlı bir topluluk arasında anarım."

Kudsî hadis mertebe itibariyle Kur’ân ile nebevî hadis arasında bir yerdedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir. Nebevî hadis ise hem lafız, hem mana itibariyle Peygamberimize nisbet edilir. Kudsî hadis ise mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir, ama lafız itibariyle değil. Bundan dolayı kudsi hadis lafzı ibadet kastı ile okunmaz ve namazda da tilavet edilmez. Kudsî hadisle benzerini getirmek için meydan okumak (tehaddî) sözkonusu değildir. Kur’ân-ı Kerim'in nakledildiği gibi tevatür yoluyla da nakledilmemiştir. Aksine kimi kudsî hadisler sahih, kimi zayıf, kimisi de mevzu (uydurma)dır.

Bize Naklediliş Yolları İtibariyle Haberin Kısımları: Mütevatir ve âhâd olmak üzere iki kısma ayrılır.

Mütevatir: Adeten yalan söylemek üzere birbirleriyle anlaşmaları imkânsız bir topluluğun rivayet ettiği ve maddi bir şeye isnad ettikleri rivayettir.

Mütevatir, hem lafız, hem mana itibariyle mütevatir sadece manasıyla mütevatir olmak üzere iki kısma ayrılır.

Hem lafız, hem mana itibariyle mütevatir: Ravilerin hem lafzı, hem de manası üzerinde ittifak ettikleri mütevâtir rivayettir.

Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in: "Kim benim aleyhime kasten yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın" buyruğu buna örnektir. Bu hadisi Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den altmışdan fazla sahabi rivayet etmiş bulunmaktadır. Cennetle müjdelenen on sahabi de bunlar arasındadır. Bunlardan da pekçok sayıda kimse rivayet etmiştir.

Mana itibariyle mütevatire gelince: Ravilerin genel anlamı itibariyle ittifak ettikleri, fakat her hadisin özel manası ile münferid kaldığı rivayetlerdir.

Şefaate dair hadisler ile mestler üzerine meshetmeye dair hadisler buna örnektir. Hadis usulü ilmine dair nazım bir metin hazırlayanlardan birisi bu hususta şöyle demektedir:

"Tevatüren gelenler arasında: Kim aleyhine yalan uydurursa...

"Ve kim Allah'tan mükâfat bekleyerek, Allah için bir ev (mescid) bina ederse.. hadisleri ile

Ru'yet (Allah'ın görülmesi), şefaat ve Havz hadisleri,

Bir de mestler üzerine mesh hadisleri vardır. Bunlar bu hadislerin bir kısmıdır."

Her iki kısmıyla mütevatir:

1- İlim ifade eder. Bu da kendisinden nakledildiği zata nisbetinin sahih olduğunun kat'i (kesin) olması demektir.

2- Eğer haber anlamını ihtiva ediyorsa, tasdik edilmesi, eğer istek (emir ve yasak) ihtiva ederse uygulanması suretiyle neye delâlet ediyorsa gereğince amel etmeyi de ifade eder.

Âhâd:

Mütevatirlerin dışında kalanlardır.

Rivayet yolları itibariyle: Meşhur, aziz ve garib olmak üzere üç kısma ayrılır.

1- Meşhur: Üç ve daha fazla kişinin rivayet ettiği fakat tevatür sınırına ulaşmayan rivayettir.

Örneğin: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

“Müslüman diğer müslümanların dilinden ve elinden kurtulduğu kimsedir.”

2- Aziz: Sadece iki kişinin naklettiği rivayettir.

Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

“Sizden herhangi bir kimse beni çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.”

3- Garîb: Sadece bir kişinin naklettiği rivayettir.

Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

“Ameller ancak niyetler iledir ve her kişi için sadece niyeti vardır...”

Bu hadisi Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den sadece Ömer b. el-Hattab rivayet etmiştir. Ömer'den de sadece Alkame b. Ebi Vakkas rivayet etmiştir. Alkame'den ise yalnız Muhammed b. İbrahim et-Teymî rivayet etmiştir. Muhammed'den sadece Yahya b. Said el-Ensarî rivayet etmiştir. Bunların hepsi de tabiîndendir. Daha sonra Yahya'dan bunu pekçok kimse rivayet etmiştir.

Mertebe itibariyle de beş kısma ayrılır: Sahih li zâtihî, sahih li gayrihî, hasen li zatihî, hasen li gayrihî ve daîf (zayıf).

1- Sahih li zâtihî: Zaptı tam, adaletli ravinin muttasıl bir senedle rivayet ettiği, şaz olmayan ve mertebeden kabule engel bir illeti bulunmayan rivayettir.

Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

"Allah kim hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih kılar.[27]

Hadisin sıhhati şu üç hususla bilinir:

1- Hadis’in Buhârî ve Muslim'in Sahih’leri gibi hadisleri sahih kabul etmekte sözlerine itimad edilen kimselerin tasnif ettikleri eserlerde bulunması.

2- Hadislerin sahih olduğunu belirtmekte sözüne güvenilen ve bununla birlikte bu hususta müsamahakârlıkla tanınmamış imam (kendisine uyulan önder) bir zatın, hadisin sıhhatini açıkça ifade etmesi.

3- Ravilerinin ve rivayet yollarının tetkik edilmesi.

Eğer sıhhat şartları eksiksiz olarak tesbit edilebilirse, o zaman hadisin sahih olduğuna dair hüküm verilir.

2- Sahih li gayrihî: Bu bir kaç yoldan rivayet edilmesi halinde, hasen li zatihi olan hadistir.

Örnek: Abdullah b. Amr b. el-Âs Radıyallahu anh'ın rivayetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ona bir ordu hazırlamasını emretmiş, fakat deve bulunamamış. Bunun üzerine Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Sen bize zekat zamanı gelene kadar dişi deve karşılığında bizim adımıza deve satın al!” diye buyurdu. Bunun üzerine bir deveyi iki hatta üç deve karşılığında aldığı oluyordu.

Hadisi İmam Ahmed, Muhammed b. İshak yoluyla, Beyhaki, Amr b. Şuayb yoluyla rivayet etmişlerdir. Bu yolların herbiri tek başına hasen mertebesindedir. Her ikisinin bir arada olması halinde hadis sahih li gayrihî mertebesine çıkar.

Buna "sahih li gayrihî" denilmesinin sebebi şudur: Eğer herbir rivayet yolu tek başına ele alınacak olursa sahih mertebesine ulaşmaz. Her iki rivayet yolu gözönünde bulundurulunca bu hadis kuvvet kazanır ve nihayet sahih li gayrihî mertebesine çıkar.

3- Hasen li zâtihî: Adaletli olmakla birlikte zaptı pek kuvvetli olmayan bir kimsenin muttasıl bir senetle rivayet ettiği, şazlıktan ve reddedilmeyi gerektiren illetten uzak hadistir.

Hasen li zâtihî ile sahih li zâtihî arasındaki tek fark, sahih hadiste zaptın tam olma şartının koşulması ile birlikte, hasen li zatihide bunun şart olmamasıdır.

Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

“Namazın anahtarı taharet (abdest), onun tahrimi (namaza girmek dolayısıyla namazın dışındaki fiillerin haram kılınması) tekbir, tahlili (namaz dışındaki fiillerin mübah olması) ise selam vermektir.”

Ebû Dâvûd'un tek başına rivayet ettiği hadisler hasen hadislerdendir. Bu iki hususu (yani, hasen ile sahih arasındaki fark ile bu son cümleyi) İbnu's-Salâh belirtmiştir.

4- Hasen li gayrihî: Zayıf hadisin, biri diğerini telafi edecek ve aralarında yalancı ve yalanla itham olunmuş bir ravi bulunmayacak şekilde birkaç yoldan nakledilmesidir.

Örnek: Ömer b. el-Hattab Radıyallahu anh dedi ki: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem dua ettiğinde ellerini uzattığı takdirde onları yüzüne sürmeden geri çekmezdi.

Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir. Bulûğu'l-Merâm'da (İbn Hacer) dedi ki: Bu hadisin Ebû Dâvûd ve başka eserlerde şahitleri bulunmaktadır. Bunların toplamı hadisin hasen olmasını gerektirir.

Buna hasen li gayrihi deniliş sebebi, herbir rivayet yolu tek başına ele alındığı takdirde hasen mertebesine ulaşamamasıdır. Fakat bütün rivayet yolları gözönünde bulundurulunca bu mertebeye ulaşacak şekilde kuvvet kazandığı görülür.

5- Zayıf: Sahih ve hasen şartlarını taşımayan hadistir.

Örnek: "Su-i zanda bulunarak insanlardan korununuz" hadisi.

Âhâd Haberlerin Hükmü

Zayıf hariç olmak üzere âhâd hadisler:

1- Zan ifade eder. Bu da bu rivayetlerin kendisinden naklolunduğu zata nispetinin sahih olma ihtimalinin ağır olması demektir. Ancak bu zan az önce sözü geçen mertebelerine göre farklılık arz eder. Karineler çoğalır, asıl kaideler de onun muhtevasının lehine şahitlikte bulunursa bu tür haberlerin ilim ifade ettiği haller dahi olabilir.

2- Eğer bir haber mahiyetinde ise, tasdik edilmesi, eğer bir talep ifade ediyorsa, uygulanması suretiyle delâleti gereğince amelde bulunmak.

Zayıf hadise gelince ne zan, ne de amel ifade eder. Onu delil olarak kabul etmek de caiz değildir, zayıf olduğunu açıklamadan zikretmek de caiz değildir. Terğib ve terhib (teşvik ve korkutma) mahiyetinde olanlar müstesnâ. Bir grup ilim adamı şu aşağıdaki şartlara bağlı olarak zikredilmesini müsamaha ile karışlamışlardır:

1- Zayıflık derecesi ileri olmamalı

2- Terğib ve terhibin sözkonusu edildiği amel, aslı itibariyle sabit olmalı

3- Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in onu söylediğine itikat etmemeli (kesin olarak inanmamalı)

Buna göre böyle bir hadisin teşvik ile ilgili hususlarda zikredilmesinin faydası, kişiyi teşvik edilen bir amele teşvik etmek olur. Bu da sevap kazanmak ümidinden ötürü söz konusudur. Eğer bu yolla sevap elde edilirse mesele yok. Öyle olmazsa ibadette gayret ortaya koymasının ona zararı olmaz ve emrolunan işi yapmak dolayısıyla söz konusu olan asıl sevabı da kaçırmamış olur.

Terhib (korkutmak) ile ilgili hususlarda zikredilmesinin faydası, ise kişiyi korkutulan bir ameli işlemekten uzak tutmaktır. Çünkü böyle bir cezanın verileceğinden korkulur. Böyle bir işten uzak kalırsa zararı olmaz ve sözü edilen ceza ile de karşı karşıya gelmez.

Kabule Engel Bir İllet (İllet-i Kâdiha)

Hadisin gerektiği gibi incelenmesinden sonra, onun kabul edilmesini engelleyen bir sebebin bulunduğunun anlaşılmasıdır. Mesela hadisin munkatı yahut mevkûf olduğunun görülmesi ya da ravinin fasık yahut hıfzı kötü ya da bid'atçi olduğu ve rivayet edilen bu hadisin bid'atini pekiştirdiğinin görülmesi ve buna benzer durumların anlaşılması. Bu takdirde hadis, kabul edilmesini engelleyen bir illetten uzak kalamadığı için sahih olarak değerlendirilemez.

Meselâ, İbn Ömer Radıyallahu anh'ın rivayetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Ay hali olan bir kadın ve cünup olan bir kimse, Kur’ân'dan hiçbir şey okumaz.”

Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş olup: Biz bu hadisi ancak İsmail b. Ayyaş'ın, Musa b. Ukbe'den... bir rivayeti olarak biliyoruz, demiştir.

Sened zahiri itibariyle sahihtir, fakat İsmail'in Hicazlılardan naklettiği rivayetin zayıf olması gibi bir illet olduğu belirtilmiştir. Bu da bu tür rivayetlerdendir. Buna göre bu hadis kabul edilmesini engelleyen bir illeti (illet-i kâdiha)den kurtulamayışından ötürü sahih değildir.

Şayet illet, kâdiha değil ise (kabule engel teşkil etmiyor ise) hadisin sahih ya da hasen olmasına engel değildir.

Mesela, Ebu Eyyub el-Ensarî Radıyallahu anh'ın rivayetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

"Kim ramazan ayını oruç tutar, sonra da arkasından şevvalden altı gün tutarsa bütün seneyi oruç tutmuş gibi olur."

Bu hadisi Muslim, Sad b. Said yoluyla rivayet etmiştir. Hadis ondan dolayı illetli görülmüştür. Çünkü İmam Ahmed zayıf olduğunu belirtmektedir. Ancak böyle bir illet kâdiha değildir. Çünkü bazı hadis imamları onun sika olduğunu söylemişlerdir. Diğer taraftan bu rivayeti nakletmekte ona mutabaat edenler de vardır. Muslim'in bu hadisi Sahih'inde kaydetmiş olması da ona göre sahih olduğunu ve bu illetin kabule engel teşkil etmediği kanaatinde olduğunu göstermektedir.

 

                                                   

 

 

 

 

                                                    FIKIH USULÜ

 

Fıkıh: Müctehidlerin, tafsili şer'î delillerden istinbat ettiği şer'î-amelî hükümlerdir. Müçtehidin tafsili delillerden bu hükümleri çıkarması ise, mutlaka, kendisine yol gösterecek belli başlı kurallara ve prensiplere uymasını gerektirir. Bu gerçeği göz önüne alan İslâm bilginleri, İslâm hukukuna candan hizmet aşkıyla, müctehidlerin hüküm istinbatında takip ettikleri metotları açıklamak üzere özel bir çalışma yapmışlardır. Bu çalışma ile güdülen başlıca iki gaye şunlardır:

1- İctihad şartlarını taşıyanlar, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhî olaylara hüküm bağlayabilecekler,

2- İctihad şartlarını taşımayanlar ise, müctehidlerin hükümlere varırken dayandıkları delilleri ve o delillerden bu hükümlere nasıl ulaştıklarını Öğrenerek, onlardan nakledilen hükümleri gönül huzuru içinde kabullenmiş olacaklardı. İşte bu düşünceden hareketle, onlar, hakkında ister özel nass bulunsun ister bulunmasın, delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları ortaya koydular. İslâm bilginleri, bu arada delillerden hüküm çıkaracak kişi yani "müctehid" ile ilgili kurallardan söz ettiler. İçtihadı, içtihadın şartlarını ve hükümlerini, taklidi ve taklidin hükümlerini açıkladılar. Bütün bu kurallara ve sözü edilen hususlarla ilgili incelemelere topluca "usûlü'l-fıkıh" adını verdiler. Şu halde fıkıh usulü için şöyle bir tarif vermek mümkündür: "Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usûlü'l-fıkıh denir." [28]

قواعد (kurallar), قاعدة '  nin çoğuludur. Her biri birçok cüz'inin hükmünü kapsamına alan küllî kaziyeler (önermeler) demektir. Meselâ, "Her emir vücub için­dir dediğimizde bir kuralı ifade etmiş oluruz. Çünkü bu, [29] ve [30] âyetleri gibi emir sıygası ihtiva eden bir çok cüz'îye uygulanabilir nitelikte küllî bir önermedir.

 

  Fakîhin Faaliyet Tarzı:

 

Fakih, fer'î bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usûl kurallarını alır, o fer'î olayla ilgili delile (cüz'î veya tafsîlî delile) uygular. Böylece o delilin hangi şer'î hükme delâlet ettiğini ortaya koyar.

Özet olarak: Usulcünün görevi, icmali delilleri (topluca kaynaklan) incelemek ve tafsîlî (herbîr olayla ilgili) delillerden cüz'î hükümler çıkaracak olan müctehid için küllî nitekilkte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer'î delillerle ispatlayıp sağlam temellere oturtmaktır. Fakihin görevi ise, tafsîlî delilleri incelemek ve usûl kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz'î hükümler çıkarmaktır. [31]

        

 

Fıkıh Usûlünün Doğuşu:

 

Fıkıh usûlü ilmi, Hicrî ikinci aşırın sonlarında yani Hz. Peygamber, Sahabe ve Tâbiûn devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir. Zira Hz. Peygamber devrinde hükümler bizzat kendisinden öğreniliyordu. Yani hükümler ya Rasûlûllah'a vahyedilen Kur'ân ile veya onun Kur'ân'ı söz, fiil yahut takrir yoluyla açıklayan Sünneti ile sabit oluyordu. Bu durumda birtakım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu. Hz. Peygamber'in Rabb'ine kavuşmasından sonraki dönemde İnsanlar arasında iftâ ve kaza (yargı) görevini Sahabenin büyükleri yürütüyordu. Bunlar, Kur'ân ve Sünnetin dili olan Arapçayı, ayetlerin nüzul ve hadislerin vürûd sebeplerini çok iyi biliyorlar, İslâm teşrî'inin inceliklerine, maksat ve hedeflerine tam manasıyla vâkıf bulunuyorlardı. Çünkü bu büyük sahabiler, kavrama gücü, zekâ ve ahlakî meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde bir de uzun süre Rasûlûllah ile beraber yaşamış, ona arkadaşlık etmiş kişilerdi. Şer'î kaynaklarından hüküm istinbatı sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde ele almaya ihtiyaçları yoktu. Dinî veya dünyevî herhangi bir olayın hükmünü tespit ihtiyacını duyduklarında, doğrudan doğruya Allah'ın Kitabı’na müracaat ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükmü bulamazlarsa Resûlûllah'ın Sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa ictihad ederler, (Kur'ân ve Sünnetten) benzer olaylar araştırırlar, buldukları hükmü karşılaştıkları benzer olaylara da uygularlardı. Benzer olay da bulamazlarsa, İslâm hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları göz önünde bulundurarak, karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren çözümü ortaya koyarlardı. Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kadı Şurayh, İbrahim Nehaî vb. Tâbiûn müctehidleri de aynı yolu takip ettiler. İlk asır, Sahabe ve Tâbiûn devri böylece geçtikten sonra, daha Önce mevcut olmayan yeni durumlar ortaya çıktı. Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması bu durumlar arasında yer alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına yol açtı ki, artık eskiden olduğu gibi arapçanın İslâm toplumunun tabiî dili haline dönmesi imkânsızlaştı. Müctehidlerin görüş belirtmelerini gerektiren çok sayıda olayların ortaya çıkışı da bu durumlardan biriydi.Yine, müctehidlerin çoğalması, ictihad ve hüküm istinbatında metodların çeşitliliği ve herbiriniri kendine göre doğru olan yolu takip etmesi bu yeni durumlar arasında zikredilmelidir.İşte bütün bunlar, fakih ve müctehidleri, ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî hüküm verme ihtimaline karşı tatmin edici bir tedbir alınması için harekte geçirdi ve onları şer'î delillerden hüküm istinbat edilirken esas alınacak prensipler ve kurallar belirlemeye şevketti. Onlar bu prensip ve kuralların belirlenmesinde, nasslarda yer alan ifadelerin kullanış tarzlarına ve Arap dilinin üslûplarına tümevarım metodunu uygulama yolundan faydalandılar. Sonra bu kuralları tedvin ettiler (derlediler) ve "Usûlü'1-Fıkh" adını verdikleri müstakil bir ilmî disiplin haline getirdi. [32]

 

Fıkıh Usulü Alanındaki İlk Tedvin:

 

Bu ilmin kurallarını müstakil bir eser halinde İlk defa bir araya getiren kimse Hicri 204 yılında vefat eden İmâm Muhammed b. İdrîs eş-Şâfıî'dir. Şafiî, usûl alanındaki meşhur "Risâle"sinde [33] özellikle şu konulan incelemiştir: Kur'ân ve Kur'ân'ın hükümleri açıklayış şekilleri, Sünnet ve Kur'ân'a nisbetle Sünnet'in yeri, Sünnet'e uymanın Kitab'ın emriyle farz kılınmış olduğu, nâsih ve mensuh, hadislerin illetleri, haber-i vâhid, icmâ, kıyas ve istihsânın hüccet olarak kullanılıp kullanılamayacağı, hangi durumlarda ihtilâfın caiz olacağı ve hangi durumlarda caiz olmayacağı. Böylece İmâm Şâfıî, hüküm çıkarma metodlarını ve kurallarını ilk defa biraraya getiren bilgin olmuştur. Şu var ki bu metodları ilk defa ortaya koyan o değildir. Çünkü bunlar daha önce oluşmuştur. Her bir imamın, ictihad ederken takip ettiği kendine has metodu vardı. Bu metod, imâmın, İslâm hukukunun kaynakları üzerindeki araştırmaları sonucu (kendi zihninde) özümlediği birtakım kurallara dayanıyordu. Şafiî'den sonra başka bilginler bu ilmin meselelerini derlemeye devam ettiler. Meselâ Ahmed b. Hanbel "Kitâb'u tâati'r-rasûl'ü, "Kİtâb'un-nâsih vel'-mensuh"u yazdı. Sonra Hanefî bilginler ve kelâm bilginleri bu alanda eserler verdiler, geniş incelemelerde bulundular ve bu ilmin kurallarını sağlam esaslara bağladılar. Bütün bu müellifler, bu ilimden maksadın "şer'î delillerinden amelî hükümleri çıkarabilmeyi sağlamak" olduğu kanaatindeydiler. Şu halde ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak, bu delilden hükmün çıkarılması yönünde zihnî bir faaliyet ortaya konacak ve delilden hükmü çıkaran bir kimse bulunacaktı. İşte bunun için usulcüler incelemelerini şu dört ayrı konu üzerinde yürüttüler:

1- Şer'î hükümler: Vücûb, hürmet, kerahet... vb.

2- Şer'î deliller: Kitâb, Sünnet... vb.

3- Delillerden hüküm çıkarma yollan, yani delillerin hükümlere delâlet şekilleri.

4- Hüküm çıkaran kişi, yani müctehid.

Ne var ki bütün bu müellifler, incelemelerinde aynı metodu takip etmediler. Çünküayrı bölgelerde bulunuyorlardı ve bu alanda eser yazarken hepsinin güttüğü gaye aynı değildi. Böylece usûl eserlerinin kaleme alınışı konusunda iki ayrı metot ortaya çıktı.

Birincisi: "Mütekellimin metodu" idi. Bu metodun böyle anılmasının sebebi, bu metoda göre yazanların çoğunluğunun kelâm bilgini olmalarıdır. Bu metot "Şâfıîyye metodu" diye de isimlendirilmiştir, çünkü bu metoda göre yazan ilk müellif İmâm Şafiî'dir.

İkincisi: "Hanefiyye metodundur. Bu metot Hanefî bilginler tarafından ortaya konmuş ve takip edilmiş olduğundan böyle adlandırılmıştır. [34][16]

Mütekellimîn Metodu:

 

Mütekellimîn metodunun özelliği usûl kurallarının, delillerin ve burhanların gösterdiği yönde vaz'edilmesidir. Bu metoda göre yazan usûlcüler, belirli bir mezhep lehinde taassup göstermeksizin ve ulaşılan usûl kuralının mezhep imamlarından nakledilmiş fıkhı çözümlere uygun olup olmadığına bakmaksızın, delillerin desteklediği kuralları tesbit ve kabul etmişler, delillere aykırı düşen kuralları reddetmişlerdir. Böylece onların usûlü, furû'u'l- fıkhın ffer'î fıkıh çözümlerinin) hizmetçisi değil, furû'î hükümlere hakim bir usûl, bir istinbat yolu olmuştur. Bu yüzden onlar, izah ve örnek kabilinden zikrettikleri bir yana bırakılırsa, furû hükümlerine kitaplarında pek yer vermemişlerdir. [35]

 Hanefiyye Metodu:

 

Hanefiyye metodunun özelliği ise, mezhep imamlarının ictihad ederken ve fıkhî meselelerin hükmünü verirken takip ettiklerine kanaat getirilen usûl kurallarının tesbit edilmesidir. Bu metoda göre usûl yazanların bu kuralları tesbit ederken dayandıkları esas malzeme, mezhep imamlarından nakledilen fıkhî çözümlerdir. Hanefi bilginlerinin bu metodu takip etmelerinin temelinde yatan sebep şudur: Hanefi mezhebinin imamları onlara, Şafiî'nin kendi talebelerine bıraktığı gibi derli-toplu bir kurallar koleksiyonu bırakmış değildi, sadece çok sayıda ve çok çeşitli fıkhî meselelere ait çözümler ve bu çözümlerin içine serpiştirilmiş bazı kurallar bırakmışlardı. İşte Hanefi bilginler bu çözümlerin üzerine eğildiler, birbirine benzeyenlerini biraraya getirdiler ve bunları özümleyerek bir takım kurallar ortaya çıkardılar. Gerek imamlarından nakledilen çözümleri desteklemek, cedel ve münazara meclislerinde bu çözümlerin müdafaasında silah olarak kullanmak, gerekse mezhep imamlarından nakledilen İctihadların ele almamış bulunduğu yeni olayların hükümlerini çıkarırken kendilerinden yararlanmak üzere bu kuralları mezheplerinin usûlü haline getirdiler. Bu tutum onları, bazen şu sonuca götürüyordu: Önce mezhep imamlarından nakledil­miş çözümlerin gerektirdiği şekilde usul kuralları koyuyorlar, sonra koydukları bir kuralın mezhep içinde yerleşmiş furû çözümlerinden biriyle çatıştığını görüyorlar ve usûl kuralını değiştirip ona bu fıkhı çözümle uyuşan bir şekil veriyorlardı.

Misal: Namazın vücubunda vaktin sebep teşkil edişi ile ilgili. Gerek Hanefîler gerekse diğerleri ittifak etmektedirler ki, beş vakit namazdan her birinin vakti bu namazın vücubu ve bu namaza ait borcun mükellefin zimmetinde yer tutması için "sebep"tîr ve bu namazın edasının "sıhhat şartı" dır. Yani henüz vakti girmeden namaz vacip olmaz, vaktinden önce edâ edilmesi halinde bu namaz geçerli değildir; vakti geçtikten sonra da edâ edilemez. Aynı fakihler, namazın sebebini teşkil eden vaktin herhangi bir anında bu namazın kılınabileceğinde de birleşmişler, fakat vücûb için sebep teşkil eden zaman parçası hakkında yani Şâri'den mükellefe hitabın yöneldiğini gösteren işaret hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur (fakihlerin çoğunluğu) şöyle demektedir: Sebep, vaktin ilk kısmıdır, vakit girdiği anda mükellef, bu vakitle sınırlı bulunan namazın edasından sorumludur; fakat bu vaktin dilediği bir bölümünde edâ etme serbestîsine sahiptir. Vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil olan kişi için durum budur.

 Şayet kişi, vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil değilse, "sebep", vaktin, mâniin ortadan kalkmasından itibaren başlayan kısmıdır. Mâni bütün vakti kapladığı takdirde ise, kişiye hitap yönelmemiştir ve vücûb söz konusu değildir.Hanefîlerin görüşü İse şöyledir: Namazın vücubu için "sebeb", hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı ile vaktin ilk kısmıdır. Eğer namaz vaktin ilk kısmında edâ edilmişse, namazın vücubu için sebep budur. Şayet namaz, vaktin daha sonraki parçasında edâ edilmişse, "sebeb" bu kısımdır. Bu şekilde vaktin ilerlediğini ve edâ edilmediğini düşünelim: Nihayet, ancak bu namazın edâ edilebileceği kadar bir zaman parçası kalmışsa, artık bu kısım "sebebiyet" için belirli hale gelmiştir. Eğer namaz edâ edilmeden vakit sona ererse, bu defa vaktin tamamı "sebeb"tir. Cumhur burada şer'î delile dayanmaktadır. O da Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetidir: "Güneşin (batıya doğru) dönmesinden gecenin karanlığı batıncaya kadar namazı kıl!. " [36]Zira Yüce Allah, güneşin batıya doğru meyletmesini namazın vücûbuna ve "namazı kıl" hitabının mükellefe yönelmesine "sebeb" kılmıştır. Sünnet de, vakitlerin başlangıç ve bitişlerini açıklamış ve mükellefin namazlarının edasında genişliğe sahip olduğunu göstermiştir. Cumhurun koyduğu bu kuraldan şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Mükellef, vaktin herhangi bir bölümünde mükellefiyet manilerinden biri olmaksızın bulunmuşsa, borç zimmetinde sabit olur ve bunu edâ yahut kaza etmesi gerekir; fakat manilerden kurtulmuş olarak vaktin hiçbir anına rastlayamamışsa kendisine bir şey gerekmez.

Hanefîlere gelince, onlar bu kuralda Kitap veya Sünnet'ten bir delile değil, mezhep imamlarından nakledilmiş bulunan fıkhı çözümlere dayanmışlardır. Bu konudaki furû' hükümlerine bakmışlar ve şu çözümü bulmuşlardır: Bir kimse vaktin başlangıcında mükellef iken, sonradan bir mükellefiyet manii ortaya çıksa bu mani vakit çıkıncaya kadar devam etse, bu vakte ait namaz ona vacip olmaz. Hanefî usûlcüler bu fer'î hükümden, vaktin ilk kısmının, namazın vücubu için "sebeb" olmadığı sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü -bu anlayışa göre-, ilk kısım "sebep" olsaydı sadece sebebin varlığı ile vâcib mükellefin zimmetinde borç olarak yer tutacaktı; zimmette bir borcun yer almasından sonra ise, bu borç edâ veya kaza edilmedikçe sorumluluk sona ermezdi. Yine, onlar önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef, namazı vaktin başlangıcında edâ ederse namaz sahih, (geçerli) olur. Bu hükümden de şu sonucu çıkardılar: Vaktin son kısmı namazın vücûbu için "sebep" değildir. Şayet "sebep" olsaydı, vaktin başlangıç kısmında kılınan namazın sahih olmaması gerekirdi. Çünkü bu namaz, sebebi ve sıhhat şartı yani "vakit" henüz ortada yokken edâ edilmiş bir namaz olurdu. Halbuki sebebi ve sıhhat şartı gerçekleşmeden namaz sahih değildir. Aynı şekilde, Hanefî usûlcüler şöyle bir fer'î hükümle de karşı karşıya idiler: Mükellef, nakıs vakit girinceye yani güneşin rengi sararıncaya kadar ikindi namazını kılmamış bulunsa ve nakıs vakitte kılsa, namazı kerahetle birlikte sahihtir. Bu fıkhî çözümden de şu sonuca vardılar: Vâcib, daha önce edâ edilmeyip ancak vaktin sonunda ifa edilmiş olursa, vaktin sonu namazın vücubu için "sebeb"tir. Zira nakıs vakitte namazın edasının sahih olması, vücûb sebebindeki eksiklikten ötürü namazın da eksikliğiyle birlikte vâcib olduğuna delildir.

     SONUÇ

Mücmelen özetini yapmaya çalıştığımız tefsir, fıkıh ve hadis usullerinde görülen ortak nokta bu ilimlerin asılda (asr-ı saadette) bir bütünlük teşkil etmesidir. Daha sonraki dönemlerde furuâta gidilerek ayrıştığını görmekteyiz. Tefsir tarihinde kaynak olarak gösterilen bir rivayeti aynı zamanda hadis ve fıkıh'ta da görmekteyiz.

İbn-i Abbas olsun diğer sahabiler olsun, tefsir dersi verirken aynı zamanda fıkıhla alakalı, hadisle alakalı sorulara da cevap vermiş hiç birinden benim alanım değil diye ictinab etmemiştir. Zira o dönemde fıkıh ilmi, hadis ilmi, tefsir ilmi gibi bir tasnif yoktu. Sadece belki "din ilmi" diyebileceğimiz Kur'an-ı ve İslam'ı bir bütün olarak anlama vardı.

  Mesela, Hanefilerin medarı alan Abdullah ibn-i Mes'ud (r.a) fıkhı çok iyi bilirdi ama tefsirde veya hadiste bilgisi yoktu demek o dönem için ne kadar yersiz olurdu. Allah (c.c), o büyük zatların yolunda yürüyerek okuyup okutmayı hayatına şiar edinen kullarından eylesin. Neticesinde de hocalarımızla, talebelerimizle rızasını kazanmaya muvaffak eylesin…(âmin)

 



[1] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları,

[2] İbn Manzûr, Lisânu'l-arab, Beyrut ts., IV, 369; el-i tCevheri, es-Sıhah, Mısır 1376, II, 781; ez-Zebidî, Tâcu'l-arûs, Mısır 1306, III, 470.

[3] ez-Zerkânî, Menâhilu'l-irfân ft ulûmi'l-Kur'ân, Mısır ts., I, 471; ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, Mısır 1396/1976, I, 15.

[4] İbn Manzûr, Lisânu'l-arab, XI., 32; er-Râgib el-Isfahânî, el-Mufredât fî ğarîbi’1-Kur’ân (thk. Muhammed Seyyid Keylânî), Beyrut ts., s. 31; Asım Efendi, Kamus Tcrcemesı, İstanbul 1304-1305, III, 1160.

[5] Salih, Muhammed Edib, Tefsiru'n-nusûs fî fıkhi'l-İslâmî, Beyrut 1984, I, 381; el-Akk, Usûlü't-tefsîr s. 58.

[6] Elmalılı, Hak Dini, (Mukaddime) I, 27.

[7] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara 1993, s. 215.

[8] İbnu'1-Esîr, el-Mesellesu's-Sâir fî edebi'l-kâtib ve'ş-şâir, (thk, Ahmed el-Hûfî-Bedevî Tabbâne), Riyâd 1983/1403, I, 90.

[9] Elmalılı Hak Dini, (Mukaddime), I, 9.

[10] ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, I, 23.

[11] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 217.                   

[12] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 26-27.

[13] Bkz. Wensinck, A. J., "Vahiy", İA., XIII, 143.

[14] Ebû Şuhbe, el-Medhal li dirâsâti'l-Kur'âni'l-Kerîm, Mısır ts., s. 86.

[15] el-Buhârî, Bed'u'l-vahy 2; Müslim, el-Fedâil, 23.

[16] Hz. Peygamber'in rüyalarının vahiy sayıldığı konusunda bkz. eş-Şâfii, er-Risâle, (trc. Muhammed Seyyid Geylânî), Kahire 1969, s. 154; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 720. Ezanın belirlenmesi hakkında Abdullah b. Zeyd el-Ensârî'nin görmüş olduğu rüya dahi, Resûlullah (sav)'m şehâdetiyle vahyin kapsamına alınmıştır. (Bkz. ed-Dihlevî, Huccetullahi'l-bâliğa, I, 681).

[17] Bu görüş el-Mâverdî'ye nisbet edilmektedir- Bkz. ez-Zerkânî, Menâhil, I, 47.

[18] el-Bakara 2/184.

[19][31] Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 103.

[20] Yavuz, Yusuf Şevki-Çetin Abdurrahman, "Âyet", DİA-, IV, 243.

Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 75-76.

[21]es-Suyûtî, el-İtkân, I, 80.

[22] Sûre kelimesinin çeşitli anlamlan için bkz. el-Cevherî, es-Sthah, II, 690; İbn Manzûr, Lisânu'harab, IV, 386; ez-Zerkânî, Menâhil, I, 343.

[23] Yıldırım, Suat, Kur'ân İlimlerine Giriş, s. 52.

[24] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 58.

[25] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 79.

[26] ez-Zerkeşî, el-Burhân, I, 257.

[27] Buhârî ve Muslim.

[28] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 23-24.

[29]Namazı kılın, zekâtı verin." el-Bakara 2/43.

[30] "Rabbinize kulluk edin, İyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz." el-Hacc 22/77.

[31] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

[32][14] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[33][15] Denmiştir ki: İmâm Şâfıî bu "Risâle"yİ Abdurrahman b. Mehdî'nin isteği üzerine ortaya koymuştur. Abdurrahman b. Mehdi, kendisinden, Kur'ân'ın niteliklerini, haberlerinin kabul şartlarını, icmânın kaynak olusunu, Kur'ân ve Sünnet'teki nâsih ve mensûhu açıklayan bir mektup yazmasını istemişti. Şâfıî bunu yazıp gönderince "Risale" diye anılır oldu. Abdurrahman b. Mehdî, hadis imamtarındandır. Hicrî 135 yılında doğmuş ve Hicrî 198 yılında vefat etmiştir. Şafiî onun hakkında şöyle demiştir: "Dünyada onun birbenzerini tanımıyorum." Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî, er-Risâle, tahkik ve şerh: Ahmed Muhammed Şâkir.

[34][16] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[35][17] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[36][18] el-İsrâ" 17/78 "ed-Dülûk", güneşin zevali (yükselişinin sona ermesi) ve göğün ortasından batı yönüne doğru eğilmesi; "ğaseku'1-leyl.gecenin koyu karan­lığı demektir. Allah'ın "dülûk"tan "ğaseku'l-leyr'e kadar kılınmasını emrettiği namazlar, öğle, İkindi, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah namazını ise, Yüce Allah "ve kur'âne'1-fecr" sözü ile emretmiştir. Çünkü bu, .sabah kıraatini (okumasını) yerine getir, anlamındadır. Kıraatten maksat, sabah - namazıdır. Kıraat namazın bir parçası ve rüknü olduğu için, namazdan "kur'ân" diye sözedilmîştir.


0 Yorum - Yorum Yaz



Ramazan Koç-12912727
 

Usûl,kelime anlamı olarak herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar şeklinde tarif edilir.islami ilimlerde-hadis,tefsir ve fıkıh-usûl kavramı ise ayet ve hadisleri yorumlayabilmemiz ve çıkartımlarda bulunabilmemiz için ortaya konulan esas ve metodlardır.şimdi de kısaca konumuz olan hadis,tefsir,fıkıh usullerinin aslında bir bütünün parçaları olduğunu izah edebilmek için şöyle devam edelim. Tefsir usûl'ü,Kur'an'ın âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve kur'an'ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır.Bunu yaparken hadis ilminden yararlanır.Şöyle ki Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilahî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an-ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı” bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekatlarının sayılarını Peygamber Efendimiz (s.a.v.) açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da:
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur.Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına:“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.” buyurmuştur. 
Ana kaynağı Kur’an olan fıkıh da, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi, Kur’an’ın tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli usul ve kurallar dâhilinde inceler; ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar. Bu şekilde, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir biçimde açıklar. Bu inceleme ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler üzerinde yapılan yorumlar fıkhî hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir. Fıkıh ilmi Kuran’ın hukuk ve ibadet ile ilgili ayetlerini yorumlar.Gazali'nin şu örneği de "Hırsızlık yapan erkek ve kadın.."(maide 5:38) ayeti,bir kalkanın çalınması ya da safvan'ın elbisesinin çalınması üzerine inmiştir."Ancak bu ayet umum ifade etmektedir.Bu ayetle ilgili yorumlar geliştirmek durumunda olan disiplinlerden Tefsir,ayetin ilk muhatablarca nasıl anlaşıldığını ortaya koymak amacıyla onun tarihsel varlığı ile ilgili bütün bağları tesbit için linguistik,gramatik,sebeb-i nüzul ve kraat bilgilerini aktarırken,fıkıh disiplini ise söz konusu ayete dayanarak ve onun yanısıra tabiki diğer kaynaklara yeni bir hırsızlık durumu için kuralsal bir sonuç üretmektedir.Aynı zamanda ibn-i Abbas  ın kapısında sorusuna cevap bulmak için devrini bekleyen ve kimisinin fıkıhtan ve kimisinin de hadisten,kıraatten.tefsirden ve diğer konulardan tasauletlerinin olduğu rivayeti bize bu ilimlerin bütünlüğü,önemi ve taliminin ilim talebesi için elzem olduğunu söylüyor.

 

Kaynaklar

Ali Karataş-Tefsir,Hadis ve Fıkıh Usulu,Mezhepler Ve İslam Tarihi

Prof.Dr.Mehmet Pacacı-Çağdaş Dönemde Kur'an Ve Tefsire Ne Oldu? 

0 Yorum - Yorum Yaz


 

                                    5. ÜNİTE

Müslümanlar geçmişten günümüze hep Kur’an ışığın da onun rehberliğinde  bir düzen kurmak istemişlerdir.Bunu yapabilmek için de Kur’anı tam anlamıyla idrak edebilmek gerekir.

  Kur’an tefsirini ilk olarak peygamberimiz yapmıştır.Bunu peygamberimizin ashaba anlamadığı ayetleri açıklamasına dayanarak söyleyebiliriz.

  Peygamberimizin vefatından sonra sahabe Kur’anı açıklama gayretine girişmiştir .Müşahedelerine dayanarak ve kendi kavrayışlarına göre açıklama yapmışlardır.

  Sahabe neslinden sonra tabiiler Kur’anın tefsiri ile ilgilenmiştir.Sahabeler toprakların genişlemesi ile her beldeye yayılmış bu ilimlerini bir sonraki nesle aktarmışlardır.

  Rivayet tefsirinin özünü büyük ölçüde tabiilerin görüş ve açıklamaları oluşturur.Bu dönemde kelime ve kavramlar daha ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır.Kur’an çeşitli dönemlerde çeşitli yöntemler ve kaynaklar üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır.Bu işi yapan kişilerin kavrayışlarına, dönem şartlarına, o kişilerin donanımlarına göre farklılık arz etmeye başlamıştır.Rivayet tefsirleri ayetlerin tefsirine ilişkin Hz. Peygamberden,  sahabeden ve tabiinden nakledilen rivayetleri bünyesinde toplayan tefsirlerdir.Dirayet tefsirlerinde  durum biraz farklıdır.Belirli rivayetler üzerine o dönemki  yorumların da katılarak müfessirlerin de üstüne bir şeyler koyarak yaptığı tefsirlerdir.

                                               6. ÜNİTE

Mukatil b. Süleyman

İlk fıkhi tefsir olan Tefsiru'l-hamsi Mieti Ayetin Mine'l Kur'an'ı yazmıştır. Kur'an dili, nahiv ve beleğat inceliklerine vakıf olduğu için övülür. Tefsir günümüze kadar ulaşmıştır. Ayetlerin sırasına göre tefsir edilen ilk tefsirdir. İsnadlara yer vermediği için eleştirilir.

İbnu Kuteybe

İlimde asıl derinleşmesi dil, edebiyat, şiir alanında olmuştur. Kur'an'ı kendi inançlarına göre yorumlayanların görüşlerini filolojik olarak çürüterek tefsir ilmine önemli katkıda bulunmuştur. Te'vilu Müşkilu'l Kur'an ve Garibu'l -Kuran  günümüze kadar ulaşan iki eseridir.

Et-Taber
Taberistan’ın Mul şehrinde 224/338 yılı sonlarında dünyaya geldi,ilk tahsilini burada yaptı.İmam-ı Taberi’nin te’lif ettiği eserlerin birçoğu kaybolmuş ve zamanımıza kadar ulaşamamıştır.Camiu’l-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, rivayet tefsirlerinin ilklerinden ve en önemlilerinden birisidir.Bu tefsir,kendisinden sonraki rivayet tefsirlerine kaynaklık etmiştir.Dirayet yönünden de tespitleri vardır.Taberi tefsirine mukaddime ile başlar.Mukaddimede Kur’an ile ilgili bazı konulara yer verir.Kur’an’ın nazil olduğu Arapça’nın özelliklerinden ve lehçelerinden söz eder.Tefsir ve te’vili terimlerini açıklar.Taberi,eserine “Tefsir“değil de “Te’vil“adını vermiştir.

Er- Razi
Fahrettin Razi kelam, fıkıh ve tefsir gibi dini ilimlerle çok meşgul olduğu gibi matematik, astronomi, kimya ve fizik gibi fen ilimlerle de ilgilenmiştir. Razi bu ilimleri kullanarak döneminin yanlış itikad sahiplerinin ve filozofları bozuk düşüncelerini en ince ayrıntınsa kadar araştırmış ve onları düzeltmeye çalışmıştır. Müslümanları bu konuda bilinçlendirmiştir. En meşhur olduğu ilimse kelamdır. Kelam başta sadece mantık metodunu kullanırdı. Gazali buna akli delilleri ve felsefi görüşleri de eklemiş Razi de bunun başarılı bir uygulayıcısı olmuştur. Razi felsefi kelam ekolünün öncüsü durumuna gelmiştir. Tefsirinin adı Mefatihu'l Gayb'dır. Bu eserini yazmaktaki asıl amacı akıl prensipleriyle İslam inanç esaslarını savunmak ve bu konularda ileri sürülen karşı fikirleri geçersiz bırakmaktır. Razi tefsirine bazen sebeb-i nüzul ile bazen de ayetler arasındaki münasebetleri kurarak başlar ve sonunda ayetten çıkarılabilecek neticeleri sıralar.

İbn Kesir
Tefsirinin adı Tefsiru'l Kur'ani'l Azimdir. Tefsiri rivayet tefsirleri arasında önemli bir yere sahiptir. İbn Kesir önce tefsir edeceği ayeti verir onu açıkladıktan sonra varsa o konu ile ilgili ayetleri sıralardı. Bu yüzden onun tefsiri K.K'in K.K'le tefsirinde haklı bir şöhret yapmıştır.

Ebussuud
896/982 yılları arasında İstanbul'da yaşadı. Osmanlı'da Yavuz Sultan Selim ve Kanuni döneminde şeyhülislamlık yapmıştır. O dönemde K.Kerim'in tamamını tefsir etmiştir. Tefsirinin en önemli özelliği israilliyata yer vermemesidir ve ona göre cümlelerin taşıdığı gizli ve ince anlamlar vardır.

Seyyid Kutub

1941’de sosyoloji doktorası yapmak üzere Maarif Vekâleti tarafından Amerika’ya gönderildi.1951’de İhvan-ı Müslimin teşkilatının bir fikir elemanı olarak çalıştı.1954’te tutuklanarak on beş yıl hapis cezası aldı.Hapiste daha önce telifine başladığı tefsiri, Fî-Zılâli’l-Kur’an’ı tamamladı.Yazarın tefsirini yazmakta gayesi Kur’an’ın kendisinden yola çıkarak yeni ve ideal bir insan, hayat, toplum ve insanlık modeli oluşturmaktır.

İbn Aşur

1913’ten itibaren on yıl Mâlikî Kadılığı yaptı.1932’de ilk Mâlikî Şeyhülislam’ı oldu.Tefsirinin adı et-Tahrîr ve’t-Tenvîr’dir.Ayetleri Kur’an’da normal sırasına göre tefsir etmiştir.Ayetlerin tefsirinde yine ayetlere başvurmuş, gerektiğinde Hz. Peygamberin tefsirinden ve seleften gelen görüşlerden de istifade etmiştir.

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

TEFSİR-FIKIH-HADİS USULÜ BAĞLAMINDA

 İLİMLERİN BÜTÜNLÜĞÜ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

 

MUSTAFA MURAT BATMAN

12912713

 

 

·       Cenab-ı Hak:

...اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬ا” “Şüphesiz ki Allah’ın kulları içerisinde O’ndan en çok sakınan âlimlerdir”[1] buyurmuş, Rasulullah da:  “مَنْ سَلَكَ طَرِيقًا يَلْتَمِسُ فِيهِ عِلْمًا سَهَّلَ اللَّهُ لَهُ طَرِيقًا إِلَى الْجَنَّةِ” “Kim kendisini ilme ulaştıracak bir yol tutarsa, Allah-ü Teâlâ o kişiye cennete götüren yolu kolaylaştırır”[2] buyurmuştur. Bu ayet ve hadisleri ve daha nicelerini kendisine şiar edinen geçmişteki âlimlerimiz, kendilerini yalnızca bir alanda yetiştirmek ile kalmamış , ihtisas yaptıkları alan haricinde birçok alanda ilim elde etmeye devam etmiş, liyakatlerini artırmış ve bilgi aldıkları alanların hemen hemen hepsinde söz sahibi olmuşlardır. Bu durum Ulumu’l İslamiyye’nin geçmişte bir bütün olarak ele alındığını  göstermektedir.

·       Bilim tarihine genel hatlarıyla baktığımızda, geçmişte yaşamış ilim adamlarının, günümüzde olduğu gibi kendisini yalnızca bir tek alanda yetiştirip, sadece o alanda yetkin olmadığını müşahede ederiz. Bu bilginler günümüzdekilerin aksine, birçok alanda söz sahibi olacak derecede bilgi sahibi idiler.

·       Günümüz tasnifinde yer alan ilimlere baktığımızda, hiçbir ilmin bir diğerinden tamamen ayrı, tamamen bağımsız bir özellik teşkil etmediğini fark ederiz. Bilhassa alanımız olan İslam ilimlerine bir göz atacak olursak kelam, hadis, fıkıh, tefsir adeta iç içe geçmiştir. Aralarında keskin sınırlar yoktur. Her birinin doğuşu ve gelişimi birbirleriyle etkileşim içerisindedir. Örneğin; erken dönem tefsir usulü ve tarihi, hadisin önemli bir parçasıdır. Bilindiği gibi Klasik İslami İlimler Terminolojisinde Hz. Peygamber’in sözüne “merfu’ hadis”, sahabi sözüne “mevkuf hadis”, tabii sözüne “maktu hadis” denmekte ve tefsir rivayetleri de büyük çoğunluğu itibarıyla bu üç gruptan birine girmektedirler. Bu durumda tefsir rivayetleri, içerikleri bakımından diğer rivayetlerden ayrılsa bile menşe’leri itibariyle aslında birer hadis rivayetidir. Çünkü onlar sonuçta rivayettirler ve unutulmamalıdır ki, ilk hicri asırlarda ‘rivayet’ ile ‘hadis’ kelimeleri eş anlamlı olarak da kullanılmıştır.[3]

·       Fakat zamanla bu birliktelik, yavaş yavaş ortadan kalkmış ve Tedvin dönemi ile birlikte günümüz ilim tasnifi oluşmaya başlamıştır.

·       Cabiri  bu hususta şunları söylemektedir:

·       “Hicri 136-150. yıllar arasında Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen tedvin hareketinin başladığı belli başlı merkezi şehirlerdir. Bu şehirler, ellerinde yazılı belgeler ve “sinelerindekilerle” giderek büyüyen ve dallanan İslam mirasını taşıyan âlimlerin odaklandıkları büyük merkezlerdi. Dönemin âlimlerinin taşıdıkları miras; bablara ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış bilgi, haber ve te’villerin karışımından oluşmaktaydı. Tedvin işlemi temelde bu bilgi birikiminin ayıklanarak bablara ayrılmasını hedefliyordu. Bablara ayrılan bu bilgiler bilahare tefsir, hadis, fıkıh, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edileceklerdi.”[4]

·       Tedvin döneminden sonra artık ilim dalları yavaş yavaş muhtelif bir dal olarak belirmeye başlamıştır. Ancak her ilim dalının (ilimler her ne kadar tasnife tabi tutulsa da kaynaklarının aynı olmasından ötürü) diğer bir ilim dalı ile arasında çeşitli ilişkiler husule gelmiştir. Bu tasniflere göre; İslamî İlimler arasındaki irtibatı, tefsir merkezli olarak ele aldıgımızda dil ve tarih bilimleri adı altında 2 ana akım görürüz.

a)    Dil bilimleri: Dil bilimlerinden Kur’an’ın kelimelerine ve ayetlerine açıklamak getirmek için yararlanılır. Bunun için tefsir yapılırken, önce Arapça bilinmelidir. Ayrıca cümle yapısı ile ilgili nahiv ilmi, kelimelerin türetilmesi ile ilgili olan sarf ve iştikak ilmi, Kur’an’ın edebî inceliklerini ele almak için Ma’ani, beyan ve bedii ilimlerinin bilinmesi gerekir.

b)     Tarih Karakterli Bilgiler: Tefsirde Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için hadisten büyük oranda yararlanılır. Hadis rivayetleri ayetlerin sebeb-i nüzul bilgilerini ve doğrudan ayetlere açıklama getiren rivayetleri ve kıraat bilgilerini bize sağlamaktadır. Tefsir, tarih kaynaklarından da benzeri amaçlar için faydalanır.[5]

·       Yukarıda bahsettiklerimizden de anlaşılacağı üzere tefsir ilminin kendisinden faydalandığı birçok bilim dalı bulunmaktadır. Ancak tefsir ilminin diğer bilim dalları ile olan ilişkisi yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Bu bilimler haricinde tefsirin kendilerine kaynaklık ettiği, malzeme sunduğu bilimler de yer almaktadır. Örneğin tefsir disiplinin Kur’an ayetlerini açıklaması, fıkıh, kelam ve daha birçok bilim dalına materyal sağlamaktadır. Çünkü bilindiği üzere İslamî İlimlerin temel kaynağı Kur’an-ı Azîmü’ş-Şan’dır.

·       Tefsir sadece ayetlerin indiği anda ne kastettiklerini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Tefsirin ortaya çıkardığı bu anlamların yorumlanması ve Kur’an’ın öğrettiği değerlerin değişik zamanlara taşınması fıkıh ve kelam disiplinleri tarafından yapılmıştır. Kur’an’ın içeriğinde yer alan ahlak, siyaset, itikat, hukuk, ibadet gibi konulara ilişkin ayetlerin yorumlanıp sistemli hale getirilmesi bu disiplinler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kur’an’da yer alan ahlak, siyaset ve itikat konularının yorumlanması ve değişik zamanlarda yaşama taşınması işlemi kelam disiplini tarafından; genel anlamıyla hukuk ve ibadet konuları ve bu alanlara ilişkin ayetlerin sistemli bir şekilde yorumlanması fıkıh disiplini tarafından; tefsir de dâhil olmak üzere bütün disiplinlerin izleyeceği yöntem, Kur’an ibarelerinin anlamlarını ve değerlerini belirleme, ortaya koyma ve bunları hayata yansıtmanın önemi ise fıkıh usulü tarafından geliştirilmiştir.[6]

·       İlimler her ne kadar  tasnif edilseler de aralarındaki ilişki hiçbir zaman kesintiye uğramamaktadır. Çünkü yapısı gereği fıkıh, tefsir ve hadisten ayrılamaz çünkü ana materyalleri bu iki kaynaktır. Bir ayetin maksadı anlaşılmadan, nüzul sebebi bilinmeden ayetten hüküm çıkarmak mümkün değildir. Hadis, Kur’an ile çelişemez, çünkü böyle bir iddianın doğrulanması Rasulullah’ı (haşa) yalancı konumuna düşürür. Kelam da fıkhı geliştirmekle yükümlüdür, fıkıh da kelam için bir konu alanı teşkil eder, yani tabiri caizse bir hammaddedir. Kısacası her ilim dalı birbiri ile yakın bir ilişki halindedir. Keza İslami İlimlerin ilk dönemlerinde ilk dört halife, İbn Ömer, İbn Abbas, İbn Mesud, H.z. Aişe, Zeyd b. Sabit.. ve daha nice güzide insanların bu ilim dallarının bidayetinde anılan şahıs olmaları bu durumu teyid eder niteliktedir.

·       Yaptığımız bu  çalışmadan anlıyoruz ki; gerek Ulumu’l İslamiyye’nin bidayetinde gerekse klasik İslam eğitiminde ilim, bir bütün olarak algılanmış ve okutulmuştur.

·       Bu ilimlerin tedvin asrına kadarki olan süreçleri ve birbirleriyle aralarındaki ilişki bunu gerekli kılmaktadır. Mezkur ilimler, yöntem ve ilgi alanı olarak farklıymış gibi dursalar da aslında hepsi dinin  bir cihetini temsil etmektedirler. Günümüzde bu mühim ve temel ilkeyi göz önünde bulundurmak, İslami ilimlerde yapılan çalışmaları daha kaliteli kılacağını düşünmekteyiz.

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Fatır 35/28.

[2] Tirmizi, İlim 2.

[3] Mehmet Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri, s. 19, Kitabiyat, Ankara, 2003.

[4] el-Cabiri, age, s. 72; Prof. Dr. Sönmez Kutlu, İslam Bilimlerinde Yöntem, s. 52, Ankuzem, Ankara, 2005.

[5] Prof. Dr. Mehmet Paçacı-Esra Gözeler, Kur’an ve Hadis İlimleri, s.12, Ankuzem, Ankara, 2005.

[6] Prof. Dr. Mehmet Paçacı-Esra Gözeler, age, s. 13.


0 Yorum - Yorum Yaz



Yahya Özdil-Yüksek Lisans
 

 

                                   TEFSİR TARİHİ

                     Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için Kur’ân’ı Kerim’in mutlak surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize  en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla  kur’ân kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.

                    Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her dönemde gittikçe gelişmiştir.

                                  HADİS TARİHİ

                       Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5]

                      Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.

                                  FIKIH TARİHİ

                   Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin nassları ışığında  yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır.

                  Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş,  gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.

    Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]

                   Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza.Bu ilimlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara  ve branşlara ayrılsa da öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.  İslamiyet içerisinde  gelişen   bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde, O’na göre gelişmişlerdir.[7] Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartışılmaz.Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta  cemel ve sıffin gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı.‘’[8]

               İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıûn efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete  ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada  yani  bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]

            ’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.

                 Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başlandı.

                Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin  dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi                                                                                                                           bilgiyi işleyen olarak  bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        İlk dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın  hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta  olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi.

                 Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden  kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.

 



[1]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31

[2]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33

[3]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61

[4]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

[5]  Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav

[6]  Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi

[7]  İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86

[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 ,  Fecr yayınları , Ankara 2010

[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ?  Klasik yayınları , İstanbul 2008

[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010

[11]  Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010 
 

 

                           


0 Yorum - Yorum Yaz


HAMDULLAH KAYA Öğrenci No: 12912772 yüksek lisans öğrencisi
İslam İlimlerinin ana kaynağı şüphesiz, Kur'an-ı Kerim’dir. Şöyle bir baktığımızda aslında Kur'an-ı Kerim, kendisinin üzerinde düşünülmesini, anlaşılmasını ve açıklanmasını isteyen, netice de yaşanılır kılınmasına muhataplarına teşvik eden vahiy mahsulü bir kitaptır. Bu gerçek kur’anın birçok ayetinde açıkça zikredilmektedir. İslam'ın ilk üniversitesi masabesinde olan mescitlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an-ın anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz. Aslında bütün Kur'an ilimleri,Kur'an-ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde bu ilimlerin ilk başta içiçe geçmiş bir halde bulundukları bir hakikattır.Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir.Kur'an ilimlerine yönelik tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur'anın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek tabii bir olgu olarak olarak görülüyor.Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir.İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varolşlarının gereği olarak ,konusu,amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ,ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz.İçerik olarak tefsir,tefsir tarihi,hadis,hadis usülü,fıkıh,fıkıh usülü kapsayan bu ilimlere ''beyan'' tabiride ıtlak edilir.Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler,mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez.Dolayısıyla ''İslami'',''dini'veya ''şer'i'' nitelemesi,İslamla veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir.Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.Peygamber'den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp,Hz.Peygamber'den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur.Bu suretle kelam,mantık da bu ilimler kategorisine dahil edilmiştir.Bu arada yardımcı İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir. Hicri 2.asrın ortalarından önce yaklaşık olarak hicri 143 yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı.Her ilim için kendi içinde litaratürü ve tarihi oluştu diyebiliriz.Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır.Fakat sonraları, Hadis ehlince,ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı.Fıkıh,kelam ve tefsir terimleri,daha sonraki dönemlerde,bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar.İslami ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktılar.İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde ortaya çıktı ve gelişti diyebiliriz.Neticede kur’an merkezli bu ilmler her biri diğerini tamaladı ve bugün de bu ilimlerden faydalanmanın üst seviyede olması gerektiği insanlığın sorunlarına kur’an ana merkezde olmak üzere İslam ilimleri ışığında çareler aranması gerektiği aşikardır.
Hamdullah kaya ( yüksek lisans öğrencisi )
0 Yorum - Yorum Yaz

Tefsir Tarihi    21.05.2013

12912778 / Yüksek Lisans

Rukiye Öztürk

 

TEFSİR TARİHİ

 

  • Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’i muhataplarına anlatmak için yapılan işte kullanılan “ tefsir” ve te’vil kelimelerinin ilk devirlerdeki anlaşılan biçimini iyi bilmemiz gereklidir.
  • Bu iki kelimenin öncelikle köklerini tespit etmeliyiz. Tefsir kelimesi ‘ fesr ’ veya taklib tarikiyle ‘ sefr ’ köklerinden bir mastardır. Fesr beyan etmek, keşfetmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi manalarda kullanılmaktadır. ‘ Sefr ’ kökü çeşitli anlamlara gelir ise de genelde bu kelimenin Araplar arasında kapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak anlamlarına geldiği görülür.
  • Hakiki tefsir Allah ve Rasül’ünün beyanı ile yapılan tefsirdir. Yani rivayete muhtaç bulunan tevkifi olandır.
  • İslam hukuku alanında tefsirin çeşitlerinden tercih edileni de zaten yukarıdakidir. Bunu dışındakiler ise te’vil alanında mütalaa edilirler.
  • Tefsir ile te’vil arasındaki farkı en güzel ifade edenlerden birisi de Ebu Mansür el- Maturudi olmuştur:  “ Tefsir sahabe içindir; te’vil ise fakihlere aittir ”. Yani sahabe hadiselere şahit olup, hakkında Kur’an nazil olan hususu bildikleri ve gözleriyle gördüklerinden murad olunanı yani ayetin tefsirini hakikatiyle biliyorlardı.
  • Te’vil ise Ebu Zeyd’e göre sözün mutemel olduğu manalardan birisine yöneltilmesidir. Allah’ı şahit göstermek burada söz konusu değildir.

·        Hz. Muhammed (sav) döneminde kitap haline getirilememişse de tilaveten toparlama

      mükemmel hale getirilmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde kitap halini almış ve son olarakî

            Hz. Osman derinde okunuş farklılıkları ortadan kaldırılmış haliyle çoğaltılmıştır.

  • Hz. Muhammed (sav) zamanında tefsir belli sebepler neticesinde gerçekleştiriliyordu ki bunlar: Ayet okuma, sorulara verilen cevap yoluyla, delil getirmek amacıyla ayet okunurkendir.
  • Kur’an-ı Kerim’in surelerinin bir kısmı toptan ( sure halinde ) bir kısmı ise ( sureyi oluşturan ayetler ) parçalar halinde inmiştir.  Ayet ve surelerin parça parça inişi tefsir ilminde tencim-ül Kur’an adıyla anılmaktadır. Peygamber efendimiz ise ayetleri ilgili surelere bizzat yazdırmaktaydı. Hatta yazıldıktan sonra kontrol ediyor okutup, dinliyordu.
  • Kur’an-ı Kerim’i iniş suresi tam olarak yirmi iki yıl iki aydır. On iki sene beş ayı Mekkî, dokuz sene dokuz ayı da Medenî döneme aittir.
  • Sahabenin Kur’an tefsiri hakkında iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Bir kısım sahabe Kur’an tefsiri hakkında söz söylemekten çekinirken, diğerleri onu tefsir ediyorlardı.
  • Hz. Peygamber: “ Bir kimse rey ile Kur’an hakkında dese - veya bilmeden söylese- ateşten oturacak yerine hazırlansın. ” Bu haberdeki rey meselesi iyi anlaşılmadığı için bu işin neticesi olan tehditten korkmuşlar. Bu korku tabiûn tabakası aşıp daha sonraki nesillere kadar ulaşmıştır.
  • Yahut da Peygamber’ in sohbetinde bulunup ondan ilim telakki etmiş olan sahabeler, tefsirde hata yaparız korkusu ile Kur’an’ ı tefsir etmekten çekinmişlerdir ve bu hususta konuşmak istememişlerdir.
  • Bir gün Ebu Bekr’e ( Abase Suresi 31 ) ayetin manası sorulduğunda: “ Allah’ın kitabına dair bir şeyi kendime göre tefsir eder veya bilmediğim halde söylesem, hangi yer beni üzerinde taşır ve hangi sema beni gölgelendirir? ” demişti. ( Tefsiru’t Taberî;1 / 78, Tefsiru İbn Kesir; 1/ 5 )
  • Peygamberin tefsiri, tefsir kitaplarına nazaran daha azdır. Bu da onları toplayanların usullerine göre cerh ve ta’ dile tabi tutulmuş olmasından ileri gelir. Hatta tefsir kitaplarında, zayıf ve kasıtlı olarak va’z edilmiş haber pek çoktur.
  • Hz. Peygamberin Kur’an’daki bazı kelimeleri izahına dikkat edecek olursak; görmekteyiz ki bunların bazıları dünya bazıları ahret hayatına işaret etmektedir. Bazen Müslümanların düşmanları karşısında alacakları tavrı izah ederken bazen de ahretle ilgili suallere karşılık vermektedir.       
  • Örneğin; bir arabî peygambere göre ‘ Sûr’ un ne olduğunu sordu. O da: “ Boynuzdur, ona üfürülür. ” ( Sünenu’t Tırmızî 7 / 23. Musnedu Ahmed 2 / 192 ) diyor. Hâlbuki sözlükte sûr yalnızca boynuz manasına gelmektedir.  Hz. Peygamber ise kelime o şahsa anlayacağı şekilde açıklamıştır.

 

  • Peygamberimizden sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştır. Onları tefsir alanındaki özellikleri yükseltiyordu. Birincisi sarsılmaz mutlak imanları, ikincisi hadise ve sebepleri müşade edebilmeleriydi.
  • Hadise ve sebeplere hâkim olan sahabe, şüphesiz ki Kur’an’ı sonradan yetişen nesillerden daha iyi anlayacaktır. Ama bu anlayış elbette hepsinde aynı olmazdı.
  • İşte sahabenin durumu böyle iken İbni Haldun’un Kur’an’ın muhatapları onun kelim ve terkiplerini anlıyorlardı demesi tam olarak gerçeği yansıtmayan bir ifadeydi. Eğer İbni Haldun’un dediği doğru olsaydı ilk zamanlarda basit dahi olsa da bazı tartışma ve ihtilafların olmaması gerekirdi.
  • Örneğin; Ahmed bin İbn Hanbe, Ebu Said el Hudri ( ö 781 / 697 ) vasıtası ile Peygamberden naklettiği bir haberde, Kur’an’daki bütün ‘ Kunut ’ kelimelerinin           ‘ Taat ’ manasına geldiğini zikrediyorsa da böyle bir şeyin sadî olması şüphe ile karşılanır.
  • Bu bağlamda “ Hz. Ömer: ‘ Şu ümmet Nebîleri bir olduğu halde nasıl olurda ihtilaf edebiliyorlar? ’ diye sorduğunda cevap olarak: ‘ Ey Mü’minlerin emiri, Kur’an bizim üzerimize nazil oldu, onu okuduk ve ne için nazil olduğunu biliyorduk. Bizden sonrakiler, Kur’an’ı okuyacaklar ve niçin nazil olduğunu bilmeyecekler, rey olunca da aralarında ihtilaf olacaktır. ’  denmiştir. ( Tefsir’ül Kasımî 1 / 28 ) ” rivayeti önem kazanıyor.
  • Kıraata gelecek olursak, orada Müslümanlar için bir kolaylık vardır. Ez- Zerkeşî bu konuda: “ Kur’an ve kıraat birbirinden ayrı iki hakikattir. Kur’an Peygamber’ e nazil olmuş bir vahiydir. Kıraat ise zikredilen şu vahiy lafızlarının kitabeti kayfiyeti, onu hafifletmek veya ağırlaştırmak gibi hususlardır. ” demiştir.
  • Hulefayı Raşidin devrinden itibaren İslam devletinin sınırları Arap yarım adasının aşamaya başlamış; kendi bünyesinde yeni ülkelerle beraber yeni yeni kültür ve dine sahip cemiyetleri de arasına almıştı. Yani artık yeni kanun ve hükümlere ihtiyaçları vardı.
  • Arap olmayan Müslümanların İslamiyeti öğrenmesi gerekliliğinden hareketle görüyoruz ki ilim ve tefsir de ortaya çıkan şahsiyetlerin çoğunun aslen Arap değillerdir.
  • İşte bu ilimle iştigal eden gruba genel bir isim olarak ‘ Mevali ’ denmiştir.
  • Fütühattan sonra farklı şehirlere dağılan sahabe oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan genelde Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiûn ve etbaıdır ki bunların çoğu mevalî evlatlarıydı.
  • Mevlânın durumu ise efendisine bağlıydı. Tüccar olan sahabenin mevlâsı tüccar, âlim olanın mevlası âlim idi.
  • İbn Abbas’ın; Ata İbn Ebi Rabbah ( ö 128 / 733 ) Benu Fihr’in; Ebu Zubeyr Muhammed İbn Mislim ( ö 128 / 733 ) Hakim İbn Hizam’ın mevlası idi. Kufe’de ise Said İbn Cübeyr ( ö 94 / 713 ) Benu Vahibe mevâsı, Basra’da El- Hasan İbn Yaşar      ( ö110 / 728 ) Zeyd İbn Sabit’in mevlâsı idi.
  • Tefsirlerden bir kısmı zamanımıza kadar intikal etmiş bir kısmı da intikal etmemiş ancak biz onların varlığını kaynaklardan öğreniyoruz.

 

Bunlardan bazıları ( kronolojik ):

                  ►  Tefsiru Garib’l Kur’ani’l Mecid; Zeyd İbn Ali

                  ►  Tefsir’ul İmam Ca’fer es-Sadık

                  ►  Tefsiru Mukatil İbn Süleyman

                  ► Kitabu Maani’l Kur’an; El Ahfeş

                  ► Tefsiru Ebi Zekeriyya Yahya İbn Selem et-Teymî el Basrî

                  ► Câmi'ul Beyân fi Tefsir'il Kur'ân; İbn Cerir et-Taberi

                  ► Keşşaf Tefsiri; Zemahşerî

...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 12912778 / Yüksek Lisans

Rukiye Öztürk

 

TEFSİR TARİHİ

 

  • Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’i muhataplarına anlatmak için yapılan işte kullanılan “ tefsir” ve te’vil kelimelerinin ilk devirlerdeki anlaşılan biçimini iyi bilmemiz gereklidir.
  • Bu iki kelimenin öncelikle köklerini tespit etmeliyiz. Tefsir kelimesi ‘ fesr ’ veya taklib tarikiyle ‘ sefr ’ köklerinden bir mastardır. Fesr beyan etmek, keşfetmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi manalarda kullanılmaktadır. ‘ Sefr ’ kökü çeşitli anlamlara gelir ise de genelde bu kelimenin Araplar arasında kapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak anlamlarına geldiği görülür.
  • Hakiki tefsir Allah ve Rasül’ünün beyanı ile yapılan tefsirdir. Yani rivayete muhtaç bulunan tevkifi olandır.
  • İslam hukuku alanında tefsirin çeşitlerinden tercih edileni de zaten yukarıdakidir. Bunu dışındakiler ise te’vil alanında mütalaa edilirler.
  • Tefsir ile te’vil arasındaki farkı en güzel ifade edenlerden birisi de Ebu Mansür el- Maturudi olmuştur:  “ Tefsir sahabe içindir; te’vil ise fakihlere aittir ”. Yani sahabe hadiselere şahit olup, hakkında Kur’an nazil olan hususu bildikleri ve gözleriyle gördüklerinden murad olunanı yani ayetin tefsirini hakikatiyle biliyorlardı.
  • Te’vil ise Ebu Zeyd’e göre sözün mutemel olduğu manalardan birisine yöneltilmesidir. Allah’ı şahit göstermek burada söz konusu değildir.

·   Hz. Muhammed (sav) döneminde kitap haline getirilememişse de tilaveten toparlama mükemmel hale getirilmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde kitap halini almış ve son olarak Hz. Osman devrinde okunuş farklılıkları ortadan kaldırılmış haliyle çoğaltılmıştır.

  • Hz. Muhammed (sav) zamanında tefsir belli sebepler neticesinde gerçekleştiriliyordu ki bunlar: Ayet okuma, sorulara verilen cevap yoluyla, delil getirmek amacıyla ayet okunurkendir.
  • Kur’an-ı Kerim’in surelerinin bir kısmı toptan ( sure halinde ) bir kısmı ise ( sureyi oluşturan ayetler ) parçalar halinde inmiştir.  Ayet ve surelerin parça parça inişi tefsir ilminde tencim-ül Kur’an adıyla anılmaktadır. Peygamber efendimiz ise ayetleri ilgili surelere bizzat yazdırmaktaydı. Hatta yazıldıktan sonra kontrol ediyor okutup, dinliyordu.
  • Kur’an-ı Kerim’i iniş suresi tam olarak yirmi iki yıl iki aydır. On iki sene beş ayı Mekkî, dokuz sene dokuz ayı da Medenî döneme aittir.
  • Sahabenin Kur’an tefsiri hakkında iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Bir kısım sahabe Kur’an tefsiri hakkında söz söylemekten çekinirken, diğerleri onu tefsir ediyorlardı.
  • Hz. Peygamber: “ Bir kimse rey ile Kur’an hakkında dese - veya bilmeden söylese- ateşten oturacak yerine hazırlansın. ” Bu haberdeki rey meselesi iyi anlaşılmadığı için bu işin neticesi olan tehditten korkmuşlar. Bu korku tabiûn tabakası aşıp daha sonraki nesillere kadar ulaşmıştır.
  • Yahut da Peygamber’ in sohbetinde bulunup ondan ilim telakki etmiş olan sahabeler, tefsirde hata yaparız korkusu ile Kur’an’ ı tefsir etmekten çekinmişlerdir ve bu hususta konuşmak istememişlerdir.
  • Bir gün Ebu Bekr’e ( Abase Suresi 31 ) ayetin manası sorulduğunda: “ Allah’ın kitabına dair bir şeyi kendime göre tefsir eder veya bilmediğim halde söylesem, hangi yer beni üzerinde taşır ve hangi sema beni gölgelendirir? ” demişti. ( Tefsiru’t Taberî;1 / 78, Tefsiru İbn Kesir; 1/ 5 )
  • Peygamberin tefsiri, tefsir kitaplarına nazaran daha azdır. Bu da onları toplayanların usullerine göre cerh ve ta’ dile tabi tutulmuş olmasından ileri gelir. Hatta tefsir kitaplarında, zayıf ve kasıtlı olarak va’z edilmiş haber pek çoktur.
  • Hz. Peygamberin Kur’an’daki bazı kelimeleri izahına dikkat edecek olursak; görmekteyiz ki bunların bazıları dünya bazıları ahret hayatına işaret etmektedir. Bazen Müslümanların düşmanları karşısında alacakları tavrı izah ederken bazen de ahretle ilgili suallere karşılık vermektedir.       
  • Örneğin; bir arabî peygambere göre ‘ Sûr’ un ne olduğunu sordu. O da: “ Boynuzdur, ona üfürülür. ” ( Sünenu’t Tırmızî 7 / 23. Musnedu Ahmed 2 / 192 ) diyor. Hâlbuki sözlükte sûr yalnızca boynuz manasına gelmektedir.  Hz. Peygamber ise kelime o şahsa anlayacağı şekilde açıklamıştır.
  • Peygamberimizden sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştır. Onları tefsir alanındaki özellikleri yükseltiyordu. Birincisi sarsılmaz mutlak imanları, ikincisi hadise ve sebepleri müşade edebilmeleriydi.
  • Hadise ve sebeplere hâkim olan sahabe, şüphesiz ki Kur’an’ı sonradan yetişen nesillerden daha iyi anlayacaktır. Ama bu anlayış elbette hepsinde aynı olmazdı.
  • İşte sahabenin durumu böyle iken İbni Haldun’un Kur’an’ın muhatapları onun kelim ve terkiplerini anlıyorlardı demesi tam olarak gerçeği yansıtmayan bir ifadeydi. Eğer İbni Haldun’un dediği doğru olsaydı ilk zamanlarda basit dahi olsa da bazı tartışma ve ihtilafların olmaması gerekirdi.
  • Örneğin; Ahmed bin İbn Hanbe, Ebu Said el Hudri ( ö 781 / 697 ) vasıtası ile Peygamberden naklettiği bir haberde, Kur’an’daki bütün ‘ Kunut ’ kelimelerinin           ‘ Taat ’ manasına geldiğini zikrediyorsa da böyle bir şeyin sadî olması şüphe ile karşılanır.
  • Bu bağlamda “ Hz. Ömer: ‘ Şu ümmet Nebîleri bir olduğu halde nasıl olurda ihtilaf edebiliyorlar? ’ diye sorduğunda cevap olarak: ‘ Ey Mü’minlerin emiri, Kur’an bizim üzerimize nazil oldu, onu okuduk ve ne için nazil olduğunu biliyorduk. Bizden sonrakiler, Kur’an’ı okuyacaklar ve niçin nazil olduğunu bilmeyecekler, rey olunca da aralarında ihtilaf olacaktır. ’  denmiştir. ( Tefsir’ül Kasımî 1 / 28 ) ” rivayeti önem kazanıyor.
  • Kıraata gelecek olursak, orada Müslümanlar için bir kolaylık vardır. Ez- Zerkeşî bu konuda: “ Kur’an ve kıraat birbirinden ayrı iki hakikattir. Kur’an Peygamber’ e nazil olmuş bir vahiydir. Kıraat ise zikredilen şu vahiy lafızlarının kitabeti kayfiyeti, onu hafifletmek veya ağırlaştırmak gibi hususlardır. ” demiştir.
  • Hulefayı Raşidin devrinden itibaren İslam devletinin sınırları Arap yarım adasının aşamaya başlamış; kendi bünyesinde yeni ülkelerle beraber yeni yeni kültür ve dine sahip cemiyetleri de arasına almıştı. Yani artık yeni kanun ve hükümlere ihtiyaçları vardı.
  • Arap olmayan Müslümanların İslamiyeti öğrenmesi gerekliliğinden hareketle görüyoruz ki ilim ve tefsir de ortaya çıkan şahsiyetlerin çoğunun aslen Arap değillerdir.
  • İşte bu ilimle iştigal eden gruba genel bir isim olarak ‘ Mevali ’ denmiştir.
  • Fütühattan sonra farklı şehirlere dağılan sahabe oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan genelde Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiûn ve etbaıdır ki bunların çoğu mevalî evlatlarıydı.
  • Mevlânın durumu ise efendisine bağlıydı. Tüccar olan sahabenin mevlâsı tüccar, âlim olanın mevlası âlim idi.
  • İbn Abbas’ın; Ata İbn Ebi Rabbah ( ö 128 / 733 ) Benu Fihr’in; Ebu Zubeyr Muhammed İbn Mislim ( ö 128 / 733 ) Hakim İbn Hizam’ın mevlası idi. Kufe’de ise Said İbn Cübeyr ( ö 94 / 713 ) Benu Vahibe mevâsı, Basra’da El- Hasan İbn Yaşar      ( ö110 / 728 ) Zeyd İbn Sabit’in mevlâsı idi.
  • Tefsirlerden bir kısmı zamanımıza kadar intikal etmiş bir kısmı da intikal etmemiş ancak biz onların varlığını kaynaklardan öğreniyoruz.

 

Bunlardan bazıları ( kronolojik ):

                  ►  Tefsiru Garib’l Kur’ani’l Mecid; Zeyd İbn Ali

                  ►  Tefsir’ul İmam Ca’fer es-Sadık

                  ►  Tefsiru Mukatil İbn Süleyman

                  ► Kitabu Maani’l Kur’an; El Ahfeş

                  ► Tefsiru Ebi Zekeriyya Yahya İbn Selem et-Teymî el Basrî

                  ► Câmi'ul Beyân fi Tefsir'il Kur'ân; İbn Cerir et-Taberi

                  ► Keşşaf Tefsiri; Zemahşerî

...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Hadis Tarihi    21.05.2013

12912778 / Yüksek Lisans

Rukiye Öztürk

 

 

Hadîs Tarihi

 

  • Hadis kelimesi aslında yeni demektir. Eski manasında kullanılan kadimin zıddıdır. Bu kelime İslam öncesi şairler tarafından kullanıldığı gibi Kur’an ve Hadis-i Nebevîde de kullanılmıştır. Hikâye ve rivayetleri anlatanlara ise ‘ Huddas ’ denir.
  • Örnek ve adet demek olan ve Müslümanlar tarafından sadece Hz. Muhammed ( s.a.v. ) ‘in filleri ve uygulamaları için kullanılan sünnet kelimesinin manası hadîs kelimesinin manası ile yakındır.
  • Hz. Muhammed’in sadık dostlarının onun dediklerini ve yaptıklarını can kulağıyla dinleme ve uygulama istekleri bu türün ortaya çıkışında temel sebeptir.
  • Bir asra yakın bir zaman içerisinde kısmen Hz. Peygamber tarafından yazdırılmış hükümler, mektuplar ve ashabının birçoğuna atfedilen yazı şeklinde, kısmen de onunla beraber bulunup söz ve hareketlerimi dikkatle takip etmiş ve hafızaları güçlü kişiler tarafından toplanmıştır.
  • Hz. Muhammed’in ölümünün ardından birinci Ömer kararında Cenab-ı Hak’dan yardım talebi ile bu işin üzerinde durmaya karar verdi. Ancak Kur’an’ın Müslümanlar tarafından ikinci planda bırakılması ihtimalinin korkusuyla vazgeçti.
  • Bu iş için en geniş çalışma ise ikinci Ömer döneminde başlatıldı. Kendisi devletin başına geçtiğinde hadislerin toparlanması için çaba harcadı. Ayrıca cahil bedeviler için maaşlı Kur’an hocaları atadı. Fıkıh hocalarına ve talebelerine destek verdi. Hicaz valisine hadis dersleri verilmesi konusunda talimat verdi. Bu alanda iyi yetişenleri Mısır’a ve Kuzey Afrika’ya öğretmenlik yapmaları için gönderdi.
  • Bununla da yetinmeyen ikinci Ömer büyük bir muhaddis olan Ebû Bekr b. Muhammed b. Hazm’a göre o, Peygamber’in ve Ömer’in bilhassa o devirde Hz. Aişe’den rivayet edilen Hadîslerin muhafızı Abdurrahman’ın kızı Amre’den öğrenebildiği hadîsleri tespit edip yazmasını istemişti.
  • Bir araya getirdiği tüm kitapların ise hâkimiyet altındaki yerlerde dolaştırılmasını Sa’d b. İbrahim ile İbn Şihab el – Zuhrî’den talep ettiği söylenir.
  • İlim tahsili için Suriye ve Mısır’ı tamamen dolaşmış ve Medine’de de kalan Mekhûl     ( öl.116 / 734 ) sünnet hakkında İbni-i Nedim Fihristi’nde de adı geçen bir kitap yazmıştır.
  • Büyük İslam Devleti’nde hemen hemen aynı anda başlayan hadîs toplama hareketleri onların ardından çeşitli muhaddisler tarafından devam ettirildi. Bu hadîs toplarcılardan Abd’ü’l Melik b. Abd’ü’ l Aziz b. Cüreyc Mekke’de, Sa’d b. Arûbe Mezopotamya’da, El- Evzâ’î Suriye’de, Muhammed b. Abd’i’r Rahmân Medine’de, Zâide b. Kudâme ve Sufyân es- Servi Kûfe’deve Hammâd b. Selâme Basra’da çalışmalar yaptı.
  • Ancak ne yazık ki hemen hemen yukarıdaki tüm eserler kaybolmuştur. Onların plan ve yöntemleri hakkında ise hiçbir bilgi yoktur. Bu eserlerden bahseden İbn el- Nedîm eserlerin bir kısmı için sünnet hakkında eserler demekte ve fıkıh kitapları gibi meseleler için ayrılmış bölümler olduğunu söylemektedir. Bununla birlikte çeşitli âlimlere göre Süfyân es- Sevrî’nin iki kitabı vardı ve değişik yapıdaydılar. Biri hakkında İbn-i Nedîm hadîs eserlerine benzediğini söyler ancak o da diğer eserler gibi kaybolmuştur.
  • İmam Mâlik’in günümüze ulaşmış olan ve bir alman bilgini Golziher tarafından detaylı incelenmiş olan eser Muvatta’dır. Ona göre Muvatta diğer hadîs eserleri gibi toplama değildir ve hukuk mecellesidir.
  •  Hadîs kitaplarının tasnifi için bu eserler aşağıdaki gruplara ayrılmıştır:
    1. Sahifeler
    2. Cüzler ( belirli konularda hadîs mecmuaları )
    3. Risâle veya kitaplar
    4. Musannefler ( konuların çoğunu işleyen )
    5. Müsnedler ( bizzat Peygamber’den )
    6. Mû’ cemler ( alfabetik sırada, belirli konular )
    7. Câmi’ler ( tüm konuları içeren )
    8. Sünenler ( ahkâm hadîsleri )
    9. Müsterekler ( kendinden önceki müellifi temel alarak )
    10. Müstahrecler ( kendinden öncekileri yeni isnâd ile toplama )
    11. Erbe’ûnlar ( müllifin özel ilgisiyle kırk hadîs ) 
  • En az hadîs nakledenler yirmi hadîs ile Şureyh el- Ka’bî, Abdullah b. Cerrâd, Musvir b. Mahreme, Amr b. Ûmeyye el- Damrî ve Amr b. Ûmeyye ( bir başkası ) ‘dir. En fazla hadîs nakleden ise beş bin üç yüz yetmiş dört hadîs ile Ebu Hureyre’dir.
  • Hadîs nakledenlerin arasında Peygamberimizin hanımları, dört büyük halife ve birinci Emevî halîfesi Mu’ âviye’de vardır.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Fıkıh Tarihi    21.05.2013

12912778 / Yüksek Lisans

Rukiye Öztürk

 

 

Fıkıh Tarihi

 

  • Fıkıh, Arapça kökenli bir sözcüktür. "Bir şeyin özünü ve inceliklerini kavramak" anlamındadır. İslam dininin kutsal kitabı olan Kur'an'da bir bilimden çok "ince anlayış, keskin idrak ve konuşanın amacını anlamak" anlamlarında kullanılmıştır. Bu nedenle genel açıdan fıkıh "bir şeyi özüne vakıf olarak anlamak ve deliliyle birlikte bilmek" anlamında kullanılır.

·         Fakat fıkıh bir bilim olarak, İslam hukuku anlamında kullanılmıştır. Bu anlamda kullanımının farklı bilgin ve taraflarca yapılmış iki ana, farklı tanımı vardır.

·         Biri fıkıh mezheplerinden Hanefilik mezhebinin tanımıdır ki “ Kişinin ameli bakımdan lehinde ve aleyhinde olanları maharetle bilmesi ” şeklindedir.

·         Diğer tanımsa yine bir fıkıh mezhebi olan Şafiilik mezhebinin tanımıdır ve “ Eylem ve şeriat hükümlerini, yani ibadet, muamelat ve cezaları (ceza hukukunu), açıklayıcı delillerden çıkararak bilmek, tanımak ” şeklindedir.

  • "Fıkh" kökünden türeyen “ Fakih ” “ bir şeyi iyi bilen, iyi anlayan kimse ” demektir. Fakih kelimesinin çoğulu “ Fukaha ” dır.
  • Kur’an-ı Kerim, hadîs, edebiyat ve tarih kitaplarının bize naklettiği bilgilere dayanarak câhiyye devri hukukunu ve İslam’dan sonraki hallerini şöyle özetlemek mümkündür:

 

A. AİLE

1.      Evliliğin Çeşitleri:

a)      Nikâh: Kızın velisinden istenerek mehir karşılığında evlilik.

b)      Trampa: İki kişinin kızlarını veya velisi bulundukları kadınları mehirsiz takası etmeleri. İslam’da hadîsle yasaklanmıştır.

c)      İki kız kardeşle evlenmek ya da sınırsız kadınla evlenebilmek. Birincisi yasaklanmış, ikincisi ise en fazla dört olarak sınırlandırılmış.

d)     Analıkla evlenmek: İslam’da yasaklanmıştır.

 

2.      Evliliğin Mânileri:

Yakın akraba ile evlenmek yasaktı. Analar, kızlar, halalar ve teyzelerle evlenilmezdi. Buna karşılık olarak amca ve dayılarla da evlenilmezdi. Evlatlık ise evlat yerindeydi ve onunla da evlenmek yasaktı. İslam ile evlatlık hariç bu yasaklar devam etmiştir.

 

3.      Mehir:

Velisi ya da kızın babası kızın mehrini alır ve kıza bir şey verilmezdi. İslam bunu yasaklamış ve mehirin kadına bir hak olduğunu bildirmiştir.

 

4.      Evliliğin Sona Ermesi:

a)      Talâk ( boşanma ): Erkek karısını boşar ve reddederdi. İsterse kendi kendine vazgeçebilirdi ve bunun sayı sınırı bile yoktu. İslam bu boşanmayı zorunlu hallerde ve üçe indirmiştir.

b)      Hulû: Kadın veya velisinin bir meblağ karşılığı kocasından boşanması. İslam da kabul görür ancak kayda ve şarta bağlanır.

c)      İlâ ( yemin ) : Koca, karısına yaklaşmayacağına yemin eder ve iki sene yaklaşmazsa onu boşamış sayılırdı. İslam bu bekleme süresini dört aya indirmiştir.

 

5.      Vasiyet:

Araplar vâris olsun ya da olmasın herkese istenildiği kadar malın bırakılabileceğini kabul ediyorlardı. İslam da ise üçte birinden fazla vasiyetin ifası varislerin rızasına bağlıdır. Varise vasiyet yoktur.

 

B. MUÂMELÂT

 

1. Şirket Akdi:

            Hz. Peygamber ve sahabenin hayat hikâyelerinde, İslam’dan önce ortaklık akdinin bilindiğini gösteren ifadeler vardır.

 

2. Mudârabe veya Kırâz Akdi

            Bir kişinin sermaye diğerinin iş ve ticaretiyle meydana gelir. Sermaye sahibi kârın bir miktarını alır.  İslam bunu yerinde bırakmıştır.

 

3. Selem Akdi:

            Peşin para ile sonradan mal teslimi. Hz. Peygamber:  “ Yeri ve zamanı belli olsun. ” buyurmuştur.

 

4. Borçlanma ve Fâiz:

            Katlanarak artan borçlar söz konusu idi. İslam faizin bütün çeşitlerini yasaklamıştır.

 

5. Rehin:

            Borç ödenmediği takdirde rehin mal alacaklının olurdu. İslam rehnin bu şekilde mal edilmesini men etmiştir.

 

6. Alışveriş Şekilleri:

            a) Münâbeze, mülâmese ve hasât Bey’i:

                        Aldım – sattım sözleri kullanılmadan alışveriş yapılırdı. İslam bunu yasak etmiştir.

            b) Hileli Artırma:

                        Müşterinin daha çok para vermesi sağlanırdı. Bu da yasaklanmıştır.

           

            c) Borçlunun Satılması:

                        İslam bunu da yasaklamıştır.

 

 

C. CEZA HUKUKU

 

1. Kısas:

      Araplar ‘ Ölümü en iyi ölüm yok eder ’ der ve kısas isterlerdi. Ancak katilin yakınları da sorumlu sayılır ve buna dâhil edilirdi.   İslam ‘ Kimse kimsenin günahını yüklenemez .’ ilkesini getirmiştir.

 

2. Diyet:

      Kasten olmayan katil hadiselerinde diyet kabul edilirdi. İslam bunu kabulün yanı sıra kasten öldürmede de eğer maktulün velisi razı olursa diyeti serbest etmiştir.

 

                            

D. MUHAKEME USÛLÜ

 

  1. Kasâme:

Katili belli olmayan cinayetlerde maktûlun bulunduğu köy veya mahalle ahalisinden elli kişinin ‘ öldürmedik ve öldüreni de görmedik ’ demelerine verilen ad.

            İslam bu usûlü kabul etmiştir.

 

  1. İsbat:

Davacı iddiasını şahit ile ispata çalışır. Bunu yapmadığı takdirde davalıya yemin teklif edebilir. İslam ilke olarak bunu reddetmemiştir.

 


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi