Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


Bochra refas 

14922707

doktora

 The Omission in Holy Qur'an Reading According to Al Tabari explanation ,Majid Ahmad Alkhawaldeh Mu'tah University ,200


Rippin, Andrew. “Al-Ṭabarī.” In Encyclopedia of Religion. Vol. 14. Edited by Mircea Eliade, 231–233. New York: Macmillan, 1987.

-Bosworth, Clifford E. “Al-Ṭabarī, Abū Djafar Muḥammad b. Djarīr b. Yazīd.” In Encyclopaedia of Islam. 2d ed. Vol. 10. Edited by P. J. Bearman, Th. Bianquis, C. E. Bosworth, E. van Donzel and W. P. Heinrichs, 11. Leiden, The Netherlands: Brill, 2000.

-Riddell, Peter G. “Al-Tabari.” In The Qurʾān: An Encyclopedia. Edited by Oliver Leaman, 622–623. New York and London: Routledge, 2006.
-Melchert, Christopher. “Tabari, Al- (839–923).” In Encyclopedia of Islam and the Muslim World. Vol. 2. Edited by Richard C. Martin, 671. New York: Thomson Gale, 2004.
 -بحث الإسرئيليات في تفسير ابن جرير الطبري

لسورة يوسف عرض ونقد

عصام العبد زهد الأستاذ الدكتور بقسم التفسير وعلوم القرآن بكلية أصول الدين بالجامعة الإسلامية –غزة .

 الكتاب: الآثار الواردة عن السلف في اليهود في تفسير الطبري جمعا و دراسة عقدية(ملخص رسالة جامعية)

المؤلف: يوسف بن حمود الحوشان
المشرف : الشيخ يوسف عبد الغنيم نعيم رسالة دكتوراه 1424هـ

-الشهيد من خلال تفسير الطبري تأليف ،

  • مؤسسة الانتشار العربي 2008
-   كتاب أقوال أبي عبيدة في تفسير الطبري وموقفه منها للدكتور بدر بن ناصر بن بدر البدر الأستاذ بقسم القرآن وعلومه بكلية أصول الدين ورئيس قسم القرآن وعلومه بجامعة الإمام محمد بن سعود الإسلامية تاريخ الطبعة الأولى 1428هـ.
-مقالة الإمام الطبري ومنهجه في التفسير http://articles.islamweb.net/media/index.php?id=38369&lang=A&page=article

-مقالة (الطبري مفسراً)  للأسعد بن مصطفى الدرويش http://vb.tafsir.net/tafsir20273/#.VSQpTke3yrU

-كتاب MUHTASAR TEFSİRU'T-TABERİ / مختصر تفسير الطبري


0 Yorum - Yorum Yaz


ADI                            :KERİM

SOYADI                    :ENDEZ

BÖLÜMÜ                  :BÜTÜNLEŞİK DOKTORA

ÖĞRENCİ NO          :14952705

KONU                        :TABERİ VE TEFSİR YÖNTEMİ HAKKINDA                                     LİTERATÜR

 

1= İsmail Cerrahoğlu, “Muhammed İbn Cerir et-Taberî ve Tefsiri”, AÜİFD, 1968, XVI.

2= Halis Albayrak, “Taberî’nin Kıraatlari Değerlendirme ve Tercih Yöntemi”, AÜİFD, XLII, 2001, s. 97-130.

 

3= Sıtkı Gülle, “Taberî’nin, Tefsîr’indeki Kırâat Değerlendirmeleri”, İÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, İstanbul 2004, s. 65-85.

 

4= Mahmûd Muhammed Şebeke, Muhammed b. Cerîr et-Taberî ve menhecühû fi’t-tefsîr (Doktora Tezi), Ezher Üniversitesi, 1976.

 

5= Muhammed Bekir İsmâil, İbn Cerîr et-Taberî ve menhecühû fi’t-tefsîr,Kahire 1991.

 

6= İbrâhim Muhammed Selkinî, “Hayâtü’t-Taberî ve fıkhuhû ve ictihâdüh”, el-İmâm et-Taberî: Fakîhen ve mü'errihan ve müfessiren ve âlimen bi’l-kırâât (haz. M. Tevfîk Ebû Ali – Meryem Berrî), Beyrut 1422/2001.

 

7= Heribert Horst, Die Ge- währsmänner im Korankommentar de Tabari-Ein Beitrag zur Kentnis der exegetischen Überlieferung im Islam (Doktora Tezi), Bonn Üniversitesi, 1951.

 

8= Mc Auliff, J. D., ‚Quranic Hermeneutics: The Views of al-Tabarî and Ibn Kathîr‛,Approaches to the History of the Interpretation of the Quran, Clarendon Press, Oxford, 1988, s. 48.

9= İbrâhim Muhammed Selkinî, “Hayâtü’t-Taberî ve fıkhuhû ve ictihâdüh”, el-İmâm et-Taberî: Fakîhen ve mü'errihan ve müfessiren ve âlimen bi’l-kırâât (haz. M. Tevfîk Ebû Ali – Meryem Berrî), Beyrut 1422/2001.

 

10= Ignaz Goldziher, Mezâhibu’t-Tefsiri’l-İslâmî, çev. Abdulhalîm en-Neccâr, Mektebetu'l-Hâncî, Kahire, 1955, s. 117.

 

 

SELAM VE DUALARIMLA..

 


0 Yorum - Yorum Yaz


HATİCE MERVE ÇALIŞKAN

13922768 DOKTORA

Taberi Ve Tefsir Yöntemi Hakkında 10 Makale-Kitap

1.    Sıtkı Gülle, “Taberî’nin, Tefsîr’indeki Kırâat Değerlendirmeleri”, İÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, İstanbul 2004, s. 65-85.

2.     Halis Albayrak, “Taberî’nin Kıraatlari Değerlendirme ve Tercih Yöntemi”, AÜİFD, XLII, 2001, s. 97-130.

3.     İsmail Cerrahoğlu, “Muhammed İbn Cerir et-Taberî ve Tefsiri”, AÜİFD, 1968, XVI.

4.    Hacı Önen, Taberi Tefsirinin Dirayet Boyutu, Araştırma Yayınları, 2015.

5.    Atik Aydın, Taberi'nin Kur'an'ı Yorumlama Yöntemi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara.

6.    Ömer Muhyiddin Huri, Menhecü’t-Tefsir İnde’l-     İmam Et-Taberi,  Darü'l-Fikri'l-Muasır, Beyrut 2008.

7.    Mehmet Akif Koç, Taberi Tefsir’ini Anlamak Üzerine - I, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, cilt: LI, sayı: 1.

8.    Sevgi Tütün, Taberi Tefsir’inde Hz. Aişe’nin Rivayetleri ve Tefsir Metodu, İSTEM: İslâm San‘at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi, 2010, cilt: VIII, sayı: 16.

9.    Ali Ekber Babaî, Taberî’nin Tefsiri ve Tefsir Metodu, Misbah: İslamî Düşünce ve Araştırma Dergisi, 2014, cilt: III, sayı: 7-8.

10.  Mesut OKUMUŞ, Taberi Tefsiri’nde Bağlamın Yeri ve Önemi, EKEV Akademi Dergisi - Sosyal Bilimler -, 2002, cilt: VI, sayı: 13.


0 Yorum - Yorum Yaz


Ensar YILMAZ

Doktora öğrenci No: 14922712

Ders: Esbab-ı Nüzul II

Ödev: Taberi Ve Tefsir Yöntemi Hakkında 10 Makale-Kitap

 

 

 

Taberi Ve Tefsir Yöntemi Hakkında 10 Makale-Kitap

 

1- İsmail Cerrahoğlu, “Muhammed İbn Cerir et-Taberî ve Tefsiri”, AÜİFD, 1968, XVI.

2- Halis Albayrak, “Taberî’nin Kıraatlari Değerlendirme ve Tercih Yöntemi”, AÜİFD, XLII, 2001, s. 97-130.

 

3-  Atik Aydın, Taberi'nin Kur'an'ı Yorumlama Yöntemi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara.

 

4-   Mehmet Akif Koç, Taberi Tefsir’ini Anlamak Üzerine - I, AÜİFD, 2010, c.LI, sayı.1.

 

5-  Ali Ekber Babaî, Taberî’nin Tefsiri ve Tefsir Metodu, Misbah: İslamî Düşünce ve Araştırma Dergisi, 2014, cilt: III, sayı: 7-8.

 

6-  Mesut OKUMUŞ, Taberi Tefsiri’nde Bağlamın Yeri ve ÖnemiEKEV Akademi Dergisi - Sosyal Bilimler -, 2002, cilt: VI, sayı: 13.

 

7- Gülle, Sıtkı,  Taberî’nin Tefsîr’indeki Kırâat Değerlendirmeleri, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2004, sayı: 9, s. 65-85

 

8- Ağralı, Ahmet, Taberi Tefsiri Bağlamında Bilimsel Tefsire Mesned Gösterilen Ayetlerin Sahabe ve Taabiin Tarafından Yorumu (Doktora Tezi)

 

9- Önen, Hacı,Taberî Tefsiri’nde Dirayet (Doktora), Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Temel İslâm Bilimleri Tefsir Anabilim Dalı.

 

10- Bayar, Fatih, Taberî’nin Tefsir Meto (Doktora) Uludağ Üniversitesi Temel İslâm Bilimleri Tefsir Anabilim Dalı.


0 Yorum - Yorum Yaz

Onmakale    17.05.2015

Taberî ve Tefsir Yöntemine Dair Literatür    09.05.2014

 

 

Taberî ve Tefsir Yöntemine Dair Literatür  

İsmail Cerrahoğlu, Muhammed İbn Cerir et-Taberî ve Tefsiri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1968, cilt: XVI, s. 79-101.

Halis Albayrak, Taberî ve kırâat (cami'u'l-beyan an te'vili'il-kur'ân çerçevesinde), Kur’an ve Tefsir Araştırmaları: Kıraat İlmi ve Problemleri-IV, 2002, s. 355-386.

Mesut Okumuş, Taberi Tefsiri’nde Bağlamın Yeri ve Önemi, EKEV Akademi Dergisi - Sosyal Bilimler -, 2002, cilt: VI, sayı: 13, s. 125-152.

Atik Aydın, Taberî’nin Kur’an Anlayışı ve Te’vil Tercihleri , İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi , 2010, cilt: I, sayı: 1, s. 271-293.

Mehmet Akif Koç, Taberi Tefsir’ini Anlamak Üzerine - I, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, cilt: LI, sayı: 1, s. 79-92.

Mustafa Shah, Al-Tabarī and the Dynamics of tafsīr: Theological Dimensions of a Legacy, Journal of Qur'anic Studies. Volume 15, Page 83-139, June 2013.

Regula Forster, Methoden arabischer Qur'ānexegese: Muqātil b.Sulaymān, aṭ-Tabarî und ʿAbdarrazzāq al-Qāšānī zu Q 53, 1-18, Sinnvermittlung: Studien zur Geschichte von Exegese und Hermeneutik I. P.Michel / H.Weder (Hrsg.) , s.385-443, Pano, Zürich, 2000.

Sahiron Syamsuddin,  Muḥkam and mutashābih: an analytical study of al-Ṭabarī's and al-Zamakhsharī's interpretations of Q.3:7, Journal of Qur'anic Studies / Majallat al-Dirāsāt al-Qur'ānīya, sayı 1, s.63-79.

Horst, Heribert; Zur Überlieferung im Korankommentar at-Tabaris;  ZDMG 103 (1953), s.290-307.

الخضيري ، محمد بن عبدالله  ,التفسير بالأثر بين ابن جرير وابن أبي حاتم, مجلة الدراسات القرآنية - السعودية,ع 42009/1430,  13– 162. 

عفيفي ، منتصر محمد , معد, ابن جرير الطبري إمام المؤرخين والمفسرين, حصاد الفكر - مصر,ع 189, محرم / يناير, 2008/1429,  111– 120. 

المالكي ، محمد, دراسة الطبري من خلال تفسيره جامع البيان عن تأويل آي القرآن, إدريس ، أبو معيط , عارض, الإرشاد - المغرب , س 26, ع 5, يونيو – صفر, 1998/1419, 109 – 112.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Taberi Tefsirine Dair Yöntem    10.05.2014

 

2013-2014 Akademik Yılı Bahar Dönemi Doktora Ödevi

Necdet Kahveci

Öğr. No: 13922706

Esbab-ı Nüzul II

 

TABERİ VE TEFSİR YÖNTEMİNE AİT LİTERATÜR

1-      Halis Albayrak, Taberî ve kırâat (cami'u'l-beyan an te'vili'il-kur'ân çerçevesinde), Kur’an ve Tefsir Araştırmaları: Kıraat İlmi ve Problemleri-IV, 2002, s. 355-386.

2-      İsmail Cerrahoğlu, Muhammed İbn Cerir et-Taberî ve Tefsiri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1968, cilt: XVI, s. 79-101.

3-      Mesut Okumuş, Taberi Tefsiri’nde Bağlamın Yeri ve Önemi, EKEV Akademi Dergisi - Sosyal Bilimler -, 2002, cilt: VI, sayı: 13, s. 125-152.

4-      Mehmet Akif Koç, Taberi Tefsir’ini Anlamak Üzerine - I, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, cilt: LI, sayı: 1, s. 79-92.

5-      Atik Aydın, Taberî’nin Kur’an’ı Yorumlama Yöntemi, Ankara Okulu Yay., Ankara 2005

6-      Muhammed ez-Zuhaylî, el-İmamu’t-Taberî, Daru’l-Kalem, Dimeşk 1999

7-      Muhammed Bekr İsmail, İbn Cerir et Taberî ve Menhecuhu fi’t-Tefsir, Daru’l-Menar, Kahire 1991,

8-      Sıtkı Gülle, “Taberî’nin, Tefsîr’indeki Kırâat Değerlendirmeleri”, İÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, İstanbul 2004, s. 65-85.

9-      Halis Albayrak, “Taberî’nin Kıraatlari Değerlendirme ve Tercih Yöntemi”, Tarihin İçinden Kur’an’ı Algılamak, Şule Yay. 2011-İstanbul XLII, 2001, s. 200-236

10-   Muhammed Bekir İsmâil, İbn Cerîr et-Taberî ve menhecühû fi’t-tefsîr, Kahire 1991.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

TABERÎ VE TEFSİR YÖNTEMİNE DAİR LİTERATÜR    28.02.2014

 

 

 

 

MELAHAT AKALP

 

13922758

 

BAHAR YARIYILI- DOKTORA

 

TABERÎ VE TEFSİR YÖNTEMİNE DAİR LİTERATÜR

 

 

 

·         Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Kesîr b. Ğâlib el-Âmulî Ebû Ca’fer et-Taberî, (310/922), Câmiu’l-Beyân fî Te’vil’il-Kur’ân (thk. Ahmed Muhammed Şâkir), I-XXIV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 2000.

 

·         Heribert Horst, Die Ge- währsmänner im Korankommentar de Tabari-Ein Beitrag zur Kentnis der exegetischen Überlieferung im Islam (Doktora Tezi), Bonn Üniversitesi, 1951.

 

·         Ahmed Muhammed el-Havfî, et-Taberî, Kahire 1963

 

·         Abdullah b. Abdülazîz el-Muslih Âl Şâkir, el-İmâm et-Taberî bahs fi’t-tefsîr, Riyad, ts.

 

·         Mahmûd İbnü'ş-Şerîf, et-Taberî ve menhecühû fi’t-tefsîr ,Cidde-Riyad 1404/1984.

 

·         Muhammed Bekir İsmâil, İbn Cerîr et-Taberî ve menhecühû fi’t-tefsîr, Kahire 1991.

 

·         A. Hamdi Savlu, Müfessir Taberi ve Tefsirindeki Metodu (Doktora Tezi) AÜ İlâhiyat Fakültesi, 1971.

 

·         Mahmûd Muhammed Şebeke, Muhammed b. Cerîr et-Taberî ve menhecühû fi’t-tefsîr (Doktora Tezi), Ezher Üniversitesi, 1976.

 

·         İbrâhim Muhammed Selkinî, “Hayâtü’t-Taberî ve fıkhuhû ve ictihâdüh”, el-İmâm et-Taberî: Fakîhen ve mü'errihan ve müfessiren ve âlimen bi’l-kırâât (haz. M. Tevfîk Ebû Ali – Meryem Berrî), Beyrut 1422/2001.

 

·         İsmail Cerrahoğlu, “Muhammed İbn Cerir et-Taberî ve Tefsiri”, AÜİFD, 1968, XVI.

 

·         Halis Albayrak, “Taberî’nin Kıraatlari Değerlendirme ve Tercih Yöntemi”, AÜİFD, XLII, 2001, s. 97-130.

 

·         Sıtkı Gülle, “Taberî’nin, Tefsîr’indeki Kırâat Değerlendirmeleri”, İÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, İstanbul 2004, s. 65-85.

 

·         Mustafa Fayda ve Yusuf Şevki Yavuz, "Taberî", DİA, c: 39, s: 314-320.

 

·         R. Paret, “al-Tabarî”, EI (Fr.), IV, 607- 608.

 

·         Fikret Işıltan, “Taberî”, İA, XI, 594-598.

 

·         C. E. Bosworth, “al-Tabarî”, EI2 (Fr.), X, 11-16.

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

TABERİ VE TEFSİR YÖNTEMİNE DAİR LİTERATÜR    03.03.2014

 

BİLGE EVLİ

13952752

BİRLEŞİK DOKTORA

TABERİ VE TEFSİR YÖNTEMİNE DAİR LİTERATÜR

 

 

Abdülbâkî, Ahmed. et-Taberî el-Fakîhü’l-Müerrih el-Müerrihu’l-Arabî. Bağdat, 1988.

Albayrak, Halis. “Taberi’nin Kıraatlari Değerlendirme ve Tercih Yöntemi,” AÜİFD, c. 42, (2001).

Cevad Ali, “Mevarîdu Târîhu’t-Taberî”, Mecelletü’l-Mecmai’l-İlmi’l-Irakî,Bağdat, 1: (1950), ss.143-231.

__________, “Mevarîdu Târîhu’t-Taberî”, Mecelletü’l-Mecmai’l-İlmi’l-Irakî, Bağdat, 2: (1951), ss.135-190.
__________, “Mevarîdu Târîhu’t-Taberî”, Mecelletü’l-Mecmai’l-İlmi’l-Irakî, Bağdat, 3: (1954), ss.16-56.
__________, “Mevarîdu Târîhu’t-Taberî”, Mecelletü’l-Mecmai’l-İlmi’l-Irakî, Bağdat, 8: (1961), ss. 425-436.

Daniel, E.L. “al-Tabarî, Muhammad b. Jarîr,” Encyclopedia of Arabic Literature, c. 2, s. 750-751.

 Eş-Şâkir, Abdullah b. Abdulaziz el-Müslih. el-İmâm et-Taberî bahs fi’t-Tefsîr. Riyad, ts.

Hasan, Ali Bekir, et-Taberî ve Menhecuhû fi’t-Târîh. Kâhire, 2004.

Işıltan, Fikret. “Taberî,” İA, c. 11, s. 594-598.

İbnu’ş-Şerîf, Mahmud. et-Taberî ve Menhecuhû fi’t-Tefsîr. Cidde-Riyad, 1404/1984.

Kurt, Hasan. “Taberî’nin Hayatı ve Tarihçiliği,” Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, O.M.Ü., Samsun, 1991.

Lassner, Jacob. “al-Tabarî,” Dictionary of the Middle Ages, c. 11, s. 569-570.

M. Bekr İsmâîl, İbn Cerîr et-Taberî ve Menhecuhu fi't-Tefsir. Kahire: 1991.

Rippin, Andrew, “al-Tabarî,” Encyclopedia of Religion, c. 14, s. 231-233.

Şihâbî, Ali Ekber. Ahvâl ü Âsâr-ı Muhammed b. Cerîr Taberî. Tahran, 1335 hş.

Zuhayli, Muhammed. el-İmamu't-Taberî. Dimaşk: Dâru'l-Kalem, 1990.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

(Dok. Es. N. II) Ödev Hakkında İzah    13.02.2014

 

(Dok. Es. N. II)

-Taberi ve tefsir yöntemi 2 Mart 2014 hedef tarihine kadar hakkında literatür yazmanız beklenmektedir.

-Bilimsel literatür vermek usulüne uyulmalıdır.

-İnternet sayfası tıklanınca erişilecek yapıda verilmeldir.

-Ad-soyad, öğrenci numarası, lisans veya lisansüstü düzeyi, sınıfı, dersin adı baş tarafta kayıt edilmelidir.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

TABERİ VE TEFSİRİ İLE İLE İLGİLİ ON KİTAP /MAKALE LİTERATÜRÜ    11.03.2014

 

ALİ BAHADIR ÖZDEMİR

BİRLEŞİK DOKTORA

Ö. NO : 13952701

2013/2014 BAHAR YARIYILI

TABERİ VE TEFSİRİ İLE İLGİLİ ON LİTERATÜR

1- Mehmet Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Çalışmaları, Ankara Okulu Yay.,

Ankara 2003, s.18,19. 9

2- Ahmed Muhammed el-Hufî, et-Taberî, Metbe’atu Mısr, Kahire 1963,

3- Ali Ekber Şihabî, Ahval u Âsar-ı Muhammed b. Cerir et-Taberî, Tahran 1335

4-7 Muhammed Bekr İsmail, İbn Cerir et Taberî ve Menhecuhu fi’t-Tefsir, Daru’l-Menar, Kahire 1991,

5-Muhammed Malikî, Dirasetu’t-Taberî li’l-Ma’na min Hilali Tefsirihi: Camiu’l- Beyan an Te’vili Ayil

Kur'an, Vezaretu’l-Evkaf, el-Memleketu’l-Ğarbiyye, 1996

6- Muhammed ez-Zuhaylî, el-İmamu’t-Taberî, Daru’l-Kalem, Dimeşk 1999

7-el-Munezzemetu’l-İslamîyyetu li’t-terbiyye(İSİSKO) El-İmamu’t-Taberî

8-0 Ömer el-Es’ed, “et-Taberîyyü’l-Müfessir”, el-İmamu’t-Taberî, Daru’t-Takrib

9-1 Atik Aydın, Taberî’nin Kur’an’ı Yorumlama Yöntemi, Ankara Okulu Yay., Ankara 2005

10-5 Ömer Muhyiddin Hurî, Menhecu’t-Tefsir ‘inde’l-İmami’t-Taberî, Dimeşk 2008


0 Yorum - Yorum Yaz


 

MUSTAFA KUMRU-13922708-Doktora    29.05.2014

 

1-Mc Auliff, J. D., ‚Quranic Hermeneutics: The Views of al-Tabarî and Ibn Kathîr‛, Approaches to the History of the Interpretation of the Quran, Clarendon Press, Oxford, 1988, s. 48.

2-M. Bekr İsmâ’il, İbn Cerîr et-Taberî ve Menhecuhu fi't-Tefsir, Kahire, 1991, s.32.

3-Claude Gilliot, Exégése, Langue, Et Théologie En Islam: L'exégèse coranique de Tabari, s. 281.

4-Ignaz Goldziher, Mezâhibu’t-Tefsiri’l-İslâmî, çev. Abdulhalîm en-Neccâr, Mektebetu'l-Hâncî, Kahire, 1955, s. 117.

5-  Atik AYDIN, Taberî’nin Kur’an Anlayışı ve Te’vil Tercihleri , İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi Bahar 2010/ 1(1) 271-293

 

6-Kurt, Hasan, Taberiı'nin Hayatı ve Tarihçiliği (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,

Ondokuz Mayıs Oni. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun 1991)

7-Halis Albayrak, Taberinin kıraatlarını değerlendirme ve tercih yöntemleri

8-Ahmed Halid Babekr, el-Kıraat fi'bn-i Cerir et- Taberi li Dav'i'I-Luğati ve'n-Nahvi Kema Veradet li Kitab-iCamiu'I-Beyan li Te'viIi'I-Kur'an, Camiaıu Ummi'I-Kura 1403)

 

9-Zehebi, Muhammed Huseyn, et-Tefsir ve'I-Mufessirı1n, Daru'I-Kutubi'I-Hadise 1976, i,

154; Zuhayli, Muhammed, eı-Imamu't-Taberi, Daru'I-Kalem, Dimaşk 1990, ss. 104-114

10-Necattin Hanay, Allame Muhammed ibn cerir et-Taberiye dair bir  bibliyografya denemesiRecep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi3 (2013), ss. 227-250.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Sema YİĞİT

14952706

Birleşik Doktora

Taberi Ve Tefsir Yöntemi Hakkında 10 Makale-Kitap

 

1.    Halis Albayrak, “Taberî’nin Kıraatlari Değerlendirme ve Tercih Yöntemi”, AÜİFD, XLII, 2001, s. 97-130.

2.    Mehmet Akif Koç, Taberi Tefsir’ini Anlamak Üzerine - I, AÜİFD, 2010, c.LI, sayı.1.

3.    Mesut OKUMUŞ, Taberi Tefsiri’nde Bağlamın Yeri ve Önemi, EKEV Akademi Dergisi - Sosyal Bilimler -, 2002, cilt: VI, sayı: 13.

4.    Hacı Önen,Taberî Tefsiri’nde Dirayet (Doktora), Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Temel İslâm Bilimleri Tefsir Anabilim Dalı.

5.    Sıtkı Gülle, “Taberî’nin, Tefsîr’indeki Kırâat Değerlendirmeleri”, İÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, İstanbul 2004, s. 65-85.

6.    Atik Aydın, Taberi'nin Kur'an'ı Yorumlama Yöntemi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara.

7.    Ahmet Ağralı, Taberi Tefsiri Bağlamında Bilimsel Tefsire Mesned Gösterilen Ayetlerin Sahabe ve Taabiin Tarafından Yorumu (Doktora Tezi)

8.    Muhammed Bekir İsmâil, İbn Cerîr et-Taberî ve menhecühû fi’t-tefsîr, Kahire 1991.

9.    İsmail Cerrahoğlu, “Muhammed İbn Cerir et-Taberî ve Tefsiri”, AÜİFD, 1968, XVI.

10.  Sevgi Tütün, Taberi Tefsir’inde Hz. Aişe’nin Rivayetleri ve Tefsir Metodu, İSTEM: İslâm San‘at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi, 2010, cilt: VIII, sayı: 16.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

 

BAKARA SURESİ 158.AYETİN SEBEB-İ NÜZULÜ ÇERÇEVESİNDE FIKHİ HÜKMÜNÜN İNCELENMESİ

Ders Hocası: Prof. Dr. Ahmet Nedim Serinsu

Ödevi Hazırlayan:

Durmuş Erdal ATAK

No: 14922720

Ankara 2015

 

KONU: BAKARA SURESİ 158. AYETİN SEBEB-İ NÜZUL VE FIKHİ BOYUTU İLE KIYAS VE İNCELENMESİ

         İÇERİK

 

1- GİRİŞ  

2- AYETİN METNİ VE MANASI

3-  TANIMLAR

4-  ESBAB-I NÜZUL KALIPLARI

5-  SEBEB’İ NÜZUL

6-   SEBEB’İ NÜZULÜN ÖNEMİ

7-   AYETTEN ÇIKARILAN FIKHİ BOYUT

8-   SONUÇ

9-    KAYNAKÇA

        1-GİRİŞ

        Öncelikle konumuz olan bakara 158. Ayetinin metin ve mealini alarak konumuzu incelemeye başladık. Ayette geçen Safa, Merve, Şeair, Hac, Umre, Tavaf, S’ay, Hevele gibi terimlerin tanımını kısaca yapmaya çalıştık. Sonra esbab’ı nüzulün; tanımı, kalıpları ve konumuz olan ayetin sebeb’i nüzulü ile alakalı olan bir çok rivayetten metin olarak bir tane meal olarak da birkaç tanesine çalışmamızda yer verdik. Sonra ayetten çıkan fıkhi boyutu âlimlerin ve mezheplerin görüşlerine göre inceleyip, vardığımız sonuçla çalışmamızı sonlandırdık. En sonuna yararlandığımız kaynakları verdik.

      2-AYETİN METNİ VE MANASI;

إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلا جُنَاحَ عَلَيْهِ أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْراً فَإِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ

Gerçekten Safa ile Merve Allah’ın alametlerindendir. Onun için her kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde ona bir günah yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah iyiliğin karşılığını verir, o her şeyi bilir.” (Bakara, 158)

     Şüphesiz ki Safa ve Merve tepeleri, Allah'ın kulları için kıldığı alamet ve işaretlerdendir. Kullar, onların yanında dua zikir ve sa'y yaparak Allah'a ibadet ederler. Kim, Beytül atik olan Kâbe’ye Hac veya umre ziyareti yapmak için gelirse. Safa ile Merve tepelerini tavaf etmesinde bir zorluk ve günah yoktur. Bir kimse, farz olanı yerine getirdikten sonra fazladan Hac ve Umre yaparsa muhakkak ki Allah, kendi rızası için fazladan ibadet yapana, şükrünün karşılığını verir. Onun kast ve niyetini de çok iyi bilir.( et-Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi.)

    

         3-TANIMLAR;

      SAFA ile MERVE: Safa ve Merve, Kâbe-i Muazzamanın hemen yanında bulunan iki tepedir. Bunlar bir cadde ile birbirlerine bağlanmışlardır. Hac veya umre sırasında dört defa Safa'dan Merve'ye üç defa da Merve'den Safa'ya gidip gelmek vaciptir. Buna '’Sa'y" denir. Bu sa'y, Kâbeyi tavaf ettikten sonra yapılır. .( et-Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi.)

    Safa ve Merve tepeleri; Mescidi-i Haram etrafında bulunan Allah'ın alametlerindendir. İbadet ve O'na yaklaşmak için konulmuş özel işaretlerden ve hac ibadetinin yapıldığı yerlerdendir.

Sa'y; Sözlükte ‘’koşmak, çaba göstermek’’ gibi anlamlara gelir. Hac ve umre ile ilgili bir terim olarak ise sa’y, Kabe’nin doğu tarafında bulunan Safa ve Merve adlı iki tepe arasında, Safa’dan başlanıp Merve’de tamamlanmak üzere yedi defa gidip gelmeyi ifade eder.( ilmihal, cilt 1, s.517)

     Şeâir; bazen ibadetin kendisine, bazen de ibadetin yapıldığı yere denir. Örnek, Ezan, cemaat ile namaz; cuma ve bayram namazları, hac; dinin şeairinden yani alametlerindendirler. Aynı şekilde camiler, minareler, hacdaki ibadet ve özel yerler de alamet ve işaretlerdendir ki Safa ile Merve de bunlardandır. Bundan dolayı: Kâbe’de hac veya umre yapan kimsenin, tavafı bu ikisiyle yani Safa ve Merve ile yapması gerekir.

   Hervele; Safa ile Merve arasında sa'y yapan Hacılar bugün, yeşil direklerle işaretlenmiş kısma gelince, erkekler, hızlı ve gösterişli bir şekilde yürürler. Buna "Hervele" denir. Hanefilere göre Hervele yapmak vaciptir.

    Hac: Lügatte, saygı gösterilecek makamları ve yerleri ziyaret kastında bulunmaktır. Sözlükte ’’kastetmek, yönelmek’’ anlamınadır. ( ilmihal,cilt 1,s.517)

İslamiyet’in temel ibadetlerinden biri olan hac, imkanı olan her Müslümanın, belirli bir zaman diliminde (kameri 12. Ayın / Zilhicce 8. İle 13. Günleri arasında) Mekke’de bulunan Kabe’yi, Arafat’ı ve Mina’yı ziyaret ederek buralarda bazı dini görevleri yerine getirmek suretiyle yapması gereken ibadettir. .( İslamiyet-hristiyanlık kavramları sözlüğü,cilt 1, s.271) Şeriatta ise: Arafat’ta belli bir zamanda bir miktar durduktan sonra gidip Kâbe’yi tavaf etmektir. Şeriatın tespit etmiş olduğu ölçüde zengin olan ve diğer şartlan da haiz olan bir Müslümana ömründe bir kere hac yapmak farzdır.

   Umre: Lügatte, ziyaret etmek manasına gelir. Umre; belirli bir zamana bağlı olmayarak vakfesiz yapılan tavaf ve sa’y ibadetine denilir.( ilmihal, cilt 1,s.517). Şeriatta ise, belli bir zamana bağlı olmaksızın Kâbe’yi tavaf etmek ve Safa ile Merve arasını sa'y etmekten ibarettir, umrede, Arafat’ta vakfe yapmak yoktur.

     Dini bakımdan da hac ve umre; Beyt-i Şerif'i bilinen şekilde, belirli bir niyetle belirli bir zamanda ziyaret etmektir. Haccın özel bir vakti vardır, umrenin yoktur. Bunların geniş açıklamaları fıkıh kitaplarında mevcuttur. “İkisi” kaydı ve bu kayda bağlı olan “Ona bir günah yoktur.” hükmü, tavafın aslına ait değildir, tavafta zorlanmaya bağlıdır. Tavafın aslının farz ve rükün olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat bu tavafa Safa ile Merve'nin ilavesi ve Safa ile Merve arasında sa'y denen tavaf bölümü hakkında: “Ona bir günah yoktur.” buyrulmuştur. Bu ise, görünüş itibari ile bir muhayyerlik gibi durmakla birlikte, gerçekte vâcib, mendub ve mübah olma ihtimali vardır.

           4- ESBAB-I NÜZUL VE KALIPLARI

a-      Esbab’ı nüzul; nüzul ortamında meydana gelen bir hadiseye veya Hz. Peygamber’e yöneltilmiş bir soruya, vuku bulduğu günlerde, bir veya daha fazla ayetin, tazammun etmek, cevap vermek veya hükmünü açıklamak üzere inmesine vesile teşkil eden ve vahyin nazil olduğu ortamı resmeden hadiseye denir.

b-     Esbab’ı nüzul rivayetlerinin kalıpları; sebep ifade etmede "nass" olan "نص في السببية" rivayetler ve nass olmayan "ليست نصا في السببية" rivayetlerdir. "sebebi nüzul budur, şu olaydan dolayı bu ayet nazil olmuştur" şeklinde yapılan rivayetler,  nassun fissebebiyyedir. Diğeri ise; "sebebi" budur denilerek yapılmayan, olay anlatıldıktan sonra "ف" gelmemiş ve kelamın gelişinden nüzul sebebi rivayeti olduğu anlaşılmayan rivayetlerdir. .( Serinsu,Ahmet Nedim. Kur’an ve bağlam. Şule yay.2012. istanbul.)

        5- AYETİN SEBEB'İ NÜZULÜ;  Taberi’de konumuzla ilgili hadis sebebi nüzul rivayeti olarak gelmektedir. Şu şekilde;

حدثني المثنى قال ، حدثنا عبد الله بن صالح قال ، حدثني الليث قال ، حدثني عقيل ، عن ابن شهاب قال ، حدثني عروة بن الزبير قال ، سألت عائشة فقلت لها : أرأيتِ قول الله : " إنّ الصفا والمروة من شعائر الله فمن حَجّ البيتَ أو اعتمر فَلا جُناح عليه أن يطَّوَّف بهما " ؟ وقلت لعائشة : وَالله ما على أحدٍ جناح أن لا يطوف بالصفا والمروة ؟ فقالت عائشة : بئس ما قلت يا ابن أختي ، إنّ هذه الآية لو كانت كما أوَّلتها كانت : لا جُناح عليه أن لا يطوَّف بهما ، ولكنها إنما أنزلت في الأنصار : كانوا قبل أن يُسلموا يُهلُّون لمَناةَ ، الطاغيةَ التي كانوا يعبدون بالمشلَّلِ ، وكان من أهلَّ لها يتحرَّج أن يَطُوف بين الصفا والمروة ، فلما سألوا رسول الله صلى الله عليه وسلم عن ذلك - فقالوا : يا رسول الله إذا كنا نتحرج أن نَطُوف بين الصفا والمروة - أنزل الله تعالى ذكره : " إنّ الصفا والمروَة من شعائر الله فمن حَجّ البيتَ أو اعتمرَ فلا جُناح عليه أن يطَّوَّف بهما " . قالت عائشة : ثم قد سَن رَسول الله صلى الله عليه وسلم الطواف بينهما ، فليس لأحد أن يَترك الطواف بَينهما

( et-Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Selam Yayınevi. Kahire.2015)

 

      Rivayet edildiğine göre Cahiliye Devri’nde Safa üzerinde “İsâf” adında bir put, Merve üzerinde de “Nâile” adında diğer bir put vardı. Cahiliye müşrikleri bunların arasında tavaf ederler ve bunlara ellerini sürerlerdi. İslam gelip putları kırdıktan sonra Müslümanlar, Safa ile Merve arasında tavaftan çekindiler, bunu hoş görmediler. Bunun üzerine Müslümanlara, bu tavafın günah olmadığını belirtmek için bu ayet indi. (çetiner, 2006: 55).  Bilakis bunlar Allah'ın alametlerindendir, diye bu tavafa teşvik edildi. Bu teşvikin bir çeşit vücub ifade ettiği de hadislerle açıklandı (Yazır, 2004: 459).

    Taberi de ise; bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikredilmiştir: Onlardan birisi şöyledir:

a- Cahiliye döneminde Safa ve Merve'de birer put bulunuyormuş. Safa’dakinin ismi "İs'af' Merve'dekinin ismi de "Naile" imiş, Müşrikler bu putları ziyaret ederlermiş. İslamiyet hakim olunca bu putlar kırılmış ve o mübarek yerler bunlardan temizlenmiştir. Fakat daha önce burada putların bulunmasından dolay bazı Müslümanlar, burada sa'y yapmanın mahzurlu olup olmayacağı hususunda tereddüt geçirmişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve bu iki tepe arasında sa'y yapmanın mahzurlu olmayacağını beyan etmiştir.

Bu görüş, Şa’bî, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Abbas, Süddî, Mücahid ve İbn-i Zeydelen rivayet edilmiştir

b- Diğer bir görüşe göre bu âyet-i Kerimenin nüzul sebebi şudur: Cahiliye döneminde bir kısım insanlar. Safa ile Merve arasında sa'y yapmıyorlardı. Bunlar, İslam geldikten sonra da Safa ile Merve arasında sa'y yapmaktan çekiniyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerimeyi indirdi. Safa ile Merve'nin, Allah'ın nişanelerinden olduğunu, onlar arasında sa'y yapmanın herhangi bir mahzuru bulunmadığını, bilakis onlar arasında sa'y yapmanın gerekliliğini beyan etti. Bu görüş ise Katade, Urve b. Zübeyr ve Hz. Aişeden rivayet edilmiştir. Bu hususta Urve b. Zübeyr diyor ki: "Ben bu âyeti okudum ve Aişe'ye dedim ki: "Vallahi Safa ile Merve arasında sa'y yapmayan için de bir mahzur yoktur." Bunun üzerine Aişe şöyle dedi: "Bacımın oğlu ne kötü bir söz söyledin. Eğer bu âyet, senin yorumladığın gibi olsaydı: "Safa ile Merve'yi tavaf etmemekte bir mahzur yoktur." şeklinde olması icap ederdi. Halbuki âyet, "Safa ile Merve'yi tavaf etmekte bir mahzur yoktur." şeklindedir. ( et-Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi.)

           6- SEBEBİ NÜZULÜN ÖNEMİ;

    Bu âyet, Müslüman olmadan önce Müşellelde bulunan "Menat" putunu Hac yapmaya girişen Ensar hakkında nazil olmuştur. Zira Menat putunu Haccetmeye giriştikten sonra Safa ile Merve arasında sa'y yapmayı mahzurlu görmüyorlardı. Ensar Müslüman olduktan sonra Resulullah'tan bunu sordular ve dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz, Safa ile Merve arasında sa'y yapmayı sakıncalı görüyorduk. Bu hususta ne dersin?" İşte bunun üzerine Allah Teâlâ: "Şüphesiz ki Safa ile Merve, Allah'ın alâmetlerindendir..." Kim Hac için Kâbe’yi ziyaret eder veya Umre yaparsa Safa ile Merve'yi tavaf etmesinde bir mahzur yoktur..." ayetini indirdi. Aişe devamla dedi ki: "Sonra Rasulullah bu ikisinin arasında bizzat tavaf yaptı. Artık o ikisinin arasında tavafı terk etmeye kimsenin hakkı yoktur. ( et-Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi.) 

  Ayette görünüş itibariyle muhayyerliği ifade eden “Ona bir günah yoktur.” sözü niçin söylenmiştir? Bunun açıklaması ayetin iniş sebebindedir. Eğer sebeb-i nüzulünü bilmese idik manayı ve hükmü net veremeye bilirdik. Bu noktada bizi sebeb-i nüzulü bilmek doğru hükme götürüyor.  ayet sarih, sade olan manası ile kalacak olsa idi belki de bu önemli sa’y ibadeti bu gün bilinmiyor ve îfâ edilmiyor olacaktı. Bu ayetin Kur’an’ın bazı ayetlerinin anlaşılmasında sebeb-i nüzulün önemini te’yit ediyor.

     7-AYETTEN ÇIKARILAN FIKHİ BOYUT

 

     İmam Malik ve Şâfiî hazretlerinden bu zahmetli tavafın da, tavafın aslı gibi rükün ve farz olduğu görüşü rivayet edilmiştir. Bununla beraber ayetin yalnız zahirine dayanarak muhayyerliğe ve bu zahmetli tavafın vacip olmayıp, nafile olduğu görüşüne sahip olan fıkıh âlimleri de vardır. Fakat Hanefi mezhebinde tercih edilen görüş şudur: Ayetin zahiri, farz manasındaki kesin vücûba engeldir. Aynı zamanda anılan hadisler ve teâmül ise vacip olduğunu göstermektedir. Öyle ise bu zorlu tavaf ne kesin bir farzdır, ne de nafiledir. Belki farza benzerliği bulunan zanni bir vaciptir. Farz denemez, çünkü “Ona bir günah yoktur.” ifadesi mendubluğu ve mübahlığı da içine almaktadır. Nafile ve tatavvu da denemez. Çünkü tatavvuun, ayrıca söylenmiş olması buna engeldir. Bu ikisi arasında da hadisler vacip olduğunu söylemektedir. Bu bakımdan delillerin müşterek değeri olarak bu zahmetli tavaf, zanni bir vaciptir. (Yazır, 2004: 460).

    Hz. Peygamber (s.a.v.)  hacc-ı şeriflerinde Safa'ya yaklaştıkları zaman: “Safa ve Merve Allah'ın alametlerindendir. Allah'ın başladığı ile başlayınız.” diye emretmiş ve kendisi Safa'dan başlayıp, Beyt'i görünceye kadar çıkmaya devam etmiştir. Bir hadis-i şerifinde de bu hususta: “Allah size sa'yı farz kılmıştır, sa'y yapınız.” buyurarak sa'yın vacip olduğunu göstermiştir.

     Taberi diyor ki: "Âyet-i kerimenin nüzul sebebi, bu görüşlerden herhangi biri olabilir. Hangi görüş alınırsa alınsın Safa ile Merve arasında sa'y yapmak gereklidir. Âyetin ifadesinden : "Tavaf edip etmemek serbesttir." mânâsı çıkarılmamalıdır. Zira onların arasını tavaf etmek, önce yasaklanıp daha sonra da serbest bırakılmış değildir. Ancak ilim adamları, bu iki tepe arasında tavaf etmenin (Sa'y etmenin) hükmü hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hz. Aişe ve Enes b. Mâlike göre Safa ile Merve arasında sa'y etmek farzdır. Terkedilmesi halinde herhangi bir keffaret veya fidye geçerli değildir. Bu görüş İmam Şafii’den nakledilmiştir. Bunlara göre Allah Teâlâ, Kâbeyi tavaf etmeyi emrettiği gibi Safa ile Merve arasında tavaf etmeyi de emretmiştir. Bunların birbirlerinden farklı olduklarını söylemek isabetli değildir.

b-Ebuzzerka, Ebu Hanİfe, ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise Safa ile Merve arasında tavafın terkedilmesi halinde, kaza edilmesi daha evla­dır. Ancak mutlaka kaza edilmesi gerekmez. Sa'y etmeyi terk eden kimsenin ceza olarak kurban kesmesi de yeterlidir. Bunlara göre Safa ile Merve arasında sa'y etme, Şeytan taşlamaya, Müzdelife’de vakfe yapmaya ve Kâbeye varış tavafı yapmaya benzer.

c- Atâ, Abdullah b. Mes'ud, Âsim, Mücahid ve Abdullah b. Zübeyr'e gö­re, Safa ile Merve arasında sa'y etmek ne farzdır ne de vaciptir. O, bir nafile ibadettir. Hac yapan kimse Sa'y yapacak olursa güzel bir iş yapmış olur. Yapmayacak olursa hiçbir şey gerekmez. Zira Abdullah b. Mes'ud ve Adullah b. Abbas bu âyet-i kerimeyi: "Kim Kâbe’yi Hacceder veya Umre yapacak olursa onun, Safa ile Merve arasında tavaf yapmamasında bir mahzur yoktur." şeklinde okumuşlardır. Bu da Safa ile Merve arasında tavaf yapmamanın serbest olduğunu gösterir.

   Taberi diyor ki: "Doğru olan görüşe göre "Safa ile Merve arasında tavaf etmek farzdır. Onu terk edenin veya unutanın tekrar orayı tavaf etmekten başka hiçbir çaresi yoktur." diyen görüştür. Zira Rasulullah, sahabelerine Hac ibadetinin yapılacağı yerleri öğretirken Safa ile Merve arasında sa'y yapmayı da öğretmiştir. Bu hususta Cabir b. Abdullah diyor ki:

"Rasulullah, Kâbe’nin kapısından Safa tepesine doğru çıktı. Oraya yaklaşınca: "Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir." ayetini okudu sonra, "Biz de Allah'ın sıraladığı gibi başlayalım." dedi. Safa'dan başladı. Tepenin üzerine çıktı, Kâbe’yi görünce tekbir getirdi ve:

"Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Onun hiç bir ortağı yoktur. Mülk ancak onundur, övülme de ona aittir. O, diriltir ve öldürür, o, her şeye kadirdir. O, kendisinden başka hiç bir ilah bulunmayan bir Allah'tır. Kuluna verdiği vaadini yerine getirmiş, ona yardım etmiş ve tek başına bütün gurupları mağlup etmiştir." diyerek dua etti.

Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Rasulullah (s.a.v.)'in, Kâbe’yi tavaf ederken ve Safa ile Merve arasında

sa'y yaparken koşmasının sebebi, müşriklere gücünü göstermek İstemesiydi.

    Taberi diyor ki: "Rasulullah, Safa ile Merve arasında sa'y yapmıştır. Onun, sa'y ve diğer Hac menasikini bizzat eda etmesi, aynı zamanda ümmetine Hac menasikini öğretmesi içindir. Ve Resulullah'ın amelleri, Allah Teâlâ’nın, “kitabında farz kıldı” hükümleri ümmetine açıklaması mahiyetindedir. O halde ümmetinin de bu gibi amellere uyması gerekir. Ümmet, Resulullah'ın Kâbe’yi tavaf ettiği hususunda nasıl icma’ etmişse Safa ile Merve arasında sa'y yaptığı hususunda da icma’ etmiştir. Yine ümmet, Kâbe’yi tavaf etmeyenin, herhangi bir fidye veya keffaretle onu eda etmiş sayılamayacağını, ancak onu tavaf etmekle Hac farizasını eda etmiş olacağı üzerinde icma’ etmiştir. Safa ile Merve arasında sa'y etmek te Kâbe’yi tavaf etmek gibidir. Onu terk eden de ancak sa'y yapmakla onu eda etmiş sayılır. Bu ikisi arasında fark gözetenden, görüşüne delil istenir. Şayet Abdullah b. Mes'ud’dan nakledilen: "Onları tavaf etmemenin bir mahzuru yoktur." şeklindeki kıraat delil gösterilecek olursa bunun, şaz (istisnai) bir kıraat olduğu ve bunun, Kur'an’da tespit edilmediği söylenir. Nitekim Hz. Aişe (r.a.) Urve b. Zübeyir’e karşı çıkmış ve yukarıda zikredilen izahatlar da bulunmuş ve bu kıraat üzere okuyanların görüşlerini reddetmiştir.

    Âyet-i kerimenin sonunda: "Bir kimse kendi isteğiyle fazladan hayır yaparsa, muhakkak ki Allah, şükrün karşılığını veren ve her şeyi bilendir." buyurulmaktadır. "Fazladan yapılan hayır" dan maksat, "Farz olan Haccını yaptıktan sonra nafile olarak Hac ve Umre yapmaktır." Yoksa Hac yaptıktan sonra Safa ile Merve arasında sa'y yapmak değildir. Zira bu ikisi arasında sa'y yapmak, daha önce de belirtildiği gibi nafile değil farzdır. Ancak nafile olan bir Hacda veya Umrede bunlar arasında sa'y yapmak nafile olur. ( et-Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi.)

     8- SONUÇ;

     1- İmam Malik ve Şâfiî hazretlerinden bu tavafın, rükün ve farz olduğu görüşü rivayet edilmiştir.

   2- Hanefi mezhebinde tercih edilen görüş şudur: Ayetin zahiri, farz manasındaki kesin vücûba engeldir. Fakat anılan hadisler vacip olduğunu göstermektedir.

  3- Taberi diyor ki: Safa ile Merve arasında sa'y yapmak gereklidir.

      Ayette görünüş itibariyle muhayyerliği ifade eden “Ona bir günah yoktur.” sözü niçin söylenmiştir? Bunun açıklaması ayetin sebeb-i nüzulünde, iniş sebebindedir. Eğer sebeb-i nüzulünü bilmese idik manayı net anlayamayıp, dolayısı ile de hükmü doğru veremeye bilirdik. Bu noktada bizi sebeb-i nüzulü bilmek doğru hükme götürüyor. Ayet sarih, sade olan manası ile kalacak olsa idi belki de bu önemli sa’y ibadeti bu gün bilinmiyor ve îfâ edilmiyor olacaktı. Bu ayetin Kur’an’ın bazı ayetlerinin anlaşılmasında sebeb-i nüzulün önemli olduğu kanaatini teyit eden bir ayet olduğu kanaatindeyiz.

    9- KAYNAKÇA;

   1- Yazır, Elmalılı Hamdi. (1992). Hak dini kuran dili. İstanbul, Zehra veyn yay.

  2- Çetiner, Bedrettin. (2006). Fatiha’dan nas’a esbab-ı nüzul. İstanbul, çağrı yay.

  3- Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi.

  4- Heyet.(2008) ilmihal iman ve ibadetler, diyanet vakfı yayınları.

  5-Heyet.(2013) İslamiyet-Hristiyanlık kavramları sözlüğü, Ankara üniversitesi yay.

   6 - et-Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi.(2015)Taberi Tefsiri, Selam Yayınevi. Kahire.

    7- Serinsu, Ahmet Nedim. Kur’an ve Bağlam. (2012) Şule yay. İstanbul.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


كلمة لغوب في القرآن الكريم

 

 

المقدّمة

 

المبحث الأوّل : تعريف كلمة " لغوب ".

 

1.   لغة

2.   اصطلاحا

3.   مواضعها في القرآن

 

المبحث الثاّني : تفسير" ومامسّنا من لغوب " عندالطبري و سبب النّزول.

 

1.   سبب النّزول

2.   تفسير الطبري

3.   الفرق بين النّصب و اللغوب

 

الخاتمة.

 

 

 

 

 

 

 

المقدّمة :

 

قبل نزول القرآن الكريم كانت اليهود يعتقدون في دينهم أنّ الله سبحانه عزّوجلّ عندما خلق السماوات والأرض خلقها في ستّة أيّام ثمّ استراح اليوم السّابع الّذي  هو يوم  السّبت.وهم ما زالوا يقدّسونه إلى الآن.

وعند نزول القرآن, أي بعد مجيء الإسلام ذكرفيه آيات تدلّ على قدرة وعظمة الله تعالى وتكذّب أقاويل اليهود ومن بينها مانزل في شأن خلق السماوات والأرض.

ومن بين هذه الآيات نزلت على نبيّنا محمّد صلّى الله عليه وسلّم بعد التقائه مع اليهود حين ذكر لهم تفصيل الأيّام المتعلّقة بخلق السماوات والأرض وما بينهما.

ولمّا طرح النّبي صلّى الله عليه وسلّم عليهم شأن كلّ يوم, بدأ بيوم الأحد إلى يوم الجمعة. فاليهود جائوا بجواب يعني أنّ النبيّ صدق لو وافقهم في يوم السّبت الّذي يعتبر يوم الرّاحة في عقيدتهم أنّ الله استراح فيه.

فغضب النبي صلّى الله عليه وسلّم غضبا شديدا عندما فهم أنّهم يريدون أن يسيروا القرآن حسب عقيدتهم. فأنزل الله تعالى آية في سورة مكيّة (ق-34)  تذكر أنّ الله لم يمسسه أبدا لغوبا ولاتعبا, ويأمر النّبي صلّى الله عليه وسلّم على أن يصبر على قولهم وافترائهم كما في قوله تعالى:

 " ولقد خلقنا السماوات والأرض وما بينهما في ستة أيام وما مسنا من لغوب - فاصبر على ما يقولون. " (ق-34-35).

 

ولقد تناولنا قي هذا البحث تفسيرا وتحليلالهذه الآيات حسب قسمين أساسيين :

-       يتعلّق القسم الأوّ ل بتعريف كلمة " لغوب " لغة واصطلاحا, ومواضعها في القرآن.

-       أمّا القسم الثّاني قفقد تناولنا فيه سبب النزول والتّفسير عند الطّبري .

لقد اخترت البحث في هذه الآية بقصد تبيين عظمة الله وقدرته في ردّ شبهات وافترآت اليهود والمشركين. وكذلك تبيين معانات النّبي صلّى الله عليه وسلّم وحثّ الله له على الصّبر مهما يقولون.

 

 

 

 

 

المبحث الأوّل : تعريف كلمة لغوب.

 

نجد تعريف كلمة لغوب في عدّة معاجم اللّغوية سواء لغة أواصطلاحا.

1.    لغة : جاء تعريفها في معجم اللغة العربيّة المعاصر كما يلي

لغَبَ يَلغَب ، لَغْبًا ولُغوبًا ، فهو لاغب.[1]

اللَّغُوبُ : الضعيفُ الأَحْمَق 

اللغوب : التعب الشديد

كما جاء تعريفها في في معجم كلمات القران

معنى لغوب :  تعب و إعياءٍ [2].

 

2.    اصطلاحا

وجاء أيضا تعريفها في معجم اللغة العربيّة المعاصرإصطلاحا كما يلي:

 لغَبَ على القوم لَغْبًا : أفسد عليهم 
لغَبَ القومَ : حدَّثهم حديثًا كاذبًا[3] 

جاء أيضا تعريفها في معجم المعاني الجامع :
لغَب الشَّخْصُ : تعِب وأعيا أشدَّ الإعياء[4]. " لاَ يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلاَ يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ "

 

3.    مواضعها في القرآن :

وردت كلمة لغوب في القرآن الكريم في موضعين وهما:

-       في قوله تعالى:

" ولقد خلقنا السماوات والأرض وما بينهما في ستة أيام وما مسنا من لغوب –

 فاصبر على ما يقولون

(ق-34-35).

وهي سورة مكية جاء ترتيبهاحسب النزول (34 ) و ترتيبها حسب الزمن في المصحف(50)

-       و قوله تعالى :

 

" الَّذِي أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ "(فاطر 35).

وهي  أيضا سورة مكية جاء ترتيبهاحسب النزول (43) و ترتيبها حسب الزمن في المصحف(35).

.

المبحث الثاّني : تفسير "ومامسّنا من لغوب" عندالطبري وسبب النزول .

قبل أن نذكرتفسير الآية عندالطبري نبدأ بذكرسبب النزول للواحدي مع أنّ الطبري يعتمدأيضا في تفسيره على سبب النزول

1.   سبب النّزول:

يبدأ الواحدي بذكرالآية ثم يشرع الأحاديث الدالةعلى سبب النزول

قَوْلُهُ- عَزَّ وَجَلَّ:

 

" وَلَقَدْ خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَمَا مَسَّنَا مِنْ لُغُوبٍ"

 

َقالَ الْحَسَنُ وَقَتَادَةُ:

 قَالَتِ الْيَهُودُ: إِنَّ اللَّهَ خَلَقَ الْخَلْقَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَاسْتَرَاحَ يَوْمَ السَّابِعِ وَهُوَ يَوْمُ السَّبْتِ، وَهُمْ يُسَمُّونَهُ يَوْمَ الرَّاحَةِ، فَأَنْزَلَ اللَّهُ تَعَالَى هَذِهِ الْآيَةَ.
-
أَخْبَرَنَا أَحْمَدُ بْنُ مُحَمَّدٍ التَّمِيمِيُّ قَالَ: أَخْبَرَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ جَعْفَرٍ الْحَافِظُ

 قَالَ: أَخْبَرَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ الْحَسَنِ

قَالَ: أَخْبَرَنَا هَنَّادُ بْنُ السري

 قال: أخبرنا أَبُو بَكْرِ بْنُ عَيَّاشٍ عَنْ أَبِي سَعْدٍ الْبَقَّالِ، عَنْ عِكْرِمَةَ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ الْيَهُودَ أَتَتِ النَّبِيَّ- صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- فَسَأَلَتْ عن خلق السموات وَالْأَرْضِ

 فَقَالَ:«خَلَقَ اللَّهُ الْأَرْضَ يَوْمَ الْأَحَدِ وَالِاثْنَيْنِ، وَخَلَقَ الْجِبَالَ يَوْمَ الثُّلَاثَاءِ وَمَا فِيهِنَّ مِنَ الْمَنَافِعِ، وَخَلَقَ يَوْمَ الْأَرْبِعَاءِ الشَّجَرَ وَالْمَاءَ وَخَلَقَ يَوْمَ الْخَمِيسِ السَّمَاءَ، وَخَلَقَ يَوْمَ الْجُمُعَةَ النُّجُومَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ»،

 قَالَتِ الْيَهُودُ: ثُمَّ مَاذَا يَا مُحَمَّدُ؟

 قَالَ:«ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ»،

 قَالُوا: قَدْ أَصَبْتَ لَوْ تَمَّمْتَ ثُمَّ اسْتَرَاحَ،

 فَغَضِبَ رَسُولُ اللَّهِ- صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- غَضَبًا شَدِيدًا، فَنَزَلَتْ:

" وَلَقَدْ خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَمَا مَسَّنَا مِنْ لُغُوبٍ"(ق-34).

 

 

2.   تفسير الطبري :

يبدأ الطبري تفسيره بذكر الآية ثم يفسّرهاحسب رأيه ثم يذكر الأدلّة من الأحاديث الواردة في شأن ذلك كالآتي:

القول في تأويل قوله تعالى:

 

" ولقد خلقنا السماوات والأرض وما بينهما في ستة أيام وما مسنا من لغوب " ( ق-34 ) " 

يقول - تعالى ذكره - :

 ولقد خلقنا السموات السبع والأرض وما بينهما من الخلائق في ستة أيام ، وما مسنا من إعياء.

كما حدثنا ابن حميد قال : ثنا مهران ، عن أبي سنان ، عن أبي بكر قال

جاءت اليهود إلى النبي - صلى الله عليه وسلم - ،

 فقالوا : يا محمد أخبرنا ما خلق الله من الخلق في هذه الأيام الستة؟

 فقال : " خلق الله الأرض يوم الأحد والاثنين ،

وخلق الجبال يوم الثلاثاء ،

 وخلق المدائن والأقوات والأنهار وعمرانها وخرابها يوم الأربعاء ،

 وخلق السموات والملائكة يوم الخميس إلى ثلاث ساعات ، يعني من يوم الجمعة ،

وخلق في أول الثلاث الساعات الآجال ، وفي الثانية الآفة ، وفي الثالثة آدم ،

قالوا : صدقت إن أتممت ،

فعرف النبي - صلى الله عليه وسلم - ما يريدون ، فغضب ،

فأنزل الله : "وما مسنا من لغوب فاصبر على ما يقولون "

كما يربط هذه الآية باللتي تتبعها في تفسيره كالآتي :

يقول - تعالى ذكره - لنبيه محمد - صلى الله عليه وسلم - : فاصبر يا محمد على ما يقول هؤلاء اليهود, وما يفترون على الله، ويكذبون عليه، فإن الله لهم بالمرصاد.

مثل ما تعرّض النبي محمّد - صلى الله عليه وسلم- إلى التكذيب من طرف اليهود, فإن الآية التي وردت في سورة طه (الآية -130) تبينت أن النبي صلى الله عليه وسلم تعرّض أيضا للتكذيب من طرف المشركين فجاء قوله تعالى:"  فَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ ".

يقول جلّ ثناؤه لنبيه: فاصبر يا محمد على ما يقول هؤلاء المكذبون بآيات الله من قومك لك إنك ساحر، وإنك مجنون وشاعر ونحو ذلك من القول.

 

 تحليل تفسير الطبري:

نلاحظ أن تفسير كلمة " لغوب " عند الطبريجاءت مختلفة حسب كلّ رواية. كلّ معنى ورد في رواية استخرجنا له مرادفه حسب المعجم- اللغة العربية

 

شَعَرَ بِإعْياءٍ شَدِيدٍ : بِتَعَبٍ

وما مسنا من إعياء

الطبري

 

الحديث

كما حدثنا ابن حميد قال : ثنا مهران ، عن أبي سنان ، عن أبي بكر قال:

سَآمَة : مَلَل ، ضَجَر

من سآمة

 

قال: ثنا مهران ، عن سفيان

أَزْحَفَ الرَّجُلُ :

 أَعْيَا ، تَعِبَ تَعَباً شَدِيدًا 
أَزْحَفَهُ السَّفَرُ : أَتْعَبَهُ شَدِيداً ، أَعْيَا

من إزحاف  

حدثني علي قال :

ثنا أبو صالح قال : ثني معاوية ، عن علي ، عن ابن عباس قوله

ظَلَّ يُعَانِي مِنَ النَّصَبِ 

: مِنَ التَّعَبِ ، العَنَاءِ

وما مسنا من نصب

حدثني محمد بن سعد قال :

 ثني أبي ، قال : ثني عمي ، قال : ثني أبي ، عن أبيه ، عن ابن عباس 

 

: نصب قال

حدثني محمد بن عمرو قال :

 ثنا أبو عاصم قال : ثنا عيسى ، وحدثني الحارث قال : ثنا الحسن قال : ثنا ورقاء جميعا ، عن ابن أبي نجيح ، [ ص:376 ] عن مجاهد قوله

 

 

 قالت اليهود :

إن الله خلق السموات والأرض في ستة أيام ، ففرغ من الخلق يوم الجمعة ، واستراح يوم السبت ، فأكذبهم الله ،

وقال " وما مسنا من لغوب "

حدثنا بشر قال :

 ثنا يزيد قال : ثنا سعيد ، عن قتادة

 

قالت اليهود :

 إن الله خلق السموات والأرض في ستة أيام ، ففرغ من الخلق يوم الجمعة ، واستراح يوم السبت ، فأكذبهم الله ، وقال " وما مسنا من لغوب "

حدثنا ابن عبد الأعلى قال :

 ثنا ابن ثور ، عن معمر ، عن قتادة

 

"ولقد خلقنا السماوات والأرض وما بينهما في ستة أيام "

 كان مقدار كل ألف سنة مما تعدون . 

حدثت عن الحسين قال :

سمعت أبا معاذ يقول : أخبرنا عبيد قال : سمعت الضحاك يقول:

الْعَنَاء

 : التَّعَب ، المَشَقَّة

لم يمسنا في ذلك عناء ، ذلك اللغوب

حدثني يونس قال :

أخبرنا ابن وهب قالقال ابن زيد 

 

 

3.   الفرق بين النّصب و اللغوب :

 

نجد كذالك في سورة فاطرهذه الآية التي تستعمل الكلمتين :نصب ولغوب في قوله تعالى:

                             

" الَّذِي أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ "(فاطر 35).

 

فسرها الطبري كالآتي :

وقوله :" لا يمسنا فيها نصب " يقول : لا يصيبنا فيها تعب ولا وجع

" ولا يمسنا فيها لغوب " يعني باللغوب : العناء والإعياء . 
وبنحو الذي قلنا في ذلك قال أهل التأويل . 
ذكر من قال ذلك : 

حدثنا محمد بن عبيد قال : ثنا موسى بن عمير ، عن أبي صالح ، عن ابن عباس في قوله:

" لا يمسنا فيها نصب ولا يمسنا فيها لغوب "  قال : اللغوب : العناء 

حدثنا بشر قال : ثنا يزيد قال : ثنا سعيد ، عن قتادة قوله :

" لا يمسنا فيها نصب "  أي : وجع . 
أن النصب هو أن يجدوا صعوبة في أداء عمل من الأعمال في الجنة, وأما اللغوب هو أن يجدوا إعياء وتعب بعد أداء هذا العمل.

الخاتمة :

لقد ورد في القرآن الكريم آيات كثيرة تحثّ النبي والمؤمنين كافة على الحذ ر من اليهود والمشركين. وذلك لعدم إيمانهم و تصديقهم لكتاب الله وما يحتويه من معجزات, وخاصّة ما يتعلّق ببحثنا هذا وهو خلق السماوات والرض وما بينهما.




 

 

 



[1] المعجم: اللغة العربية المعاصر

[2] المعجم: كلمات القران

[3] في معجم المعاني الجامع - معجم عربي عربي

[4] في معجم المعاني الجامع - معجم عربي عربي


0 Yorum - Yorum Yaz

TAADDÜD VE TAAHHÜR    19.05.2015

TAADDÜD-TAAHHÜR

(Veya Fetanet-i Nebi – Hikmet-i Hüda)

Zekariya EFE

14922723

Doktora

Tefsir ilminin ilgilendiği birçok problem mevcuttur. Nüzul sebebi ve anlam ilişkisi bağlamında çözülmesi veya anlaşılır bir hale getirilmesi gereken problemlerden Taaddüd ve Taahhür bu ilmin uğraşılarından bazılarıdır. Meseleyi önce tanımlamak ve daha sonra da örneklerle izah etmeye çalışmak gerekmektedir.

1. Taaddüt: Sebebin Taaddüdü, (yani birçok sebebe karşın bir ayetin nüzulüne denirken), Nüzulün Taaddüdü, (yani birkaç ayet bir sebebe binaen nazil olmuştur) olmak üzere iki kısımdan söz etmek mümkündür.[1]

İster sebebin taaddüdü, ister nüzulün taaddüdü olsun bunları ayırmadan taaddüt meselesini bir örnek muvacehesinde incelemeye çalışalım.

Ceza verecek olursanız, size verilen cezanın misli ile ceza verin. Sabrederseniz elbette bu sabredenler için daha hayırlıdır.”[2]

Bu ayet büyük çoğunluğa göre uhud savaşının akabinde inmiştir.[3] Tirmizi’ye göre de Mekke’nin fethinden sonra inmiştir.[4]

Müfessirlerimiz iki sahih rivayet arasından birini tercih edemedikleri için taaddüt kavramıyla problemi çözmeye çalışmışlardır. Bu kavram ortaya atılınca ister istemez kabul edenin yanında reddedenler de olduğundan Kur’ân ilimleriyle uğraşanlar bu konuda ikiye ayırılmıştır.

Bir kısmı taaddüdün varlığını kabul etmeyerek bir kısım maddeler ileri sürerek görüşlerini akıllarına güvenerek ispat etmeye çalışmış ve taaddüdün reddine ilişkin maddelerini şu şekilde sıralamışlardır;

1-    Hâsılı tahsil etmek olduğundan,

2-    Mekke’de inen ayetin Medine’de de inmiş olması gerektiğinden,

3-    Cibril, her gelişinde Hz. Peygambere daha önce nazil olmamış ayetleri getirmekte olduğundan, aynı ayeti getirmesine gerek kalmadığından dolayı kabule şayan bir görüş değildir.” şeklinde üç madde öne sürmüşlerdir.

Buna mukabil taaddüdün varlığını kabul edenler de kabul etmeyenler gibi akıllarına güvendiklerini ispat edercesine varlığını ispat etmeye çalışmışlar ve şöyle cevap vermişlerdir.

1-    Taaddüdün varlığı bilineni bilmenin yararı yoktur anlamına gelmeyerek bazı âlimler faydalarından bahsetmişlerdir.[5]

2-    Mekkî ve Medenî olma gibi bir zaruret ortaya çıkma zorunluğu yoktur,

3-    Cibril’in her geldiğinde yeni ayetler getirmesi gereklidir diye bir şart öne sürülemez” şeklinde üç madde ve itiraz öne sürdükleri görülmektedir.

Nahl 16/126. Ayet hakkında Mahmut Zalt’ın İfadelerine ve aktarılan iki rivayetin sahihliğine değinmek suretiyle “bu iki rivayet arasında bir olgu olarak işlenen duyguyu, benzeri hadislerin cereyan ettiği her zaman ve zeminde görmek mümkündür. Binaenaleyh nüzulün tekrar etmesi için bir sebep söz konusu değildir.[6] şeklinde sonuca varılabilir. Gerek kabul edenler ve gerekse reddedenler olsun bu gibi görüşleri ispat ve ret açısından değerlendirmiş ve anlayış güçlerine de güvenerek problemin üzerine gitmiş olmaları takdire şayandır. Ancak Hz. Peygamberin aklını/zekâsını hesaba katmadan bu en önemli bir meseleyi dile getirmemeleri ise kınanması gereken bir durum olduğunu da vurgulamak gerekir. Halbu ki taaddüdün varlığını savunmak peygamber aklına en başta güvenmemek demektir diyerek bundan başka madde yazmadan mesele izah edilebilirdi. Zira yüce Allah, “biz sana okutacağız ve sende unutmayacaksın[7] diye birçok ayetle peygamberin aklına, zekâsına ve hafızasına güvenerek peygamberin fetanet sıfatına dikkat çekmiştir. “Taaddüdü savunanlar, taaddüdün olmasına bir engel yoktur.”[8] diyenlere karşı bizim söylememiz gereken şudur; “yani yüce Allah bir olay hakkında bir ayet indirecek ve daha sonra başka bir benzer olay olduğunda da hazreti peygamber iki olay arasında bir ilişki kuramayacak kadar akıl ve zekasını çalıştıramayacak olduğundan yüce Allah “sen iki olay arasında ilişki kuracak kadar zekanı çalıştıramayacağından ben sana aynı ayeti tekrar indireyim mi demek istiyor ki taaddüde gerek olsun.” Oysa buna en büyük engelin peygamberin hafızası olduğunu görüyoruz. Taaddüd olayında; “ne unutkan adamsın! Daha önce benzer meseleler ve sebepler muvacehesinde indirdiğimiz ayeti al sana bir daha indirelim!” anlayışının önüne geçilerek son nokta konulmalıydı. Bu tutum peygamberin aklına güvenmemek ve olayları analiz edebilecek yetiye sahip olmamakla suçlamak anlamına geldiğinden taaddüdün varlığı asla kabul edilemez denerek sonuçlandırılması daha isabetli olacaktır. Çünkü fetanet-i nebi, bu görüşü reddetmektedir.

 2. Hükmün Veya Nüzulün Taahhürü (Ertelenmesi)

Bu konuda ilk söz eden İmam Zerkeşi’dir. Daha sonra İmam Suyuti de Zerkeşi’yi takip ederek bu konuyu incelemiştir. Zekâtla ilgili ayetlerin Mekkî olduğu, ancak hükmün Medine döneminde uygulanmasını özellikle örnek olarak gösterdiklerine değinilmiştir.

Taahhür: olayını ayetin önce inmesi, hükmünün ise daha sonra uygulanması olarak ele aldığımızda bu olayı dile getiren Zerkeşi ve Suyuti’den bahsedilmekte ve Mennau’l-Kattan, bu konuda ki görüşlerine ulumu’l Kur’ân kitapları değinmektedir. Zerkeşi’nin verdiği örneklerle taahhürda ki hikmet şu ihtimallerle dile getiriliyor:

a- Ayet, birçok manayı ihtiva edebilir,

b- ihbar sığası ile gelecekte vuku bulacak bir olayı haber veren bir üslupta bulunabilir.” denerek kamer 54/45. Ayet örnek olarak gösterilmektedir. Taaddütte olduğu gibi Bu görüşe de itiraz edilmektedir: “halbuki bir anlayış ve yorum söz konusudur. Hz. Peygamber istidlal ve istişhad amacıyla bir ayeti tilavet buyurmuşsa ve ayetin nüzulü ile bu hadise arasında bir zaman farkı varsa hemen taahürden bahsedilmiştir.[9] Haklı olarak böyle bir itiraza yer verilebilir. Ancak yukardaki iki âlimin dikkatlerinden kaçan en önemli unsurun yüce Allah’ın hesapla ve hikmetle iş yapmasını dikkatlerinden kaçırmalarıdır.[10] Oysa taaddütte olduğu gibi burada da en önemli olan itirazın hikmetli iş yaptığının göz ardı edilmesidir. Yani hikmeti hüda’ya uygun olmayan bu yorum reddilmelidir.

 



[1] Zerkeşi, ibn Teymiyye ve Suyuti gibi alimler taaddüdün varlığını kabul etmektedirler. Serinsu, s. 98.

[2] Nahl 16/126

[3] Taberi 17/322

[4] Tirmizi 4/362

[5] a) cenabi hak kullarına tenbihatta bulunma,

b) ayetin muhtevasına dikkatleri çekmek,

c) adalet ilkeleri doğrultusunda amel etmeye tenbih ve teşvik

d) yüce Allah’a güvenip, dayanma gibi faydaları vardır.menahilu’l-İrfan, I/114; Serinsu, s. 157.

[6] Serinsu, s. 153-155.

[7] Â’la 87/6

[8] İbni Hacer, Fethu’l-Bari, VIII. 450; İmam Suyuti, el-İtkan, I.106.

[9] Serinsu, s. 162.

[10] Bakara 2/129; yaklaşık 97 yerde yüce Allah’ın planlı, programlı ve hikmetli iş yaptığına değinilmiştir.



0 Yorum - Yorum Yaz


Sema YİĞİT

14952706

Birleşik Doktora

AHKAF SURESİ 15. AYET-İ KERİMENİN ESBAB-I NÜZUL BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ

 

“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.”

 

            Bu surenin nüzul zamanı 29-32. ayetler arasında anlatılmakta olan bir tarihi vakıadan tespit edilmektedir. Bu ayetlerde, cinlerin Kur'an-ı Kerim'i dinleyerek topluluklarına geri dönmeleri açıklanır. Bu hadise hakkında hadis ve siyer kitaplarındaki ittifak edilen rivayete göre, Allah Rasulü Taif'ten Mekke'ye geri dönerken yolda Nahle denilen yerde konaklamıştı. Ve bütün güvenilir tarihi rivayetlere göre Allah Rasulü'nün Taif'e gitme olayı hicretten üç sene önce meydana gelmiştir. Dolayısıyla o zaman bu sure nübüvvetin 10. senesinin sonu ile 11. senesinin başlarında nazil olmuştur.[1] Ahkaf 15. Ayet-i kerimenin ise Medine’de indiği kabul edilmektedir. Ayetin Hz. Ebu Bekir (ra) hakkında inmiş olması ve Hz. Ebu Bekr'in babasının Mekke'nin fethinden sonra müslüman olduğu göz önünde bulundurulursa,  âyet-i kerimenin medenî olması makul görünmektedir.[2]

 

            Ahkaf Suresi, mekki bir suredir ve 35 ayettir. Taberi bu ayetle ilgili olarak şu bilgileri vermektedir. Allah Teala, Ahkaf Suresinin başındaki ayetlerde kendisini birlemeyi, ona ibadette samimi olmayı ve doğruluktan ayrılmamayı emretmektedir. Sonra bu âyet-i kerimede anneye babaya itaat etmeyi emretmektedir. Bu durum,anne babaya itaatin, ne kadar önemli bir vazife olduğunu bize göstermektedir. Ayette emredilen anne ve babayla güzel bir diyalog kurmak, hayatlarında ve öldükten sonra da iyilikte bulunmak tavsiyesi vardır.[3] Tavsiye bir kimseye yapması gereken bir şeyi öğüt tarzında önceden söylemektir. İman ve doğruluk en birinci özellikleri olan iyilerin şanı beyan olunurken anaya ve babaya iyilik özellikle tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye Kur’an-ı  Kerim’de birkaç yerde daha gelmiştir. Fakat her biri başka bir nükte ve bakış açısıyla gelmiş olduğundan tekrar sayılmamakta, ayrı ayrı fayda ifade etmektedir. Bu ayette de “yaptıklarının karşılığı olarak” ifadesi dolayısıyla, iyilik ve doğruluğun önemli bir misali olmak üzere getirilmiştir. [4]

            Ayetin devamında söz konusu edilen annenin karnında bebeği taşıması ve doğum yapmasındaki meşakkat yer almaktadır. Âyet-i kerimede, annenin çocuğu kamında taşırken ve doğururken çeşitli sıkıntılar çektiği zikredildikten sonra, çocuğun sütten kesilmesinin de otuz ayda gerçekleşeceği beyan edilmiştir.  Bakara Suresinde “emzirmeyi tamamlamak isteyen baba için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler.”[5], ve Lokman Suresinde de “onun sütten kesilmesi iki yıldadır.” [6] buyurulduğuna göre bu otuz ifadesinin iki senesi emzirme süresi, altı ayı da hamilelik olmaktadır. O halde hamileliğin en az , emzirmenin en çok müddeti ifade edilmiştir.

Yani, bir evlat, hem anasına hem de babasına hizmet etmelidir. Ama ananın hakkı daha önemlidir. Çünkü o evladı için daha fazla ızdırap çeker. Aynı şey az çok farklı rivayetlerle Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace, Müsned-i Ahmed ve İmam Buhari'nin Edebül-Müfred'inde rivayet edilen şu hadisten de anlaşılmaktadır: "Birisi Allah Rasulü'ne gelerek "Üzerime en fazla kime hizmet etme hakkı düşer?" diye sordu. Allah Rasulü "Annen" buyurdu. Adam "Sonra kim?" dedi. Allah Rasulü yine "Annen" diye cevapladı. Adam aynı soruyu üçüncü defa sorunca Allah Rasulü bu sefer de "Annen" karşılığını verdi. Dördüncüde "Baban" buyurdu." Allah Rasulü'nün bu cevabı yukarıdaki ayeti tam manasıyla tercüme etmektedir. Burada annenin hakkına işaret edilmiştir. Çünkü, 1) Anne onu meşakkatle karnında taşımış, 2) Meşakkatle onu dünyaya getirmiş ve, 3) Hamilelik ve emzirme süresi otuz ay almıştır.[7]

            Hz. Ömer (r.a)’e bir kadın duruşmaya getirildi ki o kadın altı ayda doğurmuştu.[8] Had cezası uygulanmasını emretti. Hz. Ali (r.a.) bu iki ayeti hatırlatıp, göz önünde bulundurarak kadının hamilelik müddetinin en az altı ay olabileceğine hüküm vermiş ve altı ay içinde doğum yapan evli kadından zina cezasını düşürmüştür. Hz. Ömer de bunu tasdik etmiştir. [9] Bu olay Hz. Osman ile ilgili olarak ta aktarılmaktadır. Bir hadisede Hz. Ali, İbn Abbas ve Hz. Osman bununla hüküm vermişlerdi. Hadise şuydu: Hz. Osman'ın hilafeti döneminde bir şahıs Cüheyna kabilesinden bir kadın ile evlenmişti. Evliliklerinden tam altı ay geçmişti ki sapa sağlam bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine o şahıs Hz. Osman'a gelerek olayı anlattı. Hz. Osman da kadının zina yapmış olduğu kanaatine vararak recm olunması hükmünü verdi. Hz. Ali'nin bundan haberi olunca hemen Hz. Osman'ın yanına giderek böyle bir hükme nasıl vardığını sordu. Hz. Osman da cevaben "Kadın 6 ay sonra sağlam bir çocuk doğurmuştur, bu açıkça onun zina yaptığının delilidir" deyince Hz. Ali "Hayır" karşılığını vermişti. Sonra Hz. Ali bahsi geçen üç ayeti okudu. Bakara Suresi'nde Allah (c.c) buyuruyor ki "Babaları isterse anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler", Lokman Suresi'nde ise yine buyuruyor ki "... İki sene onu emzirdi..." Ve Ahkaf Suresi'nde buyuruyor ki "... Onun ana karnında taşıması ve sütten kesilmesi otuz ay sürdü... "Ve şimdi eğer otuz aydan iki sene emzirme müddetini çıkarırsak geriye altı ay hamilelik zamanı kalır. Burdan anlaşılıyor ki hamilelik süresi en az altı aydır. Bundan sonra çocuk tam olarak oluşmaktadır. O halde bir kadın tam altı ay sonra bir çocuk dünyaya getirse ona zaniye hükmü verilemez." Hz. Osman bunu duyunca  Hz. Ali'ye "Ben bunu hiç düşünmemiştim" diyerek kadını çağırtmış ve daha önce verdiği hükmü değiştirdiğini söylemiştir. Rivayette şu da zikredilmektedir:

Hz. Ali'nin bu istidlalini İbn Abbas da teyid etmiş ve ondan sonra Hz. Osman kendi görüşünden rücu etmişti. (İbn Cerir, Cessas, Ahkamu'l-Kur'an, ve İbn Kesir)

 

Âyet-i kerimede, insanın kemale ermesinden söz edilmektedir. Bunu bazıları büluğ ile bazıları da olgunluk çağı ile tefsir etmiştir. Kırk yaş, Peygamberlerin de kırk yaşından sonra peygamberlikle görevlendirilmesi gibidir.  Mücahid, Abdullah b. Abbas ve Katade´ye göre, insanın kemale ermesi otuz üç yaşına ermesiyle gerçekleşir. Taberi de "Kemale erme" ifadesinden sonra "Kırk yaşın" zikredilmesi sebebiyle bu görüşün daha uygun olduğunu söylemiştir. Şa’bi de “hulm” günahların ve sevapların yazılmaya başlandığı zaman olarak tanımlar. Şa´bî , buradaki "Kemale enne" ifadesinden maksadın, kişinin yükümlülüğünün başladığı ergenlik çağı olduğunu söylemiştir.

 

Âyet-i kerimede, kırk yaşına basan kişinin artık olgunluk çağına ereceği, şehvani arzuların baskılarından kurtularak akl-ı selim ile düşüneceği, rabbine şükretme ve salih amel işleme yollarını araştıracağı, yaptığı günahlardan tevbe edeceği ifade edilmektedir.

 

            Taberi bu âyet-i kerimenin, “nezelet fi Ebi Bekir es-Sıddik radiyallahu anh” ifadesini kullanmak sureti ile Hz. Ebubekir es-Sıddık hakkında nazil olduğunu zikretmiştir. [10]  Mukatil, herhangi bir sebeb-i nüzul kalıbı kullanmaksızın “Ebu Bekir(r.a) de kırk yaşına ulaştığında Nebi(sav)’i tasdik etti ve “rabbi evziğni…” dedi” diyerek görüşünü aktarmaktadır. [11]  Maturudi ise bu ayetle ilgili olarak ; “bazıları şöyle demektedir: “inne’l- ayete nezelet fi Ebi Bekr es-Sıddik(r.a)” ifadesi ile, ayetin Hz. Ebu bekir hakkında indiğini bildirmektedir.[12] Maturudi, aynı zamanda diğer kaynaklardan farklı olarak bu ayet hakkında bazı kimselerin de ayetin Hasan(ra) ya da Hüseyin (ra) hakkında indiği görüşünde olduğunu söyleyerek “el-ayetü nezelet fi’l-Hasan evi’l-Huseyin (ra) “ kalıbını kullanmaktadır.[13]

 

 Vahidi, bu ayetle ilgili şunları nakleder: Atâ rivayetinde İbn Abbâs şöyle anlatıyor: Bu âyet-i kerime Hz. Ebu Bekr hakkında nazil olmuştur: O, Hz. Peygamber'le arkadaş olduğununda 18, Hz. Peygamber (sa) de 20 yaşında imişler. İkisi ticaret için Şam'a giderken yolda bir konak yerinde konaklamışlar. Hz. Peygamber, konak yerindeki bir sedir ağacının gölgesine otururken Ebu Bekr de o konak yerinde bulunan ve kendisine dini sorular sorulan bir rahiple karşılaşmıştı. . Rahib, sedir ağacının altında oturmakta olan Hz. Peygamber (sa)'i işaret ederek: "O sedir ağacının altında oturan adam kim?" diye sormuş. Hz. Ebu Bekr: "O, Muhammed ibn Abdullah ibn Abdülmuttalib'dir." demiş. Rahib: "Allah'a yemin olsun ki o adam bir peygamberdir. Allah'ın peygamberi İsa'dan sonra o ağacın altında kimse oturmamış. O ağacın altına ancak Allah'ın bir peyfgamberi oturur." demiş ve bu söz Hz. Ebu Bekr'in zihninde yer ederek önünde ve arkasında ,seferde ve hazarda Hz. Peygamber (sa)'den hiç ayrılmadı. Nihayet 40 yaşına girdiğinde O'na peygamberlik verilince Hz. Ebu bekr hemen iman etmiş, iman ettiğinde 38 yaşında imiş. 40 yaşına ulaştığında da "Rabbım, bana, ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın sâlih amel işlememi bana ilham et..."[14] demiştir. [15]

            Fahreddin er-Razi diyor ki:

"Vahidî, İbn Abbas'tan ve pekçok kimse de, önceki ve sonraki müfessirlerden bu ayetin, Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) hakkında nazil olduğunu naklederek şöyle demişlerdir:

"Bunun delili, Allah Teâlâ'nın, bu ayette hamilelik ile sütten kesilme müddetinin, bu hususlarda insanların farklılık arzetmeleri sebebiyle, bazan daha az, bazan da daha fazla olabilecek belli bir miktar ile sınırlamasıdır. Bu sınırlamanın, o kimsenin durumunu dile getirme olduğunun söylenebilmesi için, bu ifadeden tek bir şahsın kastedilmiş olması gerekir. Hamilelik süresi ile sütten kesilme süresi bu kadar olan şahsın, Ebû Bekir olması mümkündür.  

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu insanın vasfı hakkında, "Nihayet o, delikanlılık çağma erdiği ve kırk yaşına vardığı zaman, şöyle der:  "Ya Rabbî, hem beni, hem de ana-babamı nimetlendirdiğin için şükretmemi.., bana ilham et" dediğini nakletmiştir. Her insanın, bu sözü söylemediği malumdur. Bu ayetten, bu sözü söyleyen belli bir kimsenin kastedilmiş olması gerekir. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu sözü, bu yaşa yakın bir zamanda söylemiştir. Çünkü Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den iki küsur yaş daha küçüktür. Hz. Peygamber (s.a.v.) kırk yaşında Peygamber olmuştur. Hz. Ebû Bekir de, kırka yakın bir yaştaydı. Dolayısıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i tasdik ve ona iman etmiştir. Bu anlattığımızla, bu ayetlerin, kendilerinden Hz. Ebû Bekir'in kastedilmesinin uygun ve elverişli oldukları sabit olmuş olur. Böyle bir uygunluk sabit olunca da, biz diyoruz ki: "Biz, bu ayetten kastedilenin Hz. Ebû Bekir olduğunu iddia ediyoruz. Bu iddianın delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetin sonundaki "İşte bunlar -ki cennet yârânı içindedirler- işlediklerinin en güzellerini kabul edeceğimiz, günahlarını bağışlayacağımız kimselerdir" ifadesidir ki bu, bu ayetten kastedilenin, insanların en üstünü olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah'ın, amellerinin güzelini kabul edip, günahlarını bağışladığı kimsenin, insanların üstünlerinden ve ulularından olması gerekir. Ümmet, Allah'ın rasulünden sonra insanların en üstününün ya Hz. Ebû Bekir, ya da Hz. Ali olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu ayetten Ali İbn Ebî Talib (r.a.)'in kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü bu ayet ancak, bu sözleri, delikanlılık çağına vardığında ve kırk yaşına yaklaştığında söyleyen kimseye uygun düşer. Halbuki, Ali ibn Ebî Talib böyle değildir. Çünkü o, çocukluk süresine yakın bir zamanda iman etmiştir. O halde, bu ayetten kastedilenin Hz. Ebû Bekir olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilendir."[16] Cenâb-ı Hakk'ın "Soyum-sopum hakkında da benim için, salah nasib et" ifadesine gelince, yine İbn Abbas bu hususta şöyle der: "Ebû Bekir'in, erkek-dişi ne kadar çocuğu varsa, hepsi iman etmiştir. Yine, Ebû Bekir müstesna, sahabeden, ana-babasının ve oğlan-kız bütün çocuklarının müslüman olması, başka hiç kimseye nasib olmamıştır.[17] Buradan anlaşıldığı kadar ile ayetin Hz. Ebubekirden bahsettiğini ifade eden görüşler yanında, Hz. Alinin de kastedildiğine ilişkin bir kanaat mevcuttur.

 Bu ayetin Hz. Ebubekir hakkında nazil olduğu görüşlerinin yanısıra az da olsa farklı rivayetlere de rastlanmaktadır.  Nitekim, Süddi ve Dehhak da şöyle demiştir: "Bu ayet Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında nazil olmuştur."[18] Mus'ab ibn Sa'd'den, onun da babası Sa'd'dan rivayetine göre Ümmü Sa'd, Sa'd'a: "Allah, ana-babaya itaati emretmiyor mu? Sen Allah'ı inkâr edinceye kadar yemiyeceğim, içmeyeceğim." deyip yemeyi ve içmeyi reddetti. O kadar direndi ki ağzını bir sopa ile açıp ağzına yiyecek içecek koymaya başladılar ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil  oldu."[19]

 

Sonuç olarak; her ne kadar ayet belirli bir kişiden bahsetse de ayetin ifade ettiği anlamın genel olduğu ve Hasan-ı Basri ‘nin de ifade ettiği gibi herkesi kapsadığını belirtmek gerekir:  "Bu ayet, herkesi kapsayacak şekilde nazil olmuştur. En uygunu da budur. Çünkü vahyin (Kur'an ayetlerinin) inişinin başlangıcından itibaren Kur'an lafızlarını umuma hamletmek, daha tesirli, daha faydalı ve daha kapsamlıdır. Kaldı ki daima itibar lafzın umumiliğinedir, sebebin hususiliğine değil.[20]

 

 

           

 

 



[1] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an,

[2] Alûsî, Ruhu’l-Meani, 26/19

[3] Taberi, c.21, s.139

[4] Elmalı, Hak Dini Kuran Dili

[5] Bakara, 2/233

[6] Lokman, 31/14

[7] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an,

[8] Maturudi de bu olayı hem Hz. Ömer’le hem de Hz. Osman’la ilgili olarak anlatmaktadır. Ayetle delil getiren kişiler de hem Hz. Ali hem de Hz. İbn Abbas olarak farklı rivayetlerde zikredilmektedir. Tefsir-i Maturudi, c.9, s.246

[9] Razi, Mefatihu’l-Gayb, c.28, s.20

[10] Taberi,c.21, s. 141

[11] Mukatil, Tefsir-I Mukatil, c.4, s.30

[12] Maturudi, c.9, s.240

[13] Maturudi, c.9, s.240

[14]  Ahkaf, 46/15; Neml, 27/19

[15] Vahidi, Esbab-ı Nüzul, s.396

[16]Razi, Mefatihu’l-Gayb, c.28, s.21

[17]Razi, Mefatihu’l-Gayb, c.28, s.22

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/276.

[19] Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; Nesai; Ebu Davud et-Tayâlisî; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, 7/263.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/276.

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Esbab-ı Nüzul    20.05.2015


TEKVİR SURESİNİN 27,28 VE 29.AYETLERİNİN ÜZUL SEBEPLERİ İLE BİRLİKTE DEĞERLENDİRİLMESİ 20.05.2015

 

Adı ve Soyadı: ALİ AKKUŞ

Öğrenci No: 14922706 ( DOKTORA)

Dönem: 2014/2015 BAHAR DÖNEMİ

Konu: ESBAB-I NÜZUL II-5.ÖDEV

 

İÇİNDEKİLER

BİRİNCİ BÖLÜM

1.TARİHİ ARKA PLAN.......................................................................................................................

2-SEBEBİ NÜZUL SINIFI...................................................................................................................

3-SEBEBİ NÜZUL KANALLARI..........................................................................................................

4-SEBEBİ NÜZUL SIYGALARI...........................................................................................................

5- ESBABI-NÜZULDE İHTİLAF SEBEBİ..............................................................................................

İKİNCİ BÖLÜM

1-TEFSİR LİTERATÜRÜNDE AYETLERE VERİLEN MANALAR.............................................................

2-AYETLERİN SEMANTİK TAHLİLLERİ..............................................................................................

A-            Etimolojik Analiz...................................................................................………………………..

1.            Sözlük kullanımlarının belirlenmesi……………………………………………………………………………..

2.            Fiillerin Temel Anlamlarının Belirlenmesi……………………………………………………………........

3.            İsimlerin Konuluş Amaçlarının Belirlenmesi….................................................................

B-            Gramatik Analiz;.............................................................................................................

3-AÇIKLAMALAR IŞIĞINDA AYETLERİN YAKLAŞIK MEALLERİ……………………………………………………..

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 1- SEBEBİ-İ NÜZUL İLE BİRLİKTE AYETLERİN DEĞERLENDİRMESİ..................................................

2- SONUÇ .....................................................................................................................................

3- KAYNAKÇA ...............................................................................................................................

 

TEKVİR SURESİNİN 27,28 VE 29. AYETLERİNİN NÜZUL SEBEPLERİ İLE BİRLİKTE TARİHİ VERİLER IŞIĞINDA TAHLİLİ

BİRİNCİ BÖLÜM

 

1-TARİHİ ARKA PLAN

Tekvir suresi iniş sıralamasında, 7 inci sırada yer almaktadır. Alak, Müddessir, Kalem, Müzzemmil, Fatiha ve Mesed surelerinden sonra nazil olmuştur. Sure konusu itibariyle kendinden önceki ve sonraki sureler arasında bir köprü oluşturmaktadır. Mekkenin ilk yıllarında olunması nedeniyle, işlenen konular henüz çok yeni olup, genellikle Rububiyet ve Nübüvvet konularıdır. Tekvir suresi ile Ahiret ve ahiret sonrası cennet ve cehennem konularına yavaş bir geçiş yapılmıştır. Cennet ve cehennemin detayları daha sonra gelen Ala, Leyl ve Fecr surelerinde işlenmiştir. Tekvir suresinde ise detaydan daha ziyade, kıyametin kopuşu sahnelenmiş ve böylece ahiret hayatının gerçekliği vurgulanmıştır. Ayrıca, ahirette insanların yaptıklarından sorumlu olacaklarını ve bu nedenle, dünyadaki özgür seçimlerinin sonuçlarının kendilerine ait olduğu belirtilerek istikametlerini düzeltmeleri istenmiştir. Bu noktada, Allah’ın ve insanın iradesi tartışma konusu olmuştur. Surenin nüzul sebebini de oluşturan olay bu tartışmanın bizzat kendisidir.

2-SEBEBİ NÜZUL SINIFI

a.       Bu sure, bir ayetin belli bir bölümünü alarak, ayetin yer aldığı bağlamı göz ardı eden Esbabı Nüzul rivayetlerine güzel bir örneklik teşkil eder.

b.      İkinci olarak, surenin bir kısım ayetlerinin inmesi sonrasında Ebu Cehil’in ayetler hakkındaki bu yanlış yorumuna da- Vürud itibariyle- bir cevap niteliğinde inen sebebi-i nüzul rivayetleri arasına da girmektedir.

3-SEBEBİ NÜZUL KANALLARI

a.       Süleyman bin Musa’dan gelen rivayet Mürsel hadis; Ahmet b. Muhammed b. İbrahim es-Salebi, ebu Bekr b. Abdus’tan, o ebu Hamid b. El-Hilal’den, o Ahmet b. Yusuf es-Sülemi’den, o ebu-Misher’den, o Said b. Abdulaziz’den, o Süleyman b. Musadan :

                      Süleyman dediki: ‘’ allah teala ‘ li men şae minkum en yestakim’ ayetini indirince              Ebu Cehil şöyle dedi: ‘ Bu, bizim bileceğimiz iştir. İstersek istikametimizi biz düzeltiriz, istemezsek düzeltmeyiz.’’ Bunun üzerine allah teala bu ayeti indirdi.’[1].

b.      Süleyman bin Musa’dan gelen rivayet; İbn Hamid dedi ki: bize Mihran Süfyandan, o Said b. Abdilziz’den,  o Süleyman bin Musa’dan:

‘ li men şae minkum en yestakim’ ayeti nazil olunca, Ebu Cehil dedi ki: ‘ işte bu tam bize göredir. Dilersek istikamete gireriz.’ Ve hemen ( fe nüzilet ) şu ayet indi ; ‘ ve ma teşaune illa en yeşa allahu rabbul âlemin’[2].

c.       Süleyman bin Musa’dan gelen rivayet; bize İbni Beşşar anlattı. O dedi ki: Abdurrahman bize süfyan anlattı dedi. O da Said bin abdulaziz’den, o Sülayman bin Musadan dedi ki:

‘ Bu ayet inince ‘ li men şae minkum en yestakim’, Ebu Cehil dedi ki: Bu iş tam bize göredir. Dilersek istikamete gireriz, dilersek istikamete girmeyiz.’ Ve hemen allah şu ayeti indirdi ( fe enzele Allahu ) ‘ ve ma teşaune illa en yeşa allahu rabbul âlemin’[3].

d.      Süleyman bin Musa’dan gelen rivayet; İbnil Berki bize anlattı. Dedi ki, Amr bin Ebi Seleme bize anlattı, o da Said’den, o da Selman bin Musa’dan dedi ki:

‘ Bu ayet inince ‘ li men şae minkum en yestakim’ Ebu Cehil Dedi ki: ‘işte bu bize göredir. Dilersek istikamete gireriz, dilersek istikamete girmeyiz.’ Ve hemen allah şu ayeti indirdi ( fe enzele Allahu ) ‘ ve ma teşaune illa en yeşa allahu rabbul âlemin’[4].

e.      Ebu Hüreyre’den gelen rivayet ( sened zikredilmemiştir ):

Ebu Hüreyre şöyle demiştir;’’ ‘İçinizden doğru olmak isteyen için’ ayeti inince, onlar; İş bize bırakıldı, istersek doğru oluruz, istersek doğru olmayız, dediler. Bunun üzerine de : ‘Âlemlerin rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.’ Kavli indi. Bunu diyenin de Ebu Cehil olduğu söylenmiştir’’[5].

 

 

f.        Ebu Hüreyre’den gelen rivayet; İbn Ebi hatim ve İbn Mürdeveyh Ebi Hüreyre’den huruç etti    ( ahrace an ):

‘’ O dedi ki; ‘li men şae…’ ayeti inince, dediler ki; iş bize kaldı. Dilersek istikamet buluruz, dilersek istikamet bulmayız. Bunun üzerine Cebrail Rasulullaha indi ve şöyle dedi; ‘ yalan söylediler ya Muhammed. ‘ ve ma teşaune …’ (okudu). Bunun üzerine Allah resulü sevindi.’’[6]. Aynı sayfada Süleyman Bin Musa’dan gelen benzer rivayette, ‘fe nezele Allahu’ şeklinde kullanılmıştır.

g.       Süleyman bin Musa’dan gelen rivayet; Süfyanı Servi Said bin Abdulaziz’den o da Süleyman bin Musa’dan dedi ki:

                        ‘’ Bu ayet inince ‘li men şae…’, Ebu Cehil dedi ki; iş bize kaldı/bizim isteğimize göredir dilersek istikamet buluruz, dilersek istikamet bulmayız. Bunun üzerine Allah Teâlâ /   fe enzele Allahu Teala ‘ ve me teşaune…’ (ayetini) indirdi’’[7]

4-SEBEBİ NÜZUL SIYGALARI

a.       Sebep ifade etmede Nass olan rivayetler

-- Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayeti indirdi.------------( Vahidi )

-- Ve hemen-- fe nüzilet-- şu ayet indi.----------( Taberi )

-- Ve hemen -- fe enzele Allahu-- Allah şu ayeti indirdi.--------( Taberi )

-- Ve hemen-- fe enzele Allahu-- Allah şu ayeti indirdi.---------( Taberi )

-- Bunun üzerine de : ‘Âlemlerin rabbi ….dileyemezsiniz.’ Kavli indi.---------( Cevzi )

-- Bunun üzerine Cebrail Rasulullaha indi ve şöyle dedi.--------( Suyuti )

-- fe nezele Allahu.----------(suyuti)

-- Bunun üzerine Allah Teâlâ-- fe enzele Allahu Teâla-- ‘ ve me teşaune…’ - ayetini -       indirdi.---------( İbn Kesir )

 

b.      Sebep ifade etmede Nass olmayan rivayetler

                     i.            Tefsir rivayetleri;

a)      Mürsel hadis: Vahidi, Süleyman bin Musa’dan Mürsel Hadis olarak rivayetini aktarmaktadır.

 

 

5- ESBABI-NÜZULDE İHTİLAF SEBEBİ

     Nüzul sebepleri olarak aktarılan rivayetler incelendiğinde, bu rivayetlerin aktarma biçimlerine göre, hem nass ifade ederek nüzul rivayetlerini oluşturdukları ve hem de nass ifade etmeyerek, esbabı nüzul yorumlarını yani tefsir rivayetlerini oluşturduklarını görmekteyiz. Bu ikilemin temel sebebinin, bize aktarılan rivayetlerin, nakle dayanan ihtilaflar türünün konusu olmasından kaynaklandığını düşünmekteyiz.

 

İKİNCİ BÖLÜM

1-TEFSİR LİTERATÜRÜNDE AYETLERE VERİLEN MANALAR

Ayetlerle ilgili olarak, ilk dönem ve sonraki dönem tefsir literatürümüz taranmıştır. Rivayetlerin farklı olanları alınmıştır ve tekrarı önlemek için aynı olanlar aktarılmamıştır. Tefsir kitapları tercüme olarak aktarılırken aslına bağlı kalınmaya çalışılmıştır. Ancak cümle kuruluşları tarafımızdan yapılmıştır. Bunun nedeni, ayetlere verilen manaların sınıflandırılarak belli bir kategori içinde aktarılmasıdır. Bu şekilde aktarım konunun anlaşılması ve değerlendirilmesi açısından çok faydalı olmaktadır. Belirtilen nedenden dolayı, cümle kuruluşları ve sınıflandırma tarafımıza, içerik ve anlamlar dipnotlarda belirtilen tefsir kaynaklarına aittir.

      i.        27. Ayet -- لِّلْعَالَمِينَ ذِكْرٌ إِلَّا هُوَ إِنْ--

           a)-Z i k r kelimesi

Kur’an manası; Elmalı, zikrin Kur’an olduğunu belirtir.

Hz. Peygamber manası; Kurtubi, ‘in’ edatının

‘ma’ harfi anlamında olduğunu ve ‘hüve’ zamirinin de Hz. Peygamberi ifade ettiğini

söyler. Alusi de Kurtubi ile aynı görüşü paylaşır. Böylece Hz. Peygamber bütün âlem

için bir hatırlatıcı/müzekkir konumuna gelmiş olur.

Öğüt manası; Elmalıya göre, aynı zamanda bu Kur’an unutulmaması gereken bir öğüttür.

Düşünme sebebi manası; Mukatil, zikrin, hatırlama ve tefekkür sebebi

olduğu şeklinde bir açıklama yapar.

Açıklama manası; Razi’ye göre ise zikr, yol gösterme/hidayet ve

beyan/açıklamadır.

Şeref manası; Maturidi, zikri şeref manasında ele alır. Yani sizi şereflendirir ve

saygın bir toplum yapar anlamı verir.

           b)-‘A l e m i n kelimesi

İnsanlar manası; S. Havva, âlemin kelimesinin bütün insanları ifade ettiğini belirtir.

İns ve cin manası; Taberi, âleminin kapsamına insanlardan başka cinleri de ekler.

Akıllılar için manası; Elmalı, âlemin kelimesinden kastın akıllı varlıklar olduğunu söyler.

Bütün Halk manası; İbnu’l Cevzi- Zadu’l-Mesir’de- Alemin kelimesinin, yaratılmış bütün mahlukatı kapsadığını, söylemektedir.

       ii.            28. Ayet--يَسْتَقِيمَ أَن مِنكُمْ شَاء لِمَن--

           a)-Ş a ’e kelimesi

İstemek manası; S. Havva, ‘şae’ fiilini doğruyu isteyenler şeklinde yorumlar.

Beyzavi, öğüt almak isteyenlerin de bunlar olduğunu söylemektedir. Böylece ‘men’

ism-i mevsulü ‘âlemin’ çoğulundan bedel olmaktadır. Taberi de ‘lam’ harf-i cerinin

‘âlemin’ kelimesinin başındaki ‘lam’ harf-i cerine bedel olduğunu söyler. Keşşafta, Zemahşeri de

aynı şekilde öğüt almayı dileyenler şeklinde bir açıklama yapmaktadır. Razi de tefsirinde benzer

açıklamaları yapmakta, öğüdün ancak bu kimselere fayda verebileceğini belirtmektedir.

Meş’ietin gerçekliği manası; Maturidi, meş’iet kelimesinin, özgür fiillerin vasfı olduğunu

vasfı olduğunu söylemektedir.

           b)-Y e s t a q i m kelimesi

Doğru yol manası; S.Havva, bu kelimeden İslam’a girerek doğru yolda olmayı

kastetmektedir. Elmalı, kelimeyi, içinizden doğru yolda olmak isteyen gerçekten akıllı olanlar

şeklinde yorumlar. Öğütten yararlanacak olanlar da bunlardır. Çünkü kişi önce

doğruyu bulmayı istemelidir. Mukatil, hitabın Mekkelilere olduğunu belirtir. M. Esed, kelimeyi

doğru yolda yürümek isteyenler olarak yorumlar. İ.kesir ise kelimeden kastın, hidayeti isteyenler

şeklinde olduğunu açıklamaktadır.

Hakkın yolu manası; Taberi, istikametin, iman etmek isteyenler ve uymak

isteyenler için hak yol olduğunu bildirmektedir.

İstiareli manası; ibn-i Aşur, istikamet fiilinin istiare olarak kullanıldığında,

‘itikat’ gibi batini ve fiiller gibi zahiri amellerin ıslah edilmesi anlamına geleceğini belirtmiştir.

      iii.            29. Ayet-- الْعَالَمِينَ رَبُّ اللَّهُ يَشَاءَ أَن إِلَّا تَشَاؤُونَ وَمَا--

          a)-T e ş a ’u n e kelimesi

Bu konuda müfessirlerimizin görüşleri iki bölüme ayrılabilir. Birinci bölüm,

İnsan iradesini Allah’ın(cc) iradesine bağlayan ve sadece Allahın(cc) iradesini kabul eden

görüş. İkincisi, insanın özgür iradesini de kabul eden görüş.

Allah’ın(cc) iradesi manası; S. Havva, doğru yolu Allah(cc) dilemedikçe siz

dileyemezsiniz şeklinde açıklar. Elmalı, bunu hem cebri ve hem de iradi yorumlanabileceğini söyler.

Ancak Allah(cc) dilediği vakit siz dileyebilirsiniz, ancak siz Allah’ın(cc) dilemesi

ile dileyebilirsiniz, Allah’ın(cc) sizin dilemenizi dilemesiyle dileyebiliyorsunuz

(genel dileme), siz istenilen şeyin gerçekleşmesini gerektirecek bir dileme

yapamazsınız, şeklinde manalandırır . Ma ism-i mevsulü hem şimdiyi olumsuz yapar-dilemiyorsunuz-,

hem de geleceği olumsuz yapar-ilerde dileyemiyorsunuz-. Ayrıca dilemenin mefulü

hazfedilmiş olup, doğru yolda olma fiili, dilemek fiiline atfedilmiştir(özel dileme). Taberi ise ‘ey

insanlar, Allah(cc) size dilemedikçe, siz istikameti gerçek olarak dileyemezsiniz’

şeklinde açıklama yapar. Ebu’s-Suud, siz doğru yolda olmayı gerektirecek bir dileme ile hiçbir

vakit dileyemezsiniz ve Beyzavi, Allah(cc) sizin dilemenizi dilediği vakit

dileyebilirsiniz şeklinde beyan eder. Razi, istikamet fiili istikamet iradesine bağlıdır, istikamet iradesi

ise Allah’ın(cc) iradesine bağlıdır demektedir. Maturidi, dilenen şeyin Kur’an’ın tenzili olduğunu

söyler. Yani siz Kur’an’ın indirilmesini dileyemezsiniz, onu Allah(cc) meş’ietsiz

indirmiştir demekte ve bundan da Allah’ın iradesini kastetmektedir. İbn-Kesir, meş’iyyet insana tevkil edilmemiştir, bilakis tümü Allaha bağlıdır, dilerse hiayet eder dilemezse etmez şaklinde açıklamakla konuyu Allah’ın iradesine bağlamıştır.

İnsanın iradesi manası; Elmalı, Allah(cc) kulun dileyebilmesini diler, yani ona

özgür dileme yetisini vermiştir ve bu eylem, Allah(cc) ve kulun ortak eylemleri ile

gerçekleşir demektedir. İnsan diler ve Allah(cc) da bunun gerçekleşmesini dilerse yaratır veya

yaratmaz. Başka bir deyişle, Allah(cc) sizin serbest dilemenizi dilemiştir şeklinde açıklamaktadır.

 Taberi, istikametin mefulü olarak hidayet ve başarıyı alır. Bu şekilde, ayetin manası, ‘Siz hidayet ve

 başarıyı Allah’tan(cc)dileyin’ anlamına gelir ki, dilemek burada kulun iradesinde olmaktadır.

B. Bayraklı, siz ancak Allah’ın(cc) dilediğini dilersiniz. Yani, öğüt almayı dileyen zaten Allah’ın(cc)

 dilediğini dilemiş olur açıklamasını yapar. Zemahşeri, ancak Allah’ın(cc) tevfik ve lütfü sayesinde

istikameti dileyebiliyorsunuz, bu da öğüt almanın kendisidir, demektedir. Alusi ise, sizin dilemeniz

Allah’ın(cc) dilemesinin sebebidir, diyerek yine kulun iradesine vurgu yapmış olmaktadır.

2-AYETLERİN SEMANTİK TAHLİLLERİ

A-     Etimolojik Analiz;

 

1.        Sözlük kullanımlarının belirlenmesi

 

Bu bölümün amacı suredeki kelimelerin sözlük kullanımlarını incelemek ve

asıl/kök manaları ortaya koymaktır. Bu amaçla yapılan sözlük incelemelerinde, sonraki dönemlerde   

yazılan sözlüklerin ( Tacu’l-Arus gibi ) ilk sözlüklerin açıklamalarını nerdeyse aynısı ile tekrar ettiği,

aynı örnekleri (şiir vs..) alıntı yaptıkları görülmüştür. Bu durumda kelimenin anlamına

orijinal ve yeni anlamlar katılamamıştır. Bütün sözlükleri yazmak tekrardan başka bir

sonuç ortaya çıkarmayacaktır. Bu nedenle, ele alınan kelimeyi en iyi açıklayan ve

yeni anlamlar katan sözlükler alınmış diğerleri tekrarları önlemek için yazıya

aktarılmamıştır. Yine bu bölümün kelimeleri aşağıdaki şekilde, ayet numarasının sırasına göre

incelenmiştir. Mevcut sözlükler detaylı olarak araştırılmış ve elde edilen anlamlar

genel başlıklar altında toplanmıştır. Buradaki çalışmada, kelimelerin araştırıldığı

sözlükler maddelerine göre kolayca ulaşılabilecek nitelikte olduğundan dolayı,

dipnot kullanılma gereği duyulmamıştır.

Sözlük araştırması esnasında, ilgili kelime maddeleri tercüme edilerek

aktarılırken, sözlüklerin anlam içeriğine tamamen sadık kalınmıştır. Bazen lafızlar

aynen aktarılmış, bazen de mana içeriği ile aktarılmaya çalışılmış ve bu konuda aşırı

yorumlardan kaçınılmıştır. Bu noktada sadece kelimelerin sahip olduğu manalar bir

sınıflama ile sistematize edilerek sunulmuştur. Bu sınıflandırma tamamen bize ait bir

husustur. Ancak, sözlük metninin gerek lafzın direk tercümesi olarak, gerekse manen

tercümesi olarak aktarılan anlam karşılıkları, kullanılan kaynağın kendisine ait olup,

bu konuda kendimize ait her hangi bir görüş sunulmamış ve her hangi bir tercihte

bulunulmamıştır. Kaynak olarak kullanılan sözlükler, telif edilme üslupları açısından

düzenli bir sistematize ve anlatım tarzına sahip olmadıklarından dolayı, bazen

lafızların birebir çevirilerinde cümle düşüklükleri ortaya çıkmıştır. Böylesi olumsuz

durumlarda eserin dil üslubuna sadık kalınması niyetiyle cümle kuruluş şekillerine

fazlaca müdahale edilmemiştir. Zira sözlük çalışmaları konusundaki amacımız,

eserin dilimize tam bir aktarımı olmayıp, araştırılan konumuz açısından kelimelerin

etimolojik ve semantik analizlerini yapmaktır. Bu amaçla yapmış olduğumuz sözlük

çalışmalarının sonuçları aşağıda sunulmuştur.

Bu bölümde kullanılan fiiller; ŞA’E - شَاء - ve YESTAQİM - يَسْتَقِيمَ - fiilleridir.

                                   i.            Şa’e ( شَاء )

El-müfredat; - Dilemek; dilemek manası her iki fail-insan ve Allah-için ortak bir

kullanımdır. Açılımı, icad etmek ve elde etmektir. ‘Şey’ün’, isim olarak bilinebilen ve

kendisinden haber verilebilene denilir. Bu manada hem mevcudu hem de ma’dumu

kapsar. Dilenen yani istenen ve böylece vücuda çıkarılmış her şey anlamına

gelmektedir.

İcat etmek; ‘şae’ fiili ortak ikili anlamlarda kullanılan fiillerden birisidir.

Allah(cc) için kullanılırsa icad etmek anlamına gelir. Allah’ın(cc) meşi’eti, yani

dilemesi, bir şeyi yaratması, var etmesidir.

Elde etmek; ‘şae’ fiili insan için kullanıldığında elde etmek manasına gelir.

İnsan bir şeyin olmasını diler, Allah(cc) izin verirse, yani buna meşi’yyet ederse insan

dilediğini elde eder.

El-Mevarid;- dilemek istemek; bir şeyi istemektir.

Sevk etmek;’ A’la’ harf-i ceri ile kullanılırsa bu anlamı alır, ‘hamelehu’ cümlesi onu

hamletti, sevk etti şeklinde kullanılır.

Es-Sıhah; -dilemek; meşiet, irade etmek yani dilemektir.

Sevk etmek; A’la harf-i ceri ile kullanılırsa bu anlama gelir. Bir işe

hamletmek manası alır.

Gelmek; kişinin dilediği bir şeyin olması, o şeyin kendisine gelmesi

manasını ifade eder.

                                 ii.            Yestakim (يَسْتَقِيمَ )

El-müfredat;-düz bir çizgide olmak; istikamet düz yol anlamındadır. Haklı

olanın yoluna benzetilmiştir. Aynı manada sırat-ı müstakim şeklinde kullanılır.

Kelimenin kökü ‘kamefiilidir ve ayağa kalkmak, dikilmek ve azmetmek anlamlarını

içerir. Kelimenin asıl manası ise, bir şeyin kendisi ile ayakta durduğu sütun ve

dayanaktır. Sütuna kaimetün ve direğe de kıvam denilir. İstikamet de bu anlamda ele

alınırsa, doğrunun ve doğru yolun ve yöntemin kendisine dayandığı şey anlamına

gelebilir.

Es-Sıhah;-orta yolda gitmek; istekame lehu el- emru denilir. Bir işin orta

yolda olduğunu belirtir.

Yönlendirmek; ‘ila’ harf-i ceri ile kullanılırsa teveccüh yani bir şeye

yönlendirme manasını alır.

Düzeltmek; tef’il babında kullanımı bu anlama gelebilir. Bir şeyi düzelttim o

da düzgün oldu, anlamında kullanılır.

El-Mevarid;-dikilmek, doğrulmak; ayakta doğrulup duran kişiye el-kaimu denilir.

Bir şeyin istikameti onun doğrulmasıdır.

2.       Fiillerin Temel Anlamlarının Belirlenmesi

 

Bu bölümde kelimelerin temel anlamları sözlüklere ve günlük hayattaki

kullanımlarına bakılarak tespit edilmeye çalışılmıştır. Kelimelerin tek bir manaya

indirgenmesinden kaçınılmıştır. Daha çok, ifadelerde mana bütünlüğü dikkate

alınmıştır. Ayrıca, aynı anda iki zıt mana ifade eden kelimeler, manalarındaki

derinliğin yakalanabilmesi için dikkatlice değerlendirilmiştir.

                                     i.   Ş A ’E; fiili ortak ikili anlamlarda kullanılan fiillerden birisidir. Allah(cc)

için kullanılırsa, onun meş’iyyeti olur ve icat etmek, yaratmak ve var etmek anlamına

gelir. İnsan için kullanılırsa, kişinin istediği bir şeyi elde etmesi olur. Bu şekilde

oluşan anlamlar fiilin temel anlamlarıdır ve icat etmek, elde etmek şeklinde açıklanır.

Harf-i cer ile kullanılırsa, sevk etmek ve gelmek anlamlarını da alır. Her iki anlamın

da içinde bir şeyin dilenmesi ve elde edilmesi manası zımnen vardır. Bir şeyi

dilemek ve istemek ise zaten mevcutta var olmayan bir şeyin talebi anlamına gelir ki zaten

ma’gdumunun var olmasını istemek- tazammuni olarak o şeyin icadını ve elde

edilmesi istemini anlatır.

                                    ii.   K A M E; fiilinin asıl manası, bir şeyin kendisi ile ayakta durduğu sütun ve

dayanaktır. Bu nedenle, sütuna kaimetün ve direğe de kıvam denilir. Aynı anlamdan

alınarak elde edilen istikamet fiili; doğru yolda ve çizgide olmak, orta yolda gitmek,

dikilmek ve düzeltmek anlamlarına gelir. Belirtilen bütün bu anlamları

gerçekleştirmek için sağlam bir dayanak ve desteğe, yani dayanıklı bir sütun ve

direğe ihtiyaç vardır.

3. İsimlerin Konuluş Amaçlarının Belirlenmesi

Bu bölümde, surede geçen isimlerin ayet numaralarında geçtikleri sıralara

göre, öncelikle sözlük taraması sonucunda elde edilen temel anlamları ortaya

konulacaktır. Daha sonra bu anlamlara dayanarak, isimlerin anlam alanlarının

içerikleri ve kapsam alanları ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bun çalışma

sonucunda, ayetlerde geçen isimlerin ayetin genel manası içinde, genel olarak mı ve

ya özel olarak mı kullanıldığı tespit edilmeye çalışılacaktır. Bu tespit sonucunda,

surenin anlam boyutlarının genişliğine mümkün olduğu kadar ulaşabilmek temel

hedef olacaktır.

 

                                     i.            İn hüve illa zikrun lil-‘âlemine -لِّلْعَالَمِينَ ذِكْرٌ إِلَّا هُوَ إِنْ-

Z i k r u n kelimesinin kökü zkr dir. Asıl anlamı korumak ve hatırlamaktır.

Bu işlem iki şekilde olur. Birincisi, unutulanı hatırlamaktır ki bu manada tarihsel bir

düşünme şekline teşvik vardır. Tarih bu anlamda bir bilgi kaynağıdır. Aynı anlamda

olmak üzere kitap ehline ehl-i zikir denilir ve vahiysel sürecin tarihi bir süreç

olduğunu bildirir. Vahiy temelli düşünme, insanlık tarihindeki salt rasyonel

düşünmenin tarihi bir alternatifi konumundadır. İkinci olarak, sürekli akılda tutarak

düşünmektir ki buna sürekli gündemde tutma da denilebilir. Böylece düşünülen şey

akılda var olmaya devam eder. Buna da var olan hakkında düşünme onu sürekli

hatırlama denilir. Bu düşünme tarzı, evren ve varlık hakkında bunların yaratılış

süreçleriyle birlikte düşünme eylemini kapsar. Yani varlığın zikri ( bütün gökler ve

yerin) onların oluşum, gelişme ve sonuç süreçlerini zikretmek yani araştırıp

düşünmektir. Buradan hareketle, zikir kelimesinin içeriğinde hatırlamadan kaynaklı

olarak tarihi bir arka planı gözetme özelliğinin bulunduğu anlaşılmaktadır[8]. Ez-zikru

unutmanın zıttıdr. Yani sürekli akılda tutmaktır[9]. Zikir kelimesi içerdiği anlam

genişliğinden dolayı genel kullanım durumundadır

L i l-‘A l e m i n kelimesi ‘a l i m e fiilinden alınmıştır. Çoğul bir kelimedir

ve tekili el-âlemdir. A l m fiili daha önce 14. Ayette açıklanmıştır. Aslen bir şeyi

bilip ayırmak için işarettir. Bu anlamda bilmek, anlamak, kavramak, tanımak o şeyi

kavramak için zihinde işaretler koyarak ayırmaktır. Belirtilen içerikte olmak üzere,

bir elbise deseniyle, ordu sancağıyla, yaratıcı âlem yani varlıktaki işaretleriyle bilinip

tanınır. Sonuç olarak âlem, yaratıcının kendi varlığının bilinip tanınması için varlığa

koyduğu işarettir[10]. Bir şeyi yarmak anlamı da vardır. Üst dudağı yarılmış kişiye

alimün denilir. Alamet, işaret ve sınır anlamına gelir. Bütün bunlar bir şeyin

tanınmasını ve bilinmesini sağlar[11]. Uzun ve yüksek dağlara bilinip göründüğü için

alemu denilir. Ağlam da denizin dağları anlamına gelen gemilerdir. El-alemü yollara

yön bulmak için dikilen işaretlerdir[12]. Âlem ismi grup ismi olup çoğul mana ifade

etmektedir. Âlemin kelimesinin asıl çoğulu avalim dir. Âlemin, âlem kelimsinin

çoğulu olarak çoğulun çoğulu durumundadır. Akıllı çoğul formunda geldiği için

sadece insanları kapsayabileceği gibi bütün evren ve varlığı ve hatta âlem olarak

daha başka âlemleri de kapsamaktadır. İçerdiği bu anlam çokluğundan dolayı genel

bir durum ifade eder, ancak, akıllı çoğul formunda olması ve zikrin de insan

tarafından gerçekleştirilebilen bir eylem olmasından dolayı, insan için kullanılan özel

bir kelime konumunu da içerebilmektedir.

                                    ii.            Rabbu-l ‘alemin- الْعَالَمِينَ رَبُّ -

R a b b, rabbe fiilinin mastarıdır. Allah(cc) hakkında çok kullanıldığı için

isimleşmiş ve ism-i fail olarak istiareten kullanılmıştır. Tekil bir kelimedir.

Kelimenin asıl anlamı, terbiye etmek ve yetiştirmektir. Yetiştirme işlemi bir şeyin

olgunluk derecesine ulaşıncaya kadar inşa etmektir. Rabbe mastarı da, tek başına

bütün varlığın maslahatını üslenmektir ki bu işlem ancak Allah(cc) tarafından

gerçekleştirilebilir. Rububiyyet kavramı da bu anlam çerçevesinde olmak üzere,

varlıkların maslahatlarının güvencesi ve ıslah edilmesidir. Deriyi yağla ıslah

etmek/rababtü, ilacı balla ıslah etmek/rababtü ıslah manasının kapsamındadır. Islah

edilmiş içeceğe sıkaun merbubun denilir. Yine aynı anlam kapsamında olmak üzere,

bitkiyi yeşertip ıslah eden yağmura rebab, bir ilmi ıslah eden bilge ve hâkim kişiye

rabbaniyyun kavramı kullanılır[13]. El-Mevaridde, idare etmek, malik olmak ve bu

anlamda efendi, mürebbi, düzene koyan, tedbir eden, nimet veren anlamları

aktarılır[14]. Ayrıca, bakmak, toplamak, çoğaltmak anlamaları da vardır[15]. Elmüncidde,

nimet için rabb onu artıran, işler için ıslah edip düzenleyen ve mekân için

onun dayanağı anlamları belirtilir[16]. Rabb kelimesi örneklerden de anlaşılacağı gibi

insanlar içinde kullanılmaktadır ancak, bu ayette, bütün varlığın ve bütün âlemlerin

ıslahı ve maslahatının korunması söz konusu olduğu için, ancak ve ancak Allah(cc)

için kullanılan özel bir konuluş durumu arz etmektedir.

B-      Gramatik Analiz;

Ayetlerin gramatik analizleri ayet sıralarına bağlı kalınarak yapılmıştır. Bu

analizler hem kelime ve hem de cümle bazı incelemeleri içermektedir. Cümlelerin

irabları ayet meallerinin oluşturulmasında çok önemli bir rol oynamaktadır. Bu

nedenle bu konuda belli eserlere bağlı kalınarak çalışma yapılmıştır. Yine bu

eserlerden yapılan araştırmalar arapça aslından motomot bir çeviri ile değil, manen

aslına bağlı kalınarak aktarılmıştır. Bu konuda kullanılan en önemli eser; Muhtittin

Dervişin İrabu-l Kuran-ı Kerim ve Beyanuhuadlı esridir[17]. Konuyla ilgili diğer

irab kitapları ve tefsirlerde geçen irab tahlilleri adı anılan bu eser baz alınmak

suretiyle değerlendirilmiştir.

        I.       27 -- لِّلْعَالَمِينَ ذِكْرٌ إِلَّا هُوَ إِنْ--, 28--يَسْتَقِيمَ أَن مِنكُمْ شَاء لِمَن

Zikr cümlesi, bir önceki kavl cümlesinin tekidi konumundadır. Bu nedenle

atıf olmasına gerek yoktur. ’İn nefiy harfidir ve ’illa hasr edatıdır. Huve mübteda ve

zikrun haberidir. Lil-âlemin kelimesi zikr kelimesinin ya müteallikidir ya da

sıfatıdır. Hasr manası Kur’an’ın zikirden başka bir şey olmasını engeller ve böylece

şeytanın sözü olmasını nefyeder. Limen kelimesi bedeli bağd konumundadır. Lam

harfinin iadesi bunun delilidir. Şae cümlesi men mevsulünün sılasıdır ve irabtan

mahalli yoktur. Minküm hal konumunda ve şae fiilinin mefulüdür. Ayrıca tezhebun

fiilindeki failin hitabı konumundadır. En yestaqim mastrı müevvel şeklinde şae

fiilinin ikinci mefulüdür.

      II.       29-- الْعَالَمِينَ رَبُّ اللَّهُ يَشَاءَ أَن إِلَّا تَشَاؤُونَ وَمَا--

Vav harfi ve ma hüve ayetine atıftır. Cümle, komplece en yestakim

cümlesine hal cümlesi olarak da düşünülebilir. Ma nefiy harfi ve illa istisna edatıdır

ve hasr konumundadır. Teşaune muzari fiildir ve faili çoğuldur. ’En ve sonrası

mahalli nasbtır, çünkü en dönüşümlü mastardır. Allah(cc) lafz-ı celali faildir, car ve

mecrur/rabbu-âlemin, lafza-i celalin bedeli veya sıfatıdır. Teşaune fiilinin mefulü

hazfedilmiştir. İstikamet isteği takdir edilebilir.

3-AÇIKLAMALAR IŞIĞINDA AYETLERİN YAKLAŞIK MEALLERİ

Tefsir rivayetleri, sözlük kullanımlarının verdiği temel anlam ve cümle irabları dikkate alınarak

yaklaşık ayet mealleri bu bölümde verilmeye çalışılmıştır.

27. ( hâlbuki) o ( Kur’an veya peygamber ) âlemin için ( akıllı varlıklar, insanlar,

cinler veya yaratıcının delili olan bütün evren ve varlık için ) ancak bir

zikirdir (vahiysel düşünme kaynağı, evrenin oluşumunu hatırlatmak için,

varlığın sonunu hatırlatıp öğüt almak ve uyarmak için) -düşünme sebebi ve

kaynağıdır-.

28. ( özellikle ) içinizden ( zikri anlayarak, doğruyu, doğru çizgide olmayı,

islamı, imanı, isteyerek arayan ve en sağlam ) dayanağı elde etmek isteyenler

için.

29. Âlemlerin ( akıllıların, insan ve cinlerin, bütün evren ve varlığın ) rabbi - tüm

varlığın maslahatını ve oluş yasalarını tek başına üstlenmiş zat olan-

Allah’ın(cc) var etmesi/dilemesi için ( zaten sizin dilemenizi dilediği için,

sizin dilediğinizi dilediği için, sizin serbest dilemenizi dilediği için ve ya

onun dilemesi ve izniyle, onun dilediği vakit, ancak o dilerse, gerçekleştirmek

isterse, doğru yolda olmayı, doğruyu ve zikri anlamayı ve bunun en sağlam

dayanağını )-elde edebilmeyi- siz diliyorsunuz - dileyebiliyorsunuz,

dileyebilirsiniz, aksi halde dileyemezsiniz-.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1-SEBEBİ-İ NÜZUL İLE BİRLİKTE AYETLERİN DEĞERLENDİRMESİ

Tekvir suresinin 27, 28 ve 29 uncu ayetlerinin inişine neden olan olay, Ebu Cehil’in ayetlerin bağlamını yanlış yere oturtması ve anlam kaymasına sebep olmasıdır. Rivayetlerde, Ebu Cehil’in itirazı -‘’ dilersek doğru oluruz…iş bize bırakılmıştır…’’- olmasaydı, 29 uncu ayet inmezdi bile denilmektedir. Ebu Cehil, özgür irade meselesini bildiği halde yanlış yorumlamıştır. ‘dileyen doğru yola girer…’ ayeti, bu konuda her hangi bir tavsiye veya serbest bırakılma anlamında değildir. Doğru yola girmek veya girmemek konusunda her hangi bir farkın olmayacağını da belirtmemektedir. Ayetler insanların seçiminde özgür olduklarını ve bu seçimlerinden de sorumlu olacaklarını belirtmektedir. Doğru yola girmeme konusu insanı kurtaramamaktadır. Özgür irade ve sorumluluğun mutlaka bir karşılığı vardır.

Tartışmanın ikinci yönü, Ebu Cehil’in insan iradesinin mutlak özgür olduğuna yönelik olarak yapmış olduğu yanlış yorumdur. Zaten 29 uncu ayet de bu konuyu açıklamaktadır. İnsan tatbiki özgürdür ancak bu özgürlük Allah’ın iradesi ve yaratması dışında değildir. Sadece insanın dilemesi ile eylemeler gerçekleşmemektedir. Allah’ın da bizim istediğimiz eylemleri dilemesi ve yaratması lazımdır. İşte son ayet bu noktadaki, insan ve Allah’ın ortak eyleminden söz etmektedir. Yani, Allah bizim istediğimiz ve seçtiğimiz eylemleri, bizim için yaratmaktadır. Zira bir önceki ayette-28.ayet ’’doğru yolda olmayı dileyenler için….’’-, dileyenin öğüt alabileceğini bildirmekle Kur’an, zaten insanın özgürlüğünü ortaya koymuştur. Ancak, sonuncu ayet, özgürlüğün asıl sahibine vurgu yapmakta, hem özgürlüğü verenin ve hem de istediğimiz şekilde kullanmamıza müsaade edenin ve de istediklerimizi bizim için isteyip yaratanın yüce kudret sahibi Allah olduğunu bize çarpıcı bir şekilde hatırlatmakta, aynı zamanda da Ebu Cehil’e susturucu bir cevap vermektedir.

Ayetlerin tahlillerine ve mealine baktığımız zaman da, ayetin her iki manayı da kapsadığını, yani hem insanın özgür iradesini ön plana çıkardığını ve hem de Allah’ın iradesine vurgu yaptığını görmekteyiz.

Bu nedenle tefsirlerde 29 uncu ayetin meali verilirken her iki unsurda göz önünde bulundurularak anlam verilmiştir. İnsan iradesine vurgu yapanlar, ‘’ en yeşae’ ‘’..(29. Ayet) fiilinin gizli mefulünü buna göre takdir etmişler ve ‘-sizin serbest dilemenizi- dilediği için ancak dileyebiliyorsunuz…’’ şeklinde mana vermişlerdir. İkinci grupta olanlar, Allah’ın iradesine vurgu yapmışlar ve fiilin gizli mefulünü Allah’ın iradesi doğrultusunda takdir etmişlerdir. Böylece ayete, ‘’ Âlemlerin Rabbi olan Allah-sizin dilemenizi- dilemedikçe siz dileyemezsiniz-ancak o dilerse dilersiniz-…‘’ şeklinde anlam vermişler ve Allah’ın mutlak irade ve otoritesine vurgu yapmışlardır.

İslam tarihine baktığımızda, insan iradesinin mutlak özgürlüğünü ön plana çıkaran, Allah’ın iradesini mutlak hâkim kılan ve ikisi arasında orta bir yol bulmaya çalışan ekollerin olduğunu görmekteyiz. Bunlardan ilki Mutezile ekolüdür. İslam tarihinde rasyonalist akımın temsilcisi konumunda olup insanın mutlak iradesini savunmuştur. Bunlara göre insan iradesi de bir etken faildir ve kendi fiillerini kendisi yapmaktadır. Tabiki bu özelliği kendisine yine Allah vermiştir demektedirler. Bu anlamda mutezile ekolü, ‘saneviyye’ olmakla yani ikili irade kabul etmekle-iki ilah gibi..- suçlanmıştır. Diğer taraftan, Mutezileye muhalif olarak çıkan grup ise Allah’ın mutlak iradesini savunmuştur. İslam tarihinde bu gruba Cebriye ekolü denilmiştir. Bu ekole göre, Allah’ın mutlak iradesi dışında hiçbir iş ve fiilin vuku bulma imkânı yoktur. Bu nedenle insanda kendi fiillerinde özgür olamaz. Bu görüşe göre insanın istikameti dileme özgürlüğü yoktur. Allah’ın dilemesi dışında istikamet yolunu hiçbir insan bulamaz. Mutezile ekolü de Cebriye grubunu, insan iradesini yok etmekle ve yaptığı bütün hatalarını meşrulaştırmakla ve hatta ahirette ceza ve mükâfattan sorumluluğu kaldırmakla suçlamışlardır.

 

2-SONUÇ

Ebu Cehil’in itirazı ile başlayan, insanın özgür iradesi meselesi, aslında daha derinlerde yatan bir problemin, İslam dünyasında hâkim olmasına neden olmuştur. İslam tarihimize baktığımızda da bunu görmek çok zor olmamaktadır. Tarihimizdeki fırkasal bölünmelerin ve ilk düşünce akımlarının ortaya çıkışının en temel nedeni, burada bahsettiğimiz gibi, insanın özgür iradesi mi yoksa Allah’ın mutlak iradesi mi? tartışmasının bir sonucu olduğu gerçeğidir. Halifeler döneminde ortaya çıkan savaşlar-Cemel vakası ve Sıffın savaşı gibi..- bu ekollerin ve  bölünmelerin tetikleyicisi olmuştur. Bu bağlamda, Hz. Ali’ye itiraz ederek ayrılan Hariciler grubu, aslında mutlak eşitliği ve insanın özgür iradesini ilk savunan grup olmuştur. Hariciler bu nedenle Hz. Aliyi hakem tayininde kendi iradesi ile hareket ederek tercihte bulunduğu için suçlamakta tereddüt etmemişlerdir. Çünkü onlara göre insanlar fiillerinde hürdü ve sonuçlarına da kendileri katlanmak zorunda idiler. Bu nedenle Hz. Aliyle savaşmakta ve onu öldürmekte hiçbir tereddüt yaşamamışlardır. Daha sonra bunları takip eden grup Mutezile ismini almış ve insanın özgür iradesini felsefi bağlamda sistematize etmişlerdir. İlk başlarda güzel bir istikamette devam etmişler, İslam’ın inanç sistemini Manihaizm ve Mecusilik gibi akımlara karşı başarılı bir şekilde savunmuşlardır. Ancak özgürlük konusu ve Allah’ın sıfatları konusunda çok aşırıya giderek, daha sonraki yıllarda halk’ul-kur’an konusunda ısrar ederek binlerce Müslümanın işkence görmesine ve öldürülmesine neden olmuşlardır. En sonunda Abbasi halifelerinin müdahalesi ile etkisiz hale getirilmişlerdir.

Diğer taraftan, Allah’ın iradesini vurgulayan Cebriye ekolü, sahabeler arasında cereyan eden savaşları Allah’ın iradesine ve takdirine bağlayarak olayı çözümlemek istemiştir. Onlara göre bunlar zaten ezelde Allah’ın takdir ettiği bir durumdu ve engellenmesi imkân dâhilinde değildi. Bu durumla ilgili olarak da bir sürü hadis uydurulmuş ve olayın arka planı hazırlanmıştır. Böylece, savaşan her iki tarafta sorumluluktan kurtarılmış olmaktadır. Öldürülenler ve ölenlerin her ikisi de suçsuzdur. Hz. Ali haklıdır, Muaviye ve Hz. Talha ve Zübeyir de haksız değildir. Hatta bu konuyu içtihat meselesine bağlayıp olayın her iki tarafının da sevap aldığını söyleyenler olmuştur. İsabet eden iki, yanılan taraf bir sevap almıştır. Cebriye ekolünün bu anlayışı İslam tarihinde siyasi yozlaşmanın da başlangıcı olmuştur. Zaten bunları Emevi halifeleri desteklemiştir. Amaçları ise genelde Arapların ve özelde de Kureyş’in yıpranan iktidarını kurtarmaktır. Bunu kısmen başaran Emevi halifeleri bu tarihten sonra, yaptıkları her türlü yolsuzluk ve ahlaksızlığın kılıfını bulmuş oldular. Onlara göre Emevi’lerin saltanatı Allah’ın bir takdiri idi ve yaptıkları hiçbir cürümden kendileri sorumlu değillerdi. Cebriye anlayışının ortaya çıkardığı bu gayri ahlaki tutum, daha sonraları da değişmeyerek günümüze kadar gelmiştir. Bu olaydan sonra İslam ümmeti siyasi alanda çok iyi örnekler verememişlerdir. Mutezile ekolü tarihten silinince, cebriye anlayışının hazin sonucu olan saltanat fikri maalesef İslam dünyasına yerleşmiş ve bir daha da silinme imkânı bulamamıştır.

Mutezile ekolünün tarihte savunuculuğunu yine İslam ümmetinden ayrılan Şia ekolü devam ettirmiştir. Tarih içinde çok kanlı olaylara sahne olan Şia ve Ehl-i sünnet mücadelesi de yine bu temel tartışmanın gün yüzüne yansımasından başka bir şey değildir. Sünni ekol, cebriye anlayışını kısmen revize ederek durumu kurtarmaya çalışmıştır. Kendilerini bu iki aşırı ucun ortasında göstermeye çalışmıştır. İnsanın fiilleri için Kesb nazariyesini oluşturmuştur. Ancak sonuçta, Sünni ekol dahi İslam tarihinde ortaya çıkan bu köklü sorunun cevabına muktedir olamamış ve sahabeler arasındaki kanlı olayları açıklamaktan aciz kalmış ve meseleyi örtbas etmekle yetinmişlerdir.

Sonuç olarak, diyebiliriz ki; Ebu Cehil’in itirazı ile başlayan bu tartışma-özgür irade ve cebriye-, İslam dünyasının hemen hemen bütün tarihini belirlemede başrol oynamıştır. İslam tarihinde ortaya çıkan bütün ekollerin temel ayrıcı noktası bu anlayış olmuştur ve halen sağlıklı bir çözüme kavuşturulamamıştır. Bu noktada, hem Allah’ın külli iradesine eksiklik getirmeyecek ve hem de insanın cüzi iradesini yok etmeden durumu ortaya koyabilecek yeni teorilerin kurulması gerekmektedir. Böylece tarihte çok acı bir şekilde yaşanmış olan tecrübeler bir daha tekerrür etmesin. Allah’ın ve insanın birbirinin yerini gasp eden iki düşman olmadığının, aksine Allah’ın yardımı sayesinde birlikte bir birini yok etmeden, birlikte var olarak nasıl çalıştığının anlaşılması ve aynı birlikteliğin Müslümanlar arasında da sağlanarak barış ve huzur içinde yaşama imkânının temin edilmesi gerekmektedir.

3-KAYNAKÇA

Kur’an Mealleri

Akdemir,        Salih, Son Çağrı Kuran, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2009.

Atay,               Hüseyin, Kuran-Türkçe Çeviri, Atay ve Atay Yayınları, Ankara 2002

Ateş,               Süleyman, Kuran-ı Kerim ve Yüce Meali, Kılıç Kitabevi, Ankara,1983

Bulaç,             Ali, Kuran-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Girişim Yayınları, İstanbul-1990

Hassan and,   Darwish, Ahmed, The Holy Quran, Translated by Qaribullah, 2001

Hizmetli,          Sabri, Kuran-ı Kerimin Türkçe Anlamı, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1997

İslamoğlu,      Mustafa, Hayat Kitabı Kuran-Gerekçeli Meal Tefsir, Düşün Yayınları,

İstanbul-2010

Pickthall,        Muhammad Marmaduke, The Meaning of the Glorious Quran,

Araştırma Yayınları, Ankara 2005

Sözlükler

Abdul Baki,   M.Fuad, El-Mucemul-Müfehres Li Elfazil Kuran, Beyrut

Akarsu,           Bedia, Felsefi Terimler Sözlüğü, TDK Yayınları, Ankara 1975

Bolay,                         S.Hayri, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Yayınları, 5.baskı, Ankara 1990

Bustani,          Fuad Efraim, Müncid-üt Ùüllab, Dar el-Meşrik Yayınları, Lübnan-

Beyrut, 1974

el-Cevheri,      İsmail Bin Hammad, Es-Sıhah, Daru’l İlm Yayınları, 2.Baskı, Lübnan-

Beyrut, H.1399 M.1979

Devellioğlu,    Ferit (1405/1985), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat: Eski ve Yeni

Harflerle, Yayına Hazırlayan: Aydın Sami Güneyçal, Aydın Kitabevi,

Ankara 2011.

el-Esfehânî,    Ebû’l-Kâsim el-Huseyn b. Muammed er-Râġıb el-Esfehânî (502/1108),

el-Mufredâtu fî Ġarîbil-Kurân, Dâru’l-Marife, Beyrût t.y..

el-Ferâhîdî,     Ebû Abdurramân el-alîl b. Amed (175/791), Kitâbul-Ayn,

Mektebetu’l-Hilâl, thk. Mehdî el-Mazûmî , İbrâhîm es-Sâmarrâî, b.y. t.y..

el-İsfehani,     Ragıb, Müfredat-ü Elfazi-l Kuran, Darü-l Kütübü-l İlmiye Yayınları,

1.Basım, Lübnan-Beyrut, H.1418, M.1997

Feruzebadi,    Muhammed Yakup, El-Kamusül Muhit, Müessesetü Risale Yayınları,

8.Baskı, Lübnan-Beyrut, H.1426

İbn-i Ahmet,  Halil, Kitab-ul Ayn, Daru’l Kütübü’l İlmiye Yayınları, Lübnan-

Beyrut, H.1424 M.2003

İbn-i Manzur, Lisanu-l Arab, Daru Sader Yayınları, 3.Baskı, Lübnan-Beyrut,

H.1413 M.1994

Mezkur,          İbrahim, el-Mucemül Vasit, Mısır Arap Cumhuriyeti Yayınları, Şarku-t

Düveli Yayınevi, m.2004-h.1425

Mukatil b. Süleyman, (v.150 h), el-Eşbah ven-Nezair fil Quranil-Kerim-Kuran

Terimleri Sözlüğü, çev. M.Beşir Eryarsoy, İşaret Yayınları, İstanbul 2004

Mutçalı,          Serdar, Mucemül Arabiyyül Hadis, Dağarcık Yayın. İstanbul Aralık 1995

Nasuhoğlu,    Rauf, Bingöl Gökçe, Gür Hanaslı vs., Fizik Terimleri Sözlüğü, TDK

Yayınları, Sevinç Basımevi, Ankara 1983

Özön,              Mustafa Nihat, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılâp Kitabevi Yayınları,

ısbn 975.10.0092.0

Sarı,                Mevlüt, El-Mevarid lit-Tüllab, Bahar Yayınları, İstanbul 1982

TDK yayınları, Türkçe Sözlük, Yeni Baskı, 2 cilt, Ankara 1988

Topaloğlu,      Bekir, Karaman Hayrettin, Yeni Kamus, Nesil Yayınları, İstanbul 1988

Vural,             Mehmet, İslam Felsefesi Sözlüğü, Elis Yayınları, Ankara 2011

ez-Zebidi,       Seyyid Muhammed Murtaza el-Hüseyni, Tacul-Arus min Cevahir-il

Kamus, Kuveyt Hükümet Matbaası, ,m.1965-H.1385

ez-Zemahşeri, Esasül Belağa, Daru’l Kütübü’l İlmiye Yayınları, Lübnan-Beyrut,

H.1419, M.1998

Tefsirler

Alusi,              Şihabuddin Seyyid Muhammed Bağdadi, Ruhul-Meani fi Tefsiril-

Kuranil-Azimi ve Sebul-Meåani, Daru’l-İhyai’t-Türasi’l-Arabiyyi

Yayınları, Beyrut-Lübnan m.2000-h.1421

Bayraklı,         Bayraktar, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kuran Tefsiri, Bayraklı Yayınları,

İstanbul 2007

el-Beyḍâvî,     Ebû Saîd Nâṣıruddîn ‘Abdullâh b. ‘Omer b. Muammed (685/1286),

Envârut-Tenzîl ve Esrârut-Tevîl, Dâru’l-Fikr, Beyrût m.1999-h.1420

el-Cassas,        Ebu-Bekr Ahmet bin Ali er-Razi (v.h.370), Ahkamul-Kuran, Daru’l-

Kütübü’l İlmiye, Beyrut-Lübnan m.2003-h.1463

Cevheri,          Tantavi, el-Cevahir fi Tefsiril Kuran, Basım Mustafa el’Babi el’Halebi,

naşir Muhammed Emin A’mran, Mısır h.1350

Cevzi,              İmam Ebu’l Ferec C.A.Ali bin Muhammed, Zadü’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir, terceme Kahraman Yayınları, 2009 İstanbul

Derveze,         M.İzzet, et-Tefsirül-Hadis-Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri, çeviri,

İkinci baskı, Ekin Yayınları, İstanbul 1997

Derviş,            Muhyittin, İrabul Kuran-ı Kerim ve Beyanuhu, Daru-l İrşad

yayınları, 5.basım, Beyrut 1992

el-Ebyari,        İbrahim, İrabul-Kuran-el-Menãub-u ila Zeccac (v.h.316), Daru’l-

Kütübü’l İslamiyye ve Daru’l-Kütübü’l Mısriyye, el-Kahire m.1982-

H.1404

Elmalı’lı,         M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, Azim Dağıtım, Zehraveyn

Yayıncılık, Azim Dağıtım, İstanbul t.y.

Esed,               Muhammed (1900-1992), Kuran Mesajı-meal tefsir, çeviri, İşaret

Yayınları, İstanbul 1999

Feyruzebadi, ebi-Tahir bin Yağkub, Tenvirul-Miúbas min Tefsiri-ibni Abbas,

Mektebetü’l Asriyye Yayınları, Beyrut-Lübnan m.2006-h.1427

el-Ferra,          ebi-Zekeriyya Yayha bin Ziyad (v.h.207), Meanil Kuran, Daru’s-

Surur Yayınları, 1955

Havva,                        Said, el-Esas Fit-Tefsir, çeviri; Abdüsselam Arı, Şamil Yayınevi, İstanbul 1992

İbn-i Aşur,      Muhammed Tahir, Tefsirut-Taórir vet-Tenvir, Müesseti’t-Tarihi’l

Arabiyyi, Beyrut-Lübnan m.2000-h.1421

ibn’i-ebi-Hatim, Abdurrahman bin Muhammed ibn’i İdris er-Razi (v.h.327),

Tefsirul-Kuranil-Azim müsneden an Resulillah ves sahabeti vet

tabiin, Mektebetü’l Mükrime Yayınalrı, Riyad m.1997-h.1427

İbn-i Kesir,      lil-İmami’l-Hafız Allameti’l-Müfessir İsmail (v.h.774), Tefsirul-

Kuranil-Azim, Daru’l-Hayr Yayınları, Beyrut-Lübnan m.2006-h.1427

ibn-Teymiyye, li’l-İmam Allame Takiyyi’d Din (v.h.728), et-Tefsirul-Kebir, Daru’l

Kütübü’i İlmiyye Yayınları, Beyrut-Lübnan t.y.

el-İci,               Muhammed Abdurrahman eş-Şirazi eş-Şafii’(v.h.905), Camiul-Beyan

fi Tefsiril-Kuran, Daru’l Kütübü’i İlmiyye Yayınları, Haşiyesi

Muhammed bin Abdullah el-Gaznevi, Beyrut-Lübnan m.2004-h.1434

İ’zzid’din,        Abdu’l Aziz bin Abdu’s Selam (v.h.578-660), Tefsirul-Kuran,

(İhtisar’u-en-Nüketi’l-Maverdi (v.h.364-450)), Dar’u-ibn’i Hazm,

Beyrut-Lübnan m.1996-h.1416

en-Nesefi,       Ebi’l-Berekat Abdu’d Din Ahmet bin Mahmut, Tefsirun- Nesefi, Eda

Neşriyat, İstanbul 1991

 

en-Nisaburi,   Mahmud bin Ebi’l Hasan bin Hüseyin, İcazul-Beyan an Meanil-

Kuran, Mektebetü’t-Tevbe Yayınları, Riyad m.1997-h.1418

Kurtubi,          ebi-Abdullah Muhammed bin Ahmet el-Ensari, el-Cami li Aókamil-

Kuran, Daru’l-Kitabi’l-Arabiyii yayınları, Beyrut-Lübnan m.1987-h.1406

Kutub,            Seyyid, fi Zilalil-Kuran, çev. M.Emin Saraç, İ.Hakkı Şengüler,

Bekir Karlığa, Hikmet Yayınları, İstanbul t.y.

Maturidi,        ebi-Mansur Muhammed bin Muhammed es-Semerkandi (v.h.333),

Tevilatül-Kuran, Daru’l Mizan Yayınları, İstanbul 2010

Mevdudi,       Ebu’l-‘Ala, Tefhimul-Kuran, çeviri; Kurul, Genel Yayın Yönetmeni

Ali Bulaç, İnsan Yayınları, İstanbul 1986

Mükatil,         bin Süleyman (v.h.150), Tefsiri-Kebir, tercüme; M.Beşir Eryarsoy,

İşaret Yayınları, İstanbul 2006

Razi,                İmam Muhammed bin Ebu Bekir, Muhtarus-sıhah, Çağrı Yayınları 29,

İstanbul 1980

Razi,                Lil-İmam Fahreddin, Tefsirul Kebir, Daru’l-İhyai’t-Türasi’l-

‘Arabiyyi Yayınları, Beyrut-Lübnan m.1999-h.1420

es-Sabuni,      eş-Şeyh Muhammed Ali, Safvetut-Tefasir, Mektebetü’l Asriyye

Yayınları, Beyrut-Lübnan m.2006-h.1426

________        Ahkam Tefsiri, çev. Mazhar Taşkesenlioğlu, Şamil

Yayınevi İstanbul 1984

es-Suyuti,       Celalü’d Din Abdu’rrahman bin ebi-Bekr (v.h.911), ed-Dürrül-

Menåur fit Tefsiril-Mesur, Daru’l Kütübü’i İlmiyye Yayınları,

Beyrut-Lübnan m.2004-h.1424

________        Tefsirul-Celaleyn lil-Kuranil-Azim, Salah Bilici Kitapevi, İstanbul t.y.

Şevkani,         Muhammed Ali bin Muhammed (v.h.1250), Fethul-Kadir- El-Camiu

Beyne Fenniyyir Rivayeti ved Dirayeti min İlmit-Tefsir, Tahkik Dr.

Abdurrahman U’meyre, Daru’l Vefa Yayınları, 3.baskı, m.2005-

h.1426

 

 

eş-Şinkıti,       Muhammed Muhtar bin-Abdu’l Kadir el-Cekni (v.h.1393), Edvaul-

Beyan fi İzahil-Kurani bil-Kuran, Daru’l-Fikr yayınları, Beyrut-

Lübnan m.1995-h.1415

Taberi,            ebi-Cağfer Muhammed bin Cerir (v.h.310), Camiul-Beyan fi Tevilil-

Kuran, Daru’l-Kütübü’l İlmiye Yayınları, Beyrut-Lübnan m.2005-

h.1426

et-Teftâzânî,  Saduddîn Mes‘ûd b. ‘Omer b. ‘Abdillâh (792/1390), Muhtasarul-

Meani, Salah Bilici Kitapevi, İstanbul t.y.

Vehbi,             Mehmed, Óulasatül-Beyan fi Tefsiril-Kuran, 4.baskı, Üçdal

Neşriyat, İstanbul 1966

ez-Zemaḫşerî, Ebû’l-Kâsim Cârullâh Mamûd b. ‘Omer b. Muammed (538/1144), el-

Keşşâf an Ḥaḳâiḳi Ġavâmiḍit-Tenzîl ve Uyûnil-Eḳâvîl fî Vucûhit-

Tevîl, thk. ‘Âdil Aḥmed ‘Abdulmevcûd, ‘Alî Muḥammed Mu‘avviḍ,

Mektebetu’l-‘Ubeykân, Dru’l-Kütübü’l-İlmiyye,Beyrut-Lübnan

m.1995-h.1410

Diğer Kaynaklar

Adamson,       Peter ve Taylor, C.Richard, İslam Felsefesine Giriş, tercüme, Küre

Yayınları, İstanbul Mart 2007

Albayrak,       Halis, Tefsir Usulü, Şule Yayınları, Mayıs-2009, İstanbul

_______           Kuranın Bütünlüğü Üzerine, Şule yayınları, İstanbul 1992

Altıntaş,         Hayrani, İbn Sina Metafiziği, T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara

1997

Bayraktar,      Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, AÜİF Yayınları, Ankara 1988

Cerrahoğlu,    İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr Yay., Ankara 2009.

İsmail, Tefsir Usulü, Ankara 1993

Çaykara,         Faruk, Kuranın Yorumlanmasında Amaçsal Yaklaşımlar, Doktora

Tezi, AÜİF SBE Temel İslam Bil. Tefsir Anabilim Dalı, Ankara 2007

Derveze,         İzzet, Kurana Göre Hz.Muhammedin Hayatı, çeviri, cilt 1, Yöneliş

Yayınları, İstanbul 1989

Draz,               M. Abdullah, Kuranın Anlaşılmasına Doğru, çev. Salih Akdemir,

Mim Yayınları, Ankara 1983

Düzgün,          Ş.Ali, Sistematik Kelam, Ahmet Akbulut (Ed.), Sistematik Kelam

içinde (s. 73-87), Ankuzem, 2.baskı, Ankara 2006

Eliaçık,            R. İhsan, İslâmın Yenilikçileri, 2. cilt, Söylem Yayınları, İstanbul Kasım 2001

Gerviyani,      Muhsin, İslam Felsefesine Giriş-Bilgi ve Varlık, çev. Hasan Almas,

Birey Yayıncılık, İstanbul 1998

Hallaf,                         Abdul Vahhab, İslam Hukuku Felsefesi, çev. Hüseyin Atay, AÜİF

Yayınları, Ankara 1973

Hamidullah,   Muhammed, İslam Peygamberi, çeviri, 2.cilt, İrfan Yayınları, İstanbul 2003

Holt,               P.M. Lampton A.K.S. ve Levis, B. İslam Tarihi-Kültür Ve Medeniyeti,

çeviri, cilt 4, Kitapevi Yayınları, İstanbul 19997

İbn Nedîm,     Ebû’l-Ferec Muammed b. İsâḳ b. Ebî Ya‘ḳûb el-Varrâk el-Baġdâdî

(385/995), el-Fihrist, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût 1978.

 

el-Kadi,           Abdulfettah, Esbab-ı Nüzul-Sahabe ve Muhaddislere Göre, çev. Salih

Akdemir, Fecr Yayınları, Ankara 1996

K.Hitti,            Philip, İslam Tarihi, cilt 1, çeviri, MÜİF Yayınları, İstanbul 1995

Nasr,               S.Hüseyin, Makaleler-2, çeviri, İnsan Yayınları, İstanbul 1999

Rahman,         Fazlur (1409/1988), Ana Konularıyla Kuran, çev. Alparslan Açıkgenç,

Ankara Okulu Yay., Ankara 2005

_______          Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, çev. Salih Akdemir,

Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1995

Serinsu,          Ahmet Nedim, Kuranın Anlaşılmasında Esbabun Nüzulün Rolü,

Şule Yayınları, İstanbul 1994

Şaban,            Zekiyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları ( Usulül Fıkh ), tercüme

eser, TDV Yayınları, 11.baskı, Ekim 2009, Ankara

Uyanık,           Mevlüt, Kuranın Evrensel ve Tarihsel Okunuşu, Fecr Yayınevi,

Ankara 1997

el-Vahidi,       İmam ebu’l-Hasan Ali bin Ahmed, Esbab-ı Nüzul, çev. Necati Tetik,

Necdet Çağıl, İhtar Yayıncılık, İstanbul 1997

 

 

 



[1] El-Vahidi, imam Ebu’l Hasan Ali Bin Ahmet, Esbab-ı Nüzul, tercüme İhtar Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul Kasım 1997.

[2] Taberi, Ebi Cağfer Muhammed Bin Cerir, Camiul Beyan Fi Tevilil Kur’an, c.12 sf.475, Dar-ul Kütüb-ül İlmiyye, Beyrut-Lübnan, h.1426, m. 2005.

[3] Taberi, Ebi Cağfer Muhammed Bin Cerir, Camiul Beyan Fi Tevilil Kur’an, c.12 sf.475, Dar-ul Kütüb-ül İlmiyye, Beyrut-Lübnan, h.1426, m. 2005.

[4] Taberi, Ebi Cağfer Muhammed Bin Cerir, Camiul Beyan Fi Tevilil Kur’an, c.12 sf.476, Dar-ul Kütüb-ül İlmiyye, Beyrut-Lübnan, h.1426, m. 2005.

[5] Cevzi, İmam Ebu’l Ferec C.A.Ali bin Muhammed, Zadü’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir, c.6 sf.399, terceme Kahraman Yayınları, 2009 İstanbul.

[6] Es-Suyuti, Celalleddin Abdurrahman bin ebi Bekr, ed-Dürrul Mensur fi Tefsiri’l Me’sur, 6.c sf. 532, Daru’l Kütübü’l Alemiyye yayınları, 2.baskı, Beyrut-Lübnan, h.1424, m.2004.

[7] İbn Kesir, İmam Hafız Allame müfessir İsmail bin, Tefsirü’l Kurani’l Azim, c.4, sf.611, Daru’l Hayr Yayınları, Beyrut-Lübnan, h.1427, m.2006

[8] El-İsfehani, Ragıb, Müfredat-ü Elfazi-l Kuran, Darü-l Kütübü-l İlmiye Yayınları, 1.Basım,

Lübnan-Beyrut, H.1418, M.1997

[9] El-Cevheri, İsmail Bin Hammad, Es-sıhah, Daru’l İlm Yayınları, 2.Baskı, Lübnan-Beyrut, H.1399

M.1979

[10] El-İsfehani, Ragıb, Müfredat-ü Elfazi-l Kuran, Darü-l Kütübü-l İlmiye Yayınları, 1.Basım,

Lübnan-Beyrut, H.1418, M.1997

[11] Sarı, Mevlüt, El-Mevarid lit-Tüllab, Bahar Yayınları, İstanbul 1982

[12] İbn-i Ahmet, Halil, Kitab-ul Ayn, Daru’l Kütübü’l İlmiye Yayınları, Lübnan-Beyrut, H.1424

M.2003

[13] El-İsfehani, Ragıb, Müfredat-ü Elfazi-l Kuran, Darü-l Kütübü-l İlmiye Yayınları, 1.Basım,

Lübnan-Beyrut, H.1418, M.1997

[14] Sarı, Mevlüt, El-Mevarid lit-Tüllab, Bahar Yayınları, İstanbul 1982

[15] Topaloğlu Bekir, Karaman, Hayrettin, Yeni Kamus, Nesil Yayınları, İstanbul 1988

[16] Bustani, Fuad Efraim, Müncid-üt Tüllab, Dar el-Meşrik Yayınları, Lübnan-Beyrut, 1974

[17] Derviş, Muhyittin, ’İrabul Kuran-ı Kerim ve Beyanuhu, Daru-l İrşad yayınları, 5.basım, Beyrut

1992, tekvir suresinin irabı ile ilgili bölüm 10.cildin 388-405 sahifelri arasında yer almaktadır.


0 Yorum - Yorum Yaz

Esbab-ı Nüzul Hakkında    21.05.2015


ADI VE SOYADI: TURHAN YOLDAŞ

OĞRENCİ: 14922720

DÖNEM: 2014-2015 BAHAR DÖNEMİ

PROĞRAM: DOKTORA

  Bakara Suresi Doksan Sekizinci Ayetin Nüzul Sebebi

Bakara suresinin doksan sekizinci ayet ve ayetin nüzul sebebi: (مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللَّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرِينَ) Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cibril’e ve Mikail’e düşman ise bilsin ki Allah da inkârcıların düşmanıdır. (Bakara, 98.) Konunun siyakından bu ayet, Yahudilerin sözlerine karşı bir cevap olarak indiği anlaşılmaktadır. Onlar, Cebrail’e düşman olduklarını delil göstererek, Hz. Muhammed’e indirilen ayetlere inanmaktan vazgeçtikleri anlaşılmaktadır. Burada zahir ismin, zamir yerine kullanılmasında (عدو للكافرين) bir nükteye işaret vardır. Sanki onlar Allah’a, Peygamberlere, Meleklere, Cibril’e ve Mikail’e karşı düşmanlık edip, kâfir olmuşlar. Bundan dolayı Yüce Allah’ta onların düşmanıdır.

Tefsirlerde bu ayetin nüzul sebebi şu şekilde geçmektedir:

Beydâvî bu ayetlerin nüzul sebebine değinerek şöyle demiştir: Bu ayetler Abdullah bin Sorya hakkında inmiştir. O Peygamberimiz  (a s)e kimin kendilerine vahiy getireceğini sormuş, Peygamberiz de Cebrail’in vahiy getireceğini buyurmuş. O da dedi ki: “O çok defa bize düşmanlık yapmıştır. En şiddetlisi ise peygamberimize Beytu’l-Makdis’in Buhtunnasr tarafından yok edileceğini bildirmesidir. Biz de onu öldürmek için adam gönderdik, onu Babil’de gördü, Cebrail bırakmadı,” dedi. Peygamberimiz: “Eğer Rabbiniz sizin yok olmanızı emretmiş ise onu size musallat etmezse de sizi yok eder. Eğer değil ise onu niçin öldürüyorsunuz” buyurmuş.(Beydavi, Enveru’t-Tenzil ve Esraru’t-Tevil, c. 2, s. 77)  

Razi tefsirinde, bu ayetin nüzul sebebini aktarmaktadır. Onun açıklaması şu şekildedir: Hz. Ömer’in Medine’nin yukarısında bir toprağı vardı. Ömer toprağına giderken yolunun üstünde Yahudilerin medreseleri vardı. Ömer orada oturup onları dinlerdi. Onlar da “Ya Ömer! Biz seni seviyoruz” dediler. Ömer de “Ben sizin sevginiz için gelmedim. Ancak Muhammed hakkında basiretim fazla açılsın diye sizi dinlerim. Onun izlerini sizin kitabınızda görürüm,” dedi. Sonra Cibril hakkında onlara sordu. Onlar da “O bizim düşmanımızdır, bizim gizliliklerimizi Hz. Muhammed’e söylüyor,” dediler. “Mikail ise barış ve genişliğin meleğidir,” dediler. Hz. Ömer, “Allah katında onların yeri nedir?” diye onlara sorar. Onlar da “Cibril Allah’ın sağındadır. Mikail ise Allah’ın solundadır, ikisi de birbirine düşmandır,” derler. Hz. Ömer, “Eğer dediğiniz gibi olsa onlar düşman değil, dostturlar,” dedi. Hz. Ömer dönünceye kadar bu ayetler inmiştir.( er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, c. 3, s. 187)

Taberi ise bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili birkaç rivayet aktarmıştır. Kısaca onun aktarmış olan rivayetlerden şu hulasa çıkmaktadır: Hz. Ömer Yahudilerin yanına gidip, sizi Hz. Musa’ya Tevrat’ı indiren Yüce Allah’a havale ederim ki bana söyleyin; siz Hz. Muhammed’i kitabınızda görüyor musunuz? Onlar evet dediler. Hz Ömer o zaman niçin ona tabi olmuyorsunuz? Dedi. Onlar: Yüce Allah hiçbir peygamberi meleklerin desteği olmadan göndermez, Hz. Muhammed’in destekçisi de Cibril’dir, Cibril de bizim düşmanımızdır, şayet Mikail olsaydı biz o zaman Hz. Muhammed’e tabi olurduk, dediler. Hz. Ömer, Yüce Allah katında onların derecesi hakkında sizin görüşünüz nedir diye onlara sorar. Onlar, Cibril Allah’ın bir tarafında Mikail ise diğer tarafındadır, dediler. Hz. Ömer, ben Allah’a yemin ederim ki onlar ancak Allah’ın izni ile bir şey indirirler, der. Hz. Ömer henüz onların yanında iken Hz. Peygamber oradan geçer, onlar ey Ömer bak senin arkadaşın derler. Hz. Ömer kalkıp Hz. Muhammed’in yanına gelir ve bakar ki bu ayet inmiştir. (Taberi, Camiu’l-Beyan an Ahkami’l-Kur’an, c. 2, s. 385)

Bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili rivayetler hadis kitaplarında da geçmektedir. Tirmizi’de geçen bir rivayet şu şekildedir:  Yahudiler Peygamberimize gelerek dediler ki,  Allah katından ancak meleklerden bir melek peygambere vahiy getirir, sana vahiy getiren kimdir ki (söylesen) sana tabi olalım. Peygamberimiz, Cibril’dir, dedi. Onlar da Cibril savaşı indirendir, o bizim düşmanımızdır. Şayet rahmet ve bereketi indiren Mikail’i deseydin sana tabi olurduk, dediler. Yüce Allah bu ayeti indirdi. (Tirmiziden değerlendirilmiştir.) fethu’l-Bari’de şu bilgiler aktarılmaktadır: Fedek Yahudilerinden bir gurup Hz. Peygamber’e gelerek dört soru sordular. “Eğer doğru cevap verirsen iman ederiz” dediler. Hz. Muhammed üç soruya cevap verdi, bu cevaplar onların beklediği gibi oldu. Dördüncü soru ise kimin kendilerine vahiy ettiğini sordular, Hz. Muhammed Cebrail deyince onlar, “Cebrail düşmanımızdır, çünkü o savaş, kıtlık ve kuraklık meleğidir” dediler. Eğer Mikail vahiy getirseydi iman ederdik. Çünkü Mikail rahmet, bolluk ve yağmur meleğidir dediler. (Buhari ve Fethu’l-Bari’den değerlendirilmiştir.) Ayrıca Fethu’l-Bari’de, yukarda ki tefsirlerde geçen Hz. Ömer ile ilgili rivayetlere de değinilmiştir.

Yukarda ki ayetin nüzul sebebiyle ilgili birkaç tane rivayet aktarılmıştır. Özellikle Hz. Ömer’in olayıyla ilgili farklı rivayetler vardır. Aslında hem tefsir kitaplarında ve hem de hadis kitaplarında geçen bütün rivayetler aynı olay aktarmaktadırlar. Aktarmalar değişik versiyonlarda olunca anlatım tarzı farklı olmuş ve olayın değişik yönleri ayrı olarak aktarılmıştır. Ama bütün rivayetlerin ortak noktası aynıdır. O ortak nokta da, bu ayette geçen meleklere karşı yapılan düşmanlıkla ilgili nüzul sebebini aktarılmasıdır.

 

 

                                                                                                       


0 Yorum - Yorum Yaz

Esbab-ı Nüzul    22.05.2015

2014-2015 Doktora/Bahar Yarıyılı

Zeliha ÇİFTÇİ

Öğrenci No: 13922757

 

1. Ayetin Metni ve Meali

Açıklama: C:UsersZelihaDesktopenam8.PNG

Açıklama: C:UsersZelihaDesktopenam9.PNG

“Bir de dediler ki: “Ona (açıktan göreceğimiz) bir melek indirilse ya!” Eğer (öyle) bir melek indirseydik artık iş bitirilmiş olurdu, sonra da kendilerine göz açtırılmazdı. (Hemen helâk edilirlerdi.) Eğer onu (Peygamberi) bir melek kılsaydık yine onu bir adam (suretinde) yapardık ve onları yine içinde bulundukları karmaşaya düşürmüş olurduk.”

2. Ayetle İlgili Rivayetler

 

- İbn Hişam’da nakledilen esbab-ı nüzul rivayeti (Siretün-Nebeviyye, c.1,s.395)

 

 

 

-Taberi de ayetle ilgili geçen rivayetler

Açıklama: C:UsersZelihaDesktoptaberi.PNG

 

DEĞERLENDİRME

Hz. Peygamber, insanları İslam’a davet ederken çok sıkıntılı günler geçirmiştir. Mekke müşrikleri Rasûlullah’a karşı İslâmiyet’i tebliğe başladığı andan itibaren olumsuz bir tavır takınmışlardır. Bu tavır sadece İslâm’ı reddetmekten ibaret kalmamış; Hz. Peygamber alaya alınmıştır. Ona şair, mecnun, kahin gibi ithamlarda bulunmuşlardır. Ona inananlara baskı uygulanmış ve bu baskılar İslâmiyet’in Mekke’de yayılmaya başlaması üzerine eziyet ve işkenceye dönüşmüştür. Hz. Peygamber, Mekke’de düzenlenen Ukaz panayırlarında İslam’ı anlatmak için çadır çadır dolaşmış, Arafat’ta vakfe yerinde bulunan insanlara kendisini tanıtarak, “Beni kavmine götürecek kimse yok mu? Kureyş (müşrikleri) beni, Rabbimin kelamını tebliğ etmekten alıkoydu.” buyurmuştur. Ona ve İslam’a karşı verilen tepkilerden birisi de onun insan olmasıydı. Müşrikler çoğu zaman sen de bizim gibi yiyor, içiyor ve dolaşıyorsun, bizim gibi bir insansın, herhangi bir üstünlüğün yok diye ona karşı çıkmışlar ve onun yerine bir meleğin gönderilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Burada yer verdiğimiz ayet-i kerime de böyle bir olay üzerine indirilmiştir. Şimdi burada ele aldığımız rivayetleri inceleyeceğiz.

Sebeb-i nüzul rivayet kalıpları iki ana başlık altında incelenir.

1.      Sebep ifade etmede “nass” olan rivayetler.

2.      Sebep ifade etmede “nass olmayan rivayetler.

Birinci gruba giren rivayetler arasında; ‘şu olay vuku buldu da’ denilerek yapılan rivayette olay anlatıldıktan sonra “fe” harfiyle başlayan ibareler vardır. Ya da şu hadise oldu da bunun üzerine şu ayet indi gibi ifadeler kullanılır. İbn Hişam’dan aldığımız rivayette de bir olay gerçekleşmiş; müşrikler Hz. Peygamber’in insan olmasını eleştirerek bir melek indirilmeli değil miydi demişler ve bunun üzerine 6. En’am suresi 8-9. ayetleri indirilmiştir. Yani buradaki sebeb-i nüzul değerlendirmesi birinci gruba giren sebep ifade etmede nass olan rivayetler grubundadır. Taberî ise böyle bir sebeb-i nüzul rivayetine yer vermeden direk ayetin tefsirini açıklamıştır. Şayet onlara melek indirilseydi ve yine inkar etselerdi onların helak olacağını bildirmiştir.

Kaynaklar

Ahmed Nedim Serinsu, Kur’an ve Bağlam

İbn Hişam, Siretün-Nebeviyye

Hadislerle İslam, Diyanet İşleri Başkanlığı

Taberî, Cami’ul Beyan an Tevili Ayi’l Kur’an

 


0 Yorum - Yorum Yaz

ESBAB-I NUZUL ÖDEVİ    22.05.2015


ADI                :KERİM

SOYADI        :ENDEZ

BÖLÜMÜ      :BÜTÜNLEŞİK DOKTORA

ÖĞR.NO        :14952705

KONU     :TAHRİM SÛRESİ BİRİNCİ AYET-İ KERİMESİNİN   ESBAB-I NUZUL RİVAYETLERİ MUVACEHESİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ

 

1. "Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helal kıldığı şeyi ni­çin kendine yasak ediyorsun? Allah bağışlayandır, acıyan'dır." [1]

 Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:

1- Mariye ile ilgili rivayetler:

a- Zeyd b. Eslem, Mesruk, Abdurrahman b. Zeyd, Dahhak ve Âmir eş-Şa'bi şu görüştedirler:

"Rasulullah (s.a.v.) cariyesi Mâriye el-Kıptiyye'ye yaklaşmayı kendisine haram kılmış ve bunun için de yemin etmiş­tir. Bunun üzerine Allah teala bu surenin baş tarafında bulunan âyetleri indir­miş, Rasulullah’a, helal olan cariyesini kendisine haram kılmasından dolayı si­tem etmiştir. Böylece bu haram olma durumunu herhangi bir müeyyideye tabi tutmadan kaldırmıştır. Yeminini bozması için de yemin keffareti vermesini em­retmiştir. Bu olay şöyle cereyan etmiştir:"Rasulullah (s.a.v.) cariyesi ve oğlu İbrahim'in annesi olan Mâriye el-Kıptiyye ile, hanımı Hafsa'nın evinde bir araya gelmiş, bunu gören Hafsa ise onları kıskanmış ve Rasulullah’a sitem etmiştir. Ra­sulullah da cariyesi Mâriye’yi kendisine haram kılmıştır. Bunun üzerine Hafsa:"Ey Allah’ın Rasulü, Allah’ın sana helal kıldığı bir şeyi nasıl haram kılarsın?" de­miş, Rasulullah Mâriye'ye bir daha yaklaşmayacağına dair Hafsa'nın yanında Allah’a yemin etmiştir. İşte bunun üzerine Allah teala bu surenin baş tarafında bulunan âyetleri indirmiş, Rasulullah’ın haram kılmasını geçersiz saymış, yemin için de keffaret vermesini emretmiştir. Halbuki Rasulullah, Hafsa'ya bu mesele­yi gizli tutmasını söylemişti. Fakat Hafsa meseleyi Aişe'ye anlatmış, bunun üze­rine de âyetler inmiş ve meseleyi açıklığa kavuşturmuştur.[2]

b- İbn Abdurrahîm kanalıyla Zeyd ibn Eslem'den rivayet edildiğine göre:

"Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) bir gün hanımlarından birinin odasında oğlu İbrahim'in annesiyle temasta bulundu. Onu gören hanımı:"Ey Allah'ın elçisi, benim evimde, benim yatağımda ha?" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah onu (İbrahim'in annesini) kendisine yasakladı. Bu sefer de hanımı:"Ey Allah'ın elçisi, sana helâl olan bir şeyi kendine nasıl yasaklarsın?" dediyse de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) onunla bir daha asla birleşmiyeceğine dair hanımına yemin etti ve bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu."[3]

c- Abdullah b. Abbas, Katade ve Hasan-ı Basri Rasulullah’ın Mâriye'yi kendisine sadece haram kıldığını fakat buna dair yemin etmediğini söylemişlerdir. Bunlar, Allah tealanın, Rasulullah’ın bir şeyi kendisine haram kılmasını yemin kabul et­tiğini, bu itibarla Rasulullah’a, yemini bozması için yemin keffareti vermesini emrettiğini söylemişlerdir.

Abdullah b. Abbas diyor ki:"Allah, Peygamberine ve müminlere em­retti ki, onlar, helal kıldığı bir şeyi kendilerine haram kılacak olurlarsa on fakiri doyuracak, yahut giydirecek veya bir köle azad ederek yemin keffareti versin­ler. Ve kendilerine haram kıldıkları şeyin haramlığını ortadan kaldırmış olsun­lar. Ancak kadını boşama meselesi bunun dışındadır."[4]

d- Abdullah b. Abbas diyor ki:"Bir gün Rasulullah’ın zevcesi Hafsa babası­nın evine gitti. Orada babasıyla sohbet etti. O sırada Rasulullah da cariyesini ça­ğırttı ve onunla beraber Hafsa'nın evinde kaldı. Aslında o gün sıra Aişe'nindi. O ara Hafsa evine geldi ve Rasulullah ile cariyesini evinde buldu. Ve Rasulullah’a sitem etti. Rasululah da ona:"Ben sana bir sır vereceğim. Bunu kimseye söyle­me." dedi. Hafsa:"Nedir o?" dedi. Resulullah ona:"Şahit ol, ben senin hatırın için bu cariyeyi kendime haram kıldım." dedi. Hafsa da Aişe'ye giderek Rasu­lullah’ın bu sırrını ona söyledi. İşte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu.

e- Saîd ibn Yahya kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre İbn Abbas dedi ki:

"Hz. Ömer'e:  "Allah Tealâ'nın haklarında "Eğer her ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz gerçek­ten kaymış olan kalbleriniz düzelmiş olur..." buyurduğu iki kadın kimdir?" diye sordum."Onlar Aişe ve Hafsa'dır." deyip şöyle devam etti:"Sözün başlangıcı İbrahim'in kıbtî olan annesi hakkındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v.), Hafsa'nın sırası olduğu günde ve onun odasında İbrahim'in annesiyle temasta bulunmuştu. Hafsa onları kendi odasında o şekilde bulunca:"Ey Allah'ın elçisi, benim gü­nümde, benim nöbetimde ve benim yatağımda ha? Eşlerinden hiçbirine yapma­dığın bir şeyi (bir kötülüğü) bana yaptın." dedi. Rasûlullah (s.a.v.):"İstemez misin ki ben onu kendime haram kılayım da bir daha ona hiç yaklaşmıyayım." buyur­du. Hafsa'nın:"Evet isterim." demesiyle de Hz. Peygamber onu (cariyesini) ken­dine haram kıldı ve:"Bunu başka birisine sakın söyleme." buyurdu. Ancak Hafsa bu sırrı saklıyamayıp Hz. Aişe'ye söyledi de Allah Tealâ onun, bu sırrı açığa vurduğunu bildirdi ve bu âyet-i ke­rimeyi indirdi."[5]

f- Muhammed b. Mansur et-Tûsî, Ali b. Amr b. Mehdî'den, o Hüseyn b. İsmail el-Mehamilî'den, o Abdullah b. Şebib'den, o İshak b. Muhammed'den, o Abdullah b. Ömer'den, o Ebu'n-Nasr Mevla Ömer b. Abdillah'tan, o Ali b. Abbas'tan, o İbn Abbas'tan, o da Ömer'den bize şunu rivayet etti:

"Rasulullah (s.a.v.) oğlunun annesi olan Mariye ile, Hafsa'nın evinde cinsî mü­nasebette bulundu. Hafsa, Rasulullah (s.a.v.)'ı ve Mariye'yi kendi evinde buldu. Dedi ki:"Onu benim evime niçin soktun? Hanımlarının arasında bunu bana neden yaptın? Benim sana olan sevgimden mi yaptın?" Rasulullah (s.a.v.) ona:"Sen bunu Aişe'ye söyleme. Eğer Mariye'ye bir daha yaklaşırsam, o bana haram olsun." buyurdu. Hafsa dedi ki:

"O, senin cariyen olduğu halde sana nasıl haram olur?" Rasulullah (s.a.v.) ona yaklaşmamaya yemin etti ve Hafsa'ya buyurdu ki:"Bunu kimseye söyleme."Hafsa bu konuyu Aişe’ye söyledi. Rasulullah (s.a.v.) da kadınlarına bir ay yak­laşmamak üzere yemin etti ve onlardan yirmi dokuz gece uzak kaldı (ila yaptı). Allah Teala da bu âyeti indirdi."[6]

g- Enes'ten (r.a.) rivayet edildi:

“Rasûlullah'ın cariyesi vardı, onunla cima ederdi. Hafsa ve Aişe Rasulullah’ın (s.a.v.) onu nefsine haram kılmasını arzu ederdi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, bu âyeti indirdi.” [7]h- Ebu Hüreyre’den (r.a.) rivayet edildi:“Rasûlullah Mariye'yle Hafsa'nın evinde cinsî münâsebette bulundu. Hafsa eve geldi, Mariye'yi Rasûlullah ile beraber buldu. Dedi ki:“Diğer hanımlarının evinde değil de benim evimde mi?” Aleyhisselâm:

“Mariye'ye dokunursam o bana haram olsun ey Hafsa, bunu gizle.” buyurdu. Hafsa evinden çıktı, Âişe'ye geldi ve durumu ona anlattı. Allahü Teâlâ, Tahrim: 66/1-2 âyetlerini indirdi.[8]

i- Zemahşeri şöyle der:“Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Aişe (r.a.)'nin gününde Mârlye (r.a.) ile başbaşa kalır. Hafsa bunu sezer. Bunun üzerine de Hz. Peygamber (s.a.v.) Hafsa'ya,“Bunu benim için gizle; bu Mariye'yi kendime haram kıldım. Ebû Bekir (r.a.) ile Ömer (r.a.)'in benim vefatımdan sonra, ümmetimin işini deruhte edeceklerini de sana  müjdelerim..” der. Hz. Hafsa bunu, çok samimi iki dost oldukları için, Hz. Aişe'ye söyler.”[9]

j- Zemahşeri şöyle der:“Hz. Peygamber (s.a.v.), Hafsa'ya ait günde Mâriye ile başbaşa kaldı, bu müjde ile Hafsa'yı memnun etti ve bu işi saklı tutmasını istedi. Fakat Hafsa bunu saklı tutmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) de onu boşadı; hanımlarını da terkederek yirmi dokuz gece Marıye'nin evinde kaldı.” [10]

k- Zemahşeri şöyle der:“Hz. Ömer (r.a.) Hafsa'ya:“Eğer Hattâb'ın soyunda bir hayır olsaydı o seni boşamazdı...” dedi. Cebrail (a.s.)'in gelerek Hz. Peygamber (s.a.v.)'e:“Ona dön; çünkü o, oruç ve namazı çok olan bir hanımdır. Üstelik o, senin cennetteki hanımlarındandır.” dedi.”[11]

l- Zemahşeri şöyle der:“Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Hz. Hafsa'yı boşamadığı, ama onu boşayabileceği uyarısında bulunduğu da ileri sürülmüştür.” [12]

m- Bu hadise üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, hanımı Hafsa'yı boşadığı, daha sonra tekrar nikâhı altına aldığı da rivayet edilmiştir.[13]

n- İbnu Abbas'tan rivayet edildi:"Allahü Teâlâ'nın Tahrim: 66/1-2 ayetleri, Rasûlullah'ın sürriyesi[14] hakkında indirildi." [15]

2- Bal şerbeti ile ilgili rivayetler:

a- Rasulullah (s.a.v.), hanımlarından Zeyneb bint-i Cahş'ın evinde, diğer bir rivayette Hafsa'nın evinde bal şerbeti içmiştir. Zeyneb'i kıskanan Aişe ve Hafsa, diğer bir rivayette Hafsa'yı kıskanan Aişe ve Sevde, Rasulullah yanlarına geldiği zaman ona ağzının, meşe ağacından akan reçinenin kokması gibi koktuğunu söylemişler, Rasulullah ise bal içtiğini söyle­miş ve bir daha da içmeyeceğine dair yemin etmiştir. Bu durumu da diğer hanımlarına söylememesini tenbih etmiştir. Fakat hanımlarından biri, bu durumu açığa vurunca bu âyetler nazil olmuş ve Rasulullah’ın, kendisine helal olan şey­leri haram kılmamasını ve yemini için de keffaret vermesini emretmiştir.[16]

b- el-Hasen ibn Muhammed ibnu's-Sabbâh kanalıyla Hz. Aişe'den nakledildiğine göre o şöyle anlatıyor:"Bir keresinde Hz. Peygamber (s.a.v.), Zeyneb bint Cahş'ın yanında biraz fazlaca kalmış ve orada bal şerbeti içmişti. Ben ve Hafsa birbirimizi tenbihledik ki hangimize gelirse "Ben sende meşe ağacı zamkı kokusu alıyorum. Meşe ağacı zamkı mı yedin?" diyecektik.Ravi der ki: "Hz. Peygamber onlardan birisinin yanına girdiğinde böyle söylemiş de Hz. Peygamber (s.a.v.):"Hayır, Zeyneb bint Cahş'ın yanında bal şerbeti içtim, bir daha asla içmeyeceğim." buyurmuş ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş."[17]   

c- Abdullah b. Abbas diyor ki:"Ömer b. el-Hattab'a bir âyetin izahını sormak için bir yıl bekledim. Onun heybetinden çekinerek soramıyordum. Nihayet Hacca gitti. Ben de onunla beraber Hacca gittim. Hacdan dönerken yolda Ömer bir ihtiyacı için çalıların arasına gitti. Onu bekledim. İşini bitirince onunla beraber yürüdüm ve ona de­dim ki:"Ey müminlerin emiri, Rasulullah’ın hanımlarından, ona karşı işbirliği yapmak isteyen iki hanımı kimdir?" Ömer:"Onlar Hafsa ve Aişe'dir." dedi." [18]

d- Ferve ibn Ebî Mağrâ' kanalıyla Hz. Aişe'den rivayette Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, yanında bal şerbeti içtiği hanımı Hafsa'dır. Hz. Aişe şöyle anlatıyor:"Hz. Peygamber (s.a.v.) tatlıyı ve balı severdi. O ikindi namazını kıldıktan sonra hanım­larının odalarına uğrar, onları ziyaret ederdi. Bir gün ikindiden sonra Hafsa bint Ömer'in yanına girdi ve daha önceden kalmadığı kadar uzun bir süre onun oda­sında kaldı. Orada uzun kaldığını öğrenince kıskandım ve bunun sebebini araş­tırdım. Bana denildi ki:"Kabilesinden bir kadın Hafsa'ya bir küçük tulum bal hediye getirmiş ve o da Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bir bal şerbeti yapmış, O'na içirmiş. Kendi kendime:"Allah'a yemin ederim ki ona bir hile düzenliyeceğim." dedim ve Sevde bint Zem'a'ya gidip:"Birazdan Rasulullah sana yaklaşacak. Senin yanına girdiğinde O'na:"Ey Allah'ın elçisi, meşe ağacının zamkından mı yedin?" diye sor. Sana:"Hafsa'nın yanında bal şerbeti içtim." diyecektir. O'na: 

"Herhalde o balı yapan arı meşe ağacından emmiş." de. "Bunun sebebini daha sonra sana söyleyeceğim." dedim. Sonra Safiyye'ye gittim, onu da aynı şekilde tenbihledim.Sevde der ki: "Vallahi Rasûlullah kapıda gözüktüğünde az kaldı senin bana tenbihlediğini ona söyleyecektim, ama söylemedim, bana yaklaştığında da:"Ey Allah'ın elçisi, meşe ağacının zamkından mı yedin?" dedim. Rasûlullah'ın"Hayır" demesi üzerine de:

"O halde sende bulduğum bu koku ne?" diye sormuş. Hz. Peygamber (s.a.v.):"Hafsa bana bal şerbeti içirdi." buyurmuş. Sevde de:"Herhalde arısı meşe ağacından emmiş olacak." demiş.Hz. Aişe anlatmaya şöyle devam eder:"Benim yanıma girdiğinde ben de Sevde'nin söyledikleri gibi söyledim, Safiyye'ye gittiğinde o da aynı şeyleri söylemiş. Dolaşıp tekrar Hafsa'nın odasına geldiğinde Hafsa:"Ey Allah'ın elçisi, ondan sana tekrar vereyim mi?" deyince:"Hayır, ona ihtiyacımız yoktur." buyurmuş. Sevde:"Sübhanallah, Rasûlullah'ı ondan mahrum ettik." dedi, ben de ona:"Sus." dedim."[19]

c- Ebû İbrahim, İsmail b. İbrahim el-Vaiz'den, o Bişr b. Ahmed b. Bişr'den, o Cafer b. Hasan el-Firyabî'den, o Mincab b. el-Haris'ten, o Ali b. Müshir'den, o Hişam b. Urve'den, o babasından, o da Aişe'den bize şu rivayette bulundu:"Rasulüllah (s.a.v.) helva ile balı severdi. İkindi namazından çıkınca hanımlarının yanına uğrardı. Ömer'in kızı Hafsa'nın yanına girdi. Diğer hanımlarının yanında durdu­ğundan orada daha çok kaldı. Bunun sebebini öğrenmek istedim ve bunu sordum. Bana:"Ona akrabalarımdan bir kadın küçük bir çömlek bal hediye etti. Hafsa da o baldan şerbet yaptı, Rasulullah (s.a.v.)'a içirdi." denildi Ben de:"Vallahi bunun için bir hile yapa­rım." dedim. Bunun üzerine Zem'a kızı Sevde'ye şöyle dedim:

"Biraz sonra Rasulullah (s.a.v.) sana gelir. Yaklaştığında:"Ey Allah'ın Rasulü megafir[20] mi yediniz?" dersin. O da sana:"Hayır" der. Bunun üzerine sen de: "Ya sizden bana gelen bu koku nedir?" diye sorarsın. O da sana tabii:"Hafsa bal şerbeti içirmişti" diyecektir. Sen de:"Öyle ise o balın arısı. Onu Urfud ağacından toplamıştır" dersin. Bana geldi­ğinde ben de böyle diyeceğim. Safiye'ye sen de böyle söyle."Olayın cereyan tarzını Aişe (r.a.) şöyle anlatıyor:"Sevde dedi ki:"Vallahi çok geçmedi, Rasulullah (s.a.v.) kapımın önünde durdu. Ey Aişe, senden korktuğumdan bana emrettiğin sözü hemen Rasulullah (s.a.v.)'a söylemeye azmettim. Rasulullah (s.a.v.) Sevde'ye yaklaşınca:"Ey Allah'ın Rasulü megafır mi yediniz" demiş. O da:"Hayır" cevabını vermiş. Sevde:"Sizden bana gelen bu koku nedir demiş?" Rasulullah (s.a.v.) da:"Hafsa bal şerbeti içirmişti" buyurmuş. Sevde:"O balı arı, Urfud ağacından toplamıştır" demiş. Rasulullah (s.a.v.) benim odama dönüp geldiğinde, ben de böyle söyledim, Safıye'ye gittiğinde, o da öyle söylemişti. Sonra Rasulullah (s.a.v.) dönüp Hafsa'nın nöbetinde yanına vardığında, Hafsa:"Ey Allah'ın Rasulü, size bal şerbetinden içireyim mi?" dediğinde Rasulullah (s.a.v.):"Hayır, o bana lazım değil" buyurdu. Sevde bana:

"Vallahi biz Rasulullah (s.a.v.)'a balı haram ettik" diyordu. Ben de ona:"Sus" dedim. (Hafsa hakkındaki hile ve tedbirimin duyulmasını istemedim.)"[21]Bu hadisi Buhari, Ferve'den (İbn Ebi'l-Meğra'), Müslim ise, Süveyd b; Said'den, her ikisi de Ali b. Müshir'den rivayet etmiştir.[22]

d- Ebû Abdirrahman b. Ebû Hamid, Zahir b. Ahmed'den, o Hüseyn b. Muhammed b. Mus'ab'dan, o Yahya b. Hakim'den, o Ebû Davud'dan, o Amir el-Hazzaz'dan, o da İbn Ebî Müleyke'den haber vererek dedi ki:"Sevde bint-i Zem'a'nın Yemen'de bulunan dayıları, ona bal hediye etmişlerdi. Rasulullah (s.a.v.) Zem'a'nın sırası olmadığı günde onun evine gitti ve bu baldan yedi. Hafsa ile Aişe Rasulullah (s.a.v.)'ın diğer hanımlarına karşılık, iki kardeş gibi birbirlerine davranırlardı. Bunlardan biri diğerine dedi ki:"Bunun neden olduğunu tahmin edebiliyor musun? Rasulullah (s.a.v.), gün sırası Sevde'de ol­madığı halde, ona gidip, bu baldan yemeyi itiyat haline getirdi. Rasulullah (s.a.v.) sana geldiğinde burnunu tut. O

"Sende ne var?" dediğinde sen de:"Ne olduğunu bilmedi­ğim bir koku buluyorum" dersin, O bana geldiğinde, ben de aynısını yaparım."Rasulullah (s.a.v.) onlardan birinin evine girdiğinde, hanımı burnunu tuttu. O da:"Senin neyin var?" diye sordu. Hanımı da:"Sende bir koku buluyorum. Bu kokunun da meğafırden başka birşey olmadığını tahmin ediyorum." dedi. Rasulullah (s.a.v.) onun temiz kokuya karşılık böyle bir koku almasını hayretle karşıladı. Sonra diğer hanımının yanına gitti. O da aynı şeyi yaptı. Rasulullah (s.a.v.) diğer hanımının da aynı şeyi söyledi­ğini bildirdi, ve buyurdu ki:"Bu koku bana Sevde'nin evinde başlamıştır. Vallahi ben onu bir daha yemem."İbn Ebî Müleyke dedi ki: "İbn Abbas bu âyetin bu yüzden indiğini söyledi."[23]

e- İbnu Abbas'tan (r.a.) sahih senetle rivayet edildi:"Rasûlullah (s.a.v.) Sevde'nin yanında bal içerdi. Bir gün Aişe'nin yanına girdi. Âişe (r.a.):"Sende koku buluyorum.” dedi. Rasûlullah (s.a.v.) sonra Hafsa'nın yanına girdi. Hafsa Âişe'nin (r.a.) söylediği gibi söyledi. Rasûlullah kokunun Sevde'nin yanında içtiği baldan olduğunu anladı ve:“Vallahi bir daha onu içmem.” buyurdu. Allahu teala bu âyeti indirdi."[24]

f- Abdullah İbni Rafı'den rivayet edildi:"Ben Allahü Teâlâ'nın, Tahrim: 66/1 ayetinden Ümmü Seleme'ye sordum, dedi ki:"Yanımda beyaz baldan bir tulum vardı. Rasûlullah (s.a.v.) onu çok severdi. Zaman zaman onu yerdi. Aişe (r.a.), Rasûlullah’a (s.a.v.) dedi ki:"O balın arısı, balını urfud ağacından almıştır." Rasûlullah (s.a.v.) bu yüzden balı kendisine haram kıldı. Bunun üzerine bu âyet indirildi. "[25]

g- Nevevî (Müslim Şerhinde) âyet-i kerimenin Mâriye el-Kıbtıyye hadisesi üzerine nazil olduğu rivayetinin Sahîhayn'de yer almadığını, bu olayın bize sağlam bir kanaldan gelmediğini; sahih olanın bu âyet-i kerimenin Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Zeyneb bint Cahş'ın yanında bal şerbeti içmesi hadisesi üzerine nazil olduğu rivayetleri olduğunu belirtir.[26]

3- Hafız İbni Hacer dedi ki:

"Âyetin iki sebeb (Mariye ve bal şerbeti) hakkında inmesi muhtemeldir."[27]

4- İbn Abbas'tan (r.a.) rivayet edildi:"Allahü Teâlâ'nın Tahrim: 66/1 ayeti, nefsini Nebî Aleyhisselâm'a hediye eden bir kadın hakkında indirildi." [28]

 Rivayetlerin Tahliline dair görüşler:

 1- Bazı Müfessirlere göre, Mariye ile ilgili rivayet, âyetin nüzul sebebi hususunda daha meşhurdur. Bu, Rasulullah (s.a.v)'ın, Mâriye'yi kendisine haram kıldığını gösteren rivayettir. Bu hadisi Darekutnî İbn Abbâs'tan tahriç etmiştir. İkinci rivayet, Buhârî ve Müslim'de yukardakinden daha geniş anlatılmıştır ve isnat bakımından birinci rivayetten daha sahihtir. Fakat bu olayın, âyetin nüzulüne sebep olması uzak görülmüştür. Birinci rivayeti tercih ettiren birkaç sebep vardır.

Birincisi: Bazı eşlerini kendisine haram kılması gibi şeyler, bazı hanımlarının gönlünü almak için yaptığı şeylerdendir. Yoksa mesele, bal içmek veya içmemek meselesi değildir,

İkincisi: Rasulullah (s.a.v)'ın eşlerini boşamak ve onların yerine daha iyilerini almak tehdidi­ni, Allah, melekler ve salih mü'minlerin Rasulullah (s.a.v)'ın yardımcıları olduğu ifadesini kapsayan bir sûrenin indirilmesi, eşlerin arasında bir rekabetin ve birbirlerine karşı kıskançlı­ğın varlığını gösterir. Bu durum, Rasulullah (s.a.v)'a fiilen eziyet veren şeylerdendir ki neti­cede Hz. Peygamber (s.a.v.) onları hoşnut etmek için cariyelerden birini kendisine haram kılmış ve onlardan birinden bu işi gizli tutmasını istemiştir. Onlar ise bu sırrı yaymışlardır. İşte bu, bizim anlattığımızın tercih sebebidir. Büyük alim İbn Kesîr şöyle der: "Bal içme meselesinin, âyetin nüzul sebebi olması, tartışma konusudur. En iyisini Allah bilir."[29]

2- İbnü'l-Arabi şöyle der:"Haberlerin sahih olanı şöyledir: Rasulullah (s.a.v.) bal şerbetini haram kılmıştı -ki onu Zeyneb'in yanında içmişti-. Bu konuda Aişe ve Hafsa anlaştılar ve olan oldu. Hz. Peygamber bir daha içmemek üzere yemin etti ve bunun bir sır olarak kalmasını istedi. Ayet-i kerime hepsi hakkında nazil olmuştur. Ayetin, kendisini Rasulullah'a (s.a.v.) hibe eden kadın hakkında nazil olduğu şeklindeki rivayete gelince, bu hem senet hem de mana bakımından zayıftır. Senet bakımından zayıftır, çünkü ravileri adalet sıfatından yoksundur. Mana bakımından zayıftır, çünkü "Hz. Peygamberin hibeyi reddetmesi, onun haram kılması demektir." demek doğru olmaz, belki "hibeyi kabul etmemiştir." denilebilir. Kendisine hibe yapılan kişinin bu hibeyi kabul etmemesi şer’an hakkıdır.Darakutni'nin Ömer'den rivayet ettiğine göre "Rasulullah kendisine Kıpti Mariye'yi haram kılmıştır." şeklindeki rivayete gelince, bu her ne kadar mana bakımından yakın görünüyor ise de ne bir sahih hadis kitabında zikredilmiş ne de adil bir ravi bunu nakletmiştir.[30]

3-Taberi ise özetle şöyle demiştir: "Âyet-i kerime Rasulullah’ın, kendisine helal olan birşeyi haram kıldığını ve bundan vazgeçmesi gerektiğini beyan etmiş, haram kıldığı şeyin ne olduğu hakkında herhangi bir izahta bulunmamıştır. Bu itibarla Rasulullah’ın, kendisine haram kıldığı şey, cariyesi de olabilir, herhangi bir içecek de olabilir, bunlardan başka bir şey de olabilir. Rasulullah kendisine o şeyi haram kılarken bir de yemin et­miştir. Bu sebeple Allah teala ona "Helal olan bir şeyi kendisine haram kıldığın­dan dolayı" sitem etmiş ve yemini için de keffaret vererek onu bozabileceğini be­yan etmiştir.

Görüldüğü gibi bir kısım âlimler bu âyet-i kerimeyi izah ederlerken Rasulullah’ın, birşeyi kendisine haram kıldığını ve bu haram kılmasının da yemin sayıldığını,bu itibarla keffaretle yeminini bozmak için kendisine izin verildiği­ni söylemişlerdir.Diğer bir kısım âlimler ise Rasulullah’ın helal olan herhangi bir şeyi kendine haram kılmadığını, sadece kendisine helal olan bir şeyden elini çekeceğine dair yemin ettiğini söylemişlerdir. Bunlara göre Allah teala Rasulullah’ın bu ye­minini, helal olan bir şeyi kendisine haram kılıyormuş gibi saymış ve bundan dolayı ona sitem etmiştir.Ayrıca keffaretle yeminini bozabileceğini de bildir­miştir.Taberi ise, Rasulullah’ın, hem helal olan bir şeyi kendisine haram kıldığı­nı hem de ona dair yemin ettiğini söylemiş ve yukarıda zikredilen izahı yapmış­tır.[31]

DEĞERLENDİRME

Kanaatimce her ne kadar bazı müfessirler ayetin nuzul sebebiyle ilgili olarak; Mariye ile ilgili rivayet, âyetin nüzul sebebi hususunda daha meşhurdur deseler dahi İbnü'l-Arabi’nin de dediği gibi Darakutni'nin Ömer'den rivayet ettiği "Rasulullah kendisine Kıpti Mariye'yi haram kılmıştır." şeklindeki rivayet,her ne kadar mana bakımından nuzul sebebi olmaya daha yakın görünüyor ise de ne bir sahih hadis kitabında zikredilmemiş ne de adil bir ravi tarafından nakledilmemiş olmasından dolayı nuzul sebebi olmaya uygun değildir. İbnü'l-Arabi’nin "Haberlerin sahih olanı şöyledir: Rasulullah (s.a.v.) bal şerbetini haram kılmıştı -ki onu Zeyneb'in yanında içmişti-. Bu konuda Aişe ve Hafsa anlaştılar ve olan oldu. Hz. Peygamber bir daha içmemek üzere yemin etti ve bunun bir sır olarak kalmasını istedi. Ayet-i kerime hepsi hakkında nazil olmuştur şeklindeki açıklaması daha makul görünmektedir.Çünkü nuzul sebebiyle ilgili rivayetlerde sahih olan rivayetler zayıf olan rivayetlere tercih edilir.Bununla bereber Her şeyin en doğrusunu bilen şüphesiz ki ALLAH’tır..

 

KAYNAKLAR

[1] Tahrim suresi 66/1.

[2] İbn Cerir et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, Hisar Yayınevi: 8/343.

[3] Taberi; Câmiu’l-Beyân, 28/101; İbn Kesîr, Tefsîru'1-Kur'âni'l-Azîm, 8/185.

[4] İbn Cerir et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, Hisar Yayınevi: 8/344.

[5] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 28/102; İbn Kesîr, Tefsîru'1-Kur'âni'l-Azîm, 8/186; İbnu’l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 8/302; Sâvî Haşiyesi, 4/219;

[6] Bu hadisin senedindeki Abdullah b. Şebib zayıflıkla itham olunmuştur. İbn Hıbban; el-Mecrûhin: 2/47, İbn Cerir: 21/100 Suyuti; ed-Dürr: 6/239. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 365.

[7] Nesâî; Hâkim; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/675-676.

[8] Taberânî; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/677.

[9] Zemahşeri, Keşşâf; Razi, Mefatihu’l-Ğayb.

[10] Zemahşeri, Keşşâf; Razi, Mefatihu’l-Ğayb.

[11] Zemahşeri, Keşşâf; Razi, Mefatihu’l-Ğayb.

[12] Zemahşeri, Keşşâf; Razi, Mefatihu’l-Ğayb.

[13] Bak. Ebu Davud, Talâk, 38, hadis no: 2283; İbn Mâce, Talâk, 1, hadis no: 2016; Nesaî, Talâk, 76, hadis no: 3558; Dârimî, Talâk, 2; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 3/478.

[14] Başkasının odasında bulundurduğu cariyesi 

[15] Bezzâr; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/677.

[16] İbn Cerir et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, Hisar Yayınevi: 8/346.

[17] Buhârî, Tefsir el-Kur'an, Sure: 66: 1; Talâk, 8; Müslim, Talâk, 20; İbn Cerir et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, Hisar Yayınevi: 8/346.

[18] Buhârî, Tefsir el-Kur'an, Sure: 66: 2; İbn Cerir et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, Hisar Yayınevi: 8/346.

[19] Buhârî, Talâk, 8; Müslim, Talâk, 21; İbn Cerir et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, Hisar Yayınevi: 8/347.

[20] Urfud ağacının zamkı.

[21] Buhari; Talak: 5266, Müslim; Talak: 21 mükerrer/1474. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 365-366.

[22] İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 365-366.

[23] Taberanî; el-Kebir: 11/117, Heysemi; Mecmau'z-Zevaid: 7/127. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 366.

[24] Taberânî; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/677.

Bu rivayet için Sahîhaynda şahit vardır.

[25] İbn Sa'd; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/678.

[26] Alûsî, Ruhu’l-Meani, 28/147.

[27] İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/678.

[28] İbn Ebî Hatim; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/678.Bu rivayet gariptir ve senedi zayıftır.

[29] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/492.

[30] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur'an, 4/1833-1834.

[31] İbn Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan, Hisar Yayınevi: 8/351.

 

SELAM VE DUALARIMLA..


0 Yorum - Yorum Yaz

murat kayalık    23.05.2015

Esbâb-ı Nüzûl                                                                       Murat Kayalık

                                                                                              14922718

                                                                                              Doktora

 

1-Âyetler:[1]

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى تِجَارَةٍ تُنْجِيكُمْ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ﴿١٠

تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ﴿١١

سورة الصف

 

2-Meâl:[2]

Ey (o bütün) iman edenler! Size, sizleri elem veren bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?

Allah'a ve Peygamberi’ne iman edip mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda mücahede edersiniz, bu, -eğer bilirseniz- sizin için çok hayırlıdır.

 

3-İndiği Yer:[3]  

Mekkî                                                 Medenî

İbn Abbâs           (ö.   68)                   İbn Abbâs          (ö.   68)

Nehhâs                (ö. 338)                  Mücâhid             (ö. 103)

Râzî                     (ö. 606)                  İkrime                 (ö. 107)

                                                           Hasen                  (ö. 110)

                                                           Katâde                (ö. 118) 

                                                           Taberî                 (ö. 310)

                                                           Kuşeyrî               (ö. 465)

                                                           Kurtubî:             (ö. 671)

Teğâbün Sûresinden sonra nazil olmuştur.[4]

 

4-Gramer:[5]

(التِّجَارَة) Bir kazanç elde etmek amacıyla anamalda tasarrufta bulunmak. Fiil olarak (birinci bâbdan)      Te-Ce-Re/yeT-Cu-Ru” şeklinde kullanılır...

Yüce Allah’ın şu sözüne gelince, “...sizi acı azâptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi?” (Saf/10) buradaki ‘ticareti’ (bu ayetin ardından gelen) şu sözüyle tefsîr etmiştir: “Allah ve Rasulüne iman edip mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda mücâhede eylersiniz, bu sizin için çok hayırlıdır, eğer bilir iseniz.” (Saf/11)

 

5-Sebeb-i Nüzûl:[6]

...عن عبد الله بن سلام قال: قعدنا نفر من أصحاب النبي صلى الله عليه وسلم و قلنا: لو نعلم أي الأعمال أحب إلى الله تبارك و تعالى عملناه. فأنزل الله تعالى: [سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ] إلى قوله: [إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِهِ صَفًّا] إلى آخر السورة، فقرأها علينا رسول الله صلى الله عليه وسلم.

1.Rivayet: (Tirmizî, ö.279) (Vâhidî, ö.468)

Abdullah ibn Abdurrahman kanalıyla Abdullah ibn Selâm’dan rivayette o şöyle anlatıyor: Rasûlullah’ın ashabından bir grup oturmuş aramızda konuşuyor müzakere ediyorduk.  “Hangi amelin Allah’a sevgili olduğunu bilsek onu işlesek.” dedik de bunun üzerine Allah Tealâ: “Muhakkak ki Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf tutarak savaşanları sever.”e kadar olmak üzere “Göklerdekiler ve yerdekiler Allah’ı tesbih eder ve O, Azîz’dir, Hakîm’dir. Ey iman etmiş olanlar, yapmıyacağınız şeyleri niçin söylersiniz?...” (Saff, 1-4) âyet-i kerimelerini indirdi ve Allah’ın Rasûlü (sa) bu âyet-i kerimeyi bize tilâvet buyurdu.[7]

2.Rivayet: (Ahmed b. Hanbel, ö.241) (Dârimî, ö.255)

İmam Ahmed’in Abdullah ibn Selâm’dan rivayet ettiği haberde ise Hz. Peygamber (sa)’in onlara bu olayda sadece bu âyet-i kerimeleri değil, Saff Sûresinin tamamını okuduğu ayrıntısına yer verilmiştir.[8]

و أخرج عن أبي صالح قال: قالوا: لو كنا نعلم أي الأعمال أحب إلى الله و أفضل، فنزلت: [يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى تِجَارَةٍ] الآية، فكرهوا الجهاد، فنزلت: [يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ].

3.Rivayet: (Taberî, ö.310)

Taberî’nin İbn Humeyd kanalıyla Ebu Sâlih’ten rivayetle zikrettiği bir habere göre Rasûlullah (sa)’ın ashabından bazıları: “Allah’a en sevgili ve en faziletli amelin hangisi olduğunu bilsek (de onu işlesek).” Dediler de bunun üzerine “Ey iman edenler, sizi elîm bir azâbdan kurtaracak bir ticareti göstereyim mi size?” (Saff, 10) âyet-i kerimesi nazil oldu. Ancak böyle konuşanlardan bazısı bu âyet-i kerimenin nazil olmasından hoşlanmadılar da bunun üzerine “Ey iman etmiş olanlar, yapmıyacağınız şeyleri niçin söylersiniz?” âyet-i kerimesi nazil oldu. (Saff, 2)[9]

4.Rivayet: (Taberî, ö.310)

Taberî’nin Mücâhid’den rivayetine göre bu âyet-i kerimeler içlerinde Abdullah ibn Revâha’nın da bulunduğu ensardan bir grup hakkında nazil olmuştur. Onlar bir mecliste: “Allah’a en sevgili olan amel hangisidir bilsek de ölünceye kadar onu işlesek.” demişler de bu âyet-i kerimeler nazil olmuş. Bunun üzerine Abdullah ibn Revâha: “Ölünceye kadar kendimi Allah yolunda cihadda hapsedeceğim.” demiş ve gerçekten de şehid olarak vefat eylemiştir.[10]

و أخرج عن سعيد بن جبير قال: لما نزلت: [يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى تِجَارَةٍ تُنْجِيكُمْ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ] قال المسلمون: لو علمنا ما هذه التجارة لأعطينا فيها الأموال والأهلين فنزلت:[تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ].

5.Rivayet: (Suyûtî, ö. 911)

Saîd ibn Cübeyr’den rivayete göre ashab-ı kiram “Ey iman edenler, sizi elîm bir azâbdan kurtaracak bir ticareti göstereyim mi size?” (Saff, 10) âyet-i kerimesi nazil olunca “Bu ticaretin hangisi olduğunu bilsek mallarımızı onun yolunda versek.” dediler de Allah Tealâ: “Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder...” (Saff, 11) âyet-i kerimesini indirdi.[11]

قال مقاتل: نزلت في عثمان بن مظعون، و ذلك أنه قال لرسول الله صلى الله عليه وسلم: لو أذنت لي فطلقت خولة، و ترهبت واختصيت و حرمت اللحم، ولا أنام بليل أبدا، ولا أفطر بنهار أبدا! فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: إن من سنتي النكاح ولا رهبانية في الإسلام إنما رهبانية أمتي الجهاد في سبيل الله وخصاء أمتي الصوم، ولا تحرموا طيبات ما أحل الله لكم، ومن سنتي أنام وأقوم، وأفطر وأصوم فمن رغب عن سنتي فليس مني. فقال عثمان: والله لوددت يا نبي الله أي التجارات أحب إلى الله فأتجر فيها فنزلت الآية ـ ـ ـ 

6.Rivayet: (Kurtubî, ö.671)

Mukâtil anlatıyor: Bu âyet-i kerime Osman ibn Maz’ûn hakkında nazil oldu. Bir gün Rasûlullah (sa)’a: “Bana izin versen de karım Havle’yi boşasam, rahip gibi yaşasam. Bunun için kendimi hadım etsem, eti kendime haram kılsam, hiçbir gece uyumasam, oruçsuz hiç gün geçirmesem.” demişti. Rasûlullah (sa) da ona: “Nikâh benim sünnetimdendir. İslâm’da rahiblik yoktur. Benim ümmetimin rahibliği Allah yolunda cihaddır, ümmetimin hadımlığı da oruçtur. Allah’ın size helâl kıldığı hoş ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın. Benim sünnetimdendir ki gece uyurum da kalkıp ibadet de ederim, bazı günler oruç tutarım, bazı günler de oruç tutmam. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” buyurdu. Osman: “Ey Allah’ın peygamberi, hangi ticaret Allah’a daha sevgili, bilsem de o ticareti yapsam.” dedi ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.[12]

 

6-Tefsir:

a.Rivâyet:

Ey iman edenler, ben sizlere, can yakıcı cehennem azabından sizi kurtaracak bir ticareti göstereyim mi? O ticaret, Allaha ve Resulüne iman etmeniz ve Allahın dini uğrunda mallarınızla canlarınızla ciha etmenizdir. Eğer sizler, neyin kârlı neyin zararlı olduğunu bilirseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır.

Katade bu âyet-i kerimenin izahında diyor ki: ‘Eğer Allah insanlara can yakıcı bir azaptan nasıl kurtulacaklarını açıklamayacak olsaydı bir takım insanlar onu bilmek için kendilerini telef ederler ve öğrenmeye çalışırlardı. Şimdi ise Allah bunu size bildirdi ve sizi kurtaracak olan o alış verişin, Allah ve Resulüne iman etmek, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad etmek olduğunu beyan buyurdu. Bunu bize beyan eden Allaha hamdolsun.’

Görüldüğü gibi âyet-i kerimede, cehennem azabının kurtuluşun çaresi olarak iman etmek ve Allah yolunda cihad etmek olduğu zikredilmiştir. Bu da cihadın, diğer ameller içerisindeki üstün derecesini göstermektedir.

Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki:

‘Bir adam Resulullaha geldi ve ona: ‘Bana, cihada denk gelecek bir amel göster.’ dedi. Resulullah ise: ‘Ben böyle bir amel bulamam.’ buyurdu. Sonra adama: ‘Mücahid cihada çıktığından itibaren mescidine girip hiç ara vermeden namaz kılabilir misin? Ve hiç bozmadan oruç tutabilir misin?’ diye sordu. Adam: ‘Buna kimin gücü yeter?’ dedi. Ebu Hureyre diyor ki: ‘Mücahid’in atı bağlı olduğu ipte şahlandıkça sahibine sevap yazılır.’ 

            Ebu Said el-Hudri diyor ki:

            ‘Denildi ki: ‘Ey Allahın Resulü, insanların en efdali kimdir?’ Resulullah: ‘Allah yolunda canıyla ve malıyla cihad eden mümindir.’ Buyurdu.[13]

b.Dirâyet:

Bil ki ayetteki  هل أدلكم‘size göstereyim mi?’ fiili, Ferrâ’ya göre, ‘emir’ manasında bir ifadedir. Nitekim ‘sus’ manasında, ‘susar mısınız’ denilir ki, bunun izahı şudur: هل istifham (soru) manasınadır. Daha sonra, yavaş yavaş, ‘arz ve taleb’ manası ifade eder olmuştur. Taleb ve teşvik ise, ‘iğra’ (teşvik) gibidir. Teşvik de, aslında bir emirdir.

Ayetteki,  على تجارة‘bir ticareti’ kelimesi, mü’minler ile Allah Sübhanehû ve Teâlâ arasında olan bir ticareti anlatır. Nitekim Hak Teâlâ, ‘Allah, karşılığında cenneti vermek üzere, mü’minlerin canlarını ve mallarını onlardan satın almıştır’ (Tevbe, 111) buyurmaktadır. Bunun böyle oluşunun delili, buradaki, ‘Allah’a ve peygambere iman ederseniz...’ ifadesidir. Ticaret, bir şeyi bir şeyle değiştirmekten ibarettir. Ticaret, tâciri, fakirlik sıkıntısından ve fakirliğin ayrılmaz vasıfları olan şeylere sabır zahmetinden kurtardığı gibi, bu ticareti de, yani kalb ile tasdîk - dil ile ikrâr (iman) ifadeleri, imanın tarifinde geçer. İşte bu sebeple, Hak Teâlâ bu hususu, ‘ticaret’ lafzı ile anlatmıştır. Ticarette kazanma da ve kaybetme de söz konusu olduğu gibi, imanda da durum aynıdır. Çünkü iman edip, sâlih amellerde bulunan kimseler için, ücret, sâlih amellerde bulunan kimseler için, ücret, bol kazanç ve gözle görülür bir kolaylık söz konusudur. Salih amelden yüz çevirenler için ise, bir hayıflanma, bir kederlenme ve apaçık bir zarar vardır. 

            Ayetteki, تنجيكم ‘Acı verici olan bir azabtan sizi kurtaracak...’ ifadesi, şeddesiz olarak تُنْجِيكُمْ ve şeddeli olarak  تُنَجِّيكُمْ  şekillerinde okunmuştur. تؤمنون ifadesi, ‘müste’nef bir cümle olup, onlar sanki ‘Nasıl amel edelim, nasıl çalışalım?’ demişler de, Cenâb-ı Hakk, cevaben, ‘Allah’a ve peygamberine iman edersiniz...’ buyurmuştur ki bu ifade, emir manasında, bir haber cümlesidir. İşte bundan ötürü, bundan sonraki ayette, (emrin cevabı olmak üzere, cezm ile) يغفر لكم ذنوبكم ‘O (Allah) sizin günahlarınızı bağışlasın...’ buyurmuştur.

Mücahede

Cenâb-ı Hak, وتجاهدون في سبيل الله ‘Allah yolunda mücahede edersizin’ buyurmuştur. Bu iki hususa imandan sonra, üçüncü merhalede yer alan cihad, üç kısımdır:

a)      Kişinin, kendisi ile nefsi arasındaki cihadı... Bu, nefse hükmetmek ve onu, arzuladığı, can attığı şeylerden (günahlardan) alıkoymaktır.

b)      Kişinin, kendisi ile mahlukat arasındaki cihadı... Bu da, mahlûkatdan beklentilerini kesmesi, onlara acıması ve onlara merhamet etmesi demektir.

c)      Kişinin, kendisi ile dünyası arasındaki cihadı... Bu da insanın, dünyasını âhireti için bir azık (hazırlık) vasıtası edinmesidir. Böylece yapılması gereken şeylerin sayısı beşe çıkmış olur.

Ayetteki, ذلكم خير لكم ‘İşte bu sizin için çok hayırlıdır’ ifadesi, ‘Allah’a iman etme, O’nun yolunda cihad etme gibi şeylerin size emredilmesi, sizin bunlarla mükellef olmanız, heva-u hevesinize uymanızdan daha hayırlıdır’ demektir. ‘Eğer bilirseniz’ yani ‘Eğer bildiklerinizden istifade eder, bilgilerinize göre hareket ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.’ Bu ayetle ilgili şöyle bir kaç bahis vardır.

İnşa Yerine Haber Üslubunun Kullanılması

Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk niçin, ‘haber cümlesi’ ile, ‘iman edersiniz’ buyurmuştur? Deriz ki: Bu, emre imtisâlin vücûbiyyetini (gerekliliğini) iyice göstermek içindir. İbn Abbas (r.a)’ın, onların, ‘Biz Allah ve Allah nezdinde en sevimli amellerin neler olduğunu bilseydik, o amelleri işlerdik’ dediklerini, bunun üzerine, bu ayetin nüzûl olduğunu; derken ‘Ah keşke bunun ne olduğunu bilebilseydik’ diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın dilediği bir müddet beklediklerini, derken Allah Teâlâ’nın, bu amellerin neler olduğunu onlara, ‘Allah’a ve peygamberine iman edersiniz...’ ayetiyle bildirdiğini söylediği rivayet edilmiştir.

İkinci Bahis: Ayetteki, ‘Eğer bilirseniz’ ifadesinin takdirinin ne olduğu sorulacak olursa, biz deriz ki: Bunun takdiri, إن كنتم تعلمون أنه خير لكم كان خيرا لكم ‘Eğer, bunun, sizin için daha (çok) hayırlı olduğunu bilirseniz, bu sizin için daha hayırlı olur’ şeklindedir. Bütün bu izahlar, Keşşâf’a ait izahlardır. Başkaları ise şöyle demişlerdir: ‘Korku ve endişe, acı veren azabtan değil, bizzat azabın kendisinden duyulur. Çünkü acı veren azab bizatihi azaba ilave olan başka unsuru da ihtiva eder. O halde korku, azabın ayrılmaz vasıflarından olmuş olur. Nitekim Hak Teâlâ da, ‘Eğer mü’minseniz Benden korkun’ (Al-i İmrân, 175) buyurmuştur.

Mü’mine İman Emri?

Ayetle ilgili bahislerden biri de şudur: Ayetin başındaki, ‘Ey iman edenler...’ ifadesinden sonra, ‘Allah’a ve peygamberine iman edersiniz’ ifadesi ile, yeniden imanı emretmek de ne demektir?’ denilirse, biz deriz ki: Bu ifade ile, münafıklara hitab edilmiş olabilir. Çünkü onlar, zâhiren iman edenlerdir. Yine bu ifadeyle, ehl-i kitabın, yani yahudi ve hristiyanların kastedilmiş olmaları da mümkündür. Çünkü bunlar, önceki kitaplara iman etmişlerdi. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki burada, ‘Ey önceki kitaplara iman edenler, Allah’a ve O’nun Resulü olan Muhammed’e de iman edin’ demektedir. 

Bu tabir ile, gerçek mü’minlerin kastedilmiş olmaları da mümkündür ve buna göre ayet, tıpkı, ‘Bu, onların imanını artırır’ (Tevbe, 124) ayetleri gibi olur. Bu, imanda sebatı emretmek olur ve bu bakımdan tıpkı, ‘Allah iman edenlere sebat verir...’ (İbrahim, 27) ayeti gibidir. Bu da, imanı yenilemeyi emretme olur. Nitekim Hak Teâlâ, bu manada, ‘Ey iman edenler, Allah’a ve Resulüne iman ediniz...’ (Nisa, 136) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de, من جدد وضوءه فكأنما جدد إيمانه ‘Abdestini yenileyen, sanki imanını  yenilemiş gibi olur’ buyurmuştur.

Ayetle ilgili bahislerden birisi de şudur: Kişi, Allah’a ve peygamberine iman edip de, Allah yolunda cihad etmediğinde, kurtuluşu nasıl umabilir. Çünkü kurtuluş, bunların tümüne birden bağlıdır. Diğer bir husus da şudur: Bu toplam, yani Allah’a ve Resulüne iman edip, Allah yolunda canla-malla cihad etme, aslında hayırlı şeydir.[14]

c.İşâret:

Allah, imanı ve cihadı ticaret diye adlandırmıştır. Çünkü ticarette kâr, zarar ve tüccardan kaynaklanan bir tür kazanç edinme çabası vardır. İşte aynı şekilde iman ve cihatta da cenneti kazanmak vardır. Kul da bu yolda çaba harcar. Durum, bunun tersine olduğu zaman ise cenneti  kaybetmek vardır.

“Allah’a ve peygamberine iman edersiniz.”

Yani cihadınız, imanınız ve çabanız bu yolda olur. Aynı zamanda o, sizin için daha hayırlıdır.[15]

 

7-Sonuç:

·         Bu sûrenin mekkî veya medenî oluşunda ihtilaf vardır. Çoğunluğa, özellikle tâbiûn ulemâsına göre bu sûre medenî’dir.

·         Kaynaklarda bu sûrenin en son inen sûrelerden biri (iniş sırası: 109) olduğu ve teğâbun sûresinden (iniş sırası: 108) sonra indiğine dair bilgiler mevcuttur.

·         Râğıb-ı İsfehânî, Saff Sûresinin onuncu ayetinde geçen ‘ticaret’ lafzının ondan hemen sonra gelen onbirinci ayet ile tefsir edildiğini, yani burada Kur’ân’ın Kur’ân ile tefsiri söz konusu olduğunu ifade etmektedir.

·         Birinci, üçüncü, beşinci ve altıncı sebeb-i nüzûl rivayetlerine göre, Saff sûresinin en az iki parça halinde indiği, fakat ikinci sebeb-i nüzûl rivayetine göre ise Saff sûresinin bir bütün olarak indiği anlaşılmaktadır.

·         İkinci sebeb-i nüzûl rivayeti, İmam Ahmed’in: “Üç şeyin aslı yoktur: Melâhim, Megâzî ve Tefsîr” sözü üzerine Nedim Bey’in yaptığı yorumu da doğrulamaktadır. (Yani: Senedi olmadan rivayet edilen bir haber itibar edilmemelidir, ama sahîh bir senet ve sağlam bir metinle rivayet edilen haber de elbette kabul edilmelidir.) Görüldüğü üzere, Ahmed b. Hanbel bariz bir tefsir rivayetini, bu sözüne rağmen, eserine almıştır.

·         Ahmed b. Hanbel, Vâhidî ve Suyûtî’nin rivayetlerinde: ‘Rasûlullah’ın ashabı(ndan bir grup)’, ‘müslümanlar’ gibi genel/mutlak ifadeler yer alırken, Taberî’de ise: ‘Abdullah ibn Revâha’nın da bulunduğu ensardan bir grup’ ifadesiyle karşılaşıyoruz. Kurtubî’de ise: bu ayetin ‘Osman ibn Maz’ûn’ hakkında indiğini ifade etmektedir.

·         Her üç tefsirde (Taberî, Râzî ve Kuşeyrî), Saff sûresinin 10 ve 11.ci ayetlerinin birlikte tefsir edildiğini gözlemlemekteyiz.

·         Taberî’nin bu ayetin tefsirinde cihad’ın faziletine vurgu yaptığını,            Râzî de ayetin dil ve kıraat inceliklerine, cihâd ameline ve türlerine, (anladığımız kadarıyla) bir işârî yoruma yer verdiği ve bu ayetin muhataplarının kim olduğuna dair bilgi verdiğini görmekteyiz. Kuşeyrî ise, 10.’cu ayette ‘ticaret’ lafzının kullanılmasındaki hikmeti, inceliği açıklamaktadır.

 

Kaynaklar:

Çetiner, Bedreddin, Fâtiha’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, Çağrı Yayınları, I-II, İstanbul 2010.

Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, sad: Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi , I-X, İstanbul 2008.

İsfahânî, Râğıb, Müfredât Elfâzi’l-Kur’ân, çev: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, I, İstanbul 2010.

Kâdî, Abdulfettâh, Esbâb-ı Nüzûl -Sahabe ve Muhaddislere Göre-, çev: Salih Akdemir, Fecr Yayınevi, I, Ankara 1996.

Kuşeyrî, Abdulkerîm, Letâifu’l-İşârât, çev: Mehmet Yalar, İlk Harf Yayınları, I-VI, İstanbul 2013.

Râzî, Fahruddin, Tefsîr-i Kebîr -Mefâtîhu’l-Gayb-, çev: Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç, Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, I-XXIII, Ankara 1988.

Suyûtî, Celâluddin, Lübâbü’n-nukûl, tahk: Hâmid Ahmed et-Tâhir, Dâru’l-Fecr li-t-turâs, I, Kahire 2010.

Taberî, Muhammed, Taberi Tefsiri, çev: Hasan Karakaya, Kerim Aytekin, Hisar Yayınevi, VIII, İstanbul 1996.

Vâhidî, Ali,  Esbâbu’n-nuzûl, tal: Mustafâ Dîb el-Buğâ, Dâru’l-Mustafâ, I, Dimeşk 2008.



[1] Saff sûresi’nin mushaf sırası 61 ve iniş sırası 109’dur.

[2] Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, sad: Sıtkı Gülle, İstanbul 2008, VIII, s.282.

[3] Çetiner, Bedreddin, Fâtiha’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, İstanbul 2010, II, s.876.

[4] Teğâbun sûresi’nin mushaf sırası 64 ve iniş sırası 108’dir.

[5] İsfahânî, Râğıb, Müfredât Elfâzi’l-Kur’ân, çev: Yusuf Türker, İstanbul 2010, s.269.

[6] Çetiner, Bedreddin, Fâtiha’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, İstanbul 2010, II, s.876-878.

[7] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, Saff, 61/1, hadis no: 3309; Vâhıdî, Esbâbu’n-nuzûl, tal: Mustafâ Dîb el-Buğâ, Dimeşk 2008, I, s.351; Sadece ilk iki ayetin inzal edildiğini ifade eden benzer bir rivayet: Kâdî, Abdulfettâh, Esbâb-ı Nüzûl -Sahabe ve Muhaddislere Göre-, çev: Salih Akdemir, Ankara 1996, I, s.400-401. 

[8] Ahmed ibn Hanbel, Müsned, V, 452; Dârimî, Cihâd, 1, hadis no: 2395.

[9] Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kurân, XXVIII, 55; Kâdî, Abdulfettâh, Esbâb-ı Nüzûl -Sahabe ve Muhaddislere Göre-, çev: Salih Akdemir, Ankara 1996, I, s.400-401.

[10] Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kurân, XXVIII, 55.

[11] Suyûtî, Lübâbü’n-nukûl, tahk: Hâmid Ahmed et-Tâhir, Kahire 2010, I, s.417; Kâdî, Abdulfettâh, Esbâb-ı Nüzûl -Sahabe ve Muhaddislere Göre-, çev: Salih Akdemir, Ankara 1996, I, s.400-401.

[12] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, XVIII, 57.

[13]  Taberî, Taberi Tefsiri, çev: Hasan Karakaya, Kerim Aytekin, VIII, s.280-281.

[14] Râzî, Fahruddin, Tefsîr-i Kebîr -Mefâtîhu’l-Gayb-, çev: Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç, Sadık Doğru, Ankara 1988, XXI, s.465-467.

[15] Kuşeyrî, Abdulkerîm, Letâifu’l-İşârât, çev: Mehmet Yalar, İstanbul 2013, VI, s.77-78.


0 Yorum - Yorum Yaz


 ZEYNEB SOYARSLAN

DOKTORA 14922724 

Meali: Kuşluk vaktine andolsun,(1) Karanlığı çöktüğü vakit geceye andolsun ki, (2) Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.(3) Muhakkak ki âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. (4) Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın. (5)Seni yetim bulup da barındırmadı mı?(6) Seni yolunu kaybetmiş olarak bulup da yola iletmedi mi?(7) Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi?(8) Öyleyse sakın yetimi ezme!(9) Sakın isteyeni azarlama!(10) Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.(11)

Esbâb-ı nüzul rivayetleri daha ziyade surenin 3. ayetinde yoğunlaşmıştır. Taberî tefsirinde bu ayetle ilgili esbâb-ı nüzul çerçevesinde değerlendirebileceğimiz on tane rivayet vardır. Bu rivayetler فانزل اللَّه عليه، فانزل اللَّه، فنزلتهذه الآية، فنزلت kalıplarıyla aktarılmıştır.

Tarihçiler ilk vahiy ya da vahiylerin ardından geçici bir kesinti dönemi (fetret) olduğuna işaret etmektedirler. Hz. Muhammed’de bir olgunluğun meydana gelmesi için böyle bir fetret yaşandığı belirtilmektedir. Ancak bazı kimseler onu, Allah’ın kendisini terk etmiş olduğunu söyleyerek alaya aldıklarında son derece üzülmüştü bu olay üzerine Cebrail Duhâ suresi ile inmişti.1

Alimler, vahyin ne kadar süre için kesildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, İbn Cüreyc, bunun oniki gün olduğunu söylerken, Kelbî onbeş gün; İbn Abbas, yirmibeş gün, Süddî ve Mukâtil de kırk gün olduğunu söylemişlerdir. 2

Duhâ Suresi’nin ilk üç ayetinin iniş nedeni olarak birbirinden farklı rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetlerin önemli bir kısmı İslam’ın ilk yıllarında Hz. Peygamber ile müşrikler arasındaki mücadeleyi yansıtan türden olup Mekkelilerin Allah Resûlü’ne yönelik sergiledikleri çeşitli muhalefet türlerinden sataşma, yıpratma ve karalamaya paralellik göstermektedir. Rivayetler müşriklerin özellikle de Ebu Leheb’in hanımı Ümmü Cemîl'in istihzaları etrafında yoğunlaşsa da Hz. Hatice’nin Hz. Peygamber’e “Öyle tahmin ediyorum ki, Rabbin seni terk etti.” dediği de aktarılmıştır.3

Buhârî de “tefsir” kitabında benzer rivayetlere yer vermiştir.4

Sonuç olarak Siyer'e konu olan bir hadise aynı zamanda esbâb-ı nüzul rivayeti olarak değer bulmaktadır. Benzer rivyetleri tefsir hadis ve tarih kitaplarında bulabilmekteyiz. Burada dikkat çekici olan nokta, söz konusu rivayetlerin müşriklerden gelmiş olanlarının şuyû' bulmuş olup Hz. Hatice ile ilgili olan rivayetin gizli kalmış olmasıdır.



1Muhammed İbn İshak, Siyer, çev. Sezai Özel, Akabe yay. İstanbul 1988, s.192, 193.

2Fahreddin Râzî, et-Tefsiru'l-Kebîr, Dâru'l-Kutubu'l-Ilmiyye, Tahran ts. XXXI, 210.

3Muhammed bin Cerîr et-Taberi, Câmiu'l-Beyân, c.XXIV. s. 486; Râzî, XXXI, 209.

4Ebû Abdillah Buhârî, Sahîhu’l-Buhârî, el-Mektebetü’l-İslamiyye, İstanbul, ts. “Tefsir”, IXIII, 1


0 Yorum - Yorum Yaz



Abdulkadir Demir

Doktora   14922701

 

Esbab-ı Nüzul Açısından Nur Suresi 11. Ayetin Değerlendirilmesi

 

“O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Cezanın en büyüğü ise bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa olacaktır.”[1]

 

            1. İfk (İftira) Olayı Nedir?

            1.1. İfk Kelimesinin Sözlük Ve Istılah Anlamı

İfk sözlükte, çevirmek, vazgeçirmek, iftira etmek, yalan söylemek, yalan ve iftiranın en büyüğü gibi anlamlara gelmektedir.[2] İslam tarihinde ise hicri 5. yılda Şaban ayında Beni Mustalik Gazvesi ya da Müreysi Gazası denilen olaydan dönüş sırasında meydana gelmiştir. Yaklaşık bir ay süreyle Allah Rasülünü, Hz. Aişe ve ailesini, diğer Müslümanları ciddi şekilde etkilemiştir. Üzüntülere ve kalp kırılmalarına yol açmış, diğer taraftan da yalan ve iftiraların kol gezdiği, münafıkların sevindiği bir olaydır.

 

1.2. İfk Olayı:

Allah Resûlü, hicretin 5. yılı Şaban ayında Mustalikoğulları’nın Medine’ye saldırma planı içinde olduklarını öğrenmiş; problemi daha büyümeden çözmek için bir sefer düzenlemişti. Yolun uzak olmaması ve Müslümanların gittikleri her seferden zaferle dönmeleri sebebiyle bu sefere çok sayıda münafık katılmıştı.

Seferde pek çok fırsatı kendi emelleri adına kullanan münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl, müminlerin annesi Hz. Aişe (radıyAllahu anha) hakkında bir iftira ortaya atmıştı.  Burada onun asıl hedefi Hz. Aişe üzerinden İslam Peygamberi’ni karalamaktı.

Nur Sûresi’nin 11-20. ayetlerinin nüzulüne sebep olan, İslam tarihinde İfk hadisesi olarak bilinen bu olayı, Buhari ve Müslim’in sahihlerinde geçtiği şekilde şöylece özetleyebiliriz.[3]

Müminlerin annesi Hz. Âişe (r.anha) anlatıyor:

Sefer dönüşü Medine’ye yakın bir yerde konaklamıştık. O sırada ihtiyaç sebebiyle ben biraz uzaklaşmıştım. Konaklama yerine dönerken gerdanlığımı düşürdüğümü fark ettim ve aramak için geri döndüm. Konaklama yerine gelince kafilenin ayrıldığını ve kimsenin kalmadığını gördüm.

Özellikle kadınların rahat yolculuk yapmaları için devenin üzerine bağlanan “hevdec” denilen bir alet içinde yolculuk yapıyordum. Çok zayıf olduğumdan hevdeci devenin sırtına yerleştirirken içinde olmadığımı fark etmemişler. Ben de “aramak için geri dönerler” diye oracıkta beklemeye karar verdim. Bu arada uyumuşum.

Bu tür seferlerde, Safvan İbn-i Muattal (r.a) kafileden kalan şeylere bakması için “artçı” bırakılırdı. Safvan gelip beni bu halde görünce “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” demiş ve ben de bu ses üzerine uyanmıştım. O gün Hz. Safvan’ın bunun dışında tek bir kelimesini dahi işitmedim. Yaklaşıp binmem için devesini çöktürdü ve yola devam ettik. Öğleye doğru konakladıkları yerde kâfileye yetiştik. Bu gecikme başlangıçta bir problem gibi görülüp konuşulmamışken daha sonra İbn-i Selûl’ün köpürtmesiyle büyüyüp fitne halini almıştı.

Medine’ye geldik. Yolculuğun verdiği yorgunluk da eklenince hasta olmuştum. Fakat eskiden hasta olduğum zamanlarda gösterdiği ilgiyi Resul-i Ekrem’den (s.a.s) şimdi göremiyordum; hiçbir şeyden haberim yoktu ama bir şeyler de hissediyordum.

Bir gün Mıstah ibn-i Üsâse’nin annesi ile dışarı çıkmıştık. Dönüşte, ayağı takıldı ve tökezledi. Ağzından kendi oğlu için, “Kahrolası Mıstah!” ifadeleri döküldü.

“Bedir’de bulunmuş birisi hakkında nasıl böyle bir şey dersin?” diye ikaz edince,

-Haberin yok mu? dedi ve süreci anlattı. Ağlayarak eve döndüm; hastalığım daha da artmıştı. Resûl-i Ekrem gelince müsaade alıp baba evine gittim; anneme sordum:

-Anneciğim, bu insanlar neler söylüyor? Annem beni teselli ederken babam geldi ve olayı yeni duyduğumu öğrendi. Hep beraber ağlamaya başladık…

Bir müddet sonra Allah Resûlü geldi. Selam verip yanıma oturdu. Beni çok sarsan şu cümleleri söyledi:

“-Yâ Âişe! Çok kritik bir süreçten geçiyoruz, durum mühim. Seninle alakalı birtakım sözler bana kadar ulaştı. Sen böyle bir şeyden uzak isen; zaten Allah temize çıkarır. Eğer insanlık icabı günaha düştüysen; Allah’a tövbe istiğfar et. Kul tövbe edince Allah tövbeleri kabul eder.”

Allah Resûlü sözlerini bitirince benim gözyaşlarım boşaldı. Babam ve annemden cevap vermelerini istedim ama neticede söz bana kaldı. Gerçi konuşabilecek durumda değildim ama şunları söylemeden de edemedim:

“-Vallahi görüyorum ki, hakkımda bir dedikodu duymuş ve inanmışsınız. Şimdi ben size “Ben böyle bir şey yapmadım” desem bana inanmayacaksınız. Allah gerçeği bildiği halde bir “itiraf”ta bulunsam inanıp tasdik edeceksiniz. Durumumu anlatacak bir misal bulamıyorum, ancak Hz. Yusuf’un babasının dediği gibi -hüzünden Hz. Yakub’un adını hatırlayamamıştım- diyebilirim:”

“Bundan sonra bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse de olamaz!”[4]

Bunları söyledikten sonra -zaten takatim de kalmamıştı- gidip yatağıma uzandım.

Efendimiz yerinden kalkmamıştı ki, vahiy geldi. Benim hakkımda kıyamete kadar okunacak ayetler geleceğini tahmin edemesem bile kendimden emindim; ama annem-babam dedikodulardan etkilenmiş olabilirdi!

Efendimiz, Müjde ya Âişe! Allah seni, hakkında yapılan dedikodulardan temize çıkardı.” dedi. Annem, teşekkür etmemi söyleyince; “Sadece Allah’a hamd ederim; başka hiç kimseye minnetim yok!” dedim.

“O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Cezanın en büyüğü ise bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa olacaktır.”[5]

Nur Sûresi’nin 11. ayetinden itibaren benim masumiyetimi bildiren 10 ayet indirilmişti.

Hz. Aişe yine devamla şöyle dedi:

Öteden beri babam, Mıstah denilen kişiye, akrabalığı ve yoksulluğu yüzünden nafaka vermekteydi. Bu olay üzerine; “Vallahi Aişe’ye bu iftirayı yaptı ya artık ona katiyen bir şey vermem” demişti. Bunun üzerine de Cenabı Hak: “Ey mü’minler, sizden servet ve imkan sahipleri; akrabalara, miskinlere, Allah yolunda hicret edenlere vergisini vermekte kusur etmesinler. Afvedip hoş görsünler. Allah’ın sizi mağfiret etmesini istemez misiniz?... Allah Gafur ve Rahim’dir”[6] mealindeki ayetini indirdi. Ebu Bekir bunun üzerine: Vallahi ben Allah’ın beni mağfiret etmesini elbette isterim, deyip yemininden döndü. Daha önceki nafakayı Mıstah’a ödemeye devam etti.

Bu ayetler gelince Resûl-i Ekrem sahabe içerisinde dillerine sahip olmayıp iftirayı yayanlara  (Mıstah bin Üsase, Hassan bin Sabit, Hamnetü binti Cahş) “had cezası” uyguladı.[7]

 

1.3. Nur 11-20. Ayetlerin Sebeb-İ Nüzulü:

Bu konuda Nisaburi’nin eseri olan Esbabü’n-Nuzülünde şu rivayet vardır:

Ehberane ebul hasen ali bin Muhammed el mugırra kale, ehberane Muhammed bin Ahmet bin ali el mugırra kale, ehberane ebu ya’le kale, ehberane ebu’l vesi’ ez zehrani kale, ehberane felih bin Süleyman el medeni, an ez-zühri, an urve bin Zübeyir, ve said bin müseyyeb ve alkame bin vakkas ve ubeydullah bin abdillah ibn utbe, an aişe …. Rivayetin devamında ifk olayı gerçekleştiğinde bu ayetin nazil olduğu ifade edilmektedir.[8]

İbni Kesir’de de şöyle bir rivayet yer almaktadır: Bu on ayet mü’minlerin annesi Hz. Aişe münafırlar tarafından iftira ve bühtan atılmasında nazil oldu. Kale imam Ahmet, haddesena abdürrezzak, haddesana ma’mer an zühri, kale, ehberani said bin müseyyeb ve urve bin Zübeyir ve alakame bin vakkas ve ubeydullah bin abdillah bin utbe bin mesud, an hadisi aişe….. Daha sonra olayla ilgili yaşananlar anlatılmaktadır.[9]

Taberi’de de şöyle geçmektedir:[10]

 

 

 

1.4. İFK OLAYININ KUR’AN’DA YER ALMASININ ANLAMI

Tarihte olaylar aynıyla değil, misliyle tekerrür eder. Tarihin bir döneminde yaşanmış bir olay; zamanın gereği olarak şahıs ve elbise değiştirerek yeniden insanlığın karşısına çıkar. Yaşanan hemen her hadisenin benzeri geçmişte bir şekilde yaşanmıştır, önemli olan bunları bilip gerekli dersi alabilmektir. Bu yönüyle “Peygamber asrı” da biz Müslümanlar için hayat ve tavırlarımızı düzene koymak adına önemli bir örnektir. Asr-ı Saadet’te cereyan eden hâdiseler mikro plânda, kıyamete kadar gelecek hâdiseler için bir ölçü birimi ve boy aynasıdır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi vesellem) ve yakın çevresini bir ay boyunca derin ızdırap içinde bırakan “İfk hadisesi”ni bu bakış açısıyla değerlendirmemiz icap eder. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi;

“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” (Safahat, yedinci kitap)
               Toplumsal olaylarda çıkış noktası, çözüm süreci, olaya doğru yaklaşım, son derece önemli noktalardır. İnfiale yol açabilecek olayları serinkanlılıkla ve kararlılık içinde götürerek çözüme kavuşturmak büyük şahsiyetlerin ve liderlerin özelliklerindendir. 
               Diğer taraftan toplumun önünde gözüken, örnek ve rehber konumunda olan kişilerin şahsi ve ailevi durumları da topluma yön vermeleri açısından son derece önemlidir. Bu bakımdan Allah Rasülü ve ailesini doğrudan ilgilendiren böyle bir olayın bizzat vahyin sahibi tarafından aydınlığa kavuşturulması olayın önemini ortaya koyması açısından ayrı bir önemi haizdir.
               Toplumlar her zaman karmaşık bir yapıya sahiptirler. Orada her türden insan bulunur. Bir toplumun üyesi olan ve o toplumla birlikte yaşamak durumunda olan bir Müslüman’ın da karşılaşabileceği bu tür olaylara karşı dikkatli ve uyanık olması gereği ortaya çıkmaktadır.
               Mü’min güvenilir insan olmalı, ancak güvenine zarar verecek şeylere karşı da uyanık ve dikkatli olmalıdır. Toplumun bireylerini ve katmanlarını iyi tanımalı, sosyolojik ve psikolojik gerçekleri göz ardı etmemelidir. 

Nitekim Allah Resûlü ifk hadisesi dışında kendisine yapılan hakaret ve ezalara karşı bir nevi hazırlıklıydı. İfk hadisesi ansızın olmuş, içerden gelmiş ve bir anda münafıkların yaymasıyla Medine’de hava değişmişti. Bu şayia ahlaki değerleri insanlığa sunan Peygamberimiz’i en hassas yerinden vuruyor, kendi değerleri noktasında şaibe altında bırakmaya çalışıyordu.

İfk hadisesiyle ilgili ayetler gelmeden önce Allah Resûlü (sas) bizzat kendi hanesinin masumiyetine dokunan ve elde hiçbir delil olmadan ileri sürülen yalan ve iftiralara karşı pek çok sahabî ile istişare etmiş ve herkes istişarede konunun ve konumunun hakkını vermişti.

İftira, içi başka dışı başka olan iki yüzlü münafıkların metodudur. İftiradan sakınmak, iftiraya uğrayan mazlumlara arka çıkmak, zalim ve iftiracıları yalanlamak gerekir. Toplumda daima nerede duracağımızı iyi tespit etmek ve hep hakkı, doğruyu kollamak gerekir. Kur’an’daki tarihi hadiselere belki de bu açıdan yaklaşmak, onu günümüze böylece uyarlamak gerekir.

 

1.5. İfk Olayıyla İlgili Rivayetlerin Değerlendirilmesi

            Bu konuda hadis ve tarih kaynaklarında zaman zaman çok ayrıntı sayılabilecek, başka kaynaklarla desteklenmesi zor olan rivayetlere rastlanmaktadır. Kaynakların kendi içinde de farklılıkların olması işin doğasında olan bir durumdur. Ancak bazı rivayetlerin usül ve metod bakımından çok sağlıklı görülmemesi, hadis ve tefsir alanında yaşanan sıkıntıların burada da karşımıza çıkmasına neden olmaktadır.

            Ehli sünnet alimleri arasında olayın gerçekleşme şekli ve ilgili ayetlerin nüzul sebepleri ile ilgili olarak çok fazla göze çarpan bir farklılık gözükmese de (ki bu konudaki rivayetler 4-5 farklı kanaldan gelmiştir) diğer ekoller arasında bazı farklılıklardan söz etmek mümkündür. Örneğin Şia tefsircileri Nur Suresi 11-20 ayetlerinin nüzul sebebi olarak Hz. Aişe yerine Hz. Mariya ve ona atılan iftirayı göstermektedirler.[11]

            Bu konudaki rivayetlerden biri şöyledir:

İmam Rıza’dan (a.s) şöyle nakledilmiştir:” İmam Rıza(a.s.); huzurunda bulunan şialarına şöyle dedi:

Mariya hakkında söylenen iftirayı ve Resulullah’ın(s.a.a) oğlu İbrahim’in doğumunda onun hakkında iddia edilen şeyi biliyor musunuz?

Şialar dedi: Ey efendimiz siz daha iyi bilirsiniz, bize de bildirin.

İmam Rıza (a.s) buyurdu: Mariya’yı Mukavkıs ceddim Resulullah’a (s.a.a) hediye etti. Resulullah (s.a.a) Mariya’yı kendisi için ayırdı. Mariya’yla birlikte memsuh (cinsi erkek ve kadın organı olmayan) bir köle de vardı. O köleye Cureyh denirdi. Her ikisi iyi birer Müslüman olup iman getirdiler. Sonra Mariya Resulullah’ın (s.a.a) kalbinde yer edindi. Peygamber’in (s.a.a) bazı eşleri Mariya’yı kıskanmaya başladı. Aişe ve Hafza babalarının yanına gelerek; Resulullah’ın (s.a.a) Mariya’ya gösterdiği ilgi ve fedakârlıktan şikâyet ettiler. Nefisleri onları aldatarak; Mariya’nın İbrahim’e Cureyh’ten hamile kaldığı fikrini verdi. Cureyh’in hizmetçi olduğunu sanmıyorlardı. İkisinin babaları (Ebubekir ve Ömer) Resulullah’ın (s.a.a) yanına gelip; karşısında oturdular. Sonra şöyle dediler:

Ya Resulullah (s.a.); sizin hakkınızda belli olan bir hıyaneti saklamak bize caiz değildir.

Resulullah (s.a.a) dedi: Siz ikiniz ne diyorsunuz?

Şöyle dediler: Ya Resulullah (s.a.a) Cureyh ve Mariya büyük bir günah işlediler. Mariya’nın hamileliği Cureyh’ten dir; senden değil.

Resulullah’ın (s.a.s) yüzünde sinirlilik belirdi, rengi değişti. O ikisinin dediğinden dolayı Resulullah’ta (s.a.a) durgunluk oluştu. Sonra dedi:

Vay olsun ikinize; ne söylüyorsunuz?

İkisi dedi: Ya Resulullah (s.a.a) biz Cureyh’i Mariya’nın yanında gördük. Şakalaşıp, oynaşıyorlardı. Mariya’dan erkeklerin kadınlardan istediğini istiyordu. Cureyh’in peşine birisini gönder. Onu bu halde bulacaksın. Onun için Allah’ın hükmünü uygula.

Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) yöneldi ve şöyle dedi: Ey Hasan’ın babası zülfikarı da alıp kalk; Ey kardeşim, Mariya’nın bahçesine git. Eğer onları bu ikisinin dediği gibi bulursan; öldür.

Sonra Hz. Ali (a.s) kalktı ve kılıcını elbisesinin altından boynuna astı. Resulullah’ın (s.a.a) huzurundan ayrılırken; ona yönelerek şöyle dedi:

Ya Resulullah (s.a.a) bana emrettiğinizi kesin neticesine ulaştırayım mı, yoksa hazır olan hazır olmayandan farklı şeyler görebilir mi?

Peygamber (s.a.a) O’na (a.s) dedi: Sana feda olayım ey Ali (a.s); elbette hazır olan olmayanın görmediğini görür. Hz. Ali (a.s) kılıcını eline alıp yola düştü. Mariya’nın bahçesinden yukarı çıktı. Mariya bahçenin ortasında oturmuştu. Cureyh de onun karşısında edepli bir şekilde davranıyor ve şöyle diyordu:

Resulullah’ın büyüklüğünü, üstünlüğünü ve kerametini anlat. Buna benzer sözler konuşuyorlardı. Bu sırada Cureyh Hz. Ali’nin (a.s) eli kılıçlı orda olduğunu gördü. Cureyh bahçedeki bir hurma ağacına tırmandı. Hz Ali (a.s) bahçenin içine indi. Rüzgâr Cureyh’in elbisesini yukarı kaldırıp; onun cinsi erkeklik organı olmadığını ortaya çıkardı.

Hz. Ali (a.s) dedi: Ağaçtan aşağı in ey Cureyh.

Cureyh şöyle dedi: Ya Emir-el Müminin (a.s) canım güvende mi?

Hz. Ali (a.s) dedi: Canın güvendedir. Cureyh ağaçtan aşağı indi. Hz. Ali (a.s) onun elini tutup; Resulullah’ın (s.a.a)yanına getirdi. Onu Resulullah’ın (s.a.a) karşısında durdurarak şöyle dedi:

“Ey Resulullah (s.a.a) Cureyh memsuh (cinsi organı olmayan) bir hizmetçidir.” Resulullah (s.a.a) yüzünü duvara doğru çevirdi ve sonra şöyle buyurdu:

“Ey Cureyh o ikisinin (Ebubekir ve Ömer) Allah ve Resulüne (s.a.a) karşı olan; yalan, ayıp ve küstahlıklarının ortaya çıkması için bedenini soyundur.”

Cureyh elbisesini çıkardı. Cinsi organı olmayan bir hizmetçi olduğu ortaya çıktı. Ebubekir ve Ömer kendilerini Resulullah’ın (s.a.a) önünde yere atarak:

“Ya Resulullah (s.a.a) biz tövbe ediyoruz; bizim için bağışlanma dileyin” dediler. Resulullah (s.a.a) buyurdu: “Sizde bu küstahlık oldukça; Allah tövbenizi kabul etmez. Bağışlanma dilemem size fayda vermez.” Sonra Allah o ikisinin (Ebubekir ve Ömer) hakkında Nur Suresinin 23. ve 24. ayetlerini nazil etti:

 

“O namuslu, bir şeyden habersiz, inanmış kadınlara zina iftira edenler, dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır. O gün dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir.”[12]-[13]

 

 

 

1.6. İfk Olayından Çıkarılacak Ders ve İbretler:

Öncelikle bu olay münafıkların tezgahladığı, İslam’ın peygamberini zayıf düşürmek, davasına leke sürmek amaçlı bir iftiradır. Dolayısıyla tarihin her döneminde Müslümanların önünde rehber ve önder olan kişilere bu tür iftiralar atılabilir ve atılmıştır da. Bu durumda mü’minlerin yapması gereken; bir iftira karşısında bu ayetlerde ve olayın ayrıntılarında yer alan sahih hadis rivayetlerinde anlatılan şekliyle Allah Rasülü’nün yaptığı gibi istişare ve masumiyet karinesiyle hareket etmektir.

Musibetler karşısında Hz. Aişe ve ailesinin gösterdiği teslimiyet ve tevekkülü göstermektir.

Toplumda bu tür iftira ve bühtan girişimlerinde bulunanların mutlaka cezalandırılmaları gerektiği, bir takım farklı mülahazalarla olayın ört bas edilmemesi gerektiği…

Tarihin her döneminde yaşandığı gibi Müslümanların konuştukları, irtibatlı oldukları, arkadaş ve dost bildikleri insanların konuşma ve yorumlarını daima ihlas ve samimiyet ölçüleri içinde değerlendirip dikkatli davranmaları gerektiği…

Hz. Ebu Bekir’in kızına yapılan iftira karşılığında yapmakta olduğu bir yardımdan vazgeçmesi neticesinde ayetin inmesi ve yeniden o yardıma devam kararı alması çok boyutlu incelenmesi gereken bir durumdur. İslam toplumunda bu tür hadiseler karşısında bir Müslümanın nasıl davranması gerektiği konusunda çok ciddi bir örnektir.

            İslam toplumunda ortaya çıkabilecek sorunların çözümü konusunda dikkatle incelenmesi ve çözümlenmesi gereken bir olay olarak ifk hadisesinden yararlanmak gerektiği…

 

 

KAYNAKÇA

 

Çanga, Mahmut, Kur’an-ı Kerim Lügatı, Timaş Yayınları, İstanbul, 1991; s. 56-57. 

Ebul Kasım Hüseyin b. Muhammed er-Ragıb el-Isfahani, El-Müfredat, s. 19, Darul Ma’rife, Lübnan,  b.y. .

El-Buti, Said Ramazan, Dr. Fıkhu’s-Siyre, , Gonca Yayınevi, İstanbul, 1992. s, 292-295)

En-Nisaburi, Ebil Hasen,  Ali bin Ahmet el Vahidi,(h.468), Esbabü’n Nüzul, Dar’ul Kütübil İlmiyye, Beyrut, 1978, s.214-217.

İbn Kesir, İsmail bin kesir el kuraşiyyi ed dımeşki, (h774), daru’l ma’rife, Beyrut, 1969.  c.2 s, 268-272

Mesud, Cübran, er-Raid Mu’cem lugavi asri, 3. Baskı, Lübnan, 1978, c.1, s. 190.

Özbaş, Bülent, İfk Olayı, Sunday, 17 July; 2005  http://www.alisiasi.com/forum/index.php?topic=3215.0;wap2

Sahih-i Müslim.(Kitabü’t-Tevbe) Daru İhyau’t-Türas el-Arabi,Beyrut, 1972 ikinci baskı.c.4, s, 2129 v.d

Sahihu’l-Buhari, El-Mektebetü’l-İslami, İstanbul, 1979.  c.6, s. 5-9.

Taberi, Camiu’l-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Tahkik, Dr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türki, c.15, s.224-310.

Taberi, Camiu’l-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Tahkik, Dr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türki, c.15, s.224-310. (Metebetü’ş-Şamili)

Tahir Ahmet ez-Zavi, Tertibü’l Kamusi’l Muhit, Daru’l Kütübi’l İlmiyye, Lübnan, 1979. c.1, s.160-161

 

 

 



[1] Nur, 11

[2] Çanga, Mahmut, Kur’an-ı Kerim Lügatı, Timaş Yayınları, İstanbul, 1991; s. 56-57. 

Ebul Kasım Hüseyin b. Muhammed er-Ragıb el-Isfahani, El-Müfredat, s. 19, Darul Ma’rife, Lübnan,  b.y. .

Mesud, Cübran, er-Raid Mu’cem lugavi asri, 3. Baskı, Lübnan, 1978, c.1, s. 190.

Tahir Ahmet ez-Zavi, Tertibü’l Kamusi’l Muhit, Daru’l Kütübi’l İlmiyye, Lübnan, 1979. c.1, s.160-161

[3] Sahihu’l-Buhari, El-Mektebetü’l-İslami, İstanbul, 1979.  c.6, s. 5-9.

Sahih-i Müslim.(Kitabü’t-Tevbe) Daru İhyau’t-Türas el-Arabi,Beyrut, 1972 ikinci baskı.c.4, s, 2129 v.d

Taberi, Camiu’l-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Tahkik, Dr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türki, c.15, s.224-310.

[4] Yusuf, 18

[5] Nur, 11

[6] Nur, 22

[7] Bu bölüm (El-Buti, Said Ramazan, Dr. Fıkhu’s-Siyre, , Gonca Yayınevi, İstanbul, 1992. s, 292-295) adlı eserden özetlenerek alınmıştır.

[8] En-Nisaburi, Ebil Hasen,  Ali bin Ahmet el Vahidi,(h.468), Esbabü’n Nüzul, Dar’ul Kütübil İlmiyye, Beyrut, 1978, s.214-217.

[9] İbn Kesir, İsmail bin kesir el kuraşiyyi ed dımeşki, (h774), daru’l ma’rife, Beyrut, 1969.  c.2 s, 268-272

[10] Taberi, Camiu’l-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Tahkik, Dr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türki, c.15, s.224-310.

[11] Özbaş, Bülent, İfk Olayı, Sunday, 17 July 2005  http://www.alisiasi.com/forum/index.php?topic=3215.0;wap2

[12] Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için 16 nolu dipnotta verilen kaynağa bakılabilir.

[13] İlgili yazının internet adresi: http://www.alisiasi.com/forum/index.php?topic=3215.0;wap2

 


0 Yorum - Yorum Yaz


TEBÜK SEFERİ VE TEVBE SÛRESİ 118. AYETİN NÜZÜLÜ

Abdulalim DEMİR

Tefsir doktora öğrencisi

Öğrenci No:149 227 50

  1. Tebük Seferinin Sebebi:

     

            Medine ile Şam arasında ticaret için gidip gelen Müslümanlara Enbat'tan bir haber ulaştı. Buna göre Rumlar kendi liderlikleri altında, Lâhım, Cüzam ve benzeri Hıristiyan-Arap kabilelerinden çok kalabalık bir ordu derlemişler. Öncü birlikleri de Bulka topraklarına varmış bile. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) hemen çıkış emri verdi.

 

  1. Rum Ordusunun Sayısı

     

Taberâni'nin Ümrün bin Husayn'den rivayetine göre de Rum ordusu, kırk bin savaşçıdan oluşmaktaydı

 

  1.  Zamanı:

Olay, Hicretin dokuzuncu yılı Receb ayı içinde oldu. Miladi takvimine göre ekim ayına denk gelmektedir[1].

  1. Harita

  1. Savaş Öncesi Durum Tespiti

 

Mevsim yazdı. Sıcak çok şiddetliydi. Halk maişetini te'min gayretindeydi. Bu günler Medine'nin mahsul dönemiydi. Güzel de mahsul vardı. Bu yüzden, Resûlullah (s.a.v.) her zamanki âdeti hilâfına, bu gazada, gidilecek yön ve maksadı açıkça belirtmişti. Kâab bin Mâ­lik der ki: Resûlullah hiçbir gazaya gitmemiştir ki; onu gizli tutmasın. Bu sefer ise çok sıcak bir mevsimde, uzak, çetin bir sefere ve kalaba­lık düşmana karşı gidiyordu. Onun için Müslümanlara, savaş ha­zırlıklarım son derece tam yapmalarını açıkladı

 

Bu durumda, bu gazve için çıkılacak sefer nefislere ağır gel­mişti. Bu seferde çok çetin bir çile ve imtihan gözüküyordu. Müna­fıklar da fırsat bulup orada burada fitnelerini ortaya vurduğu gibi, imanın sadakati de ashabın göğsünde dalgalanıyordu.

 

Münafıklar birbirine: “Bu sıcakta çıkılır mı?” diyordu. Bir baş­kası bakıyorsun, Resûlullah (s.a.v.)'a gelip bana izin ver, beni ağır imtihana tâbi tutma. Herkes bilir ki kadınlara benden fazla düş­kün kimse yoktur. Korkuyorum, Rumların sarışın güzellerini gö­rürsem, hiç sabredemem, diyordu. Resûlullah ise ona izin veriyor.

 

Ab­dullah İbn Übey İbn Selûl de Medine yakınında dostlarıyla birlikte or­dugâh kurmuştu. Ne var ki, Resûlullah hareket ettiğinde onlar ora­da kaldı. Bu hâli belirten âyet-i kerîme de şöyle beyan buyurmaktadır:

 

فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلاَفَ رَسُولِ اللهِ وَكَرِهُوا أَنْ يُجَاهِدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللهِ وَقَالُوا لاَ تَنْفِرُوا فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ

 

Allah'ın Resûlüne karşı gelerek (sefere çıkmayıp) geri bırakılanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmek hoşlarına gitmedi ve "Bu sıcakta sefere çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennemin ateşi daha sıcaktır." Keşke anlasalardı[2].

 

 Başka bir ayette de

 

وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ ائْذَنْ لِي وَلاَ تَفْتِنِّي أَلاَ فِي الْفِتْنَةِ سَقَطُوا وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمُحِيطَةٌ بِالْكَافِرِينَ

 

Onlardan "Bana izin ver, beni fitneye (isyana) sevk etme" diyen de vardır. Bilesiniz ki onlar (böyle diyerek) fitnenin ta içine düştüler. Şüphesiz ki cehennem, kâfirleri elbette kuşatacaktır[3].

 

  1. Savaş için Seferberlik

 

Mü'minler ise her yönden gelip Resûlullah (s.a.v.)'ın çevresine toplanıyordu. Resûlullah da imkânı olanların, savaş için malların­dan bağışta bulunmalarını ve binek hayvanı getirmelerini istemişti. Birçoğu bunun üzerine, malını, âdeta bütünüyle bağışladı;

Hz. Osman; bütün teçhizatıyla devesini Resûlullah'a teslim edip, bin dinar da nakit para bağışladı. Bunun üzerine Resûlullah: “Bundan sonra Osman'ın yapacağı hiçbir şey zarar vermez” buyurdu.

 

Hz. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirdi.

 

Hz. Ömer (r.a.) ise malının yarısını bağışlamıştı. Tirmizî, Zeyd b. Eslem'den, o da ba­basından nakline göre; Ömer b. Hattâb demiştir ki; “Resûlullah bize sadaka emretti. Benim de elimde malın bulunduğu zamana rastla­mıştı. Şimdi Ebû Bekir'i geçebilirim diye düşündüm; eğer bir gün onu geçmem mukadderse! Ve malımın yarısını getirdim.

 

Resûlullah (s.a.v.) : “Ev halkına ne bıraktın?” dedi. Ben de, bu kadar da geri kaldı dedim.

 

Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirmiş. Resûlullah ona da sordu: “Ebû Bekir, ehline ne bıraktın?” deyince; “Allah ve Resulünü” diye cevab verdi, işte o zaman anladım ki; Ebû Bekir'i hiçbir sahada asla geçemeyeceğim.

 

Yoksul olup, binecek ve yiyecekleri bulunmadığından bu gazveye katılamayacakları için ağlayan Müslümanlar da vardı. Bunlar yedi kişi idiler:

1. Amr b. Avf Oğulları'ndan Salim b. Umeyr.

2.  Harise Oğulları'ndan Ulbe b. Zeyd.

3.  Mazin b. Neccâr Oğulları'ndan Ebû Leylâ Abdurrahman b. Ka'b.

4.  Selime Oğulları'ndan Amr b. Humam.

5. Abdullah b. el-Muğaffel el-Muzenî (veya Abdullah b. Amr el-Muzenî),

6.  Vâkıf Oğulları'ndan Heremî b. Abdillah.

7.  Irbad b. Sâriye eî-Fezarî

 

Bunlar, sefere katılmak için Rasûlullah (s.a.s.)'tan binit istediler. Ne var ki Rasûlullah (s.a.s.), onları bindirebilecek bir şey bulamadı. İnfak ede­cekleri bir şey bulamadıklarından üzülüp gözlerinden yaşlar akıta akıta geri döndüler.

  1. Müslüman Ordusunun Sayısı

Resülullah (s.a.v.) otuz bine varan bir Müslüman ordusuyla yo­la çıktı.

İmanlarından şüphe edilmeyecek bir takım insanlar da geride kalmıştı. Bunlar arasında, Kâab bin Mâlik, Hilâl bin Ümeyye, Merûre bin Rebiî ve Ebû Hayseme vardı.

 

  1. Ebû Hayseme’nin Sonradan Orduya Yetişip Katılması

 

Taberâni, İbn İshâk ve Vâkıdî'nin rivayetine göre; Ebû Hayse­me de, Resülullah (s.a.v.) birkaç günlük yol aldığı halde, geriye dönmüş; sıcak bir günde evine varmıştı, iki karısını kendi bostanındaki çardakları altında buldu. İkisi de onu kendi çardağına çağırıp soğuk su ve sofra hazırladılar ona. Oraya girince, çardağın kapı­sına dikilip, karılarının kendisi için yaptıkları hazırlığa baktı; bir de kadınlarına şöyle konuştu: “Resûlullah güneş altında fırtınada ve sıcakta iken, Ebû Hayseme serin gölgede, hazır yemek ve güzel kanlarıyla malının başında bulunuyor, yakışır mı? Vallahi bu insa­fa sığmaz”. Ve devam etti: “Vallahi ben hiçbirinizin çardağına gir­mem. Dönüp Resülullah'a yetişmem lâzım”. Bunun üzerine hemen azık hazırladılar. Hemen bineğini tepip yürüdü ve Resûlullah (s.a. v.)'a ulaşmak için yola koyuldu. Daha Tebük'e varırken kavuştu onlara Ebû Hayseme Müslümanlara yaklaşınca, hepsi birden, bir sü­vari geliyor dediler. Resûlullah: “Ebû Hayseme olsun!” buyurdu. Onlar da: “Gerçekten Ebû Hayseme bu! Diye hayrette kaldılar”. Adam devesini çökertip Resûlullah (s.a.v.)'a doğru yaklaştı. Aleyhissalâtü vesselam ise: “iyi ettin yoksa mahvolmuştun, Ebû Hayse­me!” dedi. Sonra da serencamını Resülullah'a anlattı ve O da ona hayır dualarda bulundu.

 

  1. Peygamberimizin (sav) Yolda Devesini Kaybetmesi

     

Peygamberimiz (sav) yolda devesini kaybetmişti. Bazı münafıklar: "Muhammed semadan haber verdiğini iddia ediyor. Fakat devesinin nerede ol­duğunu bilmiyor." dediler. Bunun üzerine, devesinin nerede olduğunu bil­diren vahiy geldi. Rasûlullah (s.a.s.) da ashabına devesinin yerini bildirdi. Ashâb, hemen Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vasıflarını söylediği yere gittiler. Deveyi orada buldular. Yukarıdaki sözü söyleyenin, münafık Zeyd b. el-Lusayt el-Kaynukaî olduğu söylenmiştir. Onun tövbe edip etmediği konusunda değişik rivayetler vardır. Bazı rivayetlere göre tövbe etmiş, ba­zı rivayetlere göre ise tövbe etmemiştir[4].

  1. Ordunun Açlık ve Susuzlukla İmtihanı

 

Ahmed b. Hanbel’in Müsned'inde naklettiğine göre, Ebû Hüreyre diyor ki: Tebük seferinde halk müthiş aç kalmıştı. Bazıları Resûlul­lah (s.a.v.)'a gelerek, bize izin verirsen su taşıdığımız bineklerimizi kesip etlerini yer, yağlarını da eritiriz diye arzda bulundular: O da, “Yapabilirsiniz” buyurdu. Fakat bu anda Hz. Ömer (r.a.) yetişti: “Yâ Resûlâllah, eğer bunu yaparlarsa binek hayvanı kalmaz” de­di. Keşke sen onları toplayıp da rızık için duâ etsen, olur ki, Cenâb-ı Hak onlara genişlik verir...” diye teklifte bulundu. O (s.a.v.) da halkı çağırdı. Bir de sergi istedi. Onlar ellerinde ne varsa getirip sergi üstüne koydular. Kimi bir avuç darı, kimi un, kimisi de ya­nında kalan ekmek kırıntıları... Ne bulduysa getirip cins cins bi­riktirdiler. Sonra ona duâ buyurdu Resûlullah. Ardından da onlara: “Şimdi herkes kabını getirip, ondan ihtiyacı olduğu kadar alsın”, buyurdu. Ordugâhta, doldurulmadık hiçbir kap kalmadı. Herkes de yedi ve doydu. Yine de yaygı üzerinde enbaştaki kadar yiyecek kalmıştı.

 

Resûlullah bu hal karşısında: “Ben Allah'tan başka ilâh bulun­madığına, benim de O'nun Resulü olduğuma şehadet ederim. Yine: Bu iki şehadeti can ü gönülden söyleyip kendisine yöneleni Allah'­ın cehennem ateşinden koruyacağına kesinlikle şehadet ederim” buyurdu.

 

Bu gazvede insanlar çok susuzluk çektiler. Rasûlullah (s.a.s.) Rabbine duâ etti. Bunun üzerine Yüce Allah bir bulut gönderdi; yağmur yağmaya başladı.

 

Tebük'e varınca, burada bir hazırlık, ya da savaşla karşılaşma­dılar. Daha önce toplanıp savaşa geldiği söylenenler dağılmış, sır ol­muşlardı. Oradayken Eyle Meliki Yuhanna ona geldi. Ve Resûlullah (s.a.v.)'a cizye vermek üzere barış yaptı. Ehl-i Cerbâ da geldi. Erzûh halkı da gelip anlaşma yaptılar. Cizye vermeyi kabullendiler. Resû­lullah da, yazılı olarak onlara emân verdi.

 

  1. Semud Kavmi İle İlgili Peygamber Efendimizin Hassasiyeti

 

Daha sonra ordu hareket edip, Hicr (yâni Semûd kavminin ül­kesi)'ne vardı. Resûlullah (s.a.v.) ashabına: Kendi kendilerine zulmedenlerin evlerine girmeyin ki, onların başına gelenler sizin de başınıza gelebi­lir; halinize ağlarsınız, dedi ve başını çevirdi.

 

Rasûlullah (s.a.s.), Semûd kavminin topraklan olan Hicr'a vardığında, ashabına, onların sularından abdest almamalarını, suları ile hamur yoğurmamalarını, yoğurdukları hamurları ise develerine yem yapmalarını, ku­yularından aldıkları suyu da develeri için kullanmalarını, onların evlerine ancak ağlayarak girmelerini emretti.

Rasûlullah (s.a.s.), bir kişinin tek başına arkadaşlarından ayrılmasını yasakladı. Saide Oğullarından iki kişiden birisi, haceti için arkadaşların­dan ayrıldı. Bu kişi gittiği yerde boğmacaya yakalandı. Durum Rasûlullah (s.a.s.)'a bildirilince dua etti; adam iyileşti. Diğeri ise devesini aramaya gitti. Kasırga onu Tayy kabilesinin iki dağından birine attı. Tayy kabilesi, daha sonra onu Rasûlullah (s.a.s.)'a gönderdi.

Resûlullah o senenin Ramazan ayında Medine'ye dönmüştü. Sefer iki aya yakın sürmüş oldu.

 

12.  Savaştan Geri Kalanların Durumu ve Tevbe 118. Ayetin Nuzülü

 

Resûlullah Medine'ye varınca, doğru mescide girdi. İki rek'at namaz kılıp mescitte oturdu, başladı arkada kalanlar gelip özür beyân etmeye. Hallerini anlatıp yemin ve kasemle, kasten geri kalmadıklarına inandırmaya çalışmaya. Sefere katılmayanların sayısı seksen kadardı.

 

Resûlullah bazılarının ifadelerini ve özürlerini mâkul gördü ve onlar nâmına istiğfarda bulundu. Ancak Kâab bin Mâlik ile iki arkadaşı ise hiçbir özür beyan etmedikleri için, haklarında âyet nazil olup, tövbelerinin kabul edildiği belirtilinceye kadar te'hir edildi.

 

Kâab bin Mâlik kendi macerasını -bu konuda Buhârî ve Müslim'in naklettiği uzunca bir hadiste- şöyle anlatmaktadır:

 

Ben çok iyi biliyordum bu gazveye kadar hiç bu derece hazır ve güçlü olmamıştım. Buna rağmen seferden geri kalmıştım. Müslümanlarla birlikte savaşa hazırlanmaya gitmiş fakat hazırlık­sız dönmüştüm. Kendi kendime diyordum ki; buna gücüm yeter (yâni savaşa hazırlanmak için bir mânim yok). Ama ben böyle tereddüd edip dururken halk ciddiyetle hazırlanmıştı. Ben henüz ha­zır değildim. Ben tam hazır olup yola koyuluncaya kadar da ordu ayrılıp çok uzaklaşmıştı. Arkadan yetişmeyi düşündümse de onu da başaramadım. Keşke öyle yapsaydım.

 

 Artık Resûlullah (s.a.v.) ve ordusu yo­la çıktıktan sonra ben halk arasında dolaşıyordum ama münafık­lardan ve bir de gerçek özürlü kişilerden başka kimse kalmamıştı. Bu durum beni çok üzüyordu. Resûlullah'ın dönmekte olduğunu işitince ise esas üzüntüm başladı. Başladım bir yalan uydurma düşüncesi­ne. Onun beni azarlamasından beni kurtaracak bir çare arıyordum. Bütün ev halkımla da müşavere edip, akıl aldım. Ama onun şehre ulaştığını işitince artık (çare de bitmiş) telâşım da son bulmuştu. Ona her şeyi dosdoğru söylemeyi kararlaştırıp huzuruna vardım. Fakat selâm verince, selâmımı acı bir tebessümle aldı. Ve “yaklaş” dedi. Önüne varıp oturdum, şöyle sordu:

- “Neden geride kaldın?” Sen Akabe'de böyle bir vazifeyi omuzlamaya söz vermemiş miy­din?”

-”Evet, dedim, vallahi ben senden başka kimin önüne otursam, dünya insanlarından herkesi kandırabilecek söz bulur ve mazere­timi kabul ettirebilirdim. Çünkü Allah bana güçlü bir mantık bah­şetmiştir. Fakat muhakkak biliyorum ki; bugün sana yalan söyle­sem, seni ikna etsem yarın Allah beni yalanlar ve hilemi ortaya çı­karır. Ama sana doğruyu söylersem umarım ki; Allah beni sıdkımdan ötürü mağfiret eder. Vallahi benim herhangi bir özrüm yoktu. Esasen senden geri kaldığım şu gazada sahip olduğum imkân ve güce başka hiçbir zaman da ulaşamamışımdır”.

Resûlullah bu­nun üzerine:

-“İşte bu doğru sözdür. Kalk git ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükmü bekle”, buyurdu.

Kalktım,  yolda, Benî Seleme'den birtakım insanlara rastladım. Beni zorlamaya (yani öbür­leri gibi mazeret uydurmak için) iknaya çalıştılar. Onlara dedim ki,

-Benim halime, başka düşen var mı?

-Evet dediler, iki kişi daha var. Onlar da senin gibi doğruyu söylediler, sana verilen cevabı al­dılar...

-Kim onlar?

-Merâre b. Rebi ile Hilâl b. Umeyye

Bu iki zâtın bende güzel hatırası vardı. Bedir'de bulunmuş sâlih kişilerdi.

Resûlullah (s.a.v.), Müslümanları bizimle yâni bu üç kişi ile gazadan geri kaldığımızdan ötürü, konuşmaktan men etti. Halk biz­den yüz çevirdi, münasebeti kesti. Öyle ki: Yeryüzü bana dar gel­mişti. Elli gün elli gece tanıdığım dünyadan başka bir dünyadaydım. Öbür iki arkadaşım da evlerine kapanmış ağlıyorlardı. Ama ben halk arasına giriyor dolaşıyordum. Çünkü ben onlar arasında en genci ve güçlüsüydüm. Mescide çıkar, Müslümanlarla namaz kılar, çarşı pazar dolaşırdım. Ama kimse konuşmazdı benimle. Resûlullah'a ge­lir selâm verirdim; “Namazdan sonra mecliste oturduğu halde aca­ba dudakları kıpırdıyor mu, benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?” diye düşünürdüm kendi kendime. Yanında namaz kılar, göz ucuyla hep onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakar, namazdan ay­rılıp kendisine bakınca yüzünü çevirirdi.

Bir gün Medine çarşısında gezerken, Şam tarafında Naptîlerden biri rastladı. Medine'ye yiyecek maddeleri satmaya gelmişti. Bak­tım, Kâab b. Mâlik'i bana gösterir misiniz diye soruyor. Halk be­ni göstermeye başladı. O da bana yaklaşıp bir mektup uzattı. Gassan Meliki'nden geliyordu. Bir de açtım mektubu, şunları yazıyor: Öğrendiğimize göre sahibin sana eziyet ediyormuş. Hâlbuki Al­lah seni cehennemlik ve işkencelik yaratmadı... O halde gel bize sana yardım ederiz. Bunu okur okumaz, “işte bir belâ da bu dedim”, ve karar verdim, götürüp mektubu tandırda yaktım.

Bu elli günlük çilenin kırk günü geçmişti ki, bir haber geldi. Resûlullah (s.a.v.) emrediyor, hanımından ayrı kalacaksın... Peki, boşayayım mı, ne yapayım dedim. Hayır dediler, sadece beraber yatmayacaksın. Meselâ, babasının evine gönderebilirsin. Karıma Allah benim hakkımdaki hükmünü indi­rip bildirinceye kadar babanın evine git dedim.

 

Bundan sonra on gün daha bekledim. Artık elli gün olmuştu. Re­sûlullah bizi başkalarıyla konuşmaktan menedeli ellinci günün saba­hıydı, namazı kılmış, evin damında üzüntü içinde oturuyordum. Tam da Cenâb-ı Hakk'ın tarif ettiği halde Nefsime dünya karanlık, yeryüzü dar geliyordu”. Birden Sal' dağının üzerinden yüksek bir ses geldi:

“Müjdeler sana Kâab bin Mâlik” diye haykırıyordu. Secdeye kapandım. Anlamıştım, artık berâatımın geldiğini. Evet, sabah na­mazına müteakip Resûlullah bizim tövbemizin Allah katında kabul edildiğini bizimle ilgili şu ayetin nazil olduğunu açıklamıştı:

 

وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لاَ مَلْجَأَ مِنَ اللهِ إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

 

Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti.  Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah'(ın azabın) dan yine O'na sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.[5]

 Halk bizi tebrik etmek için gelmeye başladı. Arkadaşları­ma da koşanlar vardı... Beni müjdeleyen sesin sahibi gelince hemen elbiselerimi çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o an baş­ka bir elbisem de yoktu. Onun için birinden emanet alıp giydim. Ve hemen Resûlullah'a gittim. Halk bölük bölük beni karşılıyor, tövbemin kabulünden ötürü beni tebrik ediyorlardı.

Mescide girdim. Resûlullah, çevresinde cemaatıyla oturuyordu. Talha bin Ubeydullah kalkıp bana koştu, elimi tutup tebrik etti. Za­ten orada oturan Muhacirlerden ondan başkası da kalkmadı. Ben Talha'nın bu davranışını asla unutmadım.

 

Kâab anlatmaya devam ediyor: Re­sûlullah (s.a.v.)'a selâm verdiğimde, yüzünde memnuniyet parıldayarak:

-“Seni tebrik ederim. Anadan doğduğundan bu yana en hayır­lı günündesin” buyurdu. Ben,

-Yâ Resûlâllah, bu af sizin tarafınızdan mı, Allah tarafından mı? diye sordum. O da:

- “Hayır, bizzat Allah tarafından...” buyurdu.

Ben bu sefer heyecandan:

-“Ben tövbemin kabulü sebebiyle Allah ve Resulü uğruna bütün malımı dağıtaca­ğım” dedim.

Fakat Resûlullah (s.a.v.):

-“Yok, bir kısım malın sana kalsın, daha iyi olur “ buyurdu.

 Ben de:

 -“Yâ Resûlâllah, beni Allah doğ­ruluğumla kurtardı. Bundan böyle de artık, doğruluktan asla ay­rılmayacağım dedim[6].

 

  1. Sahih-i Buharî’de Tevbe 118. Ayetin Sebebi Nüzulü ile ilgili olay şu şekilde geçmektedir:

     

 

بَاب { وَعَلَى الثَّلَاثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمْ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لَا مَلْجَأَ مِنْ اللَّهِ إِلَّا إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ }

 

4677 - حَدَّثَنِي مُحَمَّدٌ حَدَّثَنَا أَحْمَدُ ابْنُ أَبِي شُعَيْبٍ حَدَّثَنَا مُوسَى بْنُ أَعْيَنَ حَدَّثَنَا إِسْحَاقُ بْنُ رَاشِدٍ أَنَّ الزُّهْرِيَّ حَدَّثَهُ قَالَ أَخْبَرَنِي عَبْدُ الرَّحْمَنِ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ كَعْبِ بْنِ مَالِكٍ عَنْ أَبِيهِ قَالَ سَمِعْتُ أَبِي كَعْبَ بْنَ مَالِكٍ وَهُوَ أَحَدُ الثَّلَاثَةِ الَّذِينَ تِيبَ عَلَيْهِمْ أَنَّهُ لَمْ يَتَخَلَّفْ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي غَزْوَةٍ غَزَاهَا قَطُّ غَيْرَ غَزْوَتَيْنِ غَزْوَةِ الْعُسْرَةِ وَغَزْوَةِ بَدْرٍ قَالَ فَأَجْمَعْتُ صِدْقِي رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ضُحًى وَكَانَ قَلَّمَا يَقْدَمُ مِنْ سَفَرٍ سَافَرَهُ إِلَّا ضُحًى وَكَانَ يَبْدَأُ بِالْمَسْجِدِ فَيَرْكَعُ رَكْعَتَيْنِ وَنَهَى النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ كَلَامِي وَكَلَامِ صَاحِبَيَّ وَلَمْ يَنْهَ عَنْ كَلَامِ أَحَدٍ مِنْ الْمُتَخَلِّفِينَ غَيْرِنَا فَاجْتَنَبَ النَّاسُ كَلَامَنَا فَلَبِثْتُ كَذَلِكَ حَتَّى طَالَ عَلَيَّ الْأَمْرُ وَمَا مِنْ شَيْءٍ أَهَمُّ إِلَيَّ مِنْ أَنْ أَمُوتَ فَلَا يُصَلِّي عَلَيَّ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَوْ يَمُوتَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَكُونَ مِنْ النَّاسِ بِتِلْكَ الْمَنْزِلَةِ فَلَا يُكَلِّمُنِي أَحَدٌ مِنْهُمْ وَلَا يُصَلِّي وَلَا يُسَلِّمُ عَلَيَّ فَأَنْزَلَ اللَّهُ تَوْبَتَنَا عَلَى نَبِيِّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حِينَ بَقِيَ الثُّلُثُ الْآخِرُ مِنْ اللَّيْلِ وَرَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عِنْدَ أُمِّ سَلَمَةَ وَكَانَتْ أُمُّ سَلَمَةَ مُحْسِنَةً فِي شَأْنِي مَعْنِيَّةً فِي أَمْرِي فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَا أُمَّ سَلَمَةَ تِيبَ عَلَى كَعْبٍ قَالَتْ أَفَلَا أُرْسِلُ إِلَيْهِ فَأُبَشِّرَهُ قَالَ إِذًا يَحْطِمَكُمْ النَّاسُ فَيَمْنَعُونَكُمْ النَّوْمَ سَائِرَ اللَّيْلَةِ حَتَّى إِذَا صَلَّى رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ صَلَاةَ الْفَجْرِ آذَنَ بِتَوْبَةِ اللَّهِ عَلَيْنَا وَكَانَ إِذَا اسْتَبْشَرَ اسْتَنَارَ وَجْهُهُ حَتَّى كَأَنَّهُ قِطْعَةٌ مِنْ الْقَمَرِ وَكُنَّا أَيُّهَا الثَّلَاثَةُ الَّذِينَ خُلِّفُوا عَنْ الْأَمْرِ الَّذِي قُبِلَ مِنْ هَؤُلَاءِ الَّذِينَ اعْتَذَرُوا حِينَ أَنْزَلَ اللَّهُ لَنَا التَّوْبَةَ فَلَمَّا ذُكِرَ الَّذِينَ كَذَبُوا رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ الْمُتَخَلِّفِينَ وَاعْتَذَرُوا بِالْبَاطِلِ ذُكِرُوا بِشَرِّ مَا ذُكِرَ بِهِ أَحَدٌ قَالَ اللَّهُ سُبْحَانَهُ { يَعْتَذِرُونَ إِلَيْكُمْ إِذَا رَجَعْتُمْ إِلَيْهِمْ قُلْ لَا تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّأَنَا اللَّهُ مِنْ أَخْبَارِكُمْ وَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ } الْآيَةَ

 

14.  Tebük seferinden çıkarılacak İbretler Ve Öğütler

 

a. Mal ile cihadın önemi: İslam düşmanlarına karşı uygulana­cak cihad, sadece savaşmakla bitmez, aksine sefere çıkmak silâh, mal ve nafa­kayla olur. Müslümanlar için, her birinin gücüne göre ve esa­sen cihadı yürütecek derecede bağışta bulunması kaçınılmaz ödev­dir.

Fukâhâ, devlet cihad için gerekli nafakayı te'minde güçlük çekerse, halka gücü ve ihtiyaç nispetinde vergi yüklemesini caiz görmüştür.

 

b) Münafıklar,  Karakterleri ve İslâm için tehlikelerinin ciddiyeti: Tebük seferi, Kitâbuîlah'ın beyanı ve onu tafsil eden ilgili ha­disten anlaşılıyor ki, başka hiçbir gazve bu dereceye ulaşmamıştır. Nitekim Tevbe süresindeki âyetleri, oku­yunca bunu görüyoruz. Ayrıca bu âyetlerin ağırlık merkezini, Al­lah yolunda “mal ve nefisle cihad”ın önemi teşkil eder. Bu da Müslümanların, dinlerindeki sadakatin delilidir.

 

Bu hadisteki ders ise, her asırda Müslümanlar için baş tehlike­nin, nifak olayı ve münafıklar olduğunun açıklanması olacak. Bu şu demektir: İslâm bir dâvadır ki, başta cihadı ve güçlüklere karşı dayanmayı esas alır. Böylece de, doğru ile yalancı anlaşılır, mü'minin imanı da münafıkın karanlık ruhundan seçilir.

 

Tebük olayı ise, bu Kur'an’î dersin başlıca malzemesi olmuştur. Çünkü bu gaza ile Müslümanlar her zamankinden çok tecrübelenmiş ve ilâhî uyarı ve ihbara mazhar olmuşlar. Böylece de Me­dine'de peçe düşüp nifak açığa çıktı. Samimi Müslüman’la münafık tam anlamıyla anlaşılmış, tanınmış oldu. Bunun üzerine de, ardı ardına ayetler gelip, onları suçüstü yakalayıp sırlarını Müslümanlara bildirerek, her zaman ve her yerde onları tanıyıp, şerlerinden sa­kınmalarının yolunu gösterdi.

 

Müslüman için, en büyük aldanma ve belâya uğra­manın, münafıklardan, geldiğini, düşmanlarının onlara saldırma yolun da sade­ce ve sadece nifak kapısından ve münafıklar yönünden mümkün olur. Müslüman’a hiçbir düşmanı da, münafıkların hazırladığı tuzağı hazırlamaz, hazırlayamaz. Zaaf, fesad ve tefrika gibi iki mikrop da kimseden değil yalnız münafıklardan bulaşır.

 

Münafıklardan gelen tehlikeler gizlidir. İslâm adına savaşır görünürken, ona kendi silahıyla oyun hazırlarlar. Dinin hükümleriyle, “Islâh” ediyoruz diyerek oynarlar. Dinin ruhuna, şeriatın özüne dö­nüyoruz diyerek yürürler. Ondan (telfik yoluyla) karma hükümler elde etmeye çalışırlar. Maksat efendilerine ve dostlarına şirin gö­rünmek ve kendi geleceklerini tahakkuk ettirmektir. İstikbâl hazır­lamaktır.

 

Bu bahisten Müslüman’ın çıkaracağı en mühim ders ise şudur: Müslüman dış düşmandan açıkça gelenden bir korunursa, münafık tiplerden bin korunmalı. Ve savaşacaksa, ilk hedefin bunların oldu­ğudur.

 

d) Ehl-i kitab ve cizye: Bu gazvede, Ehl-i Kitab'dan cizye al­manın meşru olduğunun delili de vardır. Böylece onlar da mal ve canlarını kurtarmış olurlar, Ciz­ye ise esasta mâli bir vergi olup, Müslümanların zekât vermesine denk bir ödevdir. Ancak aralarında elbette çok büyük fark var. Ze­kât hem dini, hem idarî esasa bağlı (hem ibâdet, hem vatandaşlık ödevi) iken, cizye sadece idarî bir sorumluluk esasına dayanır. O halde, cizyeyi vermek üzere itaat eden ehl-i kitab, kendi nefsinde dini benimseyip ona bağlanmasa da, idari yönden İslam ahkâmına boyun eğmiş, itaati kabullenmiştir... İslâm cemiyetine girmiştir. O halde, onların İslâm ahkâmına muhalif bir tavır almaları, umumî hükümlere ters davranmaları mümkün değildir. Ancak kendi kanaatlerince dinlerinin gereği olanı yaparlar. Şarap içmek gibi...

 

e) Geçmiş ve Lanete Uğramış Kavimler: Resûlullah'ın, Semûd kavminin harabelerinden geçerken söyle­dikleriyle Müslümanların o türlü milletlerin yurtlarına girmesi, Allah'ın helak ettiği eski kavimlerin yerinde iskânı hoş görülmemiştir. Hattâ kalıntılarının yanından geçmek bile... Sadece onların başına gelenlerden ibret almak için görmek mümkündür. Çünkü bu harabeler Cenâb-ı Hakk'ın o kavme gazabının müşahede edildiği yerlerdir. Ve onların dilinde bu ilâhî gazap ve sebebi tescil edilmiştir. İlâ nihâye de duracak... Şüphesiz Al­lah bu izleri gelecek her milletin ibret alması için bırakmıştır. Ba­sireti olan görecektir.

 

İnsanın bu tür kalıntıları, tarihî nakışları bina ya­pılarını incelerken, ondaki mânâyı ve ilâhi muradı düşünmeden, kaygısız, şuursuz görüp geçmesi müthiş bir yanılgıdır. Esasen yeryü­zünde bu türden ne dersler alınacak şeyler var. Ve sanki hep “Ey basiret sahipleri, bizden ibret alın” diye lisan-ı hâl ile insanlığı sü­rekli ihtar etmektedirler. Ama insanların bunu duyacağı mı var? Şeytanları onlara ne telkin ederse ona bakarlar. Ve sadece kalın­tının, tarihine, san'at değerine, üslûbuna bakıp geçerler.

 

f) Şimdi bir de Resûlullah'ın münafıklara karşı kullandığı idâri metodla, müslümanlara karşı davranışı arasındaki ince farka dikkat edelim: Gördük ki bu seferde birçok münafık geri kaldı. Sonra gelip bin türlü yalan ve dolanla özür dilediler. Resûlullah da onların dış yüzlerine göre mazeretlerini kabul etmiş oldu. Ama iç âlemlerindekini aziz ve celil olan Allah'a havale etti. Onlarla musafaha etti.

Az bir miktar da mü'minlerden vardı, sefere çıkmayan. Ama bunların gönlünde bir şüphe veya nifak yoktu. Zaten de, O'na gelip özür beyan edip af dilerken, gerçeğiyle itiraf etmişlerdi. Özür uydurmadan, yalan söylemeden müsamaha dilemişlerdi. Hâlbuki bun­lara yüz vermedi, onları cezalandırdı, ellerini bile tutmadı. Allah'ın ferman indirmesine kadar, bu zevatın ne çileler çektiğini de yuka­rıda gördünüz.

Neden acaba? Neden münafıklara böyle hoşgörüyü, sadık mü'minlere bunca sert cezayı tercih etti?

 

Cevab: Bu makamda şiddet ve sıkıntı, yüceliğe ve şerefe dair bir işarettir. Münafık asla buna ulaşamaz. Nasıl nail ola­bilir ki bir münafık; hakkında âyet inerek affedildiğinin bildirilmesi gibi bir iltifata?

 

Münafıklar ne halde bulunursa bulunsunlar kâfir dam­gasıyla damgalıdırlar. Onların bu dünyada gösterip durdukları da, âhirette esfel derekede kalmalarını önleyemeyecektir. Ama Şâri-i Mübin (cc) onları zahirde göründükleri ve gösterdikleri dünyevi tavırla karşılamamızı, öyle adlandırmamızı ve ahkâmı da buna gö­re uygulamamızı emreder. Öyleyse içlerinde gizlediklerini ve söz­lerinin altında yatanı, tahkik kendilerinden sâdır olan yalandan ötü­rü, dünyada iken muahaze etmemizi caiz görmez. O halde biz mü1minlere nasıl sade (ahkâm ve muameleyi) zahire göre uygularsak, onlara da hâl ve akidelerinde zahirde gördüğümüze göre tavır ta­kınırız.

 

İbnü'l-Kayyım şöyle der: Allah kullarının cürümlerine karşı böy­le muamele eder. Mü'min kulunu te'dip eder, çünkü o kendi nezdinde sevgili ve şereflidir. Onu az bir zilletle uyarıp sakındırır... Ama kendi gözünden düşenlere ve emrine ters gidenlere gelince, günahla barıştırır, o günah işledikçe de (iyice azıtsın diye) ona nimetini artırır.

Kâab'dan Nakledilen Bu Uzunca Hadiste Çok Önem­li Ders Ve İbretler Var. Şimdi Onları Özetleyelim

 

1. Dini sebeple tehcir caizdir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müslümanları Kâab ve iki arkadaşıyla uzun bir süre konuşmaktan men etmiştir. İbnu'l-Kayyım bunu şöyle açıklar: Buradan anlaşılıyor ki bu tür hacredilmiş kimsenin selâmını almak vâcib değildir. Çünkü bu Kâab'ın söylediklerinde vardır: “Ben çıkıp Müslümanlarla bir­likte namaz kılıyordum. Resûlullah'a gelince de o namaz sonu mec­liste otururken ona selâm veriyordum. Ve bakıyordum dudakları kıpırdayıp benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?”

Yani bu halde selâmı çevirmesi vâcib olsa elbette alırdı ve o da bunu işitirdi...

 

2. Şükür secdesi ibadette meşrudur. Kâab (r.a.)'ın ken­disine, tövbesinin kabul olduğunu haber veren müjdecinin sesini du­yunca yaptığı secde buna delildir.

İbnü'l-Kayyım bu hususta da şunu söyler: Hz. Ebû Bekir (ra)'de kendisine Müseylimetü'1-Kez-zâb'ın öldürüldüğü haberi ulaşınca böyle secde etmişti.

Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) Hâricilerden “Zû Sedye”nin ölüsünü görünce secde et­mişti.

Resûlullah (s.a.v.) da, Cebrail'in, kendisine, salât ü selâm ge­tiren kimseye Allah'ın on kere selâm edeceğini müjdelemesi üzerine şükür secdesi etmişti[7].

 

TABERÎ TEFSİRİNDE TEVBE 118. AYETİN TEFSİRİ[8]

وَعَلَى الثَّلَاثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللَّهِ إِلَّا إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (118)

 

القول في تأويل قوله : { وَعَلَى الثَّلاثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لا مَلْجَأَ مِنَ اللَّهِ إِلا إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (118) }

قال أبو جعفر: يقول تعالى ذكره:(لقد تاب الله على النبيّ والمهاجرين والأنصار) =(وعلى الثلاثة الذين خُلِّفوا)، وهؤلاء الثلاثة الذين وصفهم الله في هذه الآية بما وصفهم به فيما قيل، هم الآخرون الذين قال جل ثناؤه:( وآخرون مرجون لأمر الله إما يعذبهم وإما يتوب عليهم والله عليم حكيم ) [سورة التوبة: 106]، فتاب عليهم عز ذكره وتفضل عليهم.

وقد مضى ذكر من قال ذلك من أهل التأويل، بما أغنى عن إعادته في هذا الموضع. قال أبو جعفر: فتأويل الكلام إذًا: ولقد تاب الله على الثلاثة الذين خلفهم الله عن التوبة، فأرجأهم عمَّن تاب عليه ممن تخلف عن رسول الله صلى الله عليه وسلم، كما:-

17431- حدثنا الحسن بن يحيى قال، أخبرنا عبد الرزاق قال، أخبرنا معمر، عمن سمع عكرمة في قوله:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، قال: خُلِّفوا عن التوبة.

17432- حدثنا بشر قال، حدثنا يزيد قال، حدثنا سعيد، عن قتادة: أما قوله:(خلفوا) ، فخلِّفوا عن التوبة.

 (حتى إذا ضاقت عليهم الأرض بما رحبت) ، يقول: بسعتها،  غمًّا وندمًا على تخلفهم عن الجهاد مع رسول الله صلى الله عليه وسلم =(وضاقت عليهم أنفسهم) ، بما نالهم من الوَجْد والكرْب بذلك =(وظنوا أن لا ملجأ) ، يقول: وأيقنوا بقلوبهم أن لا شيء لهم يلجأون إليه مما نزل بهم من أمر الله من البلاء، بتخلفهم خِلافَ رسول الله صلى الله عليه وسلم، ينجيهم من كربه، ولا مما يحذرون من عذاب الله، إلا الله، ثم رزقهم الإنابة إلى طاعته، والرجوع إلى ما يرضيه عنهم، لينيبوا إليه، ويرجعوا إلى طاعته والانتهاء إلى أمره ونهيه =(إن الله هو التواب الرحيم) ، يقول: إن الله هو الوهّاب لعباده الإنابة إلى طاعته، الموفقُ من أحبَّ توفيقه منهم لما يرضيه عنه =(الرحيم)، بهم، أن يعاقبهم بعد التوبة، أو يخذل من أراد منهم التوبةَ والإنابةَ ولا يتوب عليه.[9]

وبنحو الذي قلنا في ذلك قال أهل التأويل.

ذكر من قال ذلك:

17433- حدثنا ابن وكيع قال، حدثنا أبو معاوية، عن الأعمش، عن أبي سفيان، عن جابر في قوله:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، قال: كعب بن مالك، وهلال بن أمية، ومُرارة بن الربيع، وكلهم من الأنصار.[10]

17434- حدثني عبيد بن محمد الوراق قال، حدثنا أبو أسامة، عن الأعمش، عن أبي سفيان، عن جابر بنحوه = إلا أنه قال: ومرارة بن الربيع، أو: ابن ربيعة، شكّ أبو أسامة.[11]

17435- حدثنا ابن وكيع قال، حدثنا أبي، عن إسرائيل، عن جابر، عن عكرمة وعامر:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، قال: أرْجئوا، في أوسط "براءة".

17436- حدثنا القاسم قال، حدثنا الحسين قال، حدثني حجاج، عن ابن جريج، عن مجاهد:(الثلاثة الذين خلفوا) ، قال: الذين أرجئوا في أوسط "براءة"، قوله:( وَآخَرُونَ مُرْجَوْنَ لأمْرِ اللَّهِ ) ، [سورة التوبة: 106] هلال بن أمية، ومرارة بن رِبْعيّ، وكعب بن مالك.[12]

17437- حدثني المثنى قال، حدثنا أبو حذيفة قال، حدثنا شبل، عن ابن أبي نجيح، عن مجاهد:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، الذين أرجئوا في وسط "براءة".

17438- حدثنا ابن وكيع قال، حدثنا أبي، عن أبيه، عن ليث، عن مجاهد:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، قال: كلهم من الأنصار: هلال بن أمية، ومرارة بن ربيعة، وكعب بن مالك.

17439-...... قال، حدثنا ابن نمير، عن ورقاء، عن ابن أبي نجيح، عن مجاهد:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، قال: الذين أرجئوا.

17440-...... قال، حدثنا جرير، عن يعقوب، عن جعفر، عن سعيد قال:(الثلاثة الذين خلفوا) ، كعب بن مالك وكان شاعرا، ومرارة بن الربيع، وهلال ابن أمية، وكلهم أنصاريّ.[13]

17441-...... قال، حدثنا أبو خالد الأحمر، والمحاربي، عن جويبر، عن الضحاك قال: كلهم من الأنصار: هلال بن أمية، ومرارة بن الربيع، وكعب بن مالك.

 

17442- حدثني المثنى قال، حدثنا عمرو بن عون قال: أخبرنا هاشم، عن جويبر، عن الضحاك قوله:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، قال: هلال بن أمية، وكعب بن مالك، ومرارة بن الربيع، كلهم من الأنصار.

17443- حدثنا بشر قال، حدثنا يزيد قال، حدثنا سعيد، عن قتادة قوله:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، إلى قوله:(ثم تاب عليهم ليتوبوا إن الله هو التواب الرحيم) ، كعب بن مالك، وهلال بن أمية، ومرارة بن ربيعة، تخلفوا في غزوة تبوك. ذكر لنا أن كعب بن مالك أوثق نفسه إلى سارية، فقال: لا أطلقها = أو لا أطلق نفسي[14] = حتى يُطلقني رسول الله صلى الله عليه وسلم! فقال رسول الله: والله لا أطلقه حتى يطلقه ربُّه إن شاء! وأما الآخر فكان تخلف على حائط له كان أدرك،[15]  فجعله صدقة في سبيل الله، وقال: والله لا أطعمه! وأما الآخر فركب المفاوز يتبع رسول الله، ترفعه أرض وتَضَعه أخرى، وقدماه تَشَلْشَلان دمًا.[16]

17444- حدثنا ابن وكيع قال، حدثنا عبيد الله، عن إسرائيل، عن السدي، عن أبي مالك قال:(الثلاثة الذين خلفوا) ، هلال بن أمية، وكعب بن مالك، ومرارة بن ربيعة.

17445-...... قال، حدثنا أبو داود الحفري، عن سلام أبي الأحوص، عن سعيد بن مسروق، عن عكرمة:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، قال: هلال بن أمية، ومرارة، وكعب بن مالك.

17446- حدثني يعقوب قال، حدثنا ابن علية قال، أخبرنا ابن عون،

عن عمر بن كثير بن أفلح قال: قال كعب بن مالك: ما كنت في غَزاة أيسر للظهر والنفقة مني في تلك الغَزاة! قال كعب بن مالك: لما خرج رسول الله صلى الله عليه وسلم قلت: "أتجهز غدًا ثم ألحقه"، فأخذت في جَهازي، فأمسيت ولم أفرغ. فلما كان اليوم الثالث، أخذت في جهازي، فأمسيت ولم أفرغ، فقلت: هيهات! سار الناس ثلاثًا! فأقمت. فلما قدم رسول الله صلى الله عليه وسلم، جعل الناس يعتذرون إليه، فجئت حتى قمت بين يديه، فقلت: ما كنت في غَزاة أيسر للظهر والنفقة مني في هذه الغزاة! فأعرض عني رسول الله صلى الله عليه وسلم، فأمر الناس أن ألا يكلمونا، وأمِرَتْ نساؤنا أن يتحوَّلن عنَّا. قال: فتسوَّرت حائطا ذات يوم، فإذا أنا بجابر بن عبد الله، فقلت: أيْ جابر! نشدتك بالله، هل علمتَني غششت الله ورسوله يومًا قطُّ؟ فسكت عني فجعل لا يكلمني.[17] فبينا أنا ذات يوم، إذ سمعت رجلا على الثنيَّة يقول: كعب! كعب! حتى دنا مني، فقال: بشِّروا كعبًا.[18]

17447- حدثني يونس قال، أخبرنا ابن وهب قال، أخبرني يونس، عن ابن شهاب قال: غزا رسول الله صلى الله عليه وسلم غزوة تبوك، وهو يريد الروم ونصارى العرب بالشام، حتى إذا بلغ تبوك، أقام بها بضع عشرة ليلة، ولقيه بها وفد أذْرُح ووفد أيلة، فصَالحهم رسول الله صلى الله عليه وسلم على الجزية، ثم قَفَل رسول الله صلى الله عليه وسلم من تبوك ولم يجاوزها، وأنزل الله:(لقد تاب الله على النبي والمهاجرين والأنصار الذين اتبعوا في ساعة العسرة) ، الآية،

والثلاثة الذين خلفوا: رَهْطٌ منهم: كعب بن مالك، وهو أحد بني سَلِمة، ومرارة بن ربيعة، وهو أحد بني عمرو بن عوف، وهلال بن أمية، وهو من بني واقف، وكانوا تخلفوا عن رسول الله صلى الله عليه وسلم في تلك الغزوة في بضعة وثمانين رجلا. فلما رجع رسول الله صلى الله عليه وسلم إلى المدينة، صَدَقه أولئك حديثهم، واعترفوا بذنوبهم، وكذب سائرهم، فحلفوا لرسول الله صلى الله عليه وسلم: ما حبسهم إلا العذر، فقبل منهم رسول الله وبايعهم، ووكَلَهم في سرائرهم إلى الله، ونهى رسول الله صلى الله عليه وسلم عن كلام الذين خُلِّفوا، وقال لهم حين حدَّثوه حديثهم واعترفوا بذنوبهم: قد صدقتم، فقوموا حتى يقضى الله فيكم. فلما أنزل الله القرآن، تاب على الثلاثة، وقال للآخرين:( سيحلفون بالله لكم إذا انقلبتم إليهم لتعرضوا عنهم ) ، حتى بلغ:( لا يَرْضَى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ ) [سورة التوبة: 95، 96].

= قال ابن شهاب: وأخبرني عبد الرحمن بن عبد الله بن كعب بن مالك: أن عبد الله بن كعب بن مالك = وكان قائد كعبٍ من بنيه حين عَمي = قال: سمعت كعب بن مالك يحدِّث حديثه حين تخلف عن رسول الله صلى الله عليه وسلم في غزوة تبوك. قال كعب: لم أتخلَّف عن رسول الله صلى الله عليه وسلم في غزوة غزاها قط، إلا في غزوة تبوك، غير أني قد تخلفت في غزوة بدر، ولم يعاتبْ أحدًا تخلف عنها، إنما خرج رسول الله صلى الله عليه وسلم والمسلمون يريدون عِيرَ قريش، حتى جمع الله بينهم وبين عدوّهم على غير ميعاد. ولقد شهدتُ مع رسول الله صلى الله عليه وسلم ليلة العقبة، حين تواثقنا على الإسلام، وما أحبُّ أن لي بها مشهد بدر، وإن كانت بدر أذكرَ في الناس منها.[19]

= فكان من خبري حين تخلفت عن النبي صلى الله عليه وسلم في غزوة تبوك،

أني لم أكن قط أقوى ولا أيسرَ مني حين تخلفت عنه في تلك الغزوة، والله ما جمعت قبلها راحلتين قطُّ حتى جمعْتُهما في تلك الغزوة. فغزاها رسول الله صلى الله عليه وسلم في حرٍّ شديد، واستقبل سفرًا بعيدًا ومفاوِزَ، واستقبل عدوًّا كثيرًا، فجلَّى للمسلمين أمرهم ليتأهَّبُوا أهبة غزوهم، فأخبرهم بوجهه الذي يريد، والمسلمون مع النبي صلى الله عليه وسلم كثير، ولا يجمعهم كتاب حافظٌ = يريد بذلك: الديوان = قال كعب: فما رجلٌ يريد أن يتغيّب إلا يظنَّ أن ذلك سيخفى، ما لم ينزل فيه وَحْيٌ من الله. وغزا رسول الله تلك الغزوة حين طابت الثمار والظلال، وأنا إليهما أصعَرُ.[20] فتجهز رسول الله صلى الله عليه وسلم والمسلمون معه، وطفقت أغدو لكي أتجهز معهم، [فأرجع ولم أقض شيئًا، وأقول في نفسي: "أنا قادر على ذلك إذا أردت!"، فلم يزل ذلك يتمادى بي، حتى استمرّ بالناس الجدُّ. فأصبح رسول الله صلى الله عليه وسلم غاديًا والمسلمون معه]،[21] ولم أقض من جَهازي شيئًا، ثم غدوت فرجعت ولم أقض شيئًا. فلم يزل ذلك يتمادى [بي]،[22] حتى أسرعوا وتفارط الغزْوُ،[23]  وهممت أن أرتحل فأدركهم، فيا ليتني فعلت، فلم يُقْدَر ذلك لي. فطفقت إذا خرجت في الناس بعد خروج النبي صلى الله عليه وسلم يحزنني أنّي لا أرى لي أسوةً إلا رجلا مغموصًا عليه في النفاق،[24]  أو رجلا ممن عذر الله من الضعفاء. ولم يذكرني رسول الله صلى الله عليه وسلم حتى بلغ تبوك، فقال وهو جالس في القوم بتبوك: ما فعل كعب بن مالك؟ فقال رجل من بني سَلِمَة: يا رسول الله، حبسه بُرْداه، والنظر في عِطْفيْه![25] [فقال معاذ بن جبل: بئس ما قلت! والله يا رسول الله، ما علمنا عليه إلا خيرًا][26]! فسكت رسول الله صلى الله عليه وسلم، فبينا هو على ذلك، رأى رجلا مُبَيِّضًا يزول به السرابُ،[27]  فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: كن أبا خيثمة! فإذا هو أبو خيثمة الأنصاري، وهو الذي تصدَّق بصاع التمر، فلمزه المنافقون.[28]

= قال كعب: فلما بلغني أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قد توجَّه قافلا من تبوك، حضرني بثِّي،[29]  فطفقت أتذكر الكذب، وأقول: "بم أخرج من سَخَطه غدًا" ؟ وأستعين على ذلك بكل ذي رأي من أهلي. فلما قيل: "إن رسول الله صلى الله عليه وسلم قد أظَلّ قادمًا!"، زاح عني الباطل،[30]  حتى عرفت أني لن أنجو منه بشيء أبدًا، فأجمعت صدقه،[31]  وصَبح رسول الله صلى الله عليه وسلم قادمًا،[32]  وكان إذا قدم من سفر، بدأ بالمسجد فركع فيه ركعتين، ثم جلس للناس. فلما فعل ذلك، جاءه المخلفون فطفقوا يعتذرون إليه ويحلفون له، وكانوا بضعة وثمانين رجلا فقبل منهم رسول الله صلى الله عليه وسلم علانيتهم وبايعهم واستغفر لهم، ووكل سرائرهم إلى الله. حتى جئتُ، فلما سلمت تبسم تبسُّم المغْضَب، ثم قال: تعالَ! فجئت أمشي حتى جلست بين يديه، فقال لي: ما خلَّفك؟ ألم تكن قد ابتعت ظهرك؟ قال قلت: يا رسول الله، إني والله لو جلست عند غيرك من أهل الدنيا، لرأيت أني سأخرج من سَخَطه بعذرٍ، لقد أعطيتُ جدلا[33]

ولكني والله لقد علمت لئن حدَّثتك اليوم حديثَ كذبٍ ترضى به عني، ليوشكنّ الله أن يُسْخِطَك عليّ، ولئن حدثتك حديث صِدْق تَجدُ عليّ فيه،[34]  إني لأرجو فيه عفوَ الله،[35]  والله ما كان لي عُذْر! والله ما كنت قطُّ أقوى ولا أيسرَ مني حين تخلفت عنك! فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: أمّا هذا فقد صَدَق، قم حتى يقضي الله فيك! فقمت، وثار رجال من بني سلمة فاتبعوني وقالوا: والله ما علمناك أذنبت ذنبًا قبل هذا! لقد عجزتَ في أن لا تكون اعتذرت إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم بما اعتذر به المتخلفون،[36]  فقد كان كافِيَك ذنبك استغفارُ رسول الله صلى الله عليه وسلم لك! قال: فوالله ما زالوا يؤنِّبونني حتى أردت أن أرجع إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم فأكذّبَ نفسي! قال: ثم قلت لهم: هل لَقي هذا معي أحدٌ؟ قالوا: نعم، لقيه معك رجلان قالا مثلَ ما قلت، وقيل لهما مثل ما قيل لك. قال: قلت من هما؟ قالوا: مرارة بن ربيع العامري،[37]  وهلال بن أمية الواقفي. قال: فذكروا لي رجلين صالحين قد شهدا بدرًا، فيهما أسوة.[38] قال: فمضيت حين ذكروهما لي.[39]

= ونهى رسول الله صلى الله عليه وسلم المسلمين عن كلامنا أيُّها الثلاثة،[40]  من بين من تخلّف عنه. قال: فاجتنبنا الناسُ وتغيَّروا لنا، حتى تنكرت لي في نفسي الأرض، فما هي بالأرض التي أعرف. فلبثنا على ذلك خمسين ليلةً، فأمّا صاحباي فاستكانا وقعدا في بيوتهما يبكيان، وأمّا أنا فكنت أشبَّ القوم وأجلدهم، فكنت أخرج وأشهد الصلاة وأطوف في الأسواق، ولا يكلمني أحدٌ، وآتي رسول الله صلى الله عليه وسلم فأسلم عليه وهو في مجلسه بعد الصلاة، فأقول في نفسي: "هل حرك شفتيه بردّ السلام أم لا؟"، ثم أصلي معه، وأسارقه النظر، فإذا أقبلتُ على صلاتي نظر إلي، وإذا التفت نحوه أعرض عني، حتى إذا طال ذلك عليّ من جفوة المسلمين، مشيت حتى تسوَّرت جدار حائط أبي قتادة = وهو ابن عمي، وأحبُّ الناس إليّ = فسلمت عليه، فوالله ما ردّ علي السلام! فقلت: يا أبا قتادة، أنشدك بالله، هل تعلم أني أحب الله ورسوله؟ فسكت. قال: فعُدْت فناشدته، فسكت، فعدت فناشدته، فقال: الله ورسوله أعلم! ففاضت عيناي، وتولَّيت حتى تسوَّرت الجدار.

= فبينا أنا أمشي في سوق المدينة، إذا بنبطيّ من نَبَط أهل الشام ممن قدم بالطعام يبيعه بالمدينة، يقول: من يدلُّ على كعب بن مالك؟ قال: فطفق الناس يشيرون

له، حتى جاءني، فدفع إليَّ كتابًا من ملك غسان، وكنت كاتبًا، فقرأته، فإذا فيه: "أما بعدُ، فإنه قد بلغنا أن صاحبك قد جفاك، ولم يجعلك الله بدار هَوَانٍ ولا مَضْيَعةٍ، فالحق بنا نُوَاسِك".

= قال: فقلت حين قرأته: وهذا أيضًا من البلاء!! فتأمَّمتُ به التنُّور فسجرته به.[41] حتى إذا مضت أربعون من الخمسين، واستلبث الوحي،[42]  إذا رسولُ رسولِ الله صلى الله عليه وسلم يأتيني فقال: إن رسول الله صلى الله عليه وسلم يأمرك أن تعتزل امرأتك. قال فقلت: أطلِّقها، أم ماذا أفعل؟ قال: لا بل اعتزلها فلا تقربها. قال: وأرسل إلى صاحبي بذلك. قال: فقلت لامرأتي: الحقي بأهلك فكوني عندهم حتى يقضي الله في هذا الأمر.[43]

= قال: فجاءت امرأة هلالٍ رسولَ الله صلى الله عليه وسلم فقالت: يا رسول الله، إن هلال بن أمية شيخ ضائع ليس له خادمٌ، فهل تكره أن أخدُمَه؟ فقال: لا ولكن لا يقرَبَنْكِ! قالت فقلت: إنه والله ما به حركة إلى شيء! ووالله ما زال يبكي مُنْذ كان من أمره ما كان إلى يومه هذا! قال: فقال لي بعض أهلي: لو استأذنت رسول الله صلى الله عليه وسلم في امرأتك، فقد أذن لامرأة هلال أن تخدُمه؟ قال فقلت: لا أستأذن فيها رسول الله صلى الله عليه وسلم، وما يدريني ماذا يقول لي إذا استأذنته فيها، وأنا رجل شابٌّ!

= فلبثت بعد ذلك عشر ليالٍ، فكمل لنا خمسون ليلةً من حين نهى رسول الله صلى الله عليه وسلم عن كلامنا.[44] قال: ثم صليت صلاة الفجر صباحَ خمسين ليلة على ظهر بيتٍ من بيوتنا، فبينا أنا جالس على الحال التي ذكر الله منّا،[45]  قد ضاقت عليّ نفسي وضاقت عليّ الأرض بما رحبت، سمعتُ صوت صارخٍ أوْفى على جبل سَلْع،[46]  يقول بأعلى صوته: يا كعب بن مالك أبشر! قال: فخررت ساجدًا، وعرفت أن قد جاء فرجٌ. قال: وآذن رسول الله صلى الله عليه وسلم بتوبة الله علينا حين صلى صلاة الفجر،[47]  فذهب الناس يبشروننا،[48]  فذهب قِبَلَ صاحبي مبشرون، وركض رجل إلي فرسًا، وسعى ساعٍ من أسْلَم قِبَلي وأوفى على الجبل، وكان الصوت أسرعَ من الفرس. فلما جاءني الذي سمعت صوته يبشرني، نزعت له ثوبيَّ فكسوتهما إياه ببشارته، والله ما أملك غيرهما يومئذ، واستعرت ثوبين فلبستهما، وانطلقت أتأمم رسول الله صلى الله عليه وسلم.

فتلقَّاني الناس فوجًا فوجًا يهنئوني بالتوبة ويقولون: لِتَهْنِكَ توبة الله عليك![49] حتى دخلت المسجد، فإذا رسول الله صلى الله عليه وسلم جالس في المسجد حوله الناس، فقام إليّ طلحة بن عبيد الله يُهَرول حتى صافحني، وهنأني، والله ما قام رجل من المهاجرين غيره = قال: فكان كعب لا ينساها لطلحة[50]  = قال كعب: فلما سلمت على رسول الله صلى الله عليه وسلم قال، وهو يبرُقُ وجهه من السرور: أبشر بخير يومٍ مرَّ عليك منذ ولدتك أمك! فقلت: أمن عندك، يا رسول الله، أم من عند الله؟ قال: لا بل من عند الله! وكان رسول الله صلى الله عليه وسلم إذا سُرَّ استنار وجهه، حتى كأن وجه قطعة قمر، وكنا نعرف ذلك منه.

= قال: فلما جلست بين يديه قلت: يا رسول الله، إن من توبتي أن أنخلع من مالي صدقةً إلى الله وإلى رسوله[51]. فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: أمسك بعض مالك، فهو خيرٌ لك! قال فقلت: فإني أمسك سهمي الذي بخيبر. وقلت: يا رسول الله، إن الله إنما أنجاني بالصدق، وإنّ من توبتي أن لا أحدِّث إلا صدقًا ما بقيت! قال: فوالله ما علمت أحدًا من المسلمين ابتلاه الله في صِدْق الحديث، منذ ذكرت ذلك لرسول الله عليه السلام، أحسن مما ابتلاني،[52]

والله ما تعمَّدت كِذْبَةً منذ قلت ذلك لرسول الله صلى الله عليه وسلم إلى يومي هذا، وإني أرجو أن يحفظني الله فيما بقي. قال: فأنزل الله:(لقد تابَ الله على النبي) ، حتى بلغ:(وعلى الثلاثة الذين خُلِّفوا) ، إلى:(اتقوا الله وكونوا مع الصادقين) .

= قال كعب: والله ما أنعم الله عليّ من نعمةٍ قطُّ بعد أن هَدَاني للإسلام أعظمَ في نفسي من صدقي رسولَ الله صلى الله عليه وسلم، أن لا أكون كذبته،[53]  فأهلك كما هلك الذين كذبوه، فإن الله قال للذين كذبوا، حين أنزل الوحي، شَرَّ ما قال لأحدٍ:( سيحلفون بالله لكم إذا انقلبتم إليهم لتعرضوا عنهم فأعرضوا عنهم إنهم رجس ومأواهم جهنم جزاء بما كانوا يكسبون ) ، إلى قوله:( لا يَرْضَى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ ) ، [سورة التوبة: 95، 96].

= قال كعب: خُلِّفنا، أيها الثلاثة،[54]  عن أمر أولئك الذين قَبِلَ رسول الله صلى الله عليه وسلم توبتهم حين حَلفوا له، فبايعهم واستغفر لهم، وأرجأ رسول الله صلى الله عليه وسلم أمْرَنا حتى قضى الله فيه. فبذلك قال الله:(وعلى الثلاثة الذين خلفوا) ، وليس الذي ذكر الله مما خُلِّفنا عن الغزو،[55]  إنما هو تخليفه إيّانا،[56]  وإرجاؤه أمرَنا عمن حلف له واعتذر إليه فقبل منه.[57]

17448- حدثنا المثنى قال، حدثنا أبو صالح قال، حدثني الليث، عن عقيل، عن ابن شهاب قال، أخبرني عبد الرحمن بن عبد الله بن كعب بن مالك: أن عبد الله بن كعب بن مالك = وكان قائد كعب من بنيه حين عَمِي = قال: سمعت كعب بن مالك يحدث حديثه حين تخلف عن رسول الله صلى الله عليه وسلم في غزوة تبوك، فذكر نحوه.[58]

17449- حدثنا محمد بن عبد الأعلى قال، حدثنا محمد بن ثور، عن معمر، عن الزهري، عن عبد الرحمن بن كعب، عن أبيه قال: لم أتخلف عن النبي صلى الله عليه وسلم في غَزاة غَزاها إلا بدرًا، ولم يعاتب النبيُّ صلى الله عليه وسلم أحدًا تخلف عن بدر، ثم ذكر نحوه.[59]

17450- حدثنا ابن حميد قال، حدثنا سلمة، عن ابن إسحاق، عن ابن شهاب الزهري، عن عبد الرحمن بن عبد الله بن كعب بن مالك الأنصاري، ثم السلمي، عن أبيه، أن أباه عبد الله بن كعب، وكان قائد أبيه كعب حين أصيب بصره = قال: سمعت أبي كعبَ بن مالك يحدث حديثه حين تخلف عن رسول الله صلى الله عليه وسلم في غزوة تبوك، وحديث صاحبيه، قال: ما تخلفت عن رَسول الله صلى الله عليه وسلم في غزوة غزاها، غير أني كنت تخلفت عنه في غزوة بدر، ثم ذكر نحوه.[60]

 



[2] Tevbe, 9/81.

[3] Tevbe, 9/49.

[4] İbn Hazm, Cevamiu’s-Siyer, Çıra Yay. s. 233-237

[5] Tevbe, 9/118.

[6] Buhârî, Ebû Abdullah, Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. Muğire, el- Cami’ul-Musnedi’s-Sahih (tahk: Muhammed Züher b. Nâsr), 1422, Basın Yeri Yok,  Megâzî, 80;  Müslim, Ebu Husayn b. Haccac en-Neysâburî, Sahihi Müslim (Tahk: Muhammed Fuad Abdulbaki) Beyrut, tarihsiz, Tevbe, 53.

[7] el-Butî, M. Said Ramazan, Fıkhu’s Siyre Peygamberimizin (sav) uygulamasıyla islâm, (terc: Ali Nar ve Orhan Aktepe), Gonca Yay.1987, s. 416-433.

[8] Taberi, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir b. Yezid b. Kesir b. Gâlib, Camiu’l-Beyan Fi Te’vili’l-Kur’an (tahk: Ahmet Muhammed Şakir), Risale Yay. 2000, XIV, 542-557.

 

 

[9] انظر تفسير " التواب " ، " والرحيم " ، فيما سلف من فهارس اللغة ( ثوب ) ، ( رحم ) .

[10] الأثر : 17433 - " مرارة بن ربيعة " ، المشهور : " مرارة بن الربيع " ، ولكنه هكذا جاء في المخطوطة والمطبوعة هنا . ثم جاء في الأخبار التالية " الربيع " . وقد مضى مثل هذا الاختلاف وأشد منه فيما سلف في التعليق على رقم 17177 ، 17178 ، 17183 . وذكر ابن كثير في تفسيره 4 : 264 ، وذكر هذا الخبر فقال : " وكذا في مسلم : ربيعة ، في بعض نسخه ، وفي بعضها : مرارة بن الربيع "

[11]الأثر : 17434 - " عبيد بن محمد الوراق " ، هو " عبيد بن محمد بن القاسم بن سليمان بن أبي مريم " ، " أبو محمد الوراق النيسابوري " ، سكن بغداد ، وحدث بها عن موسى بن هلال العبدي وأبي النضر هاشم بن القاسم ، والحسن بن موسى الأشيب ، ويعقوب بن محمد الزهري ، وبشر بن الحارث . كان ثقة ، مات سنة 255 ، ولم أجد له ترجمة في غير تاريخ بغداد 11 : 97 ، وروى عنه الطبري في موضعين من تاريخه 2 : 202 ، 250 ، روى عن روح بن عبادة .

وكان في المطبوعة : " عبيد بن الوراق " ، لم يحسن قراءة المخطوطة ، لأن الناسخ كتب " عبيد بن محمد " كلمة واحدة مشتبكة الحروف .

وأما " مرارة بن الربيع " أو " ابن ربيعة " ، فانظر التعليق السالف .

[12]  الأثر : 17436 - " مرارة بن ربعي " ، هكذا في المخطوطة كما أثبته ، وفي المطبوعة " ابن ربيعة " ولكن هكذا ، جاء هنا ، كالذي مضى في رقم : 17177 ، 17178 ، فانظر التعليق هناك .

[13] في المطبوعة : " أنصار " ، وأثبت ما في المخطوطة ، وهو صواب محض .

[14] في المطبوعة : " لا أطلقها ، أو لا أطلق نفسي " ، وأثبت ما في المخطوطة .

[15] " الحائط " ، هو البستان من النخيل ، إذا كان عليه حائط ، وهو الجدار . ويقال لها أيضا " حديقة " ، لإحداق سوره بها . فإذا لم يكن عليها حائط ، فهي " ضاحية " ، لبروزها للعين . و " أدرك الثمر " ، أي بلغ نضجه .

[16]   " تشلشلان " ، " تتشلشلان " ، على حذف إحدى التائين . " تشلشل الماء والدم " ، إذا تبع قطران بعضه بعضا في سيلانه متفرقا .

 

[17]  انظر " جعل " ، وأنها من حروف الاستعانة فيما سلف 11 : 250 ، في كلام الطبري ، والتعليق هناك رقم : 1 ، والتعليق على الأثر رقم : 13862 .

 

[18] الأثر : 17446 - " عمر بن كثير بن أفلح المدني " ، مولى أبي أيوب الأنصاري ، ثقة ، ذكره ابن حبان في أتباع التابعين ، وكأنه لم يصح عنده لقيه للصحابة . وذكر غيره أنه روى عن كعب بن مالك . وابن عمر ، وسفينة . ومضى برقم : 12223 .

وهذا الخبر رواه أحمد في مسنده 4 : 454 ، 455 ، من هذه الطريق نفسها بنحوه .

 

[19] قوله : " أذكر " أي أشهر ذكرا .

[20]  " أصعر " ، أي : أميل ، على وزن " أفعل " التفضيل ، وأصله من " الصعر " ( بفتحتين ) ، وهو ميل في الوجه ، كأنه يلتفت إليه شوقا .

 

[21] الذي بين القوسين ساقط من المخطوطة ، وأثبته من رواية مسلم في صحيحه . وكان في المطبوعة : " . . . لكي أتجهز معهم ، فلم أقضي من جهازي شيئا " ، أما المخطوطة ، فكان فيها ما يدل على أن الناسخ قد أسقط من الكلام : " . . . لكي أتجهز معهم والمسلمون معه ولم أقض من جهازي شيئا " .

[22] الزيادة بين القوسين ، من صحيح مسلم .

[23] " تفارط الغزو " ، أي فات وقته ، ومثله " تفرط " ، وفي الحديث : " أنه نام عن العشاء حتى تفرطت " ، أي : فات وقتها .

 

[24]  " أسوة " ، أي : قدوة ومثلا . و " المغموص عليه " ، من قولهم " غمص عليه قولا قاله " ، أي : عابه عليه، وطعن به عليه . ويعني : مطعونا في دينه ، متهما بالنفاق .

 

[25] " النظر في عطفيه " ، كناية عن إعجابه بنفسه ، واختياله بحسن لباسه . و " العطفان " ، الجانبان ، فهو يتلفت من شدة خيلائه .

[26] الزيادة بين القوسين ، من صحيح مسلم . وظاهر أن الناسخ أسقطها في نسخه .

[27] " المبيض " ( بتشديد الباء وكسرها ) ، هو لا بس البياض . و " يزول به السراب " ، أي : يرفعه ويخفضه ، وإنما يحرك خياله

[28] " لمزه " ، عابه وحقره .

[29] في المطبوعة : " حضرني همي " ، لم يحسن قراءة المخطوطة ، والذي فيها مطابق لرواية مسلم في صحيحه . و " البث " ، أشد الحزن . وذلك أنه إذا اشتد حزن المرء ، احتاج أن يفضي بغمه وحزنه إلى صاحب له يواسيه ، أو يسليه ، أو يتوجع له .

[30] " أظل قادما " ، أي : أقبل ودنا قدومه ، كأنه ألقى على المدينة ظله . وقوله : " زاح عني الباطل " ، أي : زال وذهب وتباعد .

[31] " أجمعت صدقه " ، أي : عزمت على ذلك كل العزم ، " أجمع صدقه " و " أجمع على صدقه " ، سواء .

[32] في المطبوعة : " وأصبح " ، وأثبت ما في المخطوطة ، وهو مطابق لما في صحيح مسلم .

[33] " الجدل " ، اللدد في الخصومة ، والقدرة عليها ، وعلى مقابلة الحجة بالحجة .

[34] " تجد " من " الوجد " ، وهو الغضب والسخط .

[35] هكذا في المخطوطة : " عفو الله " ومثله في مسند أحمد 3 : 460 وفي صحيح مسلم " عقبى الله " ، أي : أن يعقبني خيرا ، وأن يثبتني عليه .

 

[36] في المطبوعة حذف " في " من قوله : " لقد عجزت في أن لا تكون " ، وهي ثابتة في المخطوطة ، وهي مطابقة لما في صحيح مسلم . وأما الذي في المطبوعة ، فهو مطابق لما في البخاري من رواية غيره .

[37] في المطبوعة : " ابن الربيع " ، وأثبت ما في المخطوطة ، وانظر روايته في مسلم " مرارة بن ربيعة " ، وما قالوا في اختلاف رواه مسلم . وما قالوه أيضا في روايته " العامري " ، وأن صوابها " العمري " نسبة إلى بني عمرو بن عوف .

[38] في المطبوعة : " لي فيهما أسوة " ، زاد من عنده ما ليس في المخطوطة ، ولا في صحيح مسلم . وإنما هو من رواية البخاري ، بغير هذا الإسناد .

[39] " مضيت " ، أي : أنفذت ما رأيت . من قولهم : " مضى في الأمر مضاء " ، نفذ ، و " أمضاه " أنفذه .

[40] قوله : " أيها الثلاثة " ، أي : خصصنا بذلك دون سائر المعتذرين . وهذه اللفظة تقال في الاختصاص ، وتختص بالمخبر عن نفسه والمخاطب ، تقول : " أما أنا فأفعل هذا ، أيها الرجل " ، يعني نفسه . انظر ما سلف 3 : 147 ، تعليق : 1 ، في الخبر رقم : 2182 .

[41]  " فتأممت " ، وهكذا في المخطوطة أيضا ، وفي رواية البخاري " فتيممت ". وأما في صحيح مسلم ، " فتياممت " ، وقال النووي : " هكذا هو في حميع النسخ ببلادنا ، وهي لغة في : تيممت ، ومعناها : قصدت " . وأما القاضي عياض ، فقال في مشارق الأنوار ( أمم ) : " ومثله : فتيممت بها التنور ، كذا رواه البخاري . ولمسلم : فتأممت ، وكلاهما بمعنى ، سهل الهمزة في رواية ، وحققها في أخرى = أي : قصدت " .

ثم انظر تفسير " الأم " و " التأمم " في تفسير أبي جعفر فيما سلف 5 : 558 / 8 : 407 / 9 : 471 . وفي المطبوعة : " فتأممت به " ، وأثبت ما في المخطوطة ، وهو مطابق لما في مسلم والبخاري ، إلا أن في مسلم " فسجرتها بها " ، وفي البخاري : " فسجرته بها " . وأنث " بها " ، إرادة لمعنى الصحيفة ، وهي الكتاب ، ثم رجع بالضمير إلى " الكتاب " .

" والتنور " ، الكانون الذي يخبز فيه .

و " سجر التنور " ، أوقده وأحماه وأشبع وقوده ، وأراد : أنه زاد التنور التهابا ، بإلقائه الصحيفة في ناره . وهذا كلام معجب ، أراد به أن يسخر من رسالة ملك غسان إليه .

 

[42] " استلبث " ، أي : أبطأ وتأخر .

[43] في المطبوعة : " تكوني عندهم " ، وأثبت ما في المخطوطة ، وهو مطابق لما في صحيح مسلم . وفي البخاري بغير هذا الإسناد : " فتكوني " .

[44] في صحيح مسلم " حين نهي عن كلامنا " ، وضبط " نهي " بالبناء للمجهول ، ورواية أبي جعفر ، تصحح ضبطه بالبناء للمعلوم أيضا .

[45] في المطبوعة : " التي ذكر الله عنا " ، غير ما في المخطوطة ، هو مطابق لما في صحيح مسلم ، وهو العربي العريق .

[46] " أوفى عليه " ، صعده وارتفع عليه ، فأشرف على الوادي منه واطلع .

[47] " آذن " أعلم الناس بها . ورواية مسلم : " فآذن رسول الله صلى الله عليه وسلم الناس " ، والذي هنا مطابق لرواية البخاري ، بغير هذا الإسناد .

[48] " ذهب " ، سلف ما كتبته عن الاستعانة بقولهم : " ذهب " و " جعل " . انظر رقم : 17429 ، ص : 541 ، تعليق 3 ، والمراجع هناك .

[49] في المخطوطة والمطبوعة : " لتهنك " ، وهي كذلك في رواية البخاري بغير هذا الإسناد ، وفي صحيح مسلم المطبوع : " لتهنئك " ، وذكره القاضي عياض في مشارق الأنوار ( هنأ ) فقال : " ولتهنك توبة الله ، يهمز ، ويسهل " . وقد ذكر صاحب لسان العرب (هنأ ) أن العرب تقول : " ليهنئك الفارس " بجزم الهمزة ، و " ليهنيك الفارس " بياء ساكنة ، ولا يجوز " ليهنك " كما تقول العامة " ، والذي قاله ونسبه للعامة ، صواب لا شك فيه عندي .

[50] قال الحافظ في الفتح : " قالوا : سبب ذلك أن النبي صلى الله عليه وسلم كان آخى بينه وبين طلحة ، لما آخى بين المهاجرين والأنصار . والذي ذكره أهل المغازي أنه كان أخا الزبير ، لكن كان الزبير أخا طلحة في أخوة المهاجرين ، فهو أخو أخيه " .

[51] " انخلع من ماله " ، أي : خرج من جميع ماله ، وتعرى منه كما يتعرى إنسان إذا خلع ثوبه . وأراد : إخراجه متصدقا به .

[52] " أبلاه " أي : أنعم عليه .

[53] " أن لا أكون " ، " لا " زائدة ، كالتي في قوله تعالى : ( مَا مَنَعَكَ أَلا تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ ) [ سورة : الأعراف : 12] . انظر ما سلف في تفسير الآية 12 : 323 - 325

[54] في المطبوعة : " خلفنا " دون " كنا " ، لم يحسن قراءة المخطوطة ، وما أثبته مطابق لرواية مسلم في صحيحه .

[55] في صحيح مسلم : " مما خلفنا ، تخلفنا عن الغزو " ، والذي هنا وفي المخطوطة ، مطابق لما فيه رواية البخاري بغير هذا الإسناد .

[56] في المطبوعة : " ختم الجملة بقوله : " فقبل منهم " بالجمع ، خالف ما في المخطوطة ، وهو مطابق لما في صحيح مسلم والبخاري .

[57] الأثر : 17447 - حديث كعب بن مالك ، سيرويه أبو جعفر من طرق سأبينها بعد . أما روايته هذه من طريق ابن وهب ، عن يونس ، عن ابن شهاب ، فهو إسناد مسلم في صحيحه 17 : 87 ، 98 ، وانظر التعليق على الأخبار التالية . وانظر الأثرين السالفين رقم : 16147 ، 17091 ، والتعليق عليهما .

[58] الأثر : 17448 - من هذه الطريق رواه البخاري في صحيحه ( الفتح 8 : 86 - 93 ) ، وأحمد في مسنده 3 : 459 ، 460 ، الحديث بطوله .

[59] الأثر : 17449 - من هذه الطريق ، طريق معمر ، رواه أحمد في مسنده 6 : 387 - 390 . وانظر أيضا ما رواه أحمد في مسنده 3 : 456 ، روايته من طريق يعقوب بن إبراهيم ، عن ابن أخي الزهري محمد بن عبد الله ، عن عمه محمد بن مسلم الزهري ، الحديث بطوله ، وصحيح مسلم 17 : 98 - 100 .

[60] الأثر : 17450 - سيرة ابن هشام 4 : 175 - 181 ، الحديث بطوله .

 


0 Yorum - Yorum Yaz

SEBEB-İ NÜZUL    26.05.2015

MÜDDESSİR SURESİ 16-26, ZUHRUF SURESİ 31 AYETLERİ SEBEB-İ NÜZULÜ

Muhammet Ali ÖZER

DOKTORA 14922747

كَلَّا إِنَّهُ كَانَ لِآيَاتِنَا عَنِيدًا سَأُرْهِقُهُ صَعُودًاإِنَّهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ ثُمَّ قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ ثُمَّ نَظَرَ ثُمَّ عَبَسَ وَبَسَرَ ثُمَّ أَدْبَرَ وَاسْتَكْبَرَ فَقَالَ إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ يُؤْثَرُ إِنْ هَذَا إِلَّا قَوْلُ الْبَشَرِ سَأُصْلِيهِ سَقَرَ

Hayır, umduğu gibi olmayacak. Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı inatçıdır.16﴿ Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım.17﴿ Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti.18) Kahrolası nasıl da ölçtü biçti!19﴿Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti!20﴿ Sonra (Kur’an hakkında) derin derin düşündü.21﴿ Sonra yüzünü ekşitti, kaşlarını çattı.22﴿ Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayıp şöyle dedi: “Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir.”23-24﴿ “Bu, ancak insan sözüdür.”25﴿ Ben onu “Sekar”a (cehenneme) sokacağım.26﴿ [1]

وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَذَا الْقُرْآنُ عَلَى رَجُلٍ مِّنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ

Ve dediler ki: Bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?[2]

Bu iki ayrı surede bulunan Âyet-i Kerimeler aynı olayla ilgili ve birbirini tamamlar şekilde nazil olmuştur.

Velid b. Mugîre bir gün Hz. Muhammed’in yanına gelmişti. Hz. Peygamber ona Kur’ân-ı Kerîm okudu. Velid b. Mugîre dinlediği Kur’ân-ı Kerîm’den dolayı kalbi yumuşar gibi oldu.[3] Aslında Velid b. Mugîre gelip, Hz. Muhammed’e: “Bana Kur’ân oku!” demişti. Allah Rasulü (s.a.v.) de; “İyi biliniz ki, Allah, size adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder ve sizi fuhşiyattan, fenalıklardan ve zulüm yapmaktan nehy eder. Dinleyip tutasınız diye, size öğüt verir”[4] Nahl Suresinin 90. ayetini okudu. Velid b. Mugîre: “Bunu bana bir daha oku!” dedi. Rasûlullah âyeti tekrar okuyunca, Velid b. Mugîre: “Vallahi, bu sözde öyle tatlılık, öyle güzellik ve parlaklık var ki, o, tepesi bol yemişli, dibi ve kökü sulak yemyeşil bir ağaç sanki!” Bunu beşer söyleyemez! Bu, bir beşer sözü değildir!” demekten kendisini alamadı. Velid b. Mugîre, Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Kur’ân-ı Kerîm hakkında ona birtakım sorular sordu. O da, ona istediği bilgiyi verdi. Bunun üzerine, Velid b. Mugîre Kureyşlilerin yanına geldi ve: “Ebû Kebşe’nin oğlunun söylediği, doğrusu hayretlere şâyân şey! Vallahi, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de delilik saçmalarındandır! Onun söylediği, hiç kuşkusuz, Allah kelamındandır!” dedi. [5]

Velid b. Mugîre'nin bu sözünü işiten Kureyşîlerden bazıları, bir araya gelerek: “Vallahi, Velid dininden dönecek olursa, muhakkak, bütün Kureyşîler de dinlerinden dönerler!” dediler. Ebû Cehil bunu işitince; “Ben, onun hakkından gelirim!” diyerek Velid b. Mugîre’nin evine vardı. “Ey amca! Kavminin, senin için sadaka mal toplamak istediklerini, topladıklarını gördün mü?” dedi. Velid b. Mugîre: “Ne için topluyorlar?” diye sordu. Ebû Cehil: “Sana vermek için! Çünkü sen kendisinden bir şeyler elde etmek için Muhammed’in yanına gidiyormuşsun!” dedi. Velid b. Mugîre: “Kureyşîler benim malca kendilerinin en zengini olduğumu bilirler. Ben mal ve evlatça onlardan daha zengin değil miyim?” dedi. Ebû Cehil: “Öyle ise, sen Kur’ân hakkında bir söz söyle de, kavmin işitsinler ve senin ondan hoşlanmadığını, inkâr ettiğini anlasınlar!” dedi. Velid b. Mugîre: “Ne söyleyeyim bilmem ki! Vallahi, içinizde şiirlerin her çeşidini; recezini, kasidesini ve cin şiirlerini benden daha iyi bilen kimse yoktur. Vallahi, onun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor! Vallahi, onun söylediği sözde öyle bir tatlılık, öyle bir parlaklık ve güzellik var ki, sanki tepesi bol yemişli, dibi sulak yemyeşil bir ağaç o! Hiç kuşkusuz, o söz, herşeye üstün gelir. Fakat ona hiçbir şey üstün gelemez! O, altındakini de kırar!’ dedi. Ebû Cehil: “Onun hakkında bir şey söylemedikçe, kavmin senden hoşnut olmayacaktır” deyince Velid b. Mugîre: “Öyle ise, beni kendi halime bırak da, ben bir düşüneyim!” dedi.[6]

Kısa bir süre sonra Velid kendini beğenmişliğini şu sözlerle ortaya koyuyordu: “Ben Kureyş’in en üstünü olduğum halde bana gelmiyor da Muhammed’e vahiy geliyor. İkimiz de iki şehrin iki büyüğü olduğumuz halde Kur’an ne bana ne de Sakif’in reisi Ebû Mes’ud’a gelmiyor da Muhammed’e mi geliyor?” dedi. [7] Zaten bu söz üzerine Zuhruf Suresini 31. Ayet-i Kerîmesi nazil olmuştu: “Ve dediler ki: Bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilseydi olmaz mıydı?”[8]

Ayrıca, bu düşünme süresi esnasında Velid b. Muğire’nin ruh halini anlatan şu ayetleri nazil oldu:  olmuştu: Hayır, umduğu gibi olmayacak. Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı inatçıdır.16﴿ Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım.17﴿ Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti.18) Kahrolası nasıl da ölçtü biçti!19﴿Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti!20﴿ Sonra (Kur’an hakkında) derin derin düşündü.21﴿ Sonra yüzünü ekşitti, kaşlarını çattı.22﴿ Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayıp şöyle dedi: “Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir.”23-24﴿ “Bu, ancak insan sözüdür.”25﴿ Ben onu “Sekar”a (cehenneme) sokacağım.26﴿ [9]

 



[1] Muddessir Suresi, 74/16-26.

[2] Zuhruf Suresi, 43/31.

[3] Şemsu’d-dîn Muhammed b. Ahmet b. Osman ez-Zehebî, Târîhü’l-İslam ve Vefayâti’l-Meşâhîr ve’l-İ’lâm (el-Megâzî) (thk. Ömer Abdu’s Selam Tedmurî), Beyrut 1990, C. I, s. 154-155.

[4] Nahl Sûresi, 16/90.

[5] M. Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet, İzmir 2008, C. I-II, s. 275- 276.

[6] Köksal, a.g.e, C.I-II, s. 275-277.

[7] Lings, a.g.e, s. 70.

[8] T.D.V Meali, Zuhruf Sûresi 43/31, s. 490.

[9] Muddessir Suresi, 74/16-26.


0 Yorum - Yorum Yaz

Esbab-ı Nüzul Ödevi    26.05.2015

2014-2015 Doktora/Bahar Yarıyılı

Zeliha ÇİFTÇİ

Öğrenci No: 13922757

 

En’am Suresi 8 ve 9. Ayetlerin Sebeb-i Nüzulü

 

1. Ayetin Metni ve Meali

وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌۜ وَلَوْ اَنْزَلْنَا مَلَكاً لَقُضِيَ الْاَمْرُ ثُمَّ لاَيُنْظَرُونَا

وَلَوْ جَعَلْنَاهُ مَلَكاً لَجَعَلْنَاهُ رَجُلاً وَلَلَبَسْنَا عَلَيْهِمْ مَا يَلْبِسُونَ

“Bir de dediler ki: “Ona (açıktan göreceğimiz) bir melek indirilse ya!” Eğer (öyle) bir melek indirseydik artık iş bitirilmiş olurdu, sonra da kendilerine göz açtırılmazdı. (Hemen helâk edilirlerdi.) Eğer onu (Peygamberi) bir melek kılsaydık yine onu bir adam (suretinde) yapardık ve onları yine içinde bulundukları karmaşaya düşürmüş olurduk.”

2. Ayetle İlgili Rivayetler

 

- İbn Hişam’da nakledilen esbab-ı nüzul rivayeti (Siretün-Nebeviyye, c.1,s.395)

İbn İshak dedi ki: Rasulullah s.a.v. kavmini İslama davet etti. Onlarla konuştu ve İslamı tebliğ etti. Zemea b. Esved, Nadr b. Haris, Esved b. Abdu Yeğus, Übeyye b. Halef, As b. Vail ona dediler ki: “Ey Muhammed seninle beraber bir melek olsaydı da senin hakkında insanlarla konuşurdu, seninle beraber o da görülürdü. Bu sözleri üzerine Allah Teala bu ayetleri indirdi.

-Taberi de ayetle ilgili geçen rivayetler

يقول تعالى ذكره: قال هؤلاء المكذّبون بآياتي العادلون بي الأنداد والآلهة: يا محمد لك لو دعوتهم إلى توحيدي والإقرار بربوبيتي، وإذا أتيتهم من الآيات والعبر بما أتيتهم به واحتججت عليهم بما احتججت عليهم مما قطعت به عذرهم: هلاّ نزل عليك ملك من السماء في صورته يصدقّك على ما جئتنا به، ويشهد لك بحقيقة ما تدّعي من أن الله أرسلك إلينا كما قال تعالى مخبراً عن المشركين في قيلهم لنبيّ الله صلى الله عليه وسلم: وقَالُوا ما لِهَذَا الرَّسُولِ يَأْكُلُ الطَّعامِ ويَمْشِي فِي الأسْوَاقِ لَوْلا أُنْزِلَ إلَيْهِ مَلَكٌ فَيَكُونَ مَعَهُ نَذِيراً { وَلَوْ أنْزَلْنَا مَلَكا لَقُضِيَ الأمْرُ ثُمَّ لا يَنْطُرُونَ } يقول: ولو أنزلنا مَلَكاً على ما سألوا ثم كفروا ولم يؤمنوا بي وبرسولي، لجاءهم العذاب عاجلاً غير آجل، ولم ينظروا فيؤخروا بالعقوبة مراجعة التوبة، كما فعلت بمن قبلهم من الأمم التي سألت الآيات ثم كفرت بعد مجيئها من تعجيل النقمة وترك الإنظار. كما:

حدثني محمد بن الحسين، قال: ثنا أحمد بن مفضل، قال: ثنا أسباط، عن السديّ: { وَلَوْ أنْزَلْنَا مَلَكا لَقُضِيَ الأمْرُ ثُمَّ لا يَنْطُرُونَ } يقول: لجاءهم العذاب.

حدثنا بشر، قال: ثنا يزيد، قال: ثنا سعيد، عن قتادة: { وَلَوْ أنْزَلْنَا مَلَكا لَقُضِيَ الأمْرُ ثُمَّ لا يَنْطُرُونَ } يقول: ولو أنهم أنزلنا إليهم ملكاً ثم لم يؤمنوا لم ينظروا.

حدثني محمد بن عمرو، قال: ثنا أبو عاصم، قال: ثنا عيسى، عن ابن أبي نجيح، عن مجاهد، في قول الله تعالى: { لَوْلا أُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌ } في صورته، { وَلَوْ أنْزَلْنَا مَلَكا لَقُضِيَ الأمْرُ } لقامت الساعة.

حدثنا ابن وكيع، عن أبيه، قال: ثنا أبو أسامة، عن سفيان الثوري، عن عكرمة: { لقُضِيَ الأمْرُ } قال: لقامت الساعة.

حدثنا الحسن بن يحيى، قال: أخبرنا عبد الرزاق، قال: أخبرنا معمر، عن قتادة: { وَلَوْ أنْزَلْنَا مَلَكا لَقُضِيَ الأمْرُ } قال: يقول: لو أنزل الله مَلَكاً ثم لم يؤمنوا، لعجل لهم العذاب.

وقال آخرون في ذلك بما.

حدثنا أبو كريب، قال: ثنا عثمان بن سعيد، قال: أخبرنا بشر، عن عمار، عن أبي روق، عن الضحاك، عن ابن عباس، قوله: { وَلَوْ أنْزَلْنَا مَلَكا لَقُضِيَ الأمْرُ ثُمَّ لا يَنْطُرُونَ } قال: لو أتاهم ملك في صورته لماتوا، ثم لم يؤخروا طرفة عين

 

 

 

 

DEĞERLENDİRME

Hz. Peygamber, insanları İslam’a davet ederken çok sıkıntılı günler geçirmiştir. Mekke müşrikleri Rasûlullah’a karşı İslâmiyet’i tebliğe başladığı andan itibaren olumsuz bir tavır takınmışlardır. Bu tavır sadece İslâm’ı reddetmekten ibaret kalmamış; Hz. Peygamber alaya alınmıştır. Ona şair, mecnun, kahin gibi ithamlarda bulunmuşlardır. Ona inananlara baskı uygulanmış ve bu baskılar İslâmiyet’in Mekke’de yayılmaya başlaması üzerine eziyet ve işkenceye dönüşmüştür. Hz. Peygamber, Mekke’de düzenlenen Ukaz panayırlarında İslam’ı anlatmak için çadır çadır dolaşmış, Arafat’ta vakfe yerinde bulunan insanlara kendisini tanıtarak, “Beni kavmine götürecek kimse yok mu? Kureyş (müşrikleri) beni, Rabbimin kelamını tebliğ etmekten alıkoydu.” buyurmuştur. Ona ve İslam’a karşı verilen tepkilerden birisi de onun insan olmasıydı. Müşrikler çoğu zaman sen de bizim gibi yiyor, içiyor ve dolaşıyorsun, bizim gibi bir insansın, herhangi bir üstünlüğün yok diye ona karşı çıkmışlar ve onun yerine bir meleğin gönderilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Burada yer verdiğimiz ayet-i kerime de böyle bir olay üzerine indirilmiştir. Şimdi burada ele aldığımız rivayetleri inceleyeceğiz.

Sebeb-i nüzul rivayet kalıpları iki ana başlık altında incelenir.

1.      Sebep ifade etmede “nass” olan rivayetler.

2.      Sebep ifade etmede “nass olmayan rivayetler.

Birinci gruba giren rivayetler arasında; ‘şu olay vuku buldu da’ denilerek yapılan rivayette olay anlatıldıktan sonra “fe” harfiyle başlayan ibareler vardır. Ya da şu hadise oldu da bunun üzerine şu ayet indi gibi ifadeler kullanılır. İbn Hişam’dan aldığımız rivayette de bir olay gerçekleşmiş; müşrikler Hz. Peygamber’in insan olmasını eleştirerek bir melek indirilmeli değil miydi demişler ve bunun üzerine 6. En’am suresi 8-9. ayetleri indirilmiştir. Yani buradaki sebeb-i nüzul değerlendirmesi birinci gruba giren sebep ifade etmede nass olan rivayetler grubundadır. Taberî ise böyle bir sebeb-i nüzul rivayetine yer vermeden direk ayetin tefsirini açıklamıştır. Şayet onlara melek indirilseydi ve yine inkar etselerdi onların helak olacağını bildirmiştir.

Kaynaklar

Ahmed Nedim Serinsu, Kur’an ve Bağlam

İbn Hişam, Siretün-Nebeviyye

Hadislerle İslam, Diyanet İşleri Başkanlığı

Taberî, Cami’ul Beyan an Tevili Ayi’l Kur’an

 


0 Yorum - Yorum Yaz

ESBAB-ı NÜZÛL    27.05.2015

HATİCE MERVE ÇALIŞKAN

13922768

DOKTORA

ESBAB-I NÜZÛL

Bu ödev çerçevesinde Hucurat suresinin 6.ayetini inceleyeceğiz. Bu surenin ittifak ile Medine’de indiği söylenmektedir. İsmini 4.ayette geçen, “odalar, haneler, hücreler” anlamına gelen “hucurat” kelimesinde almış olan sure 18 ayetten oluşmaktadır.[1] Surenin konusu, mü’minlerin Hz. Peygamber ile olan ilişkilerinde, onun meclisinde ve O’na karşı ifadelerinde olması gerek edeptir.[2] 5 defa “Ey İman Edenler” ifadesinin kullanıldığı sure, baştan sona insan ilişkileri üzerine kurgulanmıştır.[3] Bunun yanı sıra ferdi ve toplumsal ilkelerin ne olduğu, islami ilkelerin esasların nasıl uygulanacağı konularını da barındırmaktadır.[4] Ahlak Suresi de denen bu sure, erdemli toplumun temellerini sağlam atmak için genel terbiye kurallarını insanlara vermekte ve onlardan haberleri tam araştırmalarını beklemektedir.[5] Bu konular çerçevesindeki surenin 6.ayetinin metin ve meali aşağıdadır.

"يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا اَنْ تُصٖيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلٰى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمٖين"َ

 

“Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.”

         Ayetin iniş sebebi Suyuti’nin belirttiği gibi aşağıdaki şekildedir;

“Hâris İbn Ebî Darrar el-Huzâri’den gelen senetle Ahmet ve başkası şöyle aktarmıştır, Hâris şöyle demektedir:

“Ben Hz. Muhammed’e geldim ve o beni İslama davet etti ve bende islama girdim ve Hz. Muhammed beni zekat toplamakla görevlendirdi.” Bu görevi kabul eden Hâris zekatları topladı ve Hz. Muahmmed’i bekledi fakat o gelmeyince kendisini kızdırdığını düşündü ve kavminin zenginlerini toplayarak onlara:

“Rasullullah topladığım zekatları almak için elçi göndereceğine dair bana bir vakit belirlemişti. Ancak gelmedi. Ben onun elçiyi göndermeyi geciktirdiği değil, kızdığını düşünmekteyim. Benimle gelin Rasullullah’a gidelim.” dedi. Bu esnada Hz. Muhammed Huzâri’de olanları almak üzere Velid İbn Ukbe’yi elçi olarak gönderdi ve Velid yürüdü düşündü ve döndü. Sonra da,

“Hâris zekatı vermedi ve beni öldürmek istedi” dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed başka birini Hâris’e gönderdi. O kişi yolda Hâris ve arkadaşlarıyla karşılaştı ve onlar,

“Nereye gönderildiniz?” diye sorunca,

“Sana gidiyorduk” cevabını aldılar ve,

“Niçin gidiyorsunuz?” dediler. Onlar da,

“Hz. Muhammed sana Velid İbn Ukbe’yi gönderdi, Ukbe senin zekatı vermeyip kendisini öldürme teşebbüsünde bulunduğunu söyledi.” Bunun üzerine Hâris,

“Muhammed’i hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, o bana gelmedi ve ben onun görmedim” dedi ve Hz. Muhammed’e gitti ve Rasulullah kendisine,

“Zekatları vermedin ve benim elçimi öldürmek istedin” deyince,

“Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, hayır” dedi. Bunun üzerine bu ayet inmiştir.”[6]

         Bu ayette iki kavram dikkat çekmektedir,

Fasık: fısk kelimesinin ism-i fâili olan bu kelime daha çok dini hükümlere bağlanıp, onları ikrar ettikten sonra onların tümünü veya bir kısmını ihlal eden kişidir.[7] Sabunî, fâsık kişinin şeriatın koyduğu sınırların dışına çıkan kişi olduğunu söylemiştir.[8]

Nebee: bu kelime büyük fayda sağlayan kendisiyle ilim veya zannı galip oluşan haberdir. Bu üç özelliği taşımayan haber için bu kelime kullanılmamaktadır. Bu kelime ile kullanılan haberin yalandan arınmış olması gerekmektedir.[9] Mevdudi, bu kelimenin sıradan haberler için kullanılmadığını, önemli haberler için kullanıldığını söylemektedir.[10]

         Bu ayette sözü geçen Hâris İbn Ebî Darrar el-Huzâri, Fetih’ten sonra islamı seçmiştir. bu da bize surenin indiği zamanla ilgili ipuçları vermektedir.[11] Bu ayetten anlaşılacağı üzere, bir kişi, millet veya kabile hakkında bir haber alındığında, haber kaynağının sağlam olması, delilleriyle incelenmesi gerekmektedir.  Kişi eğer güvenilir değilse, bu insanlara zarar verecektir.[12] Ayrıca islam, bireyler arasındaki ilişkileri ele almaktadır. Yalan haber üreten ve taşıyanlar, güven üzerine kurulmuş bu yapıyı tehlikeye sokacaktır.[13] Tüm bunların dışında Mevdudi, bu ilkeler ışığında islam devletinin güvenilir olmayan bir kimsenin getirdiği habere dayanarak bir şahıs, bir grup, bir millete savaş açmanın caiz olmayacağını söylemektedir. Ayrıca muhaddislerin bu ilkeden hareketle cerh ve tadil ilmi geliştirdiklerini de eklemktedir.[14]

 

 



[1] Mustafa İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği, Akabe Vakfı Yayınları, İstanbul 2011, s.352.

[2] Muhammed Âbid El-Câbirî, Fehmu’l-Kur’an, Mana Yayınları, İstanbul 2013, c.3, s.403.

[3] İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği, s.352.

[4] Ebû Ca’fe Muhammed b. Taberi, Taberi Tefsiri, çev. Kerim Aytekin, Hasan Karakaya, Hisar Yayınları, İstanbul 1996, c.7, s.495.

[5] Muhammed Ali es-Sabunî, Saffetu’t-Tefâsir, Beyrut 2008, c.3, s.1199.

[6] Celaleddin Abdurrahman b. Ebi Bekr es-Suyuti, Esbab-ı Nüzûl, Kahire h.911, s.180-181.

[7] Rağıb El-İsfahanî, Müfredât, Çıra Yayınları, İstanbul 2012, s.796.

[8] es-Sabunî, Saffetu’t-Tefâsir, s.1200.

[9] El-İsfahanî, Müfredât, s.1030.

[10] Mevdudi, Fehmu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, İstanbul 1987, c.5, s.407.

[11] İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği, s.352.

[12] Mevdudi, Fehmu’l-Kur’an, s.401.

[13] İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği, s.353.

[14] Mevdudi, Fehmu’l-Kur’an, s.407.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Celaleddin GÜL

DOKTORA (ÖĞRENCİ NO: 14922708)

2014/2015 BAHAR DÖNEMİ

Taberi Ve Tefsir Yöntemi Hakkında 10 Makale-Kitap

·         İsmail Cerrahoğlu, “Muhammed İbn Cerir et-Taberî ve Tefsiri”, AÜİFD, 1968, XVI.

·         Hacı Önen, Taberi Tefsirinin Dirayet Boyutu, Araştırma Yayınları, 2015.

·         Atik Aydın, Taberi'nin Kur'an'ı Yorumlama Yöntemi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara.

·         Ömer Muhyiddin HuriMenhecü’t-Tefsir İnde’l-     İmam Et-Taberi Darü'l-Fikri'l-Muasır, Beyrut 2008.

·         Mehmet Akif Koç, Taberi Tefsir’ini Anlamak Üzerine - I, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, cilt: LI, sayı: 1.

·         Halis Albayrak, Taberî ve kırâat (cami'u'l-beyan an te'vili'il-kur'ân çerçevesinde), Kur’an ve Tefsir Araştırmaları: Kıraat İlmi ve Problemleri-IV, 2002, s. 355-386.

·         Mahmûd İbnü'ş-Şerîf, et-Taberî ve menhecühû fi’t-tefsîr ,Cidde-Riyad 1404/1984.

·         Şihâbî, Ali Ekber. Ahvâl ü Âsâr-ı Muhammed b. Cerîr Taberî. Tahran, 1335 hş.

·         Muhammed ez-Zuhaylî, el-İmamu’t-Taberî, Daru’l-Kalem, Dimeşk 1999

·         Mesut OKUMUŞ, Taberi Tefsiri’nde Bağlamın Yeri ve Önemi, EKEV Akademi Dergisi - Sosyal Bilimler -, 2002, cilt: VI, sayı: 13.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


ADI SOYADI : Ensar YILMAZ

BÖLÜMÜ      : DOKTORA

ÖĞR.NO        :14922712

KONU     : NİSA SURESİ 59. AYET-İ KERİMESİNİN   ESBAB-I NUZUL RİVAYETLERİ MUVACEHESİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ

 

NİSA SURESİ 59.AYET

59- “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”

Ulü’l Emr Kimdir?

Ayette geçen “ulu’l emr” ifadesi ile kimlerin kastedildiği noktasında hem bu tabirle ilgili görüşleri hem de ayetin inmesine sebep olan olayları naklederek bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Ayetin nüzulü ile ilgili rivayetlere geçmeden önce özellikle Taberi Tefsirindeki görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz. Taberi Tefsirinde “ulül emr” ifadesiyle ilgili Mücahid, “bunlar akıl ve fıkıh sahibi kimselerdir” demektedir. Ondan gelen başka bir rivayette ise bunların sahabeler olduğu zikredilmektedir. İbn Ebi Necih, “Dinde fıkıh sahibi ve akıl sahibi kimselerdir”, İbn Abbas “fıkıh ve akıl sahibi kimseler”, Ata, “İlim ve fıkıh sahibi”, Hasan, “Alimler”, Ebi Aliye ise “ilim sahibi kimselerdir” demişlerdir. İkrime farklı bir yorumla bunların, Ebu Bekir ve Ömer olduklarını söylemektedir. Taberi bu görüşleri naklettikten sonra en doğru görüşün bunların Emirler ve yöneticiler(valiler) olduğunu söyler. Çünkü bu konuda Rasullullahtan sıhhatli haberlerin geldiğini belirtir ve şu hadislere yer verir. Ebu Hureyreden gelen rivayette Hz.Peygamber, “ Benden sonra size birtakım valiler gelecek ki iyi olan iyiliği ile facir olan fucru ile gelir. Siz onları hakka muvafakat noktasında dinleyin ve onlara itaat edin. Arkalarında namaz kılın. Eğer güzel işler yaparlarsa sizin ve kendilerinin lehinedir. Yok eğer kötülük ederlerse sizin lehinize onların aleyhine olur.” Abdullahtan gelen başka bir rivayette de Hz. Peygamberi(s.a.v) şöyle buyurmuştur. “Müslüman kişiye hoşuna gitse de gitmese de itaat etmesi gerekir. Ancak  ma’siyet emredilmişse bu hariç. Eğer ma’siyet emredilirse itaat edilmez.”

Bu bilgilerden elde edilen sonuca göre ayette geçen ve itaat edilmesi gereken ulü’l-emr ifadesi ilk devirlerde genelde akıl sahipleri, fıkıh sahipleri, ilim sahipleri olarak anlaşılmıştır. İdareciler olarak anlaşılması ile ilgili hadislerde de mutlak itaat değil şartlı itaat vardır denebilir. Nitekim birinci hadiste hakka hukuka riayet ederlerse itaat, ikinci hadiste ise ma’siyet içermeyen emirde itaatten söz edilerek mutlak itaat sınırlandırılmış olmaktadır. Şimdi bu ayetle ilgili rivayetleri naklederek konuya bu çerçeveden bakmaya çalışalım.

Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:

Taberi Tefsirinde bu ayetin nüzul sebebi olarak şunlar yer almaktadır. İbn.Abbastan gelen rivayete göre bu ayet Abdullah ibn Huzafe İbn Kays es-Sehemi’yi Hz. Peygamber bir seriyye için gönderdiğinde onun hakkında inmiştir.

Said b. Cübeyr'den rivâyet edildiğine göre bu âyet, Abdullah b. Huzafe b. Kays dolayısıyla indirilmiştir. O sırada Hz. Peygamber onu bir müfrezeye komutan olarak göndermişti.

Süddi'nin rivâyetine göre de Resulullah, Halid b. Velid kumandasında bir müfreze göndermişti ki, içlerinde Ammar b. Yasir de vardı. Gittiler, geceleyin hareket hedefleri olan kavime yakın bir yere kondular. Onlar da casuslarından aldıkları bir haber üzerine sabaha kadar kaçtılar. Yalnız içlerinden bir adam çoluk çocuğuna eşyalarının toplanmasını emretmiş ve kendisi gece karanlığında yürüyüp Halid'in askerine gelmiş ve Ammar b. Yasir'i sorup yanına varmış, "Ey Ebu Yakzan! demiş, Ben müslüman oldum diye şehadet ettim, kavmim ise sizin geldiğinizi işitince kaçtılar, ben kaldım; benim müslüman olmam yarın bir fayda verir mi,yoksa ben de kaçayım mı?" diye sormuş, Ammar da, "Hayır kaçma! Sana fayda verir." demiş. O da kaçmamıştı. Sabahleyin Halid akın etmiş, o adamdan başka kimseyi bulamamışlar. Onu malı ile beraber tutmuşlar. Ammar, haber alınca Halid'e gelmiş, "O adamı bırak, çünkü o müslüman oldu ve ben ona eman verdim." demiş. Halid de, "Sen kim oluyorsun da adam kurtarıyorsun." diye çıkışmış ve bundan dolayı birbirlerine söz atmışlar. Nihayet Resulullah'a mahkeme için başvurmuşlar. Hz. Peygamber, Ammar'ın eman vermesine izin vermiş ve bir daha amire karşı böyle kendi kendine söz vermemesini de hatırlatmış, bunun üzerine peygamberin yanında da atışmışlar. Halid, "Ey Allah'ın elçisi! Bu burnu kesik kölenin bana sövmesine müsaade eder misin?" demiş. Resulullah da: "Ey Halid! Ammar'ı kötüleme, çünkü Ammar'ı kötüleyeni Allah kötüler Ammar'a karşı kin besleyenden Allah nefret eder, Ammar'a lanet edene Allah lanet eder." buyurmuş. Ammar da öfke ile kalkmış. Bunun üzerine Halid, arkasından koşup elbisesinden tutmuş, özür dilemiş, o da razı olmuştu. İşte âyeti bunun üzerine indi, diye nakledilmiştir.

İbn Abbas bu ayetin Hz. Peygamberin bir seriyyeye gönderdiği bir kişi hakkında indiğini söyler ve “nezelet fi raculin” kalıbını kullanır. Abdullah ibn Huzafe İbn Kays es-Sehemi’yi Hz. Peygamber bir seriyye için gönderdiğinde onun hakkında inmiştir. Burada da “nezelet fi raculin” kalıbı ile gelmiştir. Süddi’den yapılan rivayette olay anlatıldıktan sonra “hemen şu ayet indi” manasında “fe enzelet el-ayet” kalıbı kullanılmıştır.

Elmalı Tefsirinde yukarıdaki nüzül sebebi olarak anlatılan rivayetlere yer vererek, Bu iki rivâyetin çözümüne göre âyet, müfreze komutanları ve askerî işler sebebiyle inmiş ve fakat itaat meselesini genel olarak esaslı bir nizama bağlamıştır. Bundan dolayı Ey müminler! gerek genel bir şekilde birbirinizle ve gerek yetkililer ile sizin aranızda ve gerekse yetkili olanlar arasında herhangi bir şey hakkında tartışırsanız onu Allah'a ve Resulüne götürünüz. Yani yalnız kendi arzu ve isteğinizle halletmeye kalkışmayınız. Çarpışmalara düşmeyiniz. Başkalarına da gitmeyiniz de önce Allah'ı, ikinci olarak Hz. Muhammed'i kendinize başvurulacak yer biliniz, bu hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda biricik hakem ve hakim Allah ve Peygamberini tanıyınız. Değişik hükümlerinizi, fikirlerinizi Allah'ın âyetlerine ve Hz. Muhammed'in açıklamalarına tatbik ederek ve uydurarak birleştiriniz ki, Allah'a müracaat, Allah'ın birliğine inanmada samimiyetle Allah'ın âyetlerini araştırmak ve incelemekle, Resûlüne müracaat da zamanında kendisine ve ondan sonra sünnetine ve halifelerine durumu arz etmekle olur. Zâhiriyye (mezhebi âlimleri) bu âyetten hareketle ihtilafa düşülen meselelerde mutlaka Kur'ân ve Sünnete başvurmanın vacib olduğunu ve bundan dolayı kıyas ile amel etmenin caiz olamayacağını zannetmişlerse de besbellidir ki, Kur'ân ve Sünnetle açıkça anlatılmamış hususların, çekişme halinde Kur'ân ve Sünnete başvurmak için sebeplerini ve illetlerini düşünmekle benzerleriyle mukayese etmekten başka bir yol yoktur. Kıyastan maksat da zaten budur. Fıkıh ve hikmet de budur açıklamasını yapar.

Bu âyet-i kerimenin Ab­dullah ibn Huzâfe hakkında indiğine dair haber Ebu Saîd el-Hudrî'den ve fakat nüzul kaydı olmaksızın şöyle nakledilmektedir: Allah'ın Rasûlü (sa) Alkame ibn Mücezziz'i bir seriyyenin başına getirerek göndermişti. Ben de içlerindeydim. Yolda bir grup izin istediler, o da onların başına Abdullah ibn Huzâfe'yi tayin ederek izin verdi. Onlar yolda bir yerde konaklamışlarken askerleri ısın­mak veya ateşte bir şeyler yapmak üzere ateş yakmışlar. Son derece şakacı olan Abdullah onlarla biraz eğlenmek üzere: "Bana itaat etmekle yükümlü değil mi­siniz?" demiş, "Evet onunla yükümlüyüz." demişler. "Size ne emredersem onu yaparsınız değil mi?" demiş, ona da evet diye cevap vermişler. "O halde şu ate­şe atılmanızı emrediyorum." demiş. Askerleri ateşe atılacaklarmış gibi kalkıp ateşin etrafına geçince onların ateşin içîne atlayacaklarını zannederek "Sakın, kendinizi ondan tutup alıkoyun, sakın ateşe atlamayın. Ben size şaka yapıyor­dum" demiş. Sonra seriyyeden Medine'ye dönüp geldik. Abdullah'ın arkadaşla­rı durumu Hz. Peygamber (sa)'e anlattılar da Allah'ın Rasûlü (sa): "Onlardan, yani emirlerden her kim size Allah'a ma'sıyet olan bir şey emrederse ona sakın itaat etmeyin." buyurmuş.( îbn Mâce, Cihâd, 40)

Aynı hadise isim verilmeden ve nüzul kaydı olmaksızın Buhârî, Müslim ve Neseî'de ayrıntılarda küçük farklarla şöyle tahriç olunmuştur: Ali'den rivayete göre Allah'ın Rasûlü (sa) ansardan birisinin komutasında bir seriyye göndermiş, komutanlarını dinleyip itaat etmelerini emretmişti Seriyye komutanını bir şekil­de kızdırdılar da "Bana odun toplayın." diye emretti. Odun topladılar. Onlara: "Ateş yakın." diye emretti ve onlara: "Allah'ın Rasûlü size, beni dinleyip itaat etmenizi emretmedi mi?" dedi. Askerleri: "Evet, öyle emretti." dediler. "O hal­de size emrediyorum, ateşe girin." dedi. Birbirlerine baktılar; bir kısmı komuta­nın emrine itaat için ateşe girmek isterken bir kısmı da: "Biz, ateşten kaçarak Rasûlullah (sa)'a iman ettik. Şimdi niye ateşe girelim." dediler. Onlar böyle ko­nuşmaya ve tartışmaya devam ederken seriyye komutanının kızgınlığı geçti ve ateş de söndü. Dönüp geldiklerinde durumu Hz. Peygamber (sa)'e anlattılar da O, ateşe girmek isteyenlere: "Eğer o zaman ateşe girmiş olsaydınız, bir daha ondan asla çıkamaz ve kıyamete kadar ateşte kalırdınız.", diğerlerine de: "Hayır işlediniz." buyurdular ve şöyle devam ettiler: "Allah'a isyan olan konularda komutana veya başkana itaat etmek yoktur. İtaat ancak ma'rûftadır.( Buhâri, Ah­kâm, 4; Müslim, İmâra, 39-40; Neseî, Bey'a, 34.)

Sonuç olarak müslüman kültüründe idarecilere itaat abartılı bir tarzda anlaşılmış, kayıtsız itaat öngörülmüş veya böyle olması yönünde bir çaba var ola gelmiştir denebilir. Daha çok bu ayete dayanılarak öne sürülen bu argüman incelendiğinde, ayetin nüzulüne sebep olayın Süddi’den gelen hadise olduğu ağırlık kazanmaktadır. Gerek bu rivayet, gerek ulül emr ifadesinden neyin kastedildiğine dair görüşler ve Hz.Peygamberin hadisleri birlikte düşünüldüğünde, itaat konusunun sosyal ve idari düzenin devamı için elzem olmakla birlikte birtakım şartlarla kayıtlandığı, mutlak itaatin dinde öngörülen bir husus olmadığı izlenimi oluşmaktadır.

Kaynaklar:

 İbn Cerir et-Taberi, Câmiu’l-Beyân

Zemahşeri, Keşşâf

Razi, Mefatihu’l-Ğayb

Buhârî, Camiu’s Sahih

Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili

Alûsî, Ruhu’l-Meani

Ahmed Nedim Serinsu, Kur’an ve Bağlam

İbn Kesir, Tefsirü’l Kurani’l Azim

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

ESBABI NÜZUL ÖDEVİ    29.05.2015

 

                                                                              ŞERİF GEDİK 14922746

                                                             2015 BAHAR DÖNEMİ/DOKTORA

 

TEVBE SURESİNİN 84. AYETİ ve MÜFESSİRLERİN GÖRÜŞLERİ

 

 وَلَا تُصَلِّ عَلٰىٓ اَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ اَبَدًا وَلَا تَقُمْ عَلٰى قَبْرِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَمَاتُوا وَهُمْ فَاسِقُون

 

“O münafıklardan biri ölürse sakın cenaze namazını kılma. Kab­rinin başında durma. Çünkü onlar, Allah ve Peygamberini inkâr etmişler ve dinden çıkmış olarak ölmüşlerdir.”

 

Kur’an-ı Kerim yirmi üç yıla yayılan bir süreçte peyderpey nazil olmuştur. Kur’an ayetlerinin bir kısmı herhangi bir sebebe dayanmaksızın nazil olmuşken diğer bir kısmı hususî sebeplerle,[1] bir olay ve sual sonucunda nazil olmuştur.[2] Mesela Hz. Peygamber’e bir soru sorulmuş veya bir olay meydana gelmiş ve bu sebeple birkaç ayet ya da bir surenin tamamı indirilmiştir.[3] Tefsir literatürün de ise buna nüzul sebebi denilmektedir.  Ele aldığımız bu ayetin anlaşılması noktasında da nüzul sebebinin önemli bir yeri vardır. Bu ayetin anlaşılması bağlamında müfessirlerin eserlerinde aktarmış oldukları rivayetlere bir göz atalım.

1- Ayetler Arası İlişki

 

Bu  ve bundan önceki ayetler , münafıkların rezilliklerinden ve kötü hallerinden bahsetmeye de­vam ediyor.

Cenâb-ı Hak, onların çirkin hallerini açıkladıktan sonra, Hz. Peygamber'in Tebûk Gazvesinden dönüşünü müteakip, onlara karşı takınılacak tavır­lardan bazılarını açıklıyor: Allah’u Teâlâ, onlara diğer gazvelerde peygamberle birlikte çıkmayı yasakladı: Çünkü onların çıkmaları fesada sebep olacaktı.

Peygamber (sav)'i onların ölülerine namaz kılmaktan men etti. Çünkü ölü için namaz, onun için bir dua, istiğfar ve şefaat dilemektir. Kâfir ise, buna lâyık de­ğildir. Allah, Peygamberini, onların mallarına, çoluk çocuklarına aldanmaktan, kendilerindeki şeyleri güzel görmekten men etti. Çünkü onlar, onların hayırla­rına değildir, dünyada onlarla azaplarına bir yol, ahirette de onlar için bir mahrumiyettir. [4]

 

2.Taberinin Aktarmış Olduğu Rivayetler ve Nüzul Sebebi

 

         Ey Resulüm, münafık olarak ölenlerin cenaze namazlarını kıldırma. Zira onlar, Müslüman olarak ölmemişlerdir. Onların kabirlerinin başına varıp da dua da etme. Dinden çıkmış veya hiç iman etmemiş olarak ölen bu insanlar duaya da ehil ve layık değillerdir.

    Abdullah b. Ömer diyor ki:

"Abdullah b. Übey ölünce oğlu, Abdullah b. Abdullah, Resulullah'a geldi ona; babasına kefen yapması için gömleğini vermesini istedi. Resulullah da ver­di. Sonra Abdullah, Resulullah'tan, babasının cenaze namazını kıldırmasını iste­di. Resulullah, kalkıp cenaze namazını kıldırmaya yeltenince Ömer kalkıp Resulullah'ın elbisesinden tuttu ve dedi ki: "Ey Allanın Resulü, sen bunun cena­zesini mi kılıyorsun?  Halbuki rabbin sana bunun cenaze namazını kılmanı ya­sakladı." Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Allah beni serbest bıraktı ve buyurdu ki: "İster bağışlanmaları dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları  asla affetmeyecektir.[5] Ben, af dilemeyi yetmişten fazla yapmış olacağım. (Ömer) Dedi ki: "Ama o, münafık." Resulullah yine de onun cenaze namazını kıldırdı. Bunun üzerine Allah Teala, "O münafıklardan biri ölürse sakın cenaze namazını kıldırma" âyetini indirdi. [6]

Diğer bir rivayette, bu âyet nazil olduktan sonra Resulullah'ın bir daha münafıkların cenaze namazını kıldırmadığı zikredilmiştir[7].

Abdullah b. Abbas diyor ki:

Ben Ömer b. el-Hattab'ın şunları söylediğini işittim. "Abdullah b. Übey b. Selûl ölünce Resulullah, onun cenazesini kıldırmaya davet edildi. Resulullah ayağa kalkınca ben de sıçrayıp kalktım ve dedim ki: "Ey Allah’ın Resulü, sen, Übeyin oğlunun cenazesini mi kıldıracaksın? Halbuki o falan günde şöyle ve şöyle yaptı." Ben, Resulullah’a ibn-i Übey'in yaptıklarını sayıp durdum. Resulul­lah gülümsedi ve Ey Ömer hele öte çekil dedi. Ben daha fazla üzerine gidince dedi ki: "Ben, Allah tarafından (Af dilemeyi) tercih ettim. Şayet ben, yetmişten fazla af dilememle affedileceğini bilmiş olsam af dilememi yetmişten fazla ya­parım" Resulullah cenazeyi kıldırıp gitti. Aradan çok geçmeden tevbe suresi'nin "O münafıklardan biri ölürse, sakın cenaze namazım kılma," âyeti ve bundan sonra gelen âyet nazil oldu. Ben de Resulullah’a karşı cüretkâr davranışımdan dolayı kendi kendime hayret ettim. Allah ve Resulü (her şeyi) daha iyi bilir [8]

Taberi bu hadisi, Cabir, Enes, Katade ve Âsim b. Ömer'den de rivayet etmiştir.

Cabir b. Abdullah diyor ki:

"Resulullah, Abdullah b. Übey defnedildikten sonra kabrine vardı. Onu çıkardı, Ona tükürdü ve gömleğini ona giydirdi.[9]

Bu ayeti Kerime nazil olduktan sonra Peygamber  Efendimiz, münafıklar­dan hiçbir kimsenin cenaze namazını kıldırmamış ve kabirlerinin başında da bulunmamıştır.

Bu hususta Ebu Katade diyor ki:

"Resululah (s.a.v.) bir cenazeye davet edildiğinde onun hakkında sorular sorar, eğer iyi bir kimse olduğu söylenirse cenazesini kıldırırdı. İyi bir kimse ol­duğu hakkında bir şey söylenmezse, cenaze sahiplerine" Ona siz bakın." der ve o cenazenin namazını kıldırmazdı[10]

Ömer b. el-Hattab da, tanımadığı kimselerin cenaze namazını, Huzeyfe b. el-Yeman kılmadıkça kılmazdı. Çünkü Huzeyfe b. el-Yeman, kimin münafık olduğunu bildiri. Bu sebeple Huzeyfe’ye "Sır sahibi" deniyordu. [11]

 

 

 

 

 3. Hz Peygamberin Abdullah b. Übeyy'e Namaz Kılma Kıssası

 

Kadı Ebû Bekir Bâkıllânî, İmâmu'l-Harameyn Cüveynî ve Gazalî gibi bir grup âlim, münafıkların liderine namaz kılınması hadisini ayetin zahirine şu bakımlardan ters düştüğü için zayıf görmüştür:

 

1-      Ayet, Peygamber (sav)'in, Tebük Gazvesinden dönüşü esnasında nazil olmuştur. Hâlbuki İbn Übeyy, o yıldan sonra ölmüştür.

 

2-      Hz. Ömer'in itiraz edip, Hz. Peygamber (sav)'e, "Rabbin seni, onun na­mazını kılmaktan nehyettiği halde mi, onun namazını kılacaksın?" demesi, nehyin İbn Übeyy"in ölümünden önce olduğuna işaret eder. Bu ise: Resulullah onun namazını kıldı, bunun üzerine Allah’u Teâlâ: "Onlardan hiçbirinin nama­zını kılma" ayetini indirdi sözüne ters düşer. Ayetin, onun namazından sonra nazil olduğu açıktır.

 

       3- Hz. Peygamber (sav)'in: "Allah beni muhayyer bıraktı."   sözü, ayetin açıklığına ters düşer. Çünkü Allah küfürleri sebebiyle onlara, asla mağfiret et­mez. O halde ayetteki "yahut" kelimesi muhayyeriyyet (serbestlik) için değil, tesviye (eşitlik) içindir.

 

Yukardaki alimlerin ortaya koymuş oldukları görüşlerden hareketle ayetle Hz Peygamberin cenaze namazını kıldırdığını rivayet eden hadis arasını bulmaya çalışmak ise, ikna edicilikten uzaktır, zorla­ma olur.[12]

 

Resulullah  (sav) onun kâfir olduğunu, küfür üzere öldüğünü bildiği halde, namazını kıldı. O oğlu kendisinden, babasını defnetmek için gömleğini gönder­mesini isteyince, onun iman ettiğini sanmıştı. Çünkü vakit, fâcirin tevbe edebi­leceği, kâfirin iman edebileceği bir vakitti. Yahut o, onun Müslümanlığını ilânı üzerine, namazını kıldı. Ebû Ya'lâ ve daha başkalarının Enes'ten tahric ettikle­rine göre, Resulullah (sav), Abdullah b. Übeyy'in namazını kılmak isteyince, Cibril hemen elbisesinden tutarak: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını kılma" dedi. Bu rivayet gösteriyor ki, Peygamber (sav), Abdullah b. Übeyy'in namazını kılmadı.

Rivâyetlerdeki bu çelişki karşısında, âlimlerden bazıları Buhârî'nin riva­yetini tercih etmiş, bazıları da iki rivayet arasını birleştirerek Ömer ve oğlu­nun rivayetindeki namazdan murat, dua yahut onun namazını kılmaya karar vermesi, sonra da, Cibril (a.s.) tarafından men olunmasıdır, demişlerdir. [13]

 

4.      Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet ve bundan önceki ayetler, münafıklara uzun bir süre verildikten ve zahiren Müslümanlara yapılan muamele yapıldıktan sonra, bazı kesin tavırlar alınması gerektiğini ifade ediyor. Bu kesin tavırlar ise şunlardır:

Onları Müslümanlarla birlikte cihada çıkmaktan men et­mek, ölülerine namaz kılmamak, onların öğündükleri mallarına, çoluk çocukla­rına aldanmamaktır. Bu tür tavır sergilemeleri, onların Allah'ı ve Peygamberini inkâr eden kâfirler olduğuna işaret eder.

Bizim incelediğimiz bu ayet bağlamında münafıklar hakkında böyle bir şey buyrulmasındaki hikmet ve gaye onların itibarlarını düşürmektir. Çünkü ölü için namaz kılmak, dua için kabrinde bulunmak, ona ikram ve saygı göstermektir. Kâfir ise, saygıya lâ­yık değildir. Aksine iman ehli hürmete lâyıktır. Nitekim Peygamber (sav) mü­minlerin namazını kılma hususunda acele davranıyordu. Onun namazı, onlar için bir şefaat, bir rahatlama ve bir kalp huzuru demekti. Müminlerden de, ik­ram ve tazim için, dua ve istiğfar istiyordu. Ebû Davud, Hâkim ve Bezzâr, Os­man (r.a.)'ın  şöyle dediğini rivayet ederler: "Peygamber (sav) ölüyü defin işini bi­tirdiği zaman, orada durur: "Kardeşiniz için istiğfar edin. Onun (sorulan soru­lar karşısında) sebat etmesini isteyin, çünkü o, şu anda sorguya çekiliyor." der­di.

 

Bu ayet, kâfirlerin namazını kılmayı ve defnolunurlarken kabirlerinde durmayı, definlerini üstlenmeyi yasaklayan bir delildir. Bunda, müminlerin münafık olan kimselerin cenaze namazını kılmaya delil yoktur. Müslüman ölünün namazını kılmanın vacip ol­duğu sahih hadislerden anlaşılıyor. Nitekim Müslim'in Câbir b. Abdullah'tan rivayet ettiği hadiste, o şöyle dedi: "Resulullah (sav)  Bir kardeşiniz öldü. Kal­kın namazını kılın buyurdu. Kalktık, iki saf olduk." (Resulullah, Necâşî'yi kastediyordu)

 

Ebû Hureyre'den şöyle rivayet olunmuştur:

 

Resulullah (sav) Necâşî'nin öl­düğü gün, bunu insanlara haber verdi. Onlarla beraber musallaya çıktı ve dört tekbirle namazını kıldırdı.

Müslümanların cenazelerine namaz kılmayı terk etmenin caiz olmadığı hususunda, Müslümanlar ittifak halindedirler. Çünkü bu, kavlen ve amelen peygamberlerinden gelmiştir.

Bazı âlimler buna, Müslümanların cenazelerini teşyi etmeyi de ilâve et­mişlerdir. Ayetten, defin oluncaya kadar Müslümanın kabri üzerinde durmanın meşru olduğu anlaşılıyor. Peygamber (sav) de öyle yapardı. Nitekim ölü defin o­luncaya kadar bir kabirde ayakta durmuş, sorulara kolaylıkla cevap verebilme­si için dua etmiştir. İbnü'z-Zübeyr de bir ölüsü olduğunda, defin oluncaya kadar kabri başında ayakta dururdu. Müslim'in Sahih'in de gelen bir rivayette, Amr b. As (r.a.), ölürken şöyle dedi: Beni defnettiğiniz zaman, üstüme güzelce top­rak koyun, sonra bir deve kesilip etleri taksim olununcaya kadar, kabrimin çevresinde durun ki, sizden kuvvet alıp Rabbimin elçilerine ne cevap vereceği­mi bileyim.[14]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                        SONUÇ

 

        Tevbe suresinin 84. Ayetinin nüzul sebebine baktığımızda Peygamberimizin münafıkların reisi olan Abdullah b. Übey’in cenaze namazını kıldırmak istemesi Hz Ömer(ra)’ın ise böyle bir kişinin cenaze namazının kılınmasının doğru olmayacağını belirterek Hz Peygamberin namaz kıldırmasına engel olmasıdır. Taberi bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili rivayetleri aktarır rivayetlerin sıhhati hakkında herhangi bir bilgiye yer vermez. Ancak aktarmış olduğu rivayetlerden birisine göre Hz Peygamber (sav) münafık kimsenin cenaze namazını kılmış bir rivayete göre ise cenaze namazını kıldırmadan önce ilgili ayet nazil olmuş ve cenaze namazını kıldırmaktan vazgeçmiştir.

       Razi’nin tefsirinde bu ayet bağlamında aktarılan bilgilere baktığımızda Razi bu konuyu enine boyuna inceleyerek insan zihninde soru işareti oluşturacak bütün sorulara cevap vermeye çalışır ve bunu belli bir mantık örgüsü çerçevesinde gerçekleştirir.  Peygamberimizin yapmış olduğu eylemlerdeki hikmeti ve neden böyle bir eylemi gerçekleştirmek için çaba sarf ettiğini ortaya koymaya çalışır.  Münafık olan böyle bir kimsenin cenaze namazını ise Efendimizin kıldırmadığını söylemeye gayret eder. Çünkü bir Peygamberin kafir olan bir kimsenin cenaze namazını kıldırması ona dua etmesi onun kabrinin başında bulunması kesinlikle uygun olmayan bir davranıştır. Çünkü Allah’ın Kuran’da necis olarak nitelendirdiği bir kimseyi temizleme gayretinde olmak, Allah’ın lanet ettiği bir kâfire rahmet okumak, onun kabrine gidip kabri başında beklemek gibi hiçbir eylem hiçbir Peygambere yakışmaz. Ancak nüzul sebeplerini incelediğimizde oğlu Müslüman olan bir münafıktan bahsedilmekte ve Hz Peygamberin o kişinin cenaze namazını kılmaya yeltendiği ancak vahiyle böyle bir eylemden alı konulduğu ifade edilmektedir. Ayrıca gelen rivayetlere göre o münafığın talebi üzerine Hz Peygamber(sav) ona iç gömleğini göndermiş ve o münafıkta Hz Peygamber(sav)’in kendisine gönderdiği bu gömleğin kendisini azaptan kurtarabileceği düşünmüştür. İşte münafıkların reisliğini yapan bir kimsenin böyle bir tavır sergilemesi yüzlerce kişinin Müslüman olmasına vesile olmuştur.

Bakıllani, Cüveyni ve Gazali gibi bazı alimler ise Hz Peygamber(sav)’in o münafığın cenaze namazını kıldırdığı rivayetinin, nazil olan bu ayetle çeliştiğini belirtmekte ve bir takım akli çıkarımlar ve deliller ortaya koymak suretiyle bu rivayetin sahih olmadığını söylemektedirler.

 

Rivayetler bağlamında bu hadiseyi değerlendirdiğimizde böyle bir olayın gerçekten vuku bulduğu ancak Efendimizin münafıkların reisi olan Abdullah b. Übey’in cenaze namazını kıldırmadan önce kendisinin vahiyle uyarıldığı ve bundan sonra Efendimizin kesinlikle hiçbir münafık ve kâfirin cenaze namazına katılmadığı ve cenaze namazlarını kıldırmadığı anlaşılmaktadır.

 

 

 

               



[1] Zerkâni, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü’l-İrfân fî ‘Ulumi’l-Kur’an, Mısır ts., I, 99.

 

[2] Suyûtî, Ebü'l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, el-İtkân fî ‘Ulumi’l Kur’an, (Thk. Muhammed Ebû’l-

 

Fazl İbrâhim), Kahire 1985, I, 82

 

[3]  Zerkâni, a.g.e., I, 99; İsmâil Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1995, s. 115.

 

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/485-486.

[5] Tevbe suresi, 9/80

 

[6] Buhari, K.Tefsir el-Kur'an sure: 9, bab: 12 /Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure:9 bab: 11, Hadis No: 3098,

 

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/173-176, Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kuran-ı

 

Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3588-3592

 

[7] Tirmızî Tefsîru'l-Kur'ân, 9/13, hadis no:  3098; Neseî, Cenâiz. 40, hadis no:   1898.

 

[8] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure: 9 bab: 12

 

[9] Buhari, K. el-Cenaiz bab: 23

 

[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned  5, s. 299

 

[11] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/337-340

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/489

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/484-485

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/487-489


0 Yorum - Yorum Yaz


Hikmet MAVİYILDIZ

14922748

Doktora – 2015 Bahar Dönemi

 

HUDEYBİYE VAKASI

Kur’an ayetlerinin nüzulü sırasındaki meydana gelen olaylar ve ortam, ayetlerin anlaşılmasında ve yorumlanmasında önemli bilgiler vermektedir. Bu bilgiler, esbab-ı nüzul adı altında incelenmekte ve başta sahabe olmak üzere tabiun ve tebe-i tabiin müfessirleri tarafından bu bilgilerle Kur’an tefsiri yapılmıştır. Anlaşılacağı üzere esbab-ı nüzul bilgisi de sahabeden gelmektedir.    

Bu çalışma, esbab-ı nüzul bağlamında Hudeybiye vakası ve Fetih Suresi üzerinde temerküz etmektedir. Bu meyanda, Hudeybiye vakası İbn İshak, İbn Hişam ve ibn Kesir’in siyerleri esas alınaraktan tarihi perspektiften ele alınacaktır. Konuya ilişkin ayetlerin sebeb-i nüzulü, bu eserlerde nakledilen tarihi vaka bağlamında incelenecektir.

Hudeybiye gazvesi hicri altıncı yılda Zilkade ayında gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber 1000 civarında (1300-1500 kişi arası olması muhtemeldir.) ashabıyla beraber umre yapmak amacıyla Medine’den yola çıkmışlardır. Burada amaç savaşmak değildir. Ayrıca yine beraberlerinde kurbanlık olarak 70 deve götürmüşler. Buhari kanalıyla Misver b. Mahreme ile Mervan b. Hakem; Hz. Peygamber ve ashabının, Zu'1-Huleyfe'ye vardıklarında kurbanlıklarının boyunlarına gerdanlıklarını asıp kurbanlık oldukları bilinsin diye işaretledikleri ve Hz. Peygamberin kendisinin de umre ihramına girdiğini bildirmektedirler.

Usfan’a vardıklarında karşılaştıkları Bişr ibn Süfyan kendilerine; Kureyş’in Müslümanları karşılamak ve Mekke’ye sokmamak amacıyla Küra-ı Ganim bölgesine gittiklerini söylemiştir. Bunun üzerine Müslümanlar Kureyşlilerle karşılaşmamak için farklı bir güzergâhtan ilerlerler. Müslümanlar Hudeybiye’ye giden Seniyyetül Mürara’ya doğru ilerlerlerken bazı Kureyşliler onları görür ve Kureyşe haber verirler. Seniyyetül Mürara’da Hz. Peygamberin devesinin âdeti dışında durması üzerine orada konakladılar.  Kuyularda su olmaması üzerine Hz. Peygamber bir okunu bir sahabisine (Naciye ibni Cündeb) vermiş ve o sahabenin bu ok ile kuyuyu kazması üzerine su çıkmaya başlamıştır. Böylelikle ashab kendisinin ve hayvanlarının su ihtiyacını karşılamışlardır.

Burada da Büdeyl ibni Verka el-Huzai ve Huzaa kabilesinden bazıları Hz. Peygamberin yanına gelmişler ve sefer amacını sormuşlardır. Hz. Peygamber onlara da savaş maksadıyla değil ancak Kabeyi ziyaret amacıyla yola çıktıklarını ifade etmiştir. Bunun üzerine, onlar da bu bilgiyi Kureyş ile paylaşsalar da, Kureyş yine de Müslümanları Mekke’ye sokmamak amacındaydılar. Yine de elçi olarak Mikrez b. Hafs b. Ahyefi Müslümanlara gönderdiler. Hz. Peygamber, onun gelmekte olduğunu görünce onun gaddar bir adam olduğunu ifade eder. Hz. Peygamber ona da Büdeyl ve arkadaşlarına söylediğine benzer şey­ler söyledi. Akabinde, Kureyşliler, Hz. Peygambere, Beni Haris b. Abdumenat b. Kinane'den biri olan Ehabiş kabilesinin lideri Huleys b. Alkame veya İbn Zebban'ı gönderdiler. Hz. Peygamber, onu görünce de onun ibadet eden ve Allah'ın emrine saygı gösteren bir kavimden­ olduğunu söyleyerek ashabına kurbanlıklarını onun göreceği şekilde öne sürmelerini istedi. Huleys gördüğü tablo üzerine Hz. Peygamber ile görüşmeden doğruca Kureyşlilere geri döner ve Müslümanların Kâbe’yi ziyaretlerine engel olunmamasını ister. Ancak Kureyşliler onun sözlerine itibar etmezler ve bu defa elçi olarak Urve ibni Mesud es-Sakafi’yi gönderirler. Hz. Peygamber Urve’ye de benzer şeyleri söylemiştir. Ancak Urve ashabın Hz. Peygambere olan saygısını, ihtiramını görünce Kureyşlilere gördüğü manzarayı anlatmaktan geri duramamış ve ashabın Hz. Peygambere olan ihtiramını ve sevgisini ne Kisrada ne de Kayserde gördüğünü ifade etmiştir.

Daha sonra Hz. Peygamber, Hiraş ibni Ümeyye el-Huzaî'yi Sa’leb isimli kendi devesiyle Mekke'ye gönderdi. Asıl gelme amacını Kureyş eşrafına iletmek istemişti. Ancak onlar Hz. Peygamberin devesinin ayaklarını kesmek suretiyle ve Hiraş'ı öldürmeye kastederek karşılık verdiler. Ehabiş kabilesinin himayesi altında olan Hiraş serbest kalır. Kureyşliler 40-50 kişilik bir gurubu Müslümanlardan birini kaçırmak amacıyla göndermişler ancak bu gurup Hz. Peygamberin ashabı tarafından yakalanmıştır. Fakat yine de bu gurup Hz. Peygamber tarafından affedilerek serbest bırakıldılar. Sonrasında, Hz. Peygamber Hz. Ömer ibn Hattab’ı Kureyşe göndermek istemiş fakat Kureyş’in O’na olan düşmanlığından dolayı öldürülme riskine binaen Hz. Peygamber Osman ibn Affan’ı göndermiştir. Ancak Hz. Osman mesajını ilettikten sonra Kureyşliler tarafından hapsedilmiştir. Bu haber Müslümanlara Hz. Osman’ın şehid edildiği şeklinde ulaşmıştır. Bunun üzerine, Hz. Peygamber ashabını Rıdvan Ağacının altında savaştan kaçmamak üzerine biat etmeye çağırdı. Akabinde, Kureyşliler Süheyl ibni Amr’ı anlaşma yapmak üzere Hz. Peygambere gönderdi. Amaçları o yıl Müslümanları Mekke’ye girmeden geri dönmeleriydi. Böylelikle Araplara karşı itibarlarını korumuş olacaklardı. Süheyl’in gelmesi ile Hz. Peygamber Kureyşin anlaşma yapmak istediğini sezmişti.

Anlaşma sağlanır ve metin hazırlanacaktır. Ancak bu arada Hz. Ömer’in Hz. Ebubekir’e ve Hz. Peygambere bu anlaşmayı Müslümanlara hakaret olarak düşünmesi nedeniyle bir serzenişi olacaktır. Öyle ki, bu serzenişi nedeniyle hayatı boyunca nedamet yaşamıştır. Metnin hazırlanması sırasında metinde yer alan “Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla” ibaresine Süheyl itiraz etmiş ve sadece “Ey Allah'ım, senin adın­la” diye yazdırmıştır. Hz. Peygamber Hz. Ali’ye “Bu, Muhammed Rasûlullah'ın Süheyl b. Amr ile yaptığı barış sözleşmesidir.” diye dikte etmesi üzerine Süheyl yine itiraz eder ve “Eğer senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şahadet etseydim, seninle savaşmazdım. Ama sen kendi adını ve baba adını yaz.” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Ali’ye şöyle yazdırır: “Bu, Muhammed b. Abdullah'ın Süheyl b. Amr ile yaptığı barış sözleşmesidir, şöyle ki: On sene insanlardan savaşı kaldırmak üzerine antlaşmışlardır. O seneler içinde insanlar güven içinde olacaklar. Birbirlerinden ellerini çekecekler, şunun üzerine ki, Kureyş'ten kim velisinin izni olmaksızın Muhammed'e gelirse, onu onlara geri verecektir. Muhammed ile beraber olan kimselerden kim Kureyş'e gelirse, onlar onu ona geri vermeyeceklerdir. Birbirimize kin beslemeyeceğiz. Ne gizli ne de açık hıyanet olmayacaktır. Kim Muhammed'in tarafına geçmek isterse geçer, kim de Kureyş tarafına geç­mek isterse geçer.”

      Huzaalılar ve Beni Bekir kabilesi antlaşmaya uyacaklarını ifade etmişler ve Müslümanların o sene geri dönmelerini ertesi sene üç gün boyunca Mek­ke'de kalabileceklerini ve Mekke’ye sadece binekli olanların kılıçları kınında olmak suretiyle girebileceklerini şart koşarlar.

Anlaşma yazılırken Süheyl ibn Amr’ın oğlu Müslüman olan Ebu Cendel bukağıya vurulmuş olarak kaçıp gelmiş olmasına rağmen anlaşma gereği Süheyl’e teslim edilmiştir. Hali hazırda fetih gibi büyük beklentilerle oralara kadar gelen ashab bu şekilde geri dönmeyi içlerine sindiremiyorlardı. Zira bu beklentileri Hz. Peygamberin rüyasına dayanıyordu. Dolayısıyla çok üzgün ve kahır içerisindeydiler. Ebu Cendel olayı ıstıraplarını daha da derinleştirmişti.

Hz. Peygamber antlaşma sonrası Hill’de devesini kurban etmiş ve tıraş olmuştu. Bunun üzerine ashabı da aynı şekilde hareket etmiştir. Bu arada ashabın kurbanlıklarını kesme ve tıraş olması noktasında isteksiz olmaları karşısında,  Hz. Peygamberin zevcesi Ümmü Seleme ile istişare etmesi ve zevcesinin fikrinde mutabık olması üzerine önce kendisi kurbanını kesmiş ve akabinde tıraşını olmuştu. Bunu gören sahabe aynı şekilde hareket etti. Ancak yine de çok kederli ve üzüntü içindeydiler.

Bu olaylar akabinde Fetih Suresi geri dönüş sırasında nazil olmaya başlamıştır. Burada “fetih” konusunda bir kısım tartışmalar mevcuttur. Bir yandan Rıdvan ağacı altındaki biat asıl fetih olarak kabul edilirken, diğer yandan Hudeybiye ba­rışının gerçek fetih olduğu kabul edilmektedir.

Yine Hudeybiye’de yaşanan önemli bir olay vardır ki, o da Hz. Peygamber’in mucize eseri olarak ashabının su ihtiyacını gidermesiydi. Susuz kalan yaklaşık 1400 sahabe, Hudeybiye kuyusunda su bulamayınca Hz. Peygambere durumu bildirirler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kuyunun başına oturdu ve bir kabın getirilmesini istedi. Kabın içindeki su ile abdest aldıktan son­ra mazmaza yaparak dua etti ve suyu kuyunun içine döktü. Akabinde kuyudan herkese yetecek kadar su çıktı. Başka bir rivayette ise; durum kendisine iletildiğinde elini içerisinde az miktarda su bulunan kendi küçük kovasına daldırır ve parmakları arasından su fışkırmaya başlar. Bu su da orada bulunan herkese yetmişti.

Medine’ye vardıklarında Kureyş'ten Ebu Basir Müslüman olarak Medine'ye, Hz. Peygamber'in yanı­na geldi. Kureyşliler, onu almak için iki kişi göndererek anlaşma gereği olarak istediler ve Hz. Peygamber, Ebu Basir'i onlara verdi. Yolda, Zu'1-Huleyfe'de Ebu Basir, mola sırasında o iki kişiden birini öldürmek suretiyle kurtuldu. Sonrasında Hz. Peygamberin onu müşriklere teslim edeceğini anladığı için kaçarak Sifu'l-Bahr'a gitti. Onun arkasından, Ebu Cendel b. Süheyl b. Amr da müşriklerin elin­den kaçıp kurtuldu ve Ebu Basir'in yanına Sifu'l-Bahr'a geldi. Artık Kureyşlilerden Müslüman olan herkes Ebu Basir'in yanma geliyor, grubuna katılıyordu. Sonrasında kalabalık olan bu gurup Kureyşlilerin kervanlarına zarar vermeye başladılar. Bunun üzerine, Kureyş Müslüman olanların iade zorunluluğundan kendi iradeleri ile vazgeçtiler. Bunun üzerine, Fetih Suresi 24-26 ayetleri inzal oldu.

Bu süreçte Ümmü Gülsüm bint-ül Ukbe ibn Ebu Muayt Medine’ye kaçar. İki kardeşi anlaşma gereği onu almak için gelirler. Ancak Mümtehine Suresinin 10. Ayetinin nazil olmasıyla Allah tarafından mümin kadınların iadesi yasaklandı.

Sonuç olarak, Hudeybiye barışı ile müşriklerle iletişim kanalları kurulmuş ve bu yolla İslam’a geçenlerin sayılarında ciddi artış olmuştur. Zira Hudeybiye’de 1400 civarında Müslüman varken iki sene sonra Mekke Fethinde on bin sahabe Mekke’ye girmiştir.

 

 

KAYNAKÇA:

1.       Ahmet Nedim Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, Şule yay., 2012,

2.       Alfred Guillaume, The Life of Muhammad, A translation of Ishaq’s Sirat Rasul Allah. 1967, Pakistan.  Oxford university Press.

3.       HIŞAM, İbn. es-Sîretu'n-Nebeviyye (İslam Tarihi-Siret-i İbn-i Hişam Tercemesi adıyla Çev. Hasan Ege). Kahraman Yayınları, İstanbul, 1985.

4.       KESIR, İbn. el-Bidaye ve’n-Nihaye,(çev. Mehmet Keskin), İstanbul, 2000.

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Adı ve Soyadı            : Hüseyin DURAKOĞLU

                          (Doktora Öğrencisi)

Dönemi           : 2014-2015

Öğrenci No     : 14922714

Konu               : Sebeb-i Nüzul Değerlendirmesi

Giriş.

 

Fıhî terim olarak seferilik, sahabe döneminden itibaren ilgi konusu olmuş,İslami ilimlerin tedvin asrından itibaren siyer, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarında alimler ilgili ayet ve hadislerle ilgili bahisler açmışlar,  fakihler bu konudaki hükümlerini eserlerinde ortaya koymuşlardır. Konunun, Nisa suresi 101. Ayette farklı anlamaya ihtimal vermeyecek ifade şekliyle değil de Kuran’da farklı anlamalara açık siyak ve sibak çerçevesinde  bildirilmesi sebebiyle özellikle fukaha arasında görüş farklılıklarının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Bununla beraber konuyla ilgili Hz. Peygamberden rivayet edilen hadislerin farklı anlamlarda  olması çıkarılan sonuçların ve verilen fıkhî hükümlerin ihtilaflı olmasına ayrıca katkı sağlamıştır. Bu sebeple sahabeden itibaren zamanımıza gelinceye kadar İslam bilginleri arasında fıkhî terim olarak seferilik var mıdır? seferiliğin müddeti, ne kadar uzaklıktaki bir mesafeye yolculuk için çıkıldığı zaman yoculuk hükümleri uygulanır, bu mesafe neye göre belirlenir? Mesafe belirlenirken Yolculuk vasıtası mı dikkate alınır? Yoksa yolculuk müddeti zaman mı? gibi konular İslam bilginler arasında farklı değerlendirilegelmiştir.

Biz bu çalışmamızda ayetler hakkındaki en kapsamlı rivayetleri eserine toplayan ilk dönem tefsir rivayetlerinin en temel kaynağı olarak günümüze ulaşan Taberî Tefsir’inde konu nasıl geçmektedir ortaya koymak ve söz konusu ayetle ilgili sebeb-i nüzul rivayetlerini sebeb-i nüzul kalıpları açısından bir değerlendirmeye tabi tutmaktır.  

Seferilik Hükmünün Hikmeti.

 

İslam dininin temel prensiplerinden olan zorluğu kaldırıp kolaylığı tercih etme kuralı misafir olan kimse için dinin amele taalluk eden birçok hükümlerinde farklılık gözetmesine ve kolaylık sağlamasına  bu prensibin bir sonucu olarak değerlendirilmiştir.

Dört rekâtlı farz namazların iki rekat olarak kasr edilmesi, ramazan ayında orucun tutulmamasına (daha sonra kaza edilmesi şartıyla) ruhsat verilmesi, normal vakitte meshin müddetinin bir gün iken üç güne uzatılması, kurban kesmenin, bayram namazlarının ve Cuma namazının vucûbiyetinin düşmesi gibi yolculuk vesilesiyle değişikliğe sebep olan hükümlerin hikmeti zorluğu kaldırma kolaylığı tercih prensibinin sonucudur.

Seferiliğin tanımı.

 

Fıkhî bir kavram olarak belli bir mesafeye yolculuğa çıkma, yolculuk yapma demek olan seferilik Kişinin herhangi bir nedenle ikamet ettiği yerden kalkıp başka bir yere gitmesi veya gitmek için yola koyulması, Arapça'da sefer veya müsaferet olarak adlandırılmakta olup, bu şekilde yola çıkmış kişiye de seferi veya müsafır denilir. Seferinin mukabili mukimdir ve mukim bir yerde yerleşik bulunan, yolcu olmayan kişi anlamındadır. Türkçemiz'de seferîlik veya müsaferet yerine, çoğunlukla yolculuk tabiri kullanılmaktadır. Fıkıh ve ilmi­hal kitaplarında seferîlik veya yolculuk sözlük anlamına yakın olmakla bir­likte, ondan farklı olarak, belirli bir mesafeye gitmek anlamındadır.”[1] Şeklinde tanımlanmaktadır.

Seferilik kavramının kaynağı olarakta İslam bilginleri, "Yeryüzünde sefere çıktığı­nız zaman, eğer kâfirlerin size kötülük etmesinden (fitne) korkarsaniz, na­mazları kısaltmanızda bir sakınca yoktur" (en-Nisâ 4/101). Bu âyetteki  “ve iza darabtum fi’l –ard…” beyanı “yolculuğa çıkmak”tır. Çünkü başka bir ayette “ Allah bilmektedir ki içinizde hastalar bulunacak bir kısmınız Allah’ın lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde yolculuğa çıkacaklar (yadribûne fi’l-ard)..”[2] İfade edilerek aynı kelimeler kullanılmaktadır.[3]  Diyerek söz konusu ayete dayandırmışlardır.

Seferilikte Mesafe Tespiti.

 

Hangi durumda seferi olunacağı ile ilgili olarak farklı iki görüş bulunmaktadır. Bunlardan mesafeyi esas alanlar günümüz uzaklık ölçümü ile yaklaşık 90 km. kadar bir yolculuğa çıkılırsa seferi olur demişlerdir. Zamanı esas alanlar ise 3 günlük yolculuğa çıkan kişi seferi olur diyerek zamanı ölçü almışlardır. Her iki yürüyüşte de insanların çoğunluğunun yolculuk vasıtası olarak kullandığı deve yürüyüşü veya yaya yürüyüşüyle üç günlük mesafedir.

Hanefilerin çoğunluğu “Husayf b. Abfurrahman’ın Nafî’den rivayet ettiğine göre İb. Ömer bir- iki günlük yolculuk yaptığı halde namazı kısaltmazdı. Fakat Hayber’e çıktığı zaman namazı kısaltırdı. Zira orası üç günlük mesafedeydi.”[4] Genelde ibn. Ömer’den nakledilen rivayetlere istinaden normal yürüyüşle üç günlük mesafeyi kabul etmiştir.  “Buna “üç konak” veya “üç merhale” de denir. Bir kişinin günde ancak altı saat yolculuk yapabileceği kabul edilince üç günlük yolculuk on sekiz saatlik bir zamana tekabül etmiş olmakta ve buna göre karada böyle bir yürüyüş ile, denizde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer süresi" sayılmıştır.”[5] Bu konuda yolculuktaki mest süresinin üç gece üç gündüz mest üzerine mest edebileceğini bildiren  hadisi, süreyi tespitte ölçü olarak almışlardır.

Yoculuk mesafesini esas olanlar ise  gidiş mesafesini esas almışlar dönüş mesafesini dikkate almamışlarıdır. Sefere çıkan kişi bu mesafeyi süratli giderek daha kısa bir sürede katedmiş olasa bile masefe hesabına göre yine seferi olur demişlerdir.

Seferiliğin Hükümleri.

 

Seferilik kişi için bir takım meşakkat sıkıntı içerdiği için kişiye bazı hükümlerde ruhsatlar verilmiştir. Yolculuktaki meşakkat ve sıkıntının değişken olduğu için fakihler sıkıntı yerine daha objektif ve herkes için objektif bir ölçü arayışına girmişler bu sebeple mesafe ayarını yapmışlardır.

Yolculuğa çıkan kişinin yolculuğun meşakkatinden bedeni yorgunluğundan ve endişelerinden bir an önce kurtulup ailesine normal yaşamına dönmesi için zaman kaybetmeden normal yerleşik hayata dönmesi gerekmektedir. Bu sebeple onun zaruri ihtiyacı dışında fazla oyalanmaması gerekmektedir. Bundan dolayı İslâm dini bazı kolaylıklar getirmiş bunların başında da  namazla ilgili olan “namazın kısaltılması” (kasr) gelmektedir.

Namazın Kısaltılması.

 

Namazların kısaltılmasına ilişkin "Yeryüzünde sefere çıktığı­nız zaman, eğer kâfirlerin size kötülük etmesinden (fitne) korkarsaniz, na­mazları kısaltmanızda bir sakınca yoktur."[6]  Ayetinde geçen “namazları kısaltmanızda sakınca yoktur”  cümlesinden namazların kısaltılacağı hükmü çıkarılmaktadır. Burda ifade edilen namazı kısaltma iki şekilde düşünülmüştür. Birincisi rekatların adedini kısaltıp dört rekatlı namazların farzlarını iki rekat olarak kılmak yani namazın miktarından kısaltmayı bazı müfessirler anlamışlarıdır. İkincisi ise ayakta durma yerine oturarak veya binit  üzerinde, ruku secde yerine ima ile yetinmek gibi namazın keyfiyetinden kısaltmak olarak tefsir etmişlerdir.

Zahiriler birince manayı tercih etmiş yeni rekatları kısaltma olarak tefsir etmişler bu ayet gereğince yolculukta namazları kısaltmanın korku durumuna özgü olduğunu yolcu güvencede olduğu zaman namazı tam kılması gerektiği hükmünü vermişlerdir.

Şafiilerde bu manaya yorumlamışlar ancak korku ile kayıtlamaksızın yocu birisinin dört rekatlı namazları iki rekat kılması caiz ancak tam kılması daha iyi olur hükmünü vermişlerdir.[7]  

Hanefi fukahasına gelince “… namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur…” ayetini emir olarak anlamışlar ve seferi olan bir kişinin dört rekatlı namazları tam kılması halinde kabül olsa da mekruh olur hükmünü vermişlerdir. Bu konuda Hz. Ömer’den nakledilen seferde namazların kısaltmanın Allah’tan bir hediye olduğu şeklindeki ifadeye istinaden “Bu ayet yolculuk esnasında namazı kısaltmaya ilişkin Allah’ın onlara verdiği kesin bir emri ifade eder. Dediyerek yolcunun namazını kısaltarak kılması gerektiğini söylemişlerdir. Ayrıca bu hususta Hz. Aişe’den rivayet ettiğimiz hadisi nakletmişlerdir. “ Namaz ilk farz kılındığında iki rekat olarak farz kılınmıştır. Yolculukta aynen bırakılmış ikamet halindeki namazlarda ise artırılmıştır.[8] Böylece kısaltmanın bir ruhsat değil bir azimet hükmü olduğunu kabul ederek yolcuya tercih hakkı bırakmamışlardır.

Taberî Tefsir’inde Seferilik Konusu.

 

Nisa suresi 101. Ayeti’nin tefsirinde Taberi: “Ey Müslümanlar yeryüzünde yolculuk yaptığınız zaman mukin iken rekat adedini dört olarak kıldığınız namazlarınızı iki olarak kılmanızda sizlere herhangi bir sıkıntı, günah yoktur. Bazıları da namazın hududunu kısaltmanızda günah yoktur manası vermişlerdir.” dedikten sonra müfessirlerin, mukim iken dört rekata tamamlaması farz olan namazın iki rekat olarak seferde kısaltılmasına izin verilmesi hakkında ihtilaf etmişler demektedir.”[9]

            Ayetin devamının açıklamasından sonra,Ya’lâ b. Ümeyye'nin, Hz. Ömer'den rivayetini nakletmektedir. “Bu hususta Ya'lâ b. Ümcyye diyor ki: ‘Ömer b. el-Hattab'a ‘Kâfirlerin size kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.’ âyetini okudum ve bugün artık insanlar güven içindedirler. (Namazı yine kısıltacaklar mı?) dedim.’ Ömer b. el-Hattab şöyle dedi: ‘Senin hayret ettiğin bu hususa ben de hayret etmiş ve bunu Resulüllaha sormuştum. Resulullah da şöyle buyurmuştu: ‘Bu (namazı kısalt­ma) Allah'ın size verdiği bir sadakadır. Sadakasını kabul edin.”[10]  Zikretmektedir. Sonarsında farklı senetlerle yine Ya'lâ b. Ümcyye’nin rivayet ettiği muhtevası aynı olan  iki rivayeti daha kaydetmektedir.

Daha sonra “Katâde  Ebi’l- Âlî’den şöyle bir olay nakletmektedir. “Ben Mekke’ye seyahat ettim orada namazları iki rekat kılıyordum ve bu şehrin kurraları ile karşılaştım bana dediler ki, nasıl namaz kılıyorsun? Dedim iki rekat. Bu sünnete ve Kur’an’da var mı diye sordular. Ben hem Kuran hemde sünnete var. Çünkü Hz. Peygamber iki rekat kıldı dedim. Onlarda O(Hz. Peygmber) harpteydi diyince bende Fetih suresi 26. ve Nisa suresi 101. Ayetlerini okudum”[11]

Aynı şekilde Hz. Ali’den “Tüccarlardan bir grup Hz. Peygambere gelerek biz seyahatlere çıkıyoruz namazlarımızı nasıl kılmalıyız diye sorunca? ‘Yeryüzünde sefere çıktığı­nız zaman, na­mazları kısaltmanızda bir sakınca yoktur’ (en-Nisâ 4/101). ayeti indi ve vahiy kesildi. Daha sonra Resülüllah gazveye çıktığında öğle namazını kıldırdı. Müşrikler birbirlerine dediler ki: ‘Biz onların aklanacakları ve gafil oldukları bir zamana rastlamıştık.’ (Yani namaz kılarken onlara hücum etmeliydik. Çünkü o anda onlan gafil avlayabilirdik) İşte bunun üzerine öğle ile ikindi vakti arasında, korku namazını beyan eden hüküm indi.’ rivayeti hakkında Taberi Arapça dil açısından uygun olmadığı açıklaması yapmaktadır.”[12]

Taberi farklı bir rivayette de bulunmaktadır.“Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman babasından. ‘Hz. Aişe'nin şöyle dediğini işittiğini söylemiştir: ‘Yolculukta iken namazı tam kılın.’ Hz. Ayşe'nin bu sözü üzerine kendisine denildi ki: ‘Resulullah yolculuk yaparken dört rekat farzları iki rekat kılıyordu.’ O da ‘Resulullah savaş halindeydi o korkuyordu. Siz de korkuyor musunuz? diye cevap verdi.’ Atâ’da Hz. Aişe ve Sa'd b. Ebi Vakkas'in, yolculuk yaparken namazları tam kıldıklarını söylemiştir.”[13] 

“Diğer bir görüşe göre bu âyette, kısaltılacağına ruhsat verilen namazdan maksat, fiilen savaşma dışında düşmandan korkulduğu sırada kılınacak olan namazdır. Bunlara göre âyet-i kerime, rnüslümanların, böyle bir korku içinde bulundukla­rı bir sırada nazil olmuştur. Bu hususta Mücahid, Ebu Ayyaş ez-Züraki diyor ki: ‘Biz , Resulullah ile birlikte "Usfan" denen yerde bulunuyorduk. ResululIah bize öğle namazım kıldırdı. Müşriklerin başında komutan olarak Halid b. Velid bulunuyordu. Müşrikler birbirlerine dediler ki: ‘Biz onların aklanacakları ve gafil oldukları bir zamana rastlamıştık.’ (Yani namaz kılarken onlara hücum etmeliydik. Çünkü o anda onlar gafil avlayabilirdik) İşte bunun üzerine öğle ile ikindi vakti arasında, korku namazını beyan eden hüküm indi. Resulullah bizle­ri iki gruba ayırarak ikindi namazını kıldırdı. Bir grup, Resulullah ile birlikte namaz kılıyor diğeri ise onu bekliyordu. Resulullah, arkasında bulunan gruba da onları koruyan gruba da birlikte tekbir aldırdı. Ve hep birlikte rükuya vardılar. Sonra, Resulullah'ın arkasında bulunan grup secde etti. Geri çekildi. Daha sonra diğer grup ilerleyip secde etti. Sonra hep birlikte ayağa kalktılar ve hep birlikte ikinci rükuyu yaptılar. Arkasında bulunanlar da onu koruyanlar da. Sonra Resu­lullah'ın arkasında bulunanlar secde ettiler ve geri çekildiler. Arkadaşlarının bu­lundukları safta ayağa kalktılar. Diğer grup ileri geçti secde etti ve Resulullah hepsiyle birlikte selam verdi. Böylece, herkes imamla birlikte iki rekat namaz kılmış oldu. Resulullah böyle bir namazı bir defasında da Süleym oğulları yur­dunda kıldı.”[14]

Taberi “Süddi, Said b. Cübeyr ve Kâ'b'dan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette, kısaltılacağı belirtilen namazdan maksat, fiilen savaş­ma dışında, düşmandan korkma halinde kısaltılan namazdır. Ancak bu namaz, seferi halde kılınan ve iki rekat olan namazın kısaltılarak bir rekat şeklinde kı­lınmasıdır.”

Rivayetin sonunda şöyle bir görüşü kaydetmektedir. “Bu görüşte olan âlimlere göre kişi mukim iken, dört rekatlı farzları dört olarak kılar. Seferi iken de iki rekat olarak kılar. Seferi iken iki rekat kılması, namazları kısaltma değil namazı seferi olarak tam kılmaktır. Ancak kişi seferi olduğu halde düşmanlardan da korkuyorsa işte bu takdirde tam sayılan iki rekat seferi namazını kısaltıp tek rekat olarak kılar. İşte bu âyet-i kerime, kısaltılan bu tek rekatlı namazı kasdetmiştir.”[15]

Aynı şekilde “Mucahid İbn. Abbas’tan farklı tariklerle ‘Peygamberinizin diliyle Allah namazı mukim iken dört, yolculukta iki, korku anında da tek rakat olarak farz kıldı’ şeklinde rivayette bulunmaktadır.”[16]

Taberi’nin: "Âyetin izahında tercih ettiği görüş: ‘Bu âyette kısaltılması beyan edilen namazdan maksat, düşmanla ça­tışma ve vuruşma anında rükunları eksilterek kılınan namazdır. Yani, rüku ve secdeleri tamamlanmayan, istenilen her yöne dönülerek kılınabilen, bineğin üzerinde ve yerde eda edilebilen namazdır. Nitekim Allah Taala farz namazları­nın böyle bir şekilde kılınacağını başka bir âyet-i kerimesinde şöyle zikretmiş­tir: Eğer korku içinde bulunursanız, yaya olarak yahut binekli iken namazınızı kılın.’ Buyurmaktadır.

Bu görüşü tercih etmemizin sebebi, bundan sonra gelen âyette: ‘Emniyete kavuştuğunuzda namazı gereği gibi kılın.’ buyurulmasıdır. Çünkü namazı gereği gibi kılmak onun rükuunu, secdelerini ve diğer rükünlerini artırıp eksiltmeksizin yerine getirmektir. Bundan da anlaşılmaktadır ki kişi, kor­ku anında kısaltılacak namazın bazı rükunlarını yerine getirmeyebilir.”[17]

            Sebeb-i Nüzul Kalıbı Noktasından Değerlendirme:

 

                Biz bu çalışmamızda amacımız, seferilikle ilgili Nisa suresi 101. Ayetini alimler nasıl anladıkları ve ne tür bir sonuca olaştıkları hakkında genel bir çerçeve belirledikten sonra, özellikle klasik dönemin en önemli tefsir kaynağı olan Taberi’de nasıl ele alındığını belirlemeye çalışmak ve ayetle ilgili esbab-ı nüzul rivayetlerini sebeb-i nüzul rivayetleri açısından değerlendirmektir.

            Ya’lâ b. Ümeyye'nin, Hz. Ömer'den rivayetin açıklama mahiyetinde ayeti tefsir eder bir üslupla aktarıldığı için sebeb-i nüzul kalıpları noktasından bir değerlendirme yapmak mümkün değildir.

            Hz. Ali’den “Tüccarlardan bir grup Hz. Peygambere gelerek biz seyahatlere çıkıyoruz namazlarımızı nasıl kılmalıyız diye sorunca? ‘Yeryüzünde sefere çıktığı­nız zaman, na­mazları kısaltmanızda bir sakınca yoktur’ (en-Nisâ 4/101). ayeti indi ve vahiy kesildi.” Şeklindeki rivayette geçen sebeb-i nüzul kalıbı olarak; “feenzele” ile başlayıp devam etmektedir. Bu kalıp sebep ifade etmede nass olan bir rivayet değil tefsir için olan bir esbab-ı nüzul rivayeti olmaktadır. Buradan hareketle Hz. Ali ayetin anlaşılması için re’yi ve aklı ile alaka  kurmuş bulunmaktadır. Rivayetin devamında da Taberi dil açısından böyle bir anlamanın mümkün olmadığını açıklamaktadır.

            Mücahid, Ebu Ayyaş ez-Züraki diyor ki:diye başlayıp devam eden rivayette kullanılan sebeb-i nüzul kalıbı “ şu hadise oldu bunun üzerine şu ayet indi…” olduğu için kalıp sebep ifade etmede nass olan bir rivayet olduğunu anlamaktayız. Ayetin nüzulü ile ilgili kalıp nass olan bir rivayet olduğu için Taberi bu rivayet doğrultusunda seferilikli ilgili görüş ortaya koymaktadır.

           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                        



[1] TDV, Heyet, İslam İlmihali, c.1 s. 323.

 

[2] 73/Müzzemmil,20.

[3] Tahâvî, Ahkâmu’l-Kur’ân, çev. Dr. Mustafa Genç,Beka yay. 2012, c.1,s.281

[4] Tahâvî, Ahkâmu’l-Kur’ân, çev. Dr. Mustafa Genç,Beka yay. 2012, c.1,s.282

[5] TDV, Heyet, İslam İlmihali, c.1 s. 323.

[6] 4/Nisâ,101.

[7] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Huzur Yayınevi, c.3, s.170.

[8] Tahâvî, Ahkâmu’l-Kur’ân, çev. Dr. Mustafa Genç,Beka yay. 2012, c.1,s.290

[9] Taberi, Câmi’u’l-Bayân’an Te’vîli Âyi’l –Kur’ân, Dâru’l-Hicr, VII, 404.

 

[10] Taberi, Câmi’u’l-Bayân’an, VII, 405-6.

[11] Taberi, Câmi’u’l-Bayân’an, VII, 406.

[12] Taberi, Câmi’u’l-Bayân’an, VII, 407.

[13] Taberi, Câmi’u’l-Bayân’an, VII, 410.

[14] Taberi, Câmi’u’l-Bayân’an, VII, 413-4.

[15] Taberi, Câmi’u’l-Bayân’an, VII, 416-7.

[16] Taberi, Câmi’u’l-Bayân’an, VII, 419.

[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/86-93.

  
 
 

0 Yorum - Yorum Yaz

İFK HADİSESİ    31.05.2015

Nazım Çetin

12912769

Doktora

                                             İFK HADİSESİ

           İfk hadisesi Beni Müstalik Gazvesi’nden önce meydana gelmiştir. İfk insana yalan ve iftira olarak ulaşan şeydir.[1] Buna göre ifk; doğru olmadığı halde bir kişi yada toplum hakkında herhangi bir haberin ortaya atılmasıdır.

           Peygamberimiz (s.a.v) her gazveye giderken hanımları arasında kura çekerdi. Bu gazvede kura Hz. Aişe’ye isabet etmişti. Bu savaş Mustalikoğullarına karşı yapıldığı için ‘Beni Mustalik’ Müreysi denilen suyun etrafında gerçekleştiği için de ‘Müreysi Gazvesi’ adını almıştır. Savaşın tarihi konusunda da  farklı zamanlar verilmiştir. El-Vakıdi hicri 5. yılın Şaban ayını gösterirken, İbnu Hişam 6.  senenin Şaban ayını aynı savaşın tarihi olarak öne sürmektedir. Ancak muhakkik alimler bu savaşın 5. senenin Şaban ayında gerçekleştiğini müşterek olarak söylemektedirler. Bunun en açık delilide ileride görüleceği gibi Sa’d b. Muaz’ın  bu savaşta sağ olmasıdır.Oysa o 5. yılda meydana gelen Hendek Savaş’ında aldığı bir yaradan kısa bir süre sonra vefat etmiştir.

            Gazveden dönerken yolda bir yerde konaklamışlardı.Hz. Aişe (r.a.)ihtiyacını görmek için dışarı çıktığında kız kardeşinin kendisine emanet olarak verdiği gerdanlığı kaybetti. Derhal kaybettiği yerde gerdanlığı aramaya gitti.Hz. Aişe’nin çadırını (hevdecini) taşıyanlar Hz. Aişe içerdedir zannederek çadırı devenin üzerine koydular.Hz. Aişe genç, kilosu hafif ve deveye yüklemeye yardımcı olanların sayısı çok fazla olduğundan yokluğunu fark edemediler.Hz. Aişe gerdanlığı bulmuş ve konakladıkları yere dönmüştü.Hiç kimsenin kalmadığını gördü.Olduğu yere oturdu ve uyuya kaldı. Onu Safvan b. Muattal gördü. Devesini çöktürdü.Hz. Aişe deveye bindi.Omumla hiç bir şey konuşmadı.Ordu Nahruz-Zahira da konaklamıştı.Bu esnada yetiştiler.Abdullah b. Übeyy bir iftira uydurup anlatmaya başladı.Medine’ye geldiklerinde bu iftiralar daha çok yayılmıştı.Hz. Aişe Gazveden dönünce bir ay hasta yattı.İftira hadisesinden hiç haberi olmamıştı.Hz. Aişe önce Ümmü Mıstah’dan sonra ailesinden olayı öğrendi.İki gün ağladı. Bu hali gören Rasulullah Kelime-i şahadetten sonra:

-Ya Aişe! Senin hakkında bana şöyle şöyle bir haber geldi.Günahsız ve masum isen Allah seni temize çıkaracaktır. Eğer bir günah işlediysen Allah’tan mağfiret dile ve tevbe et.Çünkü kul günahını itiraf edip Allah’a yönelir tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder buyurdu. O zaman Hz. Aişe’nin (r.a.) gözyaşı dindi. Ebeveynini davet etti.Annesi ve babası kızlarının ne diyeceğini bilmiyorlardı.Hz. Aişe şöyle konuştu:

- “Vallahi! Bu sözü duyunca kalbinize bu söz yerleşti ve bu haberi tasdik ettiniz. Size “Ben günahsızım!” desem (Allah da benim günahsız olduğumu biliyor) siz bana inanmazsınız. Allah da benim günahsız olduğumu bildiği halde size herhangi bir itirafta bulunursam benim bu günahı işlediğimi tasdik edersiniz. Vallahi ben sizin için ancak Hz. Yusuf’un (a.s) babası Hz. Yakub’un (a.s) sözünü söylerim: “ …Artık benim işim güzel bir sabırdır. Söylediklerinize karşı da, yardımına sığınılacak ancak Allah’tır.”

          Sonra da dönüp yatağına yattı. O saatte vahiy geldi. Resulullah(a.s) tebessüm ediyordu. İlk söylediği söz şu oldu:

-       “Ya Aişe! Allah senin temiz ve günahsız olduğunu bildirdi.” Annesi Hz. Aişe’ye :

-       “Kalk... Bak ne buyuruyor?” dedi.  Hz. Aişe de temiz ve günahsız olduğunu göstermek ve Resulullah’ın kendisine olan sevgisine güvendiği için:

-       “Vallahi! Ona kalkmam. Allah’tan başkasına da hamdetmem” dedi.

Allah’ın ifk hadisesi için indirdiği ayetler Nur suresinde “İftira haberini sana getirenler içinizden bir zümredir” şeklinde başlayan on ayettir.

         Abdullah b. Ubeyy Hz. Aişe ve Safvan’ın beraber geldiğini görünce peygamberinizin hanımısabaha kadar bir başkaadamla geceledi diyerek iftira atmıştı. Kur’ân bu iftirayı atan ve yayanların “Usbe” diye bir grup olduğunu bildirmiştir. Bunların kaç kişi olduğu ihtilaflıdır.

         Bu iftiranın sebebi münafıkların Müslümanları birbirine düşürmek maksadıyla  bu gazve öncesinde plan yapmış olmalarıdır. Münafıklar çok sayıda kişi ile bu gazveye katılmışlar ve Hz. Aişe’nin geride kalmasını fırsat bilmişlerdi. Bu iftira ile asıl hedeflenen Hz. Peygamberdi. Abdullah b. Ubeyy islâmdan önce Medine’de siyasi bir otoriteye sahipti ve lider olmaya adaydır. Bu iftira ile Hz. Peygamber’in Müslümanlar arasındaki saygınlığını ve otoritesini sarsmak ve yeniden kendi otoritelerini kurmak istiyorlardı.

          Bu olay karşısındaki Hz. Peygamber’in tutumu da çok önemlidir. En çok sevdiği ve “Aişe benim cennetteki zevcemdir” dediği eşine iftira atılmıştı. Bu iftiradan sonra bir ay vahiy gelmemişti. Eşini çok sevdiği için ayetleri  uydurduğu bile söylenmişti.Eğer kendi uydurmuş olsaydı olayın ardından hemen söylerdi. Hz. Peygamber Hz. Ali’ye “insanların ailem hakkındaki sözleri beni çok mahzun ediyor” demişti. Hatta Hz. Aişe hastalandığında bile ziyarete gidip “hastanız nasıl” diye soruyor eşi ile görüşmüyordu. Resulullah her şeye rağmen hisleriyle hareket etmemiş ve sağduyuyla meseleye yaklaşmıştır. Asla eşine sert davranmamış ve sert sözlerle de incitmemiştir.

             Ayrıca Hz. Peygamber’in Hz. Zeynep ile yaptığı istişarede onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum demiş ve Allah’ın takvası sebebiyle onu koruduğunu söylemiştir. Hz. Ömer de seni Aişe ile evlendiren kim diye Hz. Peygambere sorduğunda O’da Allah demiş ve Hz. Ömer Allah’ın onu koruyacağını söylemiştir.

            Hz. Peygamber (a.s) bu olayı sahabenin önde gelenleri ile istişare etmiştir. Bu olay hakkında kötü söyleyenler olduğu gibi Hz. Aişe’nin iyi bir kişi olduğunu söyleyenler de vardır. Burada Hz. Aişe’nin tavrı da çok önemlidir. O bu olayı Ümmü Mıstah’dan olayı haber aldığında hastalığı artmış ve annesinin evine gitmek için Resulullah’tan izin istemiştir. Annesi de onu teselli etmiştir. Hz. Ebu Bekir ise vallahi bize cahiliye döneminde bile böyle bir şey söylenmediğini söyleyerek Hz. Aişe’ye sitem etmiştir. Hz. Peygamber (a.s) başka bir çare kalmadığında gelip hanımıyla konuşmuştur. Tevbe etmesi gerektiğini söylemiştir. Hz. Aişe de bu dedikodu sizin gönüllerinize yerleşmiş ben suçsuz olduğumu söylesem de siz bana inanmayacaksınız. Artık bana üşen Yakup(a.s) gibi sabretmektir demiştir. Hz. Aişe bunun üzerine ayetler nazil olmaya başladığında ailesinin korkudan yüzünün renginin attığını söylemiştir. Ben suçum olmadığını bildiğim için çok rahattım demiştir. Bu olayda adı geçen Safvan b. Muattal Hz. Ömer döneminde hicretin 17. senesinde şehit olmuştur. Ayetler nazil olduğunda Hz. Peygamber sevincinden gülmüştür. “ey Aişe Allah seni kesin olarak temize çıkardı” demiş ve dışarı çıkıp bu ayetleri insanlara okumuştur. Hz. Ebu Bekir de kızını alnından öpmüş daha önce Ümmü Mıstah’a verdiği sadakayı vermeyeceğini söylemiştir.

 

وَلَا يَأْتَلِ أُو۟لُوا۟ ٱلْفَضْلِ مِنكُمْ وَٱلسَّعَةِ أَن يُؤْتُوٓا۟ أُو۟لِى ٱلْقُرْبَىٰ وَٱلْمَسَٰكِينَ وَٱلْمُهَٰجِرِينَ فِى سَبِيلِ ٱللَّهِ ۖ وَلْيَعْفُوا۟ وَلْيَصْفَحُوٓا۟ ۗ أَلَا تُحِبُّونَ أَن يَغْفِرَ ٱللَّهُ لَكُمْ ۗ وَٱللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

 

Ayeti nazil olduktan sonra sadakayı vermeye devam etmiştir.

           Hz. Aişe Allah benim suçsuz olduğumu biliyordu. O, muhakkak benim suçsuz olduğumu ortaya koyacaktı demiştir.

           Hassan b. Sabit, Cahş’ın kızı Hamneve Mıstah b. Usase’ye had cezası verilmiş,  Abdullah b. Ubey’e had cezası verilip verilmediği hususunda farklı rivayetler vardır.

             Resulullah bu olayı normal bir kişi gibi karşılamıştır. O gaybı bilemiyordu. Vahiy olayı ilahidir. Asla peygamberin nefsinden kaynaklanmamaktadır. Vahiy onun isteğiyle değildir.

          Bu olaydan Haddi Kazf’in meşru olduğunu  da öğreniyoruz. Nebi (a.s) iftirayı açıkça ağızlarıyla söyleyenlere had cezası vurulmasını emretti. İftiracıların dört şahit getirmeleri gerekirdi.



[1] Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2000. c.21, s. 509.


0 Yorum - Yorum Yaz


                                     

Adı ve Soyadı:  Mehmet UZUN

                                 (Doktora Öğrencisi)

Dönemi           : 2014-2015

Öğrenci No      : 14922717

Konu               : TABERİ VE TEFSİR YÖNTEMİNE AİT LİTERATÜR

 

                                            TABERİ VE TEFSİR YÖNTEMİNE AİT LİTERATÜR

1.     Albayrak, Halis
Taberî’nin Kıraatları Değerlendirme ve Tercih Yöntemi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2001, cilt: XLII, s. 97-130

2.     Aydın, Mehmet
Taberi Tefsiri'ndeki Hıristiyanlığa Bir Bakış, Dinler Tarihi Araştırmaları IV (Müslümanlar ve Diğer Din Mensupları), 2004, s. 193-212

3.     Cerrahoğlu, İsmail 
Muhammed İbn Cerir et-Taberî ve Tefsiri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1968, cilt: XVI, s. 79-101

4.     Gülle, Sıtkı 
Taberî’nin Tefsîr’indeki Kırâat Değerlendirmeleri, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2004, sayı: 9, s. 65-85

5.     Syamsuddin, Sahiron
Âl-İ İmrân Suresi’nin 7. Âyetindeki Muhkemât ve Müteşabihât’a İlişkin Taberî Ve Zemahşerî’nin Görüşlerinin Analitik Bir İncelemesi, çeviren Zülfikar Durmuş,Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi _ [www.dinbilimleri.com], 2002, cilt: II, sayı: 3, s. 265-281

6.     Aydın, Atik
Taberî’nin Kur’an Anlayışı ve Te’vil Tercihleri , İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi , 2010, cilt: I, sayı: 1, s. 271-293

7.     Öztürk, Mustafa
Taberî’nin Tefsir Anlayışında Selefîlik ve Ilımlı Zâhirîlik, Bir Müfessir Olarak Muhammed b. Cerîr et-Taberî Sempozyumu, 11-13 Haziran 2010, 2010, s. 17-52

8.     Okcu, Abdulmecit
Taberî’nin Yedi Harf Hakkındaki Görüşleri, Bir Müfessir Olarak Muhammed b. Cerîr et-Taberî Sempozyumu, 11-13 Haziran 2010, 2010, s. 191-200

9.     Babaî, Ali Ekber
Taberî’nin Tefsiri ve Tefsir Metodu, Misbah: İslamî Düşünce ve Araştırma Dergisi, 2014, cilt: III, sayı: 7-8, s. 27-52

10.  Önen, Hacı
Tefsirde Tarih İlminden Yararlanma: Taberî Örneği, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, 2013, cilt: VI, sayı: 10, s. 17-25

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Adı ve Soyadı:  Mehmet UZUN

                                 (Doktora Öğrencisi)

Dönemi           : 2014-2015

Öğrenci No      : 14922717

Konu               : 

BAKARA-284. AYET-İ KERİME'SİNİN TABERİ TEFSİRİ'NE GÖRE DEĞERLENDİRİLMESİ

لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِي أَنْفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللَّهُ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

      Farklı tarikleri  bulunmakla beraber Bakara-284. ayet-i kerime ile ilgili sebeb-i nüzul rivayeti şu şekildedir:

عن ابن عباس قال: لما نزلت هذه الآية:"وإن تبدوا ما في أنفسكم أو تخفوه يحاسبكم به الله فيغفرُ لمن يشاء ويعذب من يشاء"، دخل قلوبهم منها شيء لم يدخلها من شيء، فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم:"سمعنا وأطعنا وسلَّمنا. قال: فألقى الله عز وجل الإيمان في قلوبهم، قال: فأنزل الله عز وجل: (آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ) = قال أبو كريب: فقرأ: (رَبَّنَا لا تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا) = قال فقال: قد فعلت = (رَبَّنَا وَلا تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبِلْنَا) = قال: قد فعلت = (رَبَّنَا وَلا تُحَمِّلْنَا مَا لا طَاقَةَ لَنَا بِهِ) = قال: قال: قد فعلت = (وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا أَنْتَ مَوْلانَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ) = قال: قد فعلت

Bu âyet-i kerime Resulullaha gelince bunun hükmü Resıılullahın sahabi-lerine çok ağır geldi. Onlar Resulullaha geldiler ve diz çökerek şöyle dediler: "Ey Allanın Resulü, bizler, namaz, oruç, cihad ve sadaka gibi gücümüzün yetti­ği amellerle mükellef tutulduk. Şimdi ise sana bu âyet indirildi. Biz buna güç yeti rem iyoruz." Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Sizler de siz­den önceki iki ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) gibi "İşittik ve isyan ettik."mi demek istiyorsunuz? Hayır öyle demeyin. Deyin ki: "İşitti, itaat ettik." Ey rabbi-miz, bizi afeyle, dönüş ancak sanadır. "Bunun üzerine sahabiler: "Ey rabbimiz, işittik ve itaat ettik, sen bizi bağışla, dönüş ancak sanadır." dediler. İnsanlar bu­nu okuyup dilleri buna alışınca, bunun arkasından Allah teala: "Peygamberler ve müminler, rabbi tarafından Peygambere indirilene iman ettiler. "Allanın Pey­gamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz." dediler. İşittik ve itaat ettik, rabbimiz, affını dileriz dönüş sanadır." diyerek yalvardılar..." âyetini indirdi

Sahabiler: "Bunu böyle yapınca (İşittik itaat ettik, ey rabbimiz bizi affey-le, dönüş ancak sanadır) demeye devam edince Allah teala:" İçinizden olanı açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." âyetin hükmünü kaldırıp onlara şu âyetleri (Bakara suresinin bu son âyetlerini) indirdi. "Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes'ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik lehine, yaptığı kötülük ise aleyhinedir. Kul: "Rabbimiz, eğer unutacak ve yanılacak olursak bizi sorumlu tutma." deyince Allah: "Evet (tutmayacağım)der. Kul: "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme." deyin­ce Allah: "Evet (yüklemeyeceğim) der. Kul: "Rabbimiz, bize gücümüzün yet­mediğini de taşıtma." deyince Allah: "Evet (Taşıtmayacağım) der. Kul: "Bizi af­fet, bizi bağışla, bize merhamet et, sen bizim mevlaınızsin, Kâfir topluluğa karşı bize yardım et." deyince Allah: "Evet (Yardım edeceğim) der.

 

 

Taberi ayet-i kerimenin yorumuyla ilgili aşağıdaki görüşleri aktarır:

1) Mücahid ve Miksem'in Abdullah b. Abbastan naklettiklerine ve İkrime ve Şa'biden rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerime mensuh değildir. Hükmü bakidir ve hükmü şahitlerle ilgilidir

حدثني أبو زائدة زكريا بن يحيى بن أبي زائدة قال، حدثنا ابن فضيل، عن يزيد بن أبي زياد، عن مجاهد، عن ابن عباس في قوله:"وإن تبدوا ما في أنفسكم أو تخفوه يُحاسبكم به الله"، يقول: يعني في الشهادة

2) Başka bir kısım müfessirler ise bu âyet-i kerimenin, şahitler hakkında nazil olmadığını, bu âyetin, Allah tealamn, kullarının hem fiilen yaptıkları amellerden hem de yapmayı doşünüp te fiilen yapmamış oldukları amellerden hesaba çekeceğini bildinnek için nazil olduğunu söylemişler fakat bunlar, kendi aralarında, bu âyetin mehsuh olup olmadığı hakkında üç ayrı görüş zikretmişler­dir:

 

a) Ebu Hureyre, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Sa'bi, Ab­dullah b. Mes'ud, Mücahid, Hasan-ı Basri, Katade, İbn-i Zeyd, Ebu Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ud, Süddi ve Hz. Aişeden nakledilen bir görüşe göre bu âyet~i kerime, bundan sonraki âyetten sonra gelen "Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes'ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik lehine yaptığı kötülük ile aley­hinedir. [1][214]âyet-i kerimesiyle neshedilmiştir.

عن أبي هريرة، قال: لما نزلتْ:"لله ما في السموات وما في الأرض وإن تُبدُوا ما في أنفسكم أو تخفوه يحاسبكم به الله"، اشتد ذلك على القوم، فقالوا: يا رسول الله، إنا لمؤاخذون بما نحدّث به أنفسنا! هلكنا! فأنزل الله عز وجل: (لا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلا وُسْعَهَا) الآية إلى قوله: (رَبَّنَا لا تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا) ، قال أبي: قال أبو هريرة: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: قال اللهُ: نعم = (رَبَّنَا وَلا تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا) إلى آخر الآية = قال أبي: قال أبو هريرة: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: قال الله عز وجل: نعم

b) Abdullah b. Abbas, Kays b. Ebi Hazım, Reb' ib. Enes ve Hasan-ı Bas-riden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, sadece şahitler hakkında inmemiştir. Bütün insanlar hakkında inmiştir. Hükmü mensuh değildir

حدثني المثنى قال، حدثنا عبد الله بن صالح قال، حدثني معاوية، عن عليّ، عن ابن عباس قوله:"وإن تُبدوا ما في أنفسكم أو تخفوه يحاسبكم به الله"، فإنها لم تنسخ، ولكن الله عز وجل إذا جَمع الخلائق يوم القيامة، يقول الله عز وجل:"إني أخبركم بما أخفيتم في أنفسكم مما لم تطلع عليه ملائكتي"، فأما المؤمنون فيخبرهم ويغفر لهم ما حدَّثوا به أنفسهم، وهو قوله:"يحاسبكم به الله"، يقول: يخبركم. وأما أهل الشك والرَّيْب، فيخبرهم بما أخفوا من التكذيب، (2) وهو قوله: (وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ) [سورة البقرة: 225] ، من الشكّ والنفاق

c) Dahhak'ın Hz. Aişeden naklettiği diğer bir görüşe göre bu âyet-i keri­me mensuh değildir. Ancak bu âyet, şahitlerle ilgili değil bütün insanlarla ilgili­dir. Allah teala, bu âyet-i kerimesiyle kullarını, yaptıkları gizli ve aşikâr bütün amellerden hesaba çekeceğini ve onların işledikleri veya işlemek istedikleri giz­li ve açık bütün amellerden dolayı kendilerini cezalandıracağını beyan etmiştir. Ancak onların işleme arzusunu taşıdıkları gizli amellerin cezasını onlara dünya­da üzüntüye ve sıkıntıya sokan felaketler ve âfetler şeklinde verir.

حدثنا القاسم قال، حدثنا الحسين قال، حدثني أبو تميلة، عن عبيد، عن الضحاك قال: قالت عائشة في ذلك: كل عبد همّ بسوء ومعصية، وحدّث نفسه به، حاسبه الله في الدنيا، يخاف ويحزَن ويشتدّ همّه، لا يناله من ذلك شيء، كما همّ بالسوء ولم يعمل منه شيئًا.

 

 

 

 

 

 

 

Konuyla ilgili görüşleri aktardıktan sonra Taberi kendi yorumunu şu şekilde kaydeder:

فهذا الذي وصفنا هو الذي يحاسب الله به مؤمني عباده، ثم لا يعاقبهم عليه. فأما من كان ما أخفته نفسه شكا في الله وارتيابا في نبوة أنبيائه، فذلك هو الهالك المخلد في النار الذي أوعده جل ثناؤه العذاب الأليم بقوله:"ويعذب من يشاء".

شفتأويل الآية إذا:"وإن تبدوا ما في أنفسكم"، أيها الناس، فتظهروه ="أو تخفوه"، فتنطوي عليه نفوسكم ="يحاسبكم به الله"، فيعرف مؤمنكم تفضله بعفوه عنه ومغفرته له فيغفره له، ويعذب منافقكم على الشك الذي انطوت عليه نفسه في وحدانية خالقه ونبوة أنبيائه

' Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere âyetin tefsiri şöyledir: "Ey insanlar, sizler, içinizde bulunan şeyleri açıklayıp dışarı vursanız da veya saklayıp gizli tutsanız da içinizde bulunan şeyden dolayı Allah sizi hesaba çekecektir. Mümin kuluna içinden geçirdiği kötülüğü affettiğini bil­direrek ona lütuftu bulunduğunu beyan edecek, münafıkları ise, yaratıcısının birliği ve Peygamberinin hak oluşu hakkındaki içlerinden geçirdikleri şek ve şüphelerden dolayı cezalandıracaktır."

Âyet-i kerimenin sonunda "Allah her şeye kadirdir." buyurulmaktadır. Yani, "Allah, mümin kulun içinden geçirdiği fakat yapmadığı kötü amel işleme niyetini affetmeye de kadirdir. AH ahin birliği ve Peygamberinin hak oluşu hak­kında içinden şüphe eden kâfiri cezalandırmaya da kadirdir. Bunların dışındaki şeyleri yapmaya da kadirdir.'

 



  


0 Yorum - Yorum Yaz


TABERİ VE TEFSİR YÖNTEMİ HAKKINDA 10 LİTARATÜR

1.     Taberi Tefsirinin Dirayet Boyutu; Hacı Önen

2.     Taberi'nin Kur'an'ı Yorumlama Yöntemi; Atik Aydın

3.     Taberi'nin kıraatleri değerlendirme ve tercih yöntemi; Prof Dr Halis Albayrak

4.     Taberi'nin tefsiri ve tefsir metodu; Ali Ekber Babaî

5.     Taberi tefsirinde bağlamın yeri ve önemi; Prof Dr Mesut Okumuş

6.     The methods of research used by İbn Jarir al-Tabari in his Quranic exegesis

7.     Tabari und Co - Methoden und Vielfalt der Koranexegese am Beispiel des "Züchtigungsverses" ; Hannah Amhaz

8.     The Methodology of Al-Tabari, "The Historian" During the early Abbasid period
132 A.H/ 749A.D - 170 AH / 786A.D

9.     Taberi Tefsirinde Kevnî Ayetlerin Tefsiri; Yard. Doç. Dr. Hüseyin Akyüzoğlu

“ERKEN DÖNEM TEFSİR FAALİYETLERİ”NİN TEFSİR TARİHİNE KATKILARI ÜZERİNE; Doç. Dr. Mustafa Ünver
0 Yorum - Yorum Yaz


Cuma suresinin 9-11 ayetlerinin sebeb-i nüzul ışığında değerlendirilmesi


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نُودِي لِلصَّلَاةِ مِن يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ {9} فَإِذَا قُضِيَتِ الصَّلَاةُ فَانتَشِرُوا فِي الْأَرْضِ وَابْتَغُوا مِن فَضْلِ اللَّهِ وَاذْكُرُوا اللَّهَ كَثِيراً لَّعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ {10} وَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْواً انفَضُّوا إِلَيْهَا وَتَرَكُوكَ قَائِماً قُلْ مَا عِندَ اللَّهِ خَيْرٌ مِّنَ اللَّهْوِ وَمِنَ التِّجَارَةِ وَاللَّهُ خَيْرُ الرَّازِقِينَ {11

Cuma suresi 9-11 ayetleri meali:


Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. 9﴿ Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah'ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz. 10﴿ (Durum böyle iken) onlar bir ticaret veya bir oyun eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona koştular ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın yanında bulunan, eğlence ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." 11﴿[1]


Bazı kelimelerin açıklanması:


نُودِيَ : Nida kelimesinden gelir. Yüksek sesle çağırmak anlamına gelir. Bu ayette nidâ'dan maksat, Cuma namazı için çağrı ve ezandır.[2]


فَٱسْعَوْاْ: essa'yu kelimesinden gelir, manası ise hızlı bir şekilde yürümek ve koşmaktık. Ayette ise hızlı yürümek manası murad edilmemiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz (as.) إذا أُقيمت الصلاةُ فلا تأتوها وأنتم تَسْعَوْن، وأتُوها وأنتم تَمْشُون، وعليكم السكينة، فما أدركتم فصلّوا، وما فاتكم فأتموا

''Namaz vakti geldiği zaman namaza koşa radım değil, vukur adımlarla gidin. Yetişirseniz imamla beraber kılarsınız. Başında yetişemezseniz ulaştığınız yerden imam uyar, imam selam verdikten sonra namazınızı tamamlarsınız'' buyurmuştur.[3]


ذِكْرِ ٱللَّهِ: Allahın zikrinden murad cuma namazı ve hutbedir.[4]


وَذَرُواْ ٱلْبَيْعَ: Alış veriş ve her türlü ticari ilişkileri terk edin.[5]


ٱنفَضُّوۤاْ إِلَيْهَا: Ona yöneldiler ve senden uzaklaştılar, dağılıp gittiler manasında.[6]


وَتَرَكُوكَ قَآئِماً: Minberde hutbe okurken seni ayakta bıraktılar. [7]


Sebeb-i nüzul:


أخرج الإمام أحمد والبخاري ومسلم والترمذي عن جابر بن عبد الله رضي الله عنه أنه قال: بينما النبي صلى الله عليه وسلم يخطب يوم الجمعة قائماً، إذ قدمت عير إلى المدينة، فابتدرها أصحاب رسول الله صلى الله عليه وسلم حتى لم يبق منهم إلاّ اثنا عشر رجلاً أنا فيهم، وأبو بكر وعمر، فأنزل الله تعالى: { وَإِذَا رَأَوْاْ تِجَٰرَةً أَوْ لَهْواً ٱنفَضُّوۤاْ إِلَيْهَا } إلى آخر السورة.

    1) İmam Ahmed, Buhari, Muslim ve Tirmizi, Cabir b. Abdullah'tan (r.a.) şöyle rivayet etmişlerdir.: ''Cuma günü Resulullah (sa.) ayakta hutbe okurken Medine'ye bir ticaret kervanı geldi. Ashab koşarak oraya gitti. Yalnız ben, Ebu Bekir (r.a.), Ömer'in (r.a.) de içinde bulunduğumuz 12 kişi kaldı. Bunun üzerine, ''Onlar bir ticaret yahut bir oyun bir eğlence gördükleri zaman...'' ayeti nazil oldu''[8]


وروى ابن كثير عن أبي يعلى بسنده إلى جابر بن عبد الله أنه قال: " بينما النبي صلى الله عليه وسلم يخطب يوم الجمعة، فقدمت عيرٌ إلى المدينة، فابتدرها أصحاب رسول الله صلى الله عليه وسلم حتى لم يبق مع رسول الله صلى الله عليه وسلم إلا اثنا عشر رجلاً، فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: " والذي نفسي بيده لو تتابعتم حتى لم يبق منكم أحد لسال بكم الوادي ناراً " ونزلت هذه الآية: وَإِذَا رَأَوْاْ تِجَٰرَةً

    2) İbn-i Kesîr, Ebu A'la'dan, o da senetleriyle birlikte Cabir bin Abdullah'tan şöyle rivayet eder: ''Resulullah (as) cuma günü hutbe okurken Medine'ye bir erzak kervanı geldi. Sahabiler hep oraya koştular. Resulullah'ın yanında sadece 12 kişi kaldı. Bunun üzerine Resulullah (as) Nefsim kudret elinde olan Allah'a(cc) yemin ederim ki eğer hepiniz gitseydiniz bu vadiden üzerinize ateş akardı'' buyurdu. Bunun üzerine, ''Onlar bir ticaret, yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman...'' ayeti nazil oldu.''[9]


وروى أبو حيان في تفسيره " البحر المحيط " في سبب هذا الانصراف أنَّ أهل المدينة أصابهم جوع وغلاء سعر، فقدم (دحية) بعيرٍ تحمل ميرةً وكان من عُرْفهم أن يدخل بالطبل والمعازف من درى بها. فدخلت بها فانفضوا إلى رؤية ذلك وسماعه، وتركوه صلى الله عليه وسلم قائماً على المنبر في اثني عشر رجلاً، قال جابر: أنا أحدهم، فنزلت { وَإِذَا رَأَوْاْ تِجَٰرَةً }.

3) Ebu Hayyan, hutbeyi bırakıp gidenler hakkında şunları rivayet eder: ''Medine'de kıtlık ve pahalılık vardı. Resulullah (as) hutbede iken Dihyet-ül-Kelbî erzak dolu bir kervanla Medine'ye geldi. O zaman hakla kervanın gelişini duyurmak için davul ve def çalarlardı. Bu sesi duyan Sahabiler kervanı görmek için mescidi ve hutbe okuyan Resulullah'ı (as) terk ettiler. Yalnız 12 kişi kaldı. Bunun üzerine ayet nazil oldu.''[10]


Açıklama:


Cahiliyye döneminde Cuma gününün ismi ''Arubet'' idi. O güne ilk olarak cuma ismini veren Ka'b bin Lüvey'dir.[11]


''...Hemen Allah'ı zikretmeye gidin'' ayeti mü'minlerin cuma namazına canlı, zinde ve azimli bir şekilde gitmelerine işaret eder. Çünkü ayetteki ''sa'y'' ifadesi ciddiyeti ve azmi ifade eder. Yoksa koşarak gitmeyi değil.

Hasan ''sa'y'' dan maksat, koşar adım gitmek değil, kalbi, niyeti ve talebiyle koşmaktır. Çünkü Peygamber (as) mescide koşarak gitmeyi yasaklamıştır. Müslümanların namaza vakar ve sükunetle gitmeleri icab eder.[12]


Ayette her ne kadar yalnızca ''bey'' zikredilmiş olsa da, maksat her türlü muamelattır.

Ebu Hayyan, ''Cuma vaktinde birçok şey haram olduğu halde neden sadece alış veriş zikredilmiştir? Çünkü halkı en çok meşgul eden alış veriştir. O saatlerde köylerden şehirlere halk alış veriş için gelir. İşte bunun için Allah (cc) ibadeti emretmiş, cuma namazının bitimine kadar da dünya ticaretini yasaklamıştır.[13]


İmam Malik (ra) cuma namazını kıldıktan sonra bir müddet camiden çıkar kapıda durur ve şu duayı okurdu: ''Ey Allahım, senin davetine icabet ettim, senin farz kıldığın namazı eda ettim. Senin emrettiğin şekilde yeryüzüne çıkıyorum. Fazlından bana rızkımı ver. Şüphesiz sen rızık verenlerin en hayırlısısın.''[14]


''Kurtulmayı umuyorsanız Allah'ı çok zikredin'' ayetinde şöyle bir incelik vardır: Allah (cc) rızık aramaya koşmayı ve ticaretle uğraşmayı emretmiştir. Rızık aramak çoğu kez insanları gaflete sevk eder. Bunun için Allah (cc) çok zikretmeyi emretmiştir. Dünya metaı fanidir. Ahiret yurdu ise bakidir. Allah (cc) için yapılan daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Bu ayet dünya ticaretinin ahiret ticaretinden alıkoymaması gerektiğini beyan etmektedir. Nitekim Allah (cc) gerçek mü'minlerin vasıflarını, ''Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alış veriş Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyamaz'' ayetiyle beyan etmiştir.[15]


Ayetten çıkan şer'î hükümler:


'' Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman hemen Allah'ı zikretmeye gidin. Alış verişi bırakın'' ayeti, cuma günü alış verişi terk ederek camiye gitmeyi farz kılar.


Ayetteki ''alış verişi bırakın'' cümlesi, ezan okunduktan sonra alış veriş ve diğer muamelatın haram olduğuna delalet eder.

Alimler, ezanla cuma namazı bitimi arasında yapılan akitlerin sahih veya fâsıt olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimlere göre ''alış verişi bırakın'' cümlesi vârid olduğu için yapılan akitler fâsıt ve geçersizdir.

Alimlerin ekserisine göre ise yapılan alış veriş ve muamelattan diğer akitler haramdır, fakat fasıt değildir. Bu akit, gasp edilen bir yerde kılınan namaz gibidir. Gasp edilen yerde kılınan namaz sahihtir, fakat kerâhat vardır.[16]


Kurtubi tefsirinde şöyle der: '' hangi vaktin yapılan alış verişi haram kıldığı husunda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre cuma günü alış verişin haram olduğu vakit, zeval vaktinden cuma namazının bitimine kadar olan vakittir. Dahhâk, Atâ ve Hasan bu görüştedirler. İkincisi ise hutbe ezanından namazın bitimine kadar olan vakittir. İmam Şafî (ra) de bu görüştedir.[17]


İmam Malik'in (ra) görüşüne göre, namaz için ezan okunduğu zaman alış veriş terk edilmelidir. Ezan okunduktan namaz bitimine kadar olan vakit içinde yapılan bütün akitlerin hepsi geçersizdir. Yalnız köle azad etmek, talak ve nikah gibi muameleler geçerlidir. Çünkü halk umumiyetle alış verişle uğraştığı gibi bu muamelelerle uğraşmaz. Yine bu vakitte yapılan ortaklık, hibe ve sadaka gibi nadir olan muameleler de geçerlidir.[18]


Kurtubi, İbn Arabî'den (ks) naklen şöyle der: ezan okunduktan sonra yapılan şey ister alış veriş gibi çok yapılan muamelelerden olsun, ister nadir olarak yapılan muamelelerden olsun bütün muameleler geçersizdir. Zira alış verişin yasak edilmesinin sebebi insanı cuma namazında alıkoymasıdır. Öyleyse cuma namazından alıkoyan bütün akitler şer'an haram ve geçersizdir.[19]


Kurtubî sözlerini şöyle tamamlar: ''Sahih olan, ezan okunduktan sonra yapılan bütün akitler fâsıt ve geçersiz oluşudur. Çünkü Resulullah (as), ''Bizim emrettiğimiz her şey reddolunur'' buyurmuştur.[20]


Ayetteki ''Allah'ı zikretmeye gidin'' ifadesi, hutbenin cumanın sıhhat şartı olduğuna delalet eder. Buradaki Allah'ı zikirden kasıt, ister vaaz, ister vaaz ile birlikte namaz olduğu kabul edilsin, her iki durumda da hutbe zikrin içine girer. Buna göre hutbe cumanın sıhhat şartlarındandır. Cuma namazının iki rekat kılınmasından maksat hutbe ve vaazı dinlemektir. Buna göre cuma hutbesi farzdır. Fukuhânın cumhûrunun görüşü de budur.[21]


Kaynakça


[1] Diyanet meali

[2] Lisân'ül-Arab

[3] Revâi'ul-Beyân fî tefsîri âyât'il ahkâm min'el Kur'ân c.2 s. 399

[4] Age s. 399

[5] Rûhûl-Meânî c.28 s.103

[6] Revâi'ul-Beyân fî tefsîri âyât'il ahkâm min'el Kur'ân c.2 s. 400

[7] Age s.400

[8] Buhârî (493/8)

[9] Durrûl-Mensûr (221/4)

[10] el-Bahr'ul-Muhît c.8 s.268

[11] Rûh'ul-Meânî c.28 s.100

[12] Revâi'ul-Beyân fî tefsîri âyât'il ahkâm min'el Kur'ân c.2 s. 404

[13] el-Bahr'ul-Muhît c.8 s.268

[14] el-Câmiu li Ahkâm-il Kur'ân c.18 s.109

[15] Revâi'ul-Beyân fî tefsîri âyât'il ahkâm min'el Kur'ân c.2 s. 404

[16] Age s.407

[17] Age s.407

[18] Age s.407

[19] Age s.407

[20] Rûh'ul-Meânî c.28 s.103

[21] Revâi'ul-Beyân fî tefsîri âyât'il ahkâm min'el Kur'ân c.2 s. 408


0 Yorum - Yorum Yaz

Kur’an ve Bağlam    04.06.2015

Kur’an ve Bağlam 03.06.2015

Adı: İdris Sami

Soyadı: Sümer

Doktora (Güz Dönemi)

 

Yaklaşık yirmi üç yılda peyderpey indirilen Kur’an-ı Kerim, toplum hayatının akışına paralellik arz eden bir stile sahiptir. Müşriklerin tek nüsha taleplerine rağmen tedricen indirilmesi Kur’an, hayat ve bağlam arasındaki sıkı münasebetin bir sonucu olsa gerek.  Gerek Hz. Peygamber, gerekse etrafındaki Müslümanlar, Kur2an ayet ve sürelerini hangi konuyla alakalı olduğunu biliyorlar ve ilgili ayetleri anlamakta ciddi sıkıntılar ile karşı karşıya kalmıyorlardı.

Hz. Peygamberin ölümüyle vahiy kesilmiş din ikmale erdirilmişti. Fetihlerle genişleyen islam coğrafyasına bir çok halk ilhak oluyor ülke sınırlarıyla birlikte Müslüman nüfusta artıyordu. Çoğalan Müslüman nüfusun problemleri de  aynı oranda artış göstermişti. Yeni meydana gelen olayların ürettiği sorunlara cevap Kur’an-ı Kerim’den aranmaktaydı.  Fakat Kur’an’ın icazı sebebiyle ayet ve süreler üzerinde her zaman ittifak sağlamak imkansızdı.

İnsanlar ve devlet idarecileri bu tür problemleri çözmek için ulemaya, ulema da ayetlerin indiği dönemin şartlarına gidiyordu. Bu dönemlerde oluşmaya başlayan Kur’an ilimlerinin en temel konusu sebeb-i nüzul meselesi idi.

Sebebi-i Nüzul, Kurân ayet ve sürelerinin anlaşılmasında ve çıkan anlamın üzerinde ittifak edilmesinde bir hakem rolünü oynamaya başladı. Daha sonraki dönemlerde Kur’an İlimleri adını alacak bu disipline ilk olarak Zerkeşi’nin (794/1391) eserinde zikredilmektedir. İlk dönem müdevven eserlerde, mukaddime olarak geçen bu ilim sonraki dönemlerde giderek müstakil bir ilim dalı haline gelmiştir. Esbab-ı Nüzul rivayetleri ilk olarak hicri kinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan hadis kaynaklarında yer edinmektedir.

Temel olarak Esbab-ı nüzulün, sıhhatli şekilde görev icra edebilmesi için nakil kalıplarının (sigalarının) iyi tetkik edilmesi gerekir. Burada iki hususa dikkat edilmelidir.

1.      Sebep ifade etmede nas olan kalıplar,

2.      Sebep ifade etmede nas olmayan kalıplar.

Bu özel kalıpların iyi tetkik edilmesi anlamın sıhhati için oldukça önemlidir. Çünkü bu yöntemle Esbab-ı Nüzule ait olmayan tedahülleri kolaylıkla fark etmek mümkün olacaktır.

Anlamın sıhhatinde önemli bir yer işğal eden esbab-ı nüzul konusu aynı zamanda anlamın ters dönmesinde de önemli problemlerin sebebi olabilmektedir.  

1-      Nüzül ortamına ait olan ortamın hususiyetlerini ihtiva eden merfu ve müsned rivayetlerden oluşan Esbab-ı nüzul rivayetleri.

2-      Ayetlerin anlam alanına giren nüzul zamanında vuku bulmuş bir hadisenin ictihad ve rey ile örnek getirildiği rivayetlerden oluşan oluşan Esbab-ı nüzul rivayetleri.

Kur’an’ın anlaşılmasın yararlanılan en sağlıklı ilkelerden birisi de budur.


0 Yorum - Yorum Yaz

Kur'an ve Bağlam    04.06.2015

Kur’an ve Bağlam 03.06.2015

Adı: İdris Sami

Soyadı: Sümer

Doktora (Güz Dönemi)

 

Yaklaşık yirmi üç yılda peyderpey indirilen Kur’an-ı Kerim, toplum hayatının akışına paralellik arz eden bir stile sahiptir. Müşriklerin tek nüsha taleplerine rağmen tedricen indirilmesi Kur’an, hayat ve bağlam arasındaki sıkı münasebetin bir sonucu olsa gerek.  Gerek Hz. Peygamber, gerekse etrafındaki Müslümanlar, Kur2an ayet ve sürelerini hangi konuyla alakalı olduğunu biliyorlar ve ilgili ayetleri anlamakta ciddi sıkıntılar ile karşı karşıya kalmıyorlardı.

Hz. Peygamberin ölümüyle vahiy kesilmiş din ikmale erdirilmişti. Fetihlerle genişleyen islam coğrafyasına bir çok halk ilhak oluyor ülke sınırlarıyla birlikte Müslüman nüfusta artıyordu. Çoğalan Müslüman nüfusun problemleri de  aynı oranda artış göstermişti. Yeni meydana gelen olayların ürettiği sorunlara cevap Kur’an-ı Kerim’den aranmaktaydı.  Fakat Kur’an’ın icazı sebebiyle ayet ve süreler üzerinde her zaman ittifak sağlamak imkansızdı.

İnsanlar ve devlet idarecileri bu tür problemleri çözmek için ulemaya, ulema da ayetlerin indiği dönemin şartlarına gidiyordu. Bu dönemlerde oluşmaya başlayan Kur’an ilimlerinin en temel konusu sebeb-i nüzul meselesi idi.

Sebebi-i Nüzul, Kurân ayet ve sürelerinin anlaşılmasında ve çıkan anlamın üzerinde ittifak edilmesinde bir hakem rolünü oynamaya başladı. Daha sonraki dönemlerde Kur’an İlimleri adını alacak bu disipline ilk olarak Zerkeşi’nin (794/1391) eserinde zikredilmektedir. İlk dönem müdevven eserlerde, mukaddime olarak geçen bu ilim sonraki dönemlerde giderek müstakil bir ilim dalı haline gelmiştir. Esbab-ı Nüzul rivayetleri ilk olarak hicri kinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan hadis kaynaklarında yer edinmektedir.

Temel olarak Esbab-ı nüzulün, sıhhatli şekilde görev icra edebilmesi için nakil kalıplarının (sigalarının) iyi tetkik edilmesi gerekir. Burada iki hususa dikkat edilmelidir.

1.      Sebep ifade etmede nas olan kalıplar,

2.      Sebep ifade etmede nas olmayan kalıplar.

Bu özel kalıpların iyi tetkik edilmesi anlamın sıhhati için oldukça önemlidir. Çünkü bu yöntemle Esbab-ı Nüzule ait olmayan tedahülleri kolaylıkla fark etmek mümkün olacaktır.

Anlamın sıhhatinde önemli bir yer işğal eden esbab-ı nüzul konusu aynı zamanda anlamın ters dönmesinde de önemli problemlerin sebebi olabilmektedir.  

1-      Nüzül ortamına ait olan ortamın hususiyetlerini ihtiva eden merfu ve müsned rivayetlerden oluşan Esbab-ı nüzul rivayetleri.

2-      Ayetlerin anlam alanına giren nüzul zamanında vuku bulmuş bir hadisenin ictihad ve rey ile örnek getirildiği rivayetlerden oluşan oluşan Esbab-ı nüzul rivayetleri.

Kur’an’ın anlaşılmasın yararlanılan en sağlıklı ilkelerden birisi de budur.


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi