Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

İzah    19.10.2014

Ödevlerde bilim din dili kullanılmaya özen gösterilmelidir. Tekrar olmamasına dikkat edilmelidir.

Ödevin değerlendirilmesi için ödevin baş tarafına ad soyad, öğrenci no, bölüm adı ve şube yazılmalıdır. Aksi halde ödev değerlendirme dışı kalacaktır.

Esbab-ı Nüzul I 1. Ödev: Bilginin Bütünlüğü hakkında yazınız.

Hedef tarih: 20 Ekim 2014 Pazartesi

İslâm Kültür Atlası ( İsmâil Râci el Farukî-Luis Lâmia Farukî, Çev. Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınevi, İstanbul 1991) ve İslâm ve İlim (Seyyid Hüseyin Nasr, Çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul 1989)’den “bilginin bütünlüğü”ne muvafık gelen bahisleri okuyunuz. Mütalaanızın sonucunu dersteki müzakere muvacehesinde yazınız. Okuduğunuz bahisleri bibliyografik künye ile işaret ediniz.




0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    26.10.2014

Adı ve Soyadı  : Hüseyin DURAKOĞLU

                                 (Doktora Öğrencisi)

Dönemi           : 2014-2015

Öğrenci No      : 14922714

Konu               : Bilginin Bütünlüğü

 

İnsanın duyu organları vasıtaları ile elde ettiği sonuçlar olarak[1] felsefe bilgiyi tanımlarken İslam akaidi Allah vahiy yolu ile doğrudan doğruya peygamberler aracılığı ile  gönderdiği, içinde zan ihtimali bulunmayan şeyleri de ilmin kapsamı içine almışlardır. İslami terminolojinde "bilgi" kelimesinin karşılığı olarak ilim terimi kullanılmıştır.

Bu sebepten dolayıdır ki İslâm akaidine göre insanın ilim elde etmesinin yolları üçtür. Bunlar havass-ı Selime, (Duyular)  akl-ı selim ve haber-i sadıktır. (vahiy ve mütevatir haberler)

Bilgi bütünlüğü ise bir konuyu anlamak ve anlamlandırmak için  konuyla ilgili bilgiler bütünüdür. Bu bilgiler o konu hakkında araştırmacının çağdaşları tarafından ortaya konan yeni bilgileri kapsadığı gibi daha önce ortaya konmuş bilgileri de içine almaktadır.

Günümüzde ilmi bir araştırma ortaya koymak ve tutarlı bir sonuca ulaşabilmek için, o mevzuda, daha önce yapılmış çalışmaları araştırmak, tarihi süreç içerisinde insanlığın ortaya koymuş olduğu mirası değerlendirmek hayati önem arz etmektedir. Böyle bir metot takip edildiği sürece yapılan araştırmada bütünlüğe ve tutarlılığa ulaşılmaktadır. Aksi takdirde zan ve tahminlerden elde edilen düşünceler nazariye olarak kabul edilecektir.

İslam dinin ana kaynağı Kuran her ne kadar  Miladi 610 yılında nazil olmaya başlamış olsa da muhtevası açısından insanlığın başlangıcından itibaren, onların hidayeti için gönderilen diğer ilahi dinlerden, peygamberden ve kavimlerden bahsetmektedir. Kuran, Hz. Adem’den itibaren insanlık tarihinin kısa bir özeteni yapmakta ve geçmiş kavimlerin kendilerine gönderilen hidayete yani vahye karşı ortaya koymuş oldukları tavırları açıklamaktadır. Allah Kuran’da ilk muhataplarına ve daha sonraki insanlara bu vahiy sadece size gönderilen sizden öncekilerin karşılaşmadığı başlangıcı, tarihi olmayan bir kitap değil, insanlığın bütünüyle ilgili ortak bir olgu olduğunu anlatmaktadır. Böylece Kuran kendinden önce gönderilen kutsal kitapların bir özetini yapmak[2] suretiyle ihtiva ettiği bilginin bütünlüğünü de ortaya koymakta biz muhataplarına dolaylı yoldan bilginin bütünlüğüne işaret etmektedir.

Kuran’ın muhatabı olan bizler Kuran’ın tefsiri ile ilgilenirken bilginin bütünlüğü Kuran’ın doğru anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Kuran üzerine araştırma yapan bir insan ele aldığı bir konuyu incelerken bütüncül bir anlayışla değerlendirmesi gerekmektedir. Kuran naslarının bütünlüğü konusu müfessir ve araştırmacıların görmezden gelemeyecekleri bir konudur. Zira Kuran dikkatle incelendiği zaman görülecektir ki onu oluşturan parçalar en küçüğünden en büyüğüne kadar birbiri ile bağlantılı bir yapı oluşturmaktadır. Bir başka ifade ile Kuran’ın parçaları yerine göre birbirini tamamlayan yerine göre birbirini açıklayan nitelikleriyle ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır. Bundan dolayı eş-Şatıbi Kuran’ın bütünlüğü bağlamından hareketle  sözgelimi namazın farziyetini sadece ‘namaz kılınız’ şeklindeki ilahi emirlerden değil namazla ilgili Kuran’da yer alan bütün delillerden çıkarmaktadır[3].

Bilindiği gibi Kuran metni bir bütündür. Bu bütünlükten kasdedilen iki kapak arasındaki nasların cümle bütünlüğü, bilgi olarak bütünlüğü, parçaların birbirini tamamlaması ve birbiribi açıklaması anlamındaki bütünlüğüdür. Bu bütünlüğü oluşturan üç çerçeve vardır. Birincisi ayet çerçevesi, ikincisi siyak-sibak çerçevesi, üçüncüsü de Kuran’ın bütünlüğü çerçevesidir. Buna göre Kuranın herhangi bir konuda dünya görüşü göz önünde tutularak konu ile ilgili bütün ayetler o çerçeve içerisinde ele alınmalıdır[4]. Anlamaya çalışılan konu anlatılan bütünlük dikkate alınmadan araştırıldığı zaman çoğu kez yanlış anlamalara düşülmesi kaçınılmaz olacaktır. Ayrıca anlamaya çalışılan konu hakkındaki ayetleri nüzül sırasına dikkat edilmesi ve nerde ne zaman hangi olay sebebiyle indiği yani sebebi nüzülün araştırılması da Kuranın tefsirinde bilgi bütünlüğü kapsamında değerlendirilebilir. Kısaca Kuran’ın anlaşılmasına olumlu katkı sağlayacak bütün unsurların bir araya getirilmesi metodu bilgi bütünlüğünü ifade etmektedir.

Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim, 610 ila 632 yıllarında inmiş olan ilahi bir Kitap’tır. Yirmi üç senelik bir süreç içerisinde tedricen indirilen kuran vahyi  muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçları, muhataplarının algı seviyeleri, sosyal durumları farklı farklı insanlardan oluşmaktaydı. Hz. Peygamber bir taraftan kendisine vahyedilen Kuran’ın bölümlerini muhataplara okuyor diğer taraftan manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu. Gerçi her ne kadar ilk muhatapların ana dilleri Arapça olsa da yine de onun bir kısım müteşabih bazı lafızlarını anlamada sıkıntı çekiyorlardı.  Dolayısıyla Hz. Peygamber muhataplarının bilgi düzeyinin farklılığından kaynaklanan yanlış anlamaların önüne geçiyor, diğer taraftan insanların anlayamadıkları ayetlerin manalarını açıklıyordu[5].   Böylece Kuran’ın ilk muhataplarınca doğru anlaşılması sağlanmıştır.

Kuran’ın indiği dönemdeki muhatap sahabe topluluğu Hz. Peygamberin rehberliğinde vahyin değerleri ile eğitilerek islamı şahsi ve sosyal  hayatlarında doğru tatbik etme imkanına sahip olmuşlardır.  Daha sonra sahabeler Hz. Peygamberden ve Kuran’dan öğrendiklerini bir sonraki tabiun nesline intikal ettirmişler ve Kuran hakkında öğrendikleri ve anladıkları bilgileri kendinden sonraki insanları ulaştırmışlardır.  Zamanla İslamı’n farklı coğrafyalara yayılması ve farklı kültür havzaları ile karşılaşması sonucu Kuran muhatap olduğu topluluklara vahyin değerlerini aktarırken insanlar Kuran’ı kendi kültür ve anlayışlarına göre anlamışlar günümüze karar farklı tefsir metotları ve çeşitleri ortaya çıkmıştır. Rivayet, dirayet ve işari tersir ekolleri gibi. Dolayısıyla Kuran tefsiri nesilden nesile karşılıklı etkileşim ile bizlere karan gelmiştir. Bu bilgiler hicri ilk asırda genel olarak sözlü olarak aktarılsa da hicri ikinci asırdan itibaren tedvin edilerek günümüzdeki İslam literatürünü oluşturmuştur.

Bununla beraber    Kur’an, indiği dönemdeki insanların kullandığı dilde nazil olmakla beraber Arapça  sözcüklere daha önce taşımadıkları yeni anlamlar yüklemiştir. Nazil olduğu  dönemden günümüze kadar Arap dili sürekli bir değişim içinde olmuştur.

Kuran tefsir edilirken bilginin bütünlüğünün ifade ettiği diğer bir anlam ise,yukarda anlatılan tarihi süreçte ortaya konan tefsir literatürü araştırılarak ve dikkate alınarak Tefsir çalışmalarının yapılmasıdır. Yani kuran yorumcusunun Kuran’ı doğru anlayıp anlamlandırması indiği dönemden günümeze kadar yapılmış çalışmaları incelemesi ilk muhatapların anladığı manaya ulaşması, yapılan çalışmaları araştırmasına bağlıdır. Yorumcu bu çalışma esnasında tarih içerisinde ayetlere Hz. Peygamber efendimizden ve sahabi neslinden itibaren müfessirlerin yapmış olduğu tefsirlerin, yorumların hangilerinin tarihi ve dönemsel ve yerel olduğunu ve hangilerinin evrensel ve tutarlı olduğunu tespit etme fırsatını elde etmiş olacaktır. 

Sonuç olarak tefsir ilminde bilgi bütünlüğü, Kuran’ı doğru bir şekilde anlayıp yorumlayabilmek noktasından dikkate alınması gereken bir gerekliliktir. Bu bütünlüğün bir yatay boyutu birde dikey boyutu vardır. Yatay boyutu Kuran’ın nazil olduğu 23 yıllık vahiy süreçini, esbabı nüzül ve konu ile ilgili Kuran ayetlerinin tamamını dikkate alınması ifade etmektedir. Dikey boyutu ise Kuran’ın nazil olduğu zamandan günümüze kadar nesilden nesile Kuran’ı anlama gayretlerinin sonucu olarak ortaya konan tefsir literatürünün dikkate alınmasını ifade etmektedir.

 



[1] Taylan, Necip, Anahatlarıyla İslam Felsefesi,s.28.

[2] Nisa 5/163; Şura 42/13.

[3] Demirci, Muhsin, Konulu tefsire Giriş, s.132.

[4] Demirci, Muhsin, Konulu tefsire Giriş, s.132.

[5] Demirci, Muhsin, Tefsir Tarihi, s.55.




1 Yorum - Yorum Yaz



 

 

Esbab-ı Nüzul I 1. Ödev: Bilginin Bütünlüğü

ANSerinsu 12345678 Doktora

 

Esbab-ı Nüzul I 1. Ödev: Bilginin Bütünlüğü

ANSerinsu 12345678 Doktora

 

Denemedir.




0 Yorum - Yorum Yaz


 

  TURHAN YOLDAŞ

  DOKTORA 

  ÖĞRENCİ NO: 14922720

  2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

                 BİLGİNİ BÜTÜNLÜĞÜ 

 

   Bilgi bitünlüğü: bir konuyu anlamlandırırken, lazım olan  bilgi şumuludur. Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.

 Müslüman kişi, önce iman sonra amel için yeteri derecede bilgi donanıma sahip olmayı gerektirdiği malumdur. Bilimsel  çalışmalarda kişi herhangi bir alanda çalışma yaparken veya ilim elde etmeye çalışırken çalışmasında, bütüncül bilgi, kişiyi hataya düşmekten korur.

 İslama bağlı gerek Kur'an, sünnet ve icma gibi asli ilimler olsun gerek gramer, edebiyat gibi feri veya tamamlayıcı diğer ilimler olsun, bütün ilimlerin güzergahında ilmin tanımı yapılırken bütüncül bilgi kişiyi hata yapmamaya ve hata yapmaktan korur.

 İlim, insanın vahiy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, ahiret yolunu dost doğru gösteren bilgiler bütünüdür.

 İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır: a- Nakli ilimler; Kur'an ve Sünete dayanan ilimlerdir.  b- Akli ilimler, Müsbet ilimlerdir.  

 Burada onemle üzerine durmamız gereken Kur'an ve sünnete dayanan ilimlerdir. Kur'an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyarlı ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hyatın gayesi, Allah'ı bilmek, O'na inanmak ve O'na ibadet etmektir. O'nu bilmek ve O'nu tanımak bilgilerin en üstünü ve en yücesidir. İnsan ancak bilgi vasıtasıyla Allah'a giden yolu bilir ve çevresini tanır. 

 Kur'an 14 asır evvel 23 sene zarfında Hz. Peygamber (a.s)a ilahi kelem olarak vahiy edilmiştir. Vahiy Hz. Peygambere yönetilen ssorulara veya sadır olan olan olaylara binaen dönemin meselelerine çözüm ve cevap vermek üzere Alah Teala tarafından elçisi Hz. Cebrail vasıtasıyla Sevgili kulu Hz. Muhammed'e (a.s) nazil olmuştur, bu da esbab-ı Nüzul ilmine neden olmuştur. Kur'an indiği dömemdeki insanlara ve sonra dünyaya gelen insanlara ta kıyamete kadar bütün nesillere ışık ve rehber olacak.

  Hz. Peygamber (a.s) döneminde Kur'an nazil olurken Hz. Peygamber (a.s) Kur'an'ın daha iyi anlaşılabilmesi için tefsir ve te'vilde bulunmuştur. Doha sonradaki dönemlerde birtakım farklılaşma ve gelişmeler oldu, bunun üzerine Fıkhi, Kelami ve itikadi mezheplerler ortaya çıktı. Bununun neticesinde Tefsir,Fıkıh, Hdis ve Kelam gibi ilimler doğdu. Bunlarla beraber esbab-ı Nüzul, nasih-mensuh, siyak-sibak gibi disiplinlerde ortaya çıktı. bu ilim disiplinler başta içiçediler, daha sonra yani hicri ikinci asırdan itibaran bu disiplinler birbirinden bağımsısız olarak birer disiplin haline geldiler. 

 Burada anlaşıldığı gibi  İslam bilgi bütünlüğünün ehemmiyeti ortaya çıkıyor. Arap dilinin anlaşılması, İslami ilimlerin Anlaşılması ve nakli ilimler sonraki dönemlere ehemmiyet arz eder.

 Netice itibarıyla Hz. Peygamber (a.s) dönemi olsun veya sonraki dömenler olsun Kur'an-ı  ve sünneti anlamak, onlara göre yaşamak ve sonraki nesiilere aktarmak çok önemlidir. Bir müslüman da bütüncül bir bilgiye sahip olmalıdır. özelikle kalp ve vicdanı aydınlatan dini ilimler sözkonusu olduğunda bu manadaki bütüncül bilgi bakışı ve bilin daha da önem arz etmektedir. zira dini ilimlerde bütünlük hakikatten doğar. 

   Selam ve saygılarımla. 




0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

KERİM ENDEZ

BİRLEŞİK DOKTORA/14952705

 




0 Yorum - Yorum Yaz


ÖĞRENCİ ADI SOYADI                        :KERİM ENDEZ

BÖLÜMÜ                                :BİRLEŞİK DOKTORA

DÖNEM                                  :2014/2015

ÖĞRENCİ NO                          :14952705

KONU                                     :BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

            Bilginin sözlük manası ‘öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen malumat’(1)demektir. İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre ise bilgi:”Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “Mâlum olanın, olduğu hâl üzere bilinmesidir.”

Bilginin bütünlüğü ise, bir konuyu anlamak ve anlamlandırmak için lazım olan metaryallerin tamamı demektir. Bu metaryaller,ortaya konulmuş olan yeni bilgileri kapsadığı gibi,daha önce ortaya konmuş olan bilgileri de kapsamaktadir.

Bütün ilimlerde olduğu gibi,tefsir alanında da ilmi bir araştırma ortaya koyabilmek; o alanda yapılan çalışmaları araştırmak,Kur’ân’ın  înzal edilmesinden günümüze kadar geçen tarihi süreç içerisinde,ortaya konulmuş olan mirası,bütüncül bir anlayışla değerlendirmekle mümkündür.Aksi takdirde yapılan çalışma ,zan ve tahminlerden elde edilmiş nazariye olmaktan,başka bir anlam ifade etmeyecektir.Ayrıca meseleyi bütüncül bir yaklaşımla ele almak,bilgiyi elde ederken yanlış anlamlardan ve değerlendirmelerden kurtulmamıza büyük katkı sağlayacaktır.

            Yüce kitabımız Kur’ân’ı bütüncül olarak değerlendirebilmek için,asr-ı saadetten günümüze kadar geçen zaman dilimini ele almak durumundayız.Asr-ı saadette Hz. Peygamber’in,bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’ân bölümlerini muhataplarına okuduğunu,diğer taraftan manası anlaşılamayan hususları açıklayarak tebliğ ettiğini görmekteyiz.(2)Gerçi her ne kadar ilk muhataplar,ana dilleri Arapça olduğu için kur’an’ı genel çerçeve itibarıyla anlama imkanına sahip iseler de,yine de onun bir kısım mütaşabih lafızlarını ve bazı ayrıntıları anlamakta sıkıntı çekiyorlardı.Peygamber(s.a.v.)’de bazı vesileler ile hem onlara anlayamadıkları ayetlerin manalarını açıklıyor,hem de ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini göstererek onlara rehberlik ediyordu.dolayısıyla yüce kitabımız kur’an hem tefsiri hem de uygulanması yönünden en güzel şekilde ashaba aktarılıyordu.

            Hem Kur’an’ın bütüncül bir yaklaşımla ele alınması bağlamında hem de sünnetin bu konuda ki önemine işaret olması için şu misallere yer vermek yerinde olsa gerektir.

”(Yahudiler ve hristiyanlar)Allah’ı bırakarak kendi hahamlarını ve papazlarını rehber edindiler.”(3)ayetini Peygamber (s.a.v.)”Yahudi ve hristiyanlar kendi din bilginlerinin helal saydığı şeyi helal,haram saydığı şeyleri haram saydılar.”şeklinde tefsir ve beyan etmiştir.

Yine Peygamber(s.a.v.)”O gün (yer) bütün haberlerini anlatacaktır.”(4)ayetini “onun haberleri,sırtında taşıdığı her erkek ve kadın hakkında o falan gün falan şeyi yaptı diyerek şahitlik etmesidir.”şeklinde tefsir etmiştir.

            Rasülüllah (s.a.v.)ayetleri gelişi güzel tefsir etmiyor,bu tefsiri belli bir usul çerçevesinde yapıyordu.bunlar da mücmelin teybini,mübhemin tevziihi,mutlakın takyidi ve müşkilin te’lifi şeklindeydi.mesela rasülüllah(s.a.v.)”Haklı olmadıkça Allahın haram kıldığı cana kıymayın”(5)ayetini”Allahtan başka tanrı olmadığına ve benim Allahın rasülü olduğuma iman eden hiçbir müslümanın kanı helal olmaz.ancak 3 şeyden birini yaparsa(helal olur.)adam öldürmek,evli iken zina etmek,ve dinden çıkıp,Müslümanlardan ayrılmak.(6)yine peygamber(s.a.v.)”Namazlara(özellikle)orta namaza devam edin.”(7)ayetindeki (orta namaz)ifadesini”Orta namaz ikindi namazıdır.”(8)şeklinde tefsir etmiştir.

Hangi alanda olursa olsun bilgi bütünlüğünü sağlamak iki şekilde mümkündür.birincisi kişinin çalıştığı alanla ilgili olan diğer alanlarda da yeteri kadar donanıma sahip olmasıdır.meşkalelerin olabildiğince çoğaldığı,bir ilmi sahada ihtisaslaşmanın birçok alanda bilgi birikimi zaruri hale getirdiği günümüzde bu bütünlüğü yakalamak çok zordur.ikincisi ise birden fazla kişinin kolektif olarak çalışmasıdır.günümüzde bu bütünlüğü sağlamak için kolektif çalışmaktan başka çıkar yol olmasa gerektir.

            Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki:tefsir alanında çalışma yapmak isteyen bir kimse meseleye bütüncül bir yaklaşımla yaklaşmak zorundadır.bu bütüncül yaklaşımın ilk ayağında da hiç şüphesiz hadis ve sünnet gelmektedir.zira kur’an ile sünnet adeta et ile tırnak gibidir.dolayısıyla sünnet olmadan kur’an’ı,kur’an olmadan da sünneti anlamak imkansız gibidir.bütüncül yaklaşımın ikinci ayağında ise,başta ashab-ı kiram,tabiuun,ve tebei tabiin’den olmak üzere,günümüze kadar gelmiş olan büyük tefsir mirasını incelemek yer almaktadır.daha öz bir ifade ile: bu bütüncül yaklaşımın bir yatay,bir de dikey boyutu vardır.yatay boyutu;23 yıllık vahiy sürecini,esbab-ı nuzül ve konu ile ilgili ayetlerin tamamını dikkate almaktır.dikey boyutu ise,Kur’ân’ın nazil olmasından günümüze kadar,nesilden nesile Kur’ânı anlama ğayretlerinin sonucu olarak ortaya konan Tefsir litaratürünü dikkate almaktır.     

Selam ve saygılarımla..

 

 

1

:http://www.dtk.gov.tr

            2    :Demirci,Muhsin,tefsir tarihi,s.56

            3    :tevbe 9/11

            4    :Zilzal 99/4

            5    :en’am 6/15

            6    :buhari,kasame,6

            7    :bakara 2/238

            8    :tirmizi,tefsir,sure,2

 

 

 

 

 

 

 

 

            




0 Yorum - Yorum Yaz

14922723 Zekariya EFE    29.10.2014

BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ

Yüce Allah, iradesini kullanabilen bir varlık olarak insanı yaratmıştır. İnsan annesinden doğduğunda hiçbir şey bilmez. İnsanoğlu kalbi tertemiz, beyni bomboş, hayat sayfaları çiziksiz bir şekilde dünyaya gelir. Bu durumu yüce Allah şöyle ifade eder:
وَاللّهُ اَخْرَجَكُمْ مِنْ بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ لاَتَعْلَمُونَ شَيْئاً وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَ الْاَفْئِدَةَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (78)
“Allah, sizi hiçbir şey bilmez halde analarınızın karınlarından çıkardı. Şükredesiniz diye size İşitme (kulaklar), gözler ve kalpler verdi.”  
İnsanın anlama ve idrak etme duyusu (aklı) boş bir levha gibidir. İnsanoğlu bilgilerini ona ihsan edilen duyma, görme ve anlama duyularıyla elde eder  ve sonradan kazanır. İşte burada elde edilen bilginin sağlıklı olabilmesi için bir takım etkenler devreye girmektedir. Müslümanlarda olduğu gibi her toplumda bilgi önemlidir. Bilginin varlığında sağlıklı bir sonuca ulaşmak, sağlam bir bilgi elde edebilmek için malumat çok önem arzetmektedir. Burada karşımıza “bilgi nedir, malumat bilginin oluşmasında nasıl bir etkiye sahiptir” şeklinde cevaplamamız gereken iki soru çıkmaktadır.
Bilgi; ilmin tanımı insanların farklılıkları göze alındığında çok farklılık arzetmektedir. Zira tanımda insanın mezhebi, meşrebi, dini, sosyokültürel yönü, çevresi ve daha sayamayacağımız birçok neden etkili olmaktadır. Sübjektif bir tanım ortaya koymak her ne kadar zor olsa da insanların en azında şu kadarında hemfikir olduklarını söyleyebiliriz; “Bilgi, herhangi bir şeyi birtakım verilerle tanımak veya verilerden yararlanarak kişinin nesnelere yüklediği anlamdır.” Sözlük anlamı olarak baktığımızda şu şekilde tanımlamakta mümkündür; Bilgi: Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf. İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili.
Kur’an’a göre bilgi özel bir alana yerleşerek vahiy olarak karşımıza çıkmaktadır.  Zira buradaki ilim, zannın, tutarsız ve sahte bilginin zıddı olup şüphelerden arınmış, sağlam ve kesin bilginin adıdır.  Müslümanlar, öğretilerini vahyin çerçevesinde biriktirmeye başlamakla bilginin dar manası olan vahiyle bilgiyi birbirinden ayırarak vahiy, vahiy olarak kalırken; bilgi, vahyin çerçevesinde genişleyen bilginin adı olarak biraz daha genellemeye başladı. Böylece bilgi özel anlamdan genele doğru yürüdü.
Bu varlık içerisinde olan biteni ve var olanı tanıyabilme yeteneği insanoğluna verildiğini yukarıda ki ayeti kerime de ifade etmektedir. Burada bir başka husus daha vardır ki o da insanın, vahiy gerçekliğinin insana kazandırdığı hakikati sağlıklı bir şekilde zandan uzak durarak gerçek bilgiyi elde etmesidir. Bu da ancak sağlam malumatı elde etmekle mümkün olacaktır. İşte tam burada bilgi bütünlüğü devreye girmektedir. Bilgi bütünlüğünü iki şekilde anlamamız mümkündür.
a)    Bilgi bütünlüğü denince, bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin hiçbir şekilde değişikliğe uğramadan korunması durumu olarak anlaşılmaktadır. Bu kısmı bizim kültürümüzün ilk devrelerinde şifahi ve kısmen tedvin edilerek iletilen rivayet ilminde yer bulmaktadır.

b)    Diğeri ise bir konuyu anlamak, yorumlamak, sağlıklı bir şekilde sonuca varmak için gerekli olan kuşatıcı bir bilgiyi dikkate almaktır. Sözgelimi esbab-ı nüzulü dikkate almadan hatta esbab-ı nüzulün tenkit ve tasnifini yapmadan Kur’ân ayetlerini anlamak sağlıklı sonuç doğurmadığı gibi bazı problemlerini de beraberinde getirmesi mümkündür.  Zira Allah, bu dini beşeriyetin fıtratına yerleştirmekle kalmamış onu anlayabileceği kabiliyet ve imkânlarla donatmıştır ki sağlıklı bir bilgi elde edebilsin.  Bu yeteneklerle insan, bütün alanlarda ve herhangi bir ilimde, bütün prensip ve ilkeleri tüm dalları da göze alarak kavraması mümkün olabilmektedir.  Son zamanlarda dile getirilen konulu tefsir çalışmaları bilgi bütünlüğü açısından dikkate şayan bir çalışma olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Ancak bu çalışmaya özellikle hadis ve İslam tarihi yanında diğer ilimlerinde incelenmesi bütünlük açısından sağlıklı bir sonuç verebilmesi mümkün olabilmektedir.
   Tarihi seyir içerisinde İslam dininin Müslümanlara bıraktığı maddi ve manevi miras, bilgi bütünlüğünün gerçekleştirilmesinde yüz yıllardır okutularak insanlığın hizmetine sunulmuştur.  Bu hizmetlerden yararlanılarak parçacı yaklaşımdan uzak durulmalıdır ki, bütünsel yaklaşımla daha sağlıklı bir sonuç alınabilsin. Bunu güzel bir örnekle anlatmaya çalışalım. Sütun gibi bir bacağa, geniş bir kulağa, kısa bir kuyruğa, uzun bir hortuma veya kocaman bir gövdeye bakılarak bir tanıma sağlıklı bir şekilde ulaşılması mümkün değildir. Bu barçalardan her hangi birisine bakılarak sağlıklı bir fil anlayışı ortaya çıkmaz. Ancak parçalar bütünleştirilip bir bütün halinde bakıldığında neticenin sağlıklı olması mümkün olacaktır. Bütün ilimlerde sağlıklı bir sonuç elde edebilmesi bu bütünlük ve çerçevede ele alınmasıyla ve en sağlıklı sonuçlara ulaşılabilmesi de bu bütünlük ve çerçeveden bakılmasıyla mümkün olabilmektedir.
Bütün ilimlerde olduğu gibi Kur’ân’ın anlaşılmasında da Bilgi Bütünlüğü çok önem arzetmektedir. Tabi bunun olumsuz yönü ise ilimlere dalarak anlam kaymasına neden olmasıdır. Bu nedenle bunun en doğal yolu vahyin nazil olduğu sosyolojik ortamı, toplumsal yapıyı, o dönemde yaşayan insanların psikolojik durumlarını, ayetlerin  nüzul sebeplerini, o dönemin tarihini, ayetlerin tefsir rivayetlerini ve kuran ilimlerini bir bütün halinde iyi bilmek ve değerlendirilmekten geçmektedir.
       Günümüz müfessirleri için çok sayıda birikim ve kaynak malzemelerin mevcudiyeti bilgi bütünlüğü için bir avantaj olsa da tamamını inceleme imkânı olmaması ve vakit yetersizliği gibi bir dezavantajın olduğunu da unutmamak gerekir.
 
Dipnot
 Bilgiz, Musa, Kur’ân’da Bilgi, İnsan Yay. İstanbul, 2003.   Nahl, 16/78
   Bu üçü, Maturidi kelamında bilginin kaynakları olarak sayılır.
  Türkçe Sözlük, “Bilgi” TDK Yayınları, Ankara, 2011.
  Bakara, 2/145.
 Ahmet Nedim Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, Şule yay., 2012, s. 18.
  İsmail Raci Faruki, Luis Lamia Faruki, İslam kültür Atlası, İnkilap yay., İstanbul, 2014, s., 132.
  Faruki, s., 132.
  Seyyid Hüseyin Nasr, İslam ve Bilim, İnsan yay., İstanbul, 2006, s., 19.
  Serinsu, s., 60.
والله اعلمُ با لصواب
Kaynaklar
 
  Musa Bilgiz, Kur’ân’da Bilgi, İnsan Yay. İstanbul, 2003; Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, Çev, Süleyman Ateş, Yeni ufuklar Neş. İstanbul, tsz, s. 55-58.

Faruki, İsmail Raci, Luis Lamia Faruki, İslam kültür Atlası, İnkilap yay., İstanbul, 2014.
Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Allah ve İnsan, Çev, Süleyman Ateş, Yeni ufuklar Neş. İstanbul, tsz.
Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam ve Bilim, İnsan yay., İstanbul, 2006.
Serinsu, Ahmet Nedim, Kur’ân ve Bağlam, Şule yay., 2012.
Türkçe Sözlük, “Bilgi” TDK Yayınları, Ankara, 2011.



0 Yorum - Yorum Yaz


MEHMET VEYSİ ÖZLÜK

ÖRENCİ NO: 13952753

BİRLEŞİK DOKTORA

 

                                                    BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

Bilgi, sözlük manası itibariyle öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen malumat demektir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en belirgin özellik; onun bilgiyi elde etme arzusudur. Bu arzusunu elde etmek için kaynaklar söz konusu edildiğinde de öteden beri klasik kaynaklarımız üç başlığa vurgu yapmaktadır:

1.    Havass-ı Selime (Duyular)

2.    Akl-ı Selim

3.    Haber-i Sadık (Vahiy ve mütevatir haberler)

Bu üç kaynağın yanında keşif, ilham ve rüyanın bilgi kaynağı olup olamayacağı tartışıla gelmiştir.

Bütünlük ise; parçaları birbirine eksiksiz bağlı olan birliği dile getirir. Alman düşünürü Kant da bütünlüğü düşüncenin ana kavramlarından saymış ve teklikle çokluğun birleşimi olarak tanımlamıştır. Bir misalle açıklamak gerekirse; evren, parçaları çeşitli biçimlerle birbirine bağlı bir bütündür. Örneğin bir elma, elma ağacının değil, bütün bir doğanın ürünüdür…

Bilgi bütünlüğü de; bir konuyu anlamlandırırken, lazım olan bilgi şümulüdür. Ayrıca “bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur” şeklinde tarif edilebilir.

Bütüncül ve kapsamlı bilgi, yanlış anlamalardan ve değerlendirmelerden uzak kalmamıza yardımcı olur. Konulara bütüncül yaklaşmak, onları doğru anlamak için son derece önemlidir. Bir konuda yeterli ve doğru bilgi sahibi olabilmek için, o konuyu bir bütün olarak ele almak gerekir. Bilginin bütünlüğü dini konularda daha da önemlidir. Sözgelimi bir konu hakkında dinin ne dediğini anlayabilmek için, o konudaki ayet ve hadisleri, onlara getirilen yorumları bir bütün olarak anlamak gerekir. Ancak bunlar, o konunun sadece “ağaç” kısmıdır. Daha yeterli ve doğru bilgi için o ayetlerin nüzul ortamına gidilmeli ve vahiy anı adeta tekrar yaşanmalıdır.

Müslümanlar için bilgi kaynaklarının başında gelen vahyi (Kuran-ı Kerim), doğru bir şekilde anlamak ve aktarmak da bilgi bütünlüğünü gerektirir. İlk dönem alimlerimiz bunun farkında olduklarından bütün İslami ilimlerde uzmanlaşmışlardı. Mesela İmam Suyuti’nin tefsir, hadis, fıkıh, sarf, nahiv, ulumu’l kuran ve diğer dini ilimlerde nitelikli ve hacimli eserler vermesi, selef alimlerimizin bütüncül bilgiye önem verdiklerini bize göstermektedir. Buna göre Kuran’ın  doğru anlaşılması fıkıh, hadis, kelam, sarf, nahiv, belagat, islâm tarihi, mezhepler tarihi, arap dili ve belagati gibi ilimlerin  bilinmesini gerekli kılmaktadır.

Kur’an’ı  doğru bir şekilde anlamak isteyen kişinin başvurması gereken ilimlerden birisi de “Sebeb-i Nüzûl”dür. Ayetlerin iniş sebeplerini ve ortamını  ifade eden bu bilgiler ayetlerin  hangi durumlara binaen, kimleri muhatap alarak nâzil olduğunu anlatır. Bu da  ayetlerin arka planı hakkında ipuçları demektir ki; ayetleri bu doku içinde görmek, onları  anlamamızı kolaylaştırır. Bununla birlikte, bunlar vahyi doğru anlamak için yeterli tarihi malzemeler değildirler. Buna ek olarak Kur'an çalışmaları için geliştirilen ilim dallarından biri de “İlmu’l-Mekki ve’l-Medeni”dir. Netice itibariyle vahyin geliş şartlarına benzer olarak, vahiy mahallinin bilinmesi de gereklidir.[1]

Kur'an'ın doğru bir şekilde algılanmasında önemli olan bir diğer husus da Allah Rasulü'nün açıklamalarıdır. Mesela,”salat-ı vusta” ve “seb’ul mesani” gibi medlulleri açıklanamayan tabirlerin, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beyanı olmaksızın anlaşılması zor, belki de imkansızdır. Aynı şekilde ibadetlerin nasıl yapılacağı, sosyal münasebetlerle ilgili Kur’an’ın öngördüğü düzenlemelerin nasıl gerçekleşirileceği gibi konularda da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in açıklamaları bağlayıcıdır.[2]

Bir başka dikkat edilmesi gereken nokta da kıraat farklılıklarıdır. Nitekim Kıraat lmamları tarafından tesbit edilen mütevatir kıraatler; imale, teshil, tahkik, idğam ve med gibi kelimelerin sadece telaffuzuna yönelik bazı farklılıklar gösterdiği gibi; harf ve hareke farklılığı olanları da vardır. Kelimelerin sadece telaffuzuna yönelik olanlar, mahalli şive ve ses aksanları ile ilgilidir ki, kelime aynı kelimedir. Fakat harf ve hareke farklılığı bulunan kıraatler, kelimelerin farklı bir anlam kazanmasına sebep olur. Ancak kesinlikle ayetlerde bir çarpıklık ve tezat teşkil etmez. Aksine her bir kıraat, ayete değişik açılardan bakılmasını sağlamakta ve mana zenginliği kazandırmaktadır. Hal böyle olunca, her devirde yetişen müfessirler bu kıraatler ışığında ayetlere yeni açıklama ve yeni yorumlar getirmişlerdir. Nitekim Taberi, Keşşaf, Kurtubi, Razi, İbn Kesir gibi çeşitli devirlerin tefsir otoritesi olan Müfessirler, tefsirlerinde kıraat farklılıkları üzerinde de durmuşlar ve bunlar ışığında birbirinden güzel manalar vermişlerdir. Güpümüz müfessirleri de bu kıraat farklılıklarını gözardı edemezler; etmemelidirler.[3]

Şu halde Kur’an’ı anlama sürecinde, bu ilimlerden herhangi birini dışarıda tutmak mümkün olmadığı gibi, bu ilimlerden herhangi biriyle iştigal eden birisinin, ne kadar derinleşirse derinleşsin ötekilerini ihmal ederek doğru sonuçlara varması düşünülemez.

 


[1]Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çev: M.Okan Kibaroğlu,Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yay.

[2] Demirci,Muhsin, Tefsir Usulü, İFAV, İstanbul 2013

[3] Tuğral, Rahim, Farklı Kıraatların Tefsirdeki Yeri, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1992, sayı: 7, s. 269-281




0 Yorum - Yorum Yaz


Adı ve Soyadı: MUSTAFA GÜVENÇ

Öğrenci No: 13952751 (BİRLEŞİK DOKTORA)

Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

Konu: BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ


İslâmî terminolojide genel olarak el-ilm ve el-ma‘rife terimleriyle ifade edilen bilgi daha ziyade bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin mâlumat kelimesiyle de karşılandığı görülür. Bilenin, yöneldiği konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla kuşatıp anlamasına ihata, onu tam olarak kavramasına vukuf, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına da rüsuh denilmektedir. Bilgide kesinliği ifade etmek üzere kullanılan yakīn terimine karşılık zan, şek (şüphe-reyb), vehim gibi terimler de bilgide kesinliğe yaklaşılan veya uzaklaşılan durumları ifade etmek üzere kullanılır. Bilginin tam zıddı olan bilgisizlik ise cehl kelimesiyle ifade edilir.[1]

İlim, insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerinden biri olmanın yanında bireyin hemcinslerinin arasından temayüz etmesine vesile olan bir alamettir. Yüce Allah bu gerçeğe dikkat çekerek “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[2] demişitir. Hz. Peygamber efendimiz de ilim ve bilginin Müslüman şahsiyetin ayrılmaz bir parçası olması gerektiğini “Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir”[3] ifadesiyle belirtmiştir.

İslam dini vahiy merkezli bir din olduğu için İslami ilimlerin mihverini vayih oluşturmaktadır. Daha sonraki ihtiyaç ve gereksinimlere binaen ortaya çıkan ilimler ise suya atılan taşın düştüğü yerden etrafa yayılan daireler misali bu merkezden sudur etmektedir. İslam vahyinin de, kendisinden hem ilim hem de ameli prensiplerinin çıkarıldığı asli tecellisi Kur’an-ı Kerim’dir; buna Hz. Rasül’ün Allah’ın kitabındaki talimatın tefsir ve şerhi demek olan Hadis’i de eklemek gerekmektedir. İşte bu ikisi İslami olan her şeyin ana kaynağıdır. Daha özel planda bu kaynaklar ilimlerin ortaya konup gelişmesinde çifte bir rol oynamıştır.[4] Tabi ki bu çiftelik özde aynı şeyi temsil etmektedir.  

İlmin en büyük teşvikçisi olan İslam Dini, müntesiplerini akıllarını kullanmaya yönlendirmiş, bilgi ile donanmalarını ve çağın gerektirdiği ilmi ihtiyaçları yerine getirmelerini istemiştir. İşte bu doğrultuda Müslümanlar, Allah’ın muradını anlama gayesiyle ilmi faaliyetlerde bulunmuşlar ve ilmin gelişmesine katkı sağlamışlarıdır. Bunun neticesinde öz aynı olmakla beraber bu özün etrafında çeşitli ilimlerin oluşmasına katkı sağlamışlardır. bu süreçten sonra İslami ilimler teşekkül etmiştir. Bunun yanında İslam’ın birleştirici perspektifi çeşitli bilgi şekillerinin birbirinden bağımsız olarak gelişmesine asla izin vermemektedir. Buna mukabil, bünyesinde maddi cevherin bilgisinden en yüksek seviyedeki metafiziğe kadar her türlü bilginin bizzat hakikatin yapısını yansıtacak şekilde birbiriyle organik olarak ilişkide olduğu bir bilgi hiyerarşisi daima olmuştur.[5]

Bu şekilde ortaya çıkan İslami İlimlerin sürekli gelişmesiyle yeni ilim şekil ve dalları meydana geldi. Aynı zamanda İslam öncesi medeniyetlerden tevarüs edilen ilimler daha sonra İslamileştirilerek İslami bilgi hiyerarşisiyle bütünleştirilmiştir.[6]

İslami ilimlerin hepsinde İslam’ın ve onun temel kaynaklarının ruhu vardır. Bu sebeple İslam’ı anlamaksızın İslami İlimleri anlamak mümkün değildir. Çünkü bu ilimleri İslami bir evren içinde nefes alan Müslümanlar belli bir form içinde ortaya koymuşlardır.[7] Bu sebeple İslamî ilimlerinden hangisini ele alırsak alalım bu noktada bir  bütünlüğün göze çarptığı görülmektedir.

İslami bilgilerin sahip olduğu bu özellik sebebiyle Müslüman bütüncül bir bilgi birikime sahip olmalıdır.  Özellikle kalp ve vicdanı aydınlatan dini ilimler söz konusu olduğunda bu manadaki bütüncül bakış açısı ve bilinç  daha da önem arz etmektedir. Müslüman kişi sahip olduğu bu bilgiyi işleme, hayata geçirme noktasında da gayret sarf etmeli ve çağın ihtiyaçlarını geleneğimizden gelen bu bilgi bütünlüğü çerçevesinde sağlam bilgi ile gidermeye çalışmalıdır.

 



[1] Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt: 6,  sayfa: 157-161

[2] Zümer 39/9

[3] Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17

[4] Seyyid Hüseyin Nasr, İslam ve İlim, İstanbul 1989, sy 5

[5] Seyyid Hüseyin Nasr, Age, sy 4

[6] Seyyid Hüseyin Nasr, Age, sy 14

[7] Seyyid Hüseyin Nasr, Age, sy 3




0 Yorum - Yorum Yaz

bilginin bütünlüğü    04.11.2014

Bilginin bütünlüğü    03.11.2014

 

Adı ve Soyadı: Habib BAYGIN

Öğrenci No: 14952703 (B.DOKTORA)

Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

Konu: Bilgiinin Bütünlüğü

 

 

Bilimsel çalışmalarda kişi her hangi bir alanda çalışma yaparken çalışmasından bütüncül bir sonucun ortaya çıkması ve iyi meyve vermesi, "Bilgi Bütünlüğü"ne bağlıdır. Çalışmasına bütüncül bir bakışla giriş yapabilmesi de buna bağlı olduğu gibi. Bu bütüncül açı, kişiyi ilim ederken ve işlerken hataya düşmekten korur. İslam dinine müteallik gerek Kur'an, Sünnet gibi asli ilimler olsun gerek gramer, edebiyat gibi fer'i veya tamamlayıcı diğer ilimlerde olsun, bütün ilimlerin girizgahlarında o ilmin tanımı yapılırken "hata Yapmama" veya "Kişiyi Hata Yapmaktan Koruma" şeklindeki gaye-ı illiye'ye vurgu yapıldığını görmekteyiz. Onun için özellikle İslam kültür tarihinde, kadim bir gelenek olan medrese ilimleri öğrenme hiyerarşisine henüz maddi ve suri ilel'ler aşamasında bile fail ile'sinde bu gaye-ı illiye'ye hassasiyetle uyulduğunu görmekteyiz. Bu şuur ve ideal "Alim" kavramıyla benzeşmektedir. Zira Alim olmak bir ilmi sahada ihtisaslaşırken o saha ile lüzumlu irtibatı olan ilimlerde de yeteri oranda bilgi birikimini gerektirir. Tabi ki, bu vasfın fikri, ahlaki, içtimai gibi mütemmim yanları da vardır. Kişiyi, ilmi sahasında bilgiyi işlerken, pratiğe yansıtırken hataya düşmekten korur. Bilgi bütünlüğüne misal, bir kişi tefsir alanında ihtisaslaşmaya dönük bir çalışma yaparken mesela gramer, tarih, belağat, hadis ve senet gibi ilimleri bilmelidir.
Bilgi: Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf. İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.
Kültür: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü. İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları inançlar ve adetler sistemidir
Bilgi Bütünlüğü: Bir konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım olan bilgi şümulüdür. Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.
Müslüman Kültürü: Tarihi seyir içerisinde İslam dininin Müslümanlara bıraktığı maddi ve manevi miras zenginliğidir. Bu zengin miras Müslüman olan bütün kavimlerin ortak eseridir. Müslüman kültürü ilmiyle, imanıyla ameliyle bir bütündür. Bu bütünlüğü ilim, irfan ve hikmet şeklinde formülize edenler de vardır.

Müslüman kültüründen ve pratik hayatından müşahhas bir misal vermek gerekirse; Müslüman'a yapılması farz olan bir şeyi, onu yerine getirebilmek için bilgi donanıma sahip olması üzerine farzdır. Farz olan namazı hakkıyla eda etmek için bu ibadetinin bütünlüğünü sağlayan erkan ve şartlarını bilmek ve yerine getirme de farzdır. 
Kuran'ın muhatabı olan bizler Kuran'ın tefsiri ile ilgilenirken bilginin bütünlüğü Kuran'ın doğru anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Kuran üzerine araştırma yapan bir insan ele aldığı bir konuyu incelerken bütüncül bir anlayışla değerlendirmesi gerekmektedir. Kuran naslarının bütünlüğü konusu müfessir ve araştırmacıların görmezden gelemeyecekleri bir konudur. Zira Kuran dikkatle incelendiği zaman görülecektir ki onu oluşturan parçalar en küçüğünden en büyüğüne kadar birbiri ile bağlantılı bir yapı oluşturmaktadır. Bir başka ifade ile Kuran'ın parçaları yerine göre birbirini tamamlayan yerine göre birbirini açıklayan nitelikleriyle ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır. Bundan dolayı eş-Şatıbi Kuran'ın bütünlüğü bağlamından hareketle sözgelimi namazın farziyetini sadece ‘namaz kılınız' şeklindeki ilahi emirlerden değil namazla ilgili Kuran'da yer alan bütün delillerden çıkarmaktadır
Kuran tefsir edilirken bilginin bütünlüğünün ifade ettiği diğer bir anlam ise,yukarda anlatılan tarihi süreçte ortaya konan tefsir literatürü araştırılarak ve dikkate alınarak Tefsir çalışmalarının yapılmasıdır. Yani kuran yorumcusunun Kuran'ı doğru anlayıp anlamlandırması indiği dönemden günümeze kadar yapılmış çalışmaları incelemesi ilk muhatapların anladığı manaya ulaşması, yapılan çalışmaları araştırmasına bağlıdır. Yorumcu bu çalışma esnasında tarih içerisinde ayetlere Hz. Peygamber efendimizden ve sahabi neslinden itibaren müfessirlerin yapmış olduğu tefsirlerin, yorumların hangilerinin tarihi ve dönemsel ve yerel olduğunu ve hangilerinin evrensel ve tutarlı olduğunu tespit etme fırsatını elde etmiş olacaktır. 
.
Sonuç olarak Müslüman ve İslami alanda ihtisas yapacak olan akademisyenlerin ve araştırmacıların bütüncül bir bilgi birikimine sahip olmaları gerekir. Çünkü İslami ilimlerin tamamı birbiriyle yakından ilişkilidir. Nitekim bütün İslami ilimlerin ana kaynağı Kuran ve ilahi muradın anlama ameliyesi olan Tefsir olunca Bilginin Bütünlüğü daha da önem kazanmaktadır. Zira diğer İslami ilimlerin tamamı ya kuranın anlaşılması için birer araç ya da Kuranı anlama tekniklerini öğretmeyi gaye edinmiş amaçlardır.

________________________________________
[1]Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çev: M.Okan Kibaroğlu,Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yay.
[2] Demirci,Muhsin, Tefsir Usulü, İFAV, İstanbul 2013




0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ 06.11.2014

Adı ve Soyadı: ALİ AKKUŞ

Öğrenci No: 14922706 ( DOKTORA)

Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

Konu: ESBAB-I NÜZUL I-1.ÖDEV

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜNE DAİR YAKLAŞIMLAR

Bilgi nedir? Kaynakları nelerdir? Elde etme yöntemleri ve doğruluğunun ölçütleri nelerdir? Bilginin amacı ve değeri nedir? Gibi sorular hem batı dünyası ve hem de doğu dünyasının üzerinde uzunca bir süredir durdukları sorulardır. Özünde cevaplanması çok zor olan bu sorular, insanoğlunun bilgi ve bilim macerasının da seyrini belirlemiştir. Sorulara verilen cevaplara göre ekoller oluşmuş ve bazen de ekollere göre sorulara cevaplar verilmiştir.

Batı dünyasında daha çok genel felsefe ve özelde ise bilim felsefesinin uğraştığı bu sorular, doğuda ve özellikle de İslam dünyasında kelam ve İslam felsefesinin ilgi alanına girmiştir. Batı dünyasının bilgi serüveni sadece insan aklı ve olanaklarına dayandığı için günümüze kadar ve halen de aynı şekilde gelişmektedir. Bu durum batıda ilerlemeci bir bilgi anlayışının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu açıdan bakılınca batıda bilgi geleceğe yönelik olarak daha büyük oranda doğruya yaklaşmaktadır. Ancak, eski yunandan başlatılan batı bilimi serüveni, bu gün ulaştığı noktaya göre öncesinden çok daha fazla ve hatta insanı dehşete düşürecek oranlarda niceliksel artış göstermiştir. Bu bilgi birikimi, bilginin doğal yapısından kaynaklanan bir özelliğidir. Bu gün batı bilimi, binlerce dallara ayrılmış, her bir dal kendi içinde yüzlerce şubelere ayrılmış ve bilimlerde ihtisaslaşma dönemi başlamıştır. Bu ihtisaslaşma öyle oranlara varmıştır ki, bazen aynı bilim dalındaki bilim adamlarının bile bir birini anlama olanağı kalmamıştır. Hâlbuki batı bilimi eski Yunanlılar döneminde henüz ihtisas dallarına ayrışmamış bir durumda ve bir bütünlük çerçevesinde işlemekteydi. Deneysel ve doğa bilimleri genel doğa felsefesinin konuları içinde, sosyoloji, psikoloji ve tarih gibi sosyal bilimler de insan felsefesinin içinde değerlendirilmekteydiler. Ortaçağ ve yeniçağdaki gelişen bilgi birikimi batı biliminde zengin bir malumat ortaya çıkarmıştır. İşte batı biliminin ihtisaslaşarak, başlangıçtaki bütünlüğünü bozmasının temel sebebi bilimsel bilginin zamanla birikerek zengin bir malumat haline dönüşmesidir. Bunun sonucu olarak da her bilim kendi malumat alanında kendi yöntemleri ile çalışmaya başlamıştır. Çeşitli uzmanlık dallarına ayrılmış batı bilimleri, bu gün artık birleşme ve bütün halinde hareket etme imkânını kaçırmıştır. İşte bu durum bilimlerin başlangıç ve kaynakları açısından bütünlük oluşturup oluşturamayacağı sorununu ortaya çıkarmıştır. Gelinen bu son nokta da batı bilimi, genel olarak, insan ve doğa bilimleri olmak üzere iki bölüme ayrılmış ve bu iki biliminde hem metotları, hem konuları ve hem de alanları birbirinden tamamen farklılaşmıştır. Her bilim artık kendi metodunun bağımsız olduğunu ortay koymuştur ve kendi içindeki gelişmesini sürdürmektedir. Kısaca söyleyecek olursak, başlangıçtaki kaynakları bakımından bir bütün olarak ortaya çıkan batı bilimi, zengin malumatın oluşması sonucu bir birinden ayrışarak bu bütünlüğünü kaybetmiş, yöntem, konu ve alan bakımından kendi içinde ihtisaslaşarak tamamen bağımsızlığını ilan etmiştir. Gelinen bu noktada ihtisaslaşan bilimlere baktığımızda, tekrar bir geriye dönüşle bütünleşme imkânının kalmadığını söylemek pek yanlış olmaz. Zaten bilimin, hep doğruya ve güzele doğru ilerlediğini söyleyen batı bilim adamlarının böyle bir kaygısının da olmadığı görünmektedir.

Bakışımızı doğuya ve özellikle İslam dünyasına çevirdiğimizde, temel farklılıklarına rağmen benzer gelişmelerin olduğunu görebiliriz. Bu noktada en önemli fark, Müslüman bilim adamlarının ortak ve değişmez bilgi kaynağı olan yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisidir. Başlangıç noktasında, İslam bilimleri de doğuş ve kaynakları bakımından aynı bütünlüğü doğal olarak yaşamıştır. Bu bütünlüğün en temel kaynağı da hiç kuşkusuz Kur’an-ı Kerim idi. Bütün İslam bilimleri Kur’an’ın verdiği sonsuz ve ilahi ilhamın birer parçası olarak zuhur etmiş ve zaman içinde gelişerek kendi bağımsızlığına kavuşmuştur. İslami ilimler eski yunan kadar çok eskilere gitmemektedir. Oluşum süreci vahyin nüzulü ile başlamıştır. Nüzul dönemi bu nedenle bütün İslam bilimlerinin oluştuğu ve Hz. Peygamberin (a.s.) uygulamaları ile de genel olarak şekillendiği özellikli bir dönemdir. Bu dönemde bütün İslam bilimleri bir bütünün parçası olarak meczolmuş bir şekilde ve belli bir karmaşıklık hali içinde birlikte bulunmaktaydılar. Bu karmaşık yapı içinde bir veya birden çok ilme rastlamak mümkündü. Bu bütüncül durumun adını daha özel bir biçimde söyleyecek olursak, sünnet tabiri ile ifade edebiliriz. Bu şekilde, İslam bilimleri sünnet içerisinde uyumlu ve çelişkisiz bir bütünlük halinde birlikte işlemiş ve tarihin şahidi olduğu o büyük medeniyeti ortaya çıkarmıştır. Tekrar vurgulayacak olursak, başlangıç aşamasında İslam bilimlerinin bütüncül yapısı, öncelikle ve özellikle Kur’an’ın kendisindeki bütüncüllük ve çelişkisizlik özelliği, ikinci olarak da vahyi aynıyla anlayıp uygulayan peygamberin (a.s.) sünnetinin bütüncül ve kompleks yapısıdır. Bu nedenledir ki daha sonraki Müslüman bilim adamları, sünnetin içinden birden fazla ilim ve hüküm çıkarabilmişlerdir. Sahabeden hemen sonra gelen tabiin döneminde yazılı bir hale dönüşen ve sünnetin tam bir aktarımını içeren hadisler de aynı şekilde bu kompleks halini korumuş ve birden fazla ilmi ve sünneti-hükmü ihtiva edebilmiştir. Bilimlerdeki bu bütünlük hali sahabe döneminde, bütüncül bir dünya görüşünün oluşmasının zeminini de hazırlamıştır. Sahabe-i kiram yaptıkları içtihat ve toplumsal düzenlemelerde zihinlerinde bütüncül halde bulunan bu dünya görüşünün etkisi ile hareket etmişlerdir. İslam bilimleri, sahabe (r.a.) döneminde de peygamber (a.s) döneminde olduğu gibi bütüncül bir halde varlığını sürdürmüş, sadece yeni uygulamalarla kapsamını genişletmiş ve geniş bir bilgi birikimi olarak tabiin dönemine aktarılmıştır. Tabiin döneminde miras alınan bu bilgi birikimi, coğrafyanın genişlemesiyle karşılaşılan diğer kültürler karşısında koruma altına alınmak için çok hızlı bir şekilde yazıya aktarılmış, yapılan yeni içtihatlar ile de birikerek çok geniş bir malumat haline gelmiştir. Tabiin döneminde oluşan zengin malumat, diğer kültürlerin saldırılarına karşı cevap vermek için ustaca kullanılmış ve aynı zamanda kendi içinde de kısmen ayrışarak ehl-i rey ve ehl-i hadis gibi genel düzeyde ekolleri ortaya çıkarmıştır. Tabiin döneminin zengin malumatı 2. Ve 3. Asırlara tedvin ve tasnif hareketleri ile yansımış ve bu dönemlere damgasını vurmuştur. Tedvin hareketinin olgunlaşması ile 3. Asırda İslam ilimleri bütün haldeki sünnetin/hadisin içinden ayrılmış ve kendi metotlarını oluşturarak bağımsızlaşmışlardır. İşte bu nedenle, üçüncü asır İslam ilimlerinin ayrışma ve ihtisaslaşma dönemi olarak tarihte yerini almıştır. Gelinen bu aşama, gelişen ve zenginleşen bilgi malumatının doğal bir sonucudur. Sonuç olarak, bu dönemde İslam ilimleri, kelam, tefsir, hadis, fıkıh gibi temel ihtisas alanlarına ayrılmış ve tefsir alanında rivayet-dirayet, diğer alanlarda da Eşari, Maturidi, Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli gibi mezhep ve ekollere bölünerek ayrışma ve yöntemleşme aşamasını tamamlamıştır.

Doğu/İslam ve batı bilimlerini, başlangıç ve kaynakları açısından değerlendirecek olursak, her iki bilim dünyasının benzer bir şekilde, belli bir bütünün parçası olarak ortaya çıktığını, daha sonra gelişerek zengin bir malumat haline geldiğini, bu malumatın ilerleyen yıllarda daha da gelişerek bünyesindeki farklı bilimlere zemin hazırladığını ve bu bilimlerinde zaman içerisinde başlangıçtaki bütünlükten ayrışarak, bağımsız hale geldiğini ve sonuçta bilide ihtisaslaşma döneminin başladığını rahatlıkla görebilmekteyiz. Ancak, her iki bilim alanına baktığımızda çok temel farklılıkların da olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Öncelikle, batı bilimleri bugün artık aynı bütünlüğü yakalama şansına fazlaca sahip olmadığı gibi, ilerlemeci bilim anlayışının empoze ettiği bir kanı olarak, her şeyin daha doğruya gittiği bir dünyada artık geriye dönmenin anlamı ve faydası yoktur anlayışı ile sadece geleceğin planlarını yapmaktadır. Bu nedenle, batı bilimleri geri dönülmez bir ayrışmanın çıkmazı ve bilinmezi içinde seyrine devam etmektedir. Batının aksine olarak, İslam bilimleri her ne kadar kendi içinde bütünden ayrılarak ihtisaslaşmış olsalar bile, halen içinden çıktıkları bütünün bir parçası olmaya devam etmektedirler. Müslüman bilim adamları ilerlemeci bir anlayışa sahip olmamakla birlikte, işin özü ve esası olarak, bilimlerin geçmişine ve başlangıçtaki çıkış noktasına yani nüzul dönemine yaklaştıkça daha doğru bir anlamanın ortaya çıkacağı konusunda ittifak etmişlerdir. Doğruya yönelik seyir çizgisi, batı dünyasında ileriye yönelik iken İslam dünyasında geriye yani başlangıca yönelik bir hareket tarzı ortaya çıkarmıştır.

İslam bilim dünyasındaki bu bütüncül anlayış, İslam bilimlerinin Hiyerarşik yapısının önemli bir özelliği olarak da karşımıza çıkmaktadır. İslam bilimleri kelamdan felsefe ve hadise kadar, her alanda kendi bünyesinde bu hiyerarşik yapıyı bu güne kadar korumuştur. Öyle ki, bu yapı doğa bilimleri gibi deneysel bilimler söz konusu olunca bile kendi varlığını korumuştur. Dolayısı ile İslam bilimleri kendi malumatlarını geleceğe aktarma konusunda dahi sahip olduğu bütünlük anlayışını kaybetmemiş ve gelecek nesle aynısıyla aktarmayı başarmıştır. Daha sonra oluşan astronomi ve fizik gibi deneysel doğa bilimlerinin İslam’ın temel dünya görüşüne dayanması bunun en güzel ispatıdır. Hiyerarşi ilkesinin gereği olarak, Müslüman bilim adamları, doğa bilimlerinin çatısı olarak öncelikle İslam metafizik anlayışını kurmuşlar ve bunun altında doğa bilimlerini sıralamışlardır. Dolayısı ile Müslüman bilim adamlarının doğa ve evren anlayışları da bütüncül İslam bilim anlayışlarının doğal bir sonucu olmuş ve bu durum doğa bilimlerinde oluşacak olan evren ve doğanın anlaşılmasındaki temel amaç ve hedefini de oluşturmuştur. Dolayısı ile Müslüman bilim adamları, bilimlerin her dalında yüce yaratıcının eserlerini ve ayetlerini anlama kaygısını gütmüşlerdir. Bu açıdan bakılınca da İslam bilimlerinin temel amaç ve gayeleri bakımından da bütüncül bir anlayış ve hedefe sahip oldukları kolayca görülmektedir. 

Dördüncü ve son olarak İslam bilim anlayışındaki bütünlük sorununa bakılacak olursa, İslami bilimlerin, ilerleyen zamanlarda her ne kadar bir birinden ayrışmış ve ihtisaslaşmış olsalar da, bunun batı bilimlerinde olduğu gibi metot ve hedef bakımından tam bir ayrılığın ifadesi olmadığı, aksine tek ve bütüncül bir metodun sadece bir açılımı ve uzanımı olduğu rahatlıkla görebilecektir. İslam bilimlerinde ortaya çıkan metot ve hedef birliğinin de en temel sebebi, yazımızın başında da belitmiş olduğumuz gibi, her alanda Müslümanlara en temel kaynak olma otoritesine sahip olan Kur’an’ı Kerim’in bizzat kendisidir.

Yukarıda yaptığımız açıklamalar sonucunda, Müslüman bilim adamlarının günümüze kadar ortaya koymuş oldukları İslam bilim ve bilgi anlayışının, birinci olarak başlangıç ve kaynakları, ikinci olarak korunması geleceğe aktarılması, üçüncü olarak amaç ve gayeleri ve son olarak da temel metotları açısından tam bir bütünlük oluşturduğu ve bu bütünlüğün İslam bilimlerinin her alanında sistemli bir hiyerarşi anlayışı ortaya çıkardığı kolayca anlaşılacaktır. Günümüzde Müslüman bilim adamlarına düşen en büyük görev, bu zengin mirasın çağın ihtiyaçlarının karşılayacak şekilde güncellenmesi olacaktır.

      KAYNAKLAR;

      . Nasr,S.Hüseyin, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, Çeviri, İnsan Yayınları, İstanbul 1985

      . Nasr,S.Hüseyin, İslam ve İlim, Çeviri, İnsan Yayınları, İstanbul 1989

      . El-Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çeviri, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1991

      . Capra, Fritjof, Fiziğin Tao’su, çev. Kaan H.Ökten, Arıtan Yayınevi, İstanbul 1991

      . Altıntaş, Hayrani, İbn Sina Metafiziği, T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1997

      . Serinsu, Ahmet Nedim,Kur’an’ın Anlaşılmasında Esbabu’n Nüzulün Rolü, Şule Yayınları, İstanbul 1994

 

       




0 Yorum - Yorum Yaz


Hatice Merve ÇALIŞKAN, 13922768 (DOKTORA)

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

Elbette her bilgi kendi başına değerli, her birinin ihtiva ettikleri önemlidir; ancak her bilginin başka bilgilerle de yakından ilişkili olduğu göz ardı edilmemelidir. Çünkü tüm bilgiler bir bütünün farklı farklı parçalarını oluşturmaktadır. Bir meseleye farklı alanlardan bakmak, onun farklı tezahürlerini gösterecektir. Bu sebeple bilgiyi bütün olarak anlamak için onu tüm yönlerle ele almak gerekmektedir. Netice olarak bilgiyle özdeş olan varlığın kendisi gibi, ilimler veya bilgi şekilleri de birdir ve aynı zamanda bir düzene bağlıdır.[1]

İslam kendisini bilgi ile özdeşleştirip, bilgiyi, gerekli de kılar. Bilginin elde edilmesini ibadet ile eş görüp, teşvik eder. İslami bilgi, hakikati, akıl, tecrübe ve sezgi yoluyla kavramadır. Yeryüzü ve gökyüzünün, insanlığın ve tarihin birikimini tahlil eden dinamik bir bilgidir.[2]  İslam ilimleri tesadüfen ortaya çıkmamış, belli bir form içinde ortaya konmuşlardır.[3] Çeşitli bilgi şekillerinin birbirinden bağımsız olarak geliştirilmesine asla izin vermemesi islamın birleştirici yönünden kaynaklanmaktadır. Her türlü bilginin, bizzat hakikatin yapısını yansıtacak şekilde birbiriyle ilişkisi bulunmaktadır.[4] islam ilimlerinin sürekli gelişmesiyle yeni ilim şekil ve dalları meydana geldi, aynı zamanda islam öncesi medeniyetlerden gelen ilimler islami bilgi ile harmanlandı.[5]

Geçmişin zengin birikimi, aile ve çevreden aldığı bilgiler insan için bir taban oluşturduğundan o, bilgiye hiçten ve sıfırdan başlamaz. Üstelik onun hedefe ulaştırmayı kolaylaştıran doğuştan getirdiği bir takım kabiliyetleri vardır. Tüm bunların üzerinde de edinilen bilgiyi yönlendirme, karşılaştırma, sistemleştirerek eylem ile ilişkiye getirme vazifesini yüklenen eleştirel akıl melekesi vardır. İşte İslam, böyle bir özelliğe sahip insanın bütün bilgi kapasitelerini aynı anda kullanmasını ister.[6]

 

“İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nisbetinde Allah’ın muradına delalet etmesi bakımından Kur'an-ı Kerim’in metninin içerdiği manaları ortaya koymak”[7] anlamına gelen Tefsir ilminin, Hz Peygamber’den nakledilen söz, fiil ve takrirler[8] demek olan Hadis ve Hadis İlminden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Nihayetinde bir vahiy mahsulü[9] olan Kur'an-ı Kerim’in anlaşılmayan yerlerini açıklayan, onun her hükmünü insanlara tebliğ etmekle yükümlü olan[10], sünnetine itaatin emredildiği[11] kişi Hz. Muhammed(sas)’dir. Öte taraftan Kur'an-ı Kerim ve sünnetten elde edilen bilgilerin adı demek olup, iman, ibadet, sosyal nizam ve ahlaka dair pek çok bilgi dalını kapsayan Fıkıh İlmi[12] de dolayısıyla Hadis İlmi ve Tefsir İlmi ile ilgilidir. Her üçü de Kur'an-ı Kerim’i temel alır. Ancak ele alışları farklı farklıdır. Bilginin bir bütün olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu üçünü birbirinden ayrı düşünmek, birbirleriyle ilişkilendirmemek doğru olmayacaktır. Konuları, alanları her ne kadar farklı da olsa, birbirlerinden bağımsız değildirler. Öte yandan Her zaman her devirde, dini, felsefi ve ilmi eserlerin muhataplar tarafından iyice anlaşılıp, kavranabilmesi için, onların, kendilerini iyi anlayanlar tarafından izah edilip, açıklanması gerekir.[13] Vahiy mahsulü olan Kur'an-ı Kerim’in de muhatapları olan biz insanlar için anlaşılması gerekiyordu. Bu açıklamayı yapmak tebliğ ile yükümlü olan Hz. Peygamber’e ait bir görevdir. Çünkü o Kur'an-ı Kerim’deki hakikatleri bize en iyi öğretecek olan, bizzat kendisine kitap gelen şahıstır.

Bilgi, karşılaşılan her kültürle, ilerleyen zamanla ve farklı düşüncelerin katkısıyla eklenerek büyür, zenginleşir. Dolayısıyla her konudan, her bilimden parçayı içinde barındırır. İslamın gelmesiyle onu anlama ihtiyacının doğması farklı ilim dallarının oluşmasını sağlamıştır. Ancak bu yapılırken ne var olan kültür birikimi hiçe sayılmış ne de zamanla oluşan yeni ilimlere sırt çevrilmiştir. İşte bu tavır, gelişme yönünde önemli katkılar sağlamıştır. Bunun gibi bilginin bütünselliği göz ardı edilmeden yapılan her ilim de gelişmeye açık olacaktır.

 

KAYNAKÇA

 

KUR’AN-I KERİM

 

CERRAHOĞLU, Prof. Dr. İsmail, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. b.t.yok.

 

DEMİRCİ, Prof. Dr. Muhsin, Tefsir Tarihi, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst. 2008.

 

FARKUÎ, İsmail Râci-Luis Lâmia, İslâm Kültür Atlası, çev. Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınevi, İst. 2014.

 

KARAMAN, Hayreddin, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, Ensar Neşriyat, İst. 2008.

 

KOÇYİĞİT, Talât, Hadis Usûlü, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ank. 1993.

 

NASR, Seyyid Hüseyin, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İst. 1989.

 



[1] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İst. 1989, s.13.

[2] İsmail Râci Farukî-Luis Lâmia Farukî, İslâm Kültür Atlası, çev. Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınevi, İst. 2014, s.271.

[3] Nasr, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, s.3.

[4] Nasr, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, s.4.

[5] Nasr, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, s.14.

[6] Farukî, İslâm Kültür Atlası, s.272.

[7] Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İst. 2008, s.26.

[8] Talât Koçyiğit, Hadis Usûlü, A.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, Ank. 1993, s.15.

[9] 53. Necm, 4.

[10] 4. Nisa, 59.

[11] 3. Âl-i İmrân, 31; 4. Nisa, 80.

[12] Hayreddin Karaman,  Anahatlarıyla İslâm Hukuku, Ensâr Neşriyât, İst. 2008, s.32. 

[13] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. b.t.yok, s.210.




0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ Durmuş Erdal Atak 14922720  GÜZ DÖNEMİ 2014  doktora

 

 

Bilginin Bütünlüğü

    Konumuza Başlarken Bilgi deyince ilk akla gelen: Bilgi nedir? onun çağrıştırdığı ilim, İslami ilimler, Kavram, Terim gibi kelimeleri kısaca tarif etmenin Konuyu anlamaya Katkısı olacağı kanaatindeyiz.

  ilk olarak Bilgi; insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat. öğrenme ve  araştırma yolu ile elde edilen gerçek, Vukuf.

Felsefede bilginin tarifi ise; genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin Kavradığı temel düşünceler.

Bilimde ise; Kurallardan yararlanarak Kişinin veriye yönelttiği anlam Olarak tarif edilmektedir. [1]

  “Bilginin bütünlüğü” ise, kısaca Pro. Dr. Ahmet Nedim Serinsu’nun dediği gibi; belirli bir konuya ait bilgilerin bütününe denir.

ilim ise: Ayrıntı, özellik, nitelik, Bilme, Biliş, Haber. Sözlükler de ilimle Bilim eşdeğer aynı Manada tarif edilmektedir. Yunus 'un şu mısralarında olduğu gibi:

" İlim ilim bilmektir,

ilim Kendin bilmektir." [2]

İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:                                                                         

 a- Naklî ilimler; Kur'an ve sünnete dayanan ilimler.

b- Aklî ilimler; Müspet ilimler.

  İlimlerin ikili tasnifine ilişkin bilebildiğimiz en eski tasnif ünlü̈ Müslüman filozof Kindî (ö. 252/866) tarafından yapılmıştır. Kindî ilimleri ilahî ilimler ve insanî ilimler şeklinde ikiye ayırır (ulûm-i ilâhiyye ve ulûm-i insâniyye) (3)

   İslami ilimler; İslam Dini ile alakalı olan, Kur'an , Tefsir , Belagat ,  Fıkıh, hadis, siyer, alet ilimleri, İslam Felsefesi , İslam sosyolojisi Vs. ilim dallarına denilir. İslam dini bilgiye çok önem veren bir dindir. İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’ an ve Sünnet’ e baktığımızda bunu çok rahat anlayabiliriz .  Kur’an’ı Kerim’de ilimle ilğili 700 civarında ayet vardır.(bazı örnekler; bakara;120,145,/ âl-i İmrân;7,18,19, / Nisâ ;162,/ Yûsuf ,22,76,/ra'd,37,/ nahl;43)

Terim İse;  Bir bilim, sanat, Meslek dalıyla veya  bir Konu ile ilgili özel ve belirli bir kavramı karşılayan Kelimedir. Var olanı dilsel simge ile ifade etmektir.

Terminoloji terim kelimesinden türetilmiştir: Bilim dalları, sanat kolları, Çeşitli Uzmanlık alanları ile ilgili kavramları tespit edip onları adlandırmaya yarayan bilim dalının adıdır.

kavram; Bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, mefhum, Fehva,  Konsept, nosyon.

Felsefede Kavram: nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir Ortak ad altında toplayan genel tasarımdır. (4)

Genel bir bakış açışı ile Kavram: Bir Var olanı diğer var olandan ayıran Seçiklik özelliği, İfadesidir. Bir Kavramın Seçkiliği her zaman ve yerde aynıdır. Düşünmenin temel amacıdır.

Kavramlar net olarak tarif edilirse bir çok Karışıklık giderilir Veya hiç ortaya Çıkmaz.

Bütünlük kelimesi ‘’ tam , eksiksiz , parçalanmamış ,parçalandığında hüviyeti değişen bir takım niceliklerin toplamı anlamını ifade eden ‘’ bütün kelimesinden türemiştir .  Bütünlük sözcüğü bütün olma hali ve bütün varlıkları kapsayan ve düşünülen şeyleri kaplayan anlamındadır.(5)

Bilgiyi bir bütün olarak anlamak için tüm yönleri ile bakmak gerekir. Şimdi bütün bu bilgiler Işığında İslam kültüründe bilginin bütünlüğü denilince, Müslümanlar için ilk dönem itibarı ile olmasa bile ilerleyen zaman içerisinde gelişen ve değişen şartlar çeşitli sorunları ortaya çıkarmış bu şartlar Sahabe Döneminin sonlarına doğru İslamiyet daha doğrusu Kur'an-ı Kerimin Ulaştığı sınır Afrikadan Azarbaycana ulaşıp, Arap olmayan Kavimlerde Müslüman olunca kültürel etkileşim başlamıştı. Bu Sorunlara Çözüm üretme adına Tefsir, Fıkıh,  hadis, Kelam gibi ilim dalları islamı daha iyi anlama ve anlatma adına ortaya çıkmıştır .

 ISLAM; tevhid inancına dayalı 7.yy da Hicaz topraklarında doğup, gelişerek Doğu'da Maveraunnehirin ötelerine, batıda atlas Okyanusu'na, kuzeyde Kafkasya'ya, ispanyada pirene dağlarına kadar uzanan, bir çok kültür, ırk, medeniyet ve milletin inanc, gelenek ve göreneklerini içine alıp eriten ve geliştiren geniş bir medeniyettir. Dolay isiyle ISLAM medeniyetine sadece bir Arap medeniyetidir demek yanlış olur. Bilakis Müslüman olmuş; Arap, Türk, fars, Hint ve Berberilerin katkısı olan bir medeniyettir.

İslam medeniyetini maddi ve manevi temelleri vardır, manevi temelleri Hz. peygambere Arapça olarak gönderilen Kur'an ve onun sünneti, hayati ve hadisleridir.

Maddi temelleri ise; İslam’ın bugün bile düşünen insanları hayrete düşüren hızlı yayılışıdır. Bu yayılış esnasında yapılan fetihler, yeni tanışılan kültür ve medeniyetler maddi olarak İslam medeniyetinin gelişmesine katkı sağlamıştır(6)

    Bu ilmi Çeşitlilik, oluşan yeni Kavramlar, Problemler Meselelere bütüncül ve doğru bakma adına bir disiplin oluşturmuştur. Bilimsel bütünlük aslında her ilim dalında kendi adına bir zaruretken İslami ilimlerde esas olan Kur'an ve hadisleri anlama Kısaca İslam’ı doğru anlama adına bir gereklilik olarak ortaya çıkmış ve çıkmaktadır.

Bütün bu etkenler Kur'an ilimlerinin doğmasına Sebep oluşturan ilimlerin bizzat Kaynağı Kur'an' dır. Çünkü Kur'an kendisinin anlaşılmasını, düşünülmesini ve yaşanmasını muhataplarından ister (bakara;2(7)

Bu sebeple Kur'an Hz. Peygamber' e bizzat Tebliğ ve teybin le görevli olduğunu söyler.

Eğer (size tebliğ edileni) yalan sayarsanız, bilin ki sizden önceki birçok milletler de yalan saymışlardı. Peygambere düşen yalnız açık bir tebliğdir. (Ankebut;18)

Hz. peygamberin Ümmi olduğunu okuma yazma bilmediğini Kur'an Kendisi söyler .

الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِوَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالْأَغْلَالَ الَّتِي كَانَتْعَلَيْهِمْ ۚ فَالَّذِينَ آمَنُوا بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِي أُنْزِلَ مَعَهُ ۙ أُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

İşte onlar o kimselerdir ki, o ümmî Resul’e, o okuması yazması olmayan ümmî Peygamber'e bağlanıp gönüllü olarak ona uyacaklar. İleride belli bir kitapla göndereceğimiz o bütün kavimlerin müjdecisine, okuryazar olmadığı halde baştan sona bütün bilgileri göğsünde toplayıp, ümmetine her şeyi haber verecek olan o ümmî peygambere, böyle olağanüstü özellikler taşıyan mümtaz mucizelerin sahibi ahir zaman nebisine can u gönülden uyup itaat edecekler, yani sözde, işte ve inançta onun arkasından gidecekler.

( A'raf ;157)

Sahabe UIumul Kur'ân 'ı biliyordu. Ama disiplinleri daha sonra ihtiyaçlar artıp Şartlar değişince ortaya çıktı. Nübüvvet döneminde ve sahabe döneminde vicahi Olarak ve soru cevap şeklinde devam eden Kur'an ilimleri Sonra rivayetler şeklinde devam etmiştir. İbni Teymiyye ,  Mekke ehlini Kur'an-ı en iyi bilen olarak tanımlar. ( 8)

Dolayısıyla bilginin bütünlüğü denince akla bütün Bilimlerin giderek daha fazla alt-dala ayrılması, ilerlemenin en önemli kıstası kabul edilmiştir. Bu gun bunun insana ne kadar faydası var ona henüz tam cevap verilemediği kanaatindeyiz.

Aslında bilimlerin dallandırılması menfi bir şey değildir. Elbette, bilim ve teknoloji ilerledikçe bu olacaktır. Burada önemli olan husus, izlenecek yolun bütünden uzaklaşmaya yol açmamasıdır. "Bütün"le olan mana münasebeti koparılmadan çalışılacak yeni bilim dalları, bizi varlığın yaratılmasında, Allah’ın ilim, kudret, hikmet ve sanatını âlemde müşahedeye götüreceğinden, müspet neticelere vesile olacaktır.

 

 

 

Bilgi Bütünlüğü; Bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.(9)

         Müslüman bütüncül bir bilgi birikime sahip olmalıdır.  Özellikle kalp ve vicdanı aydınlatan dini ilimler söz konusu olduğunda bu manadaki bütüncül bakış açısı ve bilinç önem arz etmektedir.  Zira dini ilimlerde bütünlükten hakikat doğar.  Bu noktadaki eksiklik ya şüphe ve hilelere ya da taassup ve dünyadan kopmaya, yalnızlaşmaya yol açar. Müslümanların heyulalarını süsleyen bu ideal bütünlük ümmetin sorunlarını çözen içtihat ölçüsüydü. Kurgulanan böyle bir donanım, bir ilim dalının birçok ilim alanlarıyla girift halde iç içe olduğu, ayrıca meşgalelerin alabildiğine hayatın her tarafını sarmaladığı günümüzde ferdi bazda gerçek manada bilgi bütünlüğü sağlamak ulaşılabilir zor bir meziyettir. Zira ilim dallarının geliştiği günümüz şartlarında bir kişinin bütün ilimleri ihata etmesi imkân dışıdır. Bunun yerine aynı amaç ve ideali paylaşan birden fazla kişinin kolektif çalışması bu meziyeti kazandıracak bir metot olabilir. İlim, irfan ve hikmet ayakları üzerinde mebni olan ideal Müslüman kültüründe bilgiyi işleyememe eksikliği kolektif çalışma şuuruyla mümkün hale gelebilir.

      Bilgi bütünlüğünün öncüllerde olması, niyet ve usulleri, neticelerde olması ise amaç ve gayeyi işar eder sanki.  Buna göre iş, eylem, davranış vs. niyetlere göre mi yoksa gayelere göre değerlenmeli ve bütünlük nerede aranmalı? Böyle bir soruya cevap ararken niyet ve usul ilkeleri yani hazırlayıcı öncüller öne çıkarır. Müslüman kültürü de bunu gerektirir. İman ve amel ’den müteşekkil olan İslam bu iki vasfı besleyip ayakta tutacak sahih bilgidir. İmam Buharî, El-Camü’s-Sahîh adlı eserinde, “İlim”, iman ve amelden önce gelir demiş ve

فاعلم أنَّه لا إله إلا الله bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur(muhammed;19) anlamındaki ayet-i kerimeyi delil olarak göstermiştir. Bilgi olmadan Allah’ı, Peygamberi tanımak, gerçek anlamda iman ve ibadet etmek mümkün değildir. Müslüman kültürü, “Allah ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.”

 وَللّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَانَ اللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ محيطاً

(Nisa;126)

Ayetinde yer alan Allah’ın kadim ve küllî sıfatından kendine yetecek orandaki hadis bilginin yansımasıdır. Müslüman kültüründe bilgi, iman ve amel layeteceze’ bir kül ’dür. Bütünlük arz eden bu rükünler birlikteliğin membaından (vahiy kaynağından) günümüze gelinceye kadarki tarihi seyir içerisinde bazen ilim olmadan amel tek başına yeterli olamama, bazen ise amel olmadan ilim tek başına kurtarıcı olamam gibi külli terkibin cüzleri yer değiştirmiştir. Günümüzde biri, bilgiyi işleyememe, biri de bilgi bütünlüğün etkin reçetesi olan kolektif çalışma ruhu olmak üzere İslam toplumunun iki eksiği bulunmaktadır.(10)

     Sonuç olarak, Dünya'da var olan bilgi bir milletin ya da bir medeniyetin tek başına ürünü olarak görülemez.(11)Bilgi insanlığın ortak ürünüdür. Herkesin, her milletin onda bir Payı, katkısı olmuştur.(12)

İslami bilgi ya da Müslümanların ilim Dünya'sı da yine Müslüman olan bütün milletlerin, Arap, Türk, Kürt, hindi ve Uzak Doğulu bütün Müslümanların ortak malıdır.

Müslümanların bilgisi Kuran'ın anlattığı ve bize öğrettiği üzere Hz. Âdem le başlayıp bütün peygamberlerin vahiyle getirmesi ile Oluşan vahye Dayalı bir bilgiler bütünüdür.

O bilgide yalan, yanlış ve abartı yoktur.

الَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا إِيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ أُولَئِكَ لَهُمُ الأمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُون

Bunlar(vahyin ürünü olan kuran dâhil bütün kitaplar),(Ey Muhammed) Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir (diğer geçmiş peygamberler). Sen de onların hidayetine uy. De ki: “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece bütün âlemlere bir öğüttür. (En'am;90)

İslami ilimlerde esas gaye Kur'an-ı daha iyi anlamak olduğu için bütün ilimler onu me'haz alır ve onu anlatmaya çalışır. Asırlardır Oluşan bilgi de bütün ona inananların ortak cehdi ve kazancıdır.

ومن يعمل مثقال ذرة خيرا يره

Kim azıcık da olsa bir şey yaptı ise onun karşılığını görecektir.(zilzal;7)

  “Bilginin bütünlüğü”, belirli bir konuya ait bilgilerin bütününe denir. Bilimsel bütünlük aslında her ilim dalında kendi adına bir zaruretken İslami ilimlerde esas olan Kur'an ve hadisleri anlama Kısaca İslam’ı doğru anlama adına bir gereklilik olarak ortaya çıkmış ve çıkmaktadır. Dolayısı ile bütün İslami ilimler bir bütün olan kuranın bir parçası gibidir denilebilir.

Kaynakça

Kur'ân 'ı  kerim

1-türkçe Sözlük. Türk dil kurumu yayınları. Ankara 2011. 11.baskı.

2- a.g.e

3-Kindî, Risâletü’l-Kindî fî kemmiyyeti kütübi Aristoteles ve mâ yuhtâcü ileyhi fî tahsîli’l- felsefe (Resâilü’l-Kindî el-felsefiyye içinde, nþr. M. Abdülhâdî Ebû Rîde, Kahire: Dârü’l-fik- ri’l-Arabî, 1369/1950), s. 372-3.

4-türkçe Sözlük .Türk dil kurumu yayınları.ankara 2011. 11.baskı

5-Serinsu , Ahmet Nedim. Kur’an ve Bağlam. Şule yayınları. İstanbul 2012. S. 20-25

6-Kayaoğlu, ismet. İslam kurumlar tarihi.Dms yay. Ankara

7-Serinsu , Ahmet Nedim. Kur’an ve Bağlam. Şule yayınları. İstanbul 2012. S.35

8-Serinsu , Ahmet Nedim. Kur’an ve Bağlam. Şule yayınları. İstanbul 2012. S.34

9-www.eticaret.com/bilgi- bütünlüğü-nedir

10-*Https://www.google.com.tr/url?sa=t&source=web&rct=j&ei=NXdLVLeeNKXMygOI0IHgAQ&url=http://www.aydinkudat.com/musluman-kulturunde-bilgi-butunlugu.htm&ved=0CCEQFjAE&usg=AFQjCNHKvSvFV3H8_FWz28TSCEKb79vslQ&sig2=4NM1muR5TegmAwSggXCcQA

11-dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/.../alakus.htm    

12-MAVİ ATLAS GŞÜ Edebiyat Fakültesi Dergisi •Güz 2013, S. 1 maviatlas@gumushane.edu.tr




0 Yorum - Yorum Yaz



Ahmed  mukhlif  obaid
Doktora öğrencisi 
    no /13922724
 dönem   2014/2015
 
                                           Bilginin bütünlüğü
العلوم في الحضارة الاسلامية نوعين نوع يختص بالشرع الاسلامي مصدرها الوحي والتي بدأت منذ نزول الوحي على النبي محمد صلى الله عليه وسلم كالفقه والحديث وعلوم القران ....الخ ونوع يشمل العلوم الانسانية التي مصدرها العقل كالطب والجبر والكمياء ...الخ ومن المعلوم ان للمسلمين حضارة كبيرة تفوقت على كل الحضارات السابقة و تأريخ حافل في شتى العلوم والمجالات الانسانية وكان لهم موقع الصدارة في مراحل زمنية وقد بلغت ذروتها من منتصف القرن الثامن الى القرن الحادي عشر على مستوى علوم الطب والكمياء والفلك والجبر والرياضيات والتاريخ والبصريات والجغرافيه والفلسفه وغيرها من العلوم التي اذ حدثت طفرة نوعية في هذه العلوم على يد علماء مسلمين امثال ابن سينا والخوارزمي وابن الهيثم والرازي وجابر بن حيان وابن بطوطة والقزويني وابن البيطار وابن خلكان وابن رشد ...الخ .  
ولكن في بحثي المختصر هذا سأتكلم عن النوع الاول اي عن بداية نشأة العلوم الشرعية التي تختص بالشرع الاسلامي .

نشأة العلوم الاسلامية.

ابتدأت العلوم الإسلامية بالقرآن، فالقرآن هو مصدر العلوم، وهو المنطلق الأول لنشأة العلوم الإسلامية التي تركزت حول دراسة القرآن وتوثيقه وحفظه وتفسيره وبيان إعجازه ومعرفة الناسخ والمنسوخ منه، والمحكم والمتشابه والأحرف السبعة، والقراءات الثابتة الصحيحة ووجوه بلاغته وفصاحته، ودراسة مفرداته ومعانيه. الى جانب السنة النبوية المطهرة المبينة لكتاب الله والمكملة للتشريع .
ولم تكن هناك علوم مدونة بالمفهوم العلمي الذي عرف فيما بعد، فقد كانت اللغة تعتمد على السليقة العربية السليمة، فما استعمله العرب في كلامهم المنثور والمنظوم فهو حجة، وكان الأمر ميسرا، ولم يكن التدوين منتشرا إلا في نطاق ضيق، وكانت الأمية سائدة، ولم تتجه اهتمامات العرب في الجاهلية إلى التوسع في مجال العلوم، واقتصرت اهتماماتهم على لغة العرب التي كان شعراء الجاهلية يتفاخرون بإجادتها والتعبير عنها وبيان فصيحها.
ولما نزل القرآن كان معجزة النبي صلّى الله عليه وسلم، وتحدى الله العرب به، وعجز العرب عن الإتيان بمثله، بل عجزوا عن الإتيان بآية من آياته، ووقفوا مذهولين حائرين، يدرسون الظاهرة القرآنية في إطارها العام، ولا يجدون جوابا شافيا لتساؤلاتهم سوى التسليم بعظمة القرآن، وبأنه كلام الله.
وتوجهت الأنظار إلى هذا القرآن، باحثة عن معانيه، دارسة أسلوبه، مستخرجة منه قوانين اللغة، مدونة تاريخه، نزولا وكتابة وحفظا وجمعا، مسجلة أوجه قراءاته، محددة ما يجوز منها وما لا يجوز، معتمدة في ذلك على ضوابط ومعايير علمية موضوعية.
ما أعظم تلك البداية.
كتاب الله هو المنطلق.. ومواكب العلماء تلتف حول نصه، باحثة عن معانيه، مدونة تاريخه، مفسرة مفرداته اللغوية، مبينة أوجه الفصاحة والبلاغة فيه. وتتلاحق المواكب والأجيال، كل جيل يضع لبنة في صرح هذا التراث العلمي العظيم، معليا بها ذلك الصرح، مضيفا إلى جهود العلماء السابقين إضافة جديدة، في رحلة موفقة من جاهلية قاتمة المعالم، ضيقة الأفق قليلة العطاء إلى حضارة منيرة مشعة، وجدت في المعرفة امتدادها، وضاعفت بفضل الإسلام عطاءها فتشكلت علوم مختلفة الى جانب علوم القران والسنة النبويه من فقه واصول وعقيدة ولغة ..الخ . وسأتناول في بحثي المختصر نشأة بعض هذه العلوم .

1- نشأة علوم القران 

نشأت علوم القرآن تدريجياً بحسب الحاجة لفهم معاني القرآن، فكان العرب والصحابة يفهمون القرآن كونه نزل بلغتهم وقلما يغيب عنهم معنى أو يستشكل ظاهر من القرآن، ومع شروع الصحابة في جمع القرآن بدأ يتشكل علم خاص برسم القرآن، وقد تطور هذا العلم مع تطور الخط العربي ونقط المصحف وإعجامه، كما رافق ذلك الحديث عن إعراب القرآن، ومع انتشار الإسلام وتوسع الفتوحات ودخول الأعاجم في الإسلام، وكذلك توسع المعارف والعلوم، ظهرت أنواع علوم القرآن المختلفة ولم تدون هذه العلوم في بادئ الامر بشكل مستقل بل كانت متداخله مع رواية الحديث اي قسم من اقسامه الى ان استقلت هذه العلوم عن الحديث بمؤلفات خاصه .وكان النصيب الاكبر لعلم التفسير الذي كان اكثر انواع علوم القران تدوينا ولا يخفى على من يطلع على تفاسيرهم انها تحتوي على تقسيمات علوم القران المختلفه من المكي والمدني واسباب النزول والناسخ والمنسوخ وغيرها من العلوم فكان أقدم ما وصل إلينا مستقلاً من تفسير القرآن كاملاً هو تفسير مقاتل بن سليمان (150هـ)، وأما في موضوعات علوم نالقرآن فألف أبو عبيدة معمر بن المثنى (209هـ) في مجاز القرآن، وأبو عبيد القاسم بن سلام (224هـ) في الناسخ والمنسوخ وفي القراءات، وعلي بن المديني (234هـ) في أسباب النزول، وينسب صاحب الفهرست إلى محمد بن خلف بن المزربان (309هـ) كتاب "الحاوي في علوم القرآن"، ولعله أقدم استعمال لتعبير علوم القرآن، وجرى بعد ذلك استعمال التعبير المركب "علوم القرآن.

2- نشأة علوم الحديث .

لم يدون الحديث في عهد النبي صلى الله عليه وسلم او في عهد الصحابة وذلك امتثالا لقول النبي صلى الله عليه وسلم (( لاتكتبو عني غير القران ومن كتب عني غير القران فليمحه )) .وكان من أسباب النهي : خشية اختلاط الحديث.النبوي بالقرآن خاصة وان الصحابة رضوان الله عليهم كانوا حديثي عهد بالإسلام , ولصرف هممهم لحفظ القرآن الكريم وكتابته ، هذا مع قلــة ما بأيديهم من وسائل الكتابة . 
وكاد القرن الأول الهجري  أن ينتهي , ولم يُصدر أحد من الخلفاء أمره بتدوين السنة وفي العام التاسع والتسعين للهجرة تولى الخليفة الراشد عمر بن عبد العزيز رضي الله عنه خلافة المسلمين , فنظر إلى الأحوال والظروف التي تمر بها الأمة , فرأى أن يقوم بكتابة الحديث وتدوينه حفاظاً عليه من الضياع والتحريف , حيث أن المانع الذي  كان يمنع تدوين الحديث قد زال , ومصلحة المسلمين باتت تستدعي جمع الحديث  وتدوينه .

فكتب إلى عماله وولاته يأمرهم بذلك , حيث أرسل إلى أبي بكر ابن حزم – عامله وقاضيه على المدينة – قائلا له : " انظر ما كان من حديث رسول الله e فاكتبه , فإني خفت دروس العلم وذهاب العلماء"،  وطلب منه أن يكتب ما عند عَمْرة بنت عبد الرحمن الأنصارية, والقاسم بن محمد بن أبي بكر, وكتب إلى علماء المسلمين في الأمصار المختلفة : " انظروا إلى حديث رسول الله – صلى الله عليه وسلم – فاجمعوه وكان ، وكان ممن كتب إليهم الإمام محمد بن مسلم بن شهاب الزهري أحد الأئمة الأعلام ، وعالم أهل الحجاز والشام المتوفى سنة (124هـ) ، حيث استجاب لطلب عمر بن عبد العزيز فجمع حديث أهل المدينة وقدمه له ، فبعث عمر إلى كل أرض دفتراً من دفاتره ، وكانت هذه هي المحاولة الأولى لجمع الحديث وتدوينه بشمول واستقصاء ، وكان تدوين الإمام الزهري للسنة عبارة عن جمع ما سمعه من أحاديث الصحابة من غير تبويب على أبواب العلم ، وربما كان مختلطًا بأقوال الصحابة وفتاوى التابعين ، وهذا ما تقتضيه طبيعة البداءة في كل أمر جديد ، وبذلك مهد الإمام الزهري الطريق لمن أعقبه من العلماء والمصنفين ، ووضع حجر الأساس في تدوين السنة في كتب خاصة .

ثم نشطت حركة التدوين بعد ذلك ، وأخذت في التطور والازدهار ، وتعاون الأئمة والعلماء في مختلف الأمصار ، فكتب ابن جريج بمكة ، وكتب مالك وابن اسحاق بالمدينة ، وكتب سعيد بن أبي عَروبة والربيع بن صُبيح وحماد بن سلمة بالبصرة ، وكتب سفيان الثوري بالكوفة ، وكتب أبو عمرو الأوزاعي بالشام ، ، وكتب عبد الله بن المبارك بخراسان ، وكتب معمر باليمن ، وغيرهم من الأئمة ، وكانت طريقتهم في التدوين هي جمع أحاديث كل باب من أبواب العلم على حدة ، ثم ضم هذه الأبواب بعضها إلى بعض في مصنف واحد ، مع ذكر أقوال الصحابة والتابعين ، ولذلك حملت المصنفات الأولى في هذا الزمن عناوين مثل " مصنف " و " موطأ " و " جامع " والى جانب تدوين الرواية ونقل الاحاديث ظهرت علوم الحديث اذ لم يكن بالامكان الاخذ بكل ماروي عن النبي صلى الله عليه وسلم قبل التاكد من صحتها وصحة نسبتها للنبي صلى الله عليه وسلم وذلك بسبب الاحداث التي مرت بها الامة الاسلامية وظهور الاحزاب والفرق ممادفع بعض المغرضيين الى افتعال احاديث ونسبتها للنبي صلى الله عليه وسلم لخدمة مصالحهم واهوائهم . من هنا صار لابد من تمييز الحديث الصحيح من غيرالصحيح ونتيجة لذلك ظهرت عدة علوم مرتبطة بالحديث منها علم الرجال والاسانيد وعلم الجرح والتعديل وعلم غريب الحديث ....الخ 

ثم جاء القرن الثالث فحدث طور آخر من أطوار تدوين السنة تجلى في إفراد حديث رسول الله - صلى الله عليه وسلم - بالتصنيف دون غيره من أقوال الصحابة والتابعين ، فألفت المسانيد التي جمعت أحاديث كل صحابي على حدة ، من غير مراعاة لوحدة الموضوع ، كمسند الإمام أحمد ، ومسند إسحاق بن راهُوْيَه ، ومسند عثمان بن أبي شيبة وغيرها من المسانيد ، ولم تقتصر هذه المسانيد على جمع الحديث الصحيح بل احتوت على الصحيح وغيره مما جعل الإفادة منها والوقوف على أحاديث مسألة معينة من الصعوبة بمكان إلا على أئمة هذا الشأن ، خصوصاً وأنها لم ترتب على أبواب الفقه ، مما حدا بإمام المحدثين في عصره محمد بن إسماعيل البخاري أن ينحو بالتأليف منحىً جديدًا اقتصر فيه على الحديث الصحيح فحسب دون ما عداه ، فألف كتابه الجامع الصحيح المشهور بـ" صحيح البخاري " ، وجرى على منواله معاصره وتلميذه الإمام مسلم بن الحجاج القشيري فألف صحيحه المشهور بـ " صحيح مسلم.


3-نشأة علم العقيدة .
 
 لم اقف على تحديد دقيق لأول من صنف في العقيدة، وأحسن مرجعية وقفت عليها في هذا المجال هي ما جاء في الموسوعة العقدية التي أصدرها موقع الدرر السنية. وجاءت فيها خلاصة جيدة يحسن أن أنقلها بنصها؛ لما فيها من الفائدة. يقول كاتبها:
وبدأ هذا (يعني طور التدوين) في حياة التابعين... حيث ابتدأ ذلك الإمام الزهري رحمه الله تعالى، ثم شاع ذلك في النصف الأول من القرن الثاني الهجري كما فعل الإمام مالك في الموطأ، حيث رتبت الأحاديث على أبواب تتعلق بالتوحيد مثل: باب الإيمان، وباب التوحيد، وباب العلم، الخ..
ولعل هذا التبويب للأحاديث كان النواة الأولى في استقلال كل باب فيما بعد بالتصنيف والبحث.
ومما أوقد جذوة التدوين ما وقع في آخر زمن الصحابة من بدع واختلاف في العقيدة، كما في مسألة القدر، وكان أول من تكلم به معبد الجهني (ت: 80هـ)، ومسألة التشيع والغلو في آل البيت، وفتنة عبد الله بن سبأ، كما وقعت من قبل بدعة الخوارج وصرحوا بالتكفير بالذنوب، وبعد ذلك نشأ مذهب المعتزلة على يد  واصل بن عطاء (ت: 131هـ)، وصنف في مسائل من العقيدة ما خالف به الصحابة والتابعين، وخرج على إجماع خير القرون في الاعتقاد، فتصدى له التابعون بالرد عليه والمناظرة في هذه المسائل، ثم بدأ التصنيف في عقيدة أهل السنة حين أصبح ضرورة لا بد منها لنفي تأويل المبطلين، ورد انحراف الغالين، وكان أول مدون عرفناه في العقيدة - على هذا النحو – هو كتاب الفقه الأكبر لأبي حنيفة رحمه الله (ت: 150هـ)، رواه أبو مطيع الحكم بن عبد الله البلخي، كما رواه حماد بن أبي حنيفة – وإن قيل إنه من وضع أبي مطيع البلخي – حدد فيه أبو حنيفة عقائد أهل السنة تحديدا منهجيا ورد فيه على المعتزلة، والقدرية، والجهمية، والشيعة، واشتمل على خمسة أبواب - في أتم رواياته -: الأول في القدر، والثاني والثالث في المشيئة، والرابع في الرد على من يكفر بالذنب، والخامس في الإيمان، وفيه حديث عن الأسماء والصفات، والفطرة، وعصمة الأنبياء، ومكانة الصحابة، وغير ذلك من مباحث العقيدة.
فلو قال قائل: إن واضع علم التوحيد – بمعنى أول من وضع مؤلفا خاصا في الفن من أهل السنة – هو الإمام أبو حنيفة؛ لكان صادقا ولم يبعد عن الصواب، "وإن كان قد قيل: إن واضعه الإمام مالك بن أنس، وأنه ألف فيه رسالة، وقيل أيضا إنه لما كثرت الفتن أمر المنصور بوضع كتب لإزالتها والرد عليها.
كما ثبت أن الإمام ابن وهب رحمه الله (ت: 197هـ) وضع كتابا في القدر على طريقة المحدثين في جمع الأحاديث وإن كان دون تبويب.
ولقد نسب كتاب بنفس اسم الفقه الأكبر للإمام الشافعي رحمه الله (ت: 204هـ)، تناول فيه مسائل الاعتقاد مسألة مسألة، ورد على الفرق المخالفة في ثنايا كلامه، إلا أن نسبة الكتاب إلى الإمام الشافعي غير موثقة، فقد قال حاجي خليفة في كشف الظنون: .. لكن في نسبته إلى الشافعي شك، والظن الغالب أنه من تأليف بعض أكابر العلماء.
ثم تتابع التأليف بعد أبي حنيفة في علم التوحيد ولكن بأسماء مختلفة لهذا العلم. فمن أول ذلك كتاب الإيمان لأبي عبيد القاسم بن سلام (ت: 224هـ)، وتبعه على هذا كثيرون إلى يوم الناس هذا، كما ظهر مصطلح السنة للدلالة على ما يسلم من الاعتقادات، واشتهر ذلك زمن الإمام أحمد رحمه الله، ومن الكتب المصنفة باسم السنة، كتاب السنة لابن أبي شيبة رحمه الله (ت: 235هـ) والسنة للإمام أحمد رحمه الله (ت: 240هـ) وغير ذلك، ثم ظهر مصطلح التوحيد في مثل كتاب التوحيد لابن سريج البغدادي رحمه الله (ت: 306هـ)، وكتاب التوحيد لابن خزيمة رحمه الله (ت: 311هـ)، وواكب ذلك ظهور مصطلح أصول الدين، ثم ظهر التأليف باسم العقيدة أوائل القرن الخامس الهجري، واستقرت حركة التصنيف ومنهج التأليف، واستقل علم التوحيد علما متميزا عن غيره بلقب ومنهج مخصوص.
وأخيرا فإن فيما سبق بيانه رد على من زعم – من الأشاعرة والماتريدية – أن واضعي علم التوحيد هما: أبو الحسن الأشعري (ت: 324هـ)، وأبو منصور الماتريدي (ت: 333هـ)، حيث سبقا بتآليف كثيرة كتبت على منهج أهل الحديث، أهل السنة والجماعة.


4- نشأة علم الفقه واصوله .

من المعلوم أن الأصل الأول للفقه هو القرآن الكريم الذي أنزله الله على رسوله صلى الله عليه وسلم {هدى للناس وبينات من الهدى والفرقان}... {لا يأتيه الباطل من بين يديه ولا من خلفه تنزيل من حكيم حميد}. والأصل الثاني هو السنة النبوية وهي مجموعة أقوال النبي صلى الله عليه وسلم وأفعاله وتقريراته، فهذان الأصلان لا خلاف فيهما.
وكل الأصول الأخرى راجعة إليهما من اجماع وقياس واستدلال ....الخ ويمكن تلخيص نشوء وتطور علم الفقه بثلاثة اطوار 
فالطور الأول: – هو طور نزول الوحي وحياة النبي صلى الله عليه وسلم فهذا الطور من مبعث سيدنا رسول الله صلى الله عليه وسلم إلى وفاته، وهي فترة الوحي أي نزول القرآن الكريم، وتلقى السنة المطهرة عنه صلى الله عليه وسلم. 
الطور الثاني يمثله عهد الصحابة : ثم جاء عصر الصحابة رضي الله عنهم الذي امتد ما يناهز القرن، وانتشر الإسلام، وتفرق الصحابة في شتى الأقطار والأصقاع ينشرون الإسلام بين أقوام مختلف الأعراق والأعراف والطباع فاعترضتهم قضايا فقهية بعضها يمس أنظمة الدولة الإدارية والمالية كقضايا الأراضي المفتوحة – والتي أصبحت فيما بعد خراجية – ومشكلات دون ذلك كميراث الجد مع الأخوة.
إلا أن مركز الدولة واهتمام الخليفة شخصياً بالقضاء والفتوى سهل الإجماع في كثير من المسائل، حيث يجمع الصحابة عند النازلة فيستشيرهم فيجمعون على أمر، فيصبح إجماعهم امراً لا معقب له وحجة على القرون من بعدهم.
وقد لا يجمعون فيظل باب الإجتهاد مفتوحاً في وجه من بعدهم، وبروز أهمية الإجماع في التشريع يُمثل الطور الثاني من أطوار الفقه وما كان لهذا التطور أن يحدث في حياة النبي صلى الله عليه وسلم لأن الإجماع في عهده غير ممكن لنزول الوحي فالحجة في حياته صلى الله عليه وسلم هي القرآن والسنة، فالمرجع الوحيد في النوازل هو النبي صلى الله عليه وسلم.

وفي الطور الثاني الذي يمثله عهد الصحابة رضوان الله عليهم برز القياس وظهرت بوادره الأولى في قياس الشارب على القاذف عند من أثبته. إلى غير ذلك من المسائل التي احتاج الصحابة فيها إلى إعمال أوجه الرأي، وتقليب أوجه النظر، كحادثة الوباء في الشام – الطاعون – التي وقع فيها الحوار بين عمر بن الخطاب وأبي عبيدة رضي الله عنهما – واختلف الصحابة عليهما، فأيدت طائفة رأي عمر، وأيدت أخرى رأي أبي عبيدة حيث قال لعمر: أفراراً من قدر الله؟ فقال له عمر: لو غيرك قالها يا أبا عبيدة: نعم: فراراً من قدر الله إلى قدر الله، أرأيت لو كانت لك إبل في واد له عدوتان إحداها خصبة والأخرى جدبة، أليس إن رعيت الجدبة رعيتها بقدر الله؟ وإن رعيت الخصبة رعيتها بقدر الله
ولم ينكر أحد عليهما استعمال الرأي والقياس.
وكان ذلك قبل أن يأتي عبدالرحمن بن عوف بحديث عن النبي صلى الله عليه وسلم. 
 الطور الثالث عهد التابعين وتابعي التابعين(الائمة الاربعه) . عدد من الصحابة لمختلف الأمصار الإسلامية، وتتلمذ على أيديهم عدد كبيرٌ من التلاميذ، الذين أخذوا علمهم ونشروه وعلَّموه للناس، واستمر نقل العلم إلى أن وصل للأئمة الأربعة وغيرهم، ولكن نظرا لاهتمام تلاميذ الأئمة الأربعة بتدوين علمهم ونشر كتبهم؛ اشتهرت هذه المذاهب على غيرها، وأصحاب المذاهب الأربعة المشهورة هم:
 
1. الإمام أبوحنيفة  النعمان بن ثابت (ولد80 هـ وتوفي 150هـ) .
2.الإمام مالك بن أنس الأصبحي   (ولد 93هـ  وتوفي 179هـ).
3. الإمام محمد بن إدريس الشافعي (ولد 150هـ وتوفي 204هـ).
4.  الإمام أحمد بن حنبل  الشيباني  (ولد 164هـ  وتوفي 241هـ).
 
وقام تلامذة الأئمة الأربعة بالاستمرار في تدوين كتبهم، وشرحها ونشر علمهم بين الناس،  وظهر علماء آخرون في مختلف الأمصار الإسلامية وآراؤهم محفوظة في الكتب الفقهية، ولم ينشط تلاميذهم أو أصحابهم في نشره كتبهم وخدمتها وشرحها، أو نشر فقههم ومذهبهم, فلم يُكتب لها البقاء والانتشار، وبقيت المذاهب الأربعة المعروفة لأهل السنة إلى يومنا هذا
 وفي العصور التي بعد عصر الصحابة رضوان الله عليهم اتسعت دائرة الاجتهاد نظرًا لاتساع الدولة الإسلامية ودخول عدد كبير من الناس في الدين في هذا العصر ممن لهم عادات وتقاليد وسلوك وأنماط حياة تختلف عن الصحابة، مما اضطر العلماء لبذل مزيد من الجهد للإجابة عن أسئلة الناس. ولم تستجد مسألة إلا وبينوا حكمها في الدين. وقد ساعدهم على ذلك أن أحكام الدين جاءت عامة نصت على مسائل كلية .فظهر أئمة الفتوى في هذا العصر، ونضجت الآراء التي نقلت عن الصحابة، وتكونت مدارس متعددة على هدى الاجتهادات، المختلفة، وتباينت هذه المدارس لا في الفروع فقط ولكن أيضاً في نظرتها إلى الأصوال التي تؤخذ منها الأحكام، هذا التباين ليس ناشئاً فقط عن تفاوت أصحابها في فهم القرآن والاطلاع على السنة، فهم متفاوتون فعلاً في ذلك، فقد يطلع بعضهم على ما لم يطلع عليه غيره، ويصح عنده ما لم يثبت عند غيره. ولا بسبب اختلافهم في تفسير النصوص من الناحية اللغوية فحسب. فقد اختلفوا في ذلك ولكن الاختلاف قد ينشأ بسبب تقدير بعضهم لأهمية دليل على حساب آخر، مما يوجد اختلافاً في ترتيب الأدلة من إمام إلى آخر، فيحكم هذا برجحان دليل يحكم غيره بكونه مرجوحاً،وهذا هو الطور الثالث الذي انتهى إليه تطور التعامل مع النصوص، وكان من نتيجته ميلاد علم أصول الفقه، التي تهدف إلى وضع ضوابط من شأنها أن تؤصل كيفية التعامل مع الكتاب والسنة، في استنباط الأحكام واستخراج المسائل، فاهتمت بدلالات الألفاظ الشرعية وتعريف الأحكام وكان ذلك على يد الامام الشافعي في كتابه الرساله .

وفي ختام بحثي المتواضع اسال الله تعالى ان يجعل هذا العمل مقبولا عنده وان يغفر لي مازل قلمي فيه او اخطأ فهمي او غاب دونه علمي .انه الغفور الرحيم الجواد الكريم وصلى الله على سيدنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم .

المصادر .
1- اضواء على تأريخ العلوم عند المسلمين للدكتور محمد حسين محاسنه.
2- تأريخ العلم والانسية الجديدة للدكتور جورج ساترون ترجمة اسماعيل مظهر .
3- التفسير والمفسرون للدكتور محمد حسين الذهبي .
4- مناهل العرفان للشيخ عبدالعظيم الزرقاني .
5-علوم القران تاريخه وتصنيف انواعه للدكتور مساعد بن مسلم الطيار .
6- تدوين السنة النبوية للدكتور محمد مطر الزهراني .
7- دراسات في الحديث النبوي وتاريخ التدوين فيه ..لمصطفى الاعظمي .
8- الموسوعة العقدية الصادرة عن موقع الدرر السنية .
9- تأريخ الفقه الاسلامي للدكتور عمر الاشقر .
10 - تأريخ التشريع الاسلامي للدكتور مناع القطان .



0 Yorum - Yorum Yaz



Ahmed mukhlif obaid
Doktora öğrencisi 
    no /13922724
 Dönem 2014/2015
                     Bilginin bütünlüğü
العلوم في الحضارة الاسلامية نوعين نوع يختص بالشرع الاسلامي مصدرها الوحي والتي بدأت منذ نزول الوحي على النبي محمد صلى الله عليه وسلم كالفقه والحديث وعلوم القران ....الخ ونوع يشمل العلوم الانسانية التي مصدرها العقل كالطب والجبر والكمياء ...الخ ومن المعلوم ان للمسلمين حضارة كبيرة تفوقت على كل الحضارات السابقة و تأريخ حافل في شتى العلوم والمجالات الانسانية وكان لهم موقع الصدارة في مراحل زمنية وقد بلغت ذروتها من منتصف القرن الثامن الى القرن الحادي عشر على مستوى علوم الطب والكمياء والفلك والجبر والرياضيات والتاريخ والبصريات والجغرافيه والفلسفه وغيرها من العلوم التي اذ حدثت طفرة نوعية في هذه العلوم على يد علماء مسلمين امثال ابن سينا والخوارزمي وابن الهيثم والرازي وجابر بن حيان وابن بطوطة والقزويني وابن البيطار وابن خلكان وابن رشد ...الخ .  
ولكن في بحثي المختصر هذا سأتكلم عن النوع الاول اي عن بداية نشأة العلوم الشرعية التي تختص بالشرع الاسلامي .

نشأة العلوم الاسلامية.

ابتدأت العلوم الإسلامية بالقرآن، فالقرآن هو مصدر العلوم، وهو المنطلق الأول لنشأة العلوم الإسلامية التي تركزت حول دراسة القرآن وتوثيقه وحفظه وتفسيره وبيان إعجازه ومعرفة الناسخ والمنسوخ منه، والمحكم والمتشابه والأحرف السبعة، والقراءات الثابتة الصحيحة ووجوه بلاغته وفصاحته، ودراسة مفرداته ومعانيه. الى جانب السنة النبوية المطهرة المبينة لكتاب الله والمكملة للتشريع .
ولم تكن هناك علوم مدونة بالمفهوم العلمي الذي عرف فيما بعد، فقد كانت اللغة تعتمد على السليقة العربية السليمة، فما استعمله العرب في كلامهم المنثور والمنظوم فهو حجة، وكان الأمر ميسرا، ولم يكن التدوين منتشرا إلا في نطاق ضيق، وكانت الأمية سائدة، ولم تتجه اهتمامات العرب في الجاهلية إلى التوسع في مجال العلوم، واقتصرت اهتماماتهم على لغة العرب التي كان شعراء الجاهلية يتفاخرون بإجادتها والتعبير عنها وبيان فصيحها.
ولما نزل القرآن كان معجزة النبي صلّى الله عليه وسلم، وتحدى الله العرب به، وعجز العرب عن الإتيان بمثله، بل عجزوا عن الإتيان بآية من آياته، ووقفوا مذهولين حائرين، يدرسون الظاهرة القرآنية في إطارها العام، ولا يجدون جوابا شافيا لتساؤلاتهم سوى التسليم بعظمة القرآن، وبأنه كلام الله.
وتوجهت الأنظار إلى هذا القرآن، باحثة عن معانيه، دارسة أسلوبه، مستخرجة منه قوانين اللغة، مدونة تاريخه، نزولا وكتابة وحفظا وجمعا، مسجلة أوجه قراءاته، محددة ما يجوز منها وما لا يجوز، معتمدة في ذلك على ضوابط ومعايير علمية موضوعية.
ما أعظم تلك البداية.
كتاب الله هو المنطلق.. ومواكب العلماء تلتف حول نصه، باحثة عن معانيه، مدونة تاريخه، مفسرة مفرداته اللغوية، مبينة أوجه الفصاحة والبلاغة فيه. وتتلاحق المواكب والأجيال، كل جيل يضع لبنة في صرح هذا التراث العلمي العظيم، معليا بها ذلك الصرح، مضيفا إلى جهود العلماء السابقين إضافة جديدة، في رحلة موفقة من جاهلية قاتمة المعالم، ضيقة الأفق قليلة العطاء إلى حضارة منيرة مشعة، وجدت في المعرفة امتدادها، وضاعفت بفضل الإسلام عطاءها فتشكلت علوم مختلفة الى جانب علوم القران والسنة النبويه من فقه واصول وعقيدة ولغة ..الخ . وسأتناول في بحثي المختصر نشأة بعض هذه العلوم .

1- نشأة علوم القران 

نشأت علوم القرآن تدريجياً بحسب الحاجة لفهم معاني القرآن، فكان العرب والصحابة يفهمون القرآن كونه نزل بلغتهم وقلما يغيب عنهم معنى أو يستشكل ظاهر من القرآن، ومع شروع الصحابة في جمع القرآن بدأ يتشكل علم خاص برسم القرآن، وقد تطور هذا العلم مع تطور الخط العربي ونقط المصحف وإعجامه، كما رافق ذلك الحديث عن إعراب القرآن، ومع انتشار الإسلام وتوسع الفتوحات ودخول الأعاجم في الإسلام، وكذلك توسع المعارف والعلوم، ظهرت أنواع علوم القرآن المختلفة ولم تدون هذه العلوم في بادئ الامر بشكل مستقل بل كانت متداخله مع رواية الحديث اي قسم من اقسامه الى ان استقلت هذه العلوم عن الحديث بمؤلفات خاصه .وكان النصيب الاكبر لعلم التفسير الذي كان اكثر انواع علوم القران تدوينا ولا يخفى على من يطلع على تفاسيرهم انها تحتوي على تقسيمات علوم القران المختلفه من المكي والمدني واسباب النزول والناسخ والمنسوخ وغيرها من العلوم فكان أقدم ما وصل إلينا مستقلاً من تفسير القرآن كاملاً هو تفسير مقاتل بن سليمان (150هـ)، وأما في موضوعات علوم نالقرآن فألف أبو عبيدة معمر بن المثنى (209هـ) في مجاز القرآن، وأبو عبيد القاسم بن سلام (224هـ) في الناسخ والمنسوخ وفي القراءات، وعلي بن المديني (234هـ) في أسباب النزول، وينسب صاحب الفهرست إلى محمد بن خلف بن المزربان (309هـ) كتاب "الحاوي في علوم القرآن"، ولعله أقدم استعمال لتعبير علوم القرآن، وجرى بعد ذلك استعمال التعبير المركب "علوم القرآن.

2- نشأة علوم الحديث .

لم يدون الحديث في عهد النبي صلى الله عليه وسلم او في عهد الصحابة وذلك امتثالا لقول النبي صلى الله عليه وسلم (( لاتكتبو عني غير القران ومن كتب عني غير القران فليمحه )) .وكان من أسباب النهي : خشية اختلاط الحديث.النبوي بالقرآن خاصة وان الصحابة رضوان الله عليهم كانوا حديثي عهد بالإسلام , ولصرف هممهم لحفظ القرآن الكريم وكتابته ، هذا مع قلــة ما بأيديهم من وسائل الكتابة . 
وكاد القرن الأول الهجري  أن ينتهي , ولم يُصدر أحد من الخلفاء أمره بتدوين السنة وفي العام التاسع والتسعين للهجرة تولى الخليفة الراشد عمر بن عبد العزيز رضي الله عنه خلافة المسلمين , فنظر إلى الأحوال والظروف التي تمر بها الأمة , فرأى أن يقوم بكتابة الحديث وتدوينه حفاظاً عليه من الضياع والتحريف , حيث أن المانع الذي  كان يمنع تدوين الحديث قد زال , ومصلحة المسلمين باتت تستدعي جمع الحديث  وتدوينه .

فكتب إلى عماله وولاته يأمرهم بذلك , حيث أرسل إلى أبي بكر ابن حزم – عامله وقاضيه على المدينة – قائلا له : " انظر ما كان من حديث رسول الله e فاكتبه , فإني خفت دروس العلم وذهاب العلماء"،  وطلب منه أن يكتب ما عند عَمْرة بنت عبد الرحمن الأنصارية, والقاسم بن محمد بن أبي بكر, وكتب إلى علماء المسلمين في الأمصار المختلفة : " انظروا إلى حديث رسول الله – صلى الله عليه وسلم – فاجمعوه وكان ، وكان ممن كتب إليهم الإمام محمد بن مسلم بن شهاب الزهري أحد الأئمة الأعلام ، وعالم أهل الحجاز والشام المتوفى سنة (124هـ) ، حيث استجاب لطلب عمر بن عبد العزيز فجمع حديث أهل المدينة وقدمه له ، فبعث عمر إلى كل أرض دفتراً من دفاتره ، وكانت هذه هي المحاولة الأولى لجمع الحديث وتدوينه بشمول واستقصاء ، وكان تدوين الإمام الزهري للسنة عبارة عن جمع ما سمعه من أحاديث الصحابة من غير تبويب على أبواب العلم ، وربما كان مختلطًا بأقوال الصحابة وفتاوى التابعين ، وهذا ما تقتضيه طبيعة البداءة في كل أمر جديد ، وبذلك مهد الإمام الزهري الطريق لمن أعقبه من العلماء والمصنفين ، ووضع حجر الأساس في تدوين السنة في كتب خاصة .

ثم نشطت حركة التدوين بعد ذلك ، وأخذت في التطور والازدهار ، وتعاون الأئمة والعلماء في مختلف الأمصار ، فكتب ابن جريج بمكة ، وكتب مالك وابن اسحاق بالمدينة ، وكتب سعيد بن أبي عَروبة والربيع بن صُبيح وحماد بن سلمة بالبصرة ، وكتب سفيان الثوري بالكوفة ، وكتب أبو عمرو الأوزاعي بالشام ، ، وكتب عبد الله بن المبارك بخراسان ، وكتب معمر باليمن ، وغيرهم من الأئمة ، وكانت طريقتهم في التدوين هي جمع أحاديث كل باب من أبواب العلم على حدة ، ثم ضم هذه الأبواب بعضها إلى بعض في مصنف واحد ، مع ذكر أقوال الصحابة والتابعين ، ولذلك حملت المصنفات الأولى في هذا الزمن عناوين مثل " مصنف " و " موطأ " و " جامع " والى جانب تدوين الرواية ونقل الاحاديث ظهرت علوم الحديث اذ لم يكن بالامكان الاخذ بكل ماروي عن النبي صلى الله عليه وسلم قبل التاكد من صحتها وصحة نسبتها للنبي صلى الله عليه وسلم وذلك بسبب الاحداث التي مرت بها الامة الاسلامية وظهور الاحزاب والفرق ممادفع بعض المغرضيين الى افتعال احاديث ونسبتها للنبي صلى الله عليه وسلم لخدمة مصالحهم واهوائهم . من هنا صار لابد من تمييز الحديث الصحيح من غيرالصحيح ونتيجة لذلك ظهرت عدة علوم مرتبطة بالحديث منها علم الرجال والاسانيد وعلم الجرح والتعديل وعلم غريب الحديث ....الخ 

ثم جاء القرن الثالث فحدث طور آخر من أطوار تدوين السنة تجلى في إفراد حديث رسول الله - صلى الله عليه وسلم - بالتصنيف دون غيره من أقوال الصحابة والتابعين ، فألفت المسانيد التي جمعت أحاديث كل صحابي على حدة ، من غير مراعاة لوحدة الموضوع ، كمسند الإمام أحمد ، ومسند إسحاق بن راهُوْيَه ، ومسند عثمان بن أبي شيبة وغيرها من المسانيد ، ولم تقتصر هذه المسانيد على جمع الحديث الصحيح بل احتوت على الصحيح وغيره مما جعل الإفادة منها والوقوف على أحاديث مسألة معينة من الصعوبة بمكان إلا على أئمة هذا الشأن ، خصوصاً وأنها لم ترتب على أبواب الفقه ، مما حدا بإمام المحدثين في عصره محمد بن إسماعيل البخاري أن ينحو بالتأليف منحىً جديدًا اقتصر فيه على الحديث الصحيح فحسب دون ما عداه ، فألف كتابه الجامع الصحيح المشهور بـ" صحيح البخاري " ، وجرى على منواله معاصره وتلميذه الإمام مسلم بن الحجاج القشيري فألف صحيحه المشهور بـ " صحيح مسلم.


3-نشأة علم العقيدة .
 
 لم اقف على تحديد دقيق لأول من صنف في العقيدة، وأحسن مرجعية وقفت عليها في هذا المجال هي ما جاء في الموسوعة العقدية التي أصدرها موقع الدرر السنية. وجاءت فيها خلاصة جيدة يحسن أن أنقلها بنصها؛ لما فيها من الفائدة. يقول كاتبها:
وبدأ هذا (يعني طور التدوين) في حياة التابعين... حيث ابتدأ ذلك الإمام الزهري رحمه الله تعالى، ثم شاع ذلك في النصف الأول من القرن الثاني الهجري كما فعل الإمام مالك في الموطأ، حيث رتبت الأحاديث على أبواب تتعلق بالتوحيد مثل: باب الإيمان، وباب التوحيد، وباب العلم، الخ..
ولعل هذا التبويب للأحاديث كان النواة الأولى في استقلال كل باب فيما بعد بالتصنيف والبحث.
ومما أوقد جذوة التدوين ما وقع في آخر زمن الصحابة من بدع واختلاف في العقيدة، كما في مسألة القدر، وكان أول من تكلم به معبد الجهني (ت: 80هـ)، ومسألة التشيع والغلو في آل البيت، وفتنة عبد الله بن سبأ، كما وقعت من قبل بدعة الخوارج وصرحوا بالتكفير بالذنوب، وبعد ذلك نشأ مذهب المعتزلة على يد  واصل بن عطاء (ت: 131هـ)، وصنف في مسائل من العقيدة ما خالف به الصحابة والتابعين، وخرج على إجماع خير القرون في الاعتقاد، فتصدى له التابعون بالرد عليه والمناظرة في هذه المسائل، ثم بدأ التصنيف في عقيدة أهل السنة حين أصبح ضرورة لا بد منها لنفي تأويل المبطلين، ورد انحراف الغالين، وكان أول مدون عرفناه في العقيدة - على هذا النحو – هو كتاب الفقه الأكبر لأبي حنيفة رحمه الله (ت: 150هـ)، رواه أبو مطيع الحكم بن عبد الله البلخي، كما رواه حماد بن أبي حنيفة – وإن قيل إنه من وضع أبي مطيع البلخي – حدد فيه أبو حنيفة عقائد أهل السنة تحديدا منهجيا ورد فيه على المعتزلة، والقدرية، والجهمية، والشيعة، واشتمل على خمسة أبواب - في أتم رواياته -: الأول في القدر، والثاني والثالث في المشيئة، والرابع في الرد على من يكفر بالذنب، والخامس في الإيمان، وفيه حديث عن الأسماء والصفات، والفطرة، وعصمة الأنبياء، ومكانة الصحابة، وغير ذلك من مباحث العقيدة.
فلو قال قائل: إن واضع علم التوحيد – بمعنى أول من وضع مؤلفا خاصا في الفن من أهل السنة – هو الإمام أبو حنيفة؛ لكان صادقا ولم يبعد عن الصواب، "وإن كان قد قيل: إن واضعه الإمام مالك بن أنس، وأنه ألف فيه رسالة، وقيل أيضا إنه لما كثرت الفتن أمر المنصور بوضع كتب لإزالتها والرد عليها.
كما ثبت أن الإمام ابن وهب رحمه الله (ت: 197هـ) وضع كتابا في القدر على طريقة المحدثين في جمع الأحاديث وإن كان دون تبويب.
ولقد نسب كتاب بنفس اسم الفقه الأكبر للإمام الشافعي رحمه الله (ت: 204هـ)، تناول فيه مسائل الاعتقاد مسألة مسألة، ورد على الفرق المخالفة في ثنايا كلامه، إلا أن نسبة الكتاب إلى الإمام الشافعي غير موثقة، فقد قال حاجي خليفة في كشف الظنون: .. لكن في نسبته إلى الشافعي شك، والظن الغالب أنه من تأليف بعض أكابر العلماء.
ثم تتابع التأليف بعد أبي حنيفة في علم التوحيد ولكن بأسماء مختلفة لهذا العلم. فمن أول ذلك كتاب الإيمان لأبي عبيد القاسم بن سلام (ت: 224هـ)، وتبعه على هذا كثيرون إلى يوم الناس هذا، كما ظهر مصطلح السنة للدلالة على ما يسلم من الاعتقادات، واشتهر ذلك زمن الإمام أحمد رحمه الله، ومن الكتب المصنفة باسم السنة، كتاب السنة لابن أبي شيبة رحمه الله (ت: 235هـ) والسنة للإمام أحمد رحمه الله (ت: 240هـ) وغير ذلك، ثم ظهر مصطلح التوحيد في مثل كتاب التوحيد لابن سريج البغدادي رحمه الله (ت: 306هـ)، وكتاب التوحيد لابن خزيمة رحمه الله (ت: 311هـ)، وواكب ذلك ظهور مصطلح أصول الدين، ثم ظهر التأليف باسم العقيدة أوائل القرن الخامس الهجري، واستقرت حركة التصنيف ومنهج التأليف، واستقل علم التوحيد علما متميزا عن غيره بلقب ومنهج مخصوص.


4- نشأة علم الفقه واصوله .

من المعلوم أن الأصل الأول للفقه هو القرآن الكريم الذي أنزله الله على رسوله صلى الله عليه وسلم {هدى للناس وبينات من الهدى والفرقان}... {لا يأتيه الباطل من بين يديه ولا من خلفه تنزيل من حكيم حميد}. والأصل الثاني هو السنة النبوية وهي مجموعة أقوال النبي صلى الله عليه وسلم وأفعاله وتقريراته، فهذان الأصلان لا خلاف فيهما.
وكل الأصول الأخرى راجعة إليهما من اجماع وقياس واستدلال ....الخ ويمكن تلخيص نشوء وتطور علم الفقه بثلاثة اطوار 
فالطور الأول: – هو طور نزول الوحي وحياة النبي صلى الله عليه وسلم فهذا الطور من مبعث سيدنا رسول الله صلى الله عليه وسلم إلى وفاته، وهي فترة الوحي أي نزول القرآن الكريم، وتلقى السنة المطهرة عنه صلى الله عليه وسلم. 
الطور الثاني يمثله عهد الصحابة : ثم جاء عصر الصحابة رضي الله عنهم الذي امتد ما يناهز القرن، وانتشر الإسلام، وتفرق الصحابة في شتى الأقطار والأصقاع ينشرون الإسلام بين أقوام مختلف الأعراق والأعراف والطباع فاعترضتهم قضايا فقهية بعضها يمس أنظمة الدولة الإدارية والمالية كقضايا الأراضي المفتوحة – والتي أصبحت فيما بعد خراجية – ومشكلات دون ذلك كميراث الجد مع الأخوة.
إلا أن مركز الدولة واهتمام الخليفة شخصياً بالقضاء والفتوى سهل الإجماع في كثير من المسائل، حيث يجمع الصحابة عند النازلة فيستشيرهم فيجمعون على أمر، فيصبح إجماعهم امراً لا معقب له وحجة على القرون من بعدهم.
وقد لا يجمعون فيظل باب الإجتهاد مفتوحاً في وجه من بعدهم، وبروز أهمية الإجماع في التشريع يُمثل الطور الثاني من أطوار الفقه وما كان لهذا التطور أن يحدث في حياة النبي صلى الله عليه وسلم لأن الإجماع في عهده غير ممكن لنزول الوحي فالحجة في حياته صلى الله عليه وسلم هي القرآن والسنة، فالمرجع الوحيد في النوازل هو النبي صلى الله عليه وسلم.

وفي الطور الثاني الذي يمثله عهد الصحابة رضوان الله عليهم برز القياس وظهرت بوادره الأولى في قياس الشارب على القاذف عند من أثبته. إلى غير ذلك من المسائل التي احتاج الصحابة فيها إلى إعمال أوجه الرأي، وتقليب أوجه النظر، كحادثة الوباء في الشام – الطاعون – التي وقع فيها الحوار بين عمر بن الخطاب وأبي عبيدة رضي الله عنهما – واختلف الصحابة عليهما، فأيدت طائفة رأي عمر، وأيدت أخرى رأي أبي عبيدة حيث قال لعمر: أفراراً من قدر الله؟ فقال له عمر: لو غيرك قالها يا أبا عبيدة: نعم: فراراً من قدر الله إلى قدر الله، أرأيت لو كانت لك إبل في واد له عدوتان إحداها خصبة والأخرى جدبة، أليس إن رعيت الجدبة رعيتها بقدر الله؟ وإن رعيت الخصبة رعيتها بقدر الله
ولم ينكر أحد عليهما استعمال الرأي والقياس.
وكان ذلك قبل أن يأتي عبدالرحمن بن عوف بحديث عن النبي صلى الله عليه وسلم. 
 الطور الثالث عهد التابعين وتابعي التابعين(الائمة الاربعه) . انتقل عدد من الصحابة لمختلف الأمصار الإسلامية، وتتلمذ على أيديهم عدد كبيرٌ من التلاميذ، الذين أخذوا علمهم ونشروه وعلَّموه للناس، واستمر نقل العلم إلى أن وصل للأئمة الأربعة وغيرهم، ولكن نظرا لاهتمام تلاميذ الأئمة الأربعة بتدوين علمهم ونشر كتبهم؛ اشتهرت هذه المذاهب على غيرها، وأصحاب المذاهب الأربعة المشهورة هم:
 
1. الإمام أبوحنيفة  النعمان بن ثابت (ولد80 هـ وتوفي 150هـ) .
2.الإمام مالك بن أنس الأصبحي   (ولد 93هـ  وتوفي 179هـ).
3. الإمام محمد بن إدريس الشافعي (ولد 150هـ وتوفي 204هـ).
4.  الإمام أحمد بن حنبل  الشيباني  (ولد 164هـ  وتوفي 241هـ).
 
وقام تلامذة الأئمة الأربعة بالاستمرار في تدوين كتبهم، وشرحها ونشر علمهم بين الناس،  وظهر علماء آخرون في مختلف الأمصار الإسلامية وآراؤهم محفوظة في الكتب الفقهية، ولم ينشط تلاميذهم أو أصحابهم في نشره كتبهم وخدمتها وشرحها، أو نشر فقههم ومذهبهم, فلم يُكتب لها البقاء والانتشار، وبقيت المذاهب الأربعة المعروفة لأهل السنة إلى يومنا هذا
 وفي العصور التي بعد عصر الصحابة رضوان الله عليهم اتسعت دائرة الاجتهاد نظرًا لاتساع الدولة الإسلامية ودخول عدد كبير من الناس في الدين في هذا العصر ممن لهم عادات وتقاليد وسلوك وأنماط حياة تختلف عن الصحابة، مما اضطر العلماء لبذل مزيد من الجهد للإجابة عن أسئلة الناس. ولم تستجد مسألة إلا وبينوا حكمها في الدين. وقد ساعدهم على ذلك أن أحكام الدين جاءت عامة نصت على مسائل كلية .فظهر أئمة الفتوى في هذا العصر، ونضجت الآراء التي نقلت عن الصحابة، وتكونت مدارس متعددة على هدى الاجتهادات، المختلفة، وتباينت هذه المدارس لا في الفروع فقط ولكن أيضاً في نظرتها إلى الأصوال التي تؤخذ منها الأحكام، هذا التباين ليس ناشئاً فقط عن تفاوت أصحابها في فهم القرآن والاطلاع على السنة، فهم متفاوتون فعلاً في ذلك، فقد يطلع بعضهم على ما لم يطلع عليه غيره، ويصح عنده ما لم يثبت عند غيره. ولا بسبب اختلافهم في تفسير النصوص من الناحية اللغوية فحسب. فقد اختلفوا في ذلك ولكن الاختلاف قد ينشأ بسبب تقدير بعضهم لأهمية دليل على حساب آخر، مما يوجد اختلافاً في ترتيب الأدلة من إمام إلى آخر، فيحكم هذا برجحان دليل يحكم غيره بكونه مرجوحاً،وهذا هو الطور الثالث الذي انتهى إليه تطور التعامل مع النصوص، وكان من نتيجته ميلاد علم أصول الفقه، التي تهدف إلى وضع ضوابط من شأنها أن تؤصل كيفية التعامل مع الكتاب والسنة، في استنباط الأحكام واستخراج المسائل، فاهتمت بدلالات الألفاظ الشرعية وتعريف الأحكام وكان ذلك على يد الامام الشافعي في كتابه الرساله .

وفي ختام بحثي المتواضع اسال الله تعالى ان يجعل هذا العمل مقبولا عنده وان يغفر لي مازل قلمي فيه او اخطأ فهمي او غاب دونه علمي .انه الغفور الرحيم الجواد الكريم وصلى الله على سيدنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم .

المصادر .
1- اضواء على تأريخ العلوم عند المسلمين للدكتور محمد حسين محاسنه.
2- تأريخ العلم والانسية الجديدة للدكتور جورج ساترون ترجمة اسماعيل مظهر .
3- التفسير والمفسرون للدكتور محمد حسين الذهبي .
4- مناهل العرفان للشيخ عبدالعظيم الزرقاني .
5-علوم القران تاريخه وتصنيف انواعه للدكتور مساعد بن مسلم الطيار .
6- تدوين السنة النبوية للدكتور محمد مطر الزهراني .
7- دراسات في الحديث النبوي وتاريخ التدوين فيه ..لمصطفى الاعظمي .
8- الموسوعة العقدية الصادرة عن موقع الدرر السنية .
9- تأريخ الفقه الاسلامي للدكتور عمر الاشقر .
10 - تأريخ التشريع الاسلامي للدكتور مناع القطان .



0 Yorum - Yorum Yaz


 

 

Zeyneb SOYARSLAN 14922724 Doktora Esbab-ı Nüzul-I 1. ödev

 

Bilgi bir bütündür. Bunu İslamî ilimler açısından somut bir şekilde ifade edecek olursak; bir meseleyi yalnızca belirli bir ilmin sınırlarına dahil ederek had altına almanın mümkün olmadığı açıktır. Örneğin bir tefsir çalışması yapılırken konunun tarihi yönü tarih kaynaklarından, hadis usûlü yönü hadis kaynaklarından incelenir ve bir bütün halinde ele alınır. Veyahut belirli bir konu hem tarih ilmi açısından, hem tefsir ilmi açısından, hem de diğer birçok ilim açısından müstakil çalışmalarda ele alınabilir. Bütün bunlar bilginin keskin hatlarla birbirinden ayrılamayacağına bir kanıt teşkil eder.

 

Farklı bir örnek daha verecek olursak; elimizdeki bir tefsir rivayeti; senedinin ittisâli, senedindeki ravilerin adaleti ve zabtı yönünden değerlendirilecek olursa hadis ilmi açısından bir incelemeye tabi tutulmuş olur. Diğer taraftan bu rivayetin hangi ayet hakkında olduğu, ayeti açıklamak için Allah Rasûlü tarafından mı serd edildiği yoksa râvî sahabinin kendi açıklama çabasının bir sonucu olarak bu rivayet ile ilgili ayeti bir arada mı değerlendirdiği araştırması ise tefsir ilminin çabası kapsamına girer. Aynı şekilde etüd ettiğimiz tefsir rivayetinin hangi döneme/ hangi yıla ait olduğu; senetteki ravilerin ne zaman yaşadığı; o şartlardaki kültürel ortamın ne olduğu gibi soruları araştıracak olduğumuzda ise tarih ilminden yardım almamız gerekecektir.

 

Seyyid Hüseyin Nasr'a göre islamî ilimlerin bir bütün olmasının sebeplerinden birisi tek kaynaktan çıkmış olmalarıdır.1 Yani bütün İslâmî ilimlerin Allah'ın vahyi ve Hz. Peygamber'in sünnetinden kaynaklanması onları birbirinden koparmayı engellemektedir.

 

Yukarıda ifade edilenlerden çıkarılacak sonuçlardan bir tanesi: İslamî ilimler sahasında bir çalışma yapılırken ele alınan konuya icap eden bütün vechelerden bakmak gerekmektedir. Örneğin bir konu çalışılırken tarih ilminin verilerinden yararlanmak gerekiyorsa ve bu göz ardı edilmişse, bilginin bütünlüğüne riayet edilmediğinden dolayı çalışma eksik ve problemli bir vaziyet almaktadır.2

 

Diğer bir sonuç ise: Bugün diğer bilim insanlarının olduğu gibi İslâmî ilimler sahasında çalışıp herhangi bir problemi çözmeye çalışan kişilerin de kollektif çalışmalar yapmalarının gerekli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü bugün ilimler derinleşmiş ve teferruatlı hale gelmiştir. Bu durum bir kişinin bir çok sahada uzmanlaşmasını engellemektedir. Nitekim Serinsu bunu Kur'an ve Bağlam adlı çalışmasının muhtelif yerlerinde ifade etmekte ve kollektif çalışmaları teklif etmektedir.3

 

1Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, Çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, s. 5.


 

2Örneği somutlaştırmak için bkz. Ahmet Nedim Serinsu, Kur'an ve Bağlam, Şule Yayınları, İstanbul 2008, s. 162-164.

 

3Serinsu, a.g.e., s. 131, 142, 158.

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Bilginin Bütünlüğü (Abdulkadir Demir, Dotora)
Bilgi, havass-ı selime, haber-i sadık ve akıl yoluyla elde edilir. Bu tanımdaki haber-i sadık bölümü içinde yer alan Rasullerden gelen haberler (vahiy) dini bilginin özünü teşkil etmektedir. İlk bilgi ya da arzdaki bilginin kaynağına baktığımızda da aynı şeyi görmekteyiz.
İlk insan ve ilk peygamber olarak yaratılan, yeryüzüne temsilci (halife) olarak gönderilen Hz. Adem (aleyhisselam) vahiy yoluyla eşyaya ait bütün bilgileri öğrenmiş ve bütün çocuklarına (insanlığa) da öğretmiştir. Bu durum, bilim tarihini yazanların da dikkatten uzak tutmamaları gereken bir durumdur. Çünkü hangi bilim dalı olursa olsun kaynak itibariyle buraya dayanmaktadır. Ancak daha sonra insanların yeryüzündeki dağılımı ve yerleşmesinde yaşanan bazı kopukluklar ve kaynaktan uzaklaşmalar neticesinde akıl ve duyular devreye girmiş, bilginin kaynağına yenileri eklenmiştir.
Bilgiyi Kur'an'daki karşılığı ile "ilim" olarak anlarsak bunu Elmalılı Hamdi Yazır "İlim nefsin anlama ulaşmasıdır." şeklinde tanımlamaktadır.
İlim, hakikate ulaşmaktır. Bu da iki şekilde olur. Birincisi, birer ayet ve alem olan eşyanın zahiri duyularla kazanılan bilgisidir. Eşyanın saçtığı işaretlerle, şualarla duyular arasında sürekli bir ilişki vardır; ama nasıl güneşin ışığı olmazsa göz, göz olmazsa güneşin ışığı bir fayda etmeyecekse,eşyanın zahiri duyularla algılanması da nefiste onları anlamlandıracak melekeler olmadığı sürece bir yanılgı olmaktan öteye geçemeyecektir.
Hakikate ulaştıran ilmin ikinci türü de doğrudan doğruya Allah'tan alınan ilimdir. Peygamberlere verilenler (vahiy) bu grupta değerlendirilebilir. Yukarıda işaret ettiğimiz Hz. Adem'e (aleyhisselam) eşyanın isimlerinin öğretilmesi de bu tür ilimlerden mütalaa edilebilir.
Kanaatimizce şu an pozitif bilimler olarak adlandırılan ve dinin dışındaki ilimlerin kastedildiği bilim dallarının kaynağı da bu bilimdir. Ancak zamanla akıl ve duyular devreye girerek bu alanı genişletmiş ve kimi zaman da kimlik ve değer kaymasına uğratmıştır.
Bilginin bütünlüğü kavramından işte tam burada devreye girip şunu söylemek gerekir. Bilginin asıl kaynağı Allah ve O'nun öğrettikleri ise bütün yorumlarda ve değerlendirmelerde; ister din bilimleri olsun, ister pozitif bilimler olsun bu ana kaynaktan ve onun hedefinden uzaklaşmamalıdırlar.
Geneldeki bu açıklamalardan sonra din özelinde bilginin bütünlüğü meselesinde bakacak olursak; Evreni ve içindekileri sonsuz ilmiyle ve kudretiyle var eden Allah, kendisine halife olarak yarattığı insanı yine kendi ilminden bir hisse ile donatmıştır. Sonra da ona bu ilmi anlayacak, hakikate ulaştıracak, kendini ve yaratıcısını tanıtacak yetenekler vermiştir.
Tarihin her döneminde gönderilen elçiler bu konuda hatırlatmalar yapmış ve değişen, sapıtan, hakikatten ayrılan insanoğluna yol göstermişlerdir. 7. Asırda insanlığa gönderilen son elçi Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve selem) de bu görevi en mümtaz şekilde yerine getirmiş bir elçidir. O, insanlığın anlam arayışına son noktayı koymuş ve gerekli açıklamaları yapmıştır. Aynı zamanda yaşayışıyla da bunu kendi çağına uygun olarak en güzel göstermiştir.
Bilginin bütünlüğü açısından onun bize gösterdiği ve öğrettiği her şey üstün bir disiplin ve azami dikkatle sahabeler tarafından takip edilmiş, kayda alınmış ve kendisinden sonraki nesillere (tabiin) aktarılmıştır. Tabiin dönemiyle birlikte ihtiyaca binaen bilginin kaybolmaması, anlam arayışında bir anlam kargaşasına yol açılmaması için tedvin ve te'lif faaliyetleri başlamıştır. Bu çalışmalar değişik şekil ve boyutlarda günümüze kadar ulaşmıştır. Ancak günümüzde bilginin bütünlüğünü sağlama, ya da ulaşılan bilginin asıl bilgi ile yani kaynağı ile irtibatı nedir, bu soruya en doğru cevap nasıl verilir konusunda çalışmalar öne çıkmaktadır.
Din bilimlerinin temeli olan ve bilginin asıl kaynağından gelen Kur'an ve onun anlaşılmasında ortaya konulan tüm çaba ve gayretler bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Sonuçta bilgide hakikate ulaşmak ve anlam arayışında istikamette olabilmek için bilgiyi kaynağından koparmadan ve doğru yöntemlerle (Yaratıcının bize verdiği melekeleri doğru kullanarak, anaç birliğini gözeterek) bir bütünlük içinde elde ederek yorumlamak ve değerlendirmek gerekir.
Aslından uzaklaşılarak, amacından koparılarak ve keyfilik ya da menfaatler çerçevesinde yapılacak çalışmalar ne bilgiyi ne de bu bilgideki bütünlüğü ifade eder.
Bilgi kaynağı itibariyle bütündür. Parçalara ayrıştırırken bu bütünlüğe zıt bir sonuç çıkmamalıdır.
Abdulkadir Demir Doktora,


0 Yorum - Yorum Yaz


Bilginin Bütünlüğü (Abdulkadir Demir, Dotora)
Bilgi, havass-ı selime, haber-i sadık ve akıl yoluyla elde edilir. Bu tanımdaki haber-i sadık bölümü içinde yer alan Rasullerden gelen haberler (vahiy) dini bilginin özünü teşkil etmektedir. İlk bilgi ya da arzdaki bilginin kaynağına baktığımızda da aynı şeyi görmekteyiz.
İlk insan ve ilk peygamber olarak yaratılan, yeryüzüne temsilci (halife) olarak gönderilen Hz. Adem (aleyhisselam) vahiy yoluyla eşyaya ait bütün bilgileri öğrenmiş ve bütün çocuklarına (insanlığa) da öğretmiştir. Bu durum, bilim tarihini yazanların da dikkatten uzak tutmamaları gereken bir durumdur. Çünkü hangi bilim dalı olursa olsun kaynak itibariyle buraya dayanmaktadır. Ancak daha sonra insanların yeryüzündeki dağılımı ve yerleşmesinde yaşanan bazı kopukluklar ve kaynaktan uzaklaşmalar neticesinde akıl ve duyular devreye girmiş, bilginin kaynağına yenileri eklenmiştir.
Bilgiyi Kur'an'daki karşılığı ile "ilim" olarak anlarsak bunu Elmalılı Hamdi Yazır "İlim nefsin anlama ulaşmasıdır." şeklinde tanımlamaktadır.
İlim, hakikate ulaşmaktır. Bu da iki şekilde olur. Birincisi, birer ayet ve alem olan eşyanın zahiri duyularla kazanılan bilgisidir. Eşyanın saçtığı işaretlerle, şualarla duyular arasında sürekli bir ilişki vardır; ama nasıl güneşin ışığı olmazsa göz, göz olmazsa güneşin ışığı bir fayda etmeyecekse,eşyanın zahiri duyularla algılanması da nefiste onları anlamlandıracak melekeler olmadığı sürece bir yanılgı olmaktan öteye geçemeyecektir.
Hakikate ulaştıran ilmin ikinci türü de doğrudan doğruya Allah'tan alınan ilimdir. Peygamberlere verilenler (vahiy) bu grupta değerlendirilebilir. Yukarıda işaret ettiğimiz Hz. Adem'e (aleyhisselam) eşyanın isimlerinin öğretilmesi de bu tür ilimlerden mütalaa edilebilir.
Kanaatimizce şu an pozitif bilimler olarak adlandırılan ve dinin dışındaki ilimlerin kastedildiği bilim dallarının kaynağı da bu bilimdir. Ancak zamanla akıl ve duyular devreye girerek bu alanı genişletmiş ve kimi zaman da kimlik ve değer kaymasına uğratmıştır.
Bilginin bütünlüğü kavramından işte tam burada devreye girip şunu söylemek gerekir. Bilginin asıl kaynağı Allah ve O'nun öğrettikleri ise bütün yorumlarda ve değerlendirmelerde; ister din bilimleri olsun, ister pozitif bilimler olsun bu ana kaynaktan ve onun hedefinden uzaklaşmamalıdırlar.
Geneldeki bu açıklamalardan sonra din özelinde bilginin bütünlüğü meselesinde bakacak olursak; Evreni ve içindekileri sonsuz ilmiyle ve kudretiyle var eden Allah, kendisine halife olarak yarattığı insanı yine kendi ilminden bir hisse ile donatmıştır. Sonra da ona bu ilmi anlayacak, hakikate ulaştıracak, kendini ve yaratıcısını tanıtacak yetenekler vermiştir.
Tarihin her döneminde gönderilen elçiler bu konuda hatırlatmalar yapmış ve değişen, sapıtan, hakikatten ayrılan insanoğluna yol göstermişlerdir. 7. Asırda insanlığa gönderilen son elçi Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve selem) de bu görevi en mümtaz şekilde yerine getirmiş bir elçidir. O, insanlığın anlam arayışına son noktayı koymuş ve gerekli açıklamaları yapmıştır. Aynı zamanda yaşayışıyla da bunu kendi çağına uygun olarak en güzel göstermiştir.
Bilginin bütünlüğü açısından onun bize gösterdiği ve öğrettiği her şey üstün bir disiplin ve azami dikkatle sahabeler tarafından takip edilmiş, kayda alınmış ve kendisinden sonraki nesillere (tabiin) aktarılmıştır. Tabiin dönemiyle birlikte ihtiyaca binaen bilginin kaybolmaması, anlam arayışında bir anlam kargaşasına yol açılmaması için tedvin ve te'lif faaliyetleri başlamıştır. Bu çalışmalar değişik şekil ve boyutlarda günümüze kadar ulaşmıştır. Ancak günümüzde bilginin bütünlüğünü sağlama, ya da ulaşılan bilginin asıl bilgi ile yani kaynağı ile irtibatı nedir, bu soruya en doğru cevap nasıl verilir konusunda çalışmalar öne çıkmaktadır.
Din bilimlerinin temeli olan ve bilginin asıl kaynağından gelen Kur'an ve onun anlaşılmasında ortaya konulan tüm çaba ve gayretler bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Sonuçta bilgide hakikate ulaşmak ve anlam arayışında istikamette olabilmek için bilgiyi kaynağından koparmadan ve doğru yöntemlerle (Yaratıcının bize verdiği melekeleri doğru kullanarak, anaç birliğini gözeterek) bir bütünlük içinde elde ederek yorumlamak ve değerlendirmek gerekir.
Aslından uzaklaşılarak, amacından koparılarak ve keyfilik ya da menfaatler çerçevesinde yapılacak çalışmalar ne bilgiyi ne de bu bilgideki bütünlüğü ifade eder.
Bilgi kaynağı itibariyle bütündür. Parçalara ayrıştırırken bu bütünlüğe zıt bir sonuç çıkmamalıdır.
Abdulkadir Demir Doktora,


0 Yorum - Yorum Yaz



Ali KAŞIKIRIK

13922707

2014/2015 Güz Dönemi – Doktora

Bilginin Bütünlüğü

                                                                                              

Her ne kadar İslami İlimler klasik devirlerinden günümüze kadar ilmi derinlik gereği ve zorunlu olarak pek çok alana ayrılmış olsa da, bu alanların birbirlerine olan ihtiyacı, bunların konularının birbirinden ayrılamaz oluşu izahtan varestedir.

 Meseleyi Kur’an-ı Kerim açısından incelediğimizde; İslami ilimlerin ana kaynağını oluşturan Kur’an-ı Kerimi anlama gayreti, onun manalarını ve ondan çıkabilecek fıkhi hükümeri talep etme arzusu, daha pek çok ilim dallarının ortaya çıkarak gelişmesine sebep olmuştur. “Şâtıbi (790/1388) Kur’an-ı Kerimdeki anlamları istihraç etmeye “araç” ve Allah Teâlâ’nın muradının bilinmesine yardımcı olan ilimlerden bahsetmektedir. Bu ilimler şunlardır: Arap dil bilimleri, kıraat, nâsih mensuh, fıkıh usûlu, esbâb-ı nüzul, Mekki-Medeni… O bu ilimlerin hepsinin bütün âlimler nezdinde Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı ilimler olarak kabul edildiğini söylemektedir.”[1]

Tüm bu talep edilen ilimler, Ulûmu’l- Kur’an gibi Kur’an-ı Kerim’in kendisiyle ya doğrudan alakaldır. Ya da tarih ve mantık  İlmi gibi dolaylı olarak Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında çok önemli rol oynar. “Kur’an-ı Kerimi anlamada Arap diline vukufiyetten başka eski Arap şiirini de bilmek lazım geldiğini, zira eski Arap şiirinde kullanılmış bulunan bazı garip kelimelerin, Kur’an-ı Kerim’in bazı kelimelerinin anlaşılmasına yardım edebileceğini bir kısım sahabe bilmekteydi.”[2] Demekki Kur’an-ı Kerimi anlamak için muhtaç olduğumuz ilimlerin sayısı oldukça fazla olup geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Ulumu’l-Kur’an’a dâhil olan konular olarak sınırlandırabileceğimiz tüm ilimlerin yanı sıra, Kur’an’daki kıssaların ve bunlarla ilgili yorumların tarihsel açıdan doğru olup olmadıklarını tespit için genel anlamda “tarih ilmi” ne de ihtiyaç bulunmaktadır.

Örneğin: Bakara 114. Âyetin nüzul sebebi olarak Taberi ve Vahidi dâhil birçok âlimin Katade’den nakettikleri rivayettir.  “Allah’ın mescitlerinde onun adının anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan kim daha zalimdir.” Ona göre ayet Babilli Buhtunnasr ve avanesi hakkında nazil olmuştur. Yahudilere saldırmışlar, Beyti Makdis’i tahrip etmişlerdi. Onlara Hıristiyan Rumlar yardımcı olmuşlardı.

Burada tarihi gerçeklere aykırılık ve zaman bakımından uyumsuzluk söz konusudur… Burada geçen olay M.Ö 6. Yy. gerçekleşmiştir. Oysaki Hz. İsa’dan önce Hıristiyanlar bulunmadığına göre Hıristiyan Rumlardan bahsedilmesini neyle açıklayacağız.”[3] 

Hadis ve usûlü hadis, Kur’an ayetlerini anlamak ve açıklamak için gereken en değerli bilim malzemesidir. Onlarla Kur’an ayetlerini açıklamak sadedinde rivayet edilen hadislerin sıhhat derecelerinin bilinmesi, mütearız hadisler arasından tercihte bulunulması, bu hadisleri bizlere rivayet eden ricalin durumları v.b şeylerin bilinmesi mümkündür. Fıkıh ve usûlü fıkıh ile Kur’an ahkâmının anlaşılması mümkün olur. Mantık, eski Arap şiiri, edebiyatın ve dil biliminin tüm alanları Kur’an kelime ve terkiplerini, mecaz ile hakikat olanı, müstear ile icaz şekillerini anlamamızda bize yardımcı olur.

 İnsan ve toplumla ilgili bilimlerin hepsi ve kelam ilmi gibi ilimler Kur’an’ın anlaşılmasında önemli katkılar sağlarlar. İnkâr eden insanı inkâra götüren ruh hali, iman eden insanın iman etmesine vesile olan sebep ya da ruh hali, iki yüzlülük olarak da adlandırabileceğimiz münafığın hali ve bu halin sebebi Kur’an’ın insan tasvirlerinin konusudur. Çünkü Kur’an’ın konusu hitapta bulunan Tanrı ve hitaba muhatap olan insandır. Bütün emir ve yasaklar, mevizeler onun etrafında döner. İnsanın beden ve ruh olarak var oluşu, bir çamurdan süzülerek “biz âdemoğlunu şerefli kıldık.” “onu ahseni takvim üzere halk ettik” hitaplarına ulaşan bu tarihsel süreç, bu içindeki tüm psikolojik ve sosyal olguların araştırılması ve anlaşılması geniş bir ilim yelpazesini ve bunların birbirinden istifadesini gerekli kılar. “… Bu da tefsirci araştırmacılar ile hadisçi araştırmacılar arasında ortak çalışmalar ile mümkün olabilir. Şayet Zerkani tefsir ve Kur’an ilimlerinde olduğu kadar hadis ilminde de mütehassıs olsaydı, Nahl sûresinin son ayetleri hakkında taaddütten bahsetmezdi. Ancak bu durum onun ilmi şahsiyetinde tenkise gidilmesi için değil de her âlimin kendi alanına yardımcı alanlardaki âlimlerle yardımlaşma gereğini vurgulamak olarak algılanmalıdır.”[4]

Özetle, bilgi ancak bir bütün olarak tam anlamıyla işlev görür. Meselelere parçacı yaklaşımlar nasıl ki o meselenin anlaşılması için yeterli değilse, meseleleri anlamak ve onları çözmek için kullandığımız bilginin de parça parça kullanılması bizi ulaşmak istediğimiz çözümden alıkoyabilir. Bilgiyi bir bedenin parçalarına benzetebiliriz, bir yerde ağrı olduğunda diğer yerlerde bundan etkilenir. Bazen bir alanda elde etmek istediğimiz bir netice hiç ummadığımız bir alanın yardımıyla bulunabilir. Arap dilinin semantik kavramlarıyla ilgili bir meseleyi kelamla ilgili bir kitapta zaten üretilmiş ve kullanılmış olarak bulabilirsiniz.

İz bin Abdisselam’ın ( ö.660 ) Risale fi’t-Tevhid adlı eserinin sonunda yazmış olduğu vasiyetinde kullandığı zıt anlamlı kelimeler içinde geçen “cehalet” kelimesiyle ilgili olarak Izutsu kelimelerin semantik anlam çerçeveleriyle ilgili kapsamlı bir kavram çalışması yaptığı kitabının giriş kısmında aslında bu kelimenin bilgisizlik anlamında değil de “hilm” in zıttı olan agresiflik şeklinde Kur’an’ı Kerim’de kullanıldığını ve asıl anlamının bu olduğunu yazmıştır. Oysaki bu kelimeyi İz bin Abdisselam basit bir dua cümlesi içinde doğal bir şekilde ifade etmiştir. O Rabbine olan vasiyetinin bir bölümünde “ sonra kulunu huzurunda durdur. Senden başkasına muhtaçlığı kalmadığı anda affını günahıyla, hilmini cehliyle, izzetini onun zelilliği ile zenginliğini onun fakirliği ile karşılaştır. Sonra sana yakışan ne ise onu yap” diye dua ederken ızutsu’nun cehalet kavramı için bulduğu semantik anlamın aynısını vermektedir.”[5]

Belki de bilim dallarının henüz kesin hatlarla birbirlerinden ayrılmadığı klasik dönem âlimlerinden rivayet edilen kendilerine ait ibare ve yorumların bugün hala bizler için değerli olmasının bir sebebi de budur. İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafi, Ahmet bin Hanbel, Ebu Cafer et-Tahavi, İmam Suyuti, İbni Teymiyye v.b lerinin bugün hala başvurulan merciler olmasının sebebi onların pek çok alanlarda kendileri yetiştirmiş bilginler olmasından kaynaklanmaktadır.

 

 



[1] Ahmet Nedim Serinsu,Kur’an ve Bağlam, Şule yay., İstanbul 2012, s. 42

[2] A.g.e., s. 57

[3] A.g.e., s. 163

[4] A.g.e., s.158

[5] El İz ibni Abdisselam, Resail fi’t-Tevhid, tah. İyad Halid Tabba’, Darü’l-fikr, Dımeşk 1995, s. 46




0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    16.11.2014

2014-2015 Doktora Güz Yarıyılı

Zeliha ÇİFTÇİ

Öğrenci No: 13922757

 

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

İslam dini kendisini bilgiyle özdeşleştirir. Bilginin elde edilmesini ibadetle eş görür ve över. İlim sahiplerini Allah’ın dostları ilan eder. Hz. Muhammed a.s. vahiy almaya başladıktan sonra, İslam dini iki kaynağa vahiy ve akla dayanarak oluşmaya başlıyor. Bu sebeple Kur’an- Kerim’in pek çok yerinde bilgiye ve akletmeye vurgu yapılmıştır. Bilgi sahibi ve aklını kullanan kişiler üstün tutulmuştur.

Kur’an “çok okunan metin” anlamıyla öncelikle Müslümanlardan, sonrasında da bütün insanlardan kendisini düşünerek, anlayarak ve hissederek okumalarını istemekte ve beklemektedir. Bu haliyle kıraat “ anlamını düşünerek, anlayarak ve hissederek okumak” demektir. Alak suresindeki ilk emir de böyle bir okumayı ifade eder; yani kainatı okumak, keşfetmek, düşünmek ve anlamaya çalışmak.

هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Zümer suresindeki bu ayet-i kerimede bilgiye, okumaya özel bir vurgu yapılmıştır ve Hz. Peygamber’den  وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا “Rabbim benim ilmimi artır” diye dua edilmesi istenmiştir. Bu bilgi düzeyine ulaşabilmek için önce Allah’ın bizlere rehber olarak indirdiği Kur’an’ı en iyi şekilde anlamak gereklidir. Kur’an’ı anlamada ihtisas gerektiren ilimler ulûmu şer’iyye olarak adlandırılmıştır. Bunlar  dil, Kur’an, hadis ve şeriat ilimlerinin bölümlerini kapsar.

Kur’an’ın açıklanması için geliştirilen disiplini tefsir olarak adlandırmaktayız. Tefsir ilmi ayetlerin indirildikleri zaman kastettikleri anlamları ortaya koyan bir ilimdir. Tefsir ayetlere açıklama getirirken birçok farklı ilimden yararlanmaktadır. Bunlar arasında hadis, tarih, dil bilimleri, fıkıh usulü, sosyal ve fen bilimleri sayılabilir.

Tefsir yöntemi gereği dil bilimi kullanır. Bir ayetin zahirî anlamına, ayette kullanılan kelimelerin anlamlarını bilmek ve ayetin cümle yapısını doğru bir şekilde çözümlemekle ulaşırız. Bunun için Kur’an’ın kullandığı Arapçanın bilinmesi gerekir. Ayrıca Kur’an’ın doğru anlaşılması için onun indiği ortamın tarihî koşullarının bilinmesi gerekir. Tefsir ilmi de işte ayetlerin anlamlarını bu dil ve tarih malzemelerinin elverdiği ölçüde doğru bir şekilde ortaya çıkarır.

Hadisten, Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için yararlanır. Hadis rivayetleri ayetlerin sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırasıyla ilgili olarak nâsih ve mensuh bilgilerini ve doğrudan ayetlere açıklama getiren rivayetleri ve kıraat bilgilerini bize sağlamaktadır.

Tefsir de dâhil, bütün ilimlerin izleyecekleri yöntem, yani Kur’an ibarelerinin anlamlarını ve değerlerini belirleme, ortaya koyma ve bunları hayata yansıtmanın yöntemi fıkıh usulü tarafından geliştirilmiştir.

Sonuç olarak bu bilgilerden İslam bilimlerinin birlikte bir bütünlük ortaya koyduklarını görmekteyiz. Kur’an İslam bilimlerinin en başta gelen kaynağıdır. Onun doğru anlamlarına ulaşmak için Kur’an’ı konu edinen tefsir ilmi geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları peygamber ve onun ashabından öğrenmek amacıyla hadise ve onların konuştuğu Arapça ‘ya başvurmak zorundadır. Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Dolayısıyla tefsir, Kur’an’ı kaynak edinen kelam ve fıkıh gibi İslamî bilim dallarına da bir temel hazırlamıştır. Görüldüğü gibi bilgi, ilim, bilim diye adlandırdığımız olguları oluşturan disiplinler bir bütündür ve ancak bir bütün olarak incelendiğinde doğru sonuca ulaşılabilir ve anlamlı olur.

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    21.11.2014

Öğrenci Adı ve Souadı          :KHOJIAKBAR KARIMOV

Bölümü                                  :DOKTORA

Dönem                                   :2014/2015

Öğrenci No                            : ÖZEL ÖĞRENCİ

Konu                                     :BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

           

 Bilgi sözlükde ‘öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen malumat’ manasını ifade eder. İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre ise bilgi:”Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “Mâlum olanın, olduğu hâl üzere bilinmesidir.”

Bilginin bütünlüğü ise, bir konuyu anlamak ve anlamlandırmak için lazım olan bilgilerin tamamı demektir. Bu bilgiler o konu hakkında araştırmacının çağdaşları tarafından ortaya konan yeni bilgileri kapsadığı gibi daha önce ortaya konmuş bilgileri de içine almaktadır.

Diğer ilimlerde olduğu gibi, tefsir alanında da ilmi bir araştırma ortaya koyabilmek; o alanda yapılan çalışmaları araştırmak, Kur’ân’ın  nazil edilmesinden günümüze kadar geçen tarih içerisinde, ortaya konulmuş olan mirası, bütüncül bir anlayışla değerlendirmekle mümkündür. Aksi takdirde yapılan çalışma, zan ve tahminlerden elde edilmiş nazariye olmaktan, başka bir anlam ifade etmeyecektir. Ayrıca meseleyi bütüncül bir yaklaşımla ele almak, bilgiyi elde ederken yanlış anlamlardan ve değerlendirmelerden kurtulmamıza büyük katkı sağlayacaktır.

Yüce kitabımız Kur’ân’ı bütüncül olarak değerlendirebilmek için, asr-ı saadetten günümüze kadar geçen zaman dilimini ele almak durumundayız. Asr-ı saadette Hz. Peygamber’in, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’ân bölümlerini muhataplarına okuduğunu, diğer taraftan manası anlaşılamayan hususları açıklayarak tebliğ ettiğini görmekteyiz. Peygamber(s.a.v.) bazı vesileler ile hem onlara anlayamadıkları ayetlerin manalarını açıklıyor, hem de ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini göstererek onlara rehberlik ediyordu. Dolayısıyla yüce kitabımız kur’an hem tefsiri hem de uygulanması yönünden en güzel şekilde ashaba aktarılıyordu.

Sonuç olarak : tefsir alanında çalışma yapmak isteyen meseleye bütünüyle  yaklaşmak lazım. Böyle yaklaşımında ilk başta hadis, ashab-ı kiram, tabiin,ve tebei tabiin olmak üzere, günümüze kadar gelmiş olan büyük tefsir mirasını incelemek yer almaktadır. Yanı 23 yıllık vahiy sürecini,esbab-ı nuzül ve konu ile ilgili ayetlerin tamamını dikkate almak ve Kur’ân’ın nazil olmasından günümüze kadar,nesilden nesile Kur’ânı anlama ğayretlerinin sonucu olarak ortaya konan Tefsir litaratürünü dikkate almak gerekir.     




0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    24.11.2014

Ensar YILMAZ-Doktora

Öğrenci No:14922712

2014-2015 Güz Yarıyılı

Tefsir Bölümü- Esbab-ı Nüzul I- 1.Ödev

 

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

 

Düşünce ve bilim tarihi incelendiğinde, insanın tarih boyunca kendisi, kainat ve hayat hakkındaki sorularına cevaplar aradığı gözlenmektedir. Elbette bu insani olgu bugün için de geçerlidir.(1) İnsan bu merakını gidermek için doğru bilgiye ihtiyaç duymaktadır. Doğru bilgi ise inanan kişiler için vahiy kaynaklı bilgidir. Genel manada bilgi; bir iş, konu olay ve herhangi bir şey konusunda bilinen malumat, vukuf, ilim, marifet (2) şeklinde tanımlanır. Doğru bilgiyi doğru şekilde analiz edebilmek ise o bilginin uzantısı bilgilere de hakim olmayı gerektirir. Bu; bir konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım olan bilgi şümulü şeklinde ifade edilebilir. Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.

İlk insanla başlayan İslam dini, insanın bütünlük içinde ahlaklı ve dengeli bir varlık olmasını gaye edinir. Bu sebeple onun aklına ve kalbine hitap eder. Aklına hitabı doğru bilgiye dayalı bilinç sahibi olması, kalbine hitabı ahlakını tamamlamaya yöneliktir. Allah’ın istediği doğrultuda bir insan olmanın yolu bu iki merkezi(kalp-akıl) beslemekten geçer. Oku emriyle başlayan İslam bilgiye ve bilmeye çok ehemmiyet vermiş, insanın doğru bilgi ile istikamet bulacağını defaetle telkin etmiştir. İslam dini öğretilerine göre doğru bilginin kaynağı vahiy ve vahiy kaynaklı bilgi ve kültür birikimleridir. Vahiy Kur’an ve İmam-ı Şafiye göre Hz.Peygambere verilen hikmet, yani sünnettir. Tarihi seyir göz önüne alındığında tüm islami ilimlerin bu iki kaynaktan neş’et ettiği görülür. Her bir disiplin bu kaynaklardan devşirdiği malumatı kullanır. Hicri ikinci asrın ortalarına gelinceye kadar herhangi bir ayırım olmadan bu süreç devam etmiş, fakat bu dönemden sonra islami disiplinler ayrışmaya başlamıştır. Bu oluşum süreci gözlemlendiğinde, islam alimlerinin, bilgiyi, bütünlük haline uygun olarak, bütüncül bir yaklaşımla kullandıkları, meselelere, efradını cami şekilde yaklaştıkları görülebilir. Yani Tefsir, Hadis, Kelam, Fıkıh, Siyer v.s disiplinler birbirinden kopamaz. Kaynağı ve hedefleri itibariyle kopamaz. Kişi islami disiplinlerin hangisinde yol alırsa alsın, diğer disiplinleri kendisine yardımcı olmaları noktasında daima göz önünde bulundurmalıdır. İsmail CERRAHOĞLU hocamız bunu şu şekilde ifade eder. “Bu noktada tefsir ilmi düşünüldüğünde, bu gün insanlığın kullandığı bütün ilimler bu ilim için yardımcı mahiyettedir. Daha doğrusu usulü tefsir ilmi bütün ilimlerin yardımına muhtaçtır.”(3) A.Nedim SERİNSU hocamızın Kur’an ve Bağlam adlı eserinde ele aldığı gibi, bu ilimle iştigal eden bir kimse başta Kur’an-ı Kerimi iyi anlayacak kadar arap dilini, doğru algılayacak şekilde vahiy ortamını, vahyin muhataplarını, vahyin tarihsel bağlamını, çevresel kültürleri, vahyin mübelliği ve mübeyyini olan Hz.Peygamberin siretini, ve diğer tüm unsur ve disiplinler hakkında donanıma sahip olmalıdır.  Halis ALBAYRAK hocamız ise “Kur’an-ı yorumlayanlar, Kur’an metni üzerindeki filolojik tetkiklerle, yorum için gerekli olan Kur’an metni dışındaki araştırmalar çerçevesinde Kur’an-ı yorumlamak durumundadırlar.” diyerek bu duruma ışık tutmaktadır.

 

 

 

 

1-      Serinsu, Ahmet Nedim, Kur’an ve Bağlam, s.11

2-      Şemsettin Sami, Kamus, Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük

3-      Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, s.8

4-      Albayrak, Halis, Tefsir Usulü, s.147




0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    24.11.2014

Rüstem CAN                          Öğrenci No: 14922719

2014-2015 Güz Dönemi        Doktora Ödevi

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

Yüce dinimiz İslam, kendisini bilgiyle özdeşleştirerek bilgiyi hedefi olduğu kadar gerekli de kılar. Bilginin elde edilmesini ibadetle eş görerek onu över.[1] İlim sahiplerini Allah’ın dostları ilan ederek onların mürekkeplerini şehit kanlarının değerinin de üstüne çıkartır. İslam’ın istinad ettiği vahyin hedefi, sadece ve sadece bilgidir. O tehlikeye ve hataya karşı bir uyarı;  hakikati bütün yönleriyle akıl, tecrübe ve sezgi yoluyla kavramadır.  İslami terminolojide bilgi, el-ilm ve el-ma’rife terimleriyle ifade edilir. Bilginin tam zıddı olan bilgisizlik ise cehl kelimesiyle ifade edilir. Kur’an-ı Kerim’de bilgi (ilim), en sık kullanılan anlamıyla ilahi vahiyden kaynaklanan, bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, bilgi demektir.[2]

Bütün bilgiler Allah’ın bir tecellisini konu edindiklerinden dolayı İslam, bilgiyi kutsal görmektedir. Bilginin böyle kutsal sayılması cami, tekke ve vakıf eserleri gibi özel dini teşkilat ve müesseselerden ayrılmaz şekilde bugüne uzanan bütün İslam eğitim sisteminin özünü teşkil etmiştir. Buralarda sadece dini ilimler değil; felsefe, mantık ve matematik gibi akli ilimlerin çoğu yüzyıllarca okutulmuştur. Bu görüş geleneksel okullarda öğretmen-öğrenci ilişkilerini çok candan ve ruhani kılmış, öğretmenler modern toplumlar için hayali bir saygıya mazhar olmuşlardır.[3]

Bilgi bütünlüğü; bir konuyu anlamlandırırken lazım olan bilgi şümulüdür. Herhangi bir alanda çalışma yapılırken çalışmadan bütüncül bir bakışın çıkması bilgi bütünlüğüne bağlı kalmaya bağlıdır. Bu anlayış kişiyi, bilgiyi pratiğe yansıtırken hataya düşmekten korur. Mesela Kur’an’ı okuma -anlama- faaliyeti sonsuz manalar alemine açılan bir penceredir. Bu manaları kavramak ve kendi aralarındaki ilişkileri anlamak, mahsus oldukları yaradılış gerçeklerini ve insan için sebep olan şeylere ışık tutanları keşfetmek üzere, insan bilgisinin -kavrama yeteneklerinin- hepsine ihtiyaç duyar.[4]

İslami ilimlere baktığımızda genelde hepsinde bütüncül bakışın hakim olduğunu görürüz. Zamanımızda bir ilim dalının bir çok ilim dallarıyla girift hale geldiği, bir ilmi sahada yapılan ihtisaslaşmanın bir çok alanda bilgi birikimini zaruri hale getirdiği malumdur. Günümüz şartlarında bir kişinin bütün bu ilimleri ihata etmesi imkansızdır. Bundan dolayı da aynı amaç ve ideali paylaşan kişilerin bir araya gelerek kolektif çalışma yapmaları gerekmektedir.

 



[1] Suyutî, Câmiu’s-Sağîr, 5266.

[2] İsmâil Râci el-Farukî, Luis Lâmia el-Farukî, Çev. Mustafa Okan Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu İslam Kültür Atlası (The Cultural Atlas of İslam), İnkılap Yayınları, İstanbul, 1999, s.256, 258; T. D. V. İslam Ans. c. 6, s. 157, 158.

[3] Seyyid Hüseyin Nasr, Çev. İlhan Kutluer, İslam ve İlim, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, s. 13, 19.

[4] İsmâil Racî el-Farukî, Luis Lâmia el-Farukî, İslam Kültür Atlası, s. 259.




0 Yorum - Yorum Yaz


Celaleddin GÜL

DOKTORA 

ÖĞRENCİ NO: 14922708

2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

BİLGİNİ BÜTÜNLÜĞÜ

Bilgi bir bütündür. Bilgi, havass-ı selime, haber-i sadık ve akıl yoluyla elde edilir. Bunu İslamî ilimler açısından yorumlayacak olursak; bir meseleyi yalnızca belirli bir ilmin sınırlarına dahil ederek had altına almanın mümkün olmadığı açıktır. İlk olarak bilgi; insan aklının erebileceği olgudur.

Bilgi bilim çevrelerince kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam olarak tarif edilmektedir.[1] Bilgiyi bütün olarak anlamak için onu tüm yönlerle ele almak gerekmektedir. Netice olarak bilgiyle özdeş olan varlığın kendisi gibi, ilimler veya bilgi şekilleri de birdir ve aynı zamanda bir düzene bağlıdır.[2]

Günümüzde ilmi bir araştırma ortaya koymak ve tutarlı bir sonuca ulaşabilmek için, o mevzuda, daha önce yapılmış çalışmaları araştırmak, tarihi süreç içerisinde insanlığın ortaya koymuş olduğu mirası değerlendirmek hayati önem arz etmektedir. Böyle bir metot takip edildiği sürece yapılan araştırmada bütünlüğe ve tutarlılığa ulaşılmaktadır. Aksi takdirde zan ve tahminlerden elde edilen düşünceler nazariye olarak kabul edilecektir.

Bir müslümanın, önce iman sonra amel için yeteri derecede bilgi donanıma sahip olmak zorundadır. Bilimsel  çalışmalarda kişi herhangi bir alanda çalışma yaparken veya ilim elde etmeye çalışırken çalışmasında, bütüncül bilgi, kişiyi hataya düşmekten korur.

 

Bilgi, müslüman toplumda önemli olduğu kadar diğer toplumlarda da önemlidir. Bilginin varlığında sağlıklı bir sonuca ulaşmak, sağlam bir bilgi elde edebilmek için malumat çok önem arz etmektedir. Burada karşımıza “bilgi nedir, malumat bilginin oluşmasında nasıl bir etkiye sahiptir” şeklinde cevaplamamız gereken iki soru çıkmaktadır.
“Bilgi, herhangi bir şeyi birtakım verilerle tanımak veya verilerden yararlanarak kişinin nesnelere yüklediği anlamdır.” Sözlük anlamı olarak baktığımızda şu şekilde de tanımlanabilir; Bilgi: Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf. İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünüdür.

Bilginin bütünlüğü noktasında klasik kaynaklara baktığımız zaman karşımıza Havass-ı Selime (Duyular), Akl-ı Selim ve Haber-i Sadık (Vahiy ve mütevatir haberler) olarak üç tür başlık çıkmaktadır.    

Bu üç kaynağın yanında keşif, ilham ve rüyanın bilgi kaynağı olup olamayacağı tartışıla gelmiştir.[3]

İlim, insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerinden biri olmanın yanında bireyin hemcinslerinin arasından temayüz etmesine vesile olan bir alamettir. Yüce Allah bu gerçeğe dikkat çekerek “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” [4] demiştir.

Kuran tefsir edilirken bilginin bütünlüğünün ifade ettiği diğer bir anlam ise, tefsir literatürü araştırılarak ve dikkate alınarak tefsir çalışmalarının yapılmasıdır. Yani Kur’an yorumcusunun Kur’an'ı doğru anlayıp anlamlandırması indiği dönemden günümüze kadar yapılmış çalışmaları incelemesi ilk muhatapların anladığı manaya ulaşması, yapılan çalışmaları araştırmasına bağlıdır. Yorumcu bu çalışma esnasında tarih içerisinde ayetlere Hz. Peygamber efendimizden ve sahabe neslinden itibaren müfessirlerin yapmış olduğu tefsirlerin, yorumların hangilerinin tarihi ve dönemsel ve yerel olduğunu ve hangilerinin evrensel ve tutarlı olduğunu tespit etme fırsatını elde etmiş olacaktır. 

Bakışımızı doğuya ve özellikle İslam dünyasına çevirdiğimizde, temel farklılıklarına rağmen benzer gelişmelerin olduğunu görebiliriz. Bu noktada en önemli fark, Müslüman bilim adamlarının ortak ve değişmez bilgi kaynağı olan yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisidir. Başlangıç noktasında, İslam bilimleri de doğuş ve kaynakları bakımından aynı bütünlüğü doğal olarak yaşamıştır. Bu bütünlüğün en temel kaynağı da hiç kuşkusuz Kur’an-ı Kerim idi. Bütün İslam bilimleri Kur’an’ın verdiği sonsuz ve ilahi ilhamın birer parçası olarak zuhur etmiş ve zaman içinde gelişerek kendi bağımsızlığına kavuşmuştur.[5]

Aile ve çevreden aldığı bilgiler, geçmişin zengin birikimi insan için bir taban oluşturduğundan o, bilgiye hiçten ve sıfırdan başlamaz. Üstelik onun hedefe ulaştırmayı kolaylaştıran doğuştan getirdiği bir takım kabiliyetleri vardır. Tüm bunların üzerinde de edinilen bilgiyi yönlendirme, karşılaştırma, sistemleştirerek, değerlendirme ve eylem ile ilişkiye getirme vazifesini yüklenen eleştirel akıl melekesi vardır. İşte İslam, böyle bir özelliğe sahip insanın bütün bilgi kapasitelerini aynı anda kullanmasını ister.[6]

Bütün bu bilgiler ışığında İslam kültüründe bilginin bütünlüğü denilince, müslümanlar için ilk dönem itibarı ile olmasa bile ilerleyen zaman içerisinde gelişen ve değişen şartlar çeşitli sorunları ortaya çıkarmıştır. Bu durum sahabe döneminin sonlarına doğru arap olmayan kavimlerin de müslüman oluşuyla kültürel etkileşim başlatmıştır. Bu yüzden sorunlara çözüm üretme adına tefsir, fıkıh,  hadis, kelam gibi ilim dalları islamı daha iyi anlama ve anlatma adına ortaya çıkmıştır.

Bilgi insanlığın ortak ürünüdür. Dünya'da var olan bilgi bir milletin ya da bir medeniyetin tek başına ürünü olarak görülemez. Herkesin, her milletin onda bir payı ve katkısı olmuştur.

İslamî ilimlerin bir bütün olmasının sebeplerinden birisi Seyyid Hüseyin Nasr'a göre tek kaynaktan çıkmış olmalarıdır.1 Yani bütün İslâmî ilimlerin Allah'ın vahyi ve Hz. Peygamber'in sünnetinden kaynaklanması onları birbirinden koparmayı engellemektedir.[7]

Bilgi de hakikate ulaşmak ve anlam arayışında istikamette olabilmek için bilgiyi kaynağından koparmadan ve doğru yöntemlerle (Yaratıcının bize verdiği melekeleri doğru kullanarak, anaç birliğini gözeterek) bir bütünlük içinde elde ederek yorumlamak ve değerlendirmek gerekir. 
Amacından koparılarak, aslından uzaklaşılarak ve keyfilik ya da menfaatler çerçevesinde yapılacak çalışmalar ne bilgiyi ne de bu bilgideki bütünlüğü ifade eder. 
Bilgi ancak bir bütün olarak tam anlamıyla işlev görür. Meselelere parçacı yaklaşımlar nasıl ki o meselenin anlaşılması için yeterli değilse, meseleleri anlamak ve onları çözmek için kullandığımız bilginin de parça parça kullanılması bizi ulaşmak istediğimiz çözümden alıkoyabilir.

 Meseleyi Kur’an-ı Kerim açısından incelediğimizde; İslami ilimlerin ana kaynağını oluşturan Kur’an-ı Kerimi anlama gayreti, onun manalarını ve ondan çıkabilecek fıkhi hükümeri talep etme arzusu, daha pek çok ilim dallarının ortaya çıkarak gelişmesine sebep olmuştur. “Şâtıbi (790/1388) Kur’an-ı Kerimdeki anlamları istihraç etmeye “araç” ve Allah Teâlâ’nın muradının bilinmesine yardımcı olan ilimlerden bahsetmektedir. Bu ilimler şunlardır: Arap dil bilimleri, kıraat, nâsih mensuh, fıkıh usûlu, esbâb-ı nüzul, Mekki-Medeni… O bu ilimlerin hepsinin bütün âlimler nezdinde Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı ilimler olarak kabul edildiğini söylemektedir.”[8]

Bilginin bir bütün olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu üçünü birbirinden ayrı düşünmek, birbirleriyle ilişkilendirmemek doğru olmayacaktır. Konuları, alanları her ne kadar farklı da olsa, birbirlerinden bağımsız değildirler. Öte yandan Her zaman her devirde, dini, felsefi ve ilmi eserlerin muhataplar tarafından iyice anlaşılıp, kavranabilmesi için, onların, kendilerini iyi anlayanlar tarafından izah edilip, açıklanması gerekir.[9]

İslam kendisini bilgi ile özdeşleştirip, bilgiyi, gerekli de kılar. Bilginin elde edilmesini ibadet ile eş görüp, teşvik eder. İslami bilgi, hakikati, akıl, tecrübe ve sezgi yoluyla kavramadır. Yeryüzü ve gökyüzünün, insanlığın ve tarihin birikimini tahlil eden dinamik bir bilgidir.[10]

 



[1] Türkçe Sözlük, Türk dil kurumu yayınları, Ankara 2011, 11.baskı.

[2] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İst. 1989, s.13.

 

[3] Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çev: M. Okan Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yay.

[4] Zümer 39/9

 

[5] Nasr, S. Hüseyin, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, Çeviri, İnsan Yayınları, İstanbul 1985

[6] Farukî, İslâm Kültür Atlası, s.272.

[7] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, Çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, s. 5.

 

[8] Ahmet Nedim Serinsu,, Kur’an ve Bağlam, Şule yay., İstanbul 2012, s. 43

[9] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. b.t. yok, s.211.

[10] İsmail Râci Farukî-Luis Lâmia Farukî, İslâm Kültür Atlası, çev. Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınevi, İst. 2014, s.272.

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Abdülvahid Yakub Sipahioğlu

14922703

Müslüman, Kitap ve Resul (sav) arasındaki ilişki; Âl-i İmran suresinin 164. ayetinde şöyle açıklanıyor:

Andolsun ki Allah, mü'minlere, kendi nefislerinden bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.

 Hz Peygamber ve sahabesi arasındaki bu ilişkinin temelini ayetten de okuduğumuz üzere arınma, Kitab ve hikmet oluşturmaktadır.

            İslam toplumlarının ilk dönem tarihi; Resul (sav)’in arındırdığı ve hikmeti öğrettiği neslin İslam’la gelen faziletleri peygamber olmadan ayakta tutmayı ve yaymayı başarabilmek için rotasını çizdiği dönemdi. Müslümanların rotalarını çizdikleri bu dönem bir yönüyle en başında İslami ilimlerin geldiği kurumların inşa süreci olarak görülmelidir. Biz de İslami ilimlerin en önemli üç şubesinin tarihini bu pencereden incelmeye çalışacağız.

            İslami ilimler çalışma prensibi itibariyle bir bütünün parçaları gibi işletilmişlerdir. Bu parçalarla meydana gelen bütünlük; hakikat bilgisinin Kur’an’ın inişinden itibaren yeniden ve yeniden üretilmesini sağlayan yapıdır.

Dünya, insan, hayat, şehir, ticaret, mal, tabiat ve insan hayatının bütün parçaları bu yapı içindeki bir tasavvur ekseninde tanımlanmış ve vahdaniyet temelinde bir medeniyet ortaya çıkmıştır. Bu elbette başından sonuna kadar planlı olarak yürütülmüş bir süreç değildir. Fakat şöyle ifade edilebilir ki bütün motivasyonu vasat ümmet olmak olan insanların, karşılaştıkları sorunlara Kur’an’ı ve Hz Peygamber’in sünnetini merkeze alarak ürettikleri çözümlerin toplamıydı bu medeniyet. İşte bu çözümler toplamını doğuran yapının merkezinden başlayarak, tarihi süreç içerisinde bu ilimlerin hikâyesini okuyabiliriz.

            Tefsir, hadis ve fıkıh birer ilim olarak birbirinden asla bağımsız değil hatta neredeyse iç içe doğmuş ve gelişmişlerdir. Bu ilimlerin doğuş sürecinde bütün mesele kitabın ve hikmetin öğretilmesi ile toplumu fesada uğratabilecek sorunlardan arınmayı sağlamaktı. Kur’an’ın Resul’üne yüklediği bu görev ondan sonra bitecek değildi. Bu sebeple Müslümanlar da bunu sürdürmenin yollarını aramaya başladılar. Bu bağlamda gündeme gelen ilk sorun Kuran’ın gelecek nesillere sıhhatli bir şekilde aktarılmasıydı. İlk halifenin görevi olan bu meselenin halli mütevatiren gerçekleştirilmiş ve Ku’ran ayetleri bir mushafın içine toplanmıştı. Akabinde üçüncü halifeyi bekleyen bu meyandaki bir diğer problem de Kur’an’ın okunuşunun tespitini sağlamaktı. Kur’an’ın istinsahı ve resmi Mushaf olarak İslam coğrafyasına dağıtılması ile hemen hemen bu sorun da giderilmişti.

            Ayetlerin ve okunuşlarının bu şekilde tespit edilmesinin elbette bir anlamı vardır. Kur’an bütün bir Müslüman varlığın temelini teşkil etmektedir. Mushafın toplanması ile bu temel sağlamlaştırılmıştır. Kur’an’ın okunuşunun tespitinde ise onun asıl anlamından –lafzen- farklı anlaşılmasının önüne geçilmiş ve böylece ilk nesilden son nesle kadar ana kaynağın aslına uygun okunması sağlanmıştır.  

Müslümanların ilk dönemler için en belirgin kaygıları Kur’an’ın ve Hz Peygamber’in örnekliğinin sıhhatli bir şekilde aktarılmasını sağlamaktı. Bu dönemden itibaren yazıyla kayıt faaliyetinin yoğun olduğunu gerek Muhammed Hamidullah gerek Fuat Sezgin hocaların araştırmalarında görüyoruz. Bu anlamda Fuat Sezgin Hocanın Goldziher’in Muhammedanische Studien adlı eserinden alıntıladığı şu notu aktarabiliriz:

Sahabe ve tabiinin, peygamber’in söz ve emirlerini kitabet yoluyla unutulmuş olmaktan korumak istemiş olmalarına hiçbir engel yoktur. Sıradan insanların hikmetli sözlerinin sahifelerde yazılı olarak muhafaza edildiği bir çerçevede Peygamber’in sözlerinin devamı nasıl olur da şifahi rivayetin muhafazasına terk edilebilirdi.[1]

Özellikle son 60 yıllık süreçte yapılan çalışmalarla Müslümanların yazılı kaynaklarının zannedilenden çok daha erken tarihlere ait oldukları anlaşılmıştır[2]. Ancak şunu görmek gerekir ki yazının bu yoğun kullanımına rağmen Müslümanlar rivayetleri ve sahip oldukları diğer bilgileri bizzat nakletme ihtiyacı hissetmişlerdir. Ve bunun için de kapsamlı bir usul belirlemişlerdir.

Fuat Sezgin Hocanın Buhari’nin Kaynakları kitabında aktardığı üzere sekiz tane rivayet şekli ihdas edilmiş ve bunlar kaynaklarda belli fiillerle kodlanmıştır. Bu kodlama kişinin bilgiyi yüklenirken kaynakla ne derece irtibatlı olduğunu göstermesi içindir. Mesela ‘sema’ formuyla rivayeti alan bir kimse aldığı rivayeti aktarırken ‘سمعت عن )semi’tu an- kendisinden dinledim) veya ‘حدثنى’ (haddeseni-bana söyledi) ile başlar.[3] Bu da usulün ne kadar teferruatlı olduğunu göstermektedir.

Hem yazının kullanımı hem de icazete dayalı bu nakil usulü yan yana düşünüldüğünde bir tezat varmış gibi görünebilir. Soru: yazı varken bu usule ne gerek var? Aslında meselenin özü şu şekilde açıklanabilir: her ne kadar rivayetler yazıyla kaydediliyorsa da gerek tahrif endişesi gerek yazının pek çok anlamda okunabilmeye müsait olması bu rivayet usulünün oluşmasındaki temel dinamiklerdir. Bilginin yazı ile aktarımı geleneğinin zayıf olması ve harflerin de noktalanmasının zaman içerisinde oturması sebebiyle bu usul oluşmuştur. Bununla beraber nakledilen ilmin hayatiyeti bu garantici yaklaşımı doğurmuştur denebilir. İmam Malik’den hadislerin rivayetiyle ilgili nakledilen ‘’Bu ilim dindir. Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin’’ sözü rivayetin ana konusu olan Hz Peygamber’in örnekliğinin aktarılmasının ne kadar hassasiyetle takip edildiğini gösteriyor. Bunun için de sadece yazı üzerinden aktarım değil yazılanın hoca ve talebesi tarafından karşılıklı okunup karşılıklı teyit edilerek aktarım yapılması benimsenmiştir. Bu anlamda İslami ilimlerin temelleri rivayetler ve onların yukarıda bahsettiğimiz şekilde aktarımı yoluyla atılmıştır. Öyle denebilir ki bir kartopunun tepeden yuvarlanırken dev bir yığına dönüşmesi gibi bu hassasiyetle hareket eden ulemanın ve talebelerinin gayretleri önce ilim meclislerini, halkalarını dolayısıyla da İslami ilimlerin ekollerini inşa etmiştir.

            Mekke’de İbn Abbas çevresinde oluşan ilim halkası, ağırlıklı olarak tefsire dair rivayetlerin kaynağı olma yolunda ilerlerken Medine’de Peygamber’le (sav) ilgili bütün rivayetler toparlanıyor ve naklediliyordu. Bunun yanında Kufe taraflarına giden Abdullah İbn Mesud orada etrafında toplanan talebeleriyle rey ehlinin temeli olan ilim halkasını oluşturuyordu. Aslında bugün ayrı ayrı ilim sahaları olarak karşımızda duran fıkıh, hadis ve tefsir bu üç merkezde gerçekleşen ilmi faaliyetlerle doğdular. Bu doğuş sürecinin iyi bir şekilde tahlil edilmesi öyle zannediyoruz ki İslami ilimlerin birlikte bir medeniyeti nasıl meydana getirdiklerini anlamamızda bize yardımcı olacaktır. Bu, bir anlamda bugünün -bugünden sonrasının- temel problemi olan İslam medeniyetinin yeniden inşası problemine de ışık tutabilecek bir tahlildir.

            İslam’ın ilk yüzyılında İslam’a yeni girenlerin ve sahabe sonrası neslin Kur’an’ı anlama noktasındaki sorunları ile yeni fethedilen coğrafyanın kozmopolit toplumlarını kuşatacak bir hukuk yapısının inşası meselesi ilim ehlinin gündemini işgal ediyordu. Kur’an’ı anlama noktasındaki sorunları giderme noktasında sahabe ve tabiin döneminde çalışmaların kapsamı ihtiyaçlarla sınırlı bir boyutta devam ediyordu. Kur’an’da bulunan garib lafızların izahı ve özellikle kıssalarla ilgili ehl-i kitap rivayetleri yanında Hz Peygamber (sav) ile sahabenin tefsir üzerine açıklamaları çalışmanın ana malzemesiydi. İbn Abbas ve talebeleri, sahabe sonrası neslin Kuran’ı anlamayla ilgili sorularına cevaplar üretirken; ifade etmiş olduğumuz üzere garip lafızların açıklanmasının ön planda olduğu ve Arap şiirinin de tefsir rivayetlerinin yanına eklendiği, bazen dini bazen lugavi ve bazen de tarihi açıklamalar getirmiştir[4]. Şunu da ilave etmek gerekir ki tefsire dair rivayetlerin toplandığı önemli kaynakların başında gelen Taberi’nin Câmi’ul-Beyan Fi Tefsir’il-Kuran’ına bakıldığında en çok rivayetin İbn Abbas’a ulaşan kanallardan geldiği görülecektir.[5]

Kur’an’ı anlama noktasında ilk nesillerin sorunları sınırlı ve görece daha az karmaşıktı. Ancak hayatın pratiği içinde daha karmaşık bir sorun daha vardı. Bu sorun İslam’ın ikinci yüzyılına damgasını vuracak köklü tartışmaları ve bu dönemin ekollerini inşa ediyordu. Bahsi geçen tartışmalar yaklaşık iki yüz yılda uzlaşma sağlanabilecek olan hukukun(fıkhın) temel kaynakları problemi üzerineydi.

Müslümanlar ortadoğunun kadim coğrafyasında iktidarı devralırken geçmiş medeniyetlerin hukuki yapılarını karşılarında buldular. Bu kadim ve kompleks yapılar hakkında İslam tarihi ile ilgili çalışmalar yapan Ira Lapidus şunları dile getiriyor:

İslam hukukunun kökleri (miladi)yedinci yüzyılda egemen ve âlimlerin mevcut hukuki uygulamayı yenilemek ve onu İslami standartlara uydurmak çabalarına dayanır. Bu dini görev tek bir grup tarafından değil; Basra, Kufe, Suriye, Medine ve Mekke’de birer hukuk okulu (fıkıh mezhebi) kurmuş insanlar tarafından yerine getirildi. Aile ticaret ve ceza hukuku uygulamalarıyla başlayarak idari düzenlemeler, Sasani, Bizans ve Yunanlıların popüler kaideleri, Ortodoks kilisesinin kuralları, Yahudilerin ve eski Babil’in hukuku Talmud ele alınarak, âlimler tarafından Allah’ın iradesiyle, yani İslam’la uygun hale getirilmeye çalışıldı. Âlimlerin müzakereleri sonucunda donuk hukuktan çok ahlaki, manevi ve teolojik hükümlerle dokunmuş istidlali bir kurallar demeti ortaya çıkar.[6]

Tarihi zemin incelendiğinde fetihlerle beraber Medine’de olduğundan daha karmaşık bir toplum yapısının doğduğu söylenebilir. Sayısı hızla artan Müslümanlar disipline edilmiş bir hukuk yapısını uygulamaya koymanın aciliyeti ile karşı karşıyaydılar. Lapidus’un bahsettiği seyir İslam tarihinin ilk büyük fıkıh ekolleri olan ehl-i rey ve ehl-i hadis arasında yaşanan yoğun tartışmaların sonuca bağlanmasıdır.

Müslümanlar hukuki nizamlarını ortaya koyarken temel bir yöntem tartışması yaşadılar. Bu konuda Ira Lapidus şunları ekliyor:

Fakihlerin çoğu ekollerinin geleneklerine ve önemli ölçüde kişisel içtihatlarına güveniyorlardı. Muhaddisler ise ahlaki ve fıkhi bir kuralın kaynağının Kuran ya da hadisten başka bir şey olabileceğini düşünemiyorlardı. Dolayısıyla onlar karşıtlarının keyfi ve şahsi düşüncelerine karşı çıktılar.[7]

Bu temel yöntem tartışması herkesin üzerinde ittifak ettiği üzere İmam Şafii’nin Usûl’ül- Fıkh’ı yazmasıyla yerini bir uzlaşmaya bıraktı. Fıkıh tarihi yazan hemen herkesin İmam Şafii’nin İslam fıkhının temeli olan edile-i erbaa’yı (Kuran, sünnet, icma, kıyas) tespit ederek hem rey ehlini hem de hadis ehlini uzlaştırmış olması devam eden süreçte yukarıda bahsedildiği gibi dinamik bir hukuk yapısının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şafii’nin bu uzlaştırıcı hamlesini değerlendirmeye geçmeden önce rey ehli ile hadis ehli arasındaki farklılığı biraz irdelemek gerekiyor.

            Temelde hadis ve rey üzerinden dönen tartışmaların taraflarını ifade etmesi bakımından şu tasvirleri nakledebiliriz. Ira Lapidus tarafları şu şekilde özetliyor:

Fakihlerin çoğu ekollerinin geleneklerine ve önemli ölçüde kişisel içtihatlarına güveniyorlardı. Muhaddisler ise ahlaki ve fıkhi bir kuralın kaynağının Kuran ya da hadisten başka bir şey olabileceğini düşünemiyorlardı. Dolayısıyla onlar karşıtlarının keyfi ve şahsi düşüncelerine karşı çıktılar.[8]

Buradaki gibi iki tarafı da kesin çizgilerle ayırmak her ne kadar biraz tenkite açık olan bir fikirse de yaşanan tartışmalarda safların belirgin olduğu sonucunu çıkarmamızda bir engel yoktur. Her iki ekol arasında bariz olan çekişmenin bir yönü olarak hadis ekolünün çizgisini sert bir şekilde ileri taşıdığını ve rey ehlini ekollerinin geleneklerinden önce Hz Peygamber’in hadislerini dikkate alma noktasında baskı altına aldığını söyleyebiliriz. Hadislerin fıkhın hukukun içindeki yeri konusunda yapılan tartışmalarda Hz Peygamber’in (sav) dindeki otoritesini merkeze alan ve sahih hadislerin kullanılabilirliğini fomule ederek ortaya koyan teori ehl-i hadisin ehl-i rey ve ehl-i Kur’an ekollerinin de itiraz edemediği bir biçim ortaya koymasını sağladı.[9] Ki bu dönemde Ömer b. Abdulaziz’in Ebu Şihab ez-Zuhri’den (ölm h.124/742) hadislerin tedvinini istemesi de bu meyanda değerlendirilebilir. Ancak bu güçlü durumlarına rağmen hadisçilerin İslam hukuk düşüncesinin Kufe gibi kozmopolit; Hıristiyan, Yahudi, Mecusi kimliklerin buluştuğu bir yapıya sahip olan tabiri caizse deplasmanda gelişen içtihat geleneğiyle yüzleşmesi gerekiyordu. Bu yüzleşmenin İmam Şafi önderliğinde gerçekleşmesini aktarmadan önce ehl-i rey ile ilgili son bir noktayı belirtelim: Rey ehli hadisleri hüküm vermede dikkate almadıkları dolayısıyla eleştirilir. İslam hukuku alanında çalışmaları bulunan Joseph Schacht’ın ifade ettiği ‘ekolün yaşayan geleneği’ yani İbn Mesud’la başlayıp daha sonraki nesillerden Hammad b. Süleyman’ın sistemleştirdiği gelenek –bu eleştiriye göre- hadislerin yerini tutuyordu.[10] Ve bunun yanında Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle; Şafii usulu’l-fıkhı ile hukukçulara hadis mecmualarına güvenmeyi öğretiyordu.[11] Ancak bu gibi değerlendirmeler ele alınırken ehl-i reyin Hz Peygamber’in sünnetine rağmen kendi geleneğini tercih ettiği görüşüne varılmamalıdır. İbn Haldun’un Mukaddime’nin ‘Fıkıh ilmi ve ona tabi olan feraiz ‘ faslında ifade ettiği üzere: Evvelce bahsettiğimiz sebeplerden dolayı Iraklılar arasında hadis az olduğundan daha çok kıyasa başvurmuşlar ve o hususta mazeret kazanmışlardır.[12] Bu değerlendirmeyi Sünni paradigmanın içinden yapılan bir değerlendirme olarak alıp objektif görmeyebiliriz. Ancak ehl-i reyin kıyası ön plana çıkarırken bir sünnete rağmen hareket ettiği söylenemez. O dönemde henüz sünnetin anladığımız anlamda bir varlığı da söz konu değildir. Ehl-i rey ile ilgili olarak bu değerlendirmenin göz ardı edilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.

            Fıkıh ilminin tarihinde Şafii yazdığı usulle merkez konumda duruyor ve yukarıda ifade ettiğimiz yüzleşmeyi gerçekleştiriyordu. Bu yüzleşmeyi tasvir etmesi bakımından şu değerlendirmeyi aktarabiliriz:

Neticede fakih Şafii (767-820) geçice bir anlaşma zemini buldu. Hadisin üstün otoritesine kabul etti, fakat hangi hadisin sahih, hangisinin zayıf hadis olduğunun yalnızca icma (alimlerinin görüş birliği) ile belirlenmesi gerektiğini ileri sürerek hadisleri kontrol etmeye çalıştı. Muhaddisleri hukukun esas kaynağı olduğunu kabul etmeye ve ilk hukuki doktrinlerden bazılarını değiştirmeye zorladılarsa da fakihler Şafii’in önderliğinde kendi geleneksel muhakeme ve tartışma yöntemleriyle hadisleri uzlaştırdılar’’[13]

İmam Şafi’nin bu çalışması, rey ve hadis ehli arasında var olan tartışmaların büyük oranda bitirilmesi sonucunu sağladı. Hamidullah Hoca Şafii’nin bu yolla hukukçulara hadislere güvenmeyi öğrettiğini; bunu da hukukî metotları hadislere uygulayarak sağladığını ifade ediyor.    

Diğer bir açıdan Şafii’nin çalışmaları ile sağlanan ortak zemini müsteşrik Montgomery Watt şu şekilde değerlendiriyor:

(Şafi) İnsanların peygamberin sünnetini, Allah’ın kitabını kabul ettikleri gibi kabul etmek zorunda olduklarını kuvvetle belirtmiştir. O, bu hususu, muhtelif Kuran ayetlerinden çıkarmıştır. Bu ayetlerde, Hz Muhammed’in Allah tarafından insanlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmek üzere gönderildiği beyan olunmaktadır. Şafii hikmetin yalnızca Allah’ın Rasul’ünün sünneti demek olduğunu delillerle göstermiştir. Hz Muhammed’in fiillerinin hikmetle aynileştirilmesi sünnete usul-i fıkıh içerisinde Kitab’a denk bir mevki sağladı. Artık bu tarihten itibaren daha eski müphem manalar kaybolur ve sünnetten bahsedildiği zaman tabii olarak Hz Muhammed’in hadislerle tevsik olunan benimsenmiş işleri anlamını ifade eder[14].

Bu ifadelerde dikkati çeken mesele sünnetten bahsedildiği zaman kafaların net olması meselesidir. J.Schacht’ın da değerlendirmelerini yaparken buna benzer ifadeler kullandığını belirtmek gerekir. Ki o Watt’ın ifade ettiği anlamda sünnet üzerinde uzlaşmaya varılmadan önce eski ekollerde bir ‘ekolün yaşayan geleneği’ vurgusu yapar. Bu konuda kendisinden şunu aktarabiliriz:

Söz götürmez bir gerçektir ki, hukuk doktrinleri ile hadislerin karşılıklı bir şekilde birbirini etkilemesini birleştirici bir süreç şeklinde kabul etmek gerekir. Bütün bunlar birbirini tutmayan şeyleri eski hukuk ekollerinin öğretileri içerisine sokmuş ve bu ekoller Peygamberin hadislerini ancak kendi yaşayan gelenekleri ile bağdaştığı sürece muteber olarak kabul etmişlerdir. Bundan sonraki adım hicri ikinci yüzyılın sonunda Şafi tarafından atılmıştır.[15]

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere fıkıh yani hukuki metodoloji ile hadis yani rivayet esaslı yapı bir araya gelmiştir. Burada her iki ekolün temsilcileri de kendi pozisyonlarını daha ortak bir zeminde yeniden düzenlemişlerdir. Montgomery Watt:

Kaydedilmesi gerekli önemli nokta Eş Şafii’yi takip eden devrin önemli eserlerinin, sünnet kavramına kesin bir anlam meselesinde başarıya ulaşmış oldukları hususudur. Artık şimdi bu, muteber alimlerin kefaleti altındaki hadis külliyatında mevcut olan şeyleri ifade ediyordu: âlimlerin itibarı da Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Main gibi sayıca az, tanınmış münekkidlerin takdiri ile ölçülmüştü. Bazı hadisler ile bazı ravilere hâlâ daha karşı çıkılabilirdi. Lakin sünnet üzerinde geniş bir mutabakat sahası mevcuttu. Bu Şafii’den önceki Medineli pek çok âlimin kabul ettiği sünnetin Kufeli âlimlerin ekseriyetinin kabul ettiğinden farklı olduğu zamanki durumla tezat teşkil ediyordu. Artık şimdi kendilerini Şiiler olarak ana bünyeden ayıranlar dışında herkes fiilen aynı hadis külliyatını temel esaslar olarak kabul ediyordu.[16]

Yine burada da görüyoruz ki Şafii ile beraber gelen uzlaşma Kur’an’dan hemen sonraki kaynağın yani sünnetin belirlenmesi ya da yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sünnet dendiği zaman herkesin aynı anlamı zihninde tasavvur etmesi üzerine olmuştur. Zaten Kur’an’ın kaynaklığı konusunda herhangi bir sıkıntı yoktur. J.Schacht da ehl-i rey ve ehl-i hadisin doğuşunu anlatırken bu duruma dikkat çekmektedir:

Eski hukuk ekollerinin faaliyet bakımından önemli bir yönü, bu ekollerin ilk olarak ciddi bir şekilde Kuran hükümlerini ele almış olmalarıydı. İslam’ın birinci yüzyılındaki durumun aksine şekli sonuçlar, esas dinî ve ahlakî Kuran hükümlerinden bu zamanda çıkarılmış olup onlar, yalnız aile hukukuna, miras hukukuna ve şüphesiz ibadet ve dinî merasimlere değil, aynı zamanda Kuranî teşrî’de ayrıntılı olarak ele alınamayan hukukun öteki dallarına da uygulanmıştı. Kuran hükümlerinin ilk İslam hukukuna nüfuzunun doruğuna ulaşması, İslamın ikinci yüzyılı başlangıcında eski ekollerin doğuşuna rastlamaktadır.[17]

            Sonuç itibariyle konunun bu kısmında dikkati çekmeye çalıştığımız nokta fıkhın merkezde olduğu ve gayesi İslam toplumlarını Müslüman olarak ayakta tutma gayreti içinde olan yapının kendi kaynaklarını belirleme noktasında yaşadığı tartışmaları ve üzerinde uzlaşılan ortak zemindi. Bu resim içerisinde tefsirin durduğu yeri de gösterdikten sonra zannediyoruz ki maksat hasıl olacaktır.

            Fıkıh ve hadisin uzlaşmasının ardından ortaya çıkan resimde hadis ilmi Şafii’den daha sonraki süreçte yapılan yoğun tedvin çalışmaları neticesinde İslam’ın kaynak metinlerini derleyen ve bir eleme sürecinin sonunda sahih olup olmadığını tespit eden bir mekanizma ortaya çıkmıştı. Bu hususta Mehmet Paçacı Hocanın şu değerlendirmesini aktarabiliriz: Hadis disiplini, Rasulullah’ın haber kimliğine bürünmüş söz ve eylemlerinin sübuti değerini sağlamış ve değerlendirmiştir. Tefsir, kelam ve Fıkıh ise İslam bilimler geleneğinin yorum disiplinleridirler. Bu disiplinler İslam’ın kaynak metinleri ile ilgilenirler.[18] Hadis, Kuran’ın hem açıklanması hem de teşri noktasında Kur’an’dan sonra gelen sünnetin çerçevesinin oturtulması görevini yerine getirirken tıpkı Kur’an yazısının sabitlenmesi gibi Kuran’ın yorumunun da ana hatlarının belirlenmesini sağladı.

            Sünnet, Kuran’ı yorumlayıcı olarak vahyin iniş sürecinin şahitlerini önceleyen bir konsepti sağladı. Bu noktanın belirleyiciliği hususunda şu değerlendirmeyi aktarabiliriz:

Geleneğin ilk yorumcusu olarak Rasul’un ve sonra Ashab’ının tecrübesi, Kuran metnini çevrelemiş ve belirlemiş olmaktadır. Bu bakımdan ‘’Sünnet Kuran üzerinde belirleyicidir, Kuran sünnet üzerinde değil’’ sözü, bize göre, tam da bunu ifade etmektedir. Bu ifade Ahmet b. Hanbel’e sorulduğunda, o kendisinin bu kadar cesur olamayacağını belirttikten sonra, aslında yorum bilimsel açıdan aynı anlama gelen Kuran’ı tefsir eder ve açıklar ifadesini kullanmıştır.[19]

            Sünnet üzerinde sağlanan uzlaşı rivayet zincirlerinin ve metinlerinin yukarıda bahsi geçtiği gibi yoğun tetkik edilmesi ve toparlanmasıyla paralel gelişti. İslam’ın üçüncü yüzyılı bu yoğun tedvin çalışmalarına sahne oldu. İmam Buhari, İmam Müslim sahihlerinde; İbn Mace, İbn Davud, Tirmizi ve Nesai sünenlerinde ulaştıkları ve tetkik ettikleri rivayetleri topladılar. Bunun yanında sonraki dönemlerde pek çok âlim de rivayetlerin kimini eleyerek kaynakları yeniden oluşturdular. Ancak isimlerini saydığımız imamların kitapları kutub-i sitte adıyla sünnetin temel metinleri olarak kaydedildiler. Bu literatürün toplanması ile de metodolojisi oturmuş olan fıkhın ikinci ana kaynağı sağlanmış oldu. Bundan sonraki süreçte ise yapılması gereken birinci kaynak yani Kur’an’ın yorumlanması için tefsir ilminin geliştirilmesiydi.

            Tefsir tarihi ilk aşamada belli dönemler olarak incelenmiş ve tefsir kaynakları itibariyle yeterlilik kazandıktan sonra çeşitli ekollere ayrılmıştır. Genel olarak Hz Peygamber’le başlatılan tefsir faaliyetleri sırasıyla sahabe, tabiin ve tebei tabiin dönemleri sebeb-i nüzul ve Hz Peygamber’den başlamak üzere sahabe ve tabiinin ayetlerin izahına yönelik açıklamalarının Mekke’den başlayarak çeşitli ders halkaları ile rivayet edilmesiyle geçmiştir. İslam’ın dördüncü yüzyılında Taberi ve İbn Ebi Hatim gibi âlimlerin gayretleri ile bu rivayetler toparlanmıştır. Bu devirle ilgili Montgomery Watt’ın değerlendirmeleri şu şekildedir:

Kuran-ı Kerim’in tefsiri sahasında 235/850’den 333/945’e kadarki devrede açıkça belli bir istihalenin bulunduğunu söyleyebilmek güç olacaktır. Belki de umumi manada şu husus kabul edilebilirdi: Bu devir zarfında tefsir, birçok noktalarda geniş bir mutabakat veya en azından sadece dar bir uyuşmazlık sahası bulunmakla beraber önceki asırların bir takım isabetsiz mütalaaları saf dışı edilmiş olduğundan bir kararlılık haline ulaştı. Mamafih söz konusu devre benzer disiplin olan kıraatta yani Kur'an’ın tedkikinde de hadisin resmileşerek bir nizama girişiyle kıyaslanabilecek bir gelişmeye şahid oldu. Ve yedi kıraat itimada layık görülerek şumüllü bir şekilde benimsendi. (İbn Mücahid h.323/935 tek bir kıraatin mümkün olmadığını görüp yedi kıraati sabitledi.)[20]

Tefsir usulü kitapları hicri ikinci asırdan itibaren tefsir usulünün temel tartışmalarının başladığını belirtirler. Bu tartışmalar daha çok fıkıh ilminin Kur’an ayetlerinden istidlalde bulunurken karşılaştığı sıkıntılar çerçevesinde gerçekleşmiştir. Özellikle nesh ve mutlak mukayyed tartışmaları ile vücuh ve nezair meseleleri bu tartışmaların ana konusunu oluşturur. Bu tartışmalar Kur’an’ın tefsir edilmesinden ziyade ayetler değerlendirilirken uyulacak metotların ortaya konmasını hedefleyen eselerle halledilmeye çalışılmıştır. Buna örnek olarak elimizdeki en eski tefsir kaynağının yazarı olan Mukatil b. Süleyman’ın (ölm 150/767) vücuh ve nezair üzerine yazdığı eseri El-Eşbah ve’n-Nezair gösterilebilir.

Bu ve bunun gibi eserler Kur’an’ın indiği dilden uzaklaşan Arapların o dilin aslını tespit etme çabalarıdır. Bunun dışında kapsamlı bir usul kitabı sayılabilecek ilk eser fıkhi metodolojinin olgunlaştırılmasının ardına denk gelen bir dönemde Haris el- Muhasibi (ölm 243/857) tarafından yazılan el-Akl ve Fehm’ul-Kuran’dır. Bu eser sonrasında da usul kitapları geliştirilmeye devam edilmiş ve hemen hemen Suyuti’nin (ölm 910/1505) el-İtkan fi Ulum’il-Kur’an’ı ile en olgun halini almıştır. Ve tüm bu eserler konu aldıkları tartışmalar ile Kuran’ın anlaşılması için öncelikle onun asıl dilini yakalamaya çalışmış ve devamında da ayetlerin fıkhi istidlal açısından durumunu incelemiştir. Mutlak-mukayyed, nasih-mensuh, mücmel-mübeyyen vs bu anlamda örnek verebileceğimiz konulardır.

İslami ilimler bugün olduğundan farklı bir şekilde toplumun düşünce sistemi içinde merkezde bulunuyordu. Bu haliyle fıkıh insanları doğrudan etkileyen normatif sonuçları ile geçerli tek hukuki yapıyı oluşturuyordu. Bu sonuçlar devletin düzenlenmesinden sokağa çeki düzen verilmesine kadar çok geniş bir alanı kapsarken insanların birbirlerine, tabiata ve Allah’a karşı olan sorumluluklarını tespit ediyordu. Fıkhın bu işlevini yerine getirebilmesi için kaynaklarını doğru bir şekilde okuması gerekir. Bunun için de öncelikli olarak ilk kaynağını yorumlamada tefsire ihtiyaç duyuyordu. Tefsir ayetlerinin içerisinde bulunduğu hem metinsel bağlamı hem de tarihsel bağlamı içerisinde söylendiği andaki anlamını tespit ederken fıkha onu anlama noktasında riayet edeceği ana çerçeveyi sunuyordu. Bundan sonrasını ise ayetlerden doğru hükümleri çıkarmak adına fıkıh ehline bırakılıyordu. Denilebilir ki: Tefsir söz konusu ayeti Peygamber’in ve Ashabın bu ifadeyi nasıl anladığına ve uyguladığına dair nakillerle ve ayet hakkındaki kıraat, linguistik, ve gramer bilgilerini vererek ele almıştır. Ancak onu bağımsızlaşmış ve umum ifade eden bir lafız kabul ederek, ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh tarafından gerçekleştirilmiştir. Nitekim Taberi yaptığı işin bilincinde olduğunu gösteren bir tutumla ayetin fıkhi açıdan ele alınışını Kitabu’a Serika isimli eserinde yaptığını ve tefsirinde bunu vermeyi doğru bulmadığını belirtmektedir. Böylece İslam bilimleri geleneğinde Kuran’ın yorum süreci, Tefsir ile ilk neslin tarihsel bağlamından başlatılmış olmaktadır. Tefsir, Fıkıh ve Kelam disiplinleri, İslam geleneğinde kaynakları yorumlama sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını oluştururlar. Tefsir klasik dönemde, bütün bir dini ilimler silsilesinin bir parçasıydı ve bu bütün içinde işliyordu. Çağdaş dönemde klasik dönemdekinden farklı bir Kuran tanımının gelişmesi İslam bilimlerine ve özellikle Tefsir’e de farklı bir işlev yüklenmesi çabasıyla birlikte gelişmiştir.[21] Bu değerlendirme bize ilimler arasındaki görev dağılımını yansıtması bakımından önemlidir.

İslami ilimler yaklaşık yedi yüzyıllık bir süreçte bahsettiğimiz gelişim aşamalarını tamamlamış ve bir medeniyete temel teşkil edecek düşünce yapısını oluşturmuştu. Bu süreçte tefsir, hadis ve fıkhın dışında kelamın rolüne de biraz değinmekte fayda var. İslam dünyasının başka itikâdî yapılarla yaşadığı krizleri çözme işlevini kelam üstlenmiştir. Fıkhın oluşturacağı normatif yapının toplumda bir karşılığının/bağlayıcılığının bulunması gerekiyordu. Bunun için de Kur’an’ın istediği teslimiyetin ve Allah, peygamber, ahiret gibi temel konularda kafaların net olması gerekiyordu. İttifakla bilindiği üzere Gazali’nin çalışmaları ile kelam ilmi gereken bu itikadi yapının ehl-i sünnet çatısı altında olgunlaştırdı. Bu yolla İslam öz inanç yapısını büyük oranda korumuş olmayı amaçlayarak kendi hukuki zemininde varlığını sürdürmeye devam etti.            

SONUÇ: İslami ilimlerin üç önemli şubesini konu aldığımız bu çalışmamızda tarihsel sürecin önemli kilometre taşları olan tartışmaları konu almaya çalıştık. Kastımız bu yolla tarihin akışı içerisinde bir kaynaktan, kitabın ve hikmetin öğretilmesi ve arınma, neşet eden ilimlerin zaman içerisinde birbirinden nasıl ayrıldıklarını ya da birbirleri ile nasıl bir araya geldiklerini göstermekti. İslami ilimler konu aldığımız süreç içerisinde toplumsal yapıyı peygamberin olmadığı şartlar içerisinde Allah’ın nizamına uygun olarak sürdürmek adına fıkhı inşa etmişti. Fıkıh kaynakları itibariyle tartışmaya açılmış ve hadisçilerle rey ehli arasında yaşanan kaynak tartışması Şafi’nin müdahalesiyle sünnetin kapsamı itibariyle tespiti ve kaynaklarının toparlanması ile yerini bir uzlaşıya bırakmıştır. Bu sürecin paralelinde tefsir ilmi kaynaklarını derlemeye devam etmiştir. Fıkhın ihtiyaç duyduğu yorum metodunu oturttuktan sonra da kaynaklarla irtibat en olgun halini almıştı.

            Umut ediyoruz ki bu yapı ile yaşanan son yüz yıllık kopuş tarihsel süreç içerisinde kendisini anlamlandıran tahlillerin el vermesiyle giderilir ve İslami ilimlerin toplumun düşüncesinde hak ettiği yere gelmesinin önü açılmış olur.

           

 

KAYNAKÇA:

CERRAHOĞLU, İsmail,  Tefsir Usulü, AÜİF Yayınları, Ankara 1971

HAMİDULLAH, Muhammed, “Usûl al-Fıqh’ın Tarihi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt-II cüz -1, İstanbul 1956

__________________________, “Hz Peygamber Zamanında Hadis Tedvini”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, III-IV, Ankara 1955

İBN HALDUN, Mukaddime, Beyan Yayınları, İstanbul 2009

KOÇ, M. Akif, “Tefsir Rivayetlerinin Güvenirliklerini Belirleme Amacıyla Herbert Berg Tarafından geliştirilen Uyum Teorisi Üzerine”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,  XLV, Ankara 2004

LAPİDUS, Ira, İslam Toplumları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2010

PAÇACI, Mehmet, Çağdaş Dönemde Kuran ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yayınları, İstanbul 2008

SCHACHT, Joseph, İslam Hukuna Giriş, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1977 Ankara

SEZGİN, M. Fuad, Buhari’nin Kaynakları Hakkında Araştırma, Kitabiyat Yayınları, Ocak 2001, Ankara

_______________,  “İslam Tarihinin Kaynağı Olmak Bakımından Hadis’in Ehemmiyeti”, İÜEFY İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt-II cüz-1, İstanbul 1956

WATT, W. Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Umran Yayınları, Ankara 1981



[1] M. Fuat Sezgin, Buhari’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar, Kitabiyat Yay, Ankara 2001, s.24

[2] Muhammed Hamidullah, “Hz Peygamber Zamanında Hadis Tedvini”, AÜİFD, III-IV, Ankara 1955, s.5

[3] Fuat Sezgin, Buharinin Kaynakları, s.28

[4] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, AÜİFY, Ankara 1971, s.242

[5] M. Akif Koç, “Tefsir Rivayetlerinin Güvenirliklerini Belirleme Amacıyla Herbert Berg Tarafından Geliştirilen Uyum Teorisi Üzerine”, AÜİFD, XLV-II, Ankara 2004, s.54

[6] Ira Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, İletişim Yay., İstanbul 2010, s.161

[7] Ira Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, s.161

[8] Ira Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, s.161

[9] Joseph Schacht, İslam Hukukuna Giriş, AÜİFY, Ankara 1977, s.46

[10] Joseph Schacht, İslam Hukukuna Giriş, s.41

[11] Muhammed Hamidullah, “Usul’al-Fıqh Tarihi”,İÜEF İslam Tetkikleri Dergisi, II-I, İstanbul 1956, s.5

[12] İbn Haldun, Mukaddime, Dergah Yay., İstanbul 2012, II/803

[13] Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, s.162

[14] Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Umran Yay. Ankara 1981, s.323

[15] Joseph Schacht, İslam Hukuna Giriş, s.46

[16] Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.325

[17] J. Schacht, İslam Hukuna Giriş, s.41

[18] Mehmet Paçacı, Çağımızda Kuran’a ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yay., İstanbul 2008, s.117

[19] Paçacı, Çağımızda Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?, s.116

[20] Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.327

[21] Paçacı, Çağımızda Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?, s.117-118 




0 Yorum - Yorum Yaz

bilginin bütünlüğü    07.12.2014

MELAHAT AKALP

13922758-DOKTORA

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜNE DAİR

"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım"[i] mealindeki ayette geçen (li ya'budûn) "ibadet etsinler" ifadesini sufiler (li ya'rifûn) "beni tanısınlar" şeklinde yorumlamışlardır. Zira bilinmeyene ibadet etmenin bir anlamı yoktur. Buna göre insanın yaratılış gayesi Allah'ı bilmektir.[ii]

Kur'an-ı Kerim'de bilgi (ilim) en sık kullanılan anlamıyla ilahî vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah'ın verdiği bilgidir. Burada kelime tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir.[iii]

Bilgi felsefesi konusunda İslam düşünce tarihi boyunca geliştirilen düşünceler, öncelikle Kur'an-ı Kerim'in sunduğu perspektiflere sahip olmakla birlikte, çeşitli fikir akımlarının insan, alem ve Tanrı tasavvurlarının hakimiyeti altında farklılık arz etmiştir. İslam düşüncesinde fizikte metafiziğin iç içe algılanışı, bilgi ile inancın birbiriyle yakın ilişkisi, insanın bilme eylemiyle ilahi mesajın sahip olduğu otoritenin birlikte değerlendirilişi, bilgi probleminin hem kelami hem felsefi hem de psikolojik muhtevalar kazanmasına yol açmıştır.[iv]

Yüce Allah'ın Hz. Adem'e esma'yı öğreterek bu dünyaya göndermesi ve insanı tatmin edecek kesin ve değişmez doğruyu, mutlak hakikati, gönderdiği peygamberlerin rehberliği ile ...bütün ilimlerin menbaının bir olduğunu göstermektedir Bu durum bizlere, tek bir kaynaktan çıktıktan sonra çeşitli kollara ayrılarak akmaya devam eden bir nehri anımsatmaktadır.

 Bu itibarla Müslümanlar, Hz. Peygamber’i insanlığın bütün devirlerde aradığı mutlak hakikati bulan olarak görmüşlerdir. Hz. Peygamber’in bulduğunun, insanın aradığı olduğunu en iyi anlatan hadislerden birisi “Allah’ım! Bana eşyanın hakikatini göster.” hadisidir. Eşyanın hakikati, onu olduğu hal üzere görmek!  Hz. Peygamber, böyle bir şeyi talep ederek aslında bütün insanların bir talebini dile getirmek istemektedir.. Bunun anlamı, hiçbir şarta ve duruma göre değişmeyen, eşyanın kesin ve değişmez bilgisidir. Aynı zamanda bu bilgi; ahlakın, yani insan davranışlarının değişmez yasalarının bilgisidir.

Başta belirttiğimiz üzere insanın dünyada var oluş amaçlarından biri olan Rabbi'ni tanıması hususu, dereceli bir şekilde varlıkları bilmenin neticesidir. İnsan, önce kendini bilir ve ardından kendini bilmenin bir neticesi olarak çevresindeki alemi bilir. En nihayetinde bu bilginin kemaline Allah’ı bilmekle ulaşılır. “Kendini bilen rabbini bilir.” denmesinin anlamı bilgideki bu sürekliliktir. Bu itibarla eşyanın hakikatlerini bilmek; içinde insanı, alemi ve en nihayetinde Hakk’ı bilmenin bulunduğu bir bilgi derecesinden söz etmek demektir.

Müslüman düşünürlerin bilgisi insan-alem-Allah arasındaki bilginin sebep-sonuç bağıyla birbirine ulaşacağı ilkesine dayanır. İnsan kendini bilmeden Allah’ı bilemeyeceği gibi Allah’ı bilmeden de kendini tam ve kamil olarak bilemeyecektir. Çünkü Allah’ı bilmemek, insanın mebde ve mead’ı hakkındaki bilginin eksik kalması demektir.

İslam medeniyeti,  mutlak hakikat ve bilginin bütünlüğü ilkeleri sayesinde, asırlar boyunca evrensel değer üretebilmiş, bunu icra edecek kurumlar tesis edebilmiştir. Yetiştirdiği alimler, her dönemde doğrunun peşinde olmuşlar, onu aramışlar ve olduğu hal üzere ifade etmişler, ahlak anlayışlarını böyle bir bilgiye dayanan kesinliğe dayandırmışlardır.

Biz bugün, İbn Sina'nın bir tıp bilgini olmasının yanı sıra, onun aynı zamanda İslam alimi sayılabilecek ölçüde din bilgisine sahip oluşunu, filozof addedilebilecek oranda felsefî içerikli eserlerinin bulunuşunu hayretle karşılıyoruz. Çünkü ilimlerin keskin hatlarla tasnif edilişi, günümüzde belli bir alanda uzmanlaşmayı gerekli kılmaktadır.

Ayrıca bugün düşünce hayatımızın tüm katmanlarında hızla yayılan ve medeniyetimizi içten içe kemiren bir Sofizm hastalığı ile malül durumda oluşumuz da belki bu tepkimizin başlıca sebebidir.

Herkes için doğru ve geçerli bir tarzda bir şeyi bilmek mümkün değildir diyen sofistlere göre insanın ulaşabileceği nihai bilgi, izafi bir bilgidir. Bunun mantıksal neticesi, bilgiye dayanan ahlak anlayışının izafi bir ahlak olmasıdır. Bu yaklaşım insanlığın bütün dönemlerinde son derece etkin ve yaygındır. Günümüzde de herhalde en etkin düşünce tarzlarından biri budur. Pek çok insan, herkes için geçerli ve bağlayıcı olan kesin ve değişmez bir ahlak anlayışını reddetmektedir.

Yaşadığımız dünyada, hakikatin birliğinden söz etmek tahakküm, mutlaklığa olan inanç safsata, ilkelere dayanmak ise tek kelimeyle taassub olarak algılanmaktadır.  Batı modernizmi, hakikatin birliği ve kesinliği iddialarının bir hayal olduğunu, kimsenin elinde böyle bir mutlak hakikat bulunmadığını, bu bakımdan kimsenin kimseye hakikati telkine kalkışmaması gerektiğini dile getiriyor.[v]

Mutlak Hakikate inanmak, İslam toplumunun kendisine güven duygusunu kazandıran yegane gücüdür. Bu nedenle medeniyetimizin yeniden inşâsındaki ilk önemli safha da Sofizm'in tasfiye edilmesi olmalıdır.

Netice itibariyle, Müslüman kültüründe bilgi, iman ve amel küllün layeteceze' diye ifade edilen, birbiriyle bütünlük arz eden rükünlerdir. Bu birliktelik, bilgilerin kaynağının aynı olmasından ileri gelmektedir ve ister dünyevî ister uhrevî ilimlerle iştigal edilsin; bu ilim, taliplerini tek bir menbaa ulaştıracaktır ve "kul" olduklarını yakînen kavramalarını sağlayacaktır.

Alim vardır, ilmi onun küfürde istidracına sebebiyet vermiştir. Alim vardır Farabî, Gazalî, Hacı Bektaş, Mevlanâ olmuş okumuş-düşünmüş-anlamış-yaşamış, çağlar aşmış, mutlak hakikati görmüş ve göstermiştir.

"Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir." vesselam.



[i] Zariyat 51/56.

[ii] DİA "Marifet" Süleyman Uludağ, c:28, s:55.

[iii] DİA "Bilgi" Necip Taylan, c:6 s: 158.

[iv] DİA "Bilgi" Necip Taylan, c:6 s: 159.

[v] Dücane Cündioğlu, Söz'ün Özü, s: 8-14, Kitabevi Yay, İstanbul, 1999.




0 Yorum - Yorum Yaz


İSLAM’DA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

BİLGE EVLİ

13952752

BİRLEŞİK DOKTORA

İslami terminolojide genel olarak el-ilim ve el-marife terimleriyle ifade edilen bilgi; daha ziyade bilen ile bilinen arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak tanımlanır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin ‘malumat’ kelimesi ile de karşılandığı görülür.(D.İ.B. İslam Ansiklopedisi c.6 s.157)

Kuran-ı Kerim‘de bilgi, en sık kullanılan anlamıyla ilahi vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlahi mesaj olarak ilim başlı başına kanıt olma özelliği de taşımaktadır: “sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan…"(bakara 2/120,145) ayetindeki ilim ile “ey insanlar, size rabbinizden bir burhan geldi…” (Nisa 4/174) ayetindeki burhan kesin ve kanıtlanmış bilgiyi ifade eder.

Kuran-ı Kerim’in bilgi kaynağını, vahiy başta olmak üzere duyular, akıl yahut bunun ötesinde kalbi sezgi olarak tesbit ettiği görülmektedir. Kuran’da yer yer göz, kulak ve kalbin birlikte anılması yanında kalbin akledici fonksiyonunun vurgulanması dikkat çekicidir. (Araf 7/179; Yunus 10/31; Nahl 16/78; İsra 17/36; Hac 22/46; Secde 32/9; Casiye 45/23)

                İslam düşünce tarihinin büyük sentezcilerinden Gazzali kelam ,felsefe ve tasavvufun temel yaklaşımlarını tek bir sistem halinde birleştirmiş görünmektedir. Akıl, duyu ve ilham gibi bilgi kaynaklarını tenkid etme çabası en güçlü ve sistemli bir şekilde bu düşünür tarafından gösterilmiştir. Gazzali’nin tasnifine göre bütün bilgi türleri kesin bilgiler (yakıniyyat), kanaatler (itikadat) ve zanni bilgiler (zanniyat) olmak üzere üç esaslı terim altında toplanır.

                İslam Kültürünün başlangıç aşamasında konuya nasıl yaklaşıldığına bakacak olursak; sahabe ve onları izleyen dönemde “ilim” denen bilgi türü, Kitaptan ve sünnetten doğrudan alınan bilgidir. Bunların anlaşılmasından doğan bilgi ise daha çok “fıkıh” olarak bilinir. Bu dönemde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Yaklaşık olarak hicri II.asırdan sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı. Bu tasnif şu başlıklar altında oluştu: kelam, fıkıh, hadis,tefsir.

                İslami ilimler dediğimizde bilginin 2 temel kaynağı vardır ki bunlar: Kuran ve Sünnettir. Bu iki kaynaktan beslenen bilgi türleri muhakkak ki bütünlük arzedecektir. Bir diğer tabirle İslami ilimler kaynağı dolayısıyla “kullun la yetecezze” tarifine tam olarak uygunluk göstermektedir.

                “Bilginin bütünlüğü” kavramını tefsir bağlamında ele alacak olursak; fıkıh, hadis, tarih, dil bilimi, siyer v.b. bilim dalları ve alt başlıklarının bilgisine sahip olmadan tefsir ilmi hakkında söz söylemenin kolay olmayacağını belirtmek gerekir. Tefsir ilmi; kelam, hadis, fıkıh ilimlerinde olduğu gibi ana gayesi Kuran’ın anlaşılması olması dolayısıyla, İslami ilimlerde bilginin bütünlüğü ilkesini aynı amaca hizmet ediyor olmaları da desteklemektedir. İslami ilimler tek bir Kelam’ı açıklamak için çaba sarfetmişlerdir.  Dolayısıyla da İslam’da bilginin bütünlüğü esastır. Bunun en iyi örnekliğini mütekellim, muhaddis, müfessir,mutasavvıf kimliklerini şahsında toplayan Gazzali’de görmekteyiz.

Selam ve saygılarımla.





0 Yorum - Yorum Yaz

bilginin bütünlüğü    16.12.2014

Mustafa Acar /14001022

Yüksek Lisans (Ders Dönemi )

 

Bilginin bütünlüğü konusunun anlaşılması, öncelikle bilginin ne olduğunu ifade etmeyi gerekli kılmaktadır. Bilgi, insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat anlamına gelmektedir. Bilginin bütünlüğünden kastedilen ise,  konuyla ilgili gerekli olan tüm verilerin toplamıdır. Örneğin iman konusunun tüm yönlerini dikkate alınması ve bu çerçevede sunulması, bilginin bütünlüğüyle alakalıdır. Örneğin onun zihni, duygusal ve davranışsal boyutları vardır. bu yönlerinden birisinin eksik bırakılması, imanın tam olarak anlaşılamamasına neden olabilir. Bu doğrultuda bilginin bütünlüğü, konunun anlaşılması, yorumlanması ve yaşanması hususunda büyük öneme haizdir.

Bu durum yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim için de geçerlidir. Zira Kuran’da ayet ya da sure bazlı bakıldığında Yüce yaratıcının maksadı tam olarak anlaşılmayabiliyor. Ancak ayet, sure ve sureler bazında bakıldığında ayetler ve onun ifade ettiği anlam ciddi anlamda değişebiliyor. Örneğin içki ayetleri bunlardan birisidir. Hz. Allah, içkiyi birkaç merhalede ve muhtelif olaylara binaen tedirici olarak yasaklamıştır. Çünkü içki, haram kılınmadan önce içiliyordu. İçkinin zararlarının fark edilmesiyle birlikte Allah tarafından yasaklayıcı ayetler inmeye başlamıştır. İlk olarak içki ve kumarın bazı faydalarına rağmen büyük bir günah olduğuna dikkat çekilmiştir. (Bakara Sûresi, 2/219).  Yanlış anlaşılmalar söz konusu olunca Allah ikinci defa içkiye dair tespitte bulunmuştur. Oda, içkili olarak namaza yaklaşılmaması şeklindedir (Nisa, 2/219).  Ancak bu da, içki konusunda yaşanan problemleri gidermeye yetmedi. Bunun üzerine Hz. Allah içki, kumar vs.’nin şeytan işi pislikler olduğunu beyan ederek içkiyi tamamen yasakladı (Mâide Sûresi, 5/90, 91, 92). Bu doğrultuda bir kişi, Kur’an’ın içkiyle ilgili ayetlerinin hepsini beraber bir bütünlük içerisinde değerlendirmezse konuyla ilgili yanlış yargılara ulaşabilir. Bu çerçevede bilginin bütünlüğü sağlam ve sağlıklı değerlendirmeler yapmak ve bu çerçevede bir sonuca ulaşmak için son derece önemlidir.

Yine bilginin bütünlüğünde ayetlerin indiği dönem, o dönem insanların uygulama ve anlayışlarının dikkate alınması vs. içine almaktadır. Örneğin namaz konusunda ‘salah’ kelimesinin anlamı ya da anlamları, o dönemde nasıl yorumlandığı, kuranda nasıl geçtiği hangi maksatları içerdiği konular, namaz konusunu ve onun neyi hedeflediğini tespit etmek açısından son derece önemlidir.

Sonuç itibariyle bir konunun anlaşılması ve sağlam tespitlerin yapılması, bütüncül bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Bu, tefsir gibi dini bir alanla ilgili olduğunda daha da bir hayatilik taşımaktadır. Zira konu iman ve ameldir. Parçacı yaklaşım ve onun getireceği yanlış yorumlar, kişiyi ve bir nesli imandan edebilir. Bu yüzden İslam alimleri, kur’anı anlama ve yorumlama noktasında konuyla ilgili her ilme mümkün olduğunca vakıf olmaya çalışmıştır. Örn. Suyuti bunlardan birisidir. İmam Suyuti’nin tefsir, hadis, fıkıh, sarf, nahiv, ulumu’l kuran ve diğer dini ilimlerde nitelikli ve hacimli eserler vermesi, selef alimlerimizin bütüncül bilgiye önem verdiklerini bize göstermektedir. Buna göre Kuran’ın  doğru anlaşılması fıkıh, hadis, kelam, sarf, nahiv, belagat, islâm tarihi, mezhepler tarihi, arap dili ve belagati gibi ilimlerin  bilinmesini gerekli kılmaktadır.











0 Yorum - Yorum Yaz


Adı ve Soyadı:  Mehmet UZUN

                                 (Doktora Öğrencisi)

Dönemi           : 2014-2015

Öğrenci No      : 14922717

Konu               : Bilginin Bütünlüğü

 

İSLAM DÜŞÜMCESİNDE BİLGİNİN KAYNAĞI VE BÜTÜNLÜĞÜ

  İslam düşüncesinde bilginin bir çok tarifi yapılmıştır: Vakıaya mutabık gerçeğe uygun kesin inanç.

Bir şeyin suretinin akılda husule gelmesi .

bir şeyi olduğu hal üzere idrak etmek.

malum olandan gizli olanı gidermek.. Bütün bu tariflerin yanında ilmin  tarifinin dahi yapılamayacağını söyleyenler vardır.[1]

 

İslam düşüncesinde bilginin kaynağı Allah'tır. Kuran-ı Kerim'in bir çok ayetinde Allah'ın herşeyi bildiği,[2] İnsanların bilmediklerini, gizlediklerini, geçmişi ve geleceği bildiği vurgulanmaktadır.[3] İnsan her şeyin bilgisini Allah'tan öğrenmiştir. Adem'i onun nezdinde tüm insanlığı meleklere üstün kılan şey bilgidir. Hz. Adem'e onun şahsında bütün insanlara her şeyi öğreten Allah'tır. Ta'lim-i Esma geçmişte olmuş bitmiş bir durum değildir. Her an devam eden ve sonsuza kadar da devam edecek bir durumdur.[4]

İnsanoğlunun öğrendiği her yeni bilgi, ortaya çıkardığı her yeni keşif, teknolojik gelişmeler….v.s.  hep talim-i esma hakikatının devam ettiğinin göstergeleridir.

 

İslam düşüncesinin aksine batı düşüncesinde, özellikle aydınlanma sonrası seküler düşüncede bilginin kaynağı olarak gözlem ve deney görülmüştür. Vahy bilgisi metafizik ve bilim dışı addedilmiştir. Gördüğünden başkasına inanmayan batı düşüncesi, son yüzyılda bunu terk etmeye başlamıştır. İşin garib tarafı, batının terk ettiği bu düşünce ülkemizde ve İslam dünyasında sanki yeni doğmuş gibi revaç bulmaya devam etmektedir.

     İslam düşüncesinde bütüm ilimlerin kaynağı birdir. Yani vahy ve onun sahibi Allah'tır. Yani İslam düşüncesinde ilimler bir bütün olarak ele alınmıştır. Bir kelam-ı kibar olan ''İlim bir nokta idi. Cahiller onu çoğalttı'[5] sözü tam da bu gerçeği ifade etmektedir. Batıda, özellikle aydınlanma sonrası ilimler birbirinden ayrılmış, tamamen ihtisaslaşma başlamıştır. Daha da ileri gidilerek bir ilmin içerisinde bile farklı ihtisas alanları ortaya çıkmıştır. Oryantalizmin de etkisiyle aynı ihtisaslaşma İslam dünyasında İslami ilimler alanında da meydana gelmiştir. Klasik ulema için; Hadisçi, Tefsirci, Fıkıhçı…vb.  tabirler kullanılmazken, son dönemde bu tabirler sıkça kullanılmış, Tefsirci olan kişi, Hadis'ten; Fıkıhçı olan kişi ise Tefsir'den bir şey bilmez hale gelmiştir. Hatta daha da ileri gidilmiş, mesela Fıkıh kendi arasında, ceza, muamelat, ahval-i şahsiye gibi uzmanlık alanlarına ayrılmıştır.

   Son zamanlarda ihtisaslaşma terk edilmeye, multi-disipliner uzmanlaşmaya başlanmıştır. Bilimlerin birbiriyle alakalı olan ortak yönleri nazara verilerek, bir bilgi bütünlüğü çabaları oluşturulmaya başlanmıştır. İslami ilimlerde de multi-diispliner bir anlayışın benimsenmesine fazlasıyla ihtiyaç olduğu ortadadır.



[1]  Curcanı.et -Ta'rifat .55 nşr :Darul kütübul ilmiyye Beyrut 1983

[2] Bkz  Bakara  29.231.282: NİSA SURESİ 32.126. 176 : Maide suresi 97 : Enam suresi 101.. vb

[3] Bkz Mu'min 19  Bakara 77 Haşr 22

[4]  Bakara 31-34

[5] Aclûnî, Keşfü'l-afa, 2/279




0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

Muhammet Ali ÖZER

14922747 DOKTORA

            İslami ilimler kaynağı itibariyle tek bir kitaba dayandığı için, ister akademik çalışma yapsın ister herhangi bir konuyu araştırsın herkesin başvuruda odak noktası Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an her İslami ilmin çıkış noktası olduğu için farklı alanlarda elde edilen bilgiler de bütünlük arz edecektir. Bizler ilmi bir bütünün birbirinden ayrılmaz parçaları olarak görmeliyiz ve çalışmalarımızı yaparken ilgili her alandan en azından haberdar olmalıyız diye düşünüyorum. Zira Kur’an’ın gönderiliş amacını az çok hepimiz biliyoruz. Kur’an kendi üzerinde tefekkür edilmesini isterken sadece tefekkür boyutunda kalmayı istememektedir. Allah bu tefekkürden elde edilen kazanımın hayata yansıması oranında bizlere karşılık vereceğini bildirmektedir. O halde Kur’an bazı ilimlerin üzerinde test edildiği, birilerinin bilgisinin derinliğini etrafına gösterebilmek için fırsat alanı haline getirdiği bir platform olarak telakki edilmemelidir. Bu manada diğer ilimlerin verilerinin de bizler için resmin tamamını görebilmek adına önemli olduğu kanaatindeyim. Teşekkür ederim.




0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    04.06.2015

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ    03.06.2015



 

İdris Sami Sümer

DOKTORA

2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

                 

Bazı modern düşünürler, çağımızı ihtisaslaşma çağı olarak isimlendirirler. Bu isimlendirme çağımızın gerektirdiği ‘özelleşme’ zorunluluğunun bir gereği olsa gerek. Her an bilim ve fikir üreten insanlık, arkasından gelen nesillerin işini bir yönden kolaylaştırmaktayken bir yönden ise zorlaştırmaktadır. Bilginin hemen her alanında durmaksızın üretilen malumat ilmin ve bilginin sınırlarını durmadan genişletmektedir.

Ortalama bir insan ömrü ise tüm bu bilgileri ihata etmek şöyle dursun, bilginin tek bir dalında bile yeterli düzeyde uzmanlık eğitimini tamamlayamamaktadır. Bu da modern dönem insanları için ihtisaslaşmayı elzem kılmaktadır. 

İhtisaslaşma, bir yönden avantaj gibi görünmekle birlikte modern insan için bir diğer yönden dezevantajları da bünyesinde barındırmaktadır. Bu dezevantaj, bilginin ve dolayısıyla insanın parçalanması sorunudur. Zaten modern kelimesinin kök anlamı da ‘kopuk’ demektir. Modernizmin bu kopuk hali, insanı ihtisasın içine hapsedebilmekte ve insanın ‘özelden’ genele yani hayata salmamaktadır.

Konumuz olan bilginin bütünlüğü, bir bilgi dalında özelleşmeden daha ziyade hayat ve anlamı hakkında özelleşme ile alakalıdır. İnsan hayatı tek bir şeyden müteşekkil olmadığı için insan tek bir şey üzere özelleşip hayatı o noktadan okumamalıdır. Mesela bir göz doktoru gördüğüm her şeyi iris ve retina çerçevesinden değerlendirirse kör bir göz doktoru olur. Bir minibüsçü, yolda minibüs bekleyen bir insanı birkaç liralık bir müşteri, berber ise insanı bir tutam kıldan ibaret görmeye başlar. Oysa insan gibi muhteşem bir varlığın bu bakışlardan daha parlak bakış açıları olması lazım.

Yukarda verilen örneklerde olduğu gibi, dini ilimlerle uğraşan insanlar da bilginin bütünlüğü konusu bir daha düşünmesi lazım. Eğer bilgiyi ‘olgunlaşmış bir bilinç’ olarak düşünecek olursak mesela daha vazıh hale gelecektir. Nasıl tek çeşitten aşure aşı olmazsa tek yönlü bilgiden de insanlık şuuru oluşturulamaz. Bundan dolayı ihtisaslaşmanın sarmalına düşmeden parça bilgileri bütünlemek gerekir.

Bu ilke tüm ilimlerde olduğu gibi İslami ilimlerde de geçerlidir. Günümüz ilahiyat çalışmalarında tefsir, hadis, fıkıh, din sosyolojisi, din psikolojisi vb. alanlarda yapılan ayrı çalışmalar, esasen bir noktaya dönük çalışmalar olması gerekir. Bu ihtisas havuzcuklarında biriken bilginin ana havuza aktarılması şeklinde bir konsersus şeklinde olabilir.    




0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi