Ödevin değerlendirilmesi için ödevin baş tarafına ad soyad, öğrenci no, bölüm adı ve şube yazılmalıdır. Aksi halde ödev değerlendirme dışı kalacaktır.
Esbab-ı Nüzul I 1. Ödev: Bilginin Bütünlüğü hakkında yazınız.
Hedef tarih: 20 Ekim 2014 Pazartesi
İslâm Kültür Atlası ( İsmâil Râci el Farukî-Luis Lâmia Farukî, Çev. Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınevi, İstanbul 1991) ve İslâm ve İlim (Seyyid Hüseyin Nasr, Çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul 1989)’den “bilginin bütünlüğü”ne muvafık gelen bahisleri okuyunuz. Mütalaanızın sonucunu dersteki müzakere muvacehesinde yazınız. Okuduğunuz bahisleri bibliyografik künye ile işaret ediniz.
Adı
ve Soyadı : Hüseyin DURAKOĞLU
(Doktora Öğrencisi)
Dönemi
: 2014-2015
Öğrenci
No : 14922714
Konu : Bilginin Bütünlüğü
İnsanın
duyu organları vasıtaları ile elde ettiği sonuçlar olarak[1] felsefe bilgiyi
tanımlarken İslam akaidi Allah vahiy yolu ile doğrudan doğruya peygamberler
aracılığı ile gönderdiği, içinde zan
ihtimali bulunmayan şeyleri de ilmin kapsamı içine almışlardır. İslami
terminolojinde "bilgi" kelimesinin karşılığı olarak ilim terimi
kullanılmıştır.
Bu sebepten dolayıdır ki İslâm akaidine
göre insanın ilim elde etmesinin yolları üçtür. Bunlar havass-ı Selime,
(Duyular) akl-ı selim ve haber-i sadıktır.
(vahiy ve mütevatir haberler)
Bilgi
bütünlüğü ise bir konuyu anlamak ve anlamlandırmak için konuyla ilgili bilgiler bütünüdür. Bu bilgiler
o konu hakkında araştırmacının çağdaşları tarafından ortaya konan yeni bilgileri
kapsadığı gibi daha önce ortaya konmuş bilgileri de içine almaktadır.
Günümüzde
ilmi bir araştırma ortaya koymak ve tutarlı bir sonuca ulaşabilmek için, o
mevzuda, daha önce yapılmış çalışmaları araştırmak, tarihi süreç içerisinde
insanlığın ortaya koymuş olduğu mirası değerlendirmek hayati önem arz
etmektedir. Böyle bir metot takip edildiği sürece yapılan araştırmada bütünlüğe
ve tutarlılığa ulaşılmaktadır. Aksi takdirde zan ve tahminlerden elde edilen
düşünceler nazariye olarak kabul edilecektir.
İslam
dinin ana kaynağı Kuran her ne kadar
Miladi 610 yılında nazil olmaya başlamış olsa da muhtevası açısından
insanlığın başlangıcından itibaren, onların hidayeti için gönderilen diğer ilahi
dinlerden, peygamberden ve kavimlerden bahsetmektedir. Kuran, Hz. Adem’den
itibaren insanlık tarihinin kısa bir özeteni yapmakta ve geçmiş kavimlerin
kendilerine gönderilen hidayete yani vahye karşı ortaya koymuş oldukları
tavırları açıklamaktadır. Allah Kuran’da ilk muhataplarına ve daha sonraki insanlara
bu vahiy sadece size gönderilen sizden öncekilerin karşılaşmadığı başlangıcı,
tarihi olmayan bir kitap değil, insanlığın bütünüyle ilgili ortak bir olgu
olduğunu anlatmaktadır. Böylece Kuran kendinden önce gönderilen kutsal
kitapların bir özetini yapmak[2] suretiyle
ihtiva ettiği bilginin bütünlüğünü de ortaya koymakta biz muhataplarına dolaylı
yoldan bilginin bütünlüğüne işaret etmektedir.
Kuran’ın
muhatabı olan bizler Kuran’ın tefsiri ile ilgilenirken bilginin bütünlüğü Kuran’ın
doğru anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Kuran üzerine araştırma yapan
bir insan ele aldığı bir konuyu incelerken bütüncül bir anlayışla
değerlendirmesi gerekmektedir. Kuran naslarının bütünlüğü konusu müfessir ve
araştırmacıların görmezden gelemeyecekleri bir konudur. Zira Kuran dikkatle
incelendiği zaman görülecektir ki onu oluşturan parçalar en küçüğünden en
büyüğüne kadar birbiri ile bağlantılı bir yapı oluşturmaktadır. Bir başka ifade
ile Kuran’ın parçaları yerine göre birbirini tamamlayan yerine göre birbirini
açıklayan nitelikleriyle ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır. Bundan dolayı
eş-Şatıbi Kuran’ın bütünlüğü bağlamından hareketle sözgelimi namazın farziyetini sadece ‘namaz
kılınız’ şeklindeki ilahi emirlerden değil namazla ilgili Kuran’da yer alan
bütün delillerden çıkarmaktadır[3].
Bilindiği
gibi Kuran metni bir bütündür. Bu bütünlükten kasdedilen iki kapak arasındaki
nasların cümle bütünlüğü, bilgi olarak bütünlüğü, parçaların birbirini
tamamlaması ve birbiribi açıklaması anlamındaki bütünlüğüdür. Bu bütünlüğü
oluşturan üç çerçeve vardır. Birincisi ayet çerçevesi, ikincisi siyak-sibak
çerçevesi, üçüncüsü de Kuran’ın bütünlüğü çerçevesidir. Buna göre Kuranın
herhangi bir konuda dünya görüşü göz önünde tutularak konu ile ilgili bütün
ayetler o çerçeve içerisinde ele alınmalıdır[4].
Anlamaya çalışılan konu anlatılan bütünlük dikkate alınmadan araştırıldığı
zaman çoğu kez yanlış anlamalara düşülmesi kaçınılmaz olacaktır. Ayrıca
anlamaya çalışılan konu hakkındaki ayetleri nüzül sırasına dikkat edilmesi ve
nerde ne zaman hangi olay sebebiyle indiği yani sebebi nüzülün araştırılması da
Kuranın tefsirinde bilgi bütünlüğü kapsamında değerlendirilebilir. Kısaca
Kuran’ın anlaşılmasına olumlu katkı sağlayacak bütün unsurların bir araya
getirilmesi metodu bilgi bütünlüğünü ifade etmektedir.
Diğer
taraftan Kur’an-ı Kerim, 610 ila 632 yıllarında inmiş olan ilahi bir Kitap’tır.
Yirmi üç senelik bir süreç içerisinde tedricen indirilen kuran vahyi muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçları, muhataplarının
algı seviyeleri, sosyal durumları farklı farklı insanlardan oluşmaktaydı. Hz.
Peygamber bir taraftan kendisine vahyedilen Kuran’ın bölümlerini muhataplara
okuyor diğer taraftan manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu.
Gerçi her ne kadar ilk muhatapların ana dilleri Arapça olsa da yine de onun bir
kısım müteşabih bazı lafızlarını anlamada sıkıntı çekiyorlardı. Dolayısıyla Hz. Peygamber muhataplarının
bilgi düzeyinin farklılığından kaynaklanan yanlış anlamaların önüne geçiyor, diğer
taraftan insanların anlayamadıkları ayetlerin manalarını açıklıyordu[5]. Böylece
Kuran’ın ilk muhataplarınca doğru anlaşılması sağlanmıştır.
Kuran’ın
indiği dönemdeki muhatap sahabe topluluğu Hz. Peygamberin rehberliğinde vahyin
değerleri ile eğitilerek islamı şahsi ve sosyal hayatlarında doğru tatbik etme imkanına sahip
olmuşlardır. Daha sonra sahabeler Hz.
Peygamberden ve Kuran’dan öğrendiklerini bir sonraki tabiun nesline intikal
ettirmişler ve Kuran hakkında öğrendikleri ve anladıkları bilgileri kendinden
sonraki insanları ulaştırmışlardır. Zamanla
İslamı’n farklı coğrafyalara yayılması ve farklı kültür havzaları ile karşılaşması
sonucu Kuran muhatap olduğu topluluklara vahyin değerlerini aktarırken insanlar
Kuran’ı kendi kültür ve anlayışlarına göre anlamışlar günümüze karar farklı
tefsir metotları ve çeşitleri ortaya çıkmıştır. Rivayet, dirayet ve işari
tersir ekolleri gibi. Dolayısıyla Kuran tefsiri nesilden nesile karşılıklı
etkileşim ile bizlere karan gelmiştir. Bu bilgiler hicri ilk asırda genel
olarak sözlü olarak aktarılsa da hicri ikinci asırdan itibaren tedvin edilerek günümüzdeki
İslam literatürünü oluşturmuştur.
Bununla
beraber Kur’an, indiği dönemdeki insanların kullandığı
dilde nazil olmakla beraber Arapça sözcüklere daha önce taşımadıkları yeni
anlamlar yüklemiştir. Nazil olduğu dönemden
günümüze kadar Arap dili sürekli bir değişim içinde olmuştur.
Kuran
tefsir edilirken bilginin bütünlüğünün ifade ettiği diğer bir anlam ise,yukarda
anlatılan tarihi süreçte ortaya konan tefsir literatürü araştırılarak ve dikkate
alınarak Tefsir çalışmalarının yapılmasıdır. Yani kuran yorumcusunun Kuran’ı
doğru anlayıp anlamlandırması indiği dönemden günümeze kadar yapılmış
çalışmaları incelemesi ilk muhatapların anladığı manaya ulaşması, yapılan
çalışmaları araştırmasına bağlıdır. Yorumcu bu çalışma esnasında tarih
içerisinde ayetlere Hz. Peygamber efendimizden ve sahabi neslinden itibaren
müfessirlerin yapmış olduğu tefsirlerin, yorumların hangilerinin tarihi ve
dönemsel ve yerel olduğunu ve hangilerinin evrensel ve tutarlı olduğunu tespit
etme fırsatını elde etmiş olacaktır.
Sonuç
olarak tefsir ilminde bilgi bütünlüğü, Kuran’ı doğru bir şekilde anlayıp
yorumlayabilmek noktasından dikkate alınması gereken bir gerekliliktir. Bu
bütünlüğün bir yatay boyutu birde dikey boyutu vardır. Yatay boyutu Kuran’ın
nazil olduğu 23 yıllık vahiy süreçini, esbabı nüzül ve konu ile ilgili Kuran
ayetlerinin tamamını dikkate alınması ifade etmektedir. Dikey boyutu ise
Kuran’ın nazil olduğu zamandan günümüze kadar nesilden nesile Kuran’ı anlama
gayretlerinin sonucu olarak ortaya konan tefsir literatürünün dikkate
alınmasını ifade etmektedir.
[1]
Taylan, Necip, Anahatlarıyla İslam Felsefesi,s.28.
[2]
Nisa 5/163; Şura 42/13.
[3]
Demirci, Muhsin, Konulu tefsire Giriş, s.132.
[4]
Demirci, Muhsin, Konulu tefsire Giriş, s.132.
[5]
Demirci, Muhsin, Tefsir Tarihi, s.55.
Esbab-ı Nüzul I 1. Ödev: Bilginin Bütünlüğü
ANSerinsu 12345678 Doktora
Esbab-ı Nüzul I 1. Ödev: Bilginin Bütünlüğü
ANSerinsu 12345678 Doktora
Denemedir.
TURHAN YOLDAŞ
DOKTORA
ÖĞRENCİ NO: 14922720
2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
BİLGİNİ BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi bitünlüğü: bir konuyu anlamlandırırken, lazım olan bilgi şumuludur. Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.
Müslüman kişi, önce iman sonra amel için yeteri derecede bilgi donanıma sahip olmayı gerektirdiği malumdur. Bilimsel çalışmalarda kişi herhangi bir alanda çalışma yaparken veya ilim elde etmeye çalışırken çalışmasında, bütüncül bilgi, kişiyi hataya düşmekten korur.
İslama bağlı gerek Kur'an, sünnet ve icma gibi asli ilimler olsun gerek gramer, edebiyat gibi feri veya tamamlayıcı diğer ilimler olsun, bütün ilimlerin güzergahında ilmin tanımı yapılırken bütüncül bilgi kişiyi hata yapmamaya ve hata yapmaktan korur.
İlim, insanın vahiy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, ahiret yolunu dost doğru gösteren bilgiler bütünüdür.
İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır: a- Nakli ilimler; Kur'an ve Sünete dayanan ilimlerdir. b- Akli ilimler, Müsbet ilimlerdir.
Burada onemle üzerine durmamız gereken Kur'an ve sünnete dayanan ilimlerdir. Kur'an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyarlı ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hyatın gayesi, Allah'ı bilmek, O'na inanmak ve O'na ibadet etmektir. O'nu bilmek ve O'nu tanımak bilgilerin en üstünü ve en yücesidir. İnsan ancak bilgi vasıtasıyla Allah'a giden yolu bilir ve çevresini tanır.
Kur'an 14 asır evvel 23 sene zarfında Hz. Peygamber (a.s)a ilahi kelem olarak vahiy edilmiştir. Vahiy Hz. Peygambere yönetilen ssorulara veya sadır olan olan olaylara binaen dönemin meselelerine çözüm ve cevap vermek üzere Alah Teala tarafından elçisi Hz. Cebrail vasıtasıyla Sevgili kulu Hz. Muhammed'e (a.s) nazil olmuştur, bu da esbab-ı Nüzul ilmine neden olmuştur. Kur'an indiği dömemdeki insanlara ve sonra dünyaya gelen insanlara ta kıyamete kadar bütün nesillere ışık ve rehber olacak.
Hz. Peygamber (a.s) döneminde Kur'an nazil olurken Hz. Peygamber (a.s) Kur'an'ın daha iyi anlaşılabilmesi için tefsir ve te'vilde bulunmuştur. Doha sonradaki dönemlerde birtakım farklılaşma ve gelişmeler oldu, bunun üzerine Fıkhi, Kelami ve itikadi mezheplerler ortaya çıktı. Bununun neticesinde Tefsir,Fıkıh, Hdis ve Kelam gibi ilimler doğdu. Bunlarla beraber esbab-ı Nüzul, nasih-mensuh, siyak-sibak gibi disiplinlerde ortaya çıktı. bu ilim disiplinler başta içiçediler, daha sonra yani hicri ikinci asırdan itibaran bu disiplinler birbirinden bağımsısız olarak birer disiplin haline geldiler.
Burada anlaşıldığı gibi İslam bilgi bütünlüğünün ehemmiyeti ortaya çıkıyor. Arap dilinin anlaşılması, İslami ilimlerin Anlaşılması ve nakli ilimler sonraki dönemlere ehemmiyet arz eder.
Netice itibarıyla Hz. Peygamber (a.s) dönemi olsun veya sonraki dömenler olsun Kur'an-ı ve sünneti anlamak, onlara göre yaşamak ve sonraki nesiilere aktarmak çok önemlidir. Bir müslüman da bütüncül bir bilgiye sahip olmalıdır. özelikle kalp ve vicdanı aydınlatan dini ilimler sözkonusu olduğunda bu manadaki bütüncül bilgi bakışı ve bilin daha da önem arz etmektedir. zira dini ilimlerde bütünlük hakikatten doğar.
Selam ve saygılarımla.
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
KERİM ENDEZ
BİRLEŞİK DOKTORA/14952705
ÖĞRENCİ ADI
SOYADI :KERİM ENDEZ
BÖLÜMÜ :BİRLEŞİK
DOKTORA
DÖNEM :2014/2015
ÖĞRENCİ NO :14952705
KONU :BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ
Bilginin sözlük manası ‘öğrenme,
araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen malumat’(1)demektir. İslam âlimlerinin
çoğunluğuna göre ise bilgi:”Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “Mâlum olanın,
olduğu hâl üzere bilinmesidir.”
Bilginin
bütünlüğü ise, bir konuyu anlamak ve anlamlandırmak için lazım olan
metaryallerin tamamı demektir. Bu metaryaller,ortaya konulmuş olan yeni
bilgileri kapsadığı gibi,daha önce ortaya konmuş olan bilgileri de
kapsamaktadir.
Bütün
ilimlerde olduğu gibi,tefsir alanında da ilmi bir araştırma ortaya koyabilmek; o
alanda yapılan çalışmaları araştırmak,Kur’ân’ın
înzal edilmesinden günümüze kadar geçen tarihi süreç içerisinde,ortaya
konulmuş olan mirası,bütüncül bir anlayışla değerlendirmekle mümkündür.Aksi
takdirde yapılan çalışma ,zan ve tahminlerden elde edilmiş nazariye
olmaktan,başka bir anlam ifade etmeyecektir.Ayrıca meseleyi bütüncül bir yaklaşımla
ele almak,bilgiyi elde ederken yanlış anlamlardan ve değerlendirmelerden
kurtulmamıza büyük katkı sağlayacaktır.
Yüce kitabımız Kur’ân’ı bütüncül
olarak değerlendirebilmek için,asr-ı saadetten günümüze kadar geçen zaman
dilimini ele almak durumundayız.Asr-ı saadette Hz. Peygamber’in,bir taraftan
kendisine vahyedilen Kur’ân bölümlerini muhataplarına okuduğunu,diğer taraftan
manası anlaşılamayan hususları açıklayarak tebliğ ettiğini görmekteyiz.(2)Gerçi
her ne kadar ilk muhataplar,ana dilleri Arapça olduğu için kur’an’ı genel
çerçeve itibarıyla anlama imkanına sahip iseler de,yine de onun bir kısım
mütaşabih lafızlarını ve bazı ayrıntıları anlamakta sıkıntı
çekiyorlardı.Peygamber(s.a.v.)’de bazı vesileler ile hem onlara anlayamadıkları
ayetlerin manalarını açıklıyor,hem de ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini
göstererek onlara rehberlik ediyordu.dolayısıyla yüce kitabımız kur’an hem
tefsiri hem de uygulanması yönünden en güzel şekilde ashaba aktarılıyordu.
Hem Kur’an’ın bütüncül bir
yaklaşımla ele alınması bağlamında hem de sünnetin bu konuda ki önemine işaret
olması için şu misallere yer vermek yerinde olsa gerektir.
”(Yahudiler
ve hristiyanlar)Allah’ı bırakarak kendi hahamlarını ve papazlarını rehber
edindiler.”(3)ayetini Peygamber (s.a.v.)”Yahudi ve hristiyanlar kendi din
bilginlerinin helal saydığı şeyi helal,haram saydığı şeyleri haram
saydılar.”şeklinde tefsir ve beyan etmiştir.
Yine
Peygamber(s.a.v.)”O gün (yer) bütün haberlerini anlatacaktır.”(4)ayetini “onun
haberleri,sırtında taşıdığı her erkek ve kadın hakkında o falan gün falan şeyi
yaptı diyerek şahitlik etmesidir.”şeklinde tefsir etmiştir.
Rasülüllah (s.a.v.)ayetleri gelişi
güzel tefsir etmiyor,bu tefsiri belli bir usul çerçevesinde yapıyordu.bunlar da
mücmelin teybini,mübhemin tevziihi,mutlakın takyidi ve müşkilin te’lifi
şeklindeydi.mesela rasülüllah(s.a.v.)”Haklı olmadıkça Allahın haram kıldığı
cana kıymayın”(5)ayetini”Allahtan başka tanrı olmadığına ve benim Allahın
rasülü olduğuma iman eden hiçbir müslümanın kanı helal olmaz.ancak 3 şeyden birini
yaparsa(helal olur.)adam öldürmek,evli iken zina etmek,ve dinden
çıkıp,Müslümanlardan ayrılmak.(6)yine
peygamber(s.a.v.)”Namazlara(özellikle)orta namaza devam edin.”(7)ayetindeki
(orta namaz)ifadesini”Orta namaz ikindi namazıdır.”(8)şeklinde tefsir etmiştir.
Hangi alanda
olursa olsun bilgi bütünlüğünü sağlamak iki şekilde mümkündür.birincisi kişinin
çalıştığı alanla ilgili olan diğer alanlarda da yeteri kadar donanıma sahip
olmasıdır.meşkalelerin olabildiğince çoğaldığı,bir ilmi sahada ihtisaslaşmanın
birçok alanda bilgi birikimi zaruri hale getirdiği günümüzde bu bütünlüğü
yakalamak çok zordur.ikincisi ise birden fazla kişinin kolektif olarak
çalışmasıdır.günümüzde bu bütünlüğü sağlamak için kolektif çalışmaktan başka
çıkar yol olmasa gerektir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz
ki:tefsir alanında çalışma yapmak isteyen bir kimse meseleye bütüncül bir
yaklaşımla yaklaşmak zorundadır.bu bütüncül yaklaşımın ilk ayağında da hiç
şüphesiz hadis ve sünnet gelmektedir.zira kur’an ile sünnet adeta et ile tırnak
gibidir.dolayısıyla sünnet olmadan kur’an’ı,kur’an olmadan da sünneti anlamak
imkansız gibidir.bütüncül yaklaşımın ikinci ayağında ise,başta ashab-ı
kiram,tabiuun,ve tebei tabiin’den olmak üzere,günümüze kadar gelmiş olan büyük
tefsir mirasını incelemek yer almaktadır.daha öz bir ifade ile: bu bütüncül
yaklaşımın bir yatay,bir de dikey boyutu vardır.yatay boyutu;23 yıllık vahiy
sürecini,esbab-ı nuzül ve konu ile ilgili ayetlerin tamamını dikkate
almaktır.dikey boyutu ise,Kur’ân’ın nazil olmasından günümüze kadar,nesilden
nesile Kur’ânı anlama ğayretlerinin sonucu olarak ortaya konan Tefsir
litaratürünü dikkate almaktır.
Selam ve saygılarımla..
MEHMET VEYSİ ÖZLÜK
ÖRENCİ NO: 13952753
BİRLEŞİK DOKTORA
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi, sözlük manası itibariyle öğrenme, araştırma veya
gözlem yolu ile elde edilen malumat demektir. İnsanı
diğer canlılardan ayıran en belirgin özellik; onun bilgiyi elde etme arzusudur.
Bu arzusunu elde etmek için kaynaklar söz konusu edildiğinde de öteden beri
klasik kaynaklarımız üç başlığa vurgu yapmaktadır:
1. Havass-ı Selime (Duyular)
2. Akl-ı Selim
3. Haber-i Sadık (Vahiy ve mütevatir haberler)
Bu üç kaynağın
yanında keşif, ilham ve rüyanın bilgi kaynağı olup olamayacağı tartışıla
gelmiştir.
Bütünlük ise; parçaları birbirine eksiksiz bağlı olan
birliği dile getirir. Alman düşünürü Kant da bütünlüğü düşüncenin ana
kavramlarından saymış ve teklikle çokluğun birleşimi olarak tanımlamıştır. Bir
misalle açıklamak gerekirse; evren, parçaları çeşitli biçimlerle birbirine
bağlı bir bütündür. Örneğin bir elma, elma ağacının değil, bütün bir doğanın
ürünüdür…
Bilgi bütünlüğü de; bir konuyu anlamlandırırken, lazım olan
bilgi şümulüdür. Ayrıca “bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında
içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur” şeklinde
tarif edilebilir.
Bütüncül ve kapsamlı
bilgi, yanlış anlamalardan ve değerlendirmelerden uzak kalmamıza yardımcı olur.
Konulara bütüncül yaklaşmak, onları doğru anlamak için son derece önemlidir.
Bir konuda yeterli ve doğru bilgi sahibi olabilmek için, o konuyu bir bütün
olarak ele almak gerekir. Bilginin bütünlüğü dini konularda daha da önemlidir.
Sözgelimi bir konu hakkında dinin ne dediğini anlayabilmek için, o konudaki
ayet ve hadisleri, onlara getirilen yorumları bir bütün olarak anlamak gerekir.
Ancak bunlar, o konunun sadece “ağaç”
kısmıdır. Daha yeterli ve doğru bilgi için o ayetlerin nüzul ortamına gidilmeli
ve vahiy anı adeta tekrar yaşanmalıdır.
Müslümanlar için
bilgi kaynaklarının başında gelen vahyi (Kuran-ı Kerim), doğru bir şekilde anlamak ve aktarmak da bilgi
bütünlüğünü gerektirir. İlk dönem alimlerimiz bunun farkında olduklarından
bütün İslami ilimlerde uzmanlaşmışlardı. Mesela İmam Suyuti’nin tefsir, hadis, fıkıh, sarf, nahiv, ulumu’l kuran
ve diğer dini ilimlerde nitelikli ve hacimli eserler vermesi, selef
alimlerimizin bütüncül bilgiye önem verdiklerini bize göstermektedir. Buna göre
Kuran’ın doğru anlaşılması fıkıh, hadis, kelam, sarf, nahiv, belagat,
islâm tarihi, mezhepler tarihi, arap dili ve belagati gibi ilimlerin
bilinmesini gerekli kılmaktadır.
Kur’an’ı doğru
bir şekilde anlamak isteyen kişinin başvurması gereken ilimlerden birisi de “Sebeb-i Nüzûl”dür. Ayetlerin iniş
sebeplerini ve ortamını ifade eden bu bilgiler
ayetlerin hangi durumlara binaen, kimleri muhatap alarak nâzil
olduğunu anlatır. Bu da ayetlerin arka planı hakkında ipuçları
demektir ki; ayetleri bu doku içinde görmek, onları anlamamızı
kolaylaştırır. Bununla birlikte, bunlar vahyi doğru anlamak için yeterli tarihi
malzemeler değildirler. Buna ek olarak Kur'an çalışmaları için geliştirilen
ilim dallarından biri de “İlmu’l-Mekki ve’l-Medeni”dir. Netice itibariyle vahyin
geliş şartlarına benzer olarak, vahiy mahallinin bilinmesi de gereklidir.[1]
Kur'an'ın doğru bir
şekilde algılanmasında önemli olan bir diğer husus da Allah Rasulü'nün
açıklamalarıdır. Mesela,”salat-ı vusta”
ve “seb’ul mesani” gibi
medlulleri açıklanamayan tabirlerin, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beyanı olmaksızın anlaşılması zor, belki
de imkansızdır. Aynı şekilde ibadetlerin nasıl yapılacağı, sosyal
münasebetlerle ilgili Kur’an’ın
öngördüğü düzenlemelerin nasıl gerçekleşirileceği gibi konularda da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in açıklamaları
bağlayıcıdır.[2]
Bir başka dikkat edilmesi gereken nokta da kıraat farklılıklarıdır. Nitekim
Kıraat
lmamları tarafından tesbit edilen mütevatir kıraatler; imale, teshil, tahkik,
idğam ve med gibi kelimelerin sadece telaffuzuna yönelik bazı farklılıklar
gösterdiği gibi; harf ve hareke farklılığı olanları da vardır. Kelimelerin
sadece telaffuzuna yönelik olanlar, mahalli şive ve ses aksanları ile ilgilidir
ki, kelime aynı kelimedir. Fakat harf ve hareke farklılığı bulunan kıraatler,
kelimelerin farklı bir anlam kazanmasına sebep olur. Ancak kesinlikle ayetlerde
bir çarpıklık ve tezat teşkil etmez. Aksine her bir kıraat, ayete değişik
açılardan bakılmasını sağlamakta ve mana zenginliği kazandırmaktadır. Hal böyle
olunca, her devirde yetişen müfessirler bu kıraatler ışığında ayetlere yeni
açıklama ve yeni yorumlar getirmişlerdir. Nitekim Taberi, Keşşaf, Kurtubi,
Razi, İbn Kesir gibi çeşitli devirlerin tefsir otoritesi olan Müfessirler,
tefsirlerinde kıraat farklılıkları üzerinde de durmuşlar ve bunlar ışığında
birbirinden güzel manalar vermişlerdir. Güpümüz müfessirleri de bu kıraat
farklılıklarını gözardı edemezler; etmemelidirler.[3]
Şu halde Kur’an’ı anlama sürecinde, bu ilimlerden herhangi birini dışarıda tutmak mümkün olmadığı gibi, bu ilimlerden herhangi biriyle iştigal eden birisinin, ne kadar derinleşirse derinleşsin ötekilerini ihmal ederek doğru sonuçlara varması düşünülemez.
[1]Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çev: M.Okan Kibaroğlu,Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yay.
[2] Demirci,Muhsin, Tefsir Usulü, İFAV, İstanbul 2013
[3] Tuğral, Rahim, Farklı Kıraatların Tefsirdeki Yeri, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1992, sayı: 7, s. 269-281
Adı ve Soyadı: MUSTAFA GÜVENÇ
Öğrenci No: 13952751 (BİRLEŞİK DOKTORA)
Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
Konu: BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
İslâmî terminolojide genel olarak el-ilm ve el-ma‘rife terimleriyle ifade
edilen bilgi daha ziyade bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki,
yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak
anlaşılmıştır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin
mâlumat kelimesiyle de karşılandığı görülür. Bilenin, yöneldiği konuyu bütün
yönleri ve alanlarıyla kuşatıp anlamasına ihata, onu tam olarak kavramasına
vukuf, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına da rüsuh denilmektedir. Bilgide
kesinliği ifade etmek üzere kullanılan yakīn terimine karşılık zan, şek
(şüphe-reyb), vehim gibi terimler de bilgide kesinliğe yaklaşılan veya
uzaklaşılan durumları ifade etmek üzere kullanılır. Bilginin tam zıddı olan
bilgisizlik ise cehl kelimesiyle ifade edilir.[1]
İlim, insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerinden
biri olmanın yanında bireyin hemcinslerinin arasından temayüz etmesine vesile olan
bir alamettir. Yüce Allah bu gerçeğe dikkat çekerek “Hiç bilenlerle bilmeyenler
bir olur mu?”[2]
demişitir. Hz. Peygamber efendimiz de ilim ve bilginin Müslüman şahsiyetin
ayrılmaz bir parçası olması gerektiğini “Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik
malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir”[3] ifadesiyle
belirtmiştir.
İslam dini vahiy merkezli bir din olduğu için İslami ilimlerin mihverini
vayih oluşturmaktadır. Daha sonraki ihtiyaç ve gereksinimlere binaen ortaya
çıkan ilimler ise suya atılan taşın düştüğü yerden etrafa yayılan daireler
misali bu merkezden sudur etmektedir. İslam vahyinin de, kendisinden hem ilim
hem de ameli prensiplerinin çıkarıldığı asli tecellisi Kur’an-ı Kerim’dir; buna
Hz. Rasül’ün Allah’ın kitabındaki talimatın tefsir ve şerhi demek olan Hadis’i
de eklemek gerekmektedir. İşte bu ikisi İslami olan her şeyin ana kaynağıdır. Daha
özel planda bu kaynaklar ilimlerin ortaya konup gelişmesinde çifte bir rol
oynamıştır.[4]
Tabi ki bu çiftelik özde aynı şeyi temsil etmektedir.
İlmin en büyük teşvikçisi olan İslam Dini, müntesiplerini
akıllarını kullanmaya yönlendirmiş, bilgi ile donanmalarını ve çağın gerektirdiği
ilmi ihtiyaçları yerine getirmelerini istemiştir. İşte bu doğrultuda Müslümanlar,
Allah’ın muradını anlama gayesiyle ilmi faaliyetlerde bulunmuşlar ve ilmin
gelişmesine katkı sağlamışlarıdır. Bunun neticesinde öz aynı olmakla beraber bu
özün etrafında çeşitli ilimlerin oluşmasına katkı sağlamışlardır. bu süreçten
sonra İslami ilimler teşekkül etmiştir. Bunun yanında İslam’ın birleştirici
perspektifi çeşitli bilgi şekillerinin birbirinden bağımsız olarak gelişmesine
asla izin vermemektedir. Buna mukabil, bünyesinde maddi cevherin bilgisinden en
yüksek seviyedeki metafiziğe kadar her türlü bilginin bizzat hakikatin yapısını
yansıtacak şekilde birbiriyle organik olarak ilişkide olduğu bir bilgi
hiyerarşisi daima olmuştur.[5]
Bu şekilde ortaya çıkan İslami İlimlerin sürekli gelişmesiyle yeni
ilim şekil ve dalları meydana geldi. Aynı zamanda İslam öncesi medeniyetlerden
tevarüs edilen ilimler daha sonra İslamileştirilerek İslami bilgi
hiyerarşisiyle bütünleştirilmiştir.[6]
İslami ilimlerin hepsinde İslam’ın ve onun temel kaynaklarının ruhu
vardır. Bu sebeple İslam’ı anlamaksızın İslami İlimleri anlamak mümkün
değildir. Çünkü bu ilimleri İslami bir evren içinde nefes alan Müslümanlar belli
bir form içinde ortaya koymuşlardır.[7] Bu
sebeple İslamî ilimlerinden hangisini ele alırsak alalım bu noktada bir
bütünlüğün göze çarptığı görülmektedir.
İslami bilgilerin sahip olduğu bu özellik sebebiyle Müslüman
bütüncül bir bilgi birikime sahip olmalıdır. Özellikle kalp ve vicdanı
aydınlatan dini ilimler söz konusu olduğunda bu manadaki bütüncül bakış açısı
ve bilinç daha da önem arz etmektedir. Müslüman kişi sahip olduğu bu
bilgiyi işleme, hayata geçirme noktasında da gayret sarf etmeli ve çağın
ihtiyaçlarını geleneğimizden gelen bu bilgi bütünlüğü çerçevesinde sağlam bilgi
ile gidermeye çalışmalıdır.
[1] Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt: 6, sayfa: 157-161
[2] Zümer 39/9
[3] Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17
[4] Seyyid Hüseyin Nasr, İslam ve İlim, İstanbul 1989, sy 5
[5] Seyyid Hüseyin Nasr, Age, sy 4
[6] Seyyid Hüseyin Nasr, Age, sy 14
[7] Seyyid Hüseyin Nasr, Age, sy 3
Adı ve Soyadı: Habib BAYGIN
Öğrenci No: 14952703 (B.DOKTORA)
Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
Konu: Bilgiinin Bütünlüğü
Bilimsel çalışmalarda kişi her hangi bir alanda çalışma yaparken çalışmasından bütüncül bir sonucun ortaya çıkması ve iyi meyve vermesi, "Bilgi Bütünlüğü"ne bağlıdır. Çalışmasına bütüncül bir bakışla giriş yapabilmesi de buna bağlı olduğu gibi. Bu bütüncül açı, kişiyi ilim ederken ve işlerken hataya düşmekten korur. İslam dinine müteallik gerek Kur'an, Sünnet gibi asli ilimler olsun gerek gramer, edebiyat gibi fer'i veya tamamlayıcı diğer ilimlerde olsun, bütün ilimlerin girizgahlarında o ilmin tanımı yapılırken "hata Yapmama" veya "Kişiyi Hata Yapmaktan Koruma" şeklindeki gaye-ı illiye'ye vurgu yapıldığını görmekteyiz. Onun için özellikle İslam kültür tarihinde, kadim bir gelenek olan medrese ilimleri öğrenme hiyerarşisine henüz maddi ve suri ilel'ler aşamasında bile fail ile'sinde bu gaye-ı illiye'ye hassasiyetle uyulduğunu görmekteyiz. Bu şuur ve ideal "Alim" kavramıyla benzeşmektedir. Zira Alim olmak bir ilmi sahada ihtisaslaşırken o saha ile lüzumlu irtibatı olan ilimlerde de yeteri oranda bilgi birikimini gerektirir. Tabi ki, bu vasfın fikri, ahlaki, içtimai gibi mütemmim yanları da vardır. Kişiyi, ilmi sahasında bilgiyi işlerken, pratiğe yansıtırken hataya düşmekten korur. Bilgi bütünlüğüne misal, bir kişi tefsir alanında ihtisaslaşmaya dönük bir çalışma yaparken mesela gramer, tarih, belağat, hadis ve senet gibi ilimleri bilmelidir.
Bilgi: Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf. İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.
Kültür: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü. İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları inançlar ve adetler sistemidir
Bilgi Bütünlüğü: Bir konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım olan bilgi şümulüdür. Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.
Müslüman Kültürü: Tarihi seyir içerisinde İslam dininin Müslümanlara bıraktığı maddi ve manevi miras zenginliğidir. Bu zengin miras Müslüman olan bütün kavimlerin ortak eseridir. Müslüman kültürü ilmiyle, imanıyla ameliyle bir bütündür. Bu bütünlüğü ilim, irfan ve hikmet şeklinde formülize edenler de vardır.
Müslüman kültüründen ve pratik hayatından müşahhas bir misal vermek gerekirse; Müslüman'a yapılması farz olan bir şeyi, onu yerine getirebilmek için bilgi donanıma sahip olması üzerine farzdır. Farz olan namazı hakkıyla eda etmek için bu ibadetinin bütünlüğünü sağlayan erkan ve şartlarını bilmek ve yerine getirme de farzdır.
Kuran'ın muhatabı olan bizler Kuran'ın tefsiri ile ilgilenirken bilginin bütünlüğü Kuran'ın doğru anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Kuran üzerine araştırma yapan bir insan ele aldığı bir konuyu incelerken bütüncül bir anlayışla değerlendirmesi gerekmektedir. Kuran naslarının bütünlüğü konusu müfessir ve araştırmacıların görmezden gelemeyecekleri bir konudur. Zira Kuran dikkatle incelendiği zaman görülecektir ki onu oluşturan parçalar en küçüğünden en büyüğüne kadar birbiri ile bağlantılı bir yapı oluşturmaktadır. Bir başka ifade ile Kuran'ın parçaları yerine göre birbirini tamamlayan yerine göre birbirini açıklayan nitelikleriyle ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır. Bundan dolayı eş-Şatıbi Kuran'ın bütünlüğü bağlamından hareketle sözgelimi namazın farziyetini sadece ‘namaz kılınız' şeklindeki ilahi emirlerden değil namazla ilgili Kuran'da yer alan bütün delillerden çıkarmaktadır
Kuran tefsir edilirken bilginin bütünlüğünün ifade ettiği diğer bir anlam ise,yukarda anlatılan tarihi süreçte ortaya konan tefsir literatürü araştırılarak ve dikkate alınarak Tefsir çalışmalarının yapılmasıdır. Yani kuran yorumcusunun Kuran'ı doğru anlayıp anlamlandırması indiği dönemden günümeze kadar yapılmış çalışmaları incelemesi ilk muhatapların anladığı manaya ulaşması, yapılan çalışmaları araştırmasına bağlıdır. Yorumcu bu çalışma esnasında tarih içerisinde ayetlere Hz. Peygamber efendimizden ve sahabi neslinden itibaren müfessirlerin yapmış olduğu tefsirlerin, yorumların hangilerinin tarihi ve dönemsel ve yerel olduğunu ve hangilerinin evrensel ve tutarlı olduğunu tespit etme fırsatını elde etmiş olacaktır.
.
Sonuç olarak Müslüman ve İslami alanda ihtisas yapacak olan akademisyenlerin ve araştırmacıların bütüncül bir bilgi birikimine sahip olmaları gerekir. Çünkü İslami ilimlerin tamamı birbiriyle yakından ilişkilidir. Nitekim bütün İslami ilimlerin ana kaynağı Kuran ve ilahi muradın anlama ameliyesi olan Tefsir olunca Bilginin Bütünlüğü daha da önem kazanmaktadır. Zira diğer İslami ilimlerin tamamı ya kuranın anlaşılması için birer araç ya da Kuranı anlama tekniklerini öğretmeyi gaye edinmiş amaçlardır.
________________________________________
[1]Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çev: M.Okan Kibaroğlu,Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yay.
[2] Demirci,Muhsin, Tefsir Usulü, İFAV, İstanbul 2013
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ 06.11.2014
Adı ve
Soyadı: ALİ AKKUŞ
Öğrenci No:
14922706 ( DOKTORA)
Dönem:
2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
Konu: ESBAB-I NÜZUL I-1.ÖDEV
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜNE DAİR YAKLAŞIMLAR
Bilgi nedir?
Kaynakları nelerdir? Elde etme yöntemleri ve doğruluğunun ölçütleri nelerdir?
Bilginin amacı ve değeri nedir? Gibi sorular hem batı dünyası ve hem de doğu
dünyasının üzerinde uzunca bir süredir durdukları sorulardır. Özünde
cevaplanması çok zor olan bu sorular, insanoğlunun bilgi ve bilim macerasının
da seyrini belirlemiştir. Sorulara verilen cevaplara göre ekoller oluşmuş ve
bazen de ekollere göre sorulara cevaplar verilmiştir.
Batı
dünyasında daha çok genel felsefe ve özelde ise bilim felsefesinin uğraştığı bu
sorular, doğuda ve özellikle de İslam dünyasında kelam ve İslam felsefesinin
ilgi alanına girmiştir. Batı dünyasının bilgi serüveni sadece insan aklı ve
olanaklarına dayandığı için günümüze kadar ve halen de aynı şekilde
gelişmektedir. Bu durum batıda ilerlemeci bir bilgi anlayışının
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu açıdan bakılınca batıda bilgi geleceğe
yönelik olarak daha büyük oranda doğruya yaklaşmaktadır. Ancak, eski yunandan
başlatılan batı bilimi serüveni, bu gün ulaştığı noktaya göre öncesinden çok
daha fazla ve hatta insanı dehşete düşürecek oranlarda niceliksel artış
göstermiştir. Bu bilgi birikimi, bilginin doğal yapısından kaynaklanan
bir özelliğidir. Bu gün batı bilimi, binlerce dallara ayrılmış, her bir dal
kendi içinde yüzlerce şubelere ayrılmış ve bilimlerde ihtisaslaşma
dönemi başlamıştır. Bu ihtisaslaşma öyle oranlara varmıştır ki, bazen aynı
bilim dalındaki bilim adamlarının bile bir birini anlama olanağı kalmamıştır. Hâlbuki
batı bilimi eski Yunanlılar döneminde henüz ihtisas dallarına ayrışmamış bir
durumda ve bir bütünlük çerçevesinde işlemekteydi.
Deneysel ve doğa bilimleri genel doğa felsefesinin konuları içinde, sosyoloji,
psikoloji ve tarih gibi sosyal bilimler de insan felsefesinin içinde
değerlendirilmekteydiler. Ortaçağ ve yeniçağdaki gelişen bilgi birikimi batı
biliminde zengin bir malumat ortaya çıkarmıştır. İşte batı
biliminin ihtisaslaşarak, başlangıçtaki bütünlüğünü bozmasının temel sebebi
bilimsel bilginin zamanla birikerek zengin bir malumat haline dönüşmesidir.
Bunun sonucu olarak da her bilim kendi malumat alanında kendi yöntemleri ile
çalışmaya başlamıştır. Çeşitli uzmanlık dallarına ayrılmış batı bilimleri, bu
gün artık birleşme ve bütün halinde hareket etme imkânını kaçırmıştır. İşte bu
durum bilimlerin başlangıç ve kaynakları açısından
bütünlük oluşturup oluşturamayacağı sorununu ortaya çıkarmıştır. Gelinen bu son
nokta da batı bilimi, genel olarak, insan ve doğa bilimleri olmak üzere iki
bölüme ayrılmış ve bu iki biliminde hem metotları, hem konuları ve hem de alanları
birbirinden tamamen farklılaşmıştır. Her bilim artık kendi metodunun bağımsız
olduğunu ortay koymuştur ve kendi içindeki gelişmesini sürdürmektedir. Kısaca
söyleyecek olursak, başlangıçtaki kaynakları bakımından bir bütün
olarak ortaya çıkan batı bilimi, zengin malumatın oluşması sonucu
bir birinden ayrışarak bu bütünlüğünü kaybetmiş, yöntem, konu ve alan
bakımından kendi içinde ihtisaslaşarak tamamen bağımsızlığını
ilan etmiştir. Gelinen bu noktada ihtisaslaşan bilimlere baktığımızda, tekrar
bir geriye dönüşle bütünleşme imkânının kalmadığını söylemek pek yanlış olmaz.
Zaten bilimin, hep doğruya ve güzele doğru ilerlediğini söyleyen batı bilim
adamlarının böyle bir kaygısının da olmadığı görünmektedir.
Bakışımızı
doğuya ve özellikle İslam dünyasına çevirdiğimizde, temel farklılıklarına rağmen
benzer gelişmelerin olduğunu görebiliriz. Bu noktada en önemli fark, Müslüman
bilim adamlarının ortak ve değişmez bilgi kaynağı olan yüce kitabımız Kur’an-ı
Kerim’in bizzat kendisidir. Başlangıç noktasında, İslam bilimleri de doğuş
ve kaynakları bakımından aynı bütünlüğü doğal olarak yaşamıştır. Bu
bütünlüğün en temel kaynağı da hiç kuşkusuz Kur’an-ı Kerim idi. Bütün İslam
bilimleri Kur’an’ın verdiği sonsuz ve ilahi ilhamın birer parçası olarak zuhur
etmiş ve zaman içinde gelişerek kendi bağımsızlığına kavuşmuştur. İslami
ilimler eski yunan kadar çok eskilere gitmemektedir. Oluşum süreci vahyin
nüzulü ile başlamıştır. Nüzul dönemi bu nedenle bütün İslam bilimlerinin
oluştuğu ve Hz. Peygamberin (a.s.) uygulamaları ile de genel olarak
şekillendiği özellikli bir dönemdir. Bu dönemde bütün İslam bilimleri bir
bütünün parçası olarak meczolmuş bir şekilde ve belli bir karmaşıklık hali
içinde birlikte bulunmaktaydılar. Bu karmaşık yapı içinde bir veya birden çok
ilme rastlamak mümkündü. Bu bütüncül durumun adını daha özel bir biçimde
söyleyecek olursak, sünnet tabiri ile ifade edebiliriz. Bu
şekilde, İslam bilimleri sünnet içerisinde uyumlu ve çelişkisiz bir bütünlük
halinde birlikte işlemiş ve tarihin şahidi olduğu o büyük medeniyeti ortaya
çıkarmıştır. Tekrar vurgulayacak olursak, başlangıç aşamasında İslam
bilimlerinin bütüncül yapısı, öncelikle ve özellikle Kur’an’ın kendisindeki
bütüncüllük ve çelişkisizlik özelliği, ikinci olarak da vahyi aynıyla anlayıp
uygulayan peygamberin (a.s.) sünnetinin bütüncül ve kompleks yapısıdır. Bu
nedenledir ki daha sonraki Müslüman bilim adamları, sünnetin içinden birden
fazla ilim ve hüküm çıkarabilmişlerdir. Sahabeden hemen sonra gelen tabiin
döneminde yazılı bir hale dönüşen ve sünnetin tam bir aktarımını içeren hadisler
de aynı şekilde bu kompleks halini korumuş ve birden fazla ilmi ve
sünneti-hükmü ihtiva edebilmiştir. Bilimlerdeki bu bütünlük hali sahabe
döneminde, bütüncül bir dünya görüşünün oluşmasının zeminini de hazırlamıştır.
Sahabe-i kiram yaptıkları içtihat ve toplumsal düzenlemelerde zihinlerinde
bütüncül halde bulunan bu dünya görüşünün etkisi ile hareket etmişlerdir. İslam
bilimleri, sahabe (r.a.) döneminde de peygamber (a.s) döneminde olduğu gibi
bütüncül bir halde varlığını sürdürmüş, sadece yeni uygulamalarla kapsamını
genişletmiş ve geniş bir bilgi birikimi olarak tabiin dönemine aktarılmıştır.
Tabiin döneminde miras alınan bu bilgi birikimi, coğrafyanın genişlemesiyle
karşılaşılan diğer kültürler karşısında koruma altına alınmak için çok hızlı
bir şekilde yazıya aktarılmış, yapılan yeni içtihatlar ile de birikerek çok
geniş bir malumat haline gelmiştir. Tabiin döneminde oluşan
zengin malumat, diğer kültürlerin saldırılarına karşı cevap vermek için ustaca
kullanılmış ve aynı zamanda kendi içinde de kısmen ayrışarak ehl-i rey ve ehl-i
hadis gibi genel düzeyde ekolleri ortaya çıkarmıştır. Tabiin döneminin zengin
malumatı 2. Ve 3. Asırlara tedvin ve tasnif hareketleri ile yansımış ve
bu dönemlere damgasını vurmuştur. Tedvin hareketinin olgunlaşması ile 3. Asırda
İslam ilimleri bütün haldeki sünnetin/hadisin içinden ayrılmış ve kendi
metotlarını oluşturarak bağımsızlaşmışlardır. İşte bu nedenle, üçüncü asır
İslam ilimlerinin ayrışma ve ihtisaslaşma dönemi olarak tarihte
yerini almıştır. Gelinen bu aşama, gelişen ve zenginleşen bilgi malumatının
doğal bir sonucudur. Sonuç olarak, bu dönemde İslam ilimleri, kelam, tefsir,
hadis, fıkıh gibi temel ihtisas alanlarına ayrılmış ve tefsir alanında
rivayet-dirayet, diğer alanlarda da Eşari, Maturidi, Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli
gibi mezhep ve ekollere bölünerek ayrışma ve yöntemleşme aşamasını
tamamlamıştır.
Doğu/İslam
ve batı bilimlerini, başlangıç ve kaynakları açısından
değerlendirecek olursak, her iki bilim dünyasının benzer bir şekilde, belli bir
bütünün parçası olarak ortaya çıktığını, daha sonra gelişerek
zengin bir malumat haline geldiğini, bu malumatın ilerleyen
yıllarda daha da gelişerek bünyesindeki farklı bilimlere zemin hazırladığını ve
bu bilimlerinde zaman içerisinde başlangıçtaki bütünlükten ayrışarak, bağımsız
hale geldiğini ve sonuçta bilide ihtisaslaşma döneminin
başladığını rahatlıkla görebilmekteyiz. Ancak, her iki bilim alanına
baktığımızda çok temel farklılıkların da olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Öncelikle,
batı bilimleri bugün artık aynı bütünlüğü yakalama şansına fazlaca sahip
olmadığı gibi, ilerlemeci bilim anlayışının empoze ettiği bir kanı olarak, her
şeyin daha doğruya gittiği bir dünyada artık geriye dönmenin anlamı ve faydası
yoktur anlayışı ile sadece geleceğin planlarını yapmaktadır. Bu nedenle, batı
bilimleri geri dönülmez bir ayrışmanın çıkmazı ve bilinmezi içinde seyrine
devam etmektedir. Batının aksine olarak, İslam bilimleri her ne kadar kendi
içinde bütünden ayrılarak ihtisaslaşmış olsalar bile, halen içinden çıktıkları
bütünün bir parçası olmaya devam etmektedirler. Müslüman bilim adamları
ilerlemeci bir anlayışa sahip olmamakla birlikte, işin özü ve esası olarak,
bilimlerin geçmişine ve başlangıçtaki çıkış noktasına yani nüzul dönemine
yaklaştıkça daha doğru bir anlamanın ortaya çıkacağı konusunda
ittifak etmişlerdir. Doğruya yönelik seyir çizgisi, batı dünyasında ileriye
yönelik iken İslam dünyasında geriye yani başlangıca yönelik bir hareket tarzı
ortaya çıkarmıştır.
İslam bilim
dünyasındaki bu bütüncül anlayış, İslam bilimlerinin Hiyerarşik
yapısının önemli bir özelliği olarak da karşımıza çıkmaktadır. İslam bilimleri
kelamdan felsefe ve hadise kadar, her alanda kendi bünyesinde bu hiyerarşik
yapıyı bu güne kadar korumuştur. Öyle ki, bu yapı doğa bilimleri gibi deneysel
bilimler söz konusu olunca bile kendi varlığını korumuştur. Dolayısı ile İslam
bilimleri kendi malumatlarını geleceğe aktarma konusunda dahi
sahip olduğu bütünlük anlayışını kaybetmemiş ve gelecek nesle
aynısıyla aktarmayı başarmıştır. Daha sonra oluşan astronomi ve fizik gibi
deneysel doğa bilimlerinin İslam’ın temel dünya görüşüne dayanması bunun en
güzel ispatıdır. Hiyerarşi ilkesinin gereği olarak, Müslüman
bilim adamları, doğa bilimlerinin çatısı olarak öncelikle İslam metafizik
anlayışını kurmuşlar ve bunun altında doğa bilimlerini sıralamışlardır. Dolayısı
ile Müslüman bilim adamlarının doğa ve evren anlayışları da bütüncül İslam
bilim anlayışlarının doğal bir sonucu olmuş ve bu durum doğa bilimlerinde
oluşacak olan evren ve doğanın anlaşılmasındaki temel amaç ve hedefini de
oluşturmuştur. Dolayısı ile Müslüman bilim adamları, bilimlerin her dalında
yüce yaratıcının eserlerini ve ayetlerini anlama kaygısını gütmüşlerdir. Bu
açıdan bakılınca da İslam bilimlerinin temel amaç ve gayeleri
bakımından da bütüncül bir anlayış ve hedefe sahip
oldukları kolayca görülmektedir.
Dördüncü ve
son olarak İslam bilim anlayışındaki bütünlük sorununa bakılacak olursa, İslami
bilimlerin, ilerleyen zamanlarda her ne kadar bir birinden ayrışmış ve
ihtisaslaşmış olsalar da, bunun batı bilimlerinde olduğu gibi metot ve
hedef bakımından tam bir ayrılığın ifadesi olmadığı, aksine tek
ve bütüncül bir metodun sadece bir açılımı ve uzanımı olduğu rahatlıkla
görebilecektir. İslam bilimlerinde ortaya çıkan metot ve hedef birliğinin de en
temel sebebi, yazımızın başında da belitmiş olduğumuz gibi, her alanda
Müslümanlara en temel kaynak olma otoritesine sahip olan Kur’an’ı Kerim’in
bizzat kendisidir.
Yukarıda
yaptığımız açıklamalar sonucunda, Müslüman bilim adamlarının günümüze kadar
ortaya koymuş oldukları İslam bilim ve bilgi anlayışının, birinci olarak başlangıç
ve kaynakları, ikinci olarak korunması geleceğe
aktarılması, üçüncü olarak amaç ve gayeleri ve
son olarak da temel metotları açısından tam bir bütünlük
oluşturduğu ve bu bütünlüğün İslam bilimlerinin her alanında sistemli bir
hiyerarşi anlayışı ortaya çıkardığı kolayca anlaşılacaktır. Günümüzde Müslüman
bilim adamlarına düşen en büyük görev, bu zengin mirasın çağın ihtiyaçlarının
karşılayacak şekilde güncellenmesi olacaktır.
KAYNAKLAR;
. Nasr,S.Hüseyin, İslam Kozmoloji
Öğretilerine Giriş, Çeviri, İnsan Yayınları, İstanbul 1985
. Nasr,S.Hüseyin, İslam ve İlim, Çeviri,
İnsan Yayınları, İstanbul 1989
. El-Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çeviri, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1991
. Capra, Fritjof, Fiziğin Tao’su, çev. Kaan H.Ökten, Arıtan Yayınevi,
İstanbul 1991
. Altıntaş, Hayrani, İbn Sina Metafiziği,
T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1997
. Serinsu, Ahmet Nedim,Kur’an’ın
Anlaşılmasında Esbabu’n Nüzulün Rolü, Şule Yayınları, İstanbul 1994
Hatice
Merve ÇALIŞKAN, 13922768 (DOKTORA)
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ
Elbette her bilgi kendi başına
değerli, her birinin ihtiva ettikleri önemlidir; ancak her bilginin başka bilgilerle
de yakından ilişkili olduğu göz ardı edilmemelidir. Çünkü tüm bilgiler bir
bütünün farklı farklı parçalarını oluşturmaktadır. Bir meseleye farklı
alanlardan bakmak, onun farklı tezahürlerini gösterecektir. Bu sebeple bilgiyi
bütün olarak anlamak için onu tüm yönlerle ele almak gerekmektedir. Netice olarak bilgiyle
özdeş olan varlığın kendisi gibi, ilimler veya bilgi şekilleri de birdir ve
aynı zamanda bir düzene bağlıdır.[1]
İslam kendisini bilgi ile
özdeşleştirip, bilgiyi, gerekli de kılar. Bilginin elde edilmesini ibadet ile
eş görüp, teşvik eder. İslami bilgi, hakikati, akıl, tecrübe ve sezgi yoluyla
kavramadır. Yeryüzü ve gökyüzünün, insanlığın ve tarihin birikimini tahlil eden
dinamik bir bilgidir.[2] İslam ilimleri tesadüfen ortaya çıkmamış,
belli bir form içinde ortaya konmuşlardır.[3]
Çeşitli bilgi şekillerinin birbirinden bağımsız olarak geliştirilmesine asla
izin vermemesi islamın birleştirici yönünden kaynaklanmaktadır. Her türlü
bilginin, bizzat hakikatin yapısını yansıtacak şekilde birbiriyle ilişkisi
bulunmaktadır.[4] islam
ilimlerinin sürekli gelişmesiyle yeni ilim şekil ve dalları meydana geldi, aynı
zamanda islam öncesi medeniyetlerden gelen ilimler islami bilgi ile
harmanlandı.[5]
Geçmişin zengin birikimi, aile ve
çevreden aldığı bilgiler insan için bir taban oluşturduğundan o, bilgiye hiçten
ve sıfırdan başlamaz. Üstelik onun hedefe ulaştırmayı kolaylaştıran doğuştan
getirdiği bir takım kabiliyetleri vardır. Tüm bunların üzerinde de edinilen
bilgiyi yönlendirme, karşılaştırma, sistemleştirerek eylem ile ilişkiye getirme
vazifesini yüklenen eleştirel akıl melekesi vardır. İşte İslam, böyle bir
özelliğe sahip insanın bütün bilgi kapasitelerini aynı anda kullanmasını ister.[6]
“İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği
imkân nisbetinde Allah’ın muradına delalet etmesi bakımından Kur'an-ı Kerim’in
metninin içerdiği manaları ortaya koymak”[7]
anlamına gelen Tefsir ilminin, Hz Peygamber’den nakledilen söz, fiil ve
takrirler[8] demek
olan Hadis ve Hadis İlminden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Nihayetinde bir
vahiy mahsulü[9]
olan Kur'an-ı Kerim’in anlaşılmayan yerlerini açıklayan, onun her hükmünü
insanlara tebliğ etmekle yükümlü olan[10],
sünnetine itaatin emredildiği[11] kişi
Hz. Muhammed(sas)’dir. Öte taraftan Kur'an-ı Kerim ve sünnetten elde edilen
bilgilerin adı demek olup, iman, ibadet, sosyal nizam ve ahlaka dair pek çok
bilgi dalını kapsayan Fıkıh İlmi[12] de
dolayısıyla Hadis İlmi ve Tefsir İlmi ile ilgilidir. Her üçü de Kur'an-ı
Kerim’i temel alır. Ancak ele alışları farklı farklıdır. Bilginin bir bütün
olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu üçünü birbirinden ayrı düşünmek,
birbirleriyle ilişkilendirmemek doğru olmayacaktır. Konuları, alanları her ne
kadar farklı da olsa, birbirlerinden bağımsız değildirler. Öte yandan Her zaman her devirde, dini, felsefi
ve ilmi eserlerin muhataplar tarafından iyice anlaşılıp, kavranabilmesi için,
onların, kendilerini iyi anlayanlar tarafından izah edilip, açıklanması
gerekir.[13]
Vahiy mahsulü olan Kur'an-ı Kerim’in de muhatapları olan biz insanlar için
anlaşılması gerekiyordu. Bu açıklamayı yapmak tebliğ ile yükümlü olan Hz.
Peygamber’e ait bir görevdir. Çünkü o Kur'an-ı Kerim’deki hakikatleri bize en
iyi öğretecek olan, bizzat kendisine kitap gelen şahıstır.
Bilgi, karşılaşılan her kültürle,
ilerleyen zamanla ve farklı düşüncelerin katkısıyla eklenerek büyür,
zenginleşir. Dolayısıyla her konudan, her bilimden parçayı içinde barındırır.
İslamın gelmesiyle onu anlama ihtiyacının doğması farklı ilim dallarının oluşmasını
sağlamıştır. Ancak bu yapılırken ne var olan kültür birikimi hiçe sayılmış ne
de zamanla oluşan yeni ilimlere sırt çevrilmiştir. İşte bu tavır, gelişme
yönünde önemli katkılar sağlamıştır. Bunun gibi bilginin bütünselliği göz ardı
edilmeden yapılan her ilim de gelişmeye açık olacaktır.
KAYNAKÇA
KUR’AN-I KERİM
CERRAHOĞLU, Prof. Dr. İsmail, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ank. b.t.yok.
DEMİRCİ, Prof. Dr. Muhsin, Tefsir Tarihi, M. Ü. İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, İst. 2008.
FARKUÎ, İsmail Râci-Luis Lâmia, İslâm Kültür Atlası, çev. Mustafa Okan
Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınevi, İst. 2014.
KARAMAN, Hayreddin, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, Ensar
Neşriyat, İst. 2008.
KOÇYİĞİT, Talât, Hadis Usûlü, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ank. 1993.
NASR, Seyyid Hüseyin, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, İnsan
Yayınları, İst. 1989.
[1]
Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve ilim, çev.
İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İst. 1989, s.13.
[2]
İsmail Râci
Farukî-Luis Lâmia Farukî, İslâm Kültür
Atlası, çev. Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınevi,
İst. 2014, s.271.
[3]
Nasr, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, s.3.
[4]
Nasr, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, s.4.
[5]
Nasr, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, s.14.
[6]
Farukî, İslâm Kültür Atlası, s.272.
[7]
Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, M.Ü.
İlahiyat Vakfı Yayınları, İst. 2008, s.26.
[8]
Talât Koçyiğit, Hadis Usûlü, A.Ü.
İlahiyat Vakfı Yayınları, Ank. 1993, s.15.
[9]
53. Necm, 4.
[10]
4. Nisa, 59.
[11]
3. Âl-i İmrân, 31; 4. Nisa, 80.
[12]
Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, Ensâr Neşriyât, İst. 2008, s.32.
[13]
İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. b.t.yok, s.210.
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ Durmuş Erdal Atak
14922720 GÜZ DÖNEMİ 2014 doktora
Bilginin Bütünlüğü
Konumuza Başlarken Bilgi deyince ilk akla gelen: Bilgi nedir? onun
çağrıştırdığı ilim, İslami ilimler, Kavram, Terim gibi kelimeleri kısaca tarif
etmenin Konuyu anlamaya Katkısı olacağı kanaatindeyiz.
ilk
olarak Bilgi; insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili,
malumat. öğrenme ve araştırma yolu ile
elde edilen gerçek, Vukuf.
Felsefede bilginin tarifi ise; genel
olarak ve ilk sezi durumunda zihnin Kavradığı temel düşünceler.
Bilimde ise; Kurallardan yararlanarak
Kişinin veriye yönelttiği anlam Olarak tarif edilmektedir. [1]
“Bilginin bütünlüğü” ise, kısaca Pro. Dr. Ahmet Nedim Serinsu’nun dediği
gibi; belirli bir konuya ait bilgilerin bütününe denir.
ilim ise: Ayrıntı, özellik, nitelik,
Bilme, Biliş, Haber. Sözlükler de ilimle Bilim eşdeğer aynı Manada tarif
edilmektedir. Yunus 'un şu mısralarında olduğu gibi:
" İlim ilim bilmektir,
ilim Kendin bilmektir." [2]
İlimler, genel bir tasnife göre ikiye
ayrılır:
a- Naklî ilimler; Kur'an ve sünnete dayanan
ilimler.
b- Aklî ilimler; Müspet ilimler.
İlimlerin ikili tasnifine ilişkin bilebildiğimiz en eski tasnif ünlü̈ Müslüman
filozof Kindî (ö. 252/866) tarafından yapılmıştır. Kindî ilimleri ilahî
ilimler ve insanî ilimler şeklinde ikiye ayırır (ulûm-i ilâhiyye ve ulûm-i
insâniyye) (3)
İslami ilimler; İslam Dini ile alakalı olan, Kur'an , Tefsir , Belagat
, Fıkıh, hadis, siyer, alet ilimleri, İslam
Felsefesi , İslam sosyolojisi Vs. ilim dallarına denilir. İslam dini bilgiye
çok önem veren bir dindir. İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’ an ve Sünnet’ e
baktığımızda bunu çok rahat anlayabiliriz .
Kur’an’ı Kerim’de ilimle ilğili 700 civarında ayet vardır.(bazı örnekler;
bakara;120,145,/ âl-i İmrân;7,18,19, / Nisâ ;162,/ Yûsuf ,22,76,/ra'd,37,/
nahl;43)
Terim İse; Bir bilim, sanat, Meslek dalıyla veya bir Konu ile ilgili özel ve belirli bir
kavramı karşılayan Kelimedir. Var olanı dilsel simge ile ifade etmektir.
Terminoloji terim kelimesinden
türetilmiştir: Bilim dalları, sanat kolları, Çeşitli Uzmanlık alanları ile
ilgili kavramları tespit edip onları adlandırmaya yarayan bilim dalının adıdır.
kavram; Bir nesnenin veya düşüncenin
zihindeki soyut ve genel tasarımı, mefhum, Fehva, Konsept, nosyon.
Felsefede Kavram: nesnelerin veya
olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir Ortak ad altında toplayan genel
tasarımdır. (4)
Genel bir bakış açışı ile Kavram: Bir
Var olanı diğer var olandan ayıran Seçiklik özelliği, İfadesidir. Bir Kavramın Seçkiliği
her zaman ve yerde aynıdır. Düşünmenin temel amacıdır.
Kavramlar net olarak tarif edilirse
bir çok Karışıklık giderilir Veya hiç ortaya Çıkmaz.
Bütünlük kelimesi ‘’ tam , eksiksiz ,
parçalanmamış ,parçalandığında hüviyeti değişen bir takım niceliklerin toplamı
anlamını ifade eden ‘’ bütün kelimesinden türemiştir . Bütünlük sözcüğü bütün olma hali ve bütün
varlıkları kapsayan ve düşünülen şeyleri kaplayan anlamındadır.(5)
Bilgiyi bir bütün olarak anlamak için tüm
yönleri ile bakmak gerekir. Şimdi bütün bu bilgiler Işığında İslam kültüründe
bilginin bütünlüğü denilince, Müslümanlar için ilk dönem itibarı ile olmasa
bile ilerleyen zaman içerisinde gelişen ve değişen şartlar çeşitli sorunları
ortaya çıkarmış bu şartlar Sahabe Döneminin sonlarına doğru İslamiyet daha
doğrusu Kur'an-ı Kerimin Ulaştığı sınır Afrikadan Azarbaycana ulaşıp, Arap
olmayan Kavimlerde Müslüman olunca kültürel etkileşim başlamıştı. Bu Sorunlara
Çözüm üretme adına Tefsir, Fıkıh, hadis,
Kelam gibi ilim dalları islamı daha iyi anlama ve anlatma adına ortaya
çıkmıştır .
ISLAM; tevhid inancına dayalı 7.yy da Hicaz
topraklarında doğup, gelişerek Doğu'da Maveraunnehirin ötelerine, batıda atlas
Okyanusu'na, kuzeyde Kafkasya'ya, ispanyada pirene dağlarına kadar uzanan, bir çok
kültür, ırk, medeniyet ve milletin inanc, gelenek ve göreneklerini içine alıp
eriten ve geliştiren geniş bir medeniyettir. Dolay isiyle ISLAM medeniyetine
sadece bir Arap medeniyetidir demek yanlış olur. Bilakis Müslüman olmuş; Arap,
Türk, fars, Hint ve Berberilerin katkısı olan bir medeniyettir.
İslam medeniyetini maddi ve manevi
temelleri vardır, manevi temelleri Hz. peygambere Arapça olarak gönderilen
Kur'an ve onun sünneti, hayati ve hadisleridir.
Maddi temelleri ise; İslam’ın bugün
bile düşünen insanları hayrete düşüren hızlı yayılışıdır. Bu yayılış esnasında
yapılan fetihler, yeni tanışılan kültür ve medeniyetler maddi olarak İslam
medeniyetinin gelişmesine katkı sağlamıştır(6)
Bu ilmi Çeşitlilik, oluşan yeni Kavramlar, Problemler Meselelere bütüncül
ve doğru bakma adına bir disiplin oluşturmuştur. Bilimsel bütünlük aslında her
ilim dalında kendi adına bir zaruretken İslami ilimlerde esas olan Kur'an ve
hadisleri anlama Kısaca İslam’ı doğru anlama adına bir gereklilik olarak ortaya
çıkmış ve çıkmaktadır.
Bütün bu etkenler Kur'an ilimlerinin doğmasına
Sebep oluşturan ilimlerin bizzat Kaynağı Kur'an' dır. Çünkü Kur'an kendisinin anlaşılmasını,
düşünülmesini ve yaşanmasını muhataplarından ister (bakara;2(7)
Bu sebeple Kur'an Hz. Peygamber' e
bizzat Tebliğ ve teybin le görevli olduğunu söyler.
Eğer (size tebliğ edileni) yalan
sayarsanız, bilin ki sizden önceki birçok milletler de yalan saymışlardı.
Peygambere düşen yalnız açık bir tebliğdir. (Ankebut;18)
Hz. peygamberin Ümmi olduğunu okuma
yazma bilmediğini Kur'an Kendisi söyler .
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِوَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالْأَغْلَالَ الَّتِي كَانَتْعَلَيْهِمْ ۚ فَالَّذِينَ آمَنُوا بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِي أُنْزِلَ مَعَهُ ۙ أُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
İşte onlar o kimselerdir ki, o ümmî Resul’e,
o okuması yazması olmayan ümmî Peygamber'e bağlanıp gönüllü olarak ona
uyacaklar. İleride belli bir kitapla göndereceğimiz o bütün kavimlerin
müjdecisine, okuryazar olmadığı halde baştan sona bütün bilgileri göğsünde
toplayıp, ümmetine her şeyi haber verecek olan o ümmî peygambere, böyle
olağanüstü özellikler taşıyan mümtaz mucizelerin sahibi ahir zaman nebisine can
u gönülden uyup itaat edecekler, yani sözde, işte ve inançta onun arkasından
gidecekler.
( A'raf ;157)
Sahabe UIumul Kur'ân 'ı biliyordu. Ama
disiplinleri daha sonra ihtiyaçlar artıp Şartlar değişince ortaya çıktı. Nübüvvet
döneminde ve sahabe döneminde vicahi Olarak ve soru cevap şeklinde devam eden
Kur'an ilimleri Sonra rivayetler şeklinde devam etmiştir. İbni Teymiyye , Mekke ehlini Kur'an-ı en iyi bilen olarak
tanımlar. ( 8)
Dolayısıyla bilginin bütünlüğü denince
akla bütün Bilimlerin giderek daha fazla alt-dala ayrılması, ilerlemenin en
önemli kıstası kabul edilmiştir. Bu gun bunun insana ne kadar faydası var ona
henüz tam cevap verilemediği kanaatindeyiz.
Aslında bilimlerin dallandırılması menfi
bir şey değildir. Elbette, bilim ve teknoloji ilerledikçe bu olacaktır. Burada
önemli olan husus, izlenecek yolun bütünden uzaklaşmaya yol açmamasıdır.
"Bütün"le olan mana münasebeti koparılmadan çalışılacak yeni bilim
dalları, bizi varlığın yaratılmasında, Allah’ın ilim, kudret, hikmet ve
sanatını âlemde müşahedeye götüreceğinden, müspet neticelere vesile olacaktır.
Bilgi Bütünlüğü; Bilginin saklanması
veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış
olması durumudur.(9)
Müslüman bütüncül bir bilgi
birikime sahip olmalıdır. Özellikle kalp
ve vicdanı aydınlatan dini ilimler söz konusu olduğunda bu manadaki bütüncül
bakış açısı ve bilinç önem arz etmektedir.
Zira dini ilimlerde bütünlükten hakikat doğar. Bu noktadaki eksiklik ya şüphe ve hilelere ya
da taassup ve dünyadan kopmaya, yalnızlaşmaya yol açar. Müslümanların
heyulalarını süsleyen bu ideal bütünlük ümmetin sorunlarını çözen içtihat
ölçüsüydü. Kurgulanan böyle bir donanım, bir ilim dalının birçok ilim
alanlarıyla girift halde iç içe olduğu, ayrıca meşgalelerin alabildiğine
hayatın her tarafını sarmaladığı günümüzde ferdi bazda gerçek manada bilgi
bütünlüğü sağlamak ulaşılabilir zor bir meziyettir. Zira ilim dallarının
geliştiği günümüz şartlarında bir kişinin bütün ilimleri ihata etmesi imkân
dışıdır. Bunun yerine aynı amaç ve ideali paylaşan birden fazla kişinin
kolektif çalışması bu meziyeti kazandıracak bir metot olabilir. İlim, irfan ve
hikmet ayakları üzerinde mebni olan ideal Müslüman kültüründe bilgiyi
işleyememe eksikliği kolektif çalışma şuuruyla mümkün hale gelebilir.
Bilgi bütünlüğünün öncüllerde olması, niyet ve usulleri, neticelerde
olması ise amaç ve gayeyi işar eder sanki.
Buna göre iş, eylem, davranış vs. niyetlere göre mi yoksa gayelere göre
değerlenmeli ve bütünlük nerede aranmalı? Böyle bir soruya cevap ararken niyet
ve usul ilkeleri yani hazırlayıcı öncüller öne çıkarır. Müslüman kültürü de
bunu gerektirir. İman ve amel ’den müteşekkil olan İslam bu iki vasfı besleyip
ayakta tutacak sahih bilgidir. İmam Buharî, El-Camü’s-Sahîh adlı eserinde,
“İlim”, iman ve amelden önce gelir demiş ve
فاعلم أنَّه لا إله إلا الله bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur(muhammed;19) anlamındaki ayet-i
kerimeyi delil olarak göstermiştir. Bilgi olmadan Allah’ı, Peygamberi tanımak,
gerçek anlamda iman ve ibadet etmek mümkün değildir. Müslüman kültürü, “Allah
ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.”
وَللّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَانَ اللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ محيطاً
(Nisa;126)
Ayetinde yer alan Allah’ın kadim ve
küllî sıfatından kendine yetecek orandaki hadis bilginin yansımasıdır. Müslüman
kültüründe bilgi, iman ve amel layeteceze’ bir kül ’dür. Bütünlük arz eden bu
rükünler birlikteliğin membaından (vahiy kaynağından) günümüze gelinceye
kadarki tarihi seyir içerisinde bazen ilim olmadan amel tek başına yeterli
olamama, bazen ise amel olmadan ilim tek başına kurtarıcı olamam gibi külli
terkibin cüzleri yer değiştirmiştir. Günümüzde biri, bilgiyi işleyememe, biri
de bilgi bütünlüğün etkin reçetesi olan kolektif çalışma ruhu olmak üzere İslam
toplumunun iki eksiği bulunmaktadır.(10)
Sonuç olarak, Dünya'da var olan bilgi bir milletin ya da bir medeniyetin
tek başına ürünü olarak görülemez.(11)Bilgi insanlığın ortak ürünüdür.
Herkesin, her milletin onda bir Payı, katkısı olmuştur.(12)
İslami bilgi ya da Müslümanların ilim
Dünya'sı da yine Müslüman olan bütün milletlerin, Arap, Türk, Kürt, hindi ve
Uzak Doğulu bütün Müslümanların ortak malıdır.
Müslümanların bilgisi Kuran'ın
anlattığı ve bize öğrettiği üzere Hz. Âdem le başlayıp bütün peygamberlerin
vahiyle getirmesi ile Oluşan vahye Dayalı bir bilgiler bütünüdür.
O bilgide yalan, yanlış ve abartı yoktur.
الَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا إِيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ أُولَئِكَ لَهُمُ الأمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُون
Bunlar(vahyin ürünü olan kuran dâhil
bütün kitaplar),(Ey Muhammed) Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir (diğer geçmiş
peygamberler). Sen de onların hidayetine uy. De ki: “Ben ona karşılık sizden
bir ücret istemiyorum. O, sadece bütün âlemlere bir öğüttür. (En'am;90)
İslami ilimlerde esas gaye Kur'an-ı
daha iyi anlamak olduğu için bütün ilimler onu me'haz alır ve onu anlatmaya çalışır.
Asırlardır Oluşan bilgi de bütün ona inananların ortak cehdi ve kazancıdır.
ومن يعمل مثقال ذرة خيرا يره
Kim azıcık da olsa bir şey yaptı ise
onun karşılığını görecektir.(zilzal;7)
“Bilginin bütünlüğü”, belirli bir konuya ait bilgilerin bütününe denir.
Bilimsel bütünlük aslında her ilim dalında kendi adına bir zaruretken İslami
ilimlerde esas olan Kur'an ve hadisleri anlama Kısaca İslam’ı doğru anlama
adına bir gereklilik olarak ortaya çıkmış ve çıkmaktadır. Dolayısı ile bütün İslami
ilimler bir bütün olan kuranın bir parçası gibidir denilebilir.
Kaynakça
Kur'ân 'ı kerim
1-türkçe Sözlük. Türk dil kurumu yayınları.
Ankara 2011. 11.baskı.
2- a.g.e
3-Kindî, Risâletü’l-Kindî fî
kemmiyyeti kütübi Aristoteles ve mâ yuhtâcü ileyhi fî tahsîli’l- felsefe
(Resâilü’l-Kindî el-felsefiyye içinde, nþr. M. Abdülhâdî Ebû Rîde,
Kahire: Dârü’l-fik- ri’l-Arabî, 1369/1950), s. 372-3.
4-türkçe Sözlük .Türk dil kurumu
yayınları.ankara 2011. 11.baskı
5-Serinsu , Ahmet Nedim. Kur’an ve
Bağlam. Şule yayınları. İstanbul 2012. S. 20-25
6-Kayaoğlu, ismet. İslam kurumlar
tarihi.Dms yay. Ankara
7-Serinsu , Ahmet Nedim. Kur’an ve
Bağlam. Şule yayınları. İstanbul 2012. S.35
8-Serinsu , Ahmet Nedim. Kur’an ve
Bağlam. Şule yayınları. İstanbul 2012. S.34
9-www.eticaret.com/bilgi- bütünlüğü-nedir
10-*Https://www.google.com.tr/url?sa=t&source=web&rct=j&ei=NXdLVLeeNKXMygOI0IHgAQ&url=http://www.aydinkudat.com/musluman-kulturunde-bilgi-butunlugu.htm&ved=0CCEQFjAE&usg=AFQjCNHKvSvFV3H8_FWz28TSCEKb79vslQ&sig2=4NM1muR5TegmAwSggXCcQA
11-dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/.../alakus.htm
12-MAVİ ATLAS GŞÜ Edebiyat Fakültesi
Dergisi •Güz 2013, S. 1 maviatlas@gumushane.edu.tr
Zeyneb SOYARSLAN 14922724 Doktora Esbab-ı Nüzul-I 1. ödev
Bilgi bir bütündür. Bunu İslamî ilimler açısından somut bir şekilde ifade edecek olursak; bir meseleyi yalnızca belirli bir ilmin sınırlarına dahil ederek had altına almanın mümkün olmadığı açıktır. Örneğin bir tefsir çalışması yapılırken konunun tarihi yönü tarih kaynaklarından, hadis usûlü yönü hadis kaynaklarından incelenir ve bir bütün halinde ele alınır. Veyahut belirli bir konu hem tarih ilmi açısından, hem tefsir ilmi açısından, hem de diğer birçok ilim açısından müstakil çalışmalarda ele alınabilir. Bütün bunlar bilginin keskin hatlarla birbirinden ayrılamayacağına bir kanıt teşkil eder.
Farklı bir örnek daha verecek olursak; elimizdeki bir tefsir rivayeti; senedinin ittisâli, senedindeki ravilerin adaleti ve zabtı yönünden değerlendirilecek olursa hadis ilmi açısından bir incelemeye tabi tutulmuş olur. Diğer taraftan bu rivayetin hangi ayet hakkında olduğu, ayeti açıklamak için Allah Rasûlü tarafından mı serd edildiği yoksa râvî sahabinin kendi açıklama çabasının bir sonucu olarak bu rivayet ile ilgili ayeti bir arada mı değerlendirdiği araştırması ise tefsir ilminin çabası kapsamına girer. Aynı şekilde etüd ettiğimiz tefsir rivayetinin hangi döneme/ hangi yıla ait olduğu; senetteki ravilerin ne zaman yaşadığı; o şartlardaki kültürel ortamın ne olduğu gibi soruları araştıracak olduğumuzda ise tarih ilminden yardım almamız gerekecektir.
Seyyid Hüseyin Nasr'a göre islamî ilimlerin bir bütün olmasının sebeplerinden birisi tek kaynaktan çıkmış olmalarıdır.1 Yani bütün İslâmî ilimlerin Allah'ın vahyi ve Hz. Peygamber'in sünnetinden kaynaklanması onları birbirinden koparmayı engellemektedir.
Yukarıda ifade edilenlerden çıkarılacak sonuçlardan bir tanesi: İslamî ilimler sahasında bir çalışma yapılırken ele alınan konuya icap eden bütün vechelerden bakmak gerekmektedir. Örneğin bir konu çalışılırken tarih ilminin verilerinden yararlanmak gerekiyorsa ve bu göz ardı edilmişse, bilginin bütünlüğüne riayet edilmediğinden dolayı çalışma eksik ve problemli bir vaziyet almaktadır.2
Diğer bir sonuç ise: Bugün diğer bilim insanlarının olduğu gibi İslâmî ilimler sahasında çalışıp herhangi bir problemi çözmeye çalışan kişilerin de kollektif çalışmalar yapmalarının gerekli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü bugün ilimler derinleşmiş ve teferruatlı hale gelmiştir. Bu durum bir kişinin bir çok sahada uzmanlaşmasını engellemektedir. Nitekim Serinsu bunu Kur'an ve Bağlam adlı çalışmasının muhtelif yerlerinde ifade etmekte ve kollektif çalışmaları teklif etmektedir.3
1Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, Çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, s. 5.
2Örneği somutlaştırmak için bkz. Ahmet Nedim Serinsu, Kur'an ve Bağlam, Şule Yayınları, İstanbul 2008, s. 162-164.
3Serinsu, a.g.e., s. 131, 142, 158.
Ali KAŞIKIRIK
13922707
2014/2015 Güz Dönemi – Doktora
Bilginin
Bütünlüğü
Her
ne kadar İslami İlimler klasik devirlerinden günümüze kadar ilmi derinlik
gereği ve zorunlu olarak pek çok alana ayrılmış olsa da, bu alanların
birbirlerine olan ihtiyacı, bunların konularının birbirinden ayrılamaz oluşu
izahtan varestedir.
Meseleyi Kur’an-ı Kerim açısından
incelediğimizde; İslami ilimlerin ana kaynağını oluşturan Kur’an-ı Kerimi
anlama gayreti, onun manalarını ve ondan çıkabilecek fıkhi hükümeri talep etme
arzusu, daha pek çok ilim dallarının ortaya çıkarak gelişmesine sebep olmuştur.
“Şâtıbi (790/1388) Kur’an-ı Kerimdeki anlamları istihraç etmeye “araç” ve Allah
Teâlâ’nın muradının bilinmesine yardımcı olan ilimlerden bahsetmektedir. Bu
ilimler şunlardır: Arap dil bilimleri, kıraat, nâsih mensuh, fıkıh usûlu,
esbâb-ı nüzul, Mekki-Medeni… O bu ilimlerin hepsinin bütün âlimler nezdinde
Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı ilimler olarak kabul edildiğini
söylemektedir.”[1]
Tüm
bu talep edilen ilimler, Ulûmu’l- Kur’an gibi Kur’an-ı Kerim’in kendisiyle ya
doğrudan alakaldır. Ya da tarih ve mantık
İlmi gibi dolaylı olarak Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında çok önemli rol
oynar. “Kur’an-ı Kerimi anlamada Arap diline vukufiyetten başka eski Arap
şiirini de bilmek lazım geldiğini, zira eski Arap şiirinde kullanılmış bulunan
bazı garip kelimelerin, Kur’an-ı Kerim’in bazı kelimelerinin anlaşılmasına
yardım edebileceğini bir kısım sahabe bilmekteydi.”[2]
Demekki Kur’an-ı Kerimi anlamak için muhtaç olduğumuz ilimlerin sayısı oldukça
fazla olup geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Ulumu’l-Kur’an’a dâhil olan
konular olarak sınırlandırabileceğimiz tüm ilimlerin yanı sıra, Kur’an’daki
kıssaların ve bunlarla ilgili yorumların tarihsel açıdan doğru olup
olmadıklarını tespit için genel anlamda “tarih ilmi” ne de ihtiyaç
bulunmaktadır.
Örneğin:
Bakara 114. Âyetin nüzul sebebi olarak Taberi ve Vahidi dâhil birçok âlimin
Katade’den nakettikleri rivayettir. “Allah’ın mescitlerinde onun adının
anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan kim daha zalimdir.”
Ona göre ayet Babilli Buhtunnasr ve avanesi hakkında nazil olmuştur. Yahudilere
saldırmışlar, Beyti Makdis’i tahrip etmişlerdi. Onlara Hıristiyan Rumlar
yardımcı olmuşlardı.
Burada tarihi gerçeklere aykırılık ve zaman bakımından
uyumsuzluk söz konusudur… Burada geçen olay M.Ö 6. Yy. gerçekleşmiştir. Oysaki
Hz. İsa’dan önce Hıristiyanlar bulunmadığına göre Hıristiyan Rumlardan
bahsedilmesini neyle açıklayacağız.”[3]
Hadis
ve usûlü hadis, Kur’an ayetlerini anlamak ve açıklamak için gereken en değerli
bilim malzemesidir. Onlarla Kur’an ayetlerini açıklamak sadedinde rivayet
edilen hadislerin sıhhat derecelerinin bilinmesi, mütearız hadisler arasından
tercihte bulunulması, bu hadisleri bizlere rivayet eden ricalin durumları v.b şeylerin
bilinmesi mümkündür. Fıkıh ve usûlü fıkıh ile Kur’an ahkâmının anlaşılması
mümkün olur. Mantık, eski Arap şiiri, edebiyatın ve dil biliminin tüm alanları
Kur’an kelime ve terkiplerini, mecaz ile hakikat olanı, müstear ile icaz
şekillerini anlamamızda bize yardımcı olur.
İnsan ve toplumla ilgili bilimlerin hepsi ve
kelam ilmi gibi ilimler Kur’an’ın anlaşılmasında önemli katkılar sağlarlar.
İnkâr eden insanı inkâra götüren ruh hali, iman eden insanın iman etmesine
vesile olan sebep ya da ruh hali, iki yüzlülük olarak da adlandırabileceğimiz
münafığın hali ve bu halin sebebi Kur’an’ın insan tasvirlerinin konusudur.
Çünkü Kur’an’ın konusu hitapta bulunan Tanrı ve hitaba muhatap olan insandır.
Bütün emir ve yasaklar, mevizeler onun etrafında döner. İnsanın beden ve ruh
olarak var oluşu, bir çamurdan süzülerek “biz âdemoğlunu şerefli kıldık.” “onu
ahseni takvim üzere halk ettik” hitaplarına ulaşan bu tarihsel süreç, bu
içindeki tüm psikolojik ve sosyal olguların araştırılması ve anlaşılması geniş
bir ilim yelpazesini ve bunların birbirinden istifadesini gerekli kılar. “… Bu
da tefsirci araştırmacılar ile hadisçi araştırmacılar arasında ortak çalışmalar
ile mümkün olabilir. Şayet Zerkani tefsir ve Kur’an ilimlerinde olduğu kadar
hadis ilminde de mütehassıs olsaydı, Nahl sûresinin son ayetleri hakkında
taaddütten bahsetmezdi. Ancak bu durum onun ilmi şahsiyetinde tenkise gidilmesi
için değil de her âlimin kendi alanına yardımcı alanlardaki âlimlerle
yardımlaşma gereğini vurgulamak olarak algılanmalıdır.”[4]
Özetle,
bilgi ancak bir bütün olarak tam anlamıyla işlev görür. Meselelere parçacı
yaklaşımlar nasıl ki o meselenin anlaşılması için yeterli değilse, meseleleri
anlamak ve onları çözmek için kullandığımız bilginin de parça parça
kullanılması bizi ulaşmak istediğimiz çözümden alıkoyabilir. Bilgiyi bir
bedenin parçalarına benzetebiliriz, bir yerde ağrı olduğunda diğer yerlerde
bundan etkilenir. Bazen bir alanda elde etmek istediğimiz bir netice hiç
ummadığımız bir alanın yardımıyla bulunabilir. Arap dilinin semantik
kavramlarıyla ilgili bir meseleyi kelamla ilgili bir kitapta zaten üretilmiş ve
kullanılmış olarak bulabilirsiniz.
İz
bin Abdisselam’ın ( ö.660 ) Risale fi’t-Tevhid adlı eserinin sonunda yazmış
olduğu vasiyetinde kullandığı zıt anlamlı kelimeler içinde geçen “cehalet”
kelimesiyle ilgili olarak Izutsu kelimelerin semantik anlam çerçeveleriyle
ilgili kapsamlı bir kavram çalışması yaptığı kitabının giriş kısmında aslında
bu kelimenin bilgisizlik anlamında değil de “hilm” in zıttı olan agresiflik
şeklinde Kur’an’ı Kerim’de kullanıldığını ve asıl anlamının bu olduğunu
yazmıştır. Oysaki bu kelimeyi İz bin Abdisselam basit bir dua cümlesi içinde
doğal bir şekilde ifade etmiştir. O Rabbine olan vasiyetinin bir bölümünde “
sonra kulunu huzurunda durdur. Senden başkasına muhtaçlığı kalmadığı anda
affını günahıyla, hilmini cehliyle, izzetini onun zelilliği ile zenginliğini
onun fakirliği ile karşılaştır. Sonra sana yakışan ne ise onu yap” diye dua
ederken ızutsu’nun cehalet kavramı için bulduğu semantik anlamın aynısını
vermektedir.”[5]
Belki
de bilim dallarının henüz kesin hatlarla birbirlerinden ayrılmadığı klasik
dönem âlimlerinden rivayet edilen kendilerine ait ibare ve yorumların bugün
hala bizler için değerli olmasının bir sebebi de budur. İmam Ebu Hanife, İmam
Malik, İmam Şafi, Ahmet bin Hanbel, Ebu Cafer et-Tahavi, İmam Suyuti, İbni
Teymiyye v.b lerinin bugün hala başvurulan merciler olmasının sebebi onların
pek çok alanlarda kendileri yetiştirmiş bilginler olmasından kaynaklanmaktadır.
2014-2015
Doktora Güz Yarıyılı
Zeliha
ÇİFTÇİ
Öğrenci
No: 13922757
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
İslam dini kendisini bilgiyle özdeşleştirir. Bilginin elde
edilmesini ibadetle eş görür ve över. İlim sahiplerini Allah’ın dostları ilan
eder. Hz. Muhammed a.s. vahiy almaya başladıktan sonra, İslam dini iki kaynağa
vahiy ve akla dayanarak oluşmaya başlıyor. Bu sebeple Kur’an- Kerim’in pek çok
yerinde bilgiye ve akletmeye vurgu yapılmıştır. Bilgi sahibi ve aklını kullanan
kişiler üstün tutulmuştur.
Kur’an “çok okunan metin” anlamıyla öncelikle Müslümanlardan,
sonrasında da bütün insanlardan kendisini düşünerek, anlayarak ve hissederek
okumalarını istemekte ve beklemektedir. Bu haliyle kıraat “ anlamını düşünerek,
anlayarak ve hissederek okumak” demektir. Alak suresindeki ilk emir de böyle
bir okumayı ifade eder; yani kainatı okumak, keşfetmek, düşünmek ve anlamaya
çalışmak.
هَلْ يَسْتَوِي
الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ "Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Zümer suresindeki bu ayet-i kerimede
bilgiye, okumaya özel bir vurgu yapılmıştır ve Hz. Peygamber’den وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا “Rabbim
benim ilmimi artır” diye dua edilmesi istenmiştir. Bu bilgi düzeyine
ulaşabilmek için önce Allah’ın bizlere rehber olarak indirdiği Kur’an’ı en iyi
şekilde anlamak gereklidir. Kur’an’ı anlamada ihtisas gerektiren ilimler ulûmu
şer’iyye olarak adlandırılmıştır. Bunlar dil, Kur’an, hadis ve şeriat ilimlerinin bölümlerini
kapsar.
Kur’an’ın açıklanması için geliştirilen disiplini tefsir
olarak adlandırmaktayız. Tefsir ilmi ayetlerin indirildikleri zaman
kastettikleri anlamları ortaya koyan bir ilimdir. Tefsir ayetlere açıklama
getirirken birçok farklı ilimden yararlanmaktadır. Bunlar arasında hadis,
tarih, dil bilimleri, fıkıh usulü, sosyal ve fen bilimleri sayılabilir.
Tefsir yöntemi gereği dil bilimi kullanır. Bir ayetin zahirî
anlamına, ayette kullanılan kelimelerin anlamlarını bilmek ve ayetin cümle
yapısını doğru bir şekilde çözümlemekle ulaşırız. Bunun için Kur’an’ın
kullandığı Arapçanın bilinmesi gerekir. Ayrıca Kur’an’ın doğru anlaşılması için
onun indiği ortamın tarihî koşullarının bilinmesi gerekir. Tefsir ilmi de işte ayetlerin
anlamlarını bu dil ve tarih malzemelerinin elverdiği ölçüde doğru bir şekilde
ortaya çıkarır.
Hadisten, Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve
ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için yararlanır. Hadis rivayetleri
ayetlerin sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırasıyla ilgili olarak
nâsih ve mensuh bilgilerini ve doğrudan ayetlere açıklama getiren rivayetleri
ve kıraat bilgilerini bize sağlamaktadır.
Tefsir de dâhil, bütün ilimlerin izleyecekleri yöntem, yani Kur’an
ibarelerinin anlamlarını ve değerlerini belirleme, ortaya koyma ve bunları
hayata yansıtmanın yöntemi fıkıh usulü tarafından geliştirilmiştir.
Sonuç olarak bu bilgilerden İslam bilimlerinin birlikte bir bütünlük
ortaya koyduklarını görmekteyiz. Kur’an İslam bilimlerinin en başta gelen
kaynağıdır. Onun doğru anlamlarına ulaşmak için Kur’an’ı konu edinen tefsir ilmi
geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları peygamber ve onun ashabından öğrenmek
amacıyla hadise ve onların konuştuğu Arapça ‘ya başvurmak zorundadır. Tefsir böylece,
İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Dolayısıyla tefsir,
Kur’an’ı kaynak edinen kelam ve fıkıh gibi İslamî bilim dallarına da bir temel
hazırlamıştır. Görüldüğü gibi bilgi, ilim, bilim diye adlandırdığımız olguları
oluşturan disiplinler bir bütündür ve ancak bir bütün olarak incelendiğinde
doğru sonuca ulaşılabilir ve anlamlı olur.
Öğrenci Adı ve Souadı
:KHOJIAKBAR KARIMOV
Bölümü
:DOKTORA
Dönem :2014/2015
Öğrenci No : ÖZEL ÖĞRENCİ
Konu
:BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi sözlükde ‘öğrenme, araştırma veya gözlem
yolu ile elde edilen malumat’ manasını ifade eder. İslam âlimlerinin
çoğunluğuna göre ise bilgi:”Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “Mâlum olanın,
olduğu hâl üzere bilinmesidir.”
Bilginin bütünlüğü ise, bir konuyu anlamak ve anlamlandırmak için lazım
olan bilgilerin tamamı demektir. Bu bilgiler o konu
hakkında araştırmacının çağdaşları tarafından ortaya konan yeni bilgileri
kapsadığı gibi daha önce ortaya konmuş bilgileri de içine almaktadır.
Diğer ilimlerde olduğu gibi, tefsir
alanında da ilmi bir araştırma ortaya koyabilmek; o alanda yapılan çalışmaları
araştırmak, Kur’ân’ın nazil edilmesinden günümüze kadar geçen tarih
içerisinde, ortaya konulmuş olan mirası, bütüncül bir anlayışla
değerlendirmekle mümkündür. Aksi takdirde yapılan çalışma, zan ve tahminlerden
elde edilmiş nazariye olmaktan, başka bir anlam ifade etmeyecektir. Ayrıca
meseleyi bütüncül bir yaklaşımla ele almak, bilgiyi elde ederken yanlış
anlamlardan ve değerlendirmelerden kurtulmamıza büyük katkı sağlayacaktır.
Yüce kitabımız Kur’ân’ı bütüncül
olarak değerlendirebilmek için, asr-ı saadetten günümüze kadar geçen zaman
dilimini ele almak durumundayız. Asr-ı saadette Hz. Peygamber’in, bir taraftan
kendisine vahyedilen Kur’ân bölümlerini muhataplarına okuduğunu, diğer taraftan
manası anlaşılamayan hususları açıklayarak tebliğ ettiğini görmekteyiz. Peygamber(s.a.v.)
bazı vesileler ile hem onlara anlayamadıkları ayetlerin manalarını açıklıyor, hem
de ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini göstererek onlara rehberlik ediyordu.
Dolayısıyla yüce kitabımız kur’an hem tefsiri hem de uygulanması yönünden en
güzel şekilde ashaba aktarılıyordu.
Sonuç olarak : tefsir alanında
çalışma yapmak isteyen meseleye bütünüyle yaklaşmak lazım. Böyle yaklaşımında ilk başta
hadis, ashab-ı kiram, tabiin,ve tebei tabiin olmak üzere, günümüze kadar gelmiş
olan büyük tefsir mirasını incelemek yer almaktadır. Yanı 23 yıllık vahiy
sürecini,esbab-ı nuzül ve konu ile ilgili ayetlerin tamamını dikkate almak ve Kur’ân’ın
nazil olmasından günümüze kadar,nesilden nesile Kur’ânı anlama ğayretlerinin
sonucu olarak ortaya konan Tefsir litaratürünü dikkate almak gerekir.
Ensar YILMAZ-Doktora
Öğrenci No:14922712
2014-2015 Güz Yarıyılı
Tefsir Bölümü- Esbab-ı Nüzul I- 1.Ödev
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Düşünce ve bilim tarihi incelendiğinde, insanın tarih
boyunca kendisi, kainat ve hayat hakkındaki sorularına cevaplar aradığı gözlenmektedir.
Elbette bu insani olgu bugün için de geçerlidir.(1) İnsan bu merakını gidermek
için doğru bilgiye ihtiyaç duymaktadır. Doğru bilgi ise inanan kişiler için
vahiy kaynaklı bilgidir. Genel manada bilgi; bir iş, konu olay ve herhangi bir
şey konusunda bilinen malumat, vukuf, ilim, marifet (2) şeklinde tanımlanır.
Doğru bilgiyi doğru şekilde analiz edebilmek ise o bilginin uzantısı bilgilere
de hakim olmayı gerektirir. Bu; bir konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım
olan bilgi şümulü şeklinde ifade edilebilir. Ayrıca bilginin saklanması veya
iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış
olması durumudur.
İlk insanla başlayan İslam dini, insanın bütünlük
içinde ahlaklı ve dengeli bir varlık olmasını gaye edinir. Bu sebeple onun
aklına ve kalbine hitap eder. Aklına hitabı doğru bilgiye dayalı bilinç sahibi
olması, kalbine hitabı ahlakını tamamlamaya yöneliktir. Allah’ın istediği
doğrultuda bir insan olmanın yolu bu iki merkezi(kalp-akıl) beslemekten geçer. Oku
emriyle başlayan İslam bilgiye ve bilmeye çok ehemmiyet vermiş, insanın doğru
bilgi ile istikamet bulacağını defaetle telkin etmiştir. İslam dini
öğretilerine göre doğru bilginin kaynağı vahiy ve vahiy kaynaklı bilgi ve
kültür birikimleridir. Vahiy Kur’an ve İmam-ı Şafiye göre Hz.Peygambere verilen
hikmet, yani sünnettir. Tarihi seyir göz önüne alındığında tüm islami ilimlerin
bu iki kaynaktan neş’et ettiği görülür. Her bir disiplin bu kaynaklardan
devşirdiği malumatı kullanır. Hicri ikinci asrın ortalarına gelinceye kadar
herhangi bir ayırım olmadan bu süreç devam etmiş, fakat bu dönemden sonra
islami disiplinler ayrışmaya başlamıştır. Bu oluşum süreci gözlemlendiğinde, islam
alimlerinin, bilgiyi, bütünlük haline uygun olarak, bütüncül bir yaklaşımla
kullandıkları, meselelere, efradını cami şekilde yaklaştıkları görülebilir. Yani
Tefsir, Hadis, Kelam, Fıkıh, Siyer v.s disiplinler birbirinden kopamaz. Kaynağı
ve hedefleri itibariyle kopamaz. Kişi islami disiplinlerin hangisinde yol
alırsa alsın, diğer disiplinleri kendisine yardımcı olmaları noktasında daima
göz önünde bulundurmalıdır. İsmail CERRAHOĞLU hocamız bunu şu şekilde ifade
eder. “Bu noktada tefsir ilmi düşünüldüğünde, bu gün insanlığın kullandığı
bütün ilimler bu ilim için yardımcı mahiyettedir. Daha doğrusu usulü tefsir
ilmi bütün ilimlerin yardımına muhtaçtır.”(3) A.Nedim SERİNSU hocamızın Kur’an
ve Bağlam adlı eserinde ele aldığı gibi, bu ilimle iştigal eden bir kimse başta
Kur’an-ı Kerimi iyi anlayacak kadar arap dilini, doğru algılayacak şekilde
vahiy ortamını, vahyin muhataplarını, vahyin tarihsel bağlamını, çevresel
kültürleri, vahyin mübelliği ve mübeyyini olan Hz.Peygamberin siretini, ve
diğer tüm unsur ve disiplinler hakkında donanıma sahip olmalıdır. Halis ALBAYRAK hocamız ise “Kur’an-ı
yorumlayanlar, Kur’an metni üzerindeki filolojik tetkiklerle, yorum için
gerekli olan Kur’an metni dışındaki araştırmalar çerçevesinde Kur’an-ı
yorumlamak durumundadırlar.” diyerek bu duruma ışık tutmaktadır.
1-
Serinsu, Ahmet
Nedim, Kur’an ve Bağlam, s.11
2-
Şemsettin Sami,
Kamus, Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük
3-
Cerrahoğlu,
İsmail, Tefsir Usulü, s.8
4-
Albayrak, Halis,
Tefsir Usulü, s.147
Rüstem
CAN Öğrenci No:
14922719
2014-2015
Güz Dönemi Doktora Ödevi
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Yüce dinimiz İslam, kendisini
bilgiyle özdeşleştirerek bilgiyi hedefi olduğu kadar gerekli de kılar. Bilginin
elde edilmesini ibadetle eş görerek onu över.[1]
İlim sahiplerini Allah’ın dostları ilan ederek onların mürekkeplerini şehit
kanlarının değerinin de üstüne çıkartır. İslam’ın istinad ettiği vahyin hedefi,
sadece ve sadece bilgidir. O tehlikeye ve hataya karşı bir uyarı; hakikati bütün yönleriyle akıl, tecrübe ve
sezgi yoluyla kavramadır. İslami
terminolojide bilgi, el-ilm ve el-ma’rife terimleriyle
ifade edilir. Bilginin tam zıddı olan bilgisizlik ise cehl kelimesiyle
ifade edilir. Kur’an-ı Kerim’de bilgi (ilim), en sık kullanılan anlamıyla ilahi
vahiyden kaynaklanan, bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. Vahiyle özdeşleşen
anlamıyla ilim, bilgi demektir.[2]
Bütün bilgiler Allah’ın bir
tecellisini konu edindiklerinden dolayı İslam, bilgiyi kutsal görmektedir.
Bilginin böyle kutsal sayılması cami, tekke ve vakıf eserleri gibi özel dini
teşkilat ve müesseselerden ayrılmaz şekilde bugüne uzanan bütün İslam eğitim
sisteminin özünü teşkil etmiştir. Buralarda sadece dini ilimler değil; felsefe,
mantık ve matematik gibi akli ilimlerin çoğu yüzyıllarca okutulmuştur. Bu görüş
geleneksel okullarda öğretmen-öğrenci ilişkilerini çok candan ve ruhani kılmış,
öğretmenler modern toplumlar için hayali bir saygıya mazhar olmuşlardır.[3]
Bilgi bütünlüğü; bir konuyu anlamlandırırken lazım
olan bilgi şümulüdür. Herhangi bir alanda çalışma yapılırken çalışmadan bütüncül
bir bakışın çıkması bilgi bütünlüğüne bağlı kalmaya bağlıdır. Bu anlayış
kişiyi, bilgiyi pratiğe yansıtırken hataya düşmekten korur. Mesela Kur’an’ı
okuma -anlama- faaliyeti sonsuz manalar alemine açılan bir penceredir. Bu
manaları kavramak ve kendi aralarındaki ilişkileri anlamak, mahsus oldukları
yaradılış gerçeklerini ve insan için sebep olan şeylere ışık tutanları
keşfetmek üzere, insan bilgisinin -kavrama yeteneklerinin- hepsine ihtiyaç
duyar.[4]
İslami ilimlere baktığımızda genelde
hepsinde bütüncül bakışın hakim olduğunu görürüz. Zamanımızda bir ilim dalının
bir çok ilim dallarıyla girift hale geldiği, bir ilmi sahada yapılan ihtisaslaşmanın
bir çok alanda bilgi birikimini zaruri hale getirdiği malumdur. Günümüz
şartlarında bir kişinin bütün bu ilimleri ihata etmesi imkansızdır. Bundan
dolayı da aynı amaç ve ideali paylaşan kişilerin bir araya gelerek kolektif
çalışma yapmaları gerekmektedir.
[1] Suyutî, Câmiu’s-Sağîr, 5266.
[2] İsmâil Râci el-Farukî, Luis Lâmia el-Farukî, Çev.
Mustafa Okan Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu İslam Kültür Atlası (The Cultural
Atlas of İslam), İnkılap Yayınları, İstanbul, 1999, s.256, 258; T. D. V. İslam
Ans. c. 6, s. 157, 158.
[3] Seyyid Hüseyin Nasr, Çev. İlhan Kutluer, İslam ve
İlim, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, s. 13, 19.
[4] İsmâil Racî el-Farukî, Luis Lâmia el-Farukî, İslam
Kültür Atlası, s. 259.
Celaleddin GÜL
DOKTORA
ÖĞRENCİ NO: 14922708
2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
BİLGİNİ BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi bir bütündür. Bilgi, havass-ı selime, haber-i sadık ve akıl yoluyla
elde edilir. Bunu İslamî ilimler açısından yorumlayacak olursak; bir
meseleyi yalnızca belirli bir ilmin sınırlarına dahil ederek had altına almanın
mümkün olmadığı açıktır. İlk olarak bilgi; insan aklının erebileceği olgudur.
Bilgi bilim
çevrelerince kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam olarak
tarif edilmektedir.[1]
Bilgiyi bütün olarak anlamak için onu tüm yönlerle ele almak
gerekmektedir. Netice olarak bilgiyle özdeş olan varlığın kendisi gibi,
ilimler veya bilgi şekilleri de birdir ve aynı zamanda bir düzene bağlıdır.[2]
Günümüzde ilmi bir araştırma
ortaya koymak ve tutarlı bir sonuca ulaşabilmek için, o mevzuda, daha önce
yapılmış çalışmaları araştırmak, tarihi süreç içerisinde insanlığın ortaya
koymuş olduğu mirası değerlendirmek hayati önem arz etmektedir. Böyle bir metot
takip edildiği sürece yapılan araştırmada bütünlüğe ve tutarlılığa
ulaşılmaktadır. Aksi takdirde zan ve tahminlerden elde edilen düşünceler
nazariye olarak kabul edilecektir.
Bir müslümanın, önce
iman sonra amel için yeteri derecede bilgi donanıma sahip olmak zorundadır. Bilimsel
çalışmalarda kişi herhangi bir alanda çalışma yaparken veya ilim elde
etmeye çalışırken çalışmasında, bütüncül bilgi, kişiyi hataya düşmekten korur.
Bilgi, müslüman
toplumda önemli olduğu kadar diğer toplumlarda da önemlidir. Bilginin
varlığında sağlıklı bir sonuca ulaşmak, sağlam bir bilgi elde edebilmek için
malumat çok önem arz etmektedir. Burada karşımıza “bilgi nedir, malumat
bilginin oluşmasında nasıl bir etkiye sahiptir” şeklinde cevaplamamız gereken
iki soru çıkmaktadır.
“Bilgi, herhangi bir şeyi birtakım verilerle tanımak veya verilerden
yararlanarak kişinin nesnelere yüklediği anlamdır.” Sözlük anlamı olarak
baktığımızda şu şekilde de tanımlanabilir; Bilgi: Öğrenme, araştırma veya
gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf. İnsan aklının erebileceği
olgu, gerçek ve ilkelerin bütünüdür.
Bilginin bütünlüğü
noktasında klasik kaynaklara baktığımız zaman karşımıza Havass-ı Selime
(Duyular), Akl-ı Selim ve Haber-i Sadık (Vahiy ve mütevatir haberler) olarak üç
tür başlık çıkmaktadır.
Bu üç kaynağın yanında
keşif, ilham ve rüyanın bilgi kaynağı olup olamayacağı tartışıla gelmiştir.[3]
İlim, insanı diğer
varlıklardan ayıran en önemli özelliklerinden biri olmanın yanında bireyin
hemcinslerinin arasından temayüz etmesine vesile olan bir alamettir. Yüce Allah
bu gerçeğe dikkat çekerek “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” [4] demiştir.
Kuran tefsir edilirken
bilginin bütünlüğünün ifade ettiği diğer bir anlam ise, tefsir literatürü araştırılarak
ve dikkate alınarak tefsir çalışmalarının yapılmasıdır. Yani Kur’an
yorumcusunun Kur’an'ı doğru anlayıp anlamlandırması indiği dönemden günümüze
kadar yapılmış çalışmaları incelemesi ilk muhatapların anladığı manaya
ulaşması, yapılan çalışmaları araştırmasına bağlıdır. Yorumcu bu çalışma
esnasında tarih içerisinde ayetlere Hz. Peygamber efendimizden ve sahabe
neslinden itibaren müfessirlerin yapmış olduğu tefsirlerin, yorumların
hangilerinin tarihi ve dönemsel ve yerel olduğunu ve hangilerinin evrensel ve
tutarlı olduğunu tespit etme fırsatını elde etmiş olacaktır.
Bakışımızı doğuya ve
özellikle İslam dünyasına çevirdiğimizde, temel farklılıklarına rağmen benzer
gelişmelerin olduğunu görebiliriz. Bu noktada en önemli fark, Müslüman bilim
adamlarının ortak ve değişmez bilgi kaynağı olan yüce kitabımız Kur’an-ı
Kerim’in bizzat kendisidir. Başlangıç noktasında, İslam bilimleri de doğuş
ve kaynakları bakımından aynı bütünlüğü doğal olarak yaşamıştır. Bu
bütünlüğün en temel kaynağı da hiç kuşkusuz Kur’an-ı Kerim idi. Bütün İslam
bilimleri Kur’an’ın verdiği sonsuz ve ilahi ilhamın birer parçası olarak zuhur
etmiş ve zaman içinde gelişerek kendi bağımsızlığına kavuşmuştur.[5]
Aile ve çevreden aldığı
bilgiler, geçmişin zengin birikimi insan için bir taban oluşturduğundan o,
bilgiye hiçten ve sıfırdan başlamaz. Üstelik onun hedefe ulaştırmayı
kolaylaştıran doğuştan getirdiği bir takım kabiliyetleri vardır. Tüm bunların
üzerinde de edinilen bilgiyi yönlendirme, karşılaştırma, sistemleştirerek,
değerlendirme ve eylem ile ilişkiye getirme vazifesini yüklenen eleştirel akıl
melekesi vardır. İşte İslam, böyle bir özelliğe sahip insanın bütün bilgi
kapasitelerini aynı anda kullanmasını ister.[6]
Bütün bu bilgiler ışığında
İslam kültüründe bilginin bütünlüğü denilince, müslümanlar için ilk dönem itibarı
ile olmasa bile ilerleyen zaman içerisinde gelişen ve değişen şartlar çeşitli
sorunları ortaya çıkarmıştır. Bu durum sahabe döneminin sonlarına doğru arap
olmayan kavimlerin de müslüman oluşuyla kültürel etkileşim başlatmıştır. Bu
yüzden sorunlara çözüm üretme adına tefsir, fıkıh, hadis, kelam gibi ilim
dalları islamı daha iyi anlama ve anlatma adına ortaya çıkmıştır.
Bilgi insanlığın ortak
ürünüdür. Dünya'da var olan bilgi bir milletin ya da bir medeniyetin tek başına
ürünü olarak görülemez. Herkesin, her milletin onda bir payı ve katkısı
olmuştur.
İslamî ilimlerin bir bütün olmasının sebeplerinden birisi Seyyid Hüseyin
Nasr'a göre tek kaynaktan çıkmış olmalarıdır.1 Yani
bütün İslâmî ilimlerin Allah'ın vahyi ve Hz. Peygamber'in sünnetinden
kaynaklanması onları birbirinden koparmayı engellemektedir.[7]
Bilgi de hakikate ulaşmak ve anlam arayışında
istikamette olabilmek için bilgiyi kaynağından koparmadan ve doğru yöntemlerle
(Yaratıcının bize verdiği melekeleri doğru kullanarak, anaç birliğini
gözeterek) bir bütünlük içinde elde ederek yorumlamak ve değerlendirmek gerekir.
Amacından koparılarak, aslından uzaklaşılarak ve
keyfilik ya da menfaatler çerçevesinde yapılacak çalışmalar ne bilgiyi ne de bu
bilgideki bütünlüğü ifade eder.
Bilgi ancak bir bütün olarak tam anlamıyla işlev görür. Meselelere parçacı
yaklaşımlar nasıl ki o meselenin anlaşılması için yeterli değilse, meseleleri
anlamak ve onları çözmek için kullandığımız bilginin de parça parça
kullanılması bizi ulaşmak istediğimiz çözümden alıkoyabilir.
Meseleyi Kur’an-ı
Kerim açısından incelediğimizde; İslami ilimlerin ana kaynağını oluşturan
Kur’an-ı Kerimi anlama gayreti, onun manalarını ve ondan çıkabilecek fıkhi
hükümeri talep etme arzusu, daha pek çok ilim dallarının ortaya çıkarak
gelişmesine sebep olmuştur. “Şâtıbi (790/1388) Kur’an-ı Kerimdeki anlamları
istihraç etmeye “araç” ve Allah Teâlâ’nın muradının bilinmesine yardımcı olan
ilimlerden bahsetmektedir. Bu ilimler şunlardır: Arap dil bilimleri, kıraat,
nâsih mensuh, fıkıh usûlu, esbâb-ı nüzul, Mekki-Medeni… O bu ilimlerin hepsinin
bütün âlimler nezdinde Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı ilimler olarak kabul
edildiğini söylemektedir.”[8]
Bilginin bir bütün
olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu üçünü birbirinden ayrı düşünmek,
birbirleriyle ilişkilendirmemek doğru olmayacaktır. Konuları, alanları her ne
kadar farklı da olsa, birbirlerinden bağımsız değildirler. Öte yandan Her zaman
her devirde, dini, felsefi ve ilmi eserlerin muhataplar tarafından iyice
anlaşılıp, kavranabilmesi için, onların, kendilerini iyi anlayanlar tarafından
izah edilip, açıklanması gerekir.[9]
İslam kendisini bilgi
ile özdeşleştirip, bilgiyi, gerekli de kılar. Bilginin elde edilmesini ibadet
ile eş görüp, teşvik eder. İslami bilgi, hakikati, akıl, tecrübe ve sezgi
yoluyla kavramadır. Yeryüzü ve gökyüzünün, insanlığın ve tarihin birikimini
tahlil eden dinamik bir bilgidir.[10]
[1] Türkçe Sözlük, Türk dil kurumu yayınları, Ankara
2011, 11.baskı.
[2] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve
ilim, çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İst. 1989, s.13.
[3] Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çev: M. Okan
Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yay.
[4] Zümer 39/9
[5] Nasr, S. Hüseyin, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, Çeviri, İnsan
Yayınları, İstanbul 1985
[6] Farukî, İslâm Kültür Atlası, s.272.
[7] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, Çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, s. 5.
[8] Ahmet Nedim Serinsu,, Kur’an ve Bağlam, Şule yay., İstanbul 2012, s. 43
[9] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. b.t. yok, s.211.
[10] İsmail Râci Farukî-Luis Lâmia Farukî, İslâm
Kültür Atlası, çev. Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb
Yayınevi, İst. 2014, s.272.
Abdülvahid Yakub Sipahioğlu
14922703
Müslüman, Kitap ve Resul (sav) arasındaki ilişki; Âl-i İmran
suresinin 164. ayetinde şöyle açıklanıyor:
Andolsun ki Allah, mü'minlere, kendi nefislerinden bir
peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor,
onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce onlar
apaçık bir sapıklık içindeydiler.
Hz Peygamber ve sahabesi arasındaki bu
ilişkinin temelini ayetten de okuduğumuz üzere arınma, Kitab ve hikmet oluşturmaktadır.
İslam
toplumlarının ilk dönem tarihi; Resul (sav)’in arındırdığı ve hikmeti öğrettiği
neslin İslam’la gelen faziletleri peygamber olmadan ayakta tutmayı ve yaymayı
başarabilmek için rotasını çizdiği dönemdi. Müslümanların rotalarını çizdikleri
bu dönem bir yönüyle en başında İslami ilimlerin geldiği kurumların inşa süreci
olarak görülmelidir. Biz de İslami ilimlerin en önemli üç şubesinin tarihini bu
pencereden incelmeye çalışacağız.
İslami
ilimler çalışma prensibi itibariyle bir bütünün parçaları gibi
işletilmişlerdir. Bu parçalarla meydana gelen bütünlük; hakikat bilgisinin Kur’an’ın
inişinden itibaren yeniden ve yeniden üretilmesini sağlayan yapıdır.
Dünya, insan, hayat, şehir, ticaret,
mal, tabiat ve insan hayatının bütün parçaları bu yapı içindeki bir tasavvur
ekseninde tanımlanmış ve vahdaniyet temelinde bir medeniyet ortaya çıkmıştır.
Bu elbette başından sonuna kadar planlı olarak yürütülmüş bir süreç değildir.
Fakat şöyle ifade edilebilir ki bütün motivasyonu vasat ümmet olmak olan
insanların, karşılaştıkları sorunlara Kur’an’ı ve Hz Peygamber’in sünnetini
merkeze alarak ürettikleri çözümlerin toplamıydı bu medeniyet. İşte bu çözümler
toplamını doğuran yapının merkezinden başlayarak, tarihi süreç içerisinde bu
ilimlerin hikâyesini okuyabiliriz.
Tefsir,
hadis ve fıkıh birer ilim olarak birbirinden asla bağımsız değil hatta
neredeyse iç içe doğmuş ve gelişmişlerdir. Bu ilimlerin doğuş sürecinde bütün
mesele kitabın ve hikmetin öğretilmesi ile toplumu fesada uğratabilecek sorunlardan
arınmayı sağlamaktı. Kur’an’ın Resul’üne yüklediği bu görev ondan sonra bitecek
değildi. Bu sebeple Müslümanlar da bunu sürdürmenin yollarını aramaya
başladılar. Bu bağlamda gündeme gelen ilk sorun Kuran’ın gelecek nesillere
sıhhatli bir şekilde aktarılmasıydı. İlk halifenin görevi olan bu meselenin
halli mütevatiren gerçekleştirilmiş ve Ku’ran ayetleri bir mushafın içine
toplanmıştı. Akabinde üçüncü halifeyi bekleyen bu meyandaki bir diğer problem
de Kur’an’ın okunuşunun tespitini sağlamaktı. Kur’an’ın istinsahı ve resmi
Mushaf olarak İslam coğrafyasına dağıtılması ile hemen hemen bu sorun da
giderilmişti.
Ayetlerin
ve okunuşlarının bu şekilde tespit edilmesinin elbette bir anlamı vardır. Kur’an
bütün bir Müslüman varlığın temelini teşkil etmektedir. Mushafın toplanması ile
bu temel sağlamlaştırılmıştır. Kur’an’ın okunuşunun tespitinde ise onun asıl
anlamından –lafzen- farklı anlaşılmasının önüne geçilmiş ve böylece ilk
nesilden son nesle kadar ana kaynağın aslına uygun okunması sağlanmıştır.
Müslümanların ilk dönemler için en
belirgin kaygıları Kur’an’ın ve Hz Peygamber’in örnekliğinin sıhhatli bir
şekilde aktarılmasını sağlamaktı. Bu dönemden itibaren yazıyla kayıt
faaliyetinin yoğun olduğunu gerek Muhammed Hamidullah gerek Fuat Sezgin
hocaların araştırmalarında görüyoruz. Bu anlamda Fuat Sezgin Hocanın Goldziher’in
Muhammedanische Studien adlı eserinden alıntıladığı şu notu aktarabiliriz:
Sahabe ve tabiinin, peygamber’in
söz ve emirlerini kitabet yoluyla unutulmuş olmaktan korumak istemiş olmalarına
hiçbir engel yoktur. Sıradan insanların hikmetli sözlerinin sahifelerde yazılı
olarak muhafaza edildiği bir çerçevede Peygamber’in sözlerinin devamı nasıl
olur da şifahi rivayetin muhafazasına terk edilebilirdi.[1]
Özellikle son 60 yıllık süreçte yapılan
çalışmalarla Müslümanların yazılı kaynaklarının zannedilenden çok daha erken
tarihlere ait oldukları anlaşılmıştır[2].
Ancak şunu görmek gerekir ki yazının bu yoğun kullanımına rağmen Müslümanlar
rivayetleri ve sahip oldukları diğer bilgileri bizzat nakletme ihtiyacı
hissetmişlerdir. Ve bunun için de kapsamlı bir usul belirlemişlerdir.
Fuat Sezgin Hocanın Buhari’nin Kaynakları
kitabında aktardığı üzere sekiz tane rivayet şekli ihdas edilmiş ve bunlar
kaynaklarda belli fiillerle kodlanmıştır. Bu kodlama kişinin bilgiyi
yüklenirken kaynakla ne derece irtibatlı olduğunu göstermesi içindir. Mesela
‘sema’ formuyla rivayeti alan bir kimse aldığı rivayeti aktarırken ‘سمعت عن ’ )semi’tu an- kendisinden dinledim) veya
‘حدثنى’ (haddeseni-bana
söyledi) ile başlar.[3]
Bu da usulün ne kadar teferruatlı olduğunu göstermektedir.
Hem yazının kullanımı hem de icazete
dayalı bu nakil usulü yan yana düşünüldüğünde bir tezat varmış gibi görünebilir.
Soru: yazı varken bu usule ne gerek var? Aslında meselenin özü şu şekilde
açıklanabilir: her ne kadar rivayetler yazıyla kaydediliyorsa da gerek tahrif
endişesi gerek yazının pek çok anlamda okunabilmeye müsait olması bu rivayet
usulünün oluşmasındaki temel dinamiklerdir. Bilginin yazı ile aktarımı
geleneğinin zayıf olması ve harflerin de noktalanmasının zaman içerisinde
oturması sebebiyle bu usul oluşmuştur. Bununla beraber nakledilen ilmin
hayatiyeti bu garantici yaklaşımı doğurmuştur denebilir. İmam Malik’den
hadislerin rivayetiyle ilgili nakledilen ‘’Bu ilim dindir. Dininizi kimden
aldığınıza dikkat edin’’ sözü rivayetin ana konusu olan Hz Peygamber’in
örnekliğinin aktarılmasının ne kadar hassasiyetle takip edildiğini gösteriyor.
Bunun için de sadece yazı üzerinden aktarım değil yazılanın hoca ve talebesi
tarafından karşılıklı okunup karşılıklı teyit edilerek aktarım yapılması
benimsenmiştir. Bu anlamda İslami ilimlerin temelleri rivayetler ve onların
yukarıda bahsettiğimiz şekilde aktarımı yoluyla atılmıştır. Öyle denebilir ki
bir kartopunun tepeden yuvarlanırken dev bir yığına dönüşmesi gibi bu
hassasiyetle hareket eden ulemanın ve talebelerinin gayretleri önce ilim
meclislerini, halkalarını dolayısıyla da İslami ilimlerin ekollerini inşa
etmiştir.
Mekke’de
İbn Abbas çevresinde oluşan ilim halkası, ağırlıklı olarak tefsire dair rivayetlerin
kaynağı olma yolunda ilerlerken Medine’de Peygamber’le (sav) ilgili bütün
rivayetler toparlanıyor ve naklediliyordu. Bunun yanında Kufe taraflarına giden
Abdullah İbn Mesud orada etrafında toplanan talebeleriyle rey ehlinin temeli
olan ilim halkasını oluşturuyordu. Aslında bugün ayrı ayrı ilim sahaları olarak
karşımızda duran fıkıh, hadis ve tefsir bu üç merkezde gerçekleşen ilmi
faaliyetlerle doğdular. Bu doğuş sürecinin iyi bir şekilde tahlil edilmesi öyle
zannediyoruz ki İslami ilimlerin birlikte bir medeniyeti nasıl meydana
getirdiklerini anlamamızda bize yardımcı olacaktır. Bu, bir anlamda bugünün
-bugünden sonrasının- temel problemi olan İslam medeniyetinin yeniden inşası
problemine de ışık tutabilecek bir tahlildir.
İslam’ın
ilk yüzyılında İslam’a yeni girenlerin ve sahabe sonrası neslin Kur’an’ı anlama
noktasındaki sorunları ile yeni fethedilen coğrafyanın kozmopolit toplumlarını
kuşatacak bir hukuk yapısının inşası meselesi ilim ehlinin gündemini işgal
ediyordu. Kur’an’ı anlama noktasındaki sorunları giderme noktasında sahabe ve
tabiin döneminde çalışmaların kapsamı ihtiyaçlarla sınırlı bir boyutta devam
ediyordu. Kur’an’da bulunan garib lafızların izahı ve özellikle kıssalarla
ilgili ehl-i kitap rivayetleri yanında Hz Peygamber (sav) ile sahabenin tefsir
üzerine açıklamaları çalışmanın ana malzemesiydi. İbn Abbas ve talebeleri,
sahabe sonrası neslin Kuran’ı anlamayla ilgili sorularına cevaplar üretirken;
ifade etmiş olduğumuz üzere garip lafızların açıklanmasının ön planda olduğu ve
Arap şiirinin de tefsir rivayetlerinin yanına eklendiği, bazen dini bazen
lugavi ve bazen de tarihi açıklamalar getirmiştir[4].
Şunu da ilave etmek gerekir ki tefsire dair rivayetlerin toplandığı önemli
kaynakların başında gelen Taberi’nin Câmi’ul-Beyan Fi Tefsir’il-Kuran’ına
bakıldığında en çok rivayetin İbn Abbas’a ulaşan kanallardan geldiği
görülecektir.[5]
Kur’an’ı anlama noktasında ilk
nesillerin sorunları sınırlı ve görece daha az karmaşıktı. Ancak hayatın
pratiği içinde daha karmaşık bir sorun daha vardı. Bu sorun İslam’ın ikinci
yüzyılına damgasını vuracak köklü tartışmaları ve bu dönemin ekollerini inşa
ediyordu. Bahsi geçen tartışmalar yaklaşık iki yüz yılda uzlaşma sağlanabilecek
olan hukukun(fıkhın) temel kaynakları problemi üzerineydi.
Müslümanlar ortadoğunun kadim
coğrafyasında iktidarı devralırken geçmiş medeniyetlerin hukuki yapılarını
karşılarında buldular. Bu kadim ve kompleks yapılar hakkında İslam tarihi ile
ilgili çalışmalar yapan Ira Lapidus şunları dile getiriyor:
İslam hukukunun kökleri (miladi)yedinci yüzyılda egemen ve âlimlerin
mevcut hukuki uygulamayı yenilemek ve onu İslami standartlara uydurmak
çabalarına dayanır. Bu dini görev tek bir grup tarafından değil; Basra, Kufe,
Suriye, Medine ve Mekke’de birer hukuk okulu (fıkıh mezhebi) kurmuş insanlar
tarafından yerine getirildi. Aile ticaret ve ceza hukuku uygulamalarıyla
başlayarak idari düzenlemeler, Sasani, Bizans ve Yunanlıların popüler
kaideleri, Ortodoks kilisesinin kuralları, Yahudilerin ve eski Babil’in hukuku
Talmud ele alınarak, âlimler tarafından Allah’ın iradesiyle, yani İslam’la
uygun hale getirilmeye çalışıldı. Âlimlerin müzakereleri sonucunda donuk
hukuktan çok ahlaki, manevi ve teolojik hükümlerle dokunmuş istidlali bir
kurallar demeti ortaya çıkar.[6]
Tarihi zemin incelendiğinde fetihlerle
beraber Medine’de olduğundan daha karmaşık bir toplum yapısının doğduğu
söylenebilir. Sayısı hızla artan Müslümanlar disipline edilmiş bir hukuk
yapısını uygulamaya koymanın aciliyeti ile karşı karşıyaydılar. Lapidus’un bahsettiği seyir İslam tarihinin ilk büyük fıkıh
ekolleri olan ehl-i rey ve ehl-i hadis arasında yaşanan yoğun tartışmaların
sonuca bağlanmasıdır.
Müslümanlar hukuki nizamlarını ortaya koyarken temel bir yöntem
tartışması yaşadılar. Bu konuda Ira Lapidus şunları ekliyor:
Fakihlerin çoğu ekollerinin geleneklerine ve önemli ölçüde kişisel
içtihatlarına güveniyorlardı. Muhaddisler ise ahlaki ve fıkhi bir kuralın
kaynağının Kuran ya da hadisten başka bir şey olabileceğini düşünemiyorlardı.
Dolayısıyla onlar karşıtlarının keyfi ve şahsi düşüncelerine karşı çıktılar.[7]
Bu temel yöntem tartışması herkesin üzerinde ittifak ettiği üzere
İmam Şafii’nin Usûl’ül- Fıkh’ı yazmasıyla yerini bir uzlaşmaya bıraktı. Fıkıh
tarihi yazan hemen herkesin İmam Şafii’nin İslam fıkhının temeli olan edile-i erbaa’yı
(Kuran, sünnet, icma, kıyas) tespit ederek hem rey ehlini hem de hadis ehlini
uzlaştırmış olması devam eden süreçte yukarıda bahsedildiği gibi dinamik bir
hukuk yapısının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şafii’nin bu uzlaştırıcı
hamlesini değerlendirmeye geçmeden önce rey ehli ile hadis ehli arasındaki
farklılığı biraz irdelemek gerekiyor.
Temelde hadis ve rey üzerinden dönen
tartışmaların taraflarını ifade etmesi bakımından şu tasvirleri nakledebiliriz.
Ira Lapidus tarafları şu şekilde özetliyor:
Fakihlerin çoğu ekollerinin geleneklerine ve önemli ölçüde kişisel
içtihatlarına güveniyorlardı. Muhaddisler ise ahlaki ve fıkhi bir kuralın
kaynağının Kuran ya da hadisten başka bir şey olabileceğini düşünemiyorlardı.
Dolayısıyla onlar karşıtlarının keyfi ve şahsi düşüncelerine karşı çıktılar.[8]
Buradaki gibi iki tarafı da kesin çizgilerle ayırmak her ne kadar
biraz tenkite açık olan bir fikirse de yaşanan tartışmalarda safların belirgin
olduğu sonucunu çıkarmamızda bir engel yoktur. Her iki ekol arasında bariz olan
çekişmenin bir yönü olarak hadis ekolünün çizgisini sert bir şekilde ileri
taşıdığını ve rey ehlini ekollerinin geleneklerinden önce Hz Peygamber’in
hadislerini dikkate alma noktasında baskı altına aldığını söyleyebiliriz. Hadislerin fıkhın hukukun içindeki yeri
konusunda yapılan tartışmalarda Hz Peygamber’in (sav) dindeki otoritesini
merkeze alan ve sahih hadislerin kullanılabilirliğini fomule ederek ortaya
koyan teori ehl-i hadisin ehl-i rey ve ehl-i Kur’an ekollerinin de itiraz
edemediği bir biçim ortaya koymasını sağladı.[9] Ki bu dönemde Ömer b. Abdulaziz’in Ebu
Şihab ez-Zuhri’den (ölm h.124/742) hadislerin tedvinini istemesi de bu meyanda
değerlendirilebilir. Ancak bu güçlü durumlarına rağmen hadisçilerin İslam hukuk
düşüncesinin Kufe gibi kozmopolit; Hıristiyan, Yahudi, Mecusi kimliklerin
buluştuğu bir yapıya sahip olan tabiri caizse deplasmanda gelişen içtihat
geleneğiyle yüzleşmesi gerekiyordu. Bu yüzleşmenin İmam Şafi önderliğinde
gerçekleşmesini aktarmadan önce ehl-i rey ile ilgili son bir noktayı
belirtelim: Rey ehli hadisleri hüküm vermede dikkate almadıkları dolayısıyla
eleştirilir. İslam hukuku alanında çalışmaları bulunan Joseph Schacht’ın ifade
ettiği ‘ekolün yaşayan geleneği’ yani İbn Mesud’la başlayıp daha sonraki
nesillerden Hammad b. Süleyman’ın sistemleştirdiği gelenek –bu eleştiriye göre-
hadislerin yerini tutuyordu.[10]
Ve bunun yanında Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle; Şafii usulu’l-fıkhı ile
hukukçulara hadis mecmualarına güvenmeyi öğretiyordu.[11]
Ancak bu gibi değerlendirmeler ele alınırken ehl-i reyin Hz Peygamber’in
sünnetine rağmen kendi geleneğini tercih ettiği görüşüne varılmamalıdır. İbn
Haldun’un Mukaddime’nin ‘Fıkıh ilmi ve ona tabi olan feraiz ‘ faslında ifade
ettiği üzere: Evvelce bahsettiğimiz
sebeplerden dolayı Iraklılar arasında hadis az olduğundan daha çok kıyasa
başvurmuşlar ve o hususta mazeret kazanmışlardır.[12]
Bu değerlendirmeyi Sünni paradigmanın içinden yapılan bir değerlendirme olarak
alıp objektif görmeyebiliriz. Ancak ehl-i reyin kıyası ön plana çıkarırken bir
sünnete rağmen hareket ettiği söylenemez. O dönemde henüz sünnetin anladığımız
anlamda bir varlığı da söz konu değildir. Ehl-i rey ile ilgili olarak bu
değerlendirmenin göz ardı edilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.
Fıkıh ilminin tarihinde Şafii
yazdığı usulle merkez konumda duruyor ve yukarıda ifade ettiğimiz yüzleşmeyi
gerçekleştiriyordu. Bu yüzleşmeyi tasvir etmesi bakımından şu değerlendirmeyi
aktarabiliriz:
Neticede fakih Şafii (767-820) geçice bir anlaşma zemini buldu. Hadisin
üstün otoritesine kabul etti, fakat hangi hadisin sahih, hangisinin zayıf hadis
olduğunun yalnızca icma (alimlerinin görüş birliği) ile belirlenmesi
gerektiğini ileri sürerek hadisleri kontrol etmeye çalıştı. Muhaddisleri
hukukun esas kaynağı olduğunu kabul etmeye ve ilk hukuki doktrinlerden
bazılarını değiştirmeye zorladılarsa da fakihler Şafii’in önderliğinde kendi
geleneksel muhakeme ve tartışma yöntemleriyle hadisleri uzlaştırdılar’’[13]
İmam Şafi’nin bu çalışması, rey ve hadis ehli arasında var olan
tartışmaların büyük oranda bitirilmesi sonucunu sağladı. Hamidullah Hoca Şafii’nin
bu yolla hukukçulara hadislere güvenmeyi öğrettiğini; bunu da hukukî metotları
hadislere uygulayarak sağladığını ifade ediyor.
Diğer bir açıdan Şafii’nin çalışmaları
ile sağlanan ortak zemini müsteşrik Montgomery Watt şu şekilde değerlendiriyor:
(Şafi) İnsanların peygamberin sünnetini, Allah’ın kitabını kabul
ettikleri gibi kabul etmek zorunda olduklarını kuvvetle belirtmiştir. O, bu
hususu, muhtelif Kuran ayetlerinden çıkarmıştır. Bu ayetlerde, Hz Muhammed’in
Allah tarafından insanlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmek üzere gönderildiği beyan
olunmaktadır. Şafii hikmetin yalnızca Allah’ın Rasul’ünün sünneti demek
olduğunu delillerle göstermiştir. Hz Muhammed’in fiillerinin hikmetle
aynileştirilmesi sünnete usul-i fıkıh içerisinde Kitab’a denk bir mevki
sağladı. Artık bu tarihten itibaren daha eski müphem manalar kaybolur ve
sünnetten bahsedildiği zaman tabii olarak Hz Muhammed’in hadislerle tevsik
olunan benimsenmiş işleri anlamını ifade eder[14].
Bu ifadelerde dikkati çeken mesele sünnetten bahsedildiği zaman
kafaların net olması meselesidir. J.Schacht’ın da değerlendirmelerini yaparken
buna benzer ifadeler kullandığını belirtmek gerekir. Ki o Watt’ın ifade ettiği
anlamda sünnet üzerinde uzlaşmaya varılmadan önce eski ekollerde bir ‘ekolün
yaşayan geleneği’ vurgusu yapar. Bu konuda kendisinden şunu aktarabiliriz:
Söz götürmez bir gerçektir ki, hukuk doktrinleri ile hadislerin
karşılıklı bir şekilde birbirini etkilemesini birleştirici bir süreç şeklinde
kabul etmek gerekir. Bütün bunlar birbirini tutmayan şeyleri eski hukuk
ekollerinin öğretileri içerisine sokmuş ve bu ekoller Peygamberin hadislerini
ancak kendi yaşayan gelenekleri ile bağdaştığı sürece muteber olarak kabul
etmişlerdir. Bundan sonraki adım hicri ikinci yüzyılın sonunda Şafi tarafından
atılmıştır.[15]
Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere fıkıh yani hukuki metodoloji ile
hadis yani rivayet esaslı yapı bir araya gelmiştir. Burada her iki ekolün
temsilcileri de kendi pozisyonlarını daha ortak bir zeminde yeniden
düzenlemişlerdir. Montgomery Watt:
Kaydedilmesi gerekli önemli nokta Eş Şafii’yi takip eden devrin önemli
eserlerinin, sünnet kavramına kesin bir anlam meselesinde başarıya ulaşmış
oldukları hususudur. Artık şimdi bu, muteber alimlerin kefaleti altındaki hadis
külliyatında mevcut olan şeyleri ifade ediyordu: âlimlerin itibarı da Ahmed b.
Hanbel ve Yahya b. Main gibi sayıca az, tanınmış münekkidlerin takdiri ile
ölçülmüştü. Bazı hadisler ile bazı ravilere hâlâ daha karşı çıkılabilirdi.
Lakin sünnet üzerinde geniş bir mutabakat sahası mevcuttu. Bu Şafii’den önceki
Medineli pek çok âlimin kabul ettiği sünnetin Kufeli âlimlerin ekseriyetinin
kabul ettiğinden farklı olduğu zamanki durumla tezat teşkil ediyordu. Artık
şimdi kendilerini Şiiler olarak ana bünyeden ayıranlar dışında herkes fiilen
aynı hadis külliyatını temel esaslar olarak kabul ediyordu.[16]
Yine burada da görüyoruz ki Şafii ile beraber gelen uzlaşma Kur’an’dan
hemen sonraki kaynağın yani sünnetin belirlenmesi ya da yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi sünnet dendiği zaman herkesin aynı anlamı zihninde tasavvur
etmesi üzerine olmuştur. Zaten Kur’an’ın kaynaklığı konusunda herhangi bir
sıkıntı yoktur. J.Schacht da ehl-i rey ve ehl-i hadisin doğuşunu anlatırken bu
duruma dikkat çekmektedir:
Eski hukuk ekollerinin faaliyet bakımından önemli bir yönü, bu
ekollerin ilk olarak ciddi bir şekilde Kuran hükümlerini ele almış olmalarıydı.
İslam’ın birinci yüzyılındaki durumun aksine şekli sonuçlar, esas dinî ve
ahlakî Kuran hükümlerinden bu zamanda çıkarılmış olup onlar, yalnız aile
hukukuna, miras hukukuna ve şüphesiz ibadet ve dinî merasimlere değil, aynı
zamanda Kuranî teşrî’de ayrıntılı olarak ele alınamayan hukukun öteki dallarına
da uygulanmıştı. Kuran hükümlerinin ilk İslam hukukuna nüfuzunun doruğuna
ulaşması, İslamın ikinci yüzyılı başlangıcında eski ekollerin doğuşuna
rastlamaktadır.[17]
Sonuç itibariyle konunun bu kısmında
dikkati çekmeye çalıştığımız nokta fıkhın merkezde olduğu ve gayesi İslam
toplumlarını Müslüman olarak ayakta tutma gayreti içinde olan yapının kendi
kaynaklarını belirleme noktasında yaşadığı tartışmaları ve üzerinde uzlaşılan
ortak zemindi. Bu resim içerisinde tefsirin durduğu yeri de gösterdikten sonra
zannediyoruz ki maksat hasıl olacaktır.
Fıkıh ve hadisin uzlaşmasının
ardından ortaya çıkan resimde hadis ilmi Şafii’den daha sonraki süreçte yapılan
yoğun tedvin çalışmaları neticesinde İslam’ın kaynak metinlerini derleyen ve
bir eleme sürecinin sonunda sahih olup olmadığını tespit eden bir mekanizma ortaya
çıkmıştı. Bu hususta Mehmet Paçacı Hocanın şu değerlendirmesini aktarabiliriz: Hadis disiplini, Rasulullah’ın haber
kimliğine bürünmüş söz ve eylemlerinin sübuti değerini sağlamış ve
değerlendirmiştir. Tefsir, kelam ve Fıkıh ise İslam bilimler geleneğinin yorum
disiplinleridirler. Bu disiplinler İslam’ın kaynak metinleri ile ilgilenirler.[18]
Hadis, Kuran’ın hem açıklanması hem de teşri noktasında Kur’an’dan sonra
gelen sünnetin çerçevesinin oturtulması görevini yerine getirirken tıpkı Kur’an
yazısının sabitlenmesi gibi Kuran’ın yorumunun da ana hatlarının belirlenmesini
sağladı.
Sünnet, Kuran’ı yorumlayıcı olarak
vahyin iniş sürecinin şahitlerini önceleyen bir konsepti sağladı. Bu noktanın
belirleyiciliği hususunda şu değerlendirmeyi aktarabiliriz:
Geleneğin ilk yorumcusu olarak Rasul’un ve sonra Ashab’ının tecrübesi,
Kuran metnini çevrelemiş ve belirlemiş olmaktadır. Bu bakımdan ‘’Sünnet Kuran
üzerinde belirleyicidir, Kuran sünnet üzerinde değil’’ sözü, bize göre, tam da
bunu ifade etmektedir. Bu ifade Ahmet b. Hanbel’e sorulduğunda, o kendisinin bu
kadar cesur olamayacağını belirttikten sonra, aslında yorum bilimsel açıdan
aynı anlama gelen Kuran’ı tefsir eder ve açıklar ifadesini kullanmıştır.[19]
Sünnet üzerinde sağlanan uzlaşı
rivayet zincirlerinin ve metinlerinin yukarıda bahsi geçtiği gibi yoğun tetkik
edilmesi ve toparlanmasıyla paralel gelişti. İslam’ın üçüncü yüzyılı bu yoğun
tedvin çalışmalarına sahne oldu. İmam Buhari, İmam Müslim sahihlerinde; İbn
Mace, İbn Davud, Tirmizi ve Nesai sünenlerinde ulaştıkları ve tetkik ettikleri
rivayetleri topladılar. Bunun yanında sonraki dönemlerde pek çok âlim de
rivayetlerin kimini eleyerek kaynakları yeniden oluşturdular. Ancak isimlerini
saydığımız imamların kitapları kutub-i sitte adıyla sünnetin temel metinleri
olarak kaydedildiler. Bu literatürün toplanması ile de metodolojisi oturmuş
olan fıkhın ikinci ana kaynağı sağlanmış oldu. Bundan sonraki süreçte ise
yapılması gereken birinci kaynak yani Kur’an’ın yorumlanması için tefsir
ilminin geliştirilmesiydi.
Tefsir tarihi ilk aşamada belli
dönemler olarak incelenmiş ve tefsir kaynakları itibariyle yeterlilik
kazandıktan sonra çeşitli ekollere ayrılmıştır. Genel olarak Hz Peygamber’le
başlatılan tefsir faaliyetleri sırasıyla sahabe, tabiin ve tebei tabiin
dönemleri sebeb-i nüzul ve Hz Peygamber’den başlamak üzere sahabe ve tabiinin
ayetlerin izahına yönelik açıklamalarının Mekke’den başlayarak çeşitli ders
halkaları ile rivayet edilmesiyle geçmiştir. İslam’ın dördüncü yüzyılında
Taberi ve İbn Ebi Hatim gibi âlimlerin gayretleri ile bu rivayetler
toparlanmıştır. Bu devirle ilgili Montgomery Watt’ın değerlendirmeleri şu
şekildedir:
Kuran-ı Kerim’in tefsiri sahasında 235/850’den 333/945’e kadarki
devrede açıkça belli bir istihalenin bulunduğunu söyleyebilmek güç olacaktır.
Belki de umumi manada şu husus kabul edilebilirdi: Bu devir zarfında tefsir,
birçok noktalarda geniş bir mutabakat veya en azından sadece dar bir uyuşmazlık
sahası bulunmakla beraber önceki asırların bir takım isabetsiz mütalaaları saf
dışı edilmiş olduğundan bir kararlılık haline ulaştı. Mamafih söz konusu devre
benzer disiplin olan kıraatta yani Kur'an’ın tedkikinde de hadisin resmileşerek
bir nizama girişiyle kıyaslanabilecek bir gelişmeye şahid oldu. Ve yedi kıraat
itimada layık görülerek şumüllü bir şekilde benimsendi. (İbn Mücahid h.323/935
tek bir kıraatin mümkün olmadığını görüp yedi kıraati sabitledi.)[20]
Tefsir usulü kitapları hicri ikinci asırdan itibaren tefsir
usulünün temel tartışmalarının başladığını belirtirler. Bu tartışmalar daha çok
fıkıh ilminin Kur’an ayetlerinden istidlalde bulunurken karşılaştığı sıkıntılar
çerçevesinde gerçekleşmiştir. Özellikle nesh ve mutlak mukayyed tartışmaları
ile vücuh ve nezair meseleleri bu tartışmaların ana konusunu oluşturur. Bu
tartışmalar Kur’an’ın tefsir edilmesinden ziyade ayetler değerlendirilirken
uyulacak metotların ortaya konmasını hedefleyen eselerle halledilmeye
çalışılmıştır. Buna örnek olarak elimizdeki en eski tefsir kaynağının yazarı
olan Mukatil b. Süleyman’ın (ölm 150/767) vücuh ve nezair üzerine yazdığı eseri
El-Eşbah ve’n-Nezair gösterilebilir.
Bu ve bunun gibi eserler Kur’an’ın indiği dilden uzaklaşan
Arapların o dilin aslını tespit etme çabalarıdır. Bunun dışında kapsamlı bir
usul kitabı sayılabilecek ilk eser fıkhi metodolojinin olgunlaştırılmasının
ardına denk gelen bir dönemde Haris el- Muhasibi (ölm 243/857) tarafından
yazılan el-Akl ve Fehm’ul-Kuran’dır. Bu eser sonrasında da usul kitapları
geliştirilmeye devam edilmiş ve hemen hemen Suyuti’nin (ölm 910/1505) el-İtkan
fi Ulum’il-Kur’an’ı ile en olgun halini almıştır. Ve tüm bu eserler konu
aldıkları tartışmalar ile Kuran’ın anlaşılması için öncelikle onun asıl dilini
yakalamaya çalışmış ve devamında da ayetlerin fıkhi istidlal açısından durumunu
incelemiştir. Mutlak-mukayyed, nasih-mensuh, mücmel-mübeyyen vs bu anlamda
örnek verebileceğimiz konulardır.
İslami ilimler bugün olduğundan farklı bir şekilde toplumun düşünce
sistemi içinde merkezde bulunuyordu. Bu haliyle fıkıh insanları doğrudan
etkileyen normatif sonuçları ile geçerli tek hukuki yapıyı oluşturuyordu. Bu
sonuçlar devletin düzenlenmesinden sokağa çeki düzen verilmesine kadar çok
geniş bir alanı kapsarken insanların birbirlerine, tabiata ve Allah’a karşı
olan sorumluluklarını tespit ediyordu. Fıkhın bu işlevini yerine getirebilmesi
için kaynaklarını doğru bir şekilde okuması gerekir. Bunun için de öncelikli
olarak ilk kaynağını yorumlamada tefsire ihtiyaç duyuyordu. Tefsir ayetlerinin
içerisinde bulunduğu hem metinsel bağlamı hem de tarihsel bağlamı içerisinde
söylendiği andaki anlamını tespit ederken fıkha onu anlama noktasında riayet
edeceği ana çerçeveyi sunuyordu. Bundan sonrasını ise ayetlerden doğru
hükümleri çıkarmak adına fıkıh ehline bırakılıyordu. Denilebilir ki: Tefsir söz konusu ayeti Peygamber’in ve
Ashabın bu ifadeyi nasıl anladığına ve uyguladığına dair nakillerle ve ayet
hakkındaki kıraat, linguistik, ve gramer bilgilerini vererek ele almıştır.
Ancak onu bağımsızlaşmış ve umum ifade eden bir lafız kabul ederek, ondan yeni
durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh tarafından gerçekleştirilmiştir.
Nitekim Taberi yaptığı işin bilincinde olduğunu gösteren bir tutumla ayetin
fıkhi açıdan ele alınışını Kitabu’a Serika isimli eserinde yaptığını ve
tefsirinde bunu vermeyi doğru bulmadığını belirtmektedir. Böylece İslam
bilimleri geleneğinde Kuran’ın yorum süreci, Tefsir ile ilk neslin tarihsel
bağlamından başlatılmış olmaktadır. Tefsir, Fıkıh ve Kelam disiplinleri, İslam
geleneğinde kaynakları yorumlama sürecinin birbirini tamamlayan belli
aşamalarını oluştururlar. Tefsir klasik dönemde, bütün bir dini ilimler
silsilesinin bir parçasıydı ve bu bütün içinde işliyordu. Çağdaş dönemde klasik
dönemdekinden farklı bir Kuran tanımının gelişmesi İslam bilimlerine ve
özellikle Tefsir’e de farklı bir işlev yüklenmesi çabasıyla birlikte
gelişmiştir.[21] Bu
değerlendirme bize ilimler arasındaki görev dağılımını yansıtması bakımından
önemlidir.
İslami ilimler yaklaşık yedi yüzyıllık bir süreçte bahsettiğimiz
gelişim aşamalarını tamamlamış ve bir medeniyete temel teşkil edecek düşünce
yapısını oluşturmuştu. Bu süreçte tefsir, hadis ve fıkhın dışında kelamın rolüne
de biraz değinmekte fayda var. İslam dünyasının başka itikâdî yapılarla
yaşadığı krizleri çözme işlevini kelam üstlenmiştir. Fıkhın oluşturacağı
normatif yapının toplumda bir karşılığının/bağlayıcılığının bulunması
gerekiyordu. Bunun için de Kur’an’ın istediği teslimiyetin ve Allah, peygamber,
ahiret gibi temel konularda kafaların net olması gerekiyordu. İttifakla
bilindiği üzere Gazali’nin çalışmaları ile kelam ilmi gereken bu itikadi
yapının ehl-i sünnet çatısı altında olgunlaştırdı. Bu yolla İslam öz inanç
yapısını büyük oranda korumuş olmayı amaçlayarak kendi hukuki zemininde
varlığını sürdürmeye devam etti.
SONUÇ: İslami ilimlerin üç önemli şubesini konu aldığımız bu
çalışmamızda tarihsel sürecin önemli kilometre taşları olan tartışmaları konu almaya
çalıştık. Kastımız bu yolla tarihin akışı içerisinde bir kaynaktan, kitabın ve
hikmetin öğretilmesi ve arınma, neşet eden ilimlerin zaman içerisinde
birbirinden nasıl ayrıldıklarını ya da birbirleri ile nasıl bir araya
geldiklerini göstermekti. İslami ilimler konu aldığımız süreç içerisinde
toplumsal yapıyı peygamberin olmadığı şartlar içerisinde Allah’ın nizamına
uygun olarak sürdürmek adına fıkhı inşa etmişti. Fıkıh kaynakları itibariyle
tartışmaya açılmış ve hadisçilerle rey ehli arasında yaşanan kaynak tartışması
Şafi’nin müdahalesiyle sünnetin kapsamı itibariyle tespiti ve kaynaklarının
toparlanması ile yerini bir uzlaşıya bırakmıştır. Bu sürecin paralelinde tefsir
ilmi kaynaklarını derlemeye devam etmiştir. Fıkhın ihtiyaç duyduğu yorum
metodunu oturttuktan sonra da kaynaklarla irtibat en olgun halini almıştı.
Umut ediyoruz ki bu yapı ile yaşanan
son yüz yıllık kopuş tarihsel süreç içerisinde kendisini anlamlandıran
tahlillerin el vermesiyle giderilir ve İslami ilimlerin toplumun düşüncesinde
hak ettiği yere gelmesinin önü açılmış olur.
KAYNAKÇA:
CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Usulü, AÜİF Yayınları, Ankara 1971
HAMİDULLAH, Muhammed, “Usûl al-Fıqh’ın Tarihi”,
İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt-II cüz -1, İstanbul 1956
__________________________, “Hz Peygamber Zamanında Hadis Tedvini”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, III-IV, Ankara 1955
İBN HALDUN, Mukaddime, Beyan Yayınları, İstanbul 2009
KOÇ, M. Akif, “Tefsir Rivayetlerinin
Güvenirliklerini Belirleme Amacıyla Herbert Berg Tarafından geliştirilen Uyum
Teorisi Üzerine”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLV, Ankara 2004
LAPİDUS, Ira, İslam
Toplumları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2010
PAÇACI, Mehmet, Çağdaş
Dönemde Kuran ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yayınları, İstanbul 2008
SCHACHT, Joseph, İslam Hukuna
Giriş, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1977 Ankara
SEZGİN, M. Fuad, Buhari’nin
Kaynakları Hakkında Araştırma, Kitabiyat Yayınları, Ocak 2001, Ankara
_______________, “İslam Tarihinin Kaynağı Olmak Bakımından
Hadis’in Ehemmiyeti”, İÜEFY İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt-II cüz-1, İstanbul 1956
WATT, W. Montgomery, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, Umran Yayınları, Ankara 1981
[1] M. Fuat Sezgin,
Buhari’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar, Kitabiyat Yay, Ankara 2001,
s.24
[2] Muhammed
Hamidullah, “Hz Peygamber Zamanında Hadis Tedvini”, AÜİFD, III-IV, Ankara
1955, s.5
[3] Fuat Sezgin, Buharinin
Kaynakları, s.28
[4] İsmail
Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, AÜİFY, Ankara 1971, s.242
[5] M. Akif Koç, “Tefsir
Rivayetlerinin Güvenirliklerini Belirleme Amacıyla Herbert Berg Tarafından Geliştirilen
Uyum Teorisi Üzerine”, AÜİFD, XLV-II, Ankara 2004, s.54
[6] Ira Lapidus, İslam
Toplumları Tarihi, İletişim Yay., İstanbul 2010, s.161
[7] Ira Lapidus, İslam
Toplumları Tarihi, s.161
[8] Ira Lapidus, İslam
Toplumları Tarihi, s.161
[9] Joseph
Schacht, İslam Hukukuna Giriş, AÜİFY, Ankara 1977, s.46
[10] Joseph Schacht,
İslam Hukukuna Giriş, s.41
[11] Muhammed
Hamidullah, “Usul’al-Fıqh Tarihi”,İÜEF İslam Tetkikleri Dergisi, II-I, İstanbul
1956, s.5
[12] İbn Haldun, Mukaddime,
Dergah Yay., İstanbul 2012, II/803
[13] Lapidus, İslam
Toplumları Tarihi, s.162
[14] Montgomery
Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Umran Yay. Ankara 1981, s.323
[15] Joseph Schacht,
İslam Hukuna Giriş, s.46
[16] Montgomery
Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.325
[17] J. Schacht, İslam
Hukuna Giriş, s.41
[18] Mehmet Paçacı,
Çağımızda Kuran’a ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yay., İstanbul 2008, s.117
[19] Paçacı, Çağımızda
Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?, s.116
[20] Watt, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.327
[21] Paçacı, Çağımızda Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?, s.117-118
MELAHAT AKALP
13922758-DOKTORA
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜNE DAİR
"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım"[i]
mealindeki ayette geçen (li ya'budûn) "ibadet etsinler" ifadesini
sufiler (li ya'rifûn) "beni tanısınlar" şeklinde yorumlamışlardır.
Zira bilinmeyene ibadet etmenin bir anlamı yoktur. Buna göre insanın yaratılış
gayesi Allah'ı bilmektir.[ii]
Kur'an-ı Kerim'de bilgi (ilim) en sık kullanılan anlamıyla ilahî vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah'ın verdiği bilgidir. Burada kelime tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir.[iii]
Bilgi felsefesi konusunda İslam düşünce tarihi boyunca geliştirilen düşünceler, öncelikle Kur'an-ı Kerim'in sunduğu perspektiflere sahip olmakla birlikte, çeşitli fikir akımlarının insan, alem ve Tanrı tasavvurlarının hakimiyeti altında farklılık arz etmiştir. İslam düşüncesinde fizikte metafiziğin iç içe algılanışı, bilgi ile inancın birbiriyle yakın ilişkisi, insanın bilme eylemiyle ilahi mesajın sahip olduğu otoritenin birlikte değerlendirilişi, bilgi probleminin hem kelami hem felsefi hem de psikolojik muhtevalar kazanmasına yol açmıştır.[iv]
Yüce Allah'ın Hz. Adem'e esma'yı öğreterek bu dünyaya göndermesi ve insanı tatmin edecek kesin ve değişmez doğruyu, mutlak hakikati, gönderdiği peygamberlerin rehberliği ile ...bütün ilimlerin menbaının bir olduğunu göstermektedir Bu durum bizlere, tek bir kaynaktan çıktıktan sonra çeşitli kollara ayrılarak akmaya devam eden bir nehri anımsatmaktadır.
Bu itibarla Müslümanlar, Hz. Peygamber’i insanlığın bütün devirlerde aradığı mutlak hakikati bulan olarak görmüşlerdir. Hz. Peygamber’in bulduğunun, insanın aradığı olduğunu en iyi anlatan hadislerden birisi “Allah’ım! Bana eşyanın hakikatini göster.” hadisidir. Eşyanın hakikati, onu olduğu hal üzere görmek! Hz. Peygamber, böyle bir şeyi talep ederek aslında bütün insanların bir talebini dile getirmek istemektedir.. Bunun anlamı, hiçbir şarta ve duruma göre değişmeyen, eşyanın kesin ve değişmez bilgisidir. Aynı zamanda bu bilgi; ahlakın, yani insan davranışlarının değişmez yasalarının bilgisidir.
Başta belirttiğimiz üzere insanın dünyada var oluş amaçlarından biri olan Rabbi'ni tanıması hususu, dereceli bir şekilde varlıkları bilmenin neticesidir. İnsan, önce kendini bilir ve ardından kendini bilmenin bir neticesi olarak çevresindeki alemi bilir. En nihayetinde bu bilginin kemaline Allah’ı bilmekle ulaşılır. “Kendini bilen rabbini bilir.” denmesinin anlamı bilgideki bu sürekliliktir. Bu itibarla eşyanın hakikatlerini bilmek; içinde insanı, alemi ve en nihayetinde Hakk’ı bilmenin bulunduğu bir bilgi derecesinden söz etmek demektir.
Müslüman düşünürlerin bilgisi insan-alem-Allah arasındaki bilginin sebep-sonuç bağıyla birbirine ulaşacağı ilkesine dayanır. İnsan kendini bilmeden Allah’ı bilemeyeceği gibi Allah’ı bilmeden de kendini tam ve kamil olarak bilemeyecektir. Çünkü Allah’ı bilmemek, insanın mebde ve mead’ı hakkındaki bilginin eksik kalması demektir.
İslam medeniyeti, mutlak hakikat ve bilginin bütünlüğü ilkeleri sayesinde, asırlar boyunca evrensel değer üretebilmiş, bunu icra edecek kurumlar tesis edebilmiştir. Yetiştirdiği alimler, her dönemde doğrunun peşinde olmuşlar, onu aramışlar ve olduğu hal üzere ifade etmişler, ahlak anlayışlarını böyle bir bilgiye dayanan kesinliğe dayandırmışlardır.
Biz bugün, İbn Sina'nın bir tıp bilgini olmasının yanı sıra, onun aynı zamanda İslam alimi sayılabilecek ölçüde din bilgisine sahip oluşunu, filozof addedilebilecek oranda felsefî içerikli eserlerinin bulunuşunu hayretle karşılıyoruz. Çünkü ilimlerin keskin hatlarla tasnif edilişi, günümüzde belli bir alanda uzmanlaşmayı gerekli kılmaktadır.
Ayrıca bugün düşünce hayatımızın tüm katmanlarında hızla yayılan ve medeniyetimizi içten içe kemiren bir Sofizm hastalığı ile malül durumda oluşumuz da belki bu tepkimizin başlıca sebebidir.
Herkes için doğru ve geçerli
bir tarzda bir şeyi bilmek mümkün değildir diyen sofistlere göre insanın
ulaşabileceği nihai bilgi, izafi bir bilgidir. Bunun mantıksal neticesi,
bilgiye dayanan ahlak anlayışının izafi bir ahlak olmasıdır. Bu yaklaşım
insanlığın bütün dönemlerinde son derece etkin ve yaygındır. Günümüzde de
herhalde en etkin düşünce tarzlarından biri budur. Pek çok insan, herkes için
geçerli ve bağlayıcı olan kesin ve değişmez bir ahlak anlayışını
reddetmektedir.
Yaşadığımız dünyada, hakikatin birliğinden söz etmek tahakküm, mutlaklığa olan inanç safsata, ilkelere dayanmak ise tek kelimeyle taassub olarak algılanmaktadır. Batı modernizmi, hakikatin birliği ve kesinliği iddialarının bir hayal olduğunu, kimsenin elinde böyle bir mutlak hakikat bulunmadığını, bu bakımdan kimsenin kimseye hakikati telkine kalkışmaması gerektiğini dile getiriyor.[v]
Mutlak Hakikate inanmak, İslam toplumunun kendisine güven duygusunu kazandıran yegane gücüdür. Bu nedenle medeniyetimizin yeniden inşâsındaki ilk önemli safha da Sofizm'in tasfiye edilmesi olmalıdır.
Netice itibariyle, Müslüman kültüründe bilgi, iman ve amel küllün layeteceze' diye ifade edilen, birbiriyle bütünlük arz eden rükünlerdir. Bu birliktelik, bilgilerin kaynağının aynı olmasından ileri gelmektedir ve ister dünyevî ister uhrevî ilimlerle iştigal edilsin; bu ilim, taliplerini tek bir menbaa ulaştıracaktır ve "kul" olduklarını yakînen kavramalarını sağlayacaktır.
Alim vardır, ilmi onun küfürde istidracına sebebiyet vermiştir. Alim vardır Farabî, Gazalî, Hacı Bektaş, Mevlanâ olmuş okumuş-düşünmüş-anlamış-yaşamış, çağlar aşmış, mutlak hakikati görmüş ve göstermiştir.
"Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir." vesselam.
[i] Zariyat 51/56.
[ii] DİA "Marifet" Süleyman Uludağ, c:28, s:55.
[iii] DİA "Bilgi" Necip Taylan, c:6 s: 158.
[iv] DİA "Bilgi" Necip Taylan, c:6 s: 159.
[v] Dücane Cündioğlu, Söz'ün Özü, s: 8-14, Kitabevi Yay, İstanbul, 1999.
İSLAM’DA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
İslami terminolojide genel olarak el-ilim ve el-marife terimleriyle ifade edilen bilgi; daha ziyade bilen ile bilinen arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak tanımlanır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin ‘malumat’ kelimesi ile de karşılandığı görülür.(D.İ.B. İslam Ansiklopedisi c.6 s.157)
Kuran-ı Kerim‘de bilgi, en sık kullanılan anlamıyla ilahi vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlahi mesaj olarak ilim başlı başına kanıt olma özelliği de taşımaktadır: “sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan…"(bakara 2/120,145) ayetindeki ilim ile “ey insanlar, size rabbinizden bir burhan geldi…” (Nisa 4/174) ayetindeki burhan kesin ve kanıtlanmış bilgiyi ifade eder.
Kuran-ı Kerim’in bilgi kaynağını, vahiy başta olmak üzere duyular, akıl yahut bunun ötesinde kalbi sezgi olarak tesbit ettiği görülmektedir. Kuran’da yer yer göz, kulak ve kalbin birlikte anılması yanında kalbin akledici fonksiyonunun vurgulanması dikkat çekicidir. (Araf 7/179; Yunus 10/31; Nahl 16/78; İsra 17/36; Hac 22/46; Secde 32/9; Casiye 45/23)
İslam düşünce tarihinin büyük sentezcilerinden Gazzali kelam ,felsefe ve tasavvufun temel yaklaşımlarını tek bir sistem halinde birleştirmiş görünmektedir. Akıl, duyu ve ilham gibi bilgi kaynaklarını tenkid etme çabası en güçlü ve sistemli bir şekilde bu düşünür tarafından gösterilmiştir. Gazzali’nin tasnifine göre bütün bilgi türleri kesin bilgiler (yakıniyyat), kanaatler (itikadat) ve zanni bilgiler (zanniyat) olmak üzere üç esaslı terim altında toplanır.
İslam Kültürünün başlangıç aşamasında konuya nasıl yaklaşıldığına bakacak olursak; sahabe ve onları izleyen dönemde “ilim” denen bilgi türü, Kitaptan ve sünnetten doğrudan alınan bilgidir. Bunların anlaşılmasından doğan bilgi ise daha çok “fıkıh” olarak bilinir. Bu dönemde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Yaklaşık olarak hicri II.asırdan sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı. Bu tasnif şu başlıklar altında oluştu: kelam, fıkıh, hadis,tefsir.
İslami ilimler dediğimizde bilginin 2 temel kaynağı vardır ki bunlar: Kuran ve Sünnettir. Bu iki kaynaktan beslenen bilgi türleri muhakkak ki bütünlük arzedecektir. Bir diğer tabirle İslami ilimler kaynağı dolayısıyla “kullun la yetecezze” tarifine tam olarak uygunluk göstermektedir.
“Bilginin bütünlüğü” kavramını tefsir bağlamında ele alacak olursak; fıkıh, hadis, tarih, dil bilimi, siyer v.b. bilim dalları ve alt başlıklarının bilgisine sahip olmadan tefsir ilmi hakkında söz söylemenin kolay olmayacağını belirtmek gerekir. Tefsir ilmi; kelam, hadis, fıkıh ilimlerinde olduğu gibi ana gayesi Kuran’ın anlaşılması olması dolayısıyla, İslami ilimlerde bilginin bütünlüğü ilkesini aynı amaca hizmet ediyor olmaları da desteklemektedir. İslami ilimler tek bir Kelam’ı açıklamak için çaba sarfetmişlerdir. Dolayısıyla da İslam’da bilginin bütünlüğü esastır. Bunun en iyi örnekliğini mütekellim, muhaddis, müfessir,mutasavvıf kimliklerini şahsında toplayan Gazzali’de görmekteyiz.
Selam ve saygılarımla.
Mustafa Acar /14001022
Yüksek Lisans (Ders Dönemi )
Bilginin bütünlüğü konusunun
anlaşılması, öncelikle bilginin ne olduğunu ifade etmeyi gerekli kılmaktadır. Bilgi,
insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve
ilkelerin bütünü, bili, malumat anlamına gelmektedir. Bilginin bütünlüğünden
kastedilen ise, konuyla ilgili gerekli
olan tüm verilerin toplamıdır. Örneğin iman konusunun tüm yönlerini dikkate
alınması ve bu çerçevede sunulması, bilginin bütünlüğüyle alakalıdır. Örneğin
onun zihni, duygusal ve davranışsal boyutları vardır. bu yönlerinden birisinin eksik
bırakılması, imanın tam olarak anlaşılamamasına neden olabilir. Bu doğrultuda
bilginin bütünlüğü, konunun anlaşılması, yorumlanması ve yaşanması hususunda
büyük öneme haizdir.
Bu durum yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim için de geçerlidir.
Zira Kuran’da ayet ya da sure bazlı bakıldığında Yüce yaratıcının maksadı tam
olarak anlaşılmayabiliyor. Ancak ayet, sure ve sureler bazında bakıldığında
ayetler ve onun ifade ettiği anlam ciddi anlamda değişebiliyor. Örneğin içki
ayetleri bunlardan birisidir. Hz. Allah, içkiyi birkaç merhalede ve muhtelif
olaylara binaen tedirici olarak yasaklamıştır. Çünkü içki, haram kılınmadan
önce içiliyordu. İçkinin zararlarının fark edilmesiyle birlikte Allah
tarafından yasaklayıcı ayetler inmeye başlamıştır. İlk olarak içki ve kumarın
bazı faydalarına rağmen büyük bir günah olduğuna dikkat çekilmiştir. (Bakara Sûresi, 2/219).
Yanlış anlaşılmalar söz konusu olunca Allah ikinci defa içkiye dair
tespitte bulunmuştur. Oda, içkili olarak namaza yaklaşılmaması şeklindedir
(Nisa, 2/219). Ancak bu da, içki
konusunda yaşanan problemleri gidermeye yetmedi. Bunun üzerine Hz. Allah içki,
kumar vs.’nin şeytan işi pislikler olduğunu beyan ederek içkiyi tamamen
yasakladı (Mâide Sûresi, 5/90, 91, 92). Bu doğrultuda bir kişi, Kur’an’ın
içkiyle ilgili ayetlerinin hepsini beraber bir bütünlük içerisinde
değerlendirmezse konuyla ilgili yanlış yargılara ulaşabilir. Bu çerçevede
bilginin bütünlüğü sağlam ve sağlıklı değerlendirmeler yapmak ve bu çerçevede
bir sonuca ulaşmak için son derece önemlidir.
Yine bilginin
bütünlüğünde ayetlerin indiği dönem, o dönem insanların uygulama ve
anlayışlarının dikkate alınması vs. içine almaktadır. Örneğin namaz konusunda ‘salah’ kelimesinin
anlamı ya da anlamları, o dönemde nasıl yorumlandığı, kuranda nasıl geçtiği
hangi maksatları içerdiği konular, namaz konusunu ve onun neyi hedeflediğini
tespit etmek açısından son derece önemlidir.
Sonuç itibariyle bir konunun
anlaşılması ve sağlam tespitlerin yapılması, bütüncül bir yaklaşımı gerekli
kılmaktadır. Bu, tefsir gibi dini bir alanla ilgili olduğunda daha da bir
hayatilik taşımaktadır. Zira konu iman ve ameldir. Parçacı yaklaşım ve onun getireceği
yanlış yorumlar, kişiyi ve bir nesli imandan edebilir. Bu yüzden İslam
alimleri, kur’anı anlama ve yorumlama noktasında konuyla ilgili her ilme mümkün
olduğunca vakıf olmaya çalışmıştır. Örn. Suyuti bunlardan birisidir. İmam Suyuti’nin tefsir, hadis, fıkıh,
sarf, nahiv, ulumu’l kuran ve diğer dini ilimlerde nitelikli ve hacimli eserler
vermesi, selef alimlerimizin bütüncül bilgiye önem verdiklerini bize
göstermektedir. Buna göre Kuran’ın doğru anlaşılması fıkıh, hadis, kelam,
sarf, nahiv, belagat, islâm tarihi, mezhepler tarihi, arap dili ve belagati
gibi ilimlerin bilinmesini gerekli kılmaktadır.
Adı ve Soyadı: Mehmet UZUN
(Doktora Öğrencisi)
Dönemi
: 2014-2015
Öğrenci No : 14922717
Konu :
Bilginin Bütünlüğü
İSLAM
DÜŞÜMCESİNDE BİLGİNİN KAYNAĞI VE BÜTÜNLÜĞÜ
İslam düşüncesinde bilginin bir çok tarifi
yapılmıştır: Vakıaya mutabık gerçeğe uygun kesin inanç.
Bir şeyin suretinin
akılda husule gelmesi .
bir şeyi olduğu hal
üzere idrak etmek.
malum olandan gizli
olanı gidermek.. Bütün bu tariflerin yanında ilmin tarifinin dahi yapılamayacağını söyleyenler
vardır.[1]
İslam düşüncesinde
bilginin kaynağı Allah'tır. Kuran-ı Kerim'in bir çok ayetinde Allah'ın herşeyi
bildiği,[2]
İnsanların bilmediklerini, gizlediklerini, geçmişi ve geleceği bildiği
vurgulanmaktadır.[3]
İnsan her şeyin bilgisini Allah'tan öğrenmiştir. Adem'i onun nezdinde tüm
insanlığı meleklere üstün kılan şey bilgidir. Hz. Adem'e onun şahsında bütün
insanlara her şeyi öğreten Allah'tır. Ta'lim-i Esma geçmişte olmuş bitmiş bir
durum değildir. Her an devam eden ve sonsuza kadar da devam edecek bir
durumdur.[4]
İnsanoğlunun
öğrendiği her yeni bilgi, ortaya çıkardığı her yeni keşif, teknolojik
gelişmeler….v.s. hep talim-i esma
hakikatının devam ettiğinin göstergeleridir.
İslam düşüncesinin
aksine batı düşüncesinde, özellikle aydınlanma sonrası seküler düşüncede
bilginin kaynağı olarak gözlem ve deney görülmüştür. Vahy bilgisi metafizik ve
bilim dışı addedilmiştir. Gördüğünden başkasına inanmayan batı düşüncesi, son
yüzyılda bunu terk etmeye başlamıştır. İşin garib tarafı, batının terk ettiği
bu düşünce ülkemizde ve İslam dünyasında sanki yeni doğmuş gibi revaç bulmaya
devam etmektedir.
İslam düşüncesinde bütüm ilimlerin kaynağı
birdir. Yani vahy ve onun sahibi Allah'tır. Yani İslam düşüncesinde ilimler bir
bütün olarak ele alınmıştır. Bir kelam-ı kibar olan ''İlim bir nokta idi.
Cahiller onu çoğalttı'[5] sözü tam
da bu gerçeği ifade etmektedir. Batıda, özellikle aydınlanma sonrası ilimler
birbirinden ayrılmış, tamamen ihtisaslaşma başlamıştır. Daha da ileri gidilerek
bir ilmin içerisinde bile farklı ihtisas alanları ortaya çıkmıştır.
Oryantalizmin de etkisiyle aynı ihtisaslaşma İslam dünyasında İslami ilimler
alanında da meydana gelmiştir. Klasik ulema için; Hadisçi, Tefsirci,
Fıkıhçı…vb. tabirler kullanılmazken, son
dönemde bu tabirler sıkça kullanılmış, Tefsirci olan kişi, Hadis'ten; Fıkıhçı
olan kişi ise Tefsir'den bir şey bilmez hale gelmiştir. Hatta daha da ileri
gidilmiş, mesela Fıkıh kendi arasında, ceza, muamelat, ahval-i şahsiye gibi
uzmanlık alanlarına ayrılmıştır.
Son zamanlarda ihtisaslaşma terk edilmeye,
multi-disipliner uzmanlaşmaya başlanmıştır. Bilimlerin birbiriyle alakalı olan
ortak yönleri nazara verilerek, bir bilgi bütünlüğü çabaları oluşturulmaya
başlanmıştır. İslami ilimlerde de multi-diispliner bir anlayışın benimsenmesine
fazlasıyla ihtiyaç olduğu ortadadır.
[1] Curcanı.et -Ta'rifat .55 nşr :Darul kütübul
ilmiyye Beyrut 1983
[2] Bkz Bakara 29.231.282: NİSA SURESİ 32.126. 176 : Maide
suresi 97 : Enam suresi 101.. vb
[3] Bkz Mu'min 19 Bakara 77 Haşr
22
[4] Bakara 31-34
[5] Aclûnî, Keşfü'l-afa, 2/279
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Muhammet Ali ÖZER
14922747 DOKTORA
İslami
ilimler kaynağı itibariyle tek bir kitaba dayandığı için, ister akademik
çalışma yapsın ister herhangi bir konuyu araştırsın herkesin başvuruda odak
noktası Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an her İslami ilmin çıkış noktası olduğu için
farklı alanlarda elde edilen bilgiler de bütünlük arz edecektir. Bizler ilmi
bir bütünün birbirinden ayrılmaz parçaları olarak görmeliyiz ve çalışmalarımızı
yaparken ilgili her alandan en azından haberdar olmalıyız diye düşünüyorum.
Zira Kur’an’ın gönderiliş amacını az çok hepimiz biliyoruz. Kur’an kendi
üzerinde tefekkür edilmesini isterken sadece tefekkür boyutunda kalmayı
istememektedir. Allah bu tefekkürden elde edilen kazanımın hayata yansıması
oranında bizlere karşılık vereceğini bildirmektedir. O halde Kur’an bazı
ilimlerin üzerinde test edildiği, birilerinin bilgisinin derinliğini etrafına
gösterebilmek için fırsat alanı haline getirdiği bir platform olarak telakki
edilmemelidir. Bu manada diğer ilimlerin verilerinin de bizler için resmin
tamamını görebilmek adına önemli olduğu kanaatindeyim. Teşekkür ederim.
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ 03.06.2015
İdris Sami Sümer
DOKTORA
2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
Bazı modern düşünürler, çağımızı ihtisaslaşma çağı olarak
isimlendirirler. Bu isimlendirme çağımızın gerektirdiği ‘özelleşme’
zorunluluğunun bir gereği olsa gerek. Her an bilim ve fikir üreten insanlık,
arkasından gelen nesillerin işini bir yönden kolaylaştırmaktayken bir yönden
ise zorlaştırmaktadır. Bilginin hemen her alanında durmaksızın üretilen malumat
ilmin ve bilginin sınırlarını durmadan genişletmektedir.
Ortalama bir insan ömrü ise tüm bu bilgileri ihata etmek şöyle
dursun, bilginin tek bir dalında bile yeterli düzeyde uzmanlık eğitimini
tamamlayamamaktadır. Bu da modern dönem insanları için ihtisaslaşmayı elzem
kılmaktadır.
İhtisaslaşma, bir yönden avantaj gibi görünmekle birlikte modern
insan için bir diğer yönden dezevantajları da bünyesinde barındırmaktadır. Bu
dezevantaj, bilginin ve dolayısıyla insanın parçalanması sorunudur. Zaten
modern kelimesinin kök anlamı da ‘kopuk’ demektir. Modernizmin bu kopuk hali,
insanı ihtisasın içine hapsedebilmekte ve insanın ‘özelden’ genele yani hayata
salmamaktadır.
Konumuz olan bilginin bütünlüğü, bir bilgi dalında özelleşmeden
daha ziyade hayat ve anlamı hakkında özelleşme ile alakalıdır. İnsan hayatı tek
bir şeyden müteşekkil olmadığı için insan tek bir şey üzere özelleşip hayatı o
noktadan okumamalıdır. Mesela bir göz doktoru gördüğüm her şeyi iris ve retina
çerçevesinden değerlendirirse kör bir göz doktoru olur. Bir minibüsçü, yolda
minibüs bekleyen bir insanı birkaç liralık bir müşteri, berber ise insanı bir
tutam kıldan ibaret görmeye başlar. Oysa insan gibi muhteşem bir varlığın bu
bakışlardan daha parlak bakış açıları olması lazım.
Yukarda verilen örneklerde olduğu gibi, dini ilimlerle uğraşan
insanlar da bilginin bütünlüğü konusu bir daha düşünmesi lazım. Eğer bilgiyi
‘olgunlaşmış bir bilinç’ olarak düşünecek olursak mesela daha vazıh hale
gelecektir. Nasıl tek çeşitten aşure aşı olmazsa tek yönlü bilgiden de insanlık
şuuru oluşturulamaz. Bundan dolayı ihtisaslaşmanın sarmalına düşmeden parça
bilgileri bütünlemek gerekir.
Bu ilke tüm ilimlerde olduğu gibi İslami ilimlerde de geçerlidir.
Günümüz ilahiyat çalışmalarında tefsir, hadis, fıkıh, din sosyolojisi, din
psikolojisi vb. alanlarda yapılan ayrı çalışmalar, esasen bir noktaya dönük
çalışmalar olması gerekir. Bu ihtisas havuzcuklarında biriken bilginin ana
havuza aktarılması şeklinde bir konsersus şeklinde olabilir.