Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


(Hadis Es. Tef. Riv. II) Tarih/usul mütalaası ödevi. Hedef tarih: 31 Mart 2014

 

Tefsir tarihi/usulü- hadis tarihi/usulü- fıkıh tarihi/usulü hakkında birer kitap mütalaa edilmesi ve “bilginin bütünlüğü” çerçevesinde müzakere ve münakaşa olunan hususların hülasasının 31 Mart 2014 hedef tarihine kadar iletilmesi beklenmektedir.

İlk defa ders alanlar tarihleri ve ikinci defa ders alanlar usulleri mütalaa etmelidir.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

TARİH MÜTALAASI ÖDEVİ    05.03.2014

MEHMET VEYSİ ÖZLÜK

ÖRENCİ NO: 13952753

BİRLEŞİK DOKTORA

 

TEFSİR, HADİS VE FIKH’IN MENŞEİ VE TEŞEKKÜLÜ

 

Giriş

 

           Allah’ın emirlerini peygamberler birbiri ardınca getirdiler; devirler birbiri ardınca değişti; kimse kardeş kavgasının önüne geçmeye çalışmadı; zamanlar birbirini takip etti; insanoğlu peygamberlere vahyolunan ilahi emre sırtını çevirdi;  hatta o emirleri yok etmek için çalıştı. Âdem, Şit, İdris ve Nuh’un (A.S.) kitaplarına çok eski denilse de Kuran’da zikri geçen İbrahim’inki (A.S.) gibi sonradan gelen bir kitap bile öncekilerin akıbetine uğradı ve yeryüzünden kayboldu. Aynı fesatçı ruh, insanı, Musa (A.S.)’a gelen Tevrat’a da saygısızlığa sevk etti; Tevrat da tamamen imha edildi, bir kısmı hafızalarda kalanlarla yeniden yazıldı, fakat o da aynı akıbete uğradı. Tevrat, yani elimize kadar gelen kısmı, eskilerin hafızalarından kayda geçtiklerinin üçüncü yazılışıdır.  

           Allah’ın (C.C.) büyük yardımı tecelli etti ve İsa (A.S.) sevgi ve yumuşak başlılık mesajı ile insanlara gönderildi. Fakat insan, ruhunun asaletsizliği icabı bu peygambere üç dört sen için olsun, vazifesini rahatça yapma imkânı vermedi. İsa (A.S.) devamlı surette kendini gizlemek zorunda kaldı. Etrafındaki insanların ilkelliği, görevini o kadar güçleştirdi ki, ne incili yazdırma fırsatı buldu, ne de öğrencileri tarafından dininin prensiplerinin belirlenip


0 Yorum - Yorum Yaz

TARİH MÜTALAASI ÖDEVİ    05.03.2014

MEHMET VEYSİ ÖZLÜK

ÖRENCİ NO: 13952753

BİRLEŞİK DOKTORA

 

TEFSİR, HADİS VE FIKH’IN MENŞEİ VE TEŞEKKÜLÜ

 

Giriş

 

           Allah’ın emirlerini peygamberler birbiri ardınca getirdiler; devirler birbiri ardınca değişti; kimse kardeş kavgasının önüne geçmeye çalışmadı; zamanlar birbirini takip etti; insanoğlu peygamberlere vahyolunan ilahi emre sırtını çevirdi;  hatta o emirleri yok etmek için çalıştı. Âdem, Şit, İdris ve Nuh’un (A.S.) kitaplarına çok eski denilse de Kuran’da zikri geçen İbrahim’inki (A.S.) gibi sonradan gelen bir kitap bile öncekilerin akıbetine uğradı ve yeryüzünden kayboldu. Aynı fesatçı ruh, insanı, Musa (A.S.)’a gelen Tevrat’a da saygısızlığa sevk etti; Tevrat da tamamen imha edildi, bir kısmı hafızalarda kalanlarla yeniden yazıldı, fakat o da aynı akıbete uğradı. Tevrat, yani elimize kadar gelen kısmı, eskilerin hafızalarından kayda geçtiklerinin üçüncü yazılışıdır.  

           Allah’ın (C.C.) büyük yardımı tecelli etti ve İsa (A.S.) sevgi ve yumuşak başlılık mesajı ile insanlara gönderildi. Fakat insan, ruhunun asaletsizliği icabı bu peygambere üç dört sen için olsun, vazifesini rahatça yapma imkânı vermedi. İsa (A.S.) devamlı surette kendini gizlemek zorunda kaldı. Etrafındaki insanların ilkelliği, görevini o kadar güçleştirdi ki, ne incili yazdırma fırsatı buldu, ne de öğrencileri tarafından dininin prensiplerinin belirlenip derlenmesini sağlayabildi. Bu dünyayı terk ettikten çok sonra bu örencileri ve onlardan sonra gelenler onun öğretisinden hafızalarında kalanları topladı, fakat her biri anlam ve işaret edilen şey itibariyle farklılaştı. Çelişkileri iman edenleri şaşırttı. İnciller her gün sayıca arttı ve metin değişiklikleri o kadar fazla ayrışmaya neden oldu ki, bu kargaşanın içinden çıkmak için bir yol arandı; içlerinden dört tanesi seçildi. Geçerli olan bu İnciller, Allah tarafından vahyedilmiş bir kitaptan ziyade bizdeki “siret” yani İslam peygamberinin hayatını anlatan eserlere benzemektedir. 

            Hz. Peygamber’e (S.A.V.) gelecek olursak; O kendisine gelen Kuran vahyinin tamamını, her vahin nazil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Kendisi ümmi olduğundan, risaletinin başlangıcından ibaren okuma-azma bilen sahabelerin bazılarını vahiy kâtibi olarak görevlendirmiştir. Ne zaman kendisine Kuran ayeti nazil olsa, hemen kâtiplerinden birini çağırır ve gelen vahyi eksiksiz yazdırırdı. Vahiy kâtibi yazma işini bitirince, Hz. Peygamber (S.A.V.) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrederdi.

 

A- Tefsir, Hadis ve Fıkıh’ta Hz. Peygamber Dönemi”

 

        A–1-  Tefsir

 

 Hz. Peygamberin tefsirdeki yeri oldukça önemlidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) Kuran’dan sonra ilk müfessirdir. Çünkü kendisine indirilen vahyi açıklama ve tebliğ etme görevini de kendisi yerine getiriyordu. Bu görevi erine getirirken kullandığı vesilelerden ilki muhataplarının soruları üzerine Kuran’ı tefsir etmesidir. Şöyle ki Kuran’ın ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nispetinde onu anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. İşte bu durumlarda Allah Resulü (S.A.V.) onların algı ve anlayışlarını dikkate alarak açıklamalarda bulunuyordu. Mesela “Rabbinin, seni övgüye değer bir makama çıkaracağını umabilirsin” ayetindeki “makam”ın ne olduğu sorulunca, onun şefaat makamı olduğunu beyan etmiştir.

Hz. Peygamber’in (S.A.V.) Kuran’ı tefsir emesi bazen de herhangi bir ayet hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatini çekerek açıklaması şeklinde gerçekleşirdi. Allah Resulü (S.A.V.)’in sualleri de daha zaide, “Bu ayetin manası nedir bilir misiniz?” yahut “Bu ayet ne hakkında nazil olmuştur bilir misiniz?”şeklindedir. Burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in (S.A.V.) söz ünü ettiğimiz uygulamadaki amacı, ashabının herhangi bir konudaki bilgisini ölçmek değil, onların zihinlerini yeni bir şeyi öğrenmeye hazırlamaktır.

Kaynaklardan öğrendiğimize göre Hz. Peygamber (S.A.V.) bazen de bir ayeti ya nüzulünü müteakip tebliğ maksadıyla okuyarak açıklar yahut kıraat esnasında veya hutbe irat ederken tefsir ederdi. Buradaki amaç da öyle anlaşılıyor ki,  ashabı bilgilendirme maksadına yönelikti.

Hz. Peygamber (S.A.V.) bazen de, bir hükmü belirttikten sonra yahut bir nasihatin ardından veya ashap için lüzumlu olan bir hususu beyan ederken mana bakımından ilgili gördüğü başka bir ayeti okur ve açıklardı. Buna “Hz. Peygamber’in (S.A.V.) ayeti temessül etmesi” yani delil getirmesi denilmektedir.

Hz. Peygamber (S.A.V.)’in Kuran’ı tefsir teme yöntemlerini de şu şekilde sıralayabiliriz:

1.      Mücmelin tebyini

2.      Müphemin tafsili

3.      Mutlakın takyidi

4.      Müşkilin tavzihi

 

A–2-  Hadis

 

         Hadis tabiri sadece Hz. Peygamber (S.A.V.)’in sözlerini değil, onun yaptıklarını ve ashabının yaptıklarından hoş karşılananları ifade eder. Bu üç kısımdan her birinin hadis kitaplarında yeri vardır.

             Aşikârdır ki, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in her söylediğini, her yaptığını ve hoş gördüğünü tamı tamına yazmak imkânsızdır. Böyle ayrıntılı bir yazış insan gücü üstündedir ve Kuran’da beyan buyrulduğu gibi meleklere özgü bir görevdir: ”Sizin üstünüzde muhafızlar, bütün yaptıklarınızı bilen kerim kâtipler vardır.” Diğer taraftan, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hayatı boyunca O’nun hakkında bir şey yazılmadı manasına gelecek, şüphe uyandıracak bir söz, böyle bir imayı manasızlığın ta kendisi haline getirir.

         Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, dudaklarının arasından çıkan sözlerden, Kuran’dan olmayandan başkasının yazılmasını ashabına yasak ettiğine dair hadisler eksik değildir. Bununla beraber öyle sözler vardır ki, o sözleriyle ashabına hadislerin yalnız yazılmasına müsaade etmekle kalmamış, yazılmasını hatta emretmiştir. Nitekim Ensar ’dan  bir zat Hz. Peygamber (S.A.V.)’in her gün vaaz, nasihat veya uyarı yoluyla söylediklerini işitince kendisinin aydınlandığını, ancak hafızasının zayıf olmasından dola hepsini aklında tutamadığını ilave edince Hz. Peygamber (S.A.V.) ona şöyle cevap verir:”Sağ elinden yardım al (yani onları az).” Hemmam bin Münebbih de şöyle demiştir: “Ebu Hureyre’nin şöyle dediğini işittim: Resulullah’ın ashabı arasında benden daha fazla sayıda hadis rivayet eden yoktur Abdullah bin Amr hariç. O, işittiğini anında yazardı, ben bunu yapmazdım.”

            Hz. Peygamber (S.A.V.) zamanında resmen yazılan hadisleri de şu şekilde sıralayabiliriz:

1.      Medine Anayasası

2.      Nüfus Sayımı

3.      İmtiyaz Beratları

4.      Davet Mektupları

5.      Devlet Görevlilerine Verilen Talimatlar

6.      Vergi Tarife ve Hükümleri

7.      Kuran Çevirisi (Selman Farisi’nin Farisiler için yazdığı çeviri)

 

A–3-  Fıkıh  

 

             Fıkıh’ın “usul” ve “Füru”  olmak zere iki ana kısma ayrıldığını biliyoruz. Usul kısmı, dini hükümlerin kaynakları ile bu kaynaklardan hüküm çıkarma metotlarını, füru kısmı ise mezkûr kaynaklardan belli metotlarla çıkarılan, elde edilen hükümleri, dini-ameli kaide ve talimatı ihtiva etmektedir.

             Fıkıh’ın usul ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okunup okutulması, sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber, gerek usulün ve gerekse fürû'un temelleri, Hz. Peygamber(S.A.V.) devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat vazeden Allah'tır. Allah'ın hükmü bize, ya Kitap’ı (Kuran-ı Kerim), ya Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyas, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkıh’ın birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kuran-ı Kerim baştan sona birçok hafız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hafızalarda muhafaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır.

         Rasûlullah'ın(S.A.V.) yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medine dönemlerine ayrılır. Birinci dönemde inanç, düşünce ve ahlâk prensiplerine daha çok önem verilmiş, gelen ayetlerin çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Fıkıh’ın gerek ibadet ve gerekse hukuk kısımlarını konu alan ayetler ise daha azdır.

 

             Mekke dönemine ait olup tarihi bilinen hükümler şunlardır:

1.      Namaz

2.      Beş vakit namaz

3.      Gusül, abdest ve necasetten taharet

4.      Cuma namazı

 

             Medine Dönemi’ne ait olan bazı hükümleri de şu şekilde sıralayabiliriz: Belediye nizamı, Oruç, Bayram namazları, Fıtır sadakası, Kurban, Zekât, Kıblenin değiştirilmesi, Ganimetler ve taksimi, Miras hükümleri, Boşanma, Recim cezası, Teyemmüm, İffete iftira cezası, Hac ve umre, İlâ, Anlaşma kaideleri, Alkollü içkilerin ve şans oyunlarının yasaklanması, Zıhâr, Vakıf, Mulâ'ane,  Faizin yasaklanması …

 

B- Tefsir, Hadis ve Fıkıh’ta “Sahabe Devri”

          

           B–1-  Tefsir

             Hz. Peygamber’in(S.A.V.) vefatının ardından Kuran’ı tefsir etme göreviyle karşı karşıya kalan sahabeleri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak rey ile tefsire karşı çıkıyordu. Bu anlayışta Allah Resulü’nün(S.A.V.): “Kim bilgisizce Kuran hakkında bir şey söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın”, “Kim sırf kendi içtihadıyla Kurân hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiştir” şeklindeki tehdit dolu sözlerinin etkili olduğu söylenebilir. Bu yüzden olmalı ki meselâ Hz. Ebû Bekir kendisine “ebben” (Abese (80), 31) kelimesinin anlamı sorulduğunda: “Allah’ın kitabına dair herhangi bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya anlamını bilmediğim bir şey hakkında konuşursam, hangi arz beni üzerinde taşır ve hangi semâ beni altında gölgelendirir?” demiştir.

        Bu rivayetler bize gösteriyor ki o dönemde bir kısım sahabe Kuran ayetlerini yorumlama noktasında çok duyarlı hareket ederek, nassları kendi tercihleri doğrultusunda anlamlandırmayı ilâhî iradeye müdahale olarak telakki ediyor; bunun için de böyle bir müdahaleden uzak durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı.

        Buna mukabil bir kısım sahabe de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihatlarıyla Kuran’ı tefsir etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahabeler, herhangi bir ayeti tefsir ederken öncelikle Kuran’a, sonra da Resûlullah’ın(S.A.V.) sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihatlarıyla tefsir ediyorlardı. İçtihadî tefsirlerinde de genel olarak ya dil ya da din konusuna önem veriyorlardı. Çünkü Kuran, kendi ana dilleriyle nâzil olduğu için onun lafız ve terkiplerini ve bu terkiplerin inceliklerini iyi biliyorlardı. Bu bakımdan sahabeler bir taraftan dil tahlilleriyle diğer taraftan da eski Arap şiiriyle istişhatta bulunmak suretiyle Kuran’ı tefsir etmişlerdi. Özellikle İbn Abbas’ın, tefsirde Arap şiirini çok kullandığı hatta kendisini imtihan etmek maksadıyla soru soran Nâfi b. el-Ezrak’ın sorduğu her kelimeyi şiirlerden beyit okuyarak cevaplandırdığı bildirilmektedir.          

            Sahabelerin yapmış olduğu tefsîrin genel özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür:

  1. Sahabeler Kuran’ı ayet ayet baştan sona tefsir etmemişlerdi. Zira onlar, Kuran’ın tümünü tefsîr etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlâk, müphem, müşkil ve mücmel lafızlarla sınırlı idi.
  2. Zaman zaman sahabeler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi.
  3. Ahkâm ayetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi
  4. Tefsir bu dönemde henüz tedvin edilmemişti.
  5. Ayetlerin nüzul sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği ayetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı.

 

         Sahabe Kuran’ı tefsir ederken başvurduğu yöntem ve kaynaklar da şöylece sıralamak mümkündür:

  1. Kuran’ın Kuran’la tefsiri
  2. Kuran’ın Sünnetle tefsiri
  3. Şiirle istişhad etmek
  4. Yahudi ve Hıristiyan kültürleri
  5. Kendi içtihatları.

 

 B–2-  Hadis

           Az olmayan bir sahabe topluluğu, Hz. Peygamber’in(S.A.V.) vefatının ardından, fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve İslam’ın gayesini gerçekleştirme yolunda gayret sarf etmişlerdir. Bu gayenin gerçekleştirilmesi için takip edilen yol ise, fethedilen ülkelerde ilk iş olarak hem ibadet hem de ilim merkezi olabilecek mescitler inşa etmek olmuştur. Bu husus, Hazreti Peygamber devrinde de görülen ve üzerinde ibretle durulması gereken bir konudur. Nitekim hicret senesi, Mekke'den Medine'ye gelirken Küba’da konaklayan Hazreti Peygamber(S.A.V.), orada ilk mescidi inşa ettiği gibi, Medine'ye vardığı zaman yine ilk işi Mescidi Nebevinin inşası olmuştur.

            Hadis ilminin sahabe devrini daha iyi kavramak, onların oluşturduğu ilim merkezlerini tanımakla mümkündür.

 

            Sahabe Devri’ndeki Bazı İlim Merkezleri:

A. Medine:

             Âlim sahabelerin gayretleriyle teşekkül eden ilim merkezlerinin başında,

Medine'yi zikretmek gerekir; çünkü burası, Hazreti Peygamberin ve ashabının Mekke'den hicretle İslam imparatorluğunun temelini attıkları ilk şehirdir. İslam teşriinin büyük bir kısmı burada oluşmuş, Hazreti Peygamber hadislerinin çoğunu burada söylemiştir. Şehrin her köşe ve bucağında ondan bir hatıraya rastlamamak mümkün değildir. Bu itibarla sahabenin kibarı, onun vefatından sonra da buradan ayrılmayı hoş karşılamamış, onun kabrine yakın olmayı, onunla birlikte yaşamak kadar değerli saymıştır.

            Hadis ve fıkıh sahasında şöhret kazanmış pek çok sahabe Medine'de yaşadığı için, burası, Hazreti Peygamberi görmeyen, fakat onun hadislerini en yakın arkadaşlarından işitip hıfzetmek isteyen hadisçilerin devamlı ziyaretgâhı olmuş, tıpkı bir ticaret merkezi gibi, hadis almağa gelenlerle dolup taşmıştır.

            Medine'de yaşayan ve hadis sahasında otorite olan bu sahabelerin başında Ebi Bekri Sıddik, Ömer bin-Hattab, halife olarak Küfe’ye intikalinden önce Ali İbn Ebi Talib, Eba Hurayra, Hz. Aişe, Abdullah bin Ömer, Ebi Said el-Hudri ve Zeyd bin Sabit'i zikretmek gerekir. Bu sahabelerden dördü, Eba Hurayra, Abdullah bin Ömer, Hz. Aişe ve Ebi Said el-Hudri, çok hadis rivayet etmekle şöhret kazananlardandır (muksirun). Zeyd bin Sabit ise, Kuran ve Sünnet ahkâmına vakıf, vefat edinceye kadar, dört halife devrinin kaza, fetva, kıraat ve feraizle ilgili meselelerinde kendisine başvurulan önderlerinden birisi idi.

 

B. Mekke:

          İlk vahiyle İslami davetin başlangıç şerefine nail olmasına rağmen, halkı, Hazreti Peygambere ve etrafındaki bir avuç müslümana reva gördükleri tehdit ve işkencelerle onların hicret etmelerine sebep olan bu şehir, ancak sekiz sene sonra, müslüman fethiyle tarihteki gerçek yerini almıştır. Fetihten sonra Hazreti Peygamber(S.A.V.) Muâz bin Cebel'i Mekke'de bırakmış ve Mekke halkına Kuran ve Sünnet ahkâmını ve kıraatı öğretmesini ona emretmişti. Muâz bin Cebel, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) genç ve âlim sahabelerinden biri idi ve onunla birlikte bütün gazvelere iştirak etmişti. Muâz bin Cebel ile birlikte Mekke'de daha bir çok sahabi yerleşmiş bulunuyordu.

         Fakat Mekke Medresesi, asıl Abdullah bin Abbâs'ın Basra’dan dönüşünden sonra kuvvet kazanmıştır. Tefsir sahasındaki mevkiinin yanı sıra fetva vermekle şöhret kazanmış yedi sahabi arasında zikredilen İbn Abbas, rivayet ettiği 1700’ e yakın hadisle de en çok hadis rivayet eden yedi sahabi (muksirun) den birisi olarak da biliniyordu. İşte bu ilmi kapasite ile Mekke’de oturan ve talebelerine tefsir, hadis, fıkıh ve edep öğreten İbn Abbas ile Mekke medresesi ilmi bir şöhret kazanmış ve pek çok talebe yetiştirmiştir. Bu talebelerden bilhassa üçü, mevaliden olmakla beraber tefsir ve hadis sahalarında ziyadesiyle meşhur olmuşlardır. Bunlar Mucâhid bin Cebr, Ata' bin Ebi Rabah, Tavas bin Keysan’dir

         Şunu da unutmamak lazımdır ki, Mekke, sonra da Medine, bir hac ve ziyaret mahalli olmaları itibariyle her iki şehrin de İslâm âleminde ayrı bir mevkii vardır. Her sene buralara gelen binlerce ziyaretçi arasında muhtelif ülkelerin fakih, müfessir ve muhaddislerinin de bulunması, ilim hayatının canlılığını muhafaza etmesini sağlayan başlıca amillerden birisi sayılmak icap eder. Çünkü bu çeşit toplantılarda cereyan eden müzakerelerin, bilhassa hadislerin teyit, takviye ve neşri yönünden rolü çok büyüktür.

 

C. Küfe:

           Küfe, bidayette bir ordu karargâhı olarak kurulduğu için, ordu içinde bulunan birçok sahabi buraya gelmiş bulunuyordu. Fakat Ali İbn Ebi Talip Medine'yi terk ederek hilâfet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra şehir geçici bir karargâh merkezi olmaktan çıkmış, her gün süratle genişleyen büyük bir devletin makamı olmuştur. Bu sebepten pek çok sahabi buraya yerleşmiş ve ömürlerinin sonuna kadar burada yaşamışlardır. Küfe'ye yerleşmiş olan sahabilerin ilim yönünden en meşhurları, şüphesiz Ali İbn Ebi Talip ve Abdullah İbn Mesüd idi. Ancak Hz. Ali’nin Küfe hayatı, ilminden çok siyasete dönüktü ve vaktinin çoğunu harplerle geçiriyordu. Daha halifeliğinin başlangıcında, Hz. Aişe ile Basra çöllerinde dövüşmek zorunda kalmış, bunu Hz. Muaviye ile olan çatışması takip etmişti. Fakat bu çatışmanın ortaya çıkardığı Hariciler kadar hiçbir şey her halde onu meşgul etmemiştir. Bütün bu meşgaleler, onun ilim için zaman ayırmasına daima engel olmuştur.

             Abdullah bin Mesud'a gelince, Küfe medresesi, varlığını ve şöhretini ona borçludur, denilebilir. İbn Mesüd ilk müslüman olan altı kişinin altıncısıdır. Önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etmiştir. Uzun müddet Hazreti Peygamber’in(S.A.V) hizmetinde bulunmuş, bu arada Kuranı hıfz etmiş, manasını en iyi bir şekilde öğrenmiştir. Hazreti Peygamberin (S.A.V.) hizmetinde bulunması ise ona, onun sözlerini, fiil ve hareketlerini yakından öğrenmek imkânını vermiştir. Geniş bilgisi dolayısıyla sahabenin ilk devre âlimlerinden biri sayılan İbn Mesud, Halife Hz. Ömer tarafından öğretim için Küfe'ye gönderilmiştir. Onun buraya gelişinden sonradır ki Küfe medresesi teşekkül etmiş ve bu medreseden Alkame bin Kays, Esved binYezid, Mesrük bin Ecda, Ubeyde İbn Amr es-Selmâni, Haris İbn Kays gibi tanınmış tabiin uleması yetişmiştir.

 

D. Basra:

          Basra'da kalan sahabilerin ilim yönünden en meşhurları şüphesiz Ebü Musa Eşğari ve Enes bin Malik’tir. Hz. Ali’nin hilâfetinde Abdullah bin Abbas'ın da Basra’ya vali olarak tayin edildiği malumdur. Bu sahabiler yanında hadis rivayetleriyle tanınan İmran İbn

Husayn, Mağkıl İbn Yesar, Abdurrahman İbn Semura ve daha birçok sahabiyi saymak mümkündür. Fakat bunların arasında Kurân ve Hadis bilgisiyle tanınan ve fakih olarak da şöhret kazanan sahabi Ebü Musa Eşğari idi.

           Enes bin Malik ise, küçük yaşında Hazreti Peygamber’in(S.A.V)  yanına gelmiş ve on seneye yakın bir müddetle ona hizmet etmiştir. Bu zaman zarfında Hz. Peygamber’den (A.S)  pek çok hadis işiten Hz.Enes, rivayet ettiği 2286 hadisle muksirun arasında üçüncü sırayı almıştır. Sonradan Basra'ya yerleşmiş olan bu büyük sahabi orada uzun müddet yaşamıştır. Onun Basra'da en son ölen sahabi olduğu söylenir.

 

E.Mısır:

          Mısır’da yerleşen sahabilerin en meşhuru, şüphesiz, Abdullah İbn Amr İbn As’tır. Abdullah, babası Hz. Amr, Hz. Muaviye tarafından Mısır’a vali tayin edilmesi üzerine bu ülkeye gelip yerleşmişti. Babasının vefatından sonra bir müddet için onun yerine getirilmiş, azledildikten sonra da Mısır’da yaşamağa devam etmiştir. Bu arada hac ve umre için Mekke'ye gitmiş, Şam'a seyahat etmiş, sonra yine Mısır’a dönmüştür. Vefat edinceye kadar Mısır’da yaşayan Hz.Abdullah buradaki medresenin başta gelen imamlarından biri olmuştur.

          Abdullah İbn Amr'dan başka Mısır'a gelmiş ve oraya yerleşmiş daha pek çok sahabi vardır. Suyuti'ye istinaden 300’ ü aşkın sahabinin Mısır'a geldiğini kaydetmiştik. Bunların büyük bir kısmı devamlı olarak orada kalmamış olsa bile, kalanların himmetiyle bir medresenin teşekkül etmiş ve pek çok tabiin ve ulemanın yetişmiş olacağı tabiidir.

 

B–3-  Fıkıh  

 

      Bu devrin, fıkıh açısından özelliklerini şu maddelerde özetlemek mümkündür: 
a) İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah(A.S) zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır. 
b) Daha sonraki devre nisbetle, yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır. 
c) Bilhassa ilk dört halife zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Halifeler, sahabenin âlimlerini yanlarından uzaklaştırmıyor, yeni hadiseleri danışma meclisine (şuraya) getiriyor, gerektiği kadar tartışıp inceledikten sonra hükme bağlıyorlardı. Bu sebeple sahabe devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; hâlbuki daha sonraki devirde fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve derinleşmeye yüz tutmuştur. 
d) Kitap ve Sünnet'in gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol manasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların otoritesi, sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim bulunuyordu. 
e) Bilhassa Hz. Osman zamanına kadar şura üyelerinin Medine’den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahabe halifenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hâsıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taassup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu.

 

 

 

C- Tefsir, Hadis ve Fıkıh’ta “Tabiin Devri ve Sonrası

 

C–1-  Tefsir

            Tabiîler, tıpkı sahâbîler gibi tefsirde öncelikle Kurân ve sünnete başvuruyorlar; şayet bu iki kaynakta, nassları tefsîr edebilmelerine yardımcı olacak bir malzeme bulamazlarsa, o takdirde özellikle esbab-ı nüzûl, mübhemât ve gaybla ilgili konularda sahâbîlerin görüş ve tercihlerine müracaat etmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü bu konular daha önce de belirttiğimiz gibi aklî muhakeme ve ictihâdın dışında kaldığı için fikir yürütmenin mümkün olmadığı alanlardır. Her zaman olmasa da tabiîlerin tefsirde bazen Ehl-i kitabın görüşlerine müracaat ettikleri de oluyordu. Doğal olarak onlar ancak bu aşamalardan sonra kendi görüşlerini ortaya koyuyorlardı. Böylece anlaşılmaktadır ki tabiîlere ait iki tür tefsir mevcuttu. Bunlardan biri yukarıda belirttiğimiz kaynaklardan yararlanmak suretiyle ortaya koydukları, diğeri de kendi bilgi birikimleri ve kabiliyetleri yoluyla ulaşmış oldukları tefsirdi. Yani tabiîler, mecburiyetin doğurduğu özel durumlar yanında zaman zaman da aklî tercihlerde bulunarak Kuran’ı tefsir ediyorlardı.

             Nasıl ilk muhatap topluluk olan ashabın Kuran’a dair beyanlarının kendine özgü bir niteliği var ise, onlardan sonra gelen ve tefsire büyük hizmetlerde bulunan tâbiûn tefsirinin de kendine has bir takım özellikleri bulunmaktadır. Bunlar maddeler halinde şöyle sıralanabilir:

1- Sahabe tefsiri manası kapalı olan ayetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kuran’ın bütünü tefsîre konu olmuştur.

2- Tâbiûn tefsirinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, ayetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.

3- Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatleri şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir.

4- Tabiîler Kuran’da geçen kıssalarla manası müphem olan ayetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler,  sahabe dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kuran tefsirine girmişti.

5-Bu dönemde de tefsir, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine şifahî olarak aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Küfe gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş; böylece tabiin dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.

6- Tâbiiler herhangi bir Kuran ayetini tefsir ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı. Yani bildikleri bir ayetin tefsirinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsir etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak tefsire yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir.

              Kaynakların verdiği bilgiye göre tefsir, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya başlandı. Kısa bir süre sonra da müstakil bir ilim haline geldi. Esasen bu, bir zaruretin sonucuydu. Çünkü tabiin döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla gelen tefsîr rivâyetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve birtakım hâdiselerin meydana gelmesi neticesi dirâyet (re’y) tefsîri de ortaya çıkmaya başlamıştı. Rivayet tefsiri, Hz. Peygamber (S.A.V.) ve ashaptan nakledilen rivayetlerin hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda muhafaza altına alınmıştı. Şayet dirayet tefsiri için de aynı şey yapılırsa, bu malzeme de korunmuş olacaktı. İşte muhtemelen sözünü ettiğimiz anlayıştan hareket eden ilk dönem müfessirleri, bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin edilen malzemeyi vakit geçirmeden kendi alanına taşımak; diğer taraftan da daha sonra bir açılım göstererek devam edecek olan tefsîrin temellerini atmak maksadıyla müstakil eser yazma hareketini başlattılar. Elimizdeki belgeler Kurân’a dair nakilleri bir araya toplayarak onu baştan sona tefsîr eden ilk şahsın, Mukâtil b. Süleyman olduğunu göstermektedir. Mukâtil’den başka Süfyân es-Sevrî, Yahya b. Sellâm, Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ ve Abdürrezzak b. Hemmâm gibi şahsiyetler de müstakil tefsirler kaleme alan müfessirler arasında sayılmaktadır.

 

              Klasik Tefsir Ekolleri:

              19. yüzyıl öncesi tefsir ekollerdir. Üç çeşittir: İşari, Mezhebî ve Fıkhî. Mezhebi ekoller de üç çeşittir: Mutezile, Şiî ve Haricî ekol. Mutezile tefsir ekolü, akla yoğun şekilde önem veren ve Kuran tefsirinde kendi mezhebî görüşleri doğrultusunda yorum yapan bir ekoldür. Şia (imâmiye) ekolü, imamet doktrininden dolayı Şiî imamların yaptığı tefsirleri sahih gören ekoldür. Hariciye ekolü ise sadece Kuran metninin lafız düzeyini önemseyen ve ayetleri kendi mezhebi doğrultusunda tefsir eden ekoldür. İşârî tefsir ekolü ise, keşif ve ilham yoluyla elde ettikleri ledünni ilimle Kuran ayetlerinin bâtınî yönünü tefsir eden sufi bir ekoldür. Fıkhî tefsir ekolü ise, sadece Kuran’daki ahkâm ayetlerini tefsir eden ekoldür.

              Çağdaş Tefsir Ekolleri:

               19. yüzyıl sonrası sistemleşen tefsir ekolleridir. Üç çeşittir: Konulu, İçtimaî ve Bilimsel. Konulu tefsir ekolü, Kuran’daki bir konuyu gayesine uygun bir şekilde bütüncül olarak ortaya koymayı hedefleyen bir ekoldür. İçtimaî tefsir ekolü, Kuran’ın mesajını doğrudan anlatmayı ve içtimaî hayatta meydana gelen problemlere Kuran çerçevesinde çözmeyi amaçlayan bir ekoldür. Bilimsel tefsir ekolü ise Kuran’daki kevnî âyetleri pozitif ilimlerin verileriyle tefsîr eden bir ekoldür.

 

               C–2-  Hadis

             Hazreti Peygamber(S.A.V.) ve ashabı devrinde bazı sahabilerin hadis yazdıklarını ve bir takım sahifeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Sistemli bir toplama faaliyetinin ise, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında başladığı bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakamla tespit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahiyettedir. Bu haberlerde İbn Şihab ez-Zuhri "hadisleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.

            Ez-Zuhri’nin tedvin faaliyetine, Emevi halifesi Omer bin Abdülaziz resmi bir hüviyet kazandırmıştır. İslam ülkesinin genişlemesi, hadis bilenlerin bu ülkenin birbirinden uzak muhtelif şehirde olması, daha da kötüsü siyasi, iktidi mezheplerin zuhuru ile müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi, nihayet bunlara paralel olarak hadiste vaz’ (uydurma) hareketinin başlaması hepimizin malumudur. Bu tehlikenin bertaraf edilmemesi halinde hadislerin tamamen yok olacağı, her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale gelmiştir. İşte bu durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak, hadis rivayet edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin rivayet ettiği hadisleri sıhhat veya zafiyet yönünden derecelendirmeğe yönelmişlerdir. Hadisçiler bu faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası yanında çok hadis rivayetiyle de tanınan ve imam olarak kabul edilen Halife Ömer bin Abdülaziz de sahih hadislerin ancak bir kitapta toplanması halinde korunacağı inancında idi.Bunun için de, Medine'de amili olan Ebü Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm’a şu emri göndermiştir: "Hazreti Peygamberin(S.A.V.) hadislerini, sünnetlerini, Amra binti Abdirrahman'ın rivayet ettiği hadisleri araştır ve yaz; zira ben, filmin kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitmelerinden korkuyorum". Ömer bin Abdülaziz 'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve topladığı hadisleri Halifeye gönderen kimse ez-Zuhri olmuştur.

             Hadis tarihi açısından, ikinci asırda ortaya çıkan hadis eserlerine ve müelliflerine işaret etmek de elbette ki faydalı olacaktır. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkündür:

  1. Siyer ve mağazi kitapları
  2. Sünen kitapları
  3. Cami’ler
  4. Musannaflar
  5. Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar

 

Hadiste Altın Çağı ve Kütüb-ü Sitte

            İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur eden ve giderek gelişen mutezile mezhebi kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve hadisçileri hedef olarak seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı prensipler yönünden, hadis ve hadisçilerle ters düşmüştür. Bunun neticesinde, iki taraf arasında ithamlara varan sert tartışmalar çıkmıştır. Hatta mezhep mensuplarının Halife Me'mun vasıtasıyla sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı tarafın tehdit ve işkencelerle imha edilmesi cihetine bile gidilmiştir.

            İşte, ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelâmı arasında ortaya çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı, hadisçilerin, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) sünnetine dayalı amel ve itikadi bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek mutezilenin ve gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir araya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve sıhhati ile ün salan Buhari' deki iman, tevhit, kader, Kitap ve Sünnete sarılma gibi bölümler kitabın, kesinlikle İslam’ı mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan korumak maksadıyla hazırlandığını ispat eder. Buna benzer bölümleri Müslim’in Sahih’inde de görmek mümkündür.

             Kutub-i Sitte musannifleri arasında bulunan İbn Mace'nin bu konuda takip ettiği yol çok daha açık ve kesindir. Sünen adlı eserine, sünnete tâbi olmanın gerekli olduğunu gösteren hadisleri bir araya getirmekle başlamıştır. Bunu, hadisin ehemmiyeti, hadiste kasden yalan söylemenin kötülüğü, Hulafa-i Raşidin’in sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfi rey ve kıyastan sakınma, iman, kader, ashabın faziletleri, iyi ve kötü olan sünneti takip edenler, sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir. İbn Mace, bu bâblarda zikrettiği hadislerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin(S.A.V.) ağzından cevap vermek ve onların İslam dışı görüşlerini çürütmek gayesi gütmüştür.

            Kutub-i Sitte'nin zuhuru dolayısıyla hicretin üçüncü asrı, hadis tasnifinin altın çağıdır.Bu asırda tasnife hız veren âmillerin başında, mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm ilminin doğuşunu ve kelâmcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi zikrettik. Ancak şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, tasnife hız veren amiller sadece bunlardan ibaret değildir. Hadis uydurma faaliyetleri de tedvin ve tasnife hız veren amillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir. Çünkü sahih hadislerin belirli kitaplarda toplanması halinde, bu kitaplar dışında kalan hadislere itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadis toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı hadisler arasına uydurma olanlarını karıştırmamağa dikkat sarf ettiği için, vücuda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkanı hasıl olmuştur. Bu bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadis kitaplarının vücut bulduğu bir devir olarak görülür. Hadis hafızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış; hadislerin isnatlarına, isnatların illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden mertebelerine vakıf meşhur üstatlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis mecmuaları bu asırda onların eliyle vücut bulmuştur. Bu asrı takip eden devirlerde her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse de, asıl telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerdeki hadislerin bir kitap içinde cem’ine yahut isnadların hazfedilmek suretiyle ihtisarına yahut da mustedrek veya mustahreclerinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza müteakıb asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili hakkında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. İşte, üçüncü asrın hadis ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu, altın çağı olarak vasıflandırıyoruz.

 

  C–3-  Fıkıh  

         Bağdad merkezli Abbasîler devri 750–1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir. Fıkıh tarihi bakımından bu devrin özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür: 

             Abbâsîler hilâfeti haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile iktidara geldikleri için -görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde müslümanların başı ve Rasûlullahın(S.A.V.) halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî halifeleri -Arap âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve çevgen taşırken, Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor, divanlarında Hz. Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı. Bu tutumun tabîi neticesi olarak din bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da yakından ilgileniyorlardı.

            Bu devirde fıkhın sahası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı amilleri vardır: 

  1. Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahabe devrindeki Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu. 
  2. Rey fakihlerinin sadece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri.
  3. İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi
  4. Emevîlerin seküler meyillerinin aksine; Abbasîlerin, davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları. 

           Abbasîler devrine kadar her merkezde birçok âlim ve müctehid vardı; soruları cevaplandırıyor, davaları hallediyorlardı. Fakat bunlara izafe edilen mezhepler yoktu.  Bu devirde ise, aşağıdaki sebepler, muayyen mezheplerin doğmasına yol açmıştır:

  1. Daha önceki müctehidler gerektikçe dağınık meseleler üzerinde ictihad ederken bu asır müctehidlerinin fıkhın bütün konularını ictihad alanlarına dâhil etmeleri. 
  2. Fıkıh mekteplerinin (rey, hadîs medreseleri) doğması ve bu mektep mensuplarının karşılıklı, sözlü ve yazılı münâkaşa ve münâzaraları. 
  3. Bu münakaşa ve münâzaraların, müctehidlere mahsus usûl ve kaidelerin; yani usûl-i fıkhın doğmasına ve telîf edilmesine sebep olması. 

Moğol İstilası’ndan Mecelle’ye Kadar (Fıkhın Gerileme Çağı)

          Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin diğerleriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Bu cümleyi biraz daha genişletmek, devrin hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır: 

 

          1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık: 
         Önceki devirlerde Horasan'dan Mısır'a, Bağdad'dan Nisâbur'a ve daha uzak yerlere kadar yorulmadan, usanmadan seyahat eden bilginler ve talebeler ilim alış-verişinde bulunuyor, hem kendilerini yetiştiriyor hem de ilmin inkişâfını sağlıyorlardı. Halbuki bu devrin bilhassa sonlarına doğru bu irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç hissedilmemiştir.

 

 

          2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik: 
         Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir. 

 

          3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması: 

         Daha önceki devrelerde de geniş eserlerin kısaltıldığı, özetlendiği (ihtisâr) görülmüştür. Fakat bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve manadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur. 

 

 

          4- Hîle ve Te'vîl: 
          Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır. Ribâ ve tâlâk konusundaki hileleri burada örnek olarak hatırlatabiliriz.

 

 

Mecelle’den Günümüze Kadar (Uyanış Çağı)

 

          Bu devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür: 
1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. 
2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah Veliyyullah, Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile mezheb imamları ve talebelerinin kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı örnekleridir. 
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir. 
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır. 
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.
6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını tercüme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir. 
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir. 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

TARİH MÜTALAASI ÖDEVİ    05.03.2014

MEHMET VEYSİ ÖZLÜK

ÖRENCİ NO: 13952753

BİRLEŞİK DOKTORA

 

TEFSİR, HADİS VE FIKH’IN MENŞEİ VE TEŞEKKÜLÜ

 

Giriş

 

           Allah’ın emirlerini peygamberler birbiri ardınca getirdiler; devirler birbiri ardınca değişti; kimse kardeş kavgasının önüne geçmeye çalışmadı; zamanlar birbirini takip etti; insanoğlu peygamberlere vahyolunan ilahi emre sırtını çevirdi;  hatta o emirleri yok etmek için çalıştı. Âdem, Şit, İdris ve Nuh’un (A.S.) kitaplarına çok eski denilse de Kuran’da zikri geçen İbrahim’inki (A.S.) gibi sonradan gelen bir kitap bile öncekilerin akıbetine uğradı ve yeryüzünden kayboldu. Aynı fesatçı ruh, insanı, Musa (A.S.)’a gelen Tevrat’a da saygısızlığa sevk etti; Tevrat da tamamen imha edildi, bir kısmı hafızalarda kalanlarla yeniden yazıldı, fakat o da aynı akıbete uğradı. Tevrat, yani elimize kadar gelen kısmı, eskilerin hafızalarından kayda geçtiklerinin üçüncü yazılışıdır.  

           Allah’ın (C.C.) büyük yardımı tecelli etti ve İsa (A.S.) sevgi ve yumuşak başlılık mesajı ile insanlara gönderildi. Fakat insan, ruhunun asaletsizliği icabı bu peygambere üç dört sen için olsun, vazifesini rahatça yapma imkânı vermedi. İsa (A.S.) devamlı surette kendini gizlemek zorunda kaldı. Etrafındaki insanların ilkelliği, görevini o kadar güçleştirdi ki, ne incili yazdırma fırsatı buldu, ne de öğrencileri tarafından dininin prensiplerinin belirlenip derlenmesini sağlayabildi. Bu dünyayı terk ettikten çok sonra bu örencileri ve onlardan sonra gelenler onun öğretisinden hafızalarında kalanları topladı, fakat her biri anlam ve işaret edilen şey itibariyle farklılaştı. Çelişkileri iman edenleri şaşırttı. İnciller her gün sayıca arttı ve metin değişiklikleri o kadar fazla ayrışmaya neden oldu ki, bu kargaşanın içinden çıkmak için bir yol arandı; içlerinden dört tanesi seçildi. Geçerli olan bu İnciller, Allah tarafından vahyedilmiş bir kitaptan ziyade bizdeki “siret” yani İslam peygamberinin hayatını anlatan eserlere benzemektedir. 

            Hz. Peygamber’e (S.A.V.) gelecek olursak; O kendisine gelen Kuran vahyinin tamamını, her vahin nazil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Kendisi ümmi olduğundan, risaletinin başlangıcından ibaren okuma-azma bilen sahabelerin bazılarını vahiy kâtibi olarak görevlendirmiştir. Ne zaman kendisine Kuran ayeti nazil olsa, hemen kâtiplerinden birini çağırır ve gelen vahyi eksiksiz yazdırırdı. Vahiy kâtibi yazma işini bitirince, Hz. Peygamber (S.A.V.) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrederdi.

 

A- Tefsir, Hadis ve Fıkıh’ta Hz. Peygamber Dönemi”

 

        A–1-  Tefsir

 

 Hz. Peygamberin tefsirdeki yeri oldukça önemlidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) Kuran’dan sonra ilk müfessirdir. Çünkü kendisine indirilen vahyi açıklama ve tebliğ etme görevini de kendisi yerine getiriyordu. Bu görevi erine getirirken kullandığı vesilelerden ilki muhataplarının soruları üzerine Kuran’ı tefsir etmesidir. Şöyle ki Kuran’ın ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nispetinde onu anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. İşte bu durumlarda Allah Resulü (S.A.V.) onların algı ve anlayışlarını dikkate alarak açıklamalarda bulunuyordu. Mesela “Rabbinin, seni övgüye değer bir makama çıkaracağını umabilirsin” ayetindeki “makam”ın ne olduğu sorulunca, onun şefaat makamı olduğunu beyan etmiştir.

Hz. Peygamber’in (S.A.V.) Kuran’ı tefsir emesi bazen de herhangi bir ayet hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatini çekerek açıklaması şeklinde gerçekleşirdi. Allah Resulü (S.A.V.)’in sualleri de daha zaide, “Bu ayetin manası nedir bilir misiniz?” yahut “Bu ayet ne hakkında nazil olmuştur bilir misiniz?”şeklindedir. Burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in (S.A.V.) söz ünü ettiğimiz uygulamadaki amacı, ashabının herhangi bir konudaki bilgisini ölçmek değil, onların zihinlerini yeni bir şeyi öğrenmeye hazırlamaktır.

Kaynaklardan öğrendiğimize göre Hz. Peygamber (S.A.V.) bazen de bir ayeti ya nüzulünü müteakip tebliğ maksadıyla okuyarak açıklar yahut kıraat esnasında veya hutbe irat ederken tefsir ederdi. Buradaki amaç da öyle anlaşılıyor ki,  ashabı bilgilendirme maksadına yönelikti.

Hz. Peygamber (S.A.V.) bazen de, bir hükmü belirttikten sonra yahut bir nasihatin ardından veya ashap için lüzumlu olan bir hususu beyan ederken mana bakımından ilgili gördüğü başka bir ayeti okur ve açıklardı. Buna “Hz. Peygamber’in (S.A.V.) ayeti temessül etmesi” yani delil getirmesi denilmektedir.

Hz. Peygamber (S.A.V.)’in Kuran’ı tefsir teme yöntemlerini de şu şekilde sıralayabiliriz:

1.      Mücmelin tebyini

2.      Müphemin tafsili

3.      Mutlakın takyidi

4.      Müşkilin tavzihi

 

A–2-  Hadis

 

         Hadis tabiri sadece Hz. Peygamber (S.A.V.)’in sözlerini değil, onun yaptıklarını ve ashabının yaptıklarından hoş karşılananları ifade eder. Bu üç kısımdan her birinin hadis kitaplarında yeri vardır.

             Aşikârdır ki, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in her söylediğini, her yaptığını ve hoş gördüğünü tamı tamına yazmak imkânsızdır. Böyle ayrıntılı bir yazış insan gücü üstündedir ve Kuran’da beyan buyrulduğu gibi meleklere özgü bir görevdir: ”Sizin üstünüzde muhafızlar, bütün yaptıklarınızı bilen kerim kâtipler vardır.” Diğer taraftan, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hayatı boyunca O’nun hakkında bir şey yazılmadı manasına gelecek, şüphe uyandıracak bir söz, böyle bir imayı manasızlığın ta kendisi haline getirir.

         Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, dudaklarının arasından çıkan sözlerden, Kuran’dan olmayandan başkasının yazılmasını ashabına yasak ettiğine dair hadisler eksik değildir. Bununla beraber öyle sözler vardır ki, o sözleriyle ashabına hadislerin yalnız yazılmasına müsaade etmekle kalmamış, yazılmasını hatta emretmiştir. Nitekim Ensar ’dan  bir zat Hz. Peygamber (S.A.V.)’in her gün vaaz, nasihat veya uyarı yoluyla söylediklerini işitince kendisinin aydınlandığını, ancak hafızasının zayıf olmasından dola hepsini aklında tutamadığını ilave edince Hz. Peygamber (S.A.V.) ona şöyle cevap verir:”Sağ elinden yardım al (yani onları az).” Hemmam bin Münebbih de şöyle demiştir: “Ebu Hureyre’nin şöyle dediğini işittim: Resulullah’ın ashabı arasında benden daha fazla sayıda hadis rivayet eden yoktur Abdullah bin Amr hariç. O, işittiğini anında yazardı, ben bunu yapmazdım.”

            Hz. Peygamber (S.A.V.) zamanında resmen yazılan hadisleri de şu şekilde sıralayabiliriz:

1.      Medine Anayasası

2.      Nüfus Sayımı

3.      İmtiyaz Beratları

4.      Davet Mektupları

5.      Devlet Görevlilerine Verilen Talimatlar

6.      Vergi Tarife ve Hükümleri

7.      Kuran Çevirisi (Selman Farisi’nin Farisiler için yazdığı çeviri)

 

A–3-  Fıkıh  

 

             Fıkıh’ın “usul” ve “Füru”  olmak zere iki ana kısma ayrıldığını biliyoruz. Usul kısmı, dini hükümlerin kaynakları ile bu kaynaklardan hüküm çıkarma metotlarını, füru kısmı ise mezkûr kaynaklardan belli metotlarla çıkarılan, elde edilen hükümleri, dini-ameli kaide ve talimatı ihtiva etmektedir.

             Fıkıh’ın usul ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okunup okutulması, sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber, gerek usulün ve gerekse fürû'un temelleri, Hz. Peygamber(S.A.V.) devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat vazeden Allah'tır. Allah'ın hükmü bize, ya Kitap’ı (Kuran-ı Kerim), ya Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyas, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkıh’ın birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kuran-ı Kerim baştan sona birçok hafız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hafızalarda muhafaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır.

         Rasûlullah'ın(S.A.V.) yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medine dönemlerine ayrılır. Birinci dönemde inanç, düşünce ve ahlâk prensiplerine daha çok önem verilmiş, gelen ayetlerin çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Fıkıh’ın gerek ibadet ve gerekse hukuk kısımlarını konu alan ayetler ise daha azdır.

 

             Mekke dönemine ait olup tarihi bilinen hükümler şunlardır:

1.      Namaz

2.      Beş vakit namaz

3.      Gusül, abdest ve necasetten taharet

4.      Cuma namazı

 

             Medine Dönemi’ne ait olan bazı hükümleri de şu şekilde sıralayabiliriz: Belediye nizamı, Oruç, Bayram namazları, Fıtır sadakası, Kurban, Zekât, Kıblenin değiştirilmesi, Ganimetler ve taksimi, Miras hükümleri, Boşanma, Recim cezası, Teyemmüm, İffete iftira cezası, Hac ve umre, İlâ, Anlaşma kaideleri, Alkollü içkilerin ve şans oyunlarının yasaklanması, Zıhâr, Vakıf, Mulâ'ane,  Faizin yasaklanması …

 

B- Tefsir, Hadis ve Fıkıh’ta “Sahabe Devri”

          

           B–1-  Tefsir

             Hz. Peygamber’in(S.A.V.) vefatının ardından Kuran’ı tefsir etme göreviyle karşı karşıya kalan sahabeleri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak rey ile tefsire karşı çıkıyordu. Bu anlayışta Allah Resulü’nün(S.A.V.): “Kim bilgisizce Kuran hakkında bir şey söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın”, “Kim sırf kendi içtihadıyla Kurân hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiştir” şeklindeki tehdit dolu sözlerinin etkili olduğu söylenebilir. Bu yüzden olmalı ki meselâ Hz. Ebû Bekir kendisine “ebben” (Abese (80), 31) kelimesinin anlamı sorulduğunda: “Allah’ın kitabına dair herhangi bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya anlamını bilmediğim bir şey hakkında konuşursam, hangi arz beni üzerinde taşır ve hangi semâ beni altında gölgelendirir?” demiştir.

        Bu rivayetler bize gösteriyor ki o dönemde bir kısım sahabe Kuran ayetlerini yorumlama noktasında çok duyarlı hareket ederek, nassları kendi tercihleri doğrultusunda anlamlandırmayı ilâhî iradeye müdahale olarak telakki ediyor; bunun için de böyle bir müdahaleden uzak durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı.

        Buna mukabil bir kısım sahabe de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihatlarıyla Kuran’ı tefsir etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahabeler, herhangi bir ayeti tefsir ederken öncelikle Kuran’a, sonra da Resûlullah’ın(S.A.V.) sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihatlarıyla tefsir ediyorlardı. İçtihadî tefsirlerinde de genel olarak ya dil ya da din konusuna önem veriyorlardı. Çünkü Kuran, kendi ana dilleriyle nâzil olduğu için onun lafız ve terkiplerini ve bu terkiplerin inceliklerini iyi biliyorlardı. Bu bakımdan sahabeler bir taraftan dil tahlilleriyle diğer taraftan da eski Arap şiiriyle istişhatta bulunmak suretiyle Kuran’ı tefsir etmişlerdi. Özellikle İbn Abbas’ın, tefsirde Arap şiirini çok kullandığı hatta kendisini imtihan etmek maksadıyla soru soran Nâfi b. el-Ezrak’ın sorduğu her kelimeyi şiirlerden beyit okuyarak cevaplandırdığı bildirilmektedir.          

            Sahabelerin yapmış olduğu tefsîrin genel özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür:

  1. Sahabeler Kuran’ı ayet ayet baştan sona tefsir etmemişlerdi. Zira onlar, Kuran’ın tümünü tefsîr etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlâk, müphem, müşkil ve mücmel lafızlarla sınırlı idi.
  2. Zaman zaman sahabeler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi.
  3. Ahkâm ayetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi
  4. Tefsir bu dönemde henüz tedvin edilmemişti.
  5. Ayetlerin nüzul sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği ayetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı.

 

         Sahabe Kuran’ı tefsir ederken başvurduğu yöntem ve kaynaklar da şöylece sıralamak mümkündür:

  1. Kuran’ın Kuran’la tefsiri
  2. Kuran’ın Sünnetle tefsiri
  3. Şiirle istişhad etmek
  4. Yahudi ve Hıristiyan kültürleri
  5. Kendi içtihatları.

 

 B–2-  Hadis

           Az olmayan bir sahabe topluluğu, Hz. Peygamber’in(S.A.V.) vefatının ardından, fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve İslam’ın gayesini gerçekleştirme yolunda gayret sarf etmişlerdir. Bu gayenin gerçekleştirilmesi için takip edilen yol ise, fethedilen ülkelerde ilk iş olarak hem ibadet hem de ilim merkezi olabilecek mescitler inşa etmek olmuştur. Bu husus, Hazreti Peygamber devrinde de görülen ve üzerinde ibretle durulması gereken bir konudur. Nitekim hicret senesi, Mekke'den Medine'ye gelirken Küba’da konaklayan Hazreti Peygamber(S.A.V.), orada ilk mescidi inşa ettiği gibi, Medine'ye vardığı zaman yine ilk işi Mescidi Nebevinin inşası olmuştur.

            Hadis ilminin sahabe devrini daha iyi kavramak, onların oluşturduğu ilim merkezlerini tanımakla mümkündür.

 

            Sahabe Devri’ndeki Bazı İlim Merkezleri:

A. Medine:

             Âlim sahabelerin gayretleriyle teşekkül eden ilim merkezlerinin başında,

Medine'yi zikretmek gerekir; çünkü burası, Hazreti Peygamberin ve ashabının Mekke'den hicretle İslam imparatorluğunun temelini attıkları ilk şehirdir. İslam teşriinin büyük bir kısmı burada oluşmuş, Hazreti Peygamber hadislerinin çoğunu burada söylemiştir. Şehrin her köşe ve bucağında ondan bir hatıraya rastlamamak mümkün değildir. Bu itibarla sahabenin kibarı, onun vefatından sonra da buradan ayrılmayı hoş karşılamamış, onun kabrine yakın olmayı, onunla birlikte yaşamak kadar değerli saymıştır.

            Hadis ve fıkıh sahasında şöhret kazanmış pek çok sahabe Medine'de yaşadığı için, burası, Hazreti Peygamberi görmeyen, fakat onun hadislerini en yakın arkadaşlarından işitip hıfzetmek isteyen hadisçilerin devamlı ziyaretgâhı olmuş, tıpkı bir ticaret merkezi gibi, hadis almağa gelenlerle dolup taşmıştır.

            Medine'de yaşayan ve hadis sahasında otorite olan bu sahabelerin başında Ebi Bekri Sıddik, Ömer bin-Hattab, halife olarak Küfe’ye intikalinden önce Ali İbn Ebi Talib, Eba Hurayra, Hz. Aişe, Abdullah bin Ömer, Ebi Said el-Hudri ve Zeyd bin Sabit'i zikretmek gerekir. Bu sahabelerden dördü, Eba Hurayra, Abdullah bin Ömer, Hz. Aişe ve Ebi Said el-Hudri, çok hadis rivayet etmekle şöhret kazananlardandır (muksirun). Zeyd bin Sabit ise, Kuran ve Sünnet ahkâmına vakıf, vefat edinceye kadar, dört halife devrinin kaza, fetva, kıraat ve feraizle ilgili meselelerinde kendisine başvurulan önderlerinden birisi idi.

 

B. Mekke:

          İlk vahiyle İslami davetin başlangıç şerefine nail olmasına rağmen, halkı, Hazreti Peygambere ve etrafındaki bir avuç müslümana reva gördükleri tehdit ve işkencelerle onların hicret etmelerine sebep olan bu şehir, ancak sekiz sene sonra, müslüman fethiyle tarihteki gerçek yerini almıştır. Fetihten sonra Hazreti Peygamber(S.A.V.) Muâz bin Cebel'i Mekke'de bırakmış ve Mekke halkına Kuran ve Sünnet ahkâmını ve kıraatı öğretmesini ona emretmişti. Muâz bin Cebel, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) genç ve âlim sahabelerinden biri idi ve onunla birlikte bütün gazvelere iştirak etmişti. Muâz bin Cebel ile birlikte Mekke'de daha bir çok sahabi yerleşmiş bulunuyordu.

         Fakat Mekke Medresesi, asıl Abdullah bin Abbâs'ın Basra’dan dönüşünden sonra kuvvet kazanmıştır. Tefsir sahasındaki mevkiinin yanı sıra fetva vermekle şöhret kazanmış yedi sahabi arasında zikredilen İbn Abbas, rivayet ettiği 1700’ e yakın hadisle de en çok hadis rivayet eden yedi sahabi (muksirun) den birisi olarak da biliniyordu. İşte bu ilmi kapasite ile Mekke’de oturan ve talebelerine tefsir, hadis, fıkıh ve edep öğreten İbn Abbas ile Mekke medresesi ilmi bir şöhret kazanmış ve pek çok talebe yetiştirmiştir. Bu talebelerden bilhassa üçü, mevaliden olmakla beraber tefsir ve hadis sahalarında ziyadesiyle meşhur olmuşlardır. Bunlar Mucâhid bin Cebr, Ata' bin Ebi Rabah, Tavas bin Keysan’dir

         Şunu da unutmamak lazımdır ki, Mekke, sonra da Medine, bir hac ve ziyaret mahalli olmaları itibariyle her iki şehrin de İslâm âleminde ayrı bir mevkii vardır. Her sene buralara gelen binlerce ziyaretçi arasında muhtelif ülkelerin fakih, müfessir ve muhaddislerinin de bulunması, ilim hayatının canlılığını muhafaza etmesini sağlayan başlıca amillerden birisi sayılmak icap eder. Çünkü bu çeşit toplantılarda cereyan eden müzakerelerin, bilhassa hadislerin teyit, takviye ve neşri yönünden rolü çok büyüktür.

 

C. Küfe:

           Küfe, bidayette bir ordu karargâhı olarak kurulduğu için, ordu içinde bulunan birçok sahabi buraya gelmiş bulunuyordu. Fakat Ali İbn Ebi Talip Medine'yi terk ederek hilâfet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra şehir geçici bir karargâh merkezi olmaktan çıkmış, her gün süratle genişleyen büyük bir devletin makamı olmuştur. Bu sebepten pek çok sahabi buraya yerleşmiş ve ömürlerinin sonuna kadar burada yaşamışlardır. Küfe'ye yerleşmiş olan sahabilerin ilim yönünden en meşhurları, şüphesiz Ali İbn Ebi Talip ve Abdullah İbn Mesüd idi. Ancak Hz. Ali’nin Küfe hayatı, ilminden çok siyasete dönüktü ve vaktinin çoğunu harplerle geçiriyordu. Daha halifeliğinin başlangıcında, Hz. Aişe ile Basra çöllerinde dövüşmek zorunda kalmış, bunu Hz. Muaviye ile olan çatışması takip etmişti. Fakat bu çatışmanın ortaya çıkardığı Hariciler kadar hiçbir şey her halde onu meşgul etmemiştir. Bütün bu meşgaleler, onun ilim için zaman ayırmasına daima engel olmuştur.

             Abdullah bin Mesud'a gelince, Küfe medresesi, varlığını ve şöhretini ona borçludur, denilebilir. İbn Mesüd ilk müslüman olan altı kişinin altıncısıdır. Önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etmiştir. Uzun müddet Hazreti Peygamber’in(S.A.V) hizmetinde bulunmuş, bu arada Kuranı hıfz etmiş, manasını en iyi bir şekilde öğrenmiştir. Hazreti Peygamberin (S.A.V.) hizmetinde bulunması ise ona, onun sözlerini, fiil ve hareketlerini yakından öğrenmek imkânını vermiştir. Geniş bilgisi dolayısıyla sahabenin ilk devre âlimlerinden biri sayılan İbn Mesud, Halife Hz. Ömer tarafından öğretim için Küfe'ye gönderilmiştir. Onun buraya gelişinden sonradır ki Küfe medresesi teşekkül etmiş ve bu medreseden Alkame bin Kays, Esved binYezid, Mesrük bin Ecda, Ubeyde İbn Amr es-Selmâni, Haris İbn Kays gibi tanınmış tabiin uleması yetişmiştir.

 

D. Basra:

          Basra'da kalan sahabilerin ilim yönünden en meşhurları şüphesiz Ebü Musa Eşğari ve Enes bin Malik’tir. Hz. Ali’nin hilâfetinde Abdullah bin Abbas'ın da Basra’ya vali olarak tayin edildiği malumdur. Bu sahabiler yanında hadis rivayetleriyle tanınan İmran İbn

Husayn, Mağkıl İbn Yesar, Abdurrahman İbn Semura ve daha birçok sahabiyi saymak mümkündür. Fakat bunların arasında Kurân ve Hadis bilgisiyle tanınan ve fakih olarak da şöhret kazanan sahabi Ebü Musa Eşğari idi.

           Enes bin Malik ise, küçük yaşında Hazreti Peygamber’in(S.A.V)  yanına gelmiş ve on seneye yakın bir müddetle ona hizmet etmiştir. Bu zaman zarfında Hz. Peygamber’den (A.S)  pek çok hadis işiten Hz.Enes, rivayet ettiği 2286 hadisle muksirun arasında üçüncü sırayı almıştır. Sonradan Basra'ya yerleşmiş olan bu büyük sahabi orada uzun müddet yaşamıştır. Onun Basra'da en son ölen sahabi olduğu söylenir.

 

E.Mısır:

          Mısır’da yerleşen sahabilerin en meşhuru, şüphesiz, Abdullah İbn Amr İbn As’tır. Abdullah, babası Hz. Amr, Hz. Muaviye tarafından Mısır’a vali tayin edilmesi üzerine bu ülkeye gelip yerleşmişti. Babasının vefatından sonra bir müddet için onun yerine getirilmiş, azledildikten sonra da Mısır’da yaşamağa devam etmiştir. Bu arada hac ve umre için Mekke'ye gitmiş, Şam'a seyahat etmiş, sonra yine Mısır’a dönmüştür. Vefat edinceye kadar Mısır’da yaşayan Hz.Abdullah buradaki medresenin başta gelen imamlarından biri olmuştur.

          Abdullah İbn Amr'dan başka Mısır'a gelmiş ve oraya yerleşmiş daha pek çok sahabi vardır. Suyuti'ye istinaden 300’ ü aşkın sahabinin Mısır'a geldiğini kaydetmiştik. Bunların büyük bir kısmı devamlı olarak orada kalmamış olsa bile, kalanların himmetiyle bir medresenin teşekkül etmiş ve pek çok tabiin ve ulemanın yetişmiş olacağı tabiidir.

 

B–3-  Fıkıh  

 

      Bu devrin, fıkıh açısından özelliklerini şu maddelerde özetlemek mümkündür: 
a) İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah(A.S) zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır. 
b) Daha sonraki devre nisbetle, yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır. 
c) Bilhassa ilk dört halife zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Halifeler, sahabenin âlimlerini yanlarından uzaklaştırmıyor, yeni hadiseleri danışma meclisine (şuraya) getiriyor, gerektiği kadar tartışıp inceledikten sonra hükme bağlıyorlardı. Bu sebeple sahabe devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; hâlbuki daha sonraki devirde fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve derinleşmeye yüz tutmuştur. 
d) Kitap ve Sünnet'in gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol manasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların otoritesi, sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim bulunuyordu. 
e) Bilhassa Hz. Osman zamanına kadar şura üyelerinin Medine’den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahabe halifenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hâsıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taassup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu.

 

 

 

C- Tefsir, Hadis ve Fıkıh’ta “Tabiin Devri ve Sonrası

 

C–1-  Tefsir

            Tabiîler, tıpkı sahâbîler gibi tefsirde öncelikle Kurân ve sünnete başvuruyorlar; şayet bu iki kaynakta, nassları tefsîr edebilmelerine yardımcı olacak bir malzeme bulamazlarsa, o takdirde özellikle esbab-ı nüzûl, mübhemât ve gaybla ilgili konularda sahâbîlerin görüş ve tercihlerine müracaat etmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü bu konular daha önce de belirttiğimiz gibi aklî muhakeme ve ictihâdın dışında kaldığı için fikir yürütmenin mümkün olmadığı alanlardır. Her zaman olmasa da tabiîlerin tefsirde bazen Ehl-i kitabın görüşlerine müracaat ettikleri de oluyordu. Doğal olarak onlar ancak bu aşamalardan sonra kendi görüşlerini ortaya koyuyorlardı. Böylece anlaşılmaktadır ki tabiîlere ait iki tür tefsir mevcuttu. Bunlardan biri yukarıda belirttiğimiz kaynaklardan yararlanmak suretiyle ortaya koydukları, diğeri de kendi bilgi birikimleri ve kabiliyetleri yoluyla ulaşmış oldukları tefsirdi. Yani tabiîler, mecburiyetin doğurduğu özel durumlar yanında zaman zaman da aklî tercihlerde bulunarak Kuran’ı tefsir ediyorlardı.

             Nasıl ilk muhatap topluluk olan ashabın Kuran’a dair beyanlarının kendine özgü bir niteliği var ise, onlardan sonra gelen ve tefsire büyük hizmetlerde bulunan tâbiûn tefsirinin de kendine has bir takım özellikleri bulunmaktadır. Bunlar maddeler halinde şöyle sıralanabilir:

1- Sahabe tefsiri manası kapalı olan ayetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kuran’ın bütünü tefsîre konu olmuştur.

2- Tâbiûn tefsirinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, ayetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.

3- Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatleri şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir.

4- Tabiîler Kuran’da geçen kıssalarla manası müphem olan ayetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler,  sahabe dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kuran tefsirine girmişti.

5-Bu dönemde de tefsir, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine şifahî olarak aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Küfe gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş; böylece tabiin dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.

6- Tâbiiler herhangi bir Kuran ayetini tefsir ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı. Yani bildikleri bir ayetin tefsirinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsir etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak tefsire yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir.

              Kaynakların verdiği bilgiye göre tefsir, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya başlandı. Kısa bir süre sonra da müstakil bir ilim haline geldi. Esasen bu, bir zaruretin sonucuydu. Çünkü tabiin döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla gelen tefsîr rivâyetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve birtakım hâdiselerin meydana gelmesi neticesi dirâyet (re’y) tefsîri de ortaya çıkmaya başlamıştı. Rivayet tefsiri, Hz. Peygamber (S.A.V.) ve ashaptan nakledilen rivayetlerin hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda muhafaza altına alınmıştı. Şayet dirayet tefsiri için de aynı şey yapılırsa, bu malzeme de korunmuş olacaktı. İşte muhtemelen sözünü ettiğimiz anlayıştan hareket eden ilk dönem müfessirleri, bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin edilen malzemeyi vakit geçirmeden kendi alanına taşımak; diğer taraftan da daha sonra bir açılım göstererek devam edecek olan tefsîrin temellerini atmak maksadıyla müstakil eser yazma hareketini başlattılar. Elimizdeki belgeler Kurân’a dair nakilleri bir araya toplayarak onu baştan sona tefsîr eden ilk şahsın, Mukâtil b. Süleyman olduğunu göstermektedir. Mukâtil’den başka Süfyân es-Sevrî, Yahya b. Sellâm, Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ ve Abdürrezzak b. Hemmâm gibi şahsiyetler de müstakil tefsirler kaleme alan müfessirler arasında sayılmaktadır.

 

              Klasik Tefsir Ekolleri:

              19. yüzyıl öncesi tefsir ekollerdir. Üç çeşittir: İşari, Mezhebî ve Fıkhî. Mezhebi ekoller de üç çeşittir: Mutezile, Şiî ve Haricî ekol. Mutezile tefsir ekolü, akla yoğun şekilde önem veren ve Kuran tefsirinde kendi mezhebî görüşleri doğrultusunda yorum yapan bir ekoldür. Şia (imâmiye) ekolü, imamet doktrininden dolayı Şiî imamların yaptığı tefsirleri sahih gören ekoldür. Hariciye ekolü ise sadece Kuran metninin lafız düzeyini önemseyen ve ayetleri kendi mezhebi doğrultusunda tefsir eden ekoldür. İşârî tefsir ekolü ise, keşif ve ilham yoluyla elde ettikleri ledünni ilimle Kuran ayetlerinin bâtınî yönünü tefsir eden sufi bir ekoldür. Fıkhî tefsir ekolü ise, sadece Kuran’daki ahkâm ayetlerini tefsir eden ekoldür.

              Çağdaş Tefsir Ekolleri:

               19. yüzyıl sonrası sistemleşen tefsir ekolleridir. Üç çeşittir: Konulu, İçtimaî ve Bilimsel. Konulu tefsir ekolü, Kuran’daki bir konuyu gayesine uygun bir şekilde bütüncül olarak ortaya koymayı hedefleyen bir ekoldür. İçtimaî tefsir ekolü, Kuran’ın mesajını doğrudan anlatmayı ve içtimaî hayatta meydana gelen problemlere Kuran çerçevesinde çözmeyi amaçlayan bir ekoldür. Bilimsel tefsir ekolü ise Kuran’daki kevnî âyetleri pozitif ilimlerin verileriyle tefsîr eden bir ekoldür.

 

               C–2-  Hadis

             Hazreti Peygamber(S.A.V.) ve ashabı devrinde bazı sahabilerin hadis yazdıklarını ve bir takım sahifeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Sistemli bir toplama faaliyetinin ise, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında başladığı bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakamla tespit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahiyettedir. Bu haberlerde İbn Şihab ez-Zuhri "hadisleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.

            Ez-Zuhri’nin tedvin faaliyetine, Emevi halifesi Omer bin Abdülaziz resmi bir hüviyet kazandırmıştır. İslam ülkesinin genişlemesi, hadis bilenlerin bu ülkenin birbirinden uzak muhtelif şehirde olması, daha da kötüsü siyasi, iktidi mezheplerin zuhuru ile müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi, nihayet bunlara paralel olarak hadiste vaz’ (uydurma) hareketinin başlaması hepimizin malumudur. Bu tehlikenin bertaraf edilmemesi halinde hadislerin tamamen yok olacağı, her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale gelmiştir. İşte bu durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak, hadis rivayet edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin rivayet ettiği hadisleri sıhhat veya zafiyet yönünden derecelendirmeğe yönelmişlerdir. Hadisçiler bu faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası yanında çok hadis rivayetiyle de tanınan ve imam olarak kabul edilen Halife Ömer bin Abdülaziz de sahih hadislerin ancak bir kitapta toplanması halinde korunacağı inancında idi.Bunun için de, Medine'de amili olan Ebü Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm’a şu emri göndermiştir: "Hazreti Peygamberin(S.A.V.) hadislerini, sünnetlerini, Amra binti Abdirrahman'ın rivayet ettiği hadisleri araştır ve yaz; zira ben, filmin kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitmelerinden korkuyorum". Ömer bin Abdülaziz 'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve topladığı hadisleri Halifeye gönderen kimse ez-Zuhri olmuştur.

             Hadis tarihi açısından, ikinci asırda ortaya çıkan hadis eserlerine ve müelliflerine işaret etmek de elbette ki faydalı olacaktır. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkündür:

  1. Siyer ve mağazi kitapları
  2. Sünen kitapları
  3. Cami’ler
  4. Musannaflar
  5. Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar

 

Hadiste Altın Çağı ve Kütüb-ü Sitte

            İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur eden ve giderek gelişen mutezile mezhebi kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve hadisçileri hedef olarak seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı prensipler yönünden, hadis ve hadisçilerle ters düşmüştür. Bunun neticesinde, iki taraf arasında ithamlara varan sert tartışmalar çıkmıştır. Hatta mezhep mensuplarının Halife Me'mun vasıtasıyla sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı tarafın tehdit ve işkencelerle imha edilmesi cihetine bile gidilmiştir.

            İşte, ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelâmı arasında ortaya çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı, hadisçilerin, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) sünnetine dayalı amel ve itikadi bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek mutezilenin ve gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir araya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve sıhhati ile ün salan Buhari' deki iman, tevhit, kader, Kitap ve Sünnete sarılma gibi bölümler kitabın, kesinlikle İslam’ı mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan korumak maksadıyla hazırlandığını ispat eder. Buna benzer bölümleri Müslim’in Sahih’inde de görmek mümkündür.

             Kutub-i Sitte musannifleri arasında bulunan İbn Mace'nin bu konuda takip ettiği yol çok daha açık ve kesindir. Sünen adlı eserine, sünnete tâbi olmanın gerekli olduğunu gösteren hadisleri bir araya getirmekle başlamıştır. Bunu, hadisin ehemmiyeti, hadiste kasden yalan söylemenin kötülüğü, Hulafa-i Raşidin’in sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfi rey ve kıyastan sakınma, iman, kader, ashabın faziletleri, iyi ve kötü olan sünneti takip edenler, sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir. İbn Mace, bu bâblarda zikrettiği hadislerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin(S.A.V.) ağzından cevap vermek ve onların İslam dışı görüşlerini çürütmek gayesi gütmüştür.

            Kutub-i Sitte'nin zuhuru dolayısıyla hicretin üçüncü asrı, hadis tasnifinin altın çağıdır.Bu asırda tasnife hız veren âmillerin başında, mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm ilminin doğuşunu ve kelâmcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi zikrettik. Ancak şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, tasnife hız veren amiller sadece bunlardan ibaret değildir. Hadis uydurma faaliyetleri de tedvin ve tasnife hız veren amillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir. Çünkü sahih hadislerin belirli kitaplarda toplanması halinde, bu kitaplar dışında kalan hadislere itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadis toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı hadisler arasına uydurma olanlarını karıştırmamağa dikkat sarf ettiği için, vücuda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkanı hasıl olmuştur. Bu bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadis kitaplarının vücut bulduğu bir devir olarak görülür. Hadis hafızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış; hadislerin isnatlarına, isnatların illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden mertebelerine vakıf meşhur üstatlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis mecmuaları bu asırda onların eliyle vücut bulmuştur. Bu asrı takip eden devirlerde her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse de, asıl telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerdeki hadislerin bir kitap içinde cem’ine yahut isnadların hazfedilmek suretiyle ihtisarına yahut da mustedrek veya mustahreclerinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza müteakıb asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili hakkında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. İşte, üçüncü asrın hadis ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu, altın çağı olarak vasıflandırıyoruz.

 

  C–3-  Fıkıh  

         Bağdad merkezli Abbasîler devri 750–1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir. Fıkıh tarihi bakımından bu devrin özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür: 

             Abbâsîler hilâfeti haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile iktidara geldikleri için -görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde müslümanların başı ve Rasûlullahın(S.A.V.) halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî halifeleri -Arap âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve çevgen taşırken, Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor, divanlarında Hz. Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı. Bu tutumun tabîi neticesi olarak din bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da yakından ilgileniyorlardı.

            Bu devirde fıkhın sahası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı amilleri vardır: 

  1. Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahabe devrindeki Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu. 
  2. Rey fakihlerinin sadece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri.
  3. İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi
  4. Emevîlerin seküler meyillerinin aksine; Abbasîlerin, davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları. 

           Abbasîler devrine kadar her merkezde birçok âlim ve müctehid vardı; soruları cevaplandırıyor, davaları hallediyorlardı. Fakat bunlara izafe edilen mezhepler yoktu.  Bu devirde ise, aşağıdaki sebepler, muayyen mezheplerin doğmasına yol açmıştır:

  1. Daha önceki müctehidler gerektikçe dağınık meseleler üzerinde ictihad ederken bu asır müctehidlerinin fıkhın bütün konularını ictihad alanlarına dâhil etmeleri. 
  2. Fıkıh mekteplerinin (rey, hadîs medreseleri) doğması ve bu mektep mensuplarının karşılıklı, sözlü ve yazılı münâkaşa ve münâzaraları. 
  3. Bu münakaşa ve münâzaraların, müctehidlere mahsus usûl ve kaidelerin; yani usûl-i fıkhın doğmasına ve telîf edilmesine sebep olması. 

Moğol İstilası’ndan Mecelle’ye Kadar (Fıkhın Gerileme Çağı)

          Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin diğerleriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Bu cümleyi biraz daha genişletmek, devrin hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır: 

 

          1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık: 
         Önceki devirlerde Horasan'dan Mısır'a, Bağdad'dan Nisâbur'a ve daha uzak yerlere kadar yorulmadan, usanmadan seyahat eden bilginler ve talebeler ilim alış-verişinde bulunuyor, hem kendilerini yetiştiriyor hem de ilmin inkişâfını sağlıyorlardı. Halbuki bu devrin bilhassa sonlarına doğru bu irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç hissedilmemiştir.

 

 

          2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik: 
         Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir. 

 

          3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması: 

         Daha önceki devrelerde de geniş eserlerin kısaltıldığı, özetlendiği (ihtisâr) görülmüştür. Fakat bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve manadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur. 

 

 

          4- Hîle ve Te'vîl: 
          Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır. Ribâ ve tâlâk konusundaki hileleri burada örnek olarak hatırlatabiliriz.

 

 

Mecelle’den Günümüze Kadar (Uyanış Çağı)

 

          Bu devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür: 
1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. 
2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah Veliyyullah, Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile mezheb imamları ve talebelerinin kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı örnekleridir. 
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir. 
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır. 
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.
6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını tercüme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir. 
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir. 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


  Mürtaza Trabzon

 Yüksek Lisans Öğrencisi 2013/2014

 Öğrenci no: 13912724

 

            USÛL

  1. Asl kelimesinin çoğuludur.
  2. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamları da vardır.
  3. Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
  4. Usûl= herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlardır.

TEFSİR USULÜ

Kur'ân'ın genel anlatım düzeni içerisinde her âyet, anlaşılırlık bakımından aynı değildir. Onların bazıları kolayca anlaşıldığı gibi, bir kısmının anlaşılması için âyetlerin lafzî anlamlarının yanında nüzul ortamlarının, icaz yönlerinin ve içerdikleri sanatların bilinmesine de ihtiyaç vardır. İşte bu konuda insanın yardımına koşan en yakın bilim dalı, "Tefsir Usûlü İlmi" dir. Çünkü bu ilim dalı Kur'ân'ın anlaşılmasına ve yorumlanmasına yardım­cı olmak maksadıyla belli yöntem ve metodlar tavsiye etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’i açıklama (tebyin) görevinin Resûl-i Ekrem’e ait olduğu yine Kur’an’da bildirilmektedir. Nahl sûresinde (16/44, 64; ayrıca bk. el-Mâide 5/15, 19; İbrâhîm 14/4; ez-Zuhruf 43/63) Resûlullah’a, indirilen Kur’an’ı beyan etme ve ihtilâfa düşülen konuları çözümleyecek biçimde onu açıklama görevi verilmektedir. İşte sünnet, Kur’ân’ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür:

 

A-   Hz. Peygamber (as)’ın Kur’an’ı tefsir etme yöntemleri

 

1-Mücmelin Tebyini

Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Allah Resûlü’nün açıkladığı nasların başında ahkâm, gayb, yaratılış, kader, kıyâmet vb. konuları içeren âyetler gelmektedir. Meselâ “Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini paslandırmıştır” ( Mutaffifîn (83), 14) âyeti, Ebû Hureyre’nin naklettiği, “kul bir günah işledi mi onun kalbine siyah bir nokta konulur. O bunu tevbe ve istiğfar ile koparıp attığı zaman kalbi cilalandırılır. Ancak tekrar günah işlerse siyah noktalar artırılır. Nihayet onlar kalbini tamamen kuşatır. İşte bu Yüce Allah’ın Kur’ân’da buyurduğu pastır” şeklindeki hadisle açıklığa kavuşmuştur (tebyin).

 

2-Mübhemin Tafsili

Mübhem kavramı, insan, melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime ve nitelemenin Kur’ân’da açık değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi müphem lafızlar anlam bakımından bir belirsizliği ve anlaşılmazlığı ifade etmektedir. Böyle olunca mübhem olan hususların açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir zaruret söz konusudur. Bu zaruretin ortadan kaldırılmasında da belirleyici olan aklî yaklaşımlar değil rivâyetlerdir. Bu sebepledir ki İslâm âlimleri mübhem lafızların açıklığa kavuşturulması noktasında sahâbe kavillerini bağlayıcı görmüşlerdir. Meselâ حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَى /Namazlara (özellikle) orta namaza devam edin” (Bakara (2), 238) âyetindeki orta namazdan maksadın ne olduğu açık değildir. Yani cins bir isim olan “namaz” ve onu tavsif eden “vustâ” lafzından dolayı âyette anlam yönüyle bir mübhemiyet vardır. İşte burada Resûlullah’ın: “Orta namaz ikindi namazıdır” sözü, bu müphemiyeti ortadan kaldırıp âyeti anlaşılır hale getirmektedir.

 

3-Mutlakın Takyidi

Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur’ân, Allah Resûlü’ünün sünnetiyle takyîd edilmiştir. Meselâ “Artık Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil (73), 20) âyetini, Hz. Peygamber’in, “Fatihasız namaz olmaz” hadisi takyid ederek, namazda farz olan kıraâtın Fâtiha sûresi olduğunu göstermektedir.

 

4-Müşkilin Tavzihi

Sözlükte “karışık olan” anlamına gelen müşkil kavram olarak da, Kur”an’ın bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir. Ancak şunu hemen belirtmek lazım ki “Eğer o (Kur’ân) Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı” (Nisâ (4), 82) âyeti Kur’ân’da birbiriyle çelişen âyetlerin bulunmasını imkânsız kılmaktadır. Meselâ “İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür” (Meryem (19), 71) buyurularak, istisnâsız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok âyette ise,  /“Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır” (Hac (22), 14) denilmektedir. Tabiatıyla bu da ilk bakışta bir çelişki gibi görünmektedir. İşte Hz. Peygamber, “(Âyette geçen) vürûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiç kimse kalmayacaktır. Ancak cehennem müminlere, Hz. İbrahim’e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryad edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz üstü çökmüş olarak cehenneme atacaktır” hadisiyle, bu müşkili yani âyetler arasındaki çelişki zannını ortadan kaldırmış olmaktadır.

 

B- Sahabenin tefsir yöntemi

Hz. Peygamber’in vefatının ardından Kur’ân’ı tefsîr etme göreviyle karşı karşıya kalan sahâbileri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsîre karşı çıkıyordu. Bu anlayışta Allah Resûlü’nün: “Kim bilgisizce Kur’ân hakkında bir şey söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın”, “Kim sırf kendi içtihadıyla Kur’ân hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiştir” şeklindeki tehdit dolu sözlerinin etkili olduğu söylenebilir.

Buna mukabil bir kısım sahâbî de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihâdlarıyla Kur’ân’ı tefsîr etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsîr ederken öncelikle Kur’ân’a, sonra da Resûlullah’ın sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihadlarıyla tefsîr ediyorlardı.

 

Sahâbe Tefsîrinin Genel Özellikleri

Sahâbîlerin yapmış olduğu tefsîrin genel özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür:

1. Sahâbîler Kur’ân’ı âyet âyet baştan sona tefsîr etmemişlerdi. Zira onlar,Kur’ân’ın tümünü tefsîr etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlak, müphem, müşkil ve mücmel lafızlarla sınırlı idi.

2. Zaman zaman sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi.

3. Ahkâm âyetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi.

4. Tefsîr bu dönemde henüz tedvin edilmemişti.

5. Âyetlerin nuzûl sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği âyetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı.

 

Sahâbenin Tefsîrde Müracaat Ettiği Kaynaklar

Sahâbe Kur’ân’ı tefsîr ederken bazı yöntem ve kaynaklara başvurmuştur. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:

1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri.

2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri.

3. Şiirle istişhad etmek.

4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri.

5. Kendi ictihatları.

 

C- TÂBİÛN DÖNEMİ TEFSİRİ

Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde önemli rol üstlenen bir nesildir.

 

Tefsîr Mektepleri

Mekke Tefsîr Mektebi

İlk tefsîr mektebi Mekke’de kurulmuştu. Kurucusu, Müslümanların tefsirde en büyük otorite kabul ettiği Abdullah b. Abbas’tır.

Medine Tefsîr Mektebi

Tâbiiler devrinde kurulan ikinci bir ekol/mektep Medine’de Ubey b. Ka’b’ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştır.

Kûfe Re’y Mektebi

Sözünü ettiğimiz mekteplerin üçüncüsü ise Abdullah b. Mes’ûd tarafından Kûfe’de kurulmuştur.

 

Tâbiûn Tefsîrinin Genel Nitelikleri

1. Sahâbe tefsîri manası kapalı olan âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kur’ân’ın bütünü tefsîre konu olmuştur.

2. Tâbiûn tefsîrinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.

3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir.

4. Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler, sahâbe dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kur’ân tefsîrine girmişti.

5. Bu dönemde de tefsîr, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsîre dair haberler yine şifâhî olarak aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Kûfe gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashâbın ileri gelenleri tarafından rivâyet edilmiş; böylece tâbiûn dönemindeki rivâyetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.

6. Tâbiiler herhangi bir Kur’ân âyetini tefsîr ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı. Yani bildikleri bir âyetin tefsîrinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsîr etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak tefsîre yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir.

 

Tâbiî Müfessirlerinin Tefsîr Kaynakları

1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri.

2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri.

3. Şiirle istişhad etmek.

4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri.

5. Sahâbî sözleri (görüş ve içtihatları).

6. Kendi içtihatları (görüşleri).

 

Tefsir usulü kaynakları

  1. Bedreddin ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’ân
  2. Muhyiddin el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
  3. Celalüddîn es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
  4. Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
  5. Muhammed Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
  6. Subhî es-Salih (1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
  7. Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
  8. Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân
  9. Bilmen, Ö. N. (1973). Büyük Tefsîr Tarihi, İstanbul.
  10. Cerrahoğlu, İ. (1991). Tefsîr Usülü, Ankara.
  11. Demirci, M. (2007). Tefsîr Usûlü, İstanbul.

 

Yararlanılan kaynaklar:

1- http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/ILH1006.pdf

2- Cerrahoğlu, İ. (1991). Tefsîr Usülü, Ankara

3- Demirci, M. (2007). Tefsîr Usûlü, İstanbul.

 

 

 

 

 

 

 

HADİS USULÜ

Hadîs rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın sınıflarından bahseden ilme Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda tedvin edil­miştir. Bu konuda İbn Hacer şu bilgiyi vermiştir: Hadîs ehlinin ıstılahlanyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.) olup telîf ettiği kitabına el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını ver­miştir. Hadis usulü ilminin gayesi, bir haberin Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını tespit etmeye yarayan kuralları belirlemek ve ilgili haberlere bunları uygulamaktır.

 

RÂVÎ  (الرَّاوِي)

Arapça’da revâ-yervî fiilinden ism-i fâil olan râvî kelimesi, sözlükte sulamak, taşımak, nakletmek, iletmek gibi anlamlara gelir. Kavram olarak geniş anlamıyla rivâyet eden demektir. Hadis ilmi’nde, belli usullere göre hadisi alıp (tahammül), bu usullere uygun rivâyet lâfızları kullanarak başkalarına nakleden (eda) kimseye denir. Çoğulu “ruvât”tır. Nâkil (çoğ. “nekale”) ve racül (çoğ. “ricâl”) kelimeleri de aynı anlamda kullanılır. Sözlükte, bir şeyi benzeriyle örtmek, kaplamak, konum, katman, aynı veya benzer özelliklere sahip insan grubu gibi anlamlara gelen tabaka, hadiste yaş ve öğrenim/isnad veya sadece öğrenim bakımından birbirine yakın râvîler grubu demektir. Çoğulu tabakâttır.

İlk Râvî Tabakaları

Râvî tabakaları denildiğinde daha çok rivâyet asırları olarak bilinen ilk üç asırdaki râvîler anlaşılır. Hadis tarihinde ilk dönem veya mütekaddimûn dönemi denilen bu asırlarda yaşamış beş râvî tabakası vardır. Her biri kendi dönemi açısından hadis rivâyetinde büyük bir öneme sahip olan bu tabakalar arasında ilk üç tabaka daha önemli, birinci tabaka çok daha önemlidir. Şimdi zaman ve önem sırasına göre bu tabakaları kısaca tanıyalım.

Sahâbe ( الصحابة)

Sahâbe kelimesi, sözlükte bir arada bulunmak, dost ve arkadaş olmak anlamına gelen suhbet kökünden türetilmiş bir isim-i mensûb olup sahâbî kelimesinin çoğuludur. Kavram olarak, Hz. Peygamber’i, ona iman etmiş olarak gören (ru’yet) veya onunla karşılaşan (lika) ve müslüman olarak ölen kimse demektir. Aynı kökten gelen sâhib (çoğulu: ashâb veya sahb) kelimesi ile eş anlamlıdır.

Tâbiûn  (التَّابِعُون)

Sözlükte, uymak, peşinden gitmek, tâbi olmak anlamına gelen teb’ (تبع )kökünden ism-i fâil olan tâbi’ ( التابع ) kelimesinin çoğuludur. Hadis ilminde, mümin olarak bir veya daha fazla sahâbi ile karşılaşan ve müslüman olarak ölen kimseye tâbiî ( التابعي ) denir. Hz. Peygamber’in vefatı ile birlikte başlayan ve sahâbeden sonra hadis rivâyetinde en önemli tabakadır. Tâbîin döneminin sonu, hicrî 150 civarıdır.

Muhadramûn  (المخضرمون)

Tâbiîn tabakasından sayılan özel bir grup vardır ki, bunlara muhadramûn (tekili: muhadram) denir. Hadiste, Câhiliyye ve İslâm devirlerine yetişip Hz. Peygamber zamanında müslüman olduğu halde onu görememiş kimselere denir. Bunlar, Hz. Peygamber zamanında yaşamış olmaları bakımından sahâbeye, O’nu değil de sahâbeyi görmüş olmaları bakımından tâbiîne benzerler.

Etbâu’t-tâbiîn  (أَتْبَاعُ التَّابِعِينَ)

Tâbiîne tâbi olanlar anlamındaki bu terkip, ıstılahta, mümin olarak tâbiînden bir veya birkaç kişiyle karşılaşan ve müslüman olarak ölen kimse demektir. Hicrî 110’dan yani sahâbe döneminden sonra başlayan etbâ’ tabakası, Hz. Peygamber’in insanların en hayırlı nesilleri sıralamasında geçen üçüncü sırada yer alır. Bu neslin muhaddisleri, sünnetin korunması, nakledilmesi ve müslümanların aydınlatılması yanında rivâyet kurallarını geliştirip hadis ilminin temellerini atmaları ve hadislerin tasnifini başlatmaları sebebiyle büyük önem arz eder.

RÂVÎLERİN CERH-TA’DÎLİ  (الجَْرْحُ وَالتَّعْدَيلُ)

Sözlükte, maddî veya manevî olarak yaralamak anlamına gelen cerh, gerekli tenkid şartlarını taşıyan güvenilir bir âlimin, bir râvîyi kendisinde veya rivâyetinde tesbit ettiği geçerli bir kusurdan dolayı tenkid etmesidir. Düzeltmek, doğrultmak, dengeye getirmek manasına gelen ta’dîl, bir râvinin kendisine veya rivâyetine bakarak güvenilir olduğunu açıklamaktır. Tezkiye kavramı ile eş anlamlıdır. Cerh-ta’dîl ilmi ise, rivâyetlerinin kabulü veya reddi açısından râvîleri inceleyip özel lafızlar kullanarak durumlarını açıklayan bir hadis ilmidir. Cerhedene cârih, cerhedilene mecrûh, ta’dîl edene muadil veya müzekkî, ta’dîl ve tezkiye edilene âdil veya adl, cerhta’dîl faaliyetine tenkid, bu faaliyeti yapana da münekkid (çoğulu: Nukkâd) denir.

Râvîlerin Özellikleri

Bir hadisin kabul edilebilmesi için râvîsinde adâlet ve zabt denilen iki temel özelliğinin bulunması gerekir.

Râvîde Görülen Kusurlar

Râvînin cerhine sebep olan kusurlar, beşi adâlet, beşi de zabt sıfatıyla ilgili olmak üzere on noktada toplanır. Metâin-i aşere ( اَلْمَطَاعِنُ العَشْرَة : on cerh noktası) denilen bu kusurlar şunlardır:

Adâlet Sıfatıyla İlgili Kusurlar

1 .Kizbü’r-râvî ( كِذْبُ الرَّاوِي :Yalancılık)

2. İttihâmu’r-râvî bi’l-kizb ( إِتِّهَامُ الرَّاوِي بِالْكِذْبِ :Yalancılıkla itham)

3.Fısku’r-râvî ( فِسْقُ الرَّاوِي : fâsıklık)

4. Bid’atü’r-râvî ( بِدْعَةُ الرَّاوِي : Bid’atçılık)

5. Cehâlet ( الجَْهَالةُ : Bilinmezlik)

Zabt Sıfatıyla İlgili Kusurlar

1. Kesretü’l-ğalat ( كثرة الغلط :Çok hata yapmak)

2. Fartu’l-ğafle ( فرط الغفلة : Çok yanılmak)

3. Vehim( الوهم : Yanılma)

4. Muhâlefetü’s-sikât ( مخالفة الثقات : Sika râvîlere muhalefet)

5. Sûü’l-hıfz ( سوء الحفظ : Kötü hâfıza)

Bir hadisi belli esaslara uyarak öğrenmeye tahammül, onu ezberden veya bir kitaptan usulüne uygun olarak rivâyet etmeye ise edâ denir. İkisi birlikte tahammülü’l-ilm kavramıyla ifade edilir. Hadisler sonraki nesillere rivâyet yoluyla aktarılmıştır. Sahâbe hadisleri bizzat Hz. Peygamber’den işiterek (müşâfehe), onun davranışlarını görerek (müşahede) veya diğer sahâbîler vasıtasıyla öğrenmekteydi. Onlar öğrendiklerini genellikle ezberleme (hıfz) yoluyla muhafaza ediyor ve bunu pekiştirmek amacıyla da bazen aralarında müzakere ediyorlardı.

Hadis Öğrenim ve Öğretim Yöntemleri

1.    Semâ’ ve Kırâat

2.     İcâzet, Münâvele ve Mükâtebe

3.     İ’lâm, Vasıyyet, Vicâde

 

Hadis Kitabı Okuma Usulleri

Okuyup geçme yöntemi ( طريق السرد ),

Açıklama ve araştırma yöntemi ( طريق الحل والبحث )

Geniş açıklamalı yöntem ( طريق الامعان )

 

Hadisler Hz. Peygamber’e ait oluşu kesin olanla olmayanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Hz. Peygamber’e ait oluşları kesin olan hadislere mütvâtir, ihtimalli olanlara ise haber-i vâhid denmektedir.

Mütevâtir hadîs, başından sonuna kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadîstir.

Haber-i vâhid ise, herhangi bir tabakada râvî sayısı, mutevatir hadîsin râvî sayısına ulaşamayan hadîstir. Buna göre her tabakada râvî sayısı üç-dört olan bir hadîs de haber-i vâhiddir. Hadis usûlünün asıl konusu bu tür hadislerdir.

Bunlar da Hz. Peygamber’e ait olup olmama ihtimaline göre başlıca iki kısma ayrılırlar: Makbûl Hadisler, Merdûd Hadisler. Hz. Peygamber’e ait olma ihtimali fazla olan hadislere makbûl, az olanlara ise merdûd denilir.

Makbûl hadîsler sahîh ve hasen diye ikiye ayrılırlar.

Merdûd hadîsler zayıf hadislerdir. Bunların en meşhurları şöyledir:

1.      Mürsel

2.       Munkatı’

3.       Mu‘dal

4.       Mu’allak

5.      Müdelles

6.      Mu‘allel

7.      Muzdarib

8.      Maklûb

9.      Şâzz- Mahfûz

10.  Münker-Ma‘rûf

11.  Metrûk

 

Metnin Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar

1.    Kudsî

2.  Merfû

3. Mevkûf

4. Maktû’

5. Muhkem

6. Muhtelifu’l-Hadîs

 

Senedin Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar

1.               Muttasıl

2.       Mu‘an‘an

3.       Muennen

4.       Haber-i Vâhid

5.    Âlî  / Nâzil

Sened ve/veya Metninin Müşterek Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar

1.    Müsned

2.    Müdrec

3.    Musahhaf ve Muharref

4.    Mutâbi‘ – Şâhid

 

Yararlanılan Kaynaklar:

1-    http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/ILH1007.pdf

2-    Hadis usulü- Talat Koçyiğit- Diyanet Yayınları.

 

 

 

 

FIKIH USULÜ

 

Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1]

 

Fıkıh ilminin diğer dalı olan usulu’l-fıkıh, bir isim tamlaması (izafet terkibi)dir.[2] Bu ilme, bazen tamlamanın başına ilim sözü eklenerek ilmu usulu’l-fıkh denildiği gibi, bazen de fıkıh lafzı çıkarılarak sadece ilmu’l-usul denir.[3] Bugün fıkıh usulü tabirinin karşılığı olarak İslam Hukuk Felsefesi, İslam Hukuk Metodolojisi, İslam Hukuk Usulü, İslam Teşri’ Usulü, İslam Hukuku Nazariyatı gibi terimlerin kullanıldığını görmekteyiz.[4] Bu tamlamada usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş, bina edilmiştir.

 

Buna göre Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[5] Ancak Fıkıh usulü bir ilim dalı olarak ıstılahta terkip manasından daha farklı ve daha geniş konuları ihtiva etmektedir. Çünkü fıkıh usulü ilminde fıkhi delillerden bahsedildiği gibi, şer’i hükümlerden, istinbat kaidelerinden ve benzeri konularından da bahsedilir.

 

Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:

 

1) “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,

 

2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”

 

Şu halde bu ilim bize bir takım kaideler öğretecek[6] biz de bir mesele hakkında anlamak, öğrenmek istediğimiz şer’i hükmü, o kaideler yardımıyla özel delillerinden çıkaracagız.[7] Mesela ben namazın farz olup olmadığını bilmiyorum. Bilmek istediğim bu meçhule Mantık ve Usul ilimlerinde “Matlub-i haberi” adı verilir. Bunun için önce şer’i delillerden Kitab’a bakar ve “namazı dosdoğru kılınız” (Bakara: 2/43) ayetindeki emri görürüm. Fıkıh usulü kaideleri arasında “vücuba mani bir karine bulunmadıkça emir siygası, vücub ifade eder” kaidesi bulunur. Ben bu usul kaidesini kullanır ve bir mantık kıyası kurarak namazın farz olduğu hükmüne söyle varırım:

 

Matlub-i Haberi: Namaz farzdır.

 

Küçük önerme: Çünkü Allah “namazı dosdoğru kılınız” ayetiyle namazı emretmiştir.

 

Büyük önerme: Allah’ın yapılmasını kesin olarak istediği (emrettigi) her şey farzdır.

 

Netice: O halde namaz da farzdır.

 

Ben zinanın haram olup olmadığını bilmiyorum. Bunu öğrenmek istiyorum. Şer’i delillerden Kitab’a baktığım zaman “Zinaya yaklaşmayın” (İsra: 17/32) ayetindeki nehyi görürüm. Fıkıh usulü kaideleri arasında “Haram kılmayı engelleyici bir karine bulunmadıkça nehiy sıygası hürmet ifade eder” kaidesi bulunur. Ben bu usul kaidesini uygulayarak zinaya yaklaşmanın haram olduğu hükmüne söyle varırım:

 

Matlub-i Haberi: Zina haramdır.

 

Küçük önerme: Çünkü Allah “Zinaya yaklaşmayın” ayetiyle zinaya yaklaşmayı yasaklamıştır.

 

Büyük önerme: Allah’ın kesin olarak yasakladığı her şey, haramdır.

 

Netice: O halde zina da haramdır.

 

Aynı şekilde bu ilim bize kitap, sünnet, icma, kıyas gibi icmali deliller hakkında da bir takım bilgiler öğretecek biz de bu bilgiler yardımıyla icmali delillerin hüccetliklerini, kendileriyle istidlal ederken mertebelerinin ne olduğunu ve bu delilleri ilgilendiren her türlü hususları öğreneceğiz. İşte bir kişi, istinbat kaidelerini ve icmali delilleri bu ilmin yardımıyla öğrenir ve naslardan hüküm çıkarma melekesini elde ederek müctehid mertebesine ulasır.[8]

 

Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi. Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir terkiptir. Sözlükte, anlayış anlamına gelen fıkıh ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan şer’i-amelî hükümleri bilmektir" seklinde tarif edilir. Buna göre usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına gelmektedir. Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin, şer’i amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan kural ve prensiplerdir" diye tarif edilmektedir.[9]

 

Bu tariflerden anlaşıldığı üzere usûlü'l-fıkıh bir metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği ilim ise fıkıhtır. O halde bu ilim fıkıh metodolojisi ilmi demektir. Bu ilme İslâm hukuk metodolojisi denilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü fıkıh, sadece hukuk ilmi değildir. Hukuk, fıkhın bölümlerinden birisidir. İslâm hukukunun çeşitli dalları fıkıh içerisinde ele alındığı gibi, ibadetler de fıkıh içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla ibadetle ilgili hükümlerin kaynaklardan çıkartılma metotları da usulü'l-fıkıh tarafından belirlenmektedir.

 

Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı kaynaklar temelde ikidir. Bunlar Kur'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait hüküm Kur'ân ve Hadiste her zaman aynıyla mevcut ve açık değildir. Ya da Kur'ân ve Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, âm v.s gibi değişik biçimlerde varit olmuştur. Karsısına amelî bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü ortaya koymak için Kur'ân'ı ve Hadisi araştırır. O mesele ile ilgili olan âyet veya hadisin ne tür bir kalıpta olduğunu araştırır. Mesela lafız emir kalıbı ile gelmişse, emrin vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini göz önüne alarak o hükmün farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça belirlenen benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak ve daha başka temel kaidelerden yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur. İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tespit eden ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir. Demek oluyor ki; usulü'l fıkıh; müctehidin, Kur'ân ve Hadisten hüküm çıkarabilmek için ihtiyaç duyduğu kural ve kaidelerden meydana gelen bir ilimdir.[10]

 

Müctehid:

 

İçtihat melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir.[11]

 

Kurallar, Kaideler:

 

“Kavaid: Kurallar” “Kaide: Kural” kelimesinin çoğuludur. Her biri birçok cüz’i hükümlere şamil olan külli umumi esaslar, kaziyeler, önermeler demektir. Mesela: “Aksine bir karine bulunmadıkça her emir vücub içindir.” bir kaidedir, kuraldır. Buna göre “Namazı dosdogru kılın, zekâtı verin.” (Bakara: 2/43) emirleri namazın ve zekâtın farziyetine delalet eder. “Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz.” (Hacc:22/77) ayetleri gibi emir siygası ihtiva eden birçok cüz’iye uygulanabilir nitelikte külli bir önermedir.

 

Yine “Aksine bir karine bulunmadıkça her nehiy tahrim içindir.” kaidesine, kuralına göre “Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın.” (En’am: 6/151) “Zinaya yaklaşmayın.” (İsra: 17/62) nehiyleri amden, kasten, bile bile, düşmanlıkla adam öldürmenin ve zinanın haram olduğuna delalet eder. “Ey iman edenler! Bir topluluk (diğer) bir toplulukla alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da (diğer) kadınlarla alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir.” (Hucurat: 49/11) “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin” (Bakara: 2/188) ayetleri gibi nehiy sıygası ihtiva eden birçok cüz’iye uygulanabilir nitelikte külli bir önermedir.[12]

 

“Müctehidin hüküm çıkarabilmesine yarayan” ifadesi ise, bu kuralların, müctehidin hükümleri anlaması ve delillerden hükümleri elde edebilmesi için birer vasıta teşkil ettiğini anlatmaktadır.[13]

 

Ahkâm-Hükümler:

 

“Ahkâm” kelimesi “hüküm” kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Mesela “Güneş doğmuştur” veya “Güneş doğmamıştır” dendiğinde doğma durumunun güneş hakkında varit olup olmadığı belirlenmiş olur.

 

Hükümler üç kısımdır:

 

1- Akli hükümler: Akıl yoluyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Bir ikinin yarısıdır” “iki kere iki dört eder.” “iki zıt bir arada bulunamaz.” hükümleri böyledir.                        2- Hissi hükümler: Duyu organları vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Ateş yakıcıdır.” veya “Güneş doğmuştur veya batmıştır.” hükümlerinde olduğu gibi.         

 

3- Şer’i hükümler: Şer’i kaynaklar vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Namaz farzdır.”, “Allah’a şirk koşmak en büyük günahtır.”, “Yalan söylemek, riba haramdır.” hükümlerinde olduğu gibi.                                                                            İste usul kuralları, şer’i delillerden elde edilecek olan bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, akli ve hissi hükümleri bertaraf etmek üzere tarifteki ”hükümler” kelimesi “şer’i” kaydı ile sınırlandırılmıştır.[14]

 

“Ahkâm”, istinbatın neticesi ve semeresidir ki bunlar ubudiyyetini seriata göre yapan mükelleflerin fillerine taalluk eden hükümlerdir. Şeriat bunları ya, mesela namazın farziyeti gibi “icab”, veya faizin, zinanın ve içkinin haram kılınmasında olduğu gibi “tahrim” veya normal hallerdeki yeme içme, alışveriş ve kirada olduğu gibi

 

“tahyir ve ibaha” veya borcu yazma, alışverişi şahitler huzurunda yapmada olduğu gibi “nedb” veya günesin doğusu ve batısı sırasında namaz kılma, sünnetleri ve adab-ı ser’iyyeyi terk etmede olduğu gibi “kerahat” diye vasıflandırır. Bunlara “ameli hükümler” denir. Bunlar, Allah’a, O’nun birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman etme gibi itikadi hükümlerin; doğruluğun vacib olması, yalanın haram olması gibi ahlaki hükümlerin mukabilindeki hükümlerdir ve “ameli hükümler” sözüyle bunlar tarifin dışında bırakılmıştır.[15]

 

Şer’i Hükümler: Şer’i hükümler üç kısımdır.                                                                           1- Ameli hükümler: Namazın, zekâtın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin, kumarın, ribanın haram olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukuki muamelelerin caiz olduğu, normal şartlarda yemenin içmenin eğlenmenin mübah oldugu, borcu yazmanın, alışverişi sahitler huzurunda yapmanın mendup olduğu, güneşin doğuşu ve batışı esnasında namaz kılmanın, sünnetleri ve adab-ı şer’iyyeyi terketmenin mekruh olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili hükümlerdir.

 

2- İtikadi hükümler: Allah, melekler, kitaplar, nebi ve rasuller, kader, ahiret gününde gerçekleşecek olaylarla ilgili hükümlerdir.

 

3- Ahlaki hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde durmak, emanete hıyanetlik etmemek gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili hükümlerdir.

 

Usul ilminde, sadece ameli hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği için, tarifte “ameli” kelimesini kullandık ve böylece itikadi ve ahlaki hükümleri dışarıda bırakmış olduk. Çünkü bunlar usul ilminde incelenmez; itikadi hükümler “tevhid” veya “kelam” ilminde, ahlaki olanlar ise “tasavvuf” veya “ahlak” ilminde incelenir.[16]

 

Şer’i Deliller: Şer’i deliller iki türlüdür:

 

1- Tafsili (cüz’i) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olup sadece o meselenin hükmüne delalet eden cüz’i delillerdir. Mesela: “Zinaya yaklaşmayın.” (İsra: 17/32) ayeti sadece zinaya yaklaşmanın haram olduğuna, “Anneleriniz (ile evlenmeniz) size haram kılınmıştır.” (Nisa: 4/23) ayeti sadece anneleri nikâhlamanın haram olduğuna, “… o halde o putlardan, o pislikten kaçının, yalan sözden kaçının.” (Hacc: 22/30) ayeti sadece putperestliğin ve yalan şahitliğin haram olduğuna delalet eder.

 

2- İcmali (külli) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olmayan ve belli bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Mesela: Şer’i hükümlerin kaynağı olan kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller hep birer icmali delildir. Bu delillerin “amm” ve “hass” gibi nevileri, bu nevilerin de kendi içinde “emir”, “nehiy”, “mutlak”, “mukayyed” gibi ayırımları vardır. “Emir vücub içindir, nehiy tahrim içindir.” gibi sözler birer külli delildir. İşte usulcünün araştıracağı deliller bunlardır. Tafsili deliller ise fakihin meselesidir.

 

Şu halde usulcünün yaptığı kendisini cüz’i hükümleri istinbata götürecek külli kaideleri araştırmaktır. Fakihin işi ise cüz’i hükümleri cüz’i delillerden, yani her hükmü o konuda varit olan kendi delilinden istinbat etmek suretiyle bu usul kaidelerini istinbat sahasında tatbik etmektir. Yani usulcünün sahası külli deliller ile, fakihin istinbatına yardımcı olacak külli kaideleri koymak için külli bir hükme delalet eden delilleri araştırmaya münhasır olduğu halde fakihin sahası cüz’i deliller ve bunun delalet ettiği cüz’i hükümlerle sınırlıdır.[17]

 

Tafsili deliller, fakihin inceleme konusudur. Zira fakihin gayesi, belirli bir fiilin caiz veya haram olması, bir sözleşmenin geçerli veya geçersiz olması gibi cüz’i hükümlere ulaşmaktır. Cüz’i hükümler ise, cüz’i-tafsili delillerden elde edilir. İşte bu sebeple, icmali-külli delilleri dışarıda bırakmış olmak için, tarifte “tafsili” kelimesini kullandık. İcmali külli deliller, fakihin değil, usulcünün inceleme konusudur. Zira usulcünün gayesi, fakihin cüz’i hükümleri tafsili delillerinden çıkarırken faydalanacağı ve şer’i kaynaklardan hüküm elde etmeye yarayan genel kurallara ulaşmaktır. Bu kurallar ise, icmali-külli delillerle ilgilidir, yoksa tafsili delillerle ilgili değildir.[18]

 

Fıkıh Usulünün Konusu: Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’i küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet olusunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer’i delildir. Fakat onun tüm şer’i nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri âmm, kimileri hâss siygasıyla varit olmuştur. Bu sîygalar, şer’i delil çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar: “Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir.” Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir" kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.[19]

 

Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir” demektedirler.[20]

 

Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, sart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müskil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

 

Usulcünün Faaliyet Tarzı:

 

Usulcü, Kitap, Sünnet ve diğer delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, âmm, hâss, emir, nehiy, mutlak ve mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere bulunabileceklerine bakar ve bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyar. Mesela, Kitap ve Sünnet’te mevcut “emir”leri inceler ve bunların hangi hükmü gösterdiğini araştırır. Araştırma sonunda anlar ki, “emir” “me’murun bih”in (emredilen şeyin) vacip olduğunu göstermektedir. Böylece “Emir vücuba delalet eder.” kuralını koyar. Yine, hangi hükmü gösterdiğini tespit etmek üzere Kitap ve Sünnet’te mevcut “nehiy”leri inceler ve incelemenin sonunda bunların “menhiyyun anh”ın (yasaklanan şeyin) haramlığını gösterdiği soncuna ulaşır. Böylece “Nehiy haram kılmaya delalet eder.” kuralını koyar. Aynı şekilde usulcü, ser’i delillerde yer alan “umum” siygalarını inceler, bunların neye delalet ettiğini tespite çalışır ve nihayet “umum” siygasının bütün fertlerini kesin bir şekilde kapsadığı sonucuna varır. Bunun üzerine “âmm bütün fertlerini bir delaletle kapsar.” kuralını koyar.[21]

 

Usulcünün Görevi:

 

İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (her bir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tespit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle ispatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.[22]

 

Fıkıh Usulünün Gayesi:

 

Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer’i hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile şer’i amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde ser'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkânı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak içtihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Buna da gücü yetmezse, müctehidlerin hüküm ve delillerini tam olarak kavrar. Müctehidin bu ictihada varırken hangi delile dayandığını ve bu delilden nasıl yararlandığını bilir. Böylece onların kendi kafalarından değil, belirli delillerden istifade ederek hüküm çıkardıklarını anlar ve o hükümleri daha bir gönül hoşluğu ile kabullenir. Kendi mensubu olduğu mezhep imamının görüsü ile diğer imamların görüşleri arasında mukayese imkânı bulur. Hatta bunların delillerini de öğrenmiş olacağı için bunlar arasında tercih imkânına sahip olur. Çünkü farklı görüşleri mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tespit ancak bu görüşlerin dayandıkları delilleri ve bu delillerden nasıl hüküm çıkarıldığını bilmekle mümkün olur. Bunları bilmenin yolu da usûlül-fıkıh kaidelerini bilmektir.[23]

 

Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır. Kim ictihat ehliyetine tam sahip olursa usul kaideleri yardımıyla ser’i nasları –açık olsun, kapalı olsun- anlayabilir ve delalet ettiği hükümleri ortaya koyabilir; kıyas, istihsan, istıslah, istishab ve diğer delilleri, ortaya çıkan yeni meselelerin hükümlerini bulmakta kullanabilir.

 

İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.[24]

 

Usul ilmi için daha önce verilen tariften anlaşılmaktadır ki, bu ilimden maksat, şer-i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmeyi sağlamaktır. Şu halde, bu ilmi öğrenen kimsede ictihad ehliyeti gerçekleşmişse, yani bu kimseye Kur’an’ı ve Sünnet’i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas yapabilme şekillerini, İslam teşriinin genel gayelerini bilmek gibi ictihad şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer’i nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle şer’i hükmü tespit edebilir.[25]

 

Bu ilmin gayesi, şer’i hükümlerin, şer’i delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir. Burada ifade edelim ki, şer’i hükümlerin hakikatlerine bütün şartlarıyla vakıf olmak, ancak bu ilim sayesinde mümkün olabilir. Fıkıh usulü ilminin koydugu kaideleri bilmeyen bir kimse, tefsir, hadis ilimlerini bilse bile, şer’i hükümlerin hakikatlerine nüfuz edemez. Fıkıh usulü ilminde de ihtisas yapmak gerekir. Müctehidler ictihadlarında, fakihler hüküm istihracında bu ilmin kaide ve esaslarından son derece faydalanırlar. Bu ilmin esaslarını bilmeyenler, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarırken hata edebilirler. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu ilmin esaslarını öğrenen bir fakih hüküm istinbatında isabetli neticelere varabilir.[26]

 

Fıkıh Usulünün Faydaları: Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:

 

1-    Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

 

2-    Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

 

3-    Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tespit eder. Müctehid imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahric yapıp hükme varabilir. Bir başka deyişle, kendisine uyulan müctehid, o olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek söz konusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalısır.

 

4-    Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu ögrenir.

 

5-    Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih eder. Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer’i hükümlerin tespiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.[27]

 

Fıkıh ile Fıkıh Usulü Arasındaki Fark:

 

Usulcü, meseleleri ayrı ayrı ele almaz, icmali-külli delillerden genel kaideler çıkarır. Fakih, usulcünün çıkarmış olduğu bu kaideleri malzeme olarak kullanır. Tafsili-cüz’i delillere tatbik ederek şer’i ameli hükümler çıkarır. Örneğin;

 

Usulcü, Kur’an ve sünnetten ‘Aksine bir karine bulunmadıkça nehiy tahrim içindir.’ kaidesini çıkarır.

 

Fakih, içki ve kumarın dini hükmünü tayin edeceği zaman: “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan isi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide: 5/90) ayetini delil alarak haram hükmünü çıkarır.

 

Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:

 

İslâm'ın ilk dönemlerinde Müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine bas vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşri kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hâkimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karsılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hâkimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu.                Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şeriatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı.

 

Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade sekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüsün deliline de işaret edip onun münâkasasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi.

 

Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şafii’nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafii’nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur.

 

Daha sonra İslâm âlimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.[28]

 

Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan âlimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.

 

a- Mütekellimîn Metodu:

 

Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tespit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyisiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara hâkim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafii ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir. Bunların tanınmışları ve eserleri şunlardır:

 

1- Kadı Abdülcebbar el-Mu'tezilî, eseri: el-Umde,

 

2- Ebu'l-Hasen el-Basrî, eseri: el-Mü'temed,

 

3- İmamu'l-Harameyn Abdülmelik el-Cüveynî, eseri: el-Bürhan,

 

4- Ebû Hamid el-Gazâlî, eseri: el-Müstasfâ,

 

5- Ebû'l-Hasen el-Âmidî, eseri: el-Ahkâm fî Usûli'l-Ahkâm

 

6- Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, eseri: el-Minhâc.

 

Şüphesiz, bu metotla yazılan daha birçok kitap vardır. Bu sayılanlar, önde gelenleridir.

 

b- Hanefî Metodu:

 

Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir.

 

Bu metot mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık rastlanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metot benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafii ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tespit etmiştir. Bu metoda mensup âlimler tarafından da telif edilmiş birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları da şunlardır:

 

1- Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas'ın "el-Usûl"ü,

 

2- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî'nin "Takvîmu'l-Edille"si,

 

3- Semsu'l-Eimme es-Serahsî'nin"el-Usûl"ü,

 

4- Fahru'l-_slâm Pezdevî'nin "el-Ûsûl"ü,

 

5- Hafîzuddin en-Nesefî'nin "el-Menâr"ı.

 

Bunların dışında daha birçok usûl kitabı bulunduğu gibi, bu eserlere de bir takım şerhler ve haşiyeler yazılmıştır. Bunların hepsinin buraya aktarılması mümkün değildir. Arzu eden, Kâtip Çelebi'nin ve Taşköprülüzade'nin yukarıda işaret edilen eserlerine bakabilir.

 

c- Mecz Metodu:

 

Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metot geliştiren ve bu metoda göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını ispat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:

 

1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bagdâdî'nin "Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey el-Pezdevî ve'l Ahkâm"ı,

 

2- Sadru's-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd'un "et-Tenkîh"ı. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmistir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmistir.

 

3- Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî'nin "Cem'ul-Cevâmî" adlı eseri.

 

4- İbnu'l-Hümâm'ın "et-Tahrîr"i[29]

 

Bu eserlerin dışında, ayrı özellikleri olan, es-Şatıbî'nin el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.

 

Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. Özellikle bunlardan sonraki usûlcülerin eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların muhtevasına girdi. Şüphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun için bu kitapları anlamaya yönelik çalışmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı. Bu yüzden, usulü'l-fıkıh ilmi anlaşılması güç hatta imkânsız bir ilim haline geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay anlaşılması için mesai sarf etmişler ve yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey,

 

Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir.

 

Bu eserlerden, Seyyid beyinki Osmanlıca, diğerleri Arapçadır. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir.

 

Hayreddin Karaman'ın İmam Hatip okulları için hazırladığı usûlü ile Fahreddin Atar'ın hazırladığı usûl de zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir. Ayrıca, usûlü'l fıkıhın bazı konularının yüksek lisans ve doktora tezi olarak incelediklerine de işaret etmemiz gerekir.

 



[1] Zekiyyüddin Saban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.

[2] Amidi, Ahkâm: 1/7; Molla Hüsrev, Mir’at: 11; Büyük Haydar Efendi: 7-8; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1.

[3] Seyyid Bey: 1/61; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1.

[4] Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1.

[5] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.

[6] Molla Hüsrev, bu ilme ait iki tarif nakletmektedir. Mir’at: 11, 14.

[7] Burada birkaç usul kaidesi zikredelim: “İbahe karinesi bulununca emir siygası, ibahe ifade eder.” “Has lafız, kat’i hüküm ifade eder.” “Müevvel hass, zanni hüküm ifade eder.” (Mir’at: 20.)

[8] Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 2-4.

[9] Âmidî, el-Ahkâm fı Usûlü'l-Ahkâm, I, 7 vd.; Şâkiru'l-Hanbelî, İlmi Usûlü'-Fıkıh, 31 vd; Abdülvehhâb Hallâf İlmi Usulü'l fıkh,11; İbrahim Kâfı Dönmez, İslâm Hukuk Esasları, terc. 23, 24; Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/254.

[10] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/254.

[11] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.

[12] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24; Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.

[13] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.

[14] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24-25.

[15] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.

[16] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 25.

[17] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11-12.

[18] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 25-26.

Yazar, fıkıh usulü tarifi içinde fıkhın mahiyetini de tanıtacak unsurlara yer verdiğinden burada “icmali, külli delilleri dışarıda bırakmak için tafsili kelimesini kullandık” seklinde yaptığı açıklamanın, fıkıh usulü değil, fıkıh ile ilgili olduğuna dikkat edilmelidir. Nitekim aynı açıklamanın devamında ve özellikle aşağıda icmali külli delilleri incelemenin fıkıh usulünün çerçevesine dâhil olduğunu belirtmektedir. (Mütercim: İbrahim Kafi Dönmez)

[19] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/255-256.

[20] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.

[21] Bu kural Hanefilere göredir. (Mütercim: İbrahim Kâfi Dönmez)

[22] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.

[23] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/256.

[24] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.

[25] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.

[26] Mir’at: 24; Sava Pasa: 2/46; Büyük Haydar Efendi: 18; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 4-5.

[27] Seyyid Bey: 1/85; Hudari: 16-17; Bilmen: 1/40; Şakiru’l-Hanbeli: 36-37; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 5; Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27-28.

[28] Bibliyografya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.

[29] Seyyid Bey, Medhal, I, 50 vd.; Şâkir el-Hanbelî, a.g.e., 34 vd.; Abdülvehhab Hallâf a.g.e., 15 vd.; Dönmez, a.g.e., 30 vd.

 

 

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

TARİH MÜTALAASI    22.03.2014

ADEM ORHAN

YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ

ÖĞRENCİ NO:13912778

TEFSİR TARİHİ

TEFSİR VE TEVİL KELİMELERİNİN ANLAMI

TEFSİR: Tefsir kelimesi فسر veya سفر fiillerinin tefıl kalıbında mastardır. Aslı الفسر dur. السفر olduğunu sِyleyenlerde vardır. الفسر : Lügat itibariyle Doktorun hastalığı te؛his için baktığı suya denmektedir. Bunlardan ba؛ka Bir ؛eyi beyan ve izhar etmek ve kapalı olan bir ؛eyi açmakdemektir. السفر : Kelimesi ise Kapalı bir ؛eyi açmak, aydınlatmak ve i؛rak gibi manalara gelmektedir.

Gِrüldüğü gibi bu iki kelime mana bakımından birbirlerine çok yakındır. Bununla beraber aralarında bazı inceliklerin olduğunu sِyleyenlerde vardır. Emin el- Hûlî derki Her iki kelime de ke؛if manasınadır. Ancak السفر zahiri, maddi bir ke؛if,الفسر ise manevi bir ke؛iftir.

İstılahî olarak tefsir kelimesi ؛ِyle tarif edilmi؛tir. Anla؛ılmayan bir lafızdan istenilen manayı elde etmektir.

TEVخL: Kelime kِküاول dir. Buda tefıl kalıbında mastardır. Geri dِnmek manasınadır. Istılah olarak: Birçok tarif yapılmı؛tır. Ancak Zerke؛inin tarifi en uygun olanıdır. O, da Ayetin muhtemel olduğu manalardan birine rucû ettirilmesidir. Diye tarif etmiştir.

TEFSİR İLE TEVİL ARASINDAKİ FARKLAR

1- Her iki kelime de birbirlerinin yerlerine kullanılmıştır.

2- Tefsir kelimesi ıstılah olarak Tevil den daha önce kullanılmıştır.

3- Tefsir, Tevil den daha umumidir.

4- Tefsir ekseriyetle lafızlarda, Tevil ise manalarda kullanılır.

5- Tevil ekseriyetle ilahiyat kitaplarında, Tefsir ise hem bu kitaplarda ve hem de bunların gayride kullanılır.

6- Tevil makbul olan ve olmayan diye iki kısımdır. Hoş olmayan, ayetin siyak ve sıbağına uymayan ve delilleri çirkin olan Tevili gayri makbuldür. Eğer böyle değilse Tevili makbuldür. (Râğıb el- Isfahânî)

TEFSİR VE TERCEME ARASINDAKİ FARKLAR

Terceme, ترجم fiilinin mastarıdır. Lugat itibariyle bir çok manası vardır.

1- Bir kelamı bir dilden ba؛ka bir dile çevirmektir. Bugün de bu manada kullanılmaktadır.

2- Hadis te kullanıldığı gibi bir bâbâ isim koymaktır.

3- Bir kimsenin hayatını anlatmasında kullanılır. Terceme-i Hâl gibi

4- Yine hadiste olduğu gibi ula؛ılmayan bir sِzü tebliğ etmektir.

5- Bir sِzü sِylendiği dilde tefsir etmektir. Hz. Petgamber, İbn-i Abbas hakkında O, Kuran-ın tercümanıdır.demesi gibi.

6- Tebyin manasına kullanılır. Bazı tefsirlerde (ibn- i kesir gibi) وترجمته diye geçmektedir.

Istılahi manası ise: Bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Yani kelamın manasının, farklı bir lisanda aynen kar؛ılığını bulması lazım. Aksi takdirde terceme olmaz. Onun için iyi bir terceme olabilmesi için kelamın bütün mana ve maksatlarına özen göِsterilmesi lazım.

 

TEFSİR ÇEŞİTLERİ

Müfessirler Kuranın çeşitli yönlerini esas alarak tefsirler yapmışlardır. Bir kısmı belagat hususiyetlerini ön plana çıkarmış, bir kısmı üslup ve meanî yönünü öne çıkarmıştır. Bazıları iraba ehemmiyet verirken bazıları kıssalara ve garibul-Kurana eğilim göstermişlerdir. Böylece çeşitli tefsirler ortaya çıkmıştır.

İbni Abbas Tefsiri Dörde Ayırmaktadır:

1. Kimsenin bilmekten müstağni olmadığı tefsir 2. Arap dilini bilmekle mümkün olan tefsir 3. İlimde rusuh sahibi olanların bileceği tefsir 4. Allahtan başka kimsenin bilmesine imkan olmayan tefsir.

Genel olarak tefsirler iki kısma ayrılır: a. Rivayet Tefsirleri b. Dirayet Tefsirleri

Rivayet Tefsiri

Buna mesur veya naklî tefsir de denilir. Selefden nakledilmiş eserlere dayanan tefsirdir. Hadis usulünde nakledilen bir takım usullerle bilgi günümüze kadar aktarılarak gelmiştir. Rivayet tefsirinin zaf noktası genel olarak 3 ana noktada toplanmıştır.

1. Tefsirde uydurma haberlerin çokluğu 2. İsrailiyatın girişi 3. İsnadların hazfı

Birinci ve üçüncü maddeler hadis usulüyle alakalı olduğu için burada sadece 2. madde üzerinde durulacaktır. Ahmed b. Hanbel tefsire ait olan haberlerin güvenilirliğinin azlığını belirtmek kabilinden güvenilmeyecek üç şeyden birinin de tefsir olduğunu belirtmiştir

1) Muhammed b. Cerir et-Taberi, Câmi'u'l-Beyân an Te'vili'l-Kur'-ân.

2) Elnfl-Leys es-Semerkandi,Bahrul-ulum

3) Ebü İshak es-Salebi, el-Ke şf ve'l-Beyân an Tefsiri'l-Kur'ân.

4) Eba Muhammed el-Huseyn el-Bagavi, Maâlimu't-Tenzil.

5) İbn Atiyye el-Endelûsi, el-Muharreru'l-Veciz fi tefsiril kitabil Aziz.

6) İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'anı'l-Azin ı .

7) Abdurrahmân es-Saâlibi, el-Cevâhiru'l-Hisan fi Tefsiri'l-Kur'an.

8) Celâluddin es-Suyüti,ed-Durrul-Mensur fi Tefsiri'l-Me'sür.

9) Muhammed Cemaluddin el-Kas ımi, Tefsiru'l-Kâs ımi,Mahasinut-Tevil

Dirayet Tefsiri

Buna Rey ve makul tefsir de denilir. Rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Rey tefsiri başta tartışılmış ve bir kısmı yerilmiştir.[5][5] Rey ile tefsir yapmaya girişenler yaptıklarını teyid için, Kurandaki tedebbür ayetlerine ve peygamberin sözlerine istinad ettiler.

En meşhur dirâyet tefsirlerinden baz ıları :

1) Fahruddın er-Razı, Mefâtihu'l-Gayb.

2) el-Beydavi, Envâru't-Tenzil ve Esrâru't-Te'vil.

3) en-Nesefi, Medâriku't-Tenzil ve Haketiku't-Te'vil.

4) el-Hazin, Lübâbu't-Te'vil fi Maâni't-Tenzil.

5) Ebil Hayyan, el-Bahru'l-Muhit.

6) el-Mahalli ve's-Suyâti, Tefsiru Celaleyn.

7) el-Hatib eş-şirbini, es-Sirâcu'l-Münir.

8) Ebisfs-Suild, İrşâdu'l-Akli's-Selim ila Mezâye'l-Kitâbi'l-Kerim.

9) el-Alasi, Ruhu'l-Maâni fi Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azim.

 

HZ. PEYGAMBER'İN TEFSİRİ

 

Hz. Peygamber'in ihtiyaç nisbetindeKur'ân'ı tefsir ettiğini daha Önce ifade etmiştik. Bu hususu çeşitli hadis mecmualarında yer alan ve Resûlullah (sav)'a kadar ulaşan rivayetlerde de görmek mümkündür. Ancak Hz. Peygamber'in yaptığı bu tefsirin değerini ortaya koyabilmek İçin sözü edilen tefsirin fonksiyonunu, hangi şartlar altında gerçekleştirildiğini ve miktarını tesbit etmek gerekmektedir. Şimdi bu hususları sırasıyla ele almaya çalışalım.[1]

 

 

b. Hz. Feygamber'in Tefsirine Vesile Teşkil Eden Hususlar

 

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber (sav)'in ashabına açıklamış olduğu Kur'ânî hakikatler, tamamen onları irşâd maksadına yönelikti. Allah Resulü bu irşâd fonksiyonunu, öğrencilerine bir program dahilinde ders veren öğretmen tarzıyla değil, bir takım vesilelerle gerçekleştiriyordu. Bu vesileleri şöyle sıralamak mümkündür:

1. Herhangi bir âyeti okuyarak kendiliğinden tefsir etmesi Bu durumda Hz. peygamber ya bir âyeti, nüzulünü müteakip açıklar yahut kıraat esnasında veya hutbe irad ederken tefsir ederdi

2. Bir âyet hakkında soru sorduktan sonra açıklamada bulunması

Bu da, Hz. Peygamber'in zaman zaman herhangi bir âyet hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatlerini çekerek açıklaması şeklinde ortaya çıkardı. Soru, bazen âyette geçen bir kelimeyle ilgili olur, bazen de bir meseleyle alakalı olarak sorulmakla birlikte herhangi bir âyetin açıklanmasına vesile teşkil ederdi[21].

3. Hz. Peygamber'in, sözünü delillendirmek kasdıyla âyet okuyup açıklaması

4.Sahâbilerin sorusu üzerine açıklama yapması

Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı Tefsir Tarzları

 

Resûlullah (sav)'a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen âyet veya âyetleri tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı. İşte o zaman da genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç kadar tefsir ederdi. Meselâ, Allah Taâlâ namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış ancak bunların nasıl yapılacağını, şartlarını, mânilerini, sebep ve sonuçlarını açıklama işini sünnet üstlenmiştir]. Ayrıca avlanma, usûlüne göre hayvanları boğazlama, nikâh hükümleri ve buna bağlı olarak "talak", "zihar", "Han", "alış-veriş",.ve "ceza hukuku" ile ilgili birtakım hükümler, aynı şekilde sünnetle açıklığa kavuşturulmuştur

Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı tefsir şekli de daha önce de ifade ettiğimiz gibi ya mücmeli tebyîn ya mübhemi tafsil ya mutlakı takyîd ya da müşkili tavzih şeklinde olurdu. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Mücmelin tebyîni

"Haklı olmadıkçaAllah'ın haram kıldığı cana kıymayın ]âyetindekimücmelliği Hz. Peygamber (sav)'in: "Allah'tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah'ın Resulü olduğuma imân eden hiçbir müslüman kişinin kanı helal olmaz. Ancak şu üç şeyden birini yaparsa (o zaman helal olur): Adam öldürmek, evli iken zina etmek ve dinden çıkıp (irtidât) müslüman-lardan ayrılmakşeklindeki hadisi açıklamıştır.

2.Mübhemin tafsili

Namazlara (özellikle) Orta namaza devam edin âyetindeki orta namazdan maksadın ne olduğu açık değildir. Yani cins bir isim olan "namaz" ve onu sifatlayan"vustâ" lafzından dolayı âyette anlam yönüyle bir mübhemiyet söz konusudur. Ancak Resûlullah (sav)'ın: "Orta namaz ikindi namazıdır ] sözü, bu durumu ortadan kaldırıp âyeti anlaşılır hale getirmektedir.

3.Mutlakın takyidi

Sünnet bazen de, Kur'ân'ın mutlak olarak zikrettiği bir hükmü takyid etme yani sınırlarım belirleme cihetine gitmiştir. Meselâ,"Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin Allah izzet ve hikmet sahibidir ] şeklinde mutlak bir hüküm ortaya koyan Kur'ânâyetini,Hz. Peygamber: "Elin bilekten kesileceğini" zikretmek suretiyle kayıtlamış olmaktadır

4.Müşkilin tavzihi

"İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür"[33] buyurularak, istisnasız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok âyette ise, "Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır denilmektedir. Tabiatıyla bu da bir çelişkiye yol açmış olmaktadır, işte Hz. Peygamber: "(Âyette geçen) vurûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiçkimse kalmayacaktır. Ancak cehennem müminlere, Hz. İbrahim'e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryaa edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz üstü çökmüş olarak bırakacaktırhadisiyle bu müşkil durumuhalletmiş yani âyetler arasındaki çelişki zannını ortadan kaldırmış olmaktadır

Sünnetin Kur'ân Karşısındaki Fonksiyonu

Büyük müfessir el-Kurtubî (Öİ.671/Î273) tefsirinin mukaddimesinde, İslâm bilginlerinin ekseriyetinin fikirlerine tercüman olarak sünnetin Kur'ân karşısında iki fonksiyon icra ettiğini belirtmektedir. Bunlardan biri sünnetin, açıklanması gereken Kur'ânînassları tefsir etmesidir ki buna beyân, diğeri de bazen helâl ve haram noktasında bazen de değişik konularda Kur'ân'da yer almayan bir hükmü koymasıdır ki, buna da teşri' (hüküm koyma) fonksiyonu denilmektedirSünnetin Kur'ân'ı tefsir etmesi, onun mutlakmı, takyid, müphemini beyân, mücmelini tafsil, müşkilini tavzih ve umûmunu tahsis etmekten ibarettir. Bu meseleye daha sonra müstakil olarak değineceğimiz için burada üzerinde durmak istemiyoruz. Sünnetin teşri fonksiyonu da az önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber'in, Kur'ân'da herhangi bir hüküm bulunmayan hususlarda hüküm koymasıdır. Sünnetin bu fonksiyonu elbetteki, Allah'ın Hz. "eygamber'e vermiş olduğu teşri yetkisinin bir neticesidir. Esasen hüküm koyma yani şâri sıfatının yegâne sahibi Allah'tır. Ancak Allah'ın verdiği yetkiye dayanarak Hz. Peygamber de Kitabın hükmünün bulunmadığı yerde hüküm koyabilir. Buna göre Allah mutlak manada şâri, Peygamber de mecazî anlamda sâri demektir. Nitekim bu husus Kur'ân'da şu şekilde ifadesini bulmuştur:

"...Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, -eğer gerçekten Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah' ve Resulüne götürün

"Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman müminlerin sözü ancak: "işittik ve itaat ettik" demeleridir

"Allah ve Resulü bir konuda hüküm verdikten sonra artık inanmış bir erkek ve kadının kendileriyle ilgili konularda tercih serbestisi yoktur

Allah Resulü Muhammed'e teşri görevinin verildiğini "Biliniz ki, Resûlullah'ın haram kıldığı Allah'ın haram kıldığı gibidir"[7] hadisi de pekiştirmektedir. Söz konusu âyetlere ve hadise dayanarak İmam Şafii de Allah'ın, Resulüne Kur'ân'in hükmünün bulunmadığı yerde hüküm koyma yetkisi verdiğini ve ona itaati ezelde farz kıldığını[8] ifade etmektedir, Bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber bazı konularda önce bir müddet vahiy beklemiş, gelmeyince kendi içtihadına göre veya Kur'ân dışında almış olduğu bir vahiyle herhangi bir meselede hüküm vermiştir. Onun verdiği hükümler de hiç şüphesiz vahyin kontrolü altında gerçekleşmiştir. Bu yüzden hüküm vermede Resûlullah (sav)'ın bazı küçük hatalar yapacağı düşünülse bile, bunlar vahiyle düzeltilmiştir Yani Resûlullah'ın verdiği her türlü hüküm, bir nevi vahyin onayından geçmiş hüküm demektir Bu noktadan hareketle, İslâm âlimleri hüküm koyma açısından sünnetle Kur'ân arasında herhangi birfark gözetmemişlerdir. Onları bu görüşe sevkeden yegâne âmil, Resûlullah (sav)'ın ismet sıfatının bir uzantısı olarak devamlı surette vahyin kontrolünde bulunmasıdır

Hz. Peygamber'in kendisine tevdi edilen mecazi anlamdaki şâri sıfatıyla öngördüğü hükümlere örnek olarak bir kadının, halası, teyzesi, kızı ve kardeşinin kızı üzerine nikâhının haram oluşu ], ehli eşeklerin köpek dişli yırtıcı hayvanların etlerinin haram kılınması diyet, müslümanm kafire karşı kısas yoluyla Öldürülmemesi nesep açısından haram olan şeyin süt emzirme yoluyla da haram oluşu çoğu sarhoş eden şeyin azmin da haram olacağı ve besmele ile gönderilen av köpeğinin yakalamış olduğu avın helal olması gibi hususları sayabiliriz.

Ayrıca beş vakit namazın vakti, nasıl kılınacağı, vitir namazının vacip oluşu, namazlarda Kâbeden önce Beyt-i makdis'e yönelme, orucu bozan ve bozmayan şeyler, kimlere zekâtın farz olduğu, şer'i boşamanın şekli, hayızlı kadının namaz kılmaması, oruç tutmaması, büyük annenin mirası gibi hususlar da bu konuda örnek olarak zikredilebilir ].

SAHABE TEFSİRİ

Kur'ân tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin de önemli bir yeri var-ır- Çünkü sahâbiler Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklini, Arap örf ve âdetlerini iyi bilen insanlardı. Aynı zamanda üstün r Jdrâk gücü ve sarsılmaz bir imana sahiptiler. Ayrıca onlar eski edeniyetlerin ve felsefi akımların tesirinden oldukça uzak yaşadıkları için zihinleri berrak ve dilleri fasihdi. Bundan dolayıdır ki, onlar, Kur'ân'ın maksat ve gayesini kavrayabiliyorlardı. Ancak anlayamadıkları ve açıklama ihtiyacı duydukları zaman da Resûlullah (sav)'a soruyor ve ondan doyurucu bilgiler alıyorlardı. Böylece sahâbiler yirmi küsur sene boyunca Kur'ân'ın inişini müşahede etmişler ve bu esnada meydana gelen olayları bizzat yaşamışlar ve kendi kudretleriyle ulaşamadıkları bilgileri de Hz. Peygamber'den nakil yoluyla alıp hem ilim, hem de imân konusunda belli bir olgunluğa erişmişlerdi. Her ne kadar Hz. Peygamber'in vefatıyla feyiz kaynakları kesildiği için söz konusu iki alanda da giderek bir zayıflık baş göstermeye başlamışsa da, Kur'ân'ın manasını anlama hususunda yine de insanların en kudretlisi onlardı[1].

Ancak şurası da bir gerçek ki, sahâbilerin hepsinin Kur'ân'ı aynı seviyede anladıklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü onlar hem zekâ hem de ilmi elde etme imkânları bakımından farklıydılar. Meselâ, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah İbn Abbâs ve Hz. Âişe gibi Kure'yş'in önde gelen ailelerine mensup olup, Arap dilinin üslup ve inceliklerini, eski Arap şiirini, Arap örf ve geleneklerini çok iyi bilenlerin yanında, kültür ve sosyal imkânlar bakımından bunlardan daha zayıf olanlar da vardı. Hatta bunlar arasında Selmân-ı Fârisi (Öİ.36/656) ve Bilâl-i Habeşî (öl.20/641) gibi Arap olmayan unsurlar bile mevcuttu[2]. Bütün bunlara rağmen sahabenin ortaya koymuş olduğu tefsir kültürü, Kur'ân tefsirinin gelişmesi ve zenginliği açısından çok önemli bir yere sahiptir.

Tefsirde Temayüz Eden Sahâbîler

es-Suyûtî, başta Hülafâ-i râşidîn olmak üzere tefsirde şöhret bulmuş sahâbî müfessirleri şöyle sıralamaktadır:

1. Hz. Ebû Bekr (Öİ.13/634).

2. Hz. Ömer (Öİ.23/644).

3. Hz. Osman (ÖI.35/655).

4. Hz. Ali (Öİ.40/660).

5. Abdullah İbn Abbâs (Öİ.68/687

6. Abdullah İbn Mes'ûd (Öİ.34/654).

7. Ubeyy b. Ka'b (Öİ.30/650).

8. Zeyd b. Sabit (Öİ.45/665).

9. Abdullah b. Zübeyr (Öİ.73/692).

10. Ebû Musa el-Eş'arî (Öİ.44/664).

Ancak ilk üç halife Resûlullah'ın vefatından sonra fazla uzun ömürlü olmadıkları için, Hz. Ali kadar tefsirde şöhret sahibi olamamışlardır ]. Dolayısıyla Hz. Ali, halifeler içerisinde Kur'ân'm tefsiriy-le en çok ilgilenen ve bu konuda en geniş bilgiye sahip olanıydı. Bir konuşmasında şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Bana Allah'ın kitabından sorunuz. Allah'a yemin ederim ki, Kur'ân'daki her âyetin nerede nazil olduğunu, gece mi? gündüz mü? ovada mı? dağda mı? indiğini mutlaka bilirim

Diğer sahâbiler içerisinde de tefsirle ilgili yapılan nakil ve dirayet açısından ilk sırayı Abdullah İbn Abbâs almaktadır Kendisine isnâd edilen rivayetlerin çokluğu ve çeşitliliği onun ilminin genişliğini ve derinliğini ortaya koymaktadır. Bu yüzden olmalı ki, İbn Mes'ûd onun hakkında: "Evet İbn Abbâs Kur'ân'm tercümanıdır" demiştir Hz. Ömer de, kendisine bir âyetle İlgili soru sormak üzere gelen Amr b. Habeş'e: "Allah'ın peygamberine inzal ettiği Kur'ân'i en iyi bilen İbn Abbâs'tır" diyerek, sorusunu ona sormasını tavsiye etmiştir İbn Abbâs'tan sonra da tefsirde adından en çok söz ettiren sahâbi, İbn Mes'ûd ve Ubeyy b. Ka'b'tır.

TÂBİÛN TEFSİRİ

Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sav)'in hicretiyle Medine'de İslâm Devletinin temelleri atılmış ve daha Hz. Peygamber hayatta iken bu devletin sınırları Arap Yarımadasi'nın dışına taşmaya başlamıştı. Peygamber'in vefatından sonra da fetihler aynı hızla devam ettirilerek söz konusu devletin toprakları daha da genişletilmişti. Tabiatıyla yeni fethedilen ülke insanlarının İslâmı bilen yöneticilere, valilere, kadılara ve öğretmenlere ihtiyaçları vardı. İşte tamamen bu ihtiyaç göz önünde bulundurularak fethedilen her yeni beldenin halkına İslâmı öğretmek için muallimler ve asayişi temin etmek için de valiler, kadılar gönderildi. Böylece çeşitli memleketlere vazifeli olarak giden sahâ-bîler, İslâmm hükümranlığına giren bu beldelerde tedris halkalarını kurmaya ve etraflarına toplanan insanlara Kur'ân'ı ve Hz. peygamber'den almış oldukları bilgileri öğretmeye başladılar. Sahâbilerin bu ilmî faaliyetleri sonucunda şehirlerde çeşitli ekoller/medreseler meydana geldi ki, bu medreselerin öğretmenleri sahâbiler, öğrencileri de tabiiler idi. Ancak bahis konusu beldelerin birçoğunda fitnelerin ortaya çıkmasıyla insanlar arasında ihtilafların başgöstermesi, her grubun kendi görüşünün haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a sarılması ve bunun tabii bir sonucu olarak bazen yanlış ve bozuk te'villerin ortaya çıkması gibi nedenlerden dolayı, Kur'ân'm mâkul ve doğru bir şekilde tefsirinin yapılmasına şiddetle ihtiyaç duyulmuştu. İşte bu yüzden söz konusu ekollerin bazılarında daha ziyade Kur'ân'ın tefsirine ağırlık verilmeye başlandı ve bunlardan üç tanesi tefsirde haklı bir şöhrete ulaştı. Şimdi sözünü ettiğimiz bu ekoller üzerinde duralım.

 

Tefsir Ekolleri

Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiundan meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu tefsir ekolleri şunlardır:

ba. Mekke Ekolü;Bu ekol, İslâm güneşinin doğup cihanı aydınlatmaya başladığı en mübarek belde olan Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. Kurucusu da, içlerinde râşit halîfelerin Hz. Âişe'nin ve Peygamber'in diğer eşlerinin de bulunduğu tüm sahabe arasında, müslümanların kendisini isnatta en büyük otorite kabul ettikleri, "ilim denizi" ve "tercümânu'î-Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah İbn Abbâs (öl.68/687)'tır]. Kur'ân tefsirinin pîri olan bu sahâbînin kurmuş olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiyye (Öİ.728/1328): "Tabiiler içerisinde tefsir yönünden en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn Abbâs'ın talebeleridir"] diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller arasındaki yerini ortaya koymuştur. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır:

1. Mücâhid b. Cebr (Öİ.103/721).

2. İkrime Cöl.104/722).

3. Sa'îd b. Cübeyr (Öİ.95/714).

4. Tavus b. Keysân (Öİ.106/724).

5. Atâ b. Ebî Rabâh (öl.l 14/732).

 

bb. Medine Ekolü

 

Medine de aynı şekilde Hz. Peygamber (sav)'in İslâm Dinini yaymak üzere hicret ettiği ve bilhassa ahkâmla ilgili âyetlerin inişine sahne olan mübarek bir beldedir. Resûlullah'ın vefatından sonra da ashâbm uzun zaman ayrılmayıp bu mukaddes şehirde ikamet etmesi ve âlim sahâbilerin sayı itibariyle diğer ilim merkezlerine nisbetle burada daha fazla olması, söz konusu ekolün değerini ortaya koymaktadır. Böylece denilebilir ki, Medine'deki sahâbiler bu şehirde kaldıkları müddetçe kendilerinden sonra gelenlere Allah'ın kitabını ve Hz.Peygamber'in sünnetini Öğretmeye çalışıyorlardı. İşte bunlardan birisi de Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (Öİ.30/650) idi. Onun tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır:

1. Ebu'l-ÂIiye (Öİ.90/709).

2. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî (öl.118/736).

3. Zeyd b. Eslem (Öİ.136/753)

be. Irak Re'y Ekolü; Bu ekolün kurucusu da Abdullah b. Mes'ûd (öl.32/652)'dur. Bilindiği gibi İbn Mes'ûd, Resûlullah'ın vahiy kâtiplerinden biriydi. Bu münasebetle Hz. Peygamber'in Kur'ân'a yönelik açıklamalarına daha çok muttali olmuş ve özellikle tefsirde bir derinlik kazanmıştı. Onun bu niteliğini bilen Hz. Ömer halifeliği sırasında İbn Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin etti. İbn Mes'ûd, Kûfe'ye geldiği zaman orada daha başka sahâbîler de bulunuyordu. Ancak insanlar kısa zamanda onun ilminin genişliğine muttali olarak etrafında büyük bir halka oluşturdular. Böylece o, kendisinden ilim almak üzere toplanan insanlara daha iyi hizmet vermek amacıyla bir tefsir ekolü/medresesi kurdu. Kaynakların belirttiğine göre bu medrese daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmişti. Bu sebepten dolayıdır ki, İslâm âlimleri İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek ona "Irak re'y ekolü" ismini verdiler. Bu ekolün yetiştirdiği pekçok âlim vardır. En ünlülerini şöyle sıralamak mümkündür:

1. Alkame b. Kays (Öİ.61/681).

2. Mesrûk b. el-Ecdâ (Öİ.63/682).

3. Esved b. Yezîd (Öİ.74/693).

4. Mürretu'l-Hemedânî Cöl.76/695).

5. Âmiru'ş-Şa'bî (Öİ.109/727).

6. el-Hasan el-Basrî (öl.H110/728).

7. Katâde b. Diâme (Öİ.117/735).

Tefsir ekolleri hakkındaki bu kısa açıklamadan sonra şunu hemen ifade edelim ki, kurulan bu ekollerde sahabe tarafından yetiştirilen ilim ve fazilet sahibi tabiilerin, Kur'ân tefsirinde sahabeden sonra söz sahibi oldukları muhakkaktı. Çünkü onların yetişmesinde sahâbîlerin büyük katkıları vardı. Ancak bu hususta kendi gayretlerini de gözden uzak tutmamak lazımdır. Meselâ İbn Ebî Müleyke (Öİ.117/735): "Mücâhid'i, İbn Abbâs'a Kur'ân'm tefsirini sorarken gördüm. Yanında da levhalar bulunuyordu. İbn Abbâs ona yaz diyordu, (o da yazıyordu). Mücâhid (bu yolla) bütün tefsiri ona sordu" diyerek hem sahâbîlerin, hem de tabiilerin tefsir konusundaki gayretlerini dile getirmiştir. Mücâhid'in kendisi de: "Mushafı başından sonuna kadar üç defa İbn Abbâs'a arzettim. Her âyette duruyor ve ona sorular soruyordum" demek suretiyle aynı noktaya işaret etmiştir.

Ancak burada önemli bir hususa da değinmek istiyoruz. Kaynaklara göre söz konusu ettiğimiz bu üç tefsir medresesinde yetişen tâbiûn müfessirleri, ekseriyet itibariyle mevâlidendir. Meselâ, İkrime, İbn Abbâs'ın, Zeyd b. Eşlem, Hz. Ömer'in, Mücâhid b. Cebr, Benî Mahzûm'un mevlâsı idi. Ayrıca, Atâ b. Ebî Rabâh ve Irak re'y medresesine mensup tabiîlerin çoğunun da mevâliden olduğu bildirilmiştir. Hatta tâbiûn dönemi alimlerinden Mesrûk (öl.63/683), Şurayh (01.85/704), Said b. el-Müseyyeb (Öİ.94/712) ve benzeri bazı âlimler dışında hemen hemen ilim adamlarının hepsinin mevâliden olduğu bile iddia edilmektedir.

Tâbiûn döneminde yetişen müfessirlerin mevâliden oluşunu İbn Haldun (öl.808/1405), bedevîliğin ve ümmîliğin Araplarda hâkim bir unsur olmasına bağlamaktadır. Bu konudaki görüşü özetle şöyledir: Araplar başlangıçtan beri kendilerinde bedevilik ve sadelik hâkim olan ve Kur'ân'm da haber verdiği gibi okuma yazması olmayan (ümmî) bir toplumdur. Onlar, İslâm dini geldikten sonra ancak okuyup yazmaya başladılar. Fakat bunu bir te'lif sanatı haline getiremediler. Kur'ân ve sünnetten öğrendiklerini hafızalarında tutup genellikle ağızdan ağıza naklediyorlardı. Bilhassa Hülefâ-i râşidînden sonraki dönemlerde siyaset ve devlet yönetimine aşırı düşkün olmaları, onların ilim ve sanatla meşgul olmalarına engel olmuştu. İşte bu sebeplerden dolayı Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm ve diğer ilimlerle meşgul olmak, kendilerine "a'cetnî" ve "mevâlî" gibi isimler verilen bu gayr-i Arap unsurlara kalmıştı

Mevâlinin tefsirle uğraşması esasen tefsir açısından bir kazanç sayılabilir. Çünkü farklı sosyal çevre, din, dil ve kültür muhitinden gelmiş olan bu insanlar, Kur'ân tefsirine yeni bir soluk, anlayış ve yorum katmışlardı. Sahabe döneminde icmali mana ile yetinme söz konusu iken, tâbiûn döneminde âyetlerle ilgili tafsilatlı manaların görünmesi, bu hususu doğrular mahiyettedir. Gerçi Kur'ân, sahâbîler döneminde de içtihâd yoluyla tefsir edilmişti. Ancak içtihadın boyutları tâbiûn döneminde daha da genişlemiş, hatta itikâdi ve amelî mezhep hareketlerinin temelleri bu dönemde atılmıştı.

 

TARİHTEN GÜNÜMÜZE TEFSİR EKOLLERİ

1.MEZHEBİ TEFSİR EKOLÜ

İslamın birinci asrından itibaren gerek dini, gerekse siyasi bir anlayışla ortaya çıkmaya başlayan bir takım mezhepler, tefsire hız veren amillerin başında yer alır. Her şeyden önce Müslüman olduklarını unutmayan bu mezhep mensupları ortaya koydukları görüşlerin doğruluğunu göstermek için Kurânˊa başvuruyorlardı. Çünkü her mezhep Kurân ve sünnete dayandığı oranda güçleniyor ve taraftar topluyordu. Ancak bunların bir kısmı Kurânˊı bir kısmıda mensup olduğu mezhebin görüşlerini esas alıp, Kurân ayetlerini o esaslara göre tefsir ediyordu. Bu tür mezheplere mensup âlimler ister itikâdî, ister ameli, isterse siyasi görüşleri bakımından olsun, Kurânˊı kendi anlayışları doğrultusunda yorumluyorlardı. Böyle olunca kendi mezhebini Kurânˊla test etmeye çalışan bir müfessir, zaman zaman mensubu bulunduğu mezhebin her hangi bir görüşü Kurânˊa muhalif de olsa, onu savunmak zorunda kalıyordu. Bunu, Ehl˗i sünnet dışındaki bazı mezheplerde görmek mümkündür. Çünkü Ehl˗i sünnet vahyi akla değil aklı vahye tabi kılma yolunu tercih etmiştir. Bunun doğal sonucu olarak da bu mezhebe mensup müfessirler, hiçbir zaman akıllarını vahyin(Kurânˊın) önüne geçirmemişler.

Ehl˗i sünnet Tefsiri

Ehl˗i sünnet, Hz. Peygamber ve sahabenin inanç sistemlerini izleyen Müslümanların ortak adıdır. Bu inancın oluşmasına etki eden âlimlerin başında Ebu Hanife gelmektedir. Ebu Hanifenin ardından İmam Malik, İmam Şâfiî gibi âlimler muhafazakâr bir akide sistemini savunmak suretiyle daha sonra oluşacak Sünni kelamın kurulmasına yardımcı olmuşlardır. Bundan sonraki merhalede ise Ehl˗i sünnet kelam akımı, Eşˊariye ve Maturidiyye ekolleri tarafından sistemleştirilerek hicri IV. yy dan itibaren İslam dünyasının bir çok bölgesinde ana mezhep haline gelmiştir. Bu başarıda önemli pay sahibi olan iki İslam bilgininden biri Ebul˗Hasen el˗Eşˊari (ö. 324/935), diğeri de İmam Maturididir (ö.333/944). Her ikisi de yazmış oldukları eserlerle Sünni kelamı savunmuşlardır.

Muˊtezile Tefsiri

Muˊtezile, Hişam b. Abdülmelik zamanında yaşamış olan Vasıl b. Ata (ö.80/131)ˊnın kurmuş olduğu mezhebe verilen isimdir. Bu mezhep, Emeviler devrinde ortaya çıkmış olmakla birlikte, Abbasiler döneminde ivme kazanmıştır. Bu dönemde akılcı bir anlayışla hareket eden Muˊtezile âlimleri, önce kendi tercihlerini ortaya koymuşlar, ardından da bunları delillendirme cihetine giderek, Kurˊânî nasları teˊvile koyulmuşlardır.

2.Meşhur Muˊtezile Tefsirleri

(1) Ebu Müslim Muhammed b. Bahr el˗isfahani(ö.322/934),Camiuˊt˗teˊvil li muhkemit˗tenzil

(2) Kadı Abdulcebbar(ö.415/1024), Tenzihul kurân anil˗metaîn

(3)Zemahşeri(ö.538/1144),el˗Keşşaf

Şia Tefsiri

Şia, Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali ve onun Ehl˗i beytini halifeliğe layık gören ve ondan sonraki halifelerin de Hz. Alinin soyundan gelmesi gerektiğine inanan topluluğun müşterek adıdır. Bu topluluk daha ziyade ̎imamet ̎anlayışı ile diğer mezheplerden ayrılmaktadır. Şia, birçok grubu içine alır bizim burada ele alacağımız grup, Şianın büyük çoğunluğu için söz konusu olan ̎ İmamiyye Şiası ̎, diğer adıyla ̎Caferiyye Mezhebi ̎ dir. İmamiyye şiasıˊnın tefsir anlayışını tespit edebilmek için bu mezhebin ̎ ismet ̎, ̎mehdilik ̎, ricˊat ̎ ve ̎takiyye ̎gibi inanç esaslarının başında yer alan ve Şii düşünce sisteminin en temel parametresi ̎ imamet ̎ anlayışı durmamız gerekir. Söz konusu mezhebin anlayışına göre peygamber göndermek nasıl Allahın bir lütfu ise, peygamberden sonra imam göndermek de ilahi bir lütuftur. Bu bakımdan imamın tayini, ancak Allahın bildirmesi yahut bir önceki imamın beyan etmesiyle gerçekleşir. Çünkü imamet nübüvvetin idari cephesidir. İmamlar peygamberler gibi masum olmaları ve ismet sıfatı konusunda aralarında farkın bulunmaması gerekir.

Meşhur Şia Tefsirleri

(1)Kummi, Ali b. İbrahim (hicri III. veya IV. asır)Tefsirul Kummi

(2)Tusi, Ebu Cafer Muhammed b. el˗hasen(ö.460/1068),et˗Tibyan

D. Harici Tefsiri

Haricilik de, Şiilik gibi Hz. Ali zamanında bir mezhep hüviyetiyle ortaya çıkmış siyasi˗ dini fırkalardan biridir. Sonradan kendilerine harici ismi verilen bu fırka mensupları başlangıçta Hz. Ali ye yardım etmişler, ancak ̎tahkim olayı ̎nda, Ebu Musa el˗Eşˊariˊyi hakem tayin etmesinden dolayı onun küfre girdiğine inanıp, karşısında yer almışlardır. Bundan dolayı Harici mezhebinin Şiaya karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Haricilere göre iman ve İslam bir bütün, amel de imandan bir cüzdür. Bundan dolayı ameli terk eden imandan çıkmış demektir. Allahın sıfatlarıve Kurânˊın mahlukiyeti konusunda Muˊtezili gibi düşünen bu fırka mensupları büyük günah işleyen kimselerin ebediyen cehennemde kalacağına inanmaktadırlar. Haricilere isnat edilen en önemli tefsir, Muhammed b. Yusuf Itfıyyiş (ö.1332/1914)ˊin ̎Himyanuz˗zad ila daril meâd ̎ adlı tefsiridir.

2. İŞÂRİ TEFSİR EKOLÜ

İşârî tefsir, ̎ yalnız tasavvuf erbabına açılan birtakım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla Kurânˊı açıklamak ̎ demektir. Buna göre söz konusu tefsir sûfinin kendi bireysel fikirlerine değil, bulunduğu makam itibariyle kalbine doğan ilham ve işaretlere dayanmaktadır. İşârî tefsir, mutasavvıflara nispet edildiğine göre konunun iyi anlaşılması için biraz tasavvuf üzerinde durmak gerekmektedir. Bilindiği gibi tasavvuf, züht ve takva ile ruhu bunalımlardan, kötü duygulardan temizleme ve dünyevi meşgalelerden uzak tutma yoludur. Asıl hedefi ise kalpten masivayı yani dünya ile ilgili her şeyi atıp onun yerine Allah sevgisini yerleştirmek ve beşeri varlığı ilahi varlıkta yok etmektir. Bazı mutasavvıflar Kurânˊı kalplerine gelen ilhamlar doğrultusunda yorumlama yoluna gitmişlerdi. Böylece bu hareket kendi içerisinde sistemleşmeye doğru bir seyir takip etti ve İşârî tefsir ekolü de tarihteki yerini almış oldu.

 

İLMÎ TEFSİR

İlmî tefsir ile ilgili olarak ilk eser yazan (Cevâhiru'l- Kur'ân) Gazzâlî'dir.

Bu anlayış içerisinde tefsir yazan ve bunu en güzel şekilde tatbik eden de Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1209)'dir.

İlmî tefsir çalışmalarının, ülkemizdeki temsilcisi Gâzî Ahmet Muhtar Paşa (Ö.1918) olmuş ve astronomi ile eserine, "Serâirü'l- Kur'ân" ismini vermiştir ve bu eser sahasında yazılan ilk ciddi eserlerden sayılmıştır.

Mısır'ın ve İslâm âleminin meşhur edipleri arasında zikredilen Mustafa Sâdık er-Râfi'i "İ'câzu'l- Kur'ân" adlı eserindeki "el-Kur'ân ve'l- Ulûm" Meşhur tabip, Dr. Abdülaziz İsmail (Ö.1942) "el-İslâm ve't-Tıbbu'l- Hadîs" adlı eserinde, bilhassa tıp olmak üzere ilmî konulara yönelmiştir.

İlmî tefsirin, son dönemdeki en mühim mümessili Şeyh Tantâvî el-Ccvherî (ö.l940) ve eseri"el-Cevâhir fî Tefsiri'l-Kur'ân"'dır. Tantavî'den sonra, Mustafa el-Merâgî, Reşid Rızâ, Seyyid Kutûb gibi müfessirler gelir.

İÇTİMAÎ TEFSİR

Bu tarzla tefsir, kuruluk ve durgunluktan kurtarılmaya çalışılmıştır. Ekolün en belirgin özelliği, Kur'ân'ı tefsir ederken O'nun hidâyet yönünü tefsire konu edinmesidir. Kur'ân, toplum için inmiştir. Bu yüzden tefsir edilirken çağın toplumsal problemleri Kur'ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır.

Bu tefsir hareketinin mümessili Muhammed Abduh'tur (v.1848-1905). Daha sonra onun öğrencisi Reşid Rızâ (v. 1865-1935), Mustafa el-Meraği (v. 1881-1945), Seyyid Kutup (v.1906-1966), Said Havva, Mevdudî ve Süleyman Ateş.

 

Fıkhi Tefsirler

İbâdât, muamelât ve ukûbâtla ilgili âyetlerin izahlarıyla meşgul olup, söz konusu alana ait âyetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir çeşididir. Konusu, tabii ki ahkâm âyetleridir.

ahkâm âyetleri ikiye ayrılmaktadır.

1. İçinde ahkâmın bulunduğu açıkça ifade edilen âyetler, (el-Bakara, en-Nisâ, el-Mâide, el-En'âm Sûrelerinde bu nevi âyetler oldukça fazladır)

2. Doğrudan doğruya bir hüküm ifade etmeyip, istinbat yoluyla hüküm çıkarılabilen âyetler. Bunlar da kendi aralarında, başka bir âyete başvurmaya gerek kalmadan hüküm çıkarılabilenler ve başka bir ya da birkaç nass yardımıyla hüküm çıkarılabilenler olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Önemli Bazı Ahkâm Tefsirleri

1. eş-Şâfii (ÖI.204/819), Ahkâmu'l-Kur'ân.

2. et-Tahâvî (51.321/933), Ahkâmu'l-Kur'ân.

3. el-Cessâs (Öİ.370/980), Ahkâmu'i-Kur'ân.

4. Ebû Bekr İbn Arabî (Öİ.543/1148), Ahkâmul-Kur'ân.

5. el-Kurtubî (61.671/1272), el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân.

Modernist Tefsir

Modernist tefsir iki aşamada incelenir

Klasik modernizm

Savunucuları: seyit Ahmet han, seyit emir ali Muhammet ebu zeyd gelir. Ahmet han başlangıçta şah veliyullah dihlevinin etkisinde kalmış daha sonra bu akıma girmiştir. O islamın akılla uzlaştığını kabul ederek kuranı aklileştirmeye çalışmış tefsirul-kuran adıyla kur2anı 17. Cüze kadar tefsir etmiştir. Örnek olarak kurandaki miraç başta olamak üzere mucizeler. Cinleri şer, hastalık ve diğer olumsuzlukların kaynağı olarak yorumlaması şeytanı da nefsi emmare gibi insanlarda bulunan bir kuvve olarak yorumlaması. Peygamberler vahyi melek vasıtası ile değil sahip oldukları kabiliyetlerle aldıklarını ileri sürmektedir. Geçmişte müslüman alimlerin tartıştığı meseleler müsülümanları fikri donukluğa sevk etmiştir. Bundan kurtulmak da ictihad fikrinin yayılması ile geliştirilmesi ile mümkündür. Eğer bu fikriyattan kurtulunmazsa taklitçilik devam edecek yeni peygamberler ve yeni kuranlar türeyecektir.

Çağdaş Modernist Tefsir

Bu akıma çağdaş modernist tefsir ya da tarihselci yaklaşım da denir.

Bu ekolün mensupları fazlurrahman, roger graudy Muhammet arkoun hasan hanefidir.

İSLAM HUKUKU TARİHİ

I-HUKUK:

A-Hukukun kelime anlamı:Hakkelimesinin çoğulu, kaide, salahiyet ve iktidar anlamlarına geliyor. Hukukun tanımı:Cemiyette nizam tesisi eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddi icbar kuvvetinde bulan kaideler manzumesidir.

BİRİNCİ BÖLÜM Hz. Peygamber Devri
Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmıştır, Mekke devri ve Medine devri olarak iki kısımdır.
A- MEKKE DEVRİ: Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birine yakınınâzil olmuştur. Bu devrede daha çok inanç esasları ve ahlâk ile ilgili hükümler teşri kılınmıştır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.
B- MEDİNE DEVRİ: Bu dönemde ferdî ve ictimâî hayat tanzim edildi. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkemeusûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.

A- HZ. PEYGAMBER DEVRİNDE USÛL:
1- Kur'ân-I Kerîm:

2- Sünnet:

3- İcmâ: 4- Kıyâs:
5- İstidlâl:

B- Hz. PEYGAMBER DEVRİNDE FÜRÛ Mekke Dönemi:
Rasûlullah'ın yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medîne dönemlerine ayrılır. Birinci dönemde inanç, düşünce ve ahlâk prensiplerine daha çok önem verilmiş, gelen âyetlerin çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Fıkh'ın gerek ibâdet ve gerekse hukuk kısımlarını konu alan âyetler ise daha azdır.


MEDÎNE DÖNEMİ

Bu dönemde daha çok ibadet ve hukuk konularını içeren ayetler nazil olmuştur

ilk yıl
1. Hutbe:

2. Ezân: 3. Nikâh: 4. Cihad: 5. Belediye nizamı: Belediye nizamının temeli de Medîne'de ilk yıldan itibaren atılmıştır.

 

İkinci yıl:
1. Oruç:
2. Bayram namazları: 3. Fıtır sadakası: 4. Kurban:
5. Zekât:
6. Kıblenin değiştirilmesi: 7. Ganîmetler ve taksîmi:

Üçüncü yıl:
1. Miras hükümleri:
2. Boşanma:

HİCRİ 4.YIL(Yolculukta ve korkulu durumlarda namazın kısaltılması,recm cezası,arazi iktaı,teyemmüm ile ilgili tamamlayıcı hükümler,haddül kazf,örtünme ve evlere izin alarak girme hükümleri hac ve umre)

Hicri:5.yıl(yağmur duası namazı,Îla)

Hicri 6.yıl:(anlaşma kaideleri,hac ve umre yolunda engellenme,alkollü içkilerin yasaklanması,zıhar, vakıf,isyan ve haydutluğun cezası)

Hicri 7 yıl:(bazı yiyeceklerin yasaklanması,zirai ortaklık)

Hicri 8.yıl

Mekkenin dokunulmazlığı:bu şehirlere hürmet gösterilmesi Allah ve rasulu tarafından istenmiştir.

Kısas:Rasulullah Mekke de huzeyl kabilesinden bir şahsı,süleym kabilesinden biri öldürdüğü için kısas ile cezalandırmıştr.

İçki satışı yasaklandı:

Kabir ziyaretine izin:Allahtan başka bi varlığa tapınmanın izlerinin silinmesi gerekiyordu faydalı tarafları olmasına rağmen yasaklanmıştı efendimiz mekkenin fethinde annesinin kabrini ziyaret için Allahtan izin istemiş izin verilince:kabirleri ziyaret edin çünkü ahreti hatırlatır.

Hicri 9.yıl:çıplak tavafın yasaklanması,mulaane karısına zina isnad edip bunu ispat edemeyenlerin lanetleşmesi caiz görülmüştür seferden dönen uveymir el aclani Yahudilerde de var ancak yemin kadına ettirilir bir de lanetli su kullanılır.

Hicri 10.yıl:insan haklarının ilanı,vasıyet nesep nafaka borçlarla ilgili hükümler,cezanın şahsiliğivasıyet 1/3 le sınırlandırılması,faizin yasaklanmasıve akitlerin serbest bırakılması

SAHABE DEVRİ Sahâbe devrinin, Hz. Peygamber'den hemen sonra başladığında ittifak bulunmakla beraber ne zaman sona erdiği konusunda iki görüş vardır: İktidârı esas alanlara göre hicri 41 yılında, hakim nesli göz önüne alanlara göre ise, birinci hicret asrının sonunda sahabe devri kapanmaktadır.
EMEVİLER DEVRİ
Hz. Hasan'
ın İslâm birliğini yeniden sağlamak ve iç savaşı önlemek için Muâviye nâmına -bazı şartlarla- hilâfetten ferâğat etmesiyle hulefâ-i râşidin devri sona erer ve yeni devir (132/750 yılına kadar devam eder.  ABBÂSÎLER DEVRİ

Bu devirde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir.

DÖRT MEZHEP İMAMI

 

Ebû-Hanîfe (80/699-150/767) en-Nu'man b. Sâbit b. Zûtâ

Mâlik b. Enes (93/712-179/795)

İmam Şâfiî (150/767-204/820)

Ahmed b. Hanbel (164/780-241/855):

 

II- DÖRT İMAMIN İCTİHAD USÛLLERİ

EBÛ HANİFE'NİN USÛLÜ:

İmam kendi usûlünü şöyle açıklıyor: "Resûlullah'tan (s.a.) gelen baş üstüne, sahâbeden gelenleri seçer birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz, bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince biz de onlar gibi -ilim- adamlarıyız."

 

Ebû-Hanîfe meselelerin hükmünü sıra ile Kitab, Sünnet, sahâbe kavli ve re'y ictihadına istinat ederek elde etmektedir. Re'y ictihadında O'na izafe edilen iki metod vardır: Kıyas ve istihsân.

 

B- İMAM MÂLİK'İN USÛLÜ:

1- Kitab:

2- Sünnet:

3- İcmâ':İmam Mâlik: "el-emru'l-muctema 'indenâ" tâbiriyle sık sık icmâdan bahsederek bunu bir delil

olarak kabul etmiştir.

4- Re'y:

C- İMAM ŞÂFİÎ'NİN İCTİHAD USÛLÜ:

 

İctihad usûlünü bizzat kaleme almış başka imamlar varsa da bu mevzûdaki eseri bize kadar ulaşan ilk imam Şâfi'î'dir.

1- Kitabın Anlaşılması:

İmam Şâfi'î, Kitâb ve Sünnetin te'vile muhtaç bulunan kısımlarını doğru te'vil etmek ve anlamak için şu şartları ileri sürmüştür:

a) Arapça'nın yapılan te'vile müsait bulunması.

b) Kitâb, sünnet veya icmâ kaynaklarında, anlaşılan mânayı takviye eden bir delilin bulunması.

2- Sünnetin Sıhhatinin Tesbiti:

Şâfiî sünnetin en kuvvetli müdâfilerinden birisi olmakla beraber, onun sıhhatini garanti edebilmek için bazı şartlar ileri sürmüş ve bu şartlara uygun bir hadîs bulununca kendi mezhebinin bundan ibâret olduğunu ilân etmiştir:

3- Kıyas:

İstihsânı: "Bir delile istinad etmeyen keyfî hüküm" diyerek reddeden Şâfiî, re'y ictihadını kıyastan ibaret olarak telakki etmiş kıyası da "delâlet yoluyla ilâhî beyân" çeşitlerinden biri saymıştır.

4- Sahâbî Kavli:

Şâfiî, sahâbî kavli ile hadise muhâlif olmamak ve aralarında ihtilâf bulunmamak şartıyla amel eder.

 

D- AHMED B. HANBEL'İN İCTİHAD USÛLÜ:

 

1, 2- Kitâb ve Sünnetin Nasları:

3- Sahâbe Re'yi:

4- Tâbiûn Fetvâsı:

5- Kıyâs:

6- İstishâb

MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR
İncelediğimiz devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür:

Kanunlaştırma hareketi başlamış ve gelişmiştir. Bunun ilk adımı Mecelle'dir.

Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir. 

- Tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır. 

Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.

- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir. 

- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir. 

- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir. 

SON DEVİR FUKAHÂSI: 1- El-Leknevî: Ebu'l-hasenât Abdulhayy b. Abdulhalîm (v. 1304/1886); el-Feâidu'l-behiyye

2- el-Mercânî: Şihâbuddîn b. Behâuddîn (v. 1306/1889); Müstefâdü'l-ahbâr fî târîhi-Kazân ve Bulgar, 3- Kadri Paşa: Muhammed Kadri Paşa (v. 1306/1888); Mürşidu'l-hayrân 4- Sıddık Hasan Han: Muhammed Sıddık Han b. Hasen b. Alî (v. 1307/1889); Husnü'l-üsve

5- Ömer Hilmi: Karinâbatlı Ömer Hilmi Efendi (v. 1307/1889); Ahkâmu'l-erâzî

6- Cevdet Paşa: Ahmed Cevdet Paşa (v. 1312/1895);

8- Muhammed Abduh: Muhammed Abduh b. Hasen Hayrullah (v. 1323/1905); 10- el-Kaasimî: Cemâluddîn b. Muhammed Saîd b. Qâsim (v. 1332/1914); Mehâsinu't-tevîl 11- Ali Haydar Efendi(72): Ahıshalı Emîn Efendizâde diye meşhurdur (v. 1355/1936); Duraru'l-hukkâm 12-Reşîd Rızâ: Muhammed Raşîd b. Alî Rizâ (v. 1354/1935); el-Menâr, 13- Elmalılı Hamdi Efendi: Muhammed Hamdi Yazır (v. 1942); Hak Dîni Kur'an Dili A- TÜRKİYE'DE: 15- Şeyhülislâm Hayri Efendi: 16- Seyyid Bey: 17- Manastırlı İsmail Hakkı: 18- İzmirli İsmâîl Hakkı: 19- Ahmed Hamdi Akseki: Eseri ; İslâm'da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri 20- Ömer Nasuhi Bilmen:

B- DİĞER ÜLKELERDE: Diğer İslâm Ülkelerinde aynı çığırda yürüyen, değerli eserler vermiş bulunan ulemâ ile önemli eserleri: 21- Abdulvehhâb Hallâh (merhum): es-Siyâsetü'ş-şer'iyye22- Fâdıl b.Aşûr: 23- Prof. Harun Han Şirvânî (merhum): 24- Prof. Dr. Mustafa es-Sibâî (merhum): el-Mer'atü beyne'l-Fıkhi ve'l-kanûn 25- Abdulkadir Ûdeh (merhum): el-İslâm ve evdâ'una'l-kanûniyye 26- Prof. Ebû-Zehra (merhum): el-Hakku ve'z-zimme27- Prof. Dr. M. Yûsüf Mûsâ: Târîhu'l-Fıkhı'l-İslâmî,28- Prof. Alî el-Hafîf: el-Hakku ve'z-zimmeh, 29- Prof. M. Ahmed Ferac es-Senhûrî: Mecmûâtü'l-kavaninil-Mısriyye30- Prof. Dr. Abdurrezzâk es-Senhûrî: Mesâdiru'l-hak fi'l-fıkhi'l-islâmî(I-VI, Kahire, 1967-68)31- Prof. Dr. Mustafa Ahmed ez-Zerkaa: el-Fıkhu'l-islâmî fî sevbihi'l-cedîd32- Prof. Dr. M. Sellâm Medkûr: : el-Medhal li'l-fıkhı'l-islâmî el-Vesâyâ, 33- Prof. Dr. Subhî el-Mahmesânî: ed-Düstûr ve'd-Dimuqrâtiyye (1952) 34- Prof. Dr. M. Hamîdullah: "İslâm'da Devlet İdaresi"35- Ebü'l-a'lâ el-Mevdûdî:36- Seyyid Ebü'l-Hasen Alî en-Nedvî: 37- ProfDr. Abdulâzîz Amir: et-Ta'zîr fi'ş-şerîati'lislâmiyye38- Prof. Dr. M. Mustafa Şelebî: Ta'lîlü'l-ahkam 39- Prof. Dr. Şefîk Şahhâte: en-Nazariyyetü'l-âmme li'l-İltizâmât fi'ş-şerîati'l-islâmiyye40- Prof. Dr. Abdulkerîm Zeydân: "el-Vecîz fî usûli'l-fıkh (Bağdâd, 1967), el-Medhal li-dirâseti'ş-şerîati'l-islâmiyye 41- Şeyh M. Alî es-Sâyis: Muqârenetü'l-mezâhib fi'l- 42- Şeyh Mahmud Şeltût: Fetâvâ 43- Seyyid Sâbık: Fıkhu's-sünne44- Yûsüf el-Kardâvî: Fıkhu'z-zekât ve Fetâvâsı

HADİS TARİHİ

Fakihlerln ıstılahında Sünneti Nebevi, Rasûlullah (s.a.v)'den söz,iş ve takrir olarak sadır eden şeydir. Sünnet İlâhi vahyin eseridir. Cenab-ı Hak: Peygamber kendi kafasından konuşmaz, O (na İnen Kur'an veya onun söylediği sözler) kendisine vahye dilen vahiyden başka bir şey değildir." buyurmaktadır.

Sünnet, ikiside İlâhi vahyin eseri olmaları itibariyle, Kur'an-ı Kerim gibidir. Aralarında fark şudur: Kur'an-ı Kerim lâfız ve mana itibarıyla İlâhi vahiydir. Sünnet ise lafzi değil de sadece manası itibarıyla İlahi vahiydir.

Şer'i hükümler itibarıyla sünnet, Kur'an-ı Kerimden sonra uyulması gerekli ve ana kaynak olan bir İlâhi vahiydir. Bunun böyle olduğuna Kur'an delildir ve ümmetin icmaı da bunun üzerinedir. Kur'an-ı Kerimde, bu manayı açıklayan,insanların sünnete uyma zorunluluğunu getiren, Rasûle boyun eğmenin Allaha boyun eğmek olduğunu açıkça ortaya koyan ve sünnete karşı çıkanın imandan soyunup çıkacağını bildiren bir çok nass vardır. Kur'an'ın veya sünnetin koyduğu hükümler dışında müslüman için ikinci bir seçenek yoktur.O na uymak kabul etmek zorundadır. Bu naslandan bazıları şunlardır :

"Ey iman edenler, Allaha itaat edin Rasûle de itaat edin." (en-Nisa;59)

"Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (el-Haşr;7)

"Kim Rasûle itaat ederse, Allaha İtaat etmiş olur." (en-Nisa;80)

"Hayır Rabbin hakkı İçin onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan,tam anlamıyla teslim olmadıkça İman etmiş olamazlar." (en Nisâ;65)

"Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur, "(el-Ahzab;36)

Sünnetin delil oluşunda,ona uymanın gerekliliğinde ve şeriatın ana kaynağını oluşturmasında ne eskiden, ne zamanımızda müslümanlar ihtilaf etmemişlerdir.

Sünnetle sabit olan Şer'î ahkam çeşitlidir:Bunlardan bir kısmi Kur'ana uygun ve onu destekler mahiyetdedir. Mesela, başkasının malını haksız yere yemek, zinadan nehiy, ana babaya asi ol-mak,yalancı şahitliği ve benzeri hükümler....

Bir kısmı da Kur'anm mücmel (yeterince açık olmayan) hükümlerini açıklar ve belirler. Namazın rekatlarının sayısını ve . nasıl kılındığını açıklayıp belirleyen sünnet gibi ki namaz Kur'anda mücmel olarak gelmiştir.(Rekatlarının sayısı ve nasıl kılındığı belirtilmemiştir.) Zekat miktarlarını, şartlarını ve kendisini zekat düşen malların çeşitlerini belirten sünnetde böyledir.

Sünnetin bir kısımda Kur'anm mutlak ifade eden yerlerini kayıtlar veya umum ifade eden yerlerini özelleştirir. Hırsızlıkta eli kesmek gibi ki Kur'anda elin kesilmesi mutlak bir hüküm olarak gelmiş, sünnet bunun kesilme yerini bilek olarak kayıtlamıştır. Ölü hayvanın etinin yenmesinin haram olması Kur'an-ı Kerim de umum ifade ederken sünnet çekirgenin ve deniz hayvanın ölüsünü hükmün dışına çıkararak hükmü diğer hayvanlara tahsis etmiştir.

Kur'an-ı Kerimin zikretmediği bazı yeni hükümleri de koymuştur sünnet.. Şahid ve yeminle hüküm vermek, âkile üzerine diyetin vacip olması v.b. gibi... Bu çeşit hükümler de sünnetin diğer çeşitleri gibi uyulması gereken ahkamdandır. Rasûlullah (s.a.v.)'den gelen rivayete göre şöyle buyurmuştur;

" Biliniz ki bana Kur'an ve onun kadar ahkam verildi/Yani uyulması gereken bir hüküm olarak Kur'an ve onun kadar da sünnet verildi." buyurmuştur.

Sünnetin tedvini:Sünnet Rasûlullah (s.a.v)'in döneminde yazılıp bir araya getirilmemiştir. Kur'anı Kerimde yaptığı gibi Rasûlullah (s.a.v) kendisinin sözlerini toplayan bir kitapta edinme-mistir. Çünkü Kur'an ayetlerinden inenleri yazdıkları bir kitap edin-memiştir. Nitekim Rasûlullah (s.av)sünneti yazmayı yasakladı. Sonra isteyenin istediği kadar yazmasını serbest bıraktı. Sünneti Nebeviyye den bir şeyler yazanlardan biriside Abdullah b. Amr b. el-As (r.a) dır.İmam Ahmet b. Hanbelin Müsnedinde ondan yaptığı bir rivayetde şöyle der:

"Rasûlullah (s.a.v)den işittiğim her şeyi, ezberleyeyim, koruyayım düşüncesiyle, yazıyordum.Kureyşliler beni bundan men etmiş olmak için; ^

Sen Raşûlullah(s.a.v)'den duyduğun her şeyi yazıyorsun. Rasûlullah(s.a.v) bir insandır.Gazap halindede normal halinde de konuşur, dediler. Yazmayı bıraktım bunun üzerine ... Ve bu konuda Rasûlullah s.a.v le konuştum. Şöyle buyurdu:

" Yaz, nefsim kudret elinde olan Allana yemin ederim ki benim ağzım)dan Haktan başka bir şey çıkmaz.'

Nübüvvet asrında sünnetin yazılmamasma rağmen Ashabı kiramın hafızalarında bu korunuyordu. Her Sahabi sünnetden ezber-leyebildiğine sahipti. Bellediğini unutanlara diğerleri hemen Öğretiyorlardı. Öğrenen öğrendiğini hemen başkasına tebliğ ediyordu. Bu suretle sünnetden hiç bir şey kaybolmadı.

Hulefa-i Raşidin döneminde de sünnet yazılmadan, müslümanlann ağızdan ağıza nakletmesiyle devam etti. Rivayete göre halifeliği döneminde Ömer b.el-Hattab onu yazmayı arzuladıysada yapmadı.

Meşhur Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz döneminde sünnetin yazılması için teşebbüse geçildi. Btı halife Medine-i Münevveredeki kadısı Ebû Bekr Muhammed b. Amr b. Hazm'a şu mektupu yazdı:

"Bak, Rasûlulllah (s.a.vj'in hadis ve sünnetinden ne bulursan onu yaz. Zira ben ilmin silinip kaybolmasından ve ulemanın gitmesinden korkuyorum."

Ancak Ömer b. Abdülaziz verdiği emri yerine getiremeden vefat etti.

Abbasi devleti döneminde ulema sünneti yazıp kitap haline getirmeye başladı. Bunların yazdığı kitaplar Sahabelerin sözleriyle fetvalarım da ihtiva ediyordu. Bu çeşit hadis kitabı yazanlar;Kûfe de Süfyanü's-Sevrî, Mısırda Leys b. Sa'd, Medine de İma Maşlikb. Enestir. Bunların yazdıklarının az bir miktarı elimize geçebilmiştir. Bu çeşit hadis kitaplarından herhalde imam Malik b.Enes'in Muvattasıdır. Bu kitapda Rasûlullah (s.a.v)"in sünneti yanında Sahâbîlerin fetvalarını, içtihadlarını.hatta Tabiin fakihlerm kavillerini,bizzat İmam Malikin kendi görüşleriyle tercihlerini hep bir arada bulabiliriz.

İkinci hicrin asrın sonuna doğru ulema sünneti başkalarından ayırarak yazmaya yöneldiler. Ulema bu metodu uygularken senedlere göre yazma yolunu tuttu.. Yani her Sahabinin, rivayetlerininin konuları değişse bile, rivayet ettiği hadisleri bir araya topladı.

Ardından sünnetin yazımında yeni bir metod takip edildi. Bu hadislerin fıkıh bablanna göre bir arada yazılması metoduydu. Bu yol fakihin işini kolaylaştırdı.Zira onun araştırmak veya bilmek istediği konularla ilgili olarak sünnette ne gelmiş ise onları önünde hazır buluyordu. Bu üslupta yazılan kitaplar Buharî ve Müslim'in Sahihleri ile Ebû Davud ve diğerlerinin sünenleridir.

Cerh ve ta'dil ilmi: Hadis alimleri çok iyi bir çalışmayıda başlatdılar ki bu cerh ve ta'dil veya rical ilmidir. Bu ilim sadece müslümanlara has olup başka hiç bir millet de benzeri yoktur. Bu ilimden maksat sünnet ravüerinin durumlarını ortaya koymak bu süretlede doğruyla yalancıyı, sağlamla çürüğü, rivayetinde kendisine güvenilebilenle güvenilemiyeni ayırd etmektir.

Bu değerli ilmin kurulmasının sebepi şudur: Sayısı çok olan İslam düşmanları İslam'a tuzak kurmak, ona nüfuz etmek istediler.Başka sözleri hadislere karıştırıp bunu da Rasûlullah (s.a.vj'e isnad ederek ortalığı bulandırmaya gerçeğin manasını bozmaya çalıştılar. Sünneti yıkıp müslümanlann yüzünü ondan çevirebilmek için sünnet ravileri hakkında şüphe tohumları ekmeyi gaye edindiler.

Hadis alimleri bu çirkin çalışmaların gayesine ulaşmasından korktukları için içlerinden bir topluluk, sünnet ravilerinin doğrusuyla yalancısını birbirinden ayırdedebilmek için kastıyla çalışmalara başladı. Bu çalışmadan cer'h ve ta'dil ilmi doğdu. Bu ilim ravilerin hallerini inceden inceye araştırma,onların meyilleri, sıfatları, ahlakları, yetişmeleri ve inançlarını gözden geçirme görevini üstlendi. Bu ilmî görev edinen ulema, ravilerin hallerini gözden geçirmek, hayatlarını araştırmak, durumlarını soruşturmak için uzun yorgunluklara, yorucu yolculuklara katlanarak cidden büyük bir çalışmayı gerç eleştirdiler.

Cerh ve ta'dil alimleri, ravilerin durumlarını araştırırken tarafsızlığın en sağlam örneğini gösterdiler. Onların bu çalışmalarında arkadaşlığın, akrabalığın, aynı ülkeden veya aynı mezhepten olmanın hiç bir etkisi olmadı. Zira Rasûlullah (s.a.vj'in sünneti.diğer her türlü değerden daha yüce, daha kıymetli idi onların nazarında... Bütün bu sebeplerle Rasûlullah(s.a.v)'in sünneti,rivayet edenlerin durumlarını tarafsız bir gözle araştırdılar. Ulaştıkları sonuç onları engellemedi. Önem verdikleri tek nokta vardı ki araştırdıkları şahsın gerçek yüzü ve sıfatlarıyla rivayetlerine ne derece güvenebileceği idi. Bunlar araştırmalarında bir kimyacıya benziyorlardı. Zira kimyacı da laboratuarında bir maddenin özelliklerini tesbit için araaştırrna yapar. Ne ulaştığı netice, ne de araştırdığı maddede ortaya çıkan özelliklerin çeşidi onu ilgilendirmez.

Cerh ve ta'dil bilgini hadis ravileriyle ilgili araştırmalarını neticelendirdiğinde, vardığı neticenin özeti olarak, her raviye bir işaret verir ve derki: "Bu sikadır," "Bu adidir," "Bu leyyinü'l-Hadistir," "Bunun hadisi almakta bir beis yoktur," "Bu yalancı (kezzab)dır," "Bunun hafızası iyi değildir."

"İhtiyarlığı sebebiyle bunun hatırlama gücü zaafa uğramıştır."

Bu yorucu, ihlaslı, şahsî arzulardan uzak,AUah korkusuyla dolu, Allaha ihlasla bağlı ve sünnetin sağlamını çürüğünden ayırmaya duyulan şiddetli hırsın eseri olan çalışmalar sonunda cerh ve ta'dil alimleri, Allahm yardımıyla sünnetin doğrusunu yalanından ayırmaya, sünneti yıkmak suretiyle müslümanlan şüpheye düşürmek ve ondan yüz çevirmelerini sağlamak, bu suretle de İslamı yıkmak isteyen İslam düşmanlarının tuzaklarını bozmaya muvaffak oldular.

Bu cerh ve ta'dil ilmi, her zaman müslümanlann ihtiyaç duyduğu faydalı bir ilimdir. Bilhassa zamanımızda buna ihtiyaç vardır. Çünkü gerek müsteşrikler, gerek onların etkisi altında kalanlar Rasûlullaîı(s.a.v}in sünnetine ve onun ravilerine karşı saldırıya geçtiler. Bunlar gerek raviler, gerek bizzat sünnet etrafında şüphe bulutu meydana getirmeye çalıştılar. Ancak bunu tarafsız bir gözle ilmî araştırma yaptıkları iddiasıyla gayet habis bir planla gerçekleştirdiler.

Bunun için, bu müsteşriklerle onlara uyanların sünnet ve sünnet ravileriyle ilgili saçtıkları şüphe tohumları üzerinde dikkatle durmak isteyen her müslümanm cerh ve ta'dil alimlerinin yazdıkları eserlere başvurması çok gerekli bir iştir. Ancak bu suretle sünnet ravilerin gerçek kişiliğini anlaşılmış, onların güvenilebilenleri ile güvenilemeyenleri, sağlamlanyla sağlam olmayanları âyırd edilmiş olur. Çünkü bu gerçek, sünnet ravileri gerçeğidir.Bizim bunu yalancı müsteşriklerde bulmamız mümkün değildir. Muhammedi risaletle ilgili gerçekleri onların yanında aramanız da gülünç bir şeydir. Bunları sadece Muhammed(s.a.v)'e tabi olanların, O'nun sünnetine hizmet edenlerin ve O'na inananların yanında bulabiliriz. Hadis âlimlerinin ve özellikle cerh ve ta'dil alimlerinin yanında bulabiliriz.

Bütün bunlardan sonra Rasûlullah(s.a.v)'in sünneti daha çok açıklamayı, halk arasında yayılmaya ve hakkında yazılmaya fazlasıyla muhtaçtır. Sünnete bağlı olarak yapılacak her çalışma Allah katında hoşnutluğa, makbuliyete hak kazanmış bir çalışma olacaktır. Umarım ki kendisine takdim yazısı bu kitap teşekküre layık çalışmalardan birisidir.

Kitabın müellifine bol ve iyi ecir vermesini,bundan müslümanlan yararlandırmasını Allahü Teâlâdan niyaz eylerim.

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allaha mahsustur.

Abdülkerim Zeydan, Bağdad Cumade'I-Ahire 1387 17 Eylül 1967

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

TARİH MUTALASI    22.03.2014

                                                                                    2013-2014 YÜKSEK LİSANS ÖDEVİ

İBRAHİM UÇAN

YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ

ÖĞRENCİ NO:13912777

 

 

                                                                                         TEFSİR  TARİHİ

GİRİŞ

Kur’an-ı Kerim’in nüzulü 610 yılında başlayıp tedricen 632 yılına kadar devam etmiştir. Bu zaman zarfı içerisinde vahiy karşısındaki toplumu dikkate almış. Ve Peygamberimizin, toplumun suallerini cevaplamış, ihtiyaçlarını gidermiştir.

Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm insana bir dünya görüşü vermektedir. Tabii ki, bu görüşü sağlıklı bir şekilde alabilmenin şartı da, sağduyu ve vasat bir genel kültürdür. Tefsir diye bir disiplinden söz edilecekse, bu disiplin bahis konusu genel kültürün içeriğini doldurmalıdır. Bunun çerçevesi de Kur'ân metninin dil bakımından tahlil edilmesi ve metnin anlaşılması için gerekli olan dış verilerin bir araya getirilmesiyle ancak mümkün görünmektedir. Elbetteki bu da bir uzmanlık işidir. Tamamen bu anlayıştan hareket eden müfessirler Kur'ân'm, muhatapları tarafından iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla onu, baştan sona tefsir etmişlerdir. Bu faaliyet, tefsirin tedvin edildiği hicrî II. asrın sonlarından başlayarak aralıksız bir şekilde günümüze kadar devam edegelmiştir. İşte sözü edilen bu aktiviteler, tefsire yönelik tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki, buna da "tefsir tarihi" denilir. Söz konusu tarihin başlangıçtan bugüne kadar geçirmiş olduğu gelişim sürecinin bilinmesi elbetteki zaruridir. Özellikle Kur'ân üzerine araştırma yapanların bu tarihi oluşum çizgisini çok iyi bilmeleri gerekmektedir.

                                         

Tefsirin Gerekliliği

Şu bir gerçek ki, vahiy kaynaklı kitapların sonuncusu ve en mükemmeli Kur'ân-ı Kerîm'dir. Hz. Peygamber'e verilen bu ebedî mucize, yeryüzüne inişinden itibaren kıyamete kadar bütün insanlığın dünya ve âhiret mutluluğunu gaye edinmiş bir kitaptır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân, gerek fert ve gerekse toplumsal planda insanın bütün davranışlarına yön vermeyi esas almış, itikadı, ahlâkî ve hukukî alanlarda getirmiş olduğu esaslarla her dönemde insanlığa yol göstermiştir. İşte bu özellikleri sebebiyle söz konusu kitabın tefsir edilmesi elbetteki tabiî ve zarurîdir. Bu amaçladır ki,

"Ey Peygamber! Sana Rabbinden gönderileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçilik görevini (insanlara) ulaştırmamış olursun...",

"Sana Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açıklayasın", âyetlerinde de ifade edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç hissedilen nassları açıklamıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğrafyalarda yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmeye yöneltmiştir. Böylece ashâb döneminde başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki:

1. Kur'ân'm bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin tefsir edilmesini istemektedir.

2. Kur'ân, ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât", "zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve mefhumlar kazandırmıştır. Hicrî II. asırda "el-vücûh ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.

3. Kur'ân'da manalar kolayca anlaşılabilecek nitelikte âyetler olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç gösteren müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır. Dolayısıyla bu tarz nassların anlaşılması için de ihtisas ehlinin tefsirine ihtiyaç vardır.

4. Kur'ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün değildir. O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir.

5. Kur'ân'da mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir. Aksi halde söz konusu sanatların delâletlerini anlamak zorlaşacaktır.

6. Kur'ân'da ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır. Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.

 

 

HZ. PEYGAMBER'İN TEFSİRİ

 

Hz. Peygamber'in ihtiyaç nisbetindeKur'ân'ı tefsir ettiğini daha Önce ifade etmiştik. Bu hususu çeşitli hadis mecmualarında yer alan ve Resûlullah (sav)'a kadar ulaşan rivayetlerde de görmek mümkündür. Ancak Hz. Peygamber'in yaptığı bu tefsirin değerini ortaya koyabilmek İçin sözü edilen tefsirin fonksiyonunu, hangi şartlar altında gerçekleşti­rildiğini ve miktarını tesbit etmek gerekmektedir. Şimdi bu hususları sırasıyla ele almaya çalışalım.

 

 

 Hz. Peygamber'in Tefsirine Vesile Teşkil Eden Hususlar

 

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber (sav)'in ashabına açıklamış olduğu Kur'ânî hakikatler, tamamen onları irşâd maksadına yönelikti. Allah Resulü bu irşâd fonksiyonunu, öğrencilerine bir program dahilinde ders veren öğretmen tarzıyla değil, bir takım vesilelerle gerçekleştiriyordu. Bu vesileleri şöyle sıralamak mümkündür:

1. Herhangi bir âyeti okuyarak kendiliğinden tefsir etmesi Bu durumda Hz. peygamber ya bir âyeti, nüzulünü müteakip açıklar yahut kıraat esnasında veya hutbe irad ederken tefsir ederdi

2.  Bir âyet hakkında soru sorduktan sonra açıklamada bulunması

Bu da, Hz. Peygamber'in zaman zaman herhangi bir âyet hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatlerini çekerek açıklaması şeklinde ortaya çıkardı. Soru, bazen âyette geçen bir kelimeyle ilgili olur, bazen de bir meseleyle alakalı olarak sorulmakla birlikte herhan­gi bir âyetin açıklanmasına vesile teşkil ederdi[i][21].

3. Hz. Peygamber'in, sözünü delillendirmek kasdıyla âyet okuyup açıklaması

Hz. Peygamber bazen de, bir hükmü belirttikten sonra yahut bir nasihatin ardından veya ashâb için lüzumlu olan bir hususu beyan ederken mana bakımından ilgili gördüğü bir âyeti okur ve onu açıklardı ki buna, "Resûlullah'ınâyeti temessül etmesi" denilmektedir. Bu tefsir tarzı, Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı açıklamada en çok kullandığı bir tarz olarak görülür

4.Sahâbilerin sorusu üzerine açıklama yapması

Kaynakların belirttiğine göre sahâbiler daha ziyade ne şekilde amel edecekleri konularında Resûlullah (sav)'tan soru soruyorlardı. Ancak bazen de, iki veya daha çok ihtimalin bulunduğu hallerde onlardan birinin tercihi yahut meraklarının tahrik etmesi sonucunda gaybî veya uhrevî bir meseleyi öğrenme konularında Resûlullah (sav)'a sorular yöneltiyorlardı], işte bu durumlarda da Allah Resulü onların anlayışlarını dikkate alarak açıklamalarda bulunuyordu.

 

Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı Tefsir Tarzları

 

1. Mücmelin tebyîni

"Haklı olmadıkça Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın âyetindeki mücmelliği Hz. Peygamber (sav)'in: "Allah'tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah'ın Resulü olduğuma imân eden hiçbir müslüman kişinin kanı helal olmaz. Ancak şu üç şeyden birini yaparsa (o zaman helal olur): Adam öldürmek, evli iken zina etmek ve dinden çıkıp (irtidât) müslüman-lardan ayrılmakşeklindeki hadisi açıklamıştır.

 

2.Mübhemin tafsili

Namazlara (özellikle) Orta namaza devam edin  âyetindeki orta namazdan maksadın ne olduğu açık değildir. Yani cins bir isim olan "namaz" ve onu sifatlayan"vustâ" lafzından dolayı âyette anlam yönüyle bir mübhemiyet söz konusudur. Ancak Resûlullah (sav)'ın: "Orta namaz ikindi namazıdır ] sözü, bu durumu ortadan kaldırıp âyeti anlaşılır hale getirmektedir.

 

3.Mutlakm takyidi

Sünnet bazen de, Kur'ân'ın mutlak olarak zikrettiği bir hükmü takyid etme yani sınırlarım belirleme cihetine gitmiştir. Meselâ,"Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin Allah izzet ve hikmet sahibidir ] şeklinde mutlak bir hüküm ortaya koyan Kur'ânâyetini,Hz. Peygamber: "Elin bilekten kesileceğini" zikretmek suretiyle kayıt­lamış olmaktadır

 

4.Müşkilin tavzihi

"İçinizden oraya (cehen­neme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür"[ii][33] buyurularak, istisnasız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok âyette ise, "Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır  denilmek­tedir. Tabiatıyla bu da bir çelişkiye yol açmış olmaktadır, işte Hz. Peygamber: "(Âyette geçen) vurûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günah­sız ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiçkimse kalmayacaktır. An­cak cehennem müminlere, Hz. İbrahim'e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryaa edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz  üstü  çökmüş olarak bırakacaktırhadisiyle bu  müşkil  durumuhalletmiş  yani âyetler arasındaki çelişki zannını  ortadan kaldırmış olmaktadır

Resûlullah'ın Yaptığı Tefsirin Miktarı

 

Hz. Peygamberin Kur'ân'a dair beyanlarının miktarı konusunda âlimler farklı görüşler ortaya atmışlardır. Bazıları, Resûlullah (sav)'m Kur'ân'a yönelik izahlarının, çerçeve itibariyle onun bir kısmını oluştur­duğunu ileri sürerken bazıları da, söz konusu beyânların, Kur'ân'm tama­mını içerdiğini iddia etmiştir. Bu yüzden konuyla ilgili görüşleri iki ayrı başlık altında ele almamız uygun olacaktır

 

Kur'ân'm Bir Kısmını Tefsir Ettiği İddiası

 

Bu görüşü ilk defa el-Gazzalî (Öİ.505/1111) ortaya atmış, daha son­ra da es-Suyûtî (öl.911/1505) onu savunmuştur. Son dönem alimlerindenAhmed Emin  ve Kasım el-Kaysî[iii][39]nin de aynı görüşü paylaştıkları ifade edilmektedir. Hz. Peygamber'in Kur'ân'dan çok az bir kısmı tefsir ettiğini ileri süren bu bilginlerin dayandıkları delilleri şöylece sırala­mak mümkündür:

1. Hz. Âişe'den nakledilen: "Hz. Peygamber,  Cebrail'in  kendisine öğrettiği  belirli âyetlerden  başka  Kur'ân'dan  bir şey  tefsir etmezdi ] hadisi, söz konusu tefsirin mahdut âyetlerle ilgili olduğunu ifade etmektedir.

2. Hz. Peygamber'in Kur'ân'a dair beyanları onun, sadece manası anlaşılmayan âyetleriyle ilgilidir.   Dolayısıyla   manaları açık olan ayetlerin  Resûlullah  (sav)  tarafından tefsir edilmesinin bir  anlamı yoktur. Çünkü bu, "malûmu i'lâm" demektir.

3. Bugün elimizde bulunan hadis kitaplarında, Kur'ân'm ancak bir  âyetlerini tefsir edici mahiyette, Hz. Peygamber'e isnâd edilebilecek müsned ve merfû haber bulunmaktadır[iv][41].

4.Resûlullah  (sav)  Kur'ân'dakiher  âyetin manasını  açıklamış olsaydı, o zaman, İbn Abbâs için, "Allah'ım onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret  diye dua etmesinin bir anlamı olmazdı[v][43]. Çünkü bu dua, kendisinden sonra İbn Abbâs'ın, gerektiğinde Kur'ân'ı tefsir etmesi konu­sundaki temennisini ifade etmektedir.

5.Kaynakaların bildirdiğine göre Ahmed b. Hanbel (Öİ.241/855) gibi rivayete önem veren bir zat bile, "megâzi"[vi][44], "melâhim  ve "tefsir" gibi üç şeyin ash yoktur"  demiştir. Eğer Hz. Peygamber Kur'ân'ın tamamını tefsir etmiş olsaydı Ahmed b. Hanbel tefsiri, asıl-sız olarak nitelendirdiği megâzi ve melâhimin yanında saymazdı[vii][46].

 

Kur'ân'ın Tamamını Tefsir Ettiği İddiası

 

Bu iddiayı da ilk olarak İbnTeymiyye (öl.728/1328)'nin ortaya attığı, daha sonra da bazı âlimlerin aynı kanaati paylaştıkları ifade edilmektedir. Bu iddia sahipleri de görüşlerini şöyle delillendirmek-tedirler:

1. "İnsanlara, kendile­rine İndirileni beyan etmen için sana da Kur'ân'ı indirdik âyeti, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ı tefsir etme sorumluluğu yüklemektedir. Ayrıca âyetteki "beyân" lafzı, Kur'ân'm bütününü içine alan bir lafızdır. Buna göre Hz. Peygamber Kur'ân'ınlafzılarım olduğu gibi manasını da beyan etme durumundadır. Eğer o böyle yapmamış olsaydı, o zaman Allah'ın kendisini sorumlu tuttuğu "açıklama" görevinde kusur işlemiş olurdu.

2. Ashabın Resûlullah (sav)'tan on âyet öğrendiklerinde manalarını kavrayıp onlarla amel etmedikçe, başka âyetlere geçmediklerini ifade eden rivayetler, Hz. Peygamber'in sahâbilerine bütün âyetlerin anlam­larım açıkladığını göstermektedir.

3. Herhangi bir ilim dalında yazılmış bir kitabın bile izaha muhtaç olduğu düşünülürse, insana dünya ve âhiret saadetinin yollarını gösteren Kur'ân'ın bir bütün olarak tefsire ihtiyacının olmadığını ileri sürmek âdeten mümkün değildir

Her iki tarafın delillerini serdettikten sonra şunu hemen belirtelim ki, sahih hadis mecmuaları incelendiği zaman görülür ki, Resûlullah'mKur'ân'a dair beyanları, itikâd, ibâdet ve amelî hükümlere ait âyetler yanında, âhiret ahvâliyle ilgili nassları da ihtiva etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber terğib ve terhib ifade eden âyetlerle beraber, bazen muğayyebâta dair âyetleri de tavsif ve tasvir ederek, zaman zaman da temsil yolunu kullanarak tefsir etmiştir. Yani ne Allah Resulü Muhammed (sav) Kur'ân'ın pek az âyetini tefsir ederek onu, kendi görüşleri istikametinde açıklamak isteyenlere meydanı boş bırakmıştır, ne de tamamını kafi bir tefsire kavuşturmak suretiyle, lafızlarını oldu­ğu gibi manalarını da sırf nakledilen konumuna getirerek aklı dondur­mak istemiştir]. O halde ilk görüş sahiplerinin ileri sürdüğü Hz. Aişe hadisi, Resûlullah (sav)'m Kur'ân'a dair yapmış olduğu beyanların tümünü değil, bazı âyetlerle ilgili olarak Cibril'e soru sorması üzerine gelen açıklamaları ifade eder. Çünkü, Hz. Peygamber'in manasını bil­mediği bazı âyetleri Cibril'den sorması mâkul görünmektedir

ikinci görüşte olanların nas olarak ileri sürmüş oldukları en-Nahl 16/44. âyeti de, aynı şekilde Kur'ân'ın tüm âyetlerini içermeyip, müc­mel, müphem, mutlak, müşkil ve bazı gaybî konulara ait âyetleri ihti­va etmektedir

 

SAHABE TEFSİRİ

 

Kur'ân tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin de önemli bir yeri vardır. Çünkü sahâbiler Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve incelik­lirini, Arap örf ve âdetlerini iyi bilen insanlardı. Aynı zamanda üstün idrâk gücü ve sarsılmaz bir imana sahiptiler. Ayrıca onlar eski medeniyetlerin ve felsefi akımların tesirinden oldukça uzak yaşadıkları için zihinleri berrak ve dilleri fasihdi. Bundan dolayıdır ki, onlar, Kur'ân'ın maksat ve gayesini kavrayabiliyorlardı. Ancak anlayama­dıkları ve açıklama ihtiyacı duydukları zaman da Resûlullah (sav)'a soruyor ve ondan doyurucu bilgiler alıyorlardı. Böylece sahâbiler yirmi küsur sene boyunca Kur'ân'ın inişini müşahede etmişler ve bu esnada meydana gelen olayları bizzat yaşamışlar ve kendi kudretleriyle ulaşa­madıkları bilgileri de Hz. Peygamber'den nakil yoluyla alıp hem ilim, hem de imân konusunda belli bir olgunluğa erişmişlerdi. Her ne kadar Hz. Peygamber'in vefatıyla feyiz kaynakları kesildiği için söz konusu iki alanda da giderek bir zayıflık baş göstermeye başlamışsa da, Kur'ân'ın manasını anlama hususunda yine de insanların en kudretlisi onlardı.

Ancak şurası da bir gerçek ki, sahâbilerin hepsinin Kur'ân'ı aynı seviyede anladıklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü onlar hem zekâ hem de ilmi elde etme imkânları bakımından farklıydılar. Meselâ, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah İbn Abbâs ve Hz. Âişe gibi Kure'yş'in önde gelen ailelerine mensup olup, Arap dilinin üslup ve ince­liklerini, eski Arap şiirini, Arap örf ve geleneklerini çok iyi bilenlerin yanında, kültür ve sosyal imkânlar bakımından bunlardan daha zayıf olanlar da vardı. Hatta bunlar arasında Selmân-ı Fârisi (Öİ.36/656) ve Bilâl-i Habeşî (öl.20/641) gibi Arap olmayan unsurlar bile mevcuttu. Bütün bunlara rağmen sahabenin ortaya koymuş olduğu tefsir kültürü, Kur'ân tefsirinin gelişmesi ve zenginliği açısından çok önemli bir yere sahiptir. Bu genel girişten sonra sahabe tefsirini, bazı yan başlıklar altında incelemeye çalışalım. 

 

a. Sahabenin Tefsir Yöntemi

 

Hz.  Peygamber  (sav)'in vefatından  sonra Kur'ân'ı  tefsir etme durumunda kalan sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsir ederken öncelikle Kur'ân'a, sonra da Resûlullah (sav)'ın sünnetine başvuruyorlardı. Her iki kaynakda da aradıklarını bulamazlarsa, o takdirde kendi içtiha larıyla tefsir ederlerdi. İçtihadî tefsirlerinde de genel olarak ya

da din olgusuna çok önem verirlerdi. Zira Kur'ân, kendi ana dilleriyle nazil olduğu için onun lafız ve terkiplerini ve bu terkiplerin incelikle­rini elbetteki Peygamber (sav)'den sonra en iyi bilenler onlardı. Bu bakımdan sahâbiler yapmış oldukları dil tahlilîeriyle   Kur'ân'ı, daha sonraki nesillere ışık tutacak şekilde tefsir etmişlerdir.

Bunun   dışında  ashâb âyetleri, nüzul sebeplerini zikretmek, Kur'ân'ın nâsih ve mensûhuna yer vermek suretiyle açıklama cihetine gitmiştir. Onlar bazen de âyetleri ya tahsis yoluyla ya da tarihi bir yöntemle tefsir etme yolunu  seçmişlerdir   Meselâ,

"Allah'ın   nimetini   nankörlüğe çevirenleri görmedin mi ] âyetini İbn abbâs, "Onlar Mekke kâfirleridir" diyerek tahsis etmiştir  .

"Hani onlar size üstünüzden ve alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözler kaymış, yürekler hançere'ye dayanmıştı..." âyeti hakkında da Hz. Âişe, "Bu olay Hendek gününde meydana gelmişti"[viii][9] demek suretiyle bahis konusu nassın anlattığı o şiddetli ve korkulu hâdisenin meydana geldiği tarihe işaret edip âyeti açıklamak istemiştir

Ancak sahabe arasındaki zekâ, anlayış ilim ve kültür farklılığı, ayrıca sahâbilerden bir kısmının daima Hz. Peygamber'in yanında bu­lunma imkânına sahip olması, nüzul sebepleri, örf, âdet ve gelenekleri iyi bilenlerle bilmeyenler arasındaki farklılıklar, sahâbiler arasında azda olsa bazı ihtilâflara sebep olmuş  âyetleri anlayışta içtihâd görüş ayrılıklarını meydana getirmişti. 

 

b. Sahabe Tefsirinin Bağlayıcılığı

 

Sahabe sözlerinin bağlayıcı olup olmadığını ortaya koyabilmek için önce bu sözlerin hadis usûlü açısından değeri üzerinde durmamız gerek­mektedir. Kaynakların verdiği bilgilere göre sahabe sözleri ya merfû hadis hükmündedir veya mevkuf haberdir. Eğer sahâbilerin yapmış oldukları tefsirler, âyetlerin nüzul sebepleri, mübhemâtu'l-Kur'ân, nâsih mensûh veya muğayyebatla ilgili olup üzerinde içtihad etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı bir alana ait ise, bunlar merfû hükmünde haber kabul edilmişlerdir  Fikir yürütülmesi ve içtihâd edilmesi müm­kün olan alanlara ait olmakla birlikte yalnızca sahâbîlerin kendi bilgi birikimlerine dayanan haberlere de "mevkuf hadis" ismi verilmiştir  Buna göre sahabeden nakledilen merfû hükmündeki haberlerin bağlayı­cılığı konusunda ilim adamları arasında fazla bir ihtilâf söz konusu değildir. Bundan dolayı İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, bu nitelik­teki sahabe sözlerini hüccet olarak kabul etmektedir  Çünkü bu nevi rivayetler ya sahabenin müşahedesine ya da semâma/işitmesine dayan­maktadır. Yani ya herhangi bir sahâbî gördüğü bir olayı anlatmaktadır ya da bir başka sahâbiden duymuş olduğu bir haberi nakletmektedir. Sahabenin adaleti de kitap, sünnet ve icmâ ile sabit olduğuna göre, o takdirde söz konusu tarzdaki haberlere tefsirde itimat etmemek için hiçbir sebep yoktur. Kaldı ki bu haberler, az önce de belirttiğimiz gibi görüş beyân etmenin veya içtihadda bulunmanın mümkün olmadığı  alana aittir. O bakımdan merfû hükmündeki sahabe sözlerini tefsirle­rinde kullanmayan müfessirlerin kendi görüşleriyle âyetleri açıklamaya kalkışmaları durumunda isabet şansları yok gibidir. Kısacası bu nitelik teki haberler hem bağlayıcıdır, hem de onları delil olarak kullanmada zorunluluk vardır

Mevkuf haberlere gelince bu hususta da şunlar söylenebilir. Az önce  ifade ettiğimiz gibi, mevkuf haberler sahâbîlerin bilgi birikimine dayanan ve içtihadın mümkün olduğu alanlara ait haberlerdir. Bu yüz­den söz konusu nitelikteki beyanların bağlayıcılığı konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. İslâm bilginlerinin bir kısmına göre sahâbîlerin mevkuf haberlerini almak vacip değildir. Çünkü onların bu tür riva­yetleri içtihada dayanmaktadır. Müçtehid de doğruyu bulabileceği gibi hata da yapabilir  Buna mukabil bir grup ilim adamı da mevkuf hadislerin tefsirde kullanılmasının gerekli olduğu görüşündedir. Çünkü sahâbilerin, söz konusu bilgileri, Hz. Peygamber'den işitmiş veya sorup Öğrenmiş olma ihtimalleri vardır. Ayrıca nakledilen bu haberler her­hangi bir sahâbinin kendi görüşü de olsa, onların isabet şansları daha fazladır. Çünkü Kur'ân, onların diliyle inmiştir ve yirmi küsur yıl boyunca Hz. Peygamber'den bilgi ve feyz almışlardır. Bu yüzden Kur'ân'i Resûlullah (sav)'tan sonra en iyi bilenler onlardır

Kısacası nüzul sebepleri, Kur'ân'ın müphemleri ve âhiret ahvâli gibi içtihâd edilmesi mümkün olmayan konularda sahabe tefsiri bağla­yıcı, yani delil olarak kullanılması gereklidir. Ancak içtihâd edilmesi ve fikir yürütülmesi mümkün olan ve aynı zamanda Resûlullah (sav)'a herhangi bir yolla isnâd edilmeyen yerlerde ise, Ebû Hanîfe'nin de içinde bulunduğu  çoğunluğun kanaatine göre sahabe tefsiri tercih sebebi olmakla birlikte bağlayıcı değildir

 

c- Sahabe Tefsirinin Belirgin Vasıfları yapmış olduğu tefsirin temel niteliklerini şöylece sıralamak mümkündür:

1. Sâhâbilerin tefsirdeki en önemli özellikleri, âyeti âyetle, nüzul sebepleri ve Hz. Peygamber'den işitmiş oldukları açıklamalarla tefsir etmeleridir.

2. Sahâbîler Kur'ân'ı âyet âyet baştan sona tefsir etmiş değillerdir. Çünkü onlar, Kur'ân'm tümünü tefsir etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, manası kapalı ve zor anlaşılan lafız­larla sınırlı idi.

3. Kur'ân'ı açıklarken sahabenin yaptığı tefsir daha çok garip lafızlarla ilgili kısa açıklamalardan  ibaretti.  Yani   onlar,  ekseriya icmali anlamla yetinmişlerdir.

4. Zaman zaman sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştır. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı   olmaktan   ziyade tenevvü/çeşitlilik  ihtilâfı  idi. Kılıç  için,  "mühenned", "seyf" ve "sârim" denilmesi gibi.

5.  Ahkâm âyetlerini geniş bir tahlile tâbi tutarak hüküm istinba-tmda bulunmuş değillerdir.

6.  Yaptıkları açıklamalar kendi dönemlerinde henüz tedvin edilme­mişti. 

 

TÂBİÛN TEFSİRİ  

 

 

a. Tâbiûn Tefsirine Genel Bir Bakış

 

Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sav)'in hicretiyle Medine'de İslâm Devletinin temelleri atılmış ve daha Hz. Peygamber hayatta iken bu devletin sınırları Arap Yarımadasi'nın dışına taşmaya başlamıştı. Peygamber'in vefatından sonra da fetihler aynı hızla devam ettirilerek söz konusu devletin toprakları daha da genişletilmişti. Tabiatıyla yeni fethedilen ülke insanlarının İslâmı bilen yöneticilere, valilere, kadıla­ra ve öğretmenlere ihtiyaçları vardı. İşte tamamen bu ihtiyaç göz önünde bulundurularak fethedilen her yeni beldenin halkına İslâmı öğretmek için muallimler ve asayişi temin etmek için de valiler, kadı­lar gönderildi. Böylece çeşitli memleketlere vazifeli olarak giden sahâ-bîler, İslâmm hükümranlığına giren bu beldelerde tedris halkalarını kurmaya ve etraflarına toplanan insanlara Kur'ân'ı ve Hz. peygam­ber'den almış oldukları bilgileri öğretmeye başladılar. Sahâbilerin bu ilmî faaliyetleri sonucunda şehirlerde çeşitli ekoller/medreseler mey­dana geldi ki, bu medreselerin öğretmenleri sahâbiler, öğrencileri de tabiiler idi. Ancak bahis konusu beldelerin birçoğunda fitnelerin ortaya çıkmasıyla insanlar arasında ihtilafların başgöstermesi, her grubun kendi görüşünün haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a sarıl­ması ve bunun tabii bir sonucu olarak bazen yanlış ve bozuk te'villerin ortaya çıkması gibi nedenlerden dolayı, Kur'ân'm mâkul ve doğru bir şekilde tefsirinin yapılmasına şiddetle ihtiyaç duyulmuştu. İşte bu yüzden söz konusu ekollerin bazılarında daha ziyade Kur'ân'ın tefsirine ağırlık verilmeye başlandı ve bunlardan üç tanesi tefsirde haklı bir şöhrete ulaştı. Şimdi sözünü ettiğimiz bu ekoller üzerinde duralım.

 

Tefsir Ekolleri

 

Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiundan meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu tefsir ekolleri şunlardır:

 

a. Mekke Ekolü

 

Bu ekol, İslâm güneşinin doğup cihanı aydınlatmaya başladığı en mübarek belde olan Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. Kurucusu da, içlerinde râşit halîfelerin Hz. Âişe'nin ve Peygamber'in diğer eşlerinin de bulunduğu tüm sahabe arasında, müslümanların kendisini isnatta en büyük otorite kabul ettikleri, "ilim denizi"  ve "tercümânu'î-Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah İbn Abbâs (öl.68/687)'tır]. Kur'ân tefsi­rinin pîri olan bu sahâbînin kurmuş olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiyye (Öİ.728/1328): "Tabiiler içerisinde tefsir yönünden en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn Abbâs'ın talebeleridir"] diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller arasın­daki yerini ortaya koymuştur. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır:

1. Mücâhid b. Cebr (Öİ.103/721).

2. İkrime Cöl.104/722).

3. Sa'îd b. Cübeyr (Öİ.95/714).

4. Tavus b. Keysân (Öİ.106/724).

5. Atâ b. Ebî Rabâh (öl.l 14/732).

 

b. Medine Ekolü

 

Medine de aynı şekilde Hz. Peygamber (sav)'in İslâm Dinini yay­mak üzere hicret ettiği ve bilhassa ahkâmla ilgili âyetlerin inişine sahne olan mübarek bir beldedir. Resûlullah'ın vefatından sonra da ashâbm uzun zaman ayrılmayıp bu mukaddes şehirde ikamet etmesi ve âlim sahâbilerin sayı itibariyle diğer ilim merkezlerine nisbetle burada daha fazla olması, söz konusu ekolün değerini ortaya koymaktadır. Böylece denilebilir ki, Medine'deki sahâbiler bu şehirde kaldıkları müddetçe kendilerinden sonra gelenlere Allah'ın kitabını ve Hz.

Peygamber'in sünnetini Öğretmeye çalışıyorlardı. İşte bunlardan birisi de Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (Öİ.30/650) idi. Onun tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır:

1. Ebu'l-ÂIiye (Öİ.90/709).

2. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî (öl.118/736).

3. Zeyd b. Eslem (Öİ.136/753)

 

c. Irak Re'y Ekolü

 

Bu ekolün kurucusu da Abdullah b. Mes'ûd (öl.32/652)'dur. Bilindiği gibi İbn Mes'ûd, Resûlullah'ın vahiy kâtiplerinden biriydi. Bu münase­betle Hz. Peygamber'in Kur'ân'a yönelik açıklamalarına daha çok mut­tali olmuş ve özellikle tefsirde bir derinlik kazanmıştı. Onun bu niteli­ğini bilen Hz. Ömer halifeliği sırasında İbn Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin etti. İbn Mes'ûd, Kûfe'ye geldiği zaman orada daha başka sahâbîler de bulunuyordu. Ancak insanlar kısa zamanda onun ilminin genişliğine muttali olarak etrafında büyük bir halka oluşturdular. Böy­lece o, kendisinden ilim almak üzere toplanan insanlara daha iyi hizmet vermek amacıyla bir tefsir ekolü/medresesi kurdu. Kaynakların belirttiğine göre bu medrese daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmişti. Bu sebepten dolayıdır ki, İslâm âlimleri İbn Mes'ûd'un teşek­kül ettirdiği bu ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek ona "Irak re'y ekolü" ismini verdiler.  Bu ekolün yetiştirdiği pekçok âlim vardır. En ünlülerini şöyle sıralamak mümkündür:

1. Alkame b. Kays (Öİ.61/681).

2. Mesrûk b. el-Ecdâ (Öİ.63/682).

3. Esved b. Yezîd (Öİ.74/693).

4. Mürretu'l-Hemedânî Cöl.76/695).

5. Âmiru'ş-Şa'bî (Öİ.109/727).

6. el-Hasan el-Basrî (öl.HO/728).

7. Katâde b. Diâme (Öİ.117/735).

Tefsir ekolleri hakkındaki bu kısa açıklamadan sonra şunu hemen ifade edelim ki, kurulan bu ekollerde sahabe tarafından yetiştirilen ilim ve fazilet sahibi tabiilerin, Kur'ân tefsirinde sahabeden sonra söz sahibi oldukları muhakkaktı. Çünkü onların yetişmesinde sahâbîlerin büyük katkıları vardı. Ancak bu hususta kendi gayretlerini de gözden uzak tutmamak lazımdır. Meselâ İbn Ebî Müleyke (Öİ.117/735): "Mücâhid'i, İbn Abbâs'a Kur'ân'm tefsirini sorarken gördüm. Yanında da levhalar bulunuyordu. İbn Abbâs ona yaz diyordu, (o da yazıyordu). Mücâhid (bu yolla) bütün tefsiri ona sordu" diyerek hem sahâbîlerin, hem de tabiilerin tefsir konusundaki gayretlerini dile getirmiştir. Mücâhid'in kendisi de: "Mushafı başından sonuna kadar üç defa İbn Abbâs'a arzettim. Her âyette duruyor ve ona sorular soruyordum" demek suretiyle aynı noktaya işaret etmiştir.

Ancak burada önemli bir hususa da değinmek istiyoruz. Kaynak­lara göre söz konusu ettiğimiz bu üç tefsir medresesinde yetişen tâbiûn müfessirleri, ekseriyet itibariyle mevâlidendir. Meselâ, İkrime, İbn Abbâs'ın, Zeyd b. Eşlem, Hz. Ömer'in, Mücâhid b. Cebr, Benî Mahzûm'un mevlâsı idi. Ayrıca, Atâ b. Ebî Rabâh ve Irak re'y medrese­sine mensup tabiîlerin çoğunun da mevâliden olduğu bildirilmiştir. Hatta tâbiûn dönemi alimlerinden Mesrûk (öl.63/683), Şurayh (01.85/704), Said b. el-Müseyyeb (Öİ.94/712) ve benzeri bazı âlimler dışında hemen hemen ilim adamlarının hepsinin mevâliden olduğu bile iddia edilmektedir.

Tâbiûn döneminde yetişen müfessirlerin mevâliden oluşunu İbn Haldun (öl.808/1405), bedevîliğin ve ümmîliğin Araplarda hâkim bir unsur olmasına bağlamaktadır. Bu konudaki görüşü özetle şöyledir: Araplar başlangıçtan beri kendilerinde bedevilik ve sadelik hâkim olan ve Kur'ân'm da haber verdiği gibi okuma yazması olmayan (ümmî) bir toplumdur. Onlar, İslâm dini geldikten sonra ancak okuyup yazmaya başladılar. Fakat bunu bir te'lif sanatı haline getiremediler. Kur'ân ve sünnetten öğrendiklerini hafızalarında tutup genellikle ağızdan ağıza naklediyorlardı. Bilhassa Hülefâ-i râşidînden sonraki dönemlerde siyaset ve devlet yönetimine aşırı düşkün olmaları, onların ilim ve sanatla meşgul olmalarına engel olmuştu. İşte bu sebeplerden dolayı Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm ve diğer ilimlerle meşgul olmak, kendilerine "a'cetnî" ve "mevâlî" gibi isimler verilen bu gayr-i Arap unsurlara kalmıştı

Mevâlinin tefsirle uğraşması esasen tefsir açısından bir kazanç sayılabilir. Çünkü farklı sosyal çevre, din, dil ve kültür muhitinden gelmiş olan bu insanlar, Kur'ân tefsirine yeni bir soluk, anlayış ve yorum katmışlardı. Sahabe döneminde icmali mana ile yetinme söz konusu iken, tâbiûn döneminde âyetlerle ilgili tafsilatlı manaların görünmesi, bu hususu doğrular mahiyettedir. Gerçi Kur'ân, sahâbîler döneminde de içtihâd yoluyla tefsir edilmişti. Ancak içtihadın boyutları tâbiûn döne­minde daha da genişlemiş, hatta itikâdi ve amelî mezhep hareketle­rinin temelleri bu dönemde atılmıştı.

 

Tâbiûn Tefsirinin Genel Nitelikleri

 

Tâbiûn tefsirinin genel olarak niteliklerini şöylece sıralayabiliriz.

1. Tâbiûn döneminde bir taraftan Kur'ân baştan sona âyet âyet tefsir edilirken diğer taraftan da ortaya konulan görüş ve iddiaların delillen-dirilmesi için bazı kelime ve tâbirlerin izahına geniş yer verilmiştir.

2. Tâbiûn tefsirinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlal yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.

3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir.

4. Tabiilerin, Kur'ân'da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için ehl-i kitap âlimlerine rnüracaat ettikleri bir vakıadır. Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler, bir önceki döneme kıyasla daha çok bu devirde Kur'ân tefsirine girmiştir.

5. Bu dönemde de tefsir, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine şifahî nakil yoluyla aktarılmıştır. Ancak bu haberler Mekke, Medine ve Irak gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş, böylece tâbiûn döne­mindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.

 

                            TARİHTEN GÜNÜMÜZE TEFSİR EKOLLERİ

1.MEZHEBİ TEFSİR EKOLÜ

  İslam’ın birinci asrından itibaren gerek dini, gerekse siyasi bir anlayışla ortaya çıkmaya başlayan bir takım mezhepler, tefsire hız veren amillerin başında yer alır. Her şeyden önce Müslüman olduklarını unutmayan bu mezhep mensupları ortaya koydukları görüşlerin doğruluğunu göstermek için Kurânˊa başvuruyorlardı. Çünkü her mezhep Kurân ve sünnete dayandığı oranda güçleniyor ve taraftar topluyordu. Ancak bunların bir kısmı Kurânˊı bir kısmıda mensup olduğu mezhebin görüşlerini esas alıp, Kurân ayetlerini o esaslara göre tefsir ediyordu. Bu tür mezheplere mensup âlimler ister itikâdî, ister ameli, isterse siyasi görüşleri bakımından olsun, Kurânˊı kendi anlayışları doğrultusunda yorumluyorlardı. Böyle olunca kendi mezhebini Kurânˊla test etmeye çalışan bir müfessir, zaman zaman mensubu bulunduğu mezhebin her hangi bir görüşü Kurânˊa muhalif de olsa, onu savunmak zorunda kalıyordu. Bunu, Ehl˗i sünnet dışındaki bazı mezheplerde görmek mümkündür. Çünkü Ehl˗i sünnet vahyi akla değil aklı vahye tabi kılma yolunu tercih etmiştir. Bunun doğal sonucu olarak da bu mezhebe mensup müfessirler, hiçbir zaman akıllarını vahyin(Kurânˊın) önüne geçirmemişler.

A.      Ehl˗i sünnet Tefsiri

Ehl˗i sünnet, Hz. Peygamber ve sahabenin inanç sistemlerini izleyen Müslümanların ortak adıdır. Bu inancın oluşmasına etki eden âlimlerin başında Ebu Hanife gelmektedir. Ebu Hanife’nin ardından İmam Malik, İmam Şâfiî gibi âlimler muhafazakâr bir akide sistemini savunmak suretiyle daha sonra oluşacak Sünni kelamın kurulmasına yardımcı olmuşlardır. Bundan sonraki merhalede ise Ehl˗i sünnet kelam akımı, Eşˊariye ve Maturidiyye ekolleri tarafından sistemleştirilerek hicri IV. yy dan itibaren İslam dünyasının bir çok bölgesinde ana mezhep haline gelmiştir. Bu başarıda önemli pay sahibi olan iki İslam bilgininden biri Ebul˗Hasen el˗Eşˊari (ö. 324/935), diğeri de İmam Maturididir (ö.333/944). Her ikisi de yazmış oldukları eserlerle Sünni kelamı savunmuşlardır.

B.      Muˊtezile Tefsiri

Muˊtezile, Hişam b. Abdülmelik zamanında yaşamış olan Vasıl b. Ata (ö.80/131)ˊnın kurmuş olduğu mezhebe verilen isimdir. Bu mezhep, Emeviler devrinde ortaya çıkmış olmakla birlikte, Abbasiler döneminde ivme kazanmıştır. Bu dönemde akılcı bir anlayışla hareket eden Muˊtezile âlimleri, önce kendi tercihlerini ortaya koymuşlar, ardından da bunları delillendirme cihetine giderek, Kurˊânî nasları teˊvile koyulmuşlardır.

1.Muˊtezileˊnin tefsirdeki metodu

Muˊtezileˊnin dini düşünce sistemi, ̎usul˗i hamse ̎ diye bilinen beş temel prensip üzerine kurulmuştur. Bu prensiplerden en önemlileri, tevhid ve adalet olup, bu ikisi vaˊd ˗ vaˊid, el˗menzile beynel˗menzileteyn ve emir bil maˊruf nehiy anil˗münkerden oluşan diğer üç prensibi de içermektedir. Muˊtezili âlimler, Kurân ve yorum anlayışlarını bu iki prensip ekseninde şekillendirmişlerdir. Onlara göre Kurânˊı doğru anlamak ancak bu sayede mümkündür. Söz gelimi, tevhid prensibinin tefsirdeki izdüşümlerinden biri rüˊyetullah meselesidir. Bilindiği gibi Allah her türlü tecsim ve teşbihten tenzih edilmesi gereken aşkın bir varlıktır. Dolayısıyla rüˊyetullahˊın dünya ve ahirette mümkün olduğundan söz etmek, ̎Allah cisimdir ̎ demekle eş değerdedir. Oysa Allah ne cisimdir nede arazdır. Bu itibarla onu görmek muhaldır. Buda sözü edilen prensibin bilinmesiyle anlaşılacak bir husustur. Aynı şey adalet prensibi için de söz konusu edilebilir. Bu prensibin tefsirdeki en belirgin izdüşümü de kulların fiilleri meselesidir. Şu bir gerçek ki, insan iradesinde hür ve muhtar olmak zorundadır. Çünkü bu, dini mükellefiyetin kaçınılmaz bir sonucudur. Aksi halde ˗haşa˗ Allah’ın zalim olduğuna hükmetmek gerekir. Çünkü iyi ve kötüyü seçme özgürlüğü bulunmayan bir varlığı yaptıklarından dolayı hesaba çekmek, zulümden başka bir şey değildir. Allah kullarına karşı zalim olmadığına göre, bu durumda insandan sadır olan fiillerin gerçek sahibi ve yaratıcısı bizzat insanın kendisidir.

        2.Meşhur Muˊtezile Tefsirleri

(1) Ebu Müslim Muhammed b. Bahr el˗isfahani(ö.322/934),Camiuˊt˗teˊvil li muhkemit˗tenzil

(2) Kadı Abdulcebbar(ö.415/1024), Tenzihul kurân anil˗metaîn

(3)Zemahşeri(ö.538/1144),el˗Keşşaf

 

C.      Şia Tefsiri

     Şia, Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali ve onun Ehl˗i beytini halifeliğe layık gören ve ondan sonraki halifelerin de Hz. Ali’nin soyundan gelmesi gerektiğine inanan topluluğun müşterek adıdır. Bu topluluk daha ziyade  ̎imamet  ̎anlayışı ile diğer mezheplerden ayrılmaktadır. Şia, birçok grubu içine alır bizim burada ele alacağımız grup, Şia’nın büyük çoğunluğu için söz konusu olan  ̎ İmamiyye Şiası  ̎, diğer adıyla  ̎Caferiyye Mezhebi ̎ dir. İmamiyye şiasıˊnın tefsir anlayışını tespit edebilmek için bu mezhebin  ̎ ismet  ̎, ̎mehdilik  ̎, ricˊat  ̎ ve   ̎takiyye  ̎gibi inanç esaslarının başında yer alan ve Şii düşünce sisteminin en temel parametresi  ̎ imamet  ̎ anlayışı durmamız gerekir. Söz konusu mezhebin anlayışına göre peygamber göndermek nasıl Allah’ın bir lütfu ise, peygamberden sonra imam göndermek de ilahi bir lütuftur. Bu bakımdan imamın tayini, ancak Allah’ın bildirmesi yahut bir önceki imamın beyan etmesiyle gerçekleşir. Çünkü imamet nübüvvetin idari cephesidir. İmamlar peygamberler gibi masum olmaları ve ismet sıfatı konusunda aralarında farkın bulunmaması gerekir.

      Meşhur Şia Tefsirleri

(1)Kummi, Ali b. İbrahim (hicri III. veya IV. asır)Tefsirul Kummi

(2)Tusi, Ebu Cafer Muhammed b. el˗hasen(ö.460/1068),et˗Tibyan

D.  Harici Tefsiri            

          Haricilik de, Şiilik gibi Hz. Ali zamanında bir mezhep hüviyetiyle ortaya çıkmış siyasi˗ dini fırkalardan biridir. Sonradan kendilerine harici ismi verilen bu fırka mensupları başlangıçta Hz. Ali ye yardım etmişler, ancak   ̎tahkim olayı  ̎nda, Ebu Musa el˗Eşˊariˊyi hakem tayin etmesinden dolayı onun küfre girdiğine inanıp, karşısında yer almışlardır. Bundan dolayı Harici mezhebinin Şia’ya karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Haricilere göre iman ve İslam bir bütün, amel de imandan bir cüzdür. Bundan dolayı ameli terk eden imandan çıkmış demektir. Allah’ın sıfatlarıve Kurânˊın mahlukiyeti konusunda Muˊtezili gibi düşünen bu fırka mensupları büyük günah işleyen kimselerin ebediyen cehennemde kalacağına inanmaktadırlar. Haricilere isnat edilen en önemli tefsir, Muhammed b. Yusuf Itfıyyiş (ö.1332/1914)ˊin  ̎Himyanuz˗zad ila daril meâd  ̎ adlı tefsiridir.

            2. İŞÂRİ TEFSİR EKOLÜ

          İşârî tefsir,   ̎ yalnız tasavvuf erbabına açılan birtakım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla Kurânˊı açıklamak  ̎ demektir. Buna göre söz konusu tefsir sûfinin kendi bireysel fikirlerine değil, bulunduğu makam itibariyle kalbine doğan ilham ve işaretlere dayanmaktadır. İşârî tefsir, mutasavvıflara nispet edildiğine göre konunun iyi anlaşılması için biraz tasavvuf üzerinde durmak gerekmektedir. Bilindiği gibi tasavvuf, züht ve takva ile ruhu bunalımlardan, kötü duygulardan temizleme ve dünyevi meşgalelerden uzak tutma yoludur. Asıl hedefi ise kalpten masivayı yani dünya ile ilgili her şeyi atıp onun yerine Allah sevgisini yerleştirmek ve beşeri varlığı ilahi varlıkta yok etmektir. Bazı mutasavvıflar Kurânˊı kalplerine gelen ilhamlar doğrultusunda yorumlama yoluna gitmişlerdi. Böylece bu hareket kendi içerisinde sistemleşmeye doğru bir seyir takip etti ve İşârî tefsir ekolü de tarihteki yerini almış oldu.

A.      Şerî yönü

Mutasavvıflar, Kurânˊın zahiri manasının ötesinde batini birtakım manalarının da bulunduğunu kabul etmekte ve bunu da,فمالهؤلاءالقوم لا يكادون يفقهون حديثاً               Bu kavme ne oluyor ki hemen hiçbir sözü anlamıyorlar[ix]وأسبغ عليكم نعمه ظاهرة وباطنة Allah size zahir ve batin nimetlerini bolca ihsan etti…[x]Ayetleri ile delillendirmektedirler. Onlara göre Kurân insanlara zahir ve batın nimetlerin verildiğini açıkça beyan etmiş; ayrıca  ̎hiçbir sözü anlamıyorlar  ̎ ifadesiylemuhatap aldığı ilk topluluğun, Kurânˊ daki batini manaları anlamadıklarını vurgulamıştır. Çünkü ilk muhatapların ana dili Arapça idi. Dolayısıyla onların, Kurânˊın zahirini anlamamaları mümkün değildi. O halde ayette kastedilen zahiri mana değil batini manadır. B.Makbul olmasının şartı

      Batini teˊviller caiz olmakla beraber onların her zaman isabetli olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Çünkü batini bir yorumun makbul sayılabilmesi için bir takım şartların bulunması gerekmektedir. Bu şartlar eksik olduğunda İşârî tefsirin sıhhatinden söz edilemez.

(1)      Batini mana, lafzın zahiri anlamına ters düşmemeli

(2)     Öngörülen batini anlamın isabetli olduğunu gösterecek bir başka nas veya açık bir delilin bulunması

(3)     İleri sürülen batini manaya muhalif şerî veya akli bir karine bulunmamalıdır.

Bize göre İşârî tefsir yapmak için imkânı bulunmayan birtakım şartlar ileri sürmektense, Kurân bütünlüğünü ve sahih sünneti esas alarak çok aşırı teˊvillere kaçmadan aklî ve mantıkî bazı batini yorumlara gidilebileceğini söylemek daha isabetlidir.

    C. Doğuşu ve Sistemleşmesi

İşârî tefsirin ilk temsilcileri arasında el˗Hasen el˗Basri (110/728),Cafer’i sadık (148/765)ve Abdullah b.  Mübarek (181/797)ˊin isimleri sayılmaktadır. Tabiûn ve tebe˗i tabiîn döneminden sonra züht hareketi gelişerek  ̎ Allah aşkı  ̎na dönüşmüş ve bunun sonucu olarak İşârî tefsirde de bir gelişme ve sistemleşme olmuştur. Bu aşamada en büyük rolü, Sehl b. Abdilleh et˗Tüsteri(283),Cüneydi bağdadi (298)ve Muhammed b. Musa el˗vasiti (331/942)ˊnin üstlendiği ifade edilmektedir. Fakat İşârî tefsirin esasen sistemleşmesi, dördüncü hicri asrın sonunda Ebu Abdurrahman es˗Sülemi(412)ˊnin kaleme aldığı  ̎ Hakaikut˗tefsir ̎ eserle mümkün olmuştur. Önemli rolü olan diğer bir müfessir de Gazzali (505/1111)ˊ dir. Gazzali   ̎Cevahirul˗Kurân  ̎adlı eserinde Kurân ayetlerinin batini yorumlarına yer vermiştir. Gazzali tasavvufi tefsiri benimsemiş olmakla birlikte onun, zahiri tefsir bilinmeden mümkün olmadığına da dikkat çekmiştir. Çünkü zahiri manalara vakıf olmadan Kurânˊın sırlarını bilmek mümkün değildir.

D.      İşârî Tefsire Yöneltilen Tenkitler

İşârî tefsir, tasavvufa meyleden kimselerce tasvip görürken bir kısım âlim tarafından da tenkit edilmiştir. Ancak yapılan tenkitler daha çok aşırı derecedeki batini teˊvillere yöneliktir. Bu aşırı teˊvilleri yapanların başında İbn Arabi gelmektedir. İbn Arabi’ye izafe edilen çok çeşitli teˊviller vardır. Bunların bir kısmı mutedil olmakla birlikte bazıları oldukça aşırıdır. Bu yüzden olmalı ki bir grup İslam âlimi ona karşı güzel zan beslemekle beraber eserler[xi]inin okunmasını zararlı bulmakta, bazıları da biraz daha ileri giderek onun zındık olduğunu söyleyip kitaplarının okunmasını haram saymaktadır. Ancak Abdulvahhab eş˗Şaˊrani, İbn Arabi’nin eserlerindeki Ehl˗i sünnet inancına ters düşen hususların gerçekte ona ait olmadığını, büyük bir ihtimalle bazı art niyetli kişilerin sonradan bunları ilave ettiklerini söyler. İşârî Tefsire yönelik ciddi eleştiriler mevcuttur. Bu eleştirilerin temelinde zahiri anlamın tamamen yorum dışına atılması ve ortaya konan tefsiri delillendirecek sahih nakillerin bulunmaması gerçeği yatmaktadır.

    3. İLMÎ TEFSİR

İlmî tefsir ile ilgili olarak ilk eser yazan (Cevâhiru'l- Kur'ân) Gazzâlî'dir.Bu anlayış içerisinde tefsir yazan ve bunu en güzel şekilde tatbik eden de Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1209)'dir. Bunlardan sonra da ilmî tefsir hareketinin bayraktarlığını Muhammed b. Ebi'l- Fadl el-Mursî (Ö.655/1257) ile es-Suyutî (Ö.911/1505) yapmışlar

Bu hareketin Bu asırdaki ilk muharriki ve bu konuda ilk meydana getirilen eser, Muhammed b. Ahmed el-İskenderânî (Ö.1306/1888)'nin "Keşfu'l- Esrâri'n- Nûrâniyyeti'l- Kur'âniyye fîmâ yetaallaku bi'l- Ecrâmi's- Semâviyyeti ve'l- Ardiyyeti ve'l-Hayvânâti ve'n- Nebati ve'l- Cevâhiri'l- Ma'deniyyeh." eseridir.

el-İskenderânî'yi, "Tebâiu İstibdâd ve Mesâriu'l- İsti'bâd" adlı eseriyle es-Seyyid Abdurrahman el-Kevâkibî (ö. 1320/1902) takip edecek ve bu yöntemin savunuculuğunu yapacaktır.

İlmî tefsir çalışmalarının, ülkemizdeki temsilcisi Gâzî Ahmet Muhtar Paşa (Ö.1918) olmuş ve astronomi ile eserine, "Serâirü'l- Kur'ân" ismini vermiştir ve bu eser sahasında yazılan ilk ciddi eserlerden sayılmıştır.

Mısır'ın ve İslâm âleminin meşhur edipleri arasında zikredilen Mustafa Sâdık er-Râfi'i "İ'câzu'l- Kur'ân" adlı eserindeki "el-Kur'ân ve'l- Ulûm" Meşhur tabip, Dr. Abdülaziz İsmail (Ö.1942) "el-İslâm ve't-Tıbbu'l- Hadîs" adlı eserinde, bilhassa tıp olmak üzere ilmî konulara yönelmiştir.

İlmî tefsirin, son dönemdeki en mühim mümessili Şeyh Tantâvî el-Ccvherî (ö.l940) ve eseri"el-Cevâhir fî Tefsiri'l-Kur'ân"'dır. Tantavî'den sonra, Mustafa el-Merâgî, Reşid Rızâ, Seyyid Kutûb gibi müfessirler gelir.

İlmî tefsir günümüzde varlığını genellikle müstakil eserler halinde sürdürmektedir. Bunlar Abdurrezzak Nevfel'in "el-Kur'ân ve'l- İlmu'l-Hadîs"i; Yusuf Mürüvve'nin "el-Ulûmu't-Tabîiyye fi'l-Kur'ân"ı; Beşir et-Türkî'nin "L'İslâm Religion de la Science"ı; Maurice BucaiUe'ın "La Bible, le Coran et la Science" adlı eseri burada zikredilebilir.

İlmî tefsir hareketine ilk sistemli itirazın, Endülüslü Usûlü Fıkıhçı Ebû İshâk b. Musa eş-Şâtıbî (ö.790/1388)'den geldiğini görmekteyiz. Reşid rıza, Mustafa el-Meragî ve "Hüseyin ez-ZeHebî de ilmî tefsirin aleyhinde olanlardandır.

İlmî tefsiri savunan âlimler de ilmî tefsirin sahih olabilmesi için birtakım şartlar ileriye sürmüşlerdir:

1. İlmî tefsir, ilmî nazariyeleri te'yid etmeli, ilmî nazariyeler ilmî tefsiri değil. Kur'ân asıldır, ölçüdür. İlmin doğru veya yanlışlığında O'na müracaat edilir. İlmî nazariye ölçü kabul edilip Kur'ân'ın sahih olup olmadığı onunla ölçülemez.

2.  Kur'ân ve ilimler münasebeti mevzuunda düşülen vahim hatalardan birisi de, Kur'ân'ı mevcut ilimlerin peşinden koştur­mak ve onlara tâbi kılmaktır. İlimleri Kur'ân'dan, Din'den ve imandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur'ân'ı müspet ilimlerin peşinden koşturmak ve O'nu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır.

3.  Kur'ân'ı, değişip duran ilimlerin bugünkü seviyesiyle bir görmek, hatta henüz ispatlanamamış ilmî teorileri Kur'ân'a şahit yapmak ve Kur'ân âyetlerini bu ilmî buluş ve nazariyelere tatbik etmek aynı derecede, hatta daha büyük bir yanlıştır. Kur'ân âyetleri, yeni ilmî gelişme ve nazariyelerle telife çalışılmamalıdır.

4.  Ayet ve hadisleri ilimlere göre açıklamaya çalışırken, dâima "fîhi nazar" deyip, daha başka ihtimalleri nazara alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır.

5.  "İlmî tefsirde muvâzeneyi elden kaçırmamak lâzımdır.

6. Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerini zaafımıza alet etmemeliyiz.

Asıl maksad-ı ilâhî unutulup girilerek teferruata dalınırsa, âyetler arada kaynayıp gider. Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerini zaafımıza alet etmemeliyiz.

    İctimai Tefsir

Bu tarzla tefsir, kuruluk ve durgunluktan kurtarılmaya çalışılmıştır. Ekolün en belirgin özelliği, Kur'ân'ı tefsir ederken O'nun hidâyet yönünü tefsire konu edinmesidir. Kur'ân, toplum için inmiştir. Bu yüzden tefsir edilirken çağın toplumsal problemleri Kur'ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır.

Bu tefsir hareketinin mümessili Muhammed Abduh'tur (v.1848-1905). Daha sonra onun öğrencisi Reşid Rızâ (v. 1865-1935), Mustafa el-Meraği (v. 1881-1945), Seyyid Kutup (v.1906-1966), Said Havva, Mevdudî ve Süleyman Ateş.

Bu yönelişin tefsir anlayışını ve gayelerini ana hatlarıyla ele aldığımızda, şu hususları tespit etmekteyiz:

a. Tefsir yaparken hiçbir mezhebin etkisinde kalmamak,

b. Tefsirden İsrâiliyyatı arındırmak,

c.  Kur'ân'ın genel ilkeleri üzerinde durmak, ayrıntılara girmemek,

d. Tefsiri, ilim ve fen ıstılahlarından arındırmak,

e. İslam toplumunun problemlerine ve sıkıntılarına özellikle Kur'ân'dan çözümler getirmek. Dünya ve âhiret saadetinin ancak Kur'ân vasıtasıyla kazanılabileceğini vurgulamak.

Bu ekole yöneltilen başlıca eleştiriler ise şunlardır.

a.  Çok aşırı bir hürriyet içinde olması ve aklı olabildiği ölçüde sınırsız kullanması, Mu'tezile'ye yaklaşılması,

b.  Bazı şer'î nassların, özellikle hakikat ifade eden lafızların mecazla te'vili cihetine gidilmesi,

c.  Kur'ân lafızlanın ilk nüzulü esnasındaki anlamlarını aşırı şekilde genişletmesi,

d. Bazı sahih hadisleri terketmesi veya zayıf ve uydurma olarak kabul etmesi ve âhâd haberlerin reddedilmesi. Fakat bu tenkitler, bu sahada yazılan bütün tefsirler için geçerli değildir.

İçtimaî konuları öne çıkartan ve tefsirlerinde sosyal konulara daha ağırlıklı olarak yaklaşan bu müfessirlerden başka, müstakil eserler vermek suretiyle sosyolojik yönelişe dahil olan bir çok bilim adamı da mevcuttur. Bunlar arasında Ferid Vecdi, Mahmut Şeltut, Mehmet Akif ve İkbal gibi âlim ve şair entelektüeller de bulunmaktadır. Mesela Ferid Vecdi'nin sosyolojik tefsir ekolünün gayesine uygun olarak yazdığı "el-Mushafu'l- Müfesser" adlı eserinden başka, "İlim Asrında İslâm", "Medeniyet ve İslâm ve Müslüman Kadını", gibi eserleri de bu tefsir akımıyla yakından alakalıdır.

Fıkhi Tefsirler

İbâdât, muamelât ve ukûbâtla ilgili âyetlerin izahlarıyla meşgul olup, söz konusu alana ait âyetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir çeşididir. Konusu, tabii ki ahkâm âyetleridir.

ahkâm âyetleri ikiye ayrılmaktadır.

1. İçinde ahkâmın bulunduğu açıkça ifade edilen âyetler,  (el-Bakara, en-Nisâ, el-Mâide, el-En'âm Sûrelerinde bu nevi âyetler oldukça fazladır)

2. Doğrudan doğruya bir hüküm ifade etmeyip, istinbat yoluyla hüküm çıkarılabilen âyetler. Bunlar da kendi aralarında, başka bir âyete başvurmaya gerek kalmadan hüküm çıkarılabilenler ve başka bir ya da birkaç nass yardımıyla hüküm çıkarılabilenler olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Önemli Bazı Ahkâm Tefsirleri

1. eş-Şâfii (ÖI.204/819), Ahkâmu'l-Kur'ân.

2.  et-Tahâvî (51.321/933), Ahkâmu'l-Kur'ân.

3.  el-Cessâs (Öİ.370/980), Ahkâmu'i-Kur'ân.

4.  Ebû Bekr İbn Arabî (Öİ.543/1148), Ahkâmu’l-Kur'ân.

5.  el-Kurtubî (61.671/1272), el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân.

 es-Suyûtî Celâluddin (ö. 911/1505) nin “el-lklîl fi Istinbâti't-Tenzîl; Muhammed Sidik Hasan Hân (ö. 1307/1889) in “Neylu'l-Meram min Tefsiri Âyâti'l-Ahkâm”ı; Muhammed b. Abdillah Draz (ö. 1377/1958)ın “Tefsiru Âyâti'l-Ahkâm”ı; Muhammed Ali Sayis’in “Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm”ı; es-Sâbûnî, Muhammed Ali’nin “Revâiu'l-Beyân, Tefsiru Âyâti'l-Ahkâm Mine'l-Kur'ân”

 

Modernist Tefsir

 

Modernist tefsir iki aşamada incelinir

1.       Klasik modernizm

Savunucuları: seyit Ahmet han, seyit emir ali Muhammet ebu zeyd gelir. Ahmet han başlangıçta şah veliyullah dihlevinin etkisinde kalmış daha sonra bu akıma girmiştir. O islamın akılla uzlaştığını kabul ederek kuranı aklileştirmeye çalışmış tefsiru’l-kur’an adıyla kur2anı 17. Cüze kadar tefsir etmiştir. Örnek olarak kurandaki miraç başta olamak üzere mucizeler. Cinleri şer, hastalık ve diğer olumsuzlukların kaynağı olarak yorumlaması şeytanı da nefsi emmare gibi insanlarda bulunan bir kuvve olarak yorumlaması. Peygamberler vahyi melek vasıtası ile değil sahip oldukları kabiliyetlerle aldıklarını ileri sürmektedir. Geçmişte müslüman alimlerin tartıştığı meseleler müsülümanları fikri donukluğa sevk etmiştir. Bundan kurtulmak da ictihad fikrinin yayılması ile geliştirilmesi ile mümkündür. Eğer bu fikriyattan kurtulunmazsa taklitçilik devam edecek yeni peygamberler ve yeni kur’anlar türeyecektir.

Bu akımın ikinci önemli temsilcisi Seyit Emir Alidir. Ona göre miraç maddi bir olgudur. Çok evlilik kaldırılmalıdır. Seyit Ahmet ali islam modernizmini savunan batı yanlısı aydınlar üzerinde etkili olmuştur. Bu zaatın müstakil bir eseri yoktur.

Muhammet Ebu Zeyd el-Hidaye ve’l irfan fi tefsiri’l-kur’an bi’l-kur’andır. Modrnizmden ziyade determinist bir insandır. Mucizeleri sebep sonuç ilişkisi üzerinden yorumlar.

 

2.       Çağdaş Modernist Tefsir

Bu akıma çağdaş modernist tefsir ya da tarihselci yaklaşım da denir.

Bu ekolün mensupları fazlurrahman, roger graudy Muhammet arkoun hasan hanefidir.

 



 

Kaynak; Muhsin Demirci

 

 

İSLAM FIKIH TARİHİ

 

-Fıkhın manası: Lügatte derinliğine kavramak ve idrak etmektir.

-Fıkhın mefhumu ve şümulü:

·         Hz. Peygamber ve Sahabe devrinde: İtikat, amel ve ahlak ile ilgili bilgilerdir. İlimle aynı manaya gelmektedir.

·         Daha sonra Fıkıh, itikat ve ahlak bilgileri dışında kalan amel ve muamelat ile ilgili bilgiler için kullanılmış.

HZ.PEYGAMBER DEVRİ
Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmıştır, Mekke devri ve Medine devri olarak iki kısımdır.


A- MEKKE DEVRİ:
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birine yakınınâzil olmuştur.
Bu devrede daha çok inanç esasları ve ahlâk ile ilgili hükümler teşri kılınmıştır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.
Mekke dönemine ait bulunan, fakat hangi yılda konduğu belli olmayan başlıca hükümler şunlardır:
1. Daha önce araplar arasında yaygın bulunan "kız çocuklarını öldürme" âdetinin kesin olarak yasaklanması (Tekvîr: 31/8).                                                                                                                                                                                                 
2. Allah adına hüküm uydurarak kendilerine yasak ettikleri temiz yiyeceklerin helal kılınması (Mâide: 5/103).
Mekke dönemine ait olup tarihi bilinen hükümler de vardır:
1. Namaz,    2. Beş vakit namaz ,    3. Gusül, abdest ve necasetten tahâret,    4. Cuma namazı.    

B- MEDİNE DEVRİ: Bu dönemde ferdî ve ictimâî hayat tanzim edildi. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkemeusûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
 Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:
Bu devirde ve dolayısıyla İslâm'da dünya hayatı ile ilgili hüküm ve kaidelerin (muâmelât) dayanağını, iyi ve faydalı olanı sağlamak, kötü ve zararlı olanı uzaklaştırmak, kaldırmak (celb-i menâfi', def'i-mefâsid) şeklinde hulâsa etmek mümkündür. Bunun tezahürleri de şunlardır.
a) Tedric:
-Zaman içinde tedrîc: Hükümler bir anda değil uzun zaman içinde arka arkaya teşri kılındı.
-Hükümler içinde tedrîc: Mükellefiyetler hep birden gelmediği gibi gelenler de zamanla tekemmül etmiş, istidat ve intibak kazanıldıkça tamamlanmış ve arttırılmıştır. Meselâ: İçki (şarap) önce yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu bildirilmiş, sonra sarhoş iken namaz kılmak menedilmiş, en sonunda da kesin olarak yasaklanmıştır.
b) Kolaylık:
Resûl-i Ekrem (s.a.) de: "Kolaylaştırın, güçleştirmeyin; sevdirin, nefret ettirmeyin" buyurmuş, ümmetine güçlük olmasın diye bazı hususları emretmemiştir. Hastalık, yolculuk, tazyik, yanılma ve unutma bazı hükümlerin hafiflemesi için mazeret kabul edilmiştir.
c) Nesih:
Nesih, daha sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu devrede bazı âyet ve hadîsler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti ilk müslümanlarıtedrîcen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır.

SAHABE DEVRİ
Sahâbe devrinin, Hz. Peygamber'den hemen sonra başladığında ittifak bulunmakla beraber ne zaman sona erdiği konusunda iki görüş vardır.                                                                                                                                                                      İktidârı esas alanlara göre hicri 41 yılında, hakim nesli göz önüne alanlara göre ise, birinci hicret asrının sonunda sahabe devri kapanmaktadır.
Bu devirde hüküm kaynaklarının başında yine Kitâb ve Sünnet vardır. Henüz yaygın bir şekildeyazıya geçirilmemiş olan Sünnet'in -rivâyet ve doğru anlama bakımlarından- sahih olanını olmayanından ayırma konusunda titizlik gösterilmekle beraber Hz. Peygamber'den nakledildiği, doğru zaptedilip anlaşıldığı, dini bakımdan bağlayıcı olduğu sabit olan hadislerle amel edilmiş, bunlara aykırı hareket asla tecviz edilmemiştir. Kitâb ve Sünnet'te hükmü açıkça bulunmayan meseleler ortaya çıktıkça bilhassa Hz. Ebu-Bekir ve Hz. Ömer gibi halifeler istişâreye başvurmuş, meseleleri şurâ ictihadı ile netice ve hükme bağlama yolunu tutmuşlardır. Daha çok amme hukuku sâhasına âit meselelerde bahis mevzüu olan bu toplu ictihad sonuçları bağlayıcı olmuş, ferdi ictihadlarda ise tam bir hürriyet hakim bulunmuştur. Re'y veyâ ictihad "ra'y" denilen ferdi ictihaddan bu devirde kastedilen mâna: Kur'ân ve Sünnet'te hükmü bulunmayan meseleleri, yine bu iki kaynağın ışığı ve genel prensipleri altında hükme bağlamaktır. Sonraki devirlerde terim haline gelen kıyas, istihsân,örf ve âdet, mesâlih... prensipleri isimleri zikredilmese dahi- re'y ictihadına dahildi.

Sahâbe nesli ictihadlarını şu esas ve metodlara göre yürütmüşlerdir:

a) İmkân buldukları ölçüde istişare (danışma,fikir tartışması) yapmışlardır.
b) İctihad yoluyla vardıkları hükümleri, Kitâb ve Sünnet'in açık hükümlerinden titizlikle ayrı tutmuş, birinci nevi hükümlere kesin nazariyle bakmamış ve bunları "bu benim görüşüm, zanni,kanaatimdir..." diyerek kendilerine nisbet etmişlerdir.
c) Nazari ve farazi (varsayarak) ictihadlar yapmamış, ancak ortaya çıkan, vakıa ve problem hâline gelen meseleler üzerinde durmuşlardır.
d) Zamana bağlı hükümleri –gerektiğinde degiştirmiş, mübâh ve câiz olan bazı fiil ve davranışları -kötü neticeler vermesi halinde- yasaklamış, zaruret ve mecburiyet hallerinde nasları dahi uygulamamış, bütün bu davranışlarıyle "celb-i menfaat, def'i-mefsedet" formülü ile ifade edilen maslahat prensibine riayet etmişlerdir. Burada maslahattan maksat, İslâm'ın genel prensiplerini,akıl ve tecrübeyi ölçü alarak iyi ve faydalı olanı elde etmek, kötü ve zararlı olandan kurtulmak,bunun için gereken tedbiri almaktır.
e) Sahabe maslahat prensibi yanında –adını anmamakla beraber- Hz. Peygamber zamanında ki uygulamalara benzetme yoluyla kıyas metodunu da kullanmışlardır.

 Tâbiûn Devri
Sahâbe fakihlerinin hemen hepsi arap olmasına karşılık sayıları yüzleri aşan tâbiûn fukahâsı içinde çok sayıda arap olmayan kimseler vardır. Bu arada azatlılardan da (Mevâlî) büyük fakihler yetişmiştir.
Tâbiûn devrinde belli başlı merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden fukahânın en meşhurları şunlardır:
Medine'de: Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr (v. 97/712), el-Qâsim b. Muhammed (v. 102/720Mekke'de: Atâ b. Ebî Rebâh (v. 115-713), Mücâhid (v. 100/718), İkrime (v. 150/767), Süfyân b. Uyeyne (v. 198/813)...
Basra'da: Hasenü'l-Basrî (v. 110/728), Muhammed b. Sîrîn (v. 110/728) Katâde (v. 118/736)...
Kûfe'de: Alqame b. Quays (v. 62/682) Şurayh b. el-Hâris (v. 78/679), Mesrûk b. el-Ecda' (v. 63/683          Şam'da: Mekhûl (v. 116/734), Ömer b. Abdülaziz (v. 101/720), Ebû-İdris el-Halvânî...
Mısır'da: el-Leys b. Sa'd (v. 175/791)...

MOĞOL İSTİLASINDAN MECELLE'YE

Hukuki hayatının ve hukuk ilminin gelişmesinde hâkimiyet ve istiklâl birinci derecede rol sahibidir.Moğol istilâsı birçok İslam devletinin hayatına son vermiş, Gazan Han'a kadar (1271-1304) devlet islami olmayan Cengiz Yasası ile idâre edilmiştir.
Bu arada halk şahsi  dini işlerinde serbest bırakılmış, onlar da devrin fıkıhçıları ile birlikte çeşitli fıkıh mezheblerine taassupla sarılmışlardır. Bu davranışta devre hakim olan anarşi, huzursuzluk ve çözülmenin tesiri büyük olsa gerektir.
Bundan önceki devrede gördüğümüz tahric (çıkarım) ve tercih selâhiyeti taşıyan fıkıh bilginlerinin yerini bu devirde tam manasıyle taklitçi fukaha (hukuk alimleri) almıştır. Yeniden bağımsız veya bir mezhebe bağlı ictihad yapmak bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın bir başka mezhebden istifadesi, bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmasının cevazı (mümkünlüğü) tartışma konusu edilmiştir. Mısır Abbasileri ve Memlükler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi canlanma göstermiş ise de teşvik görecek yerde baltalanmış, taassup ve siyasi baskıyı yenememiştir. İbn Teymiyye ve talebeleri, Süyüti, Yemenli bazı müctehidlerin hayatı bu mücadelenin tipik örnekleriyle doludur.Bu devirde, fıkıh bakımından ilmi hayatın özelliklerini şu maddelerde toparlayabiliriz:
a) Önceki devirlerde ilmi seyahatler adeta bir mektep vazifesi görüyor, uçsuz bucaksız İslam dünyasının bir ucundan diğerine ilim ve görüş alış verişine zemin hazırlıyordu. Bu devirde ise bilginler arasında bu manada irtibatlar kesilmiş, herkes kendi kabuğuna çekilmiştir.
b) Gerçek manasıyle hukukçu yetiştiren, hukuk zihniyetini ve ilmini geliştiren kitaplar (müctehid imamların ve talebelerinin kitapları) yerine tartışmasız, hazır hükümleri en kısa yoldan nakleden, emeksiz kitaplar tercih edilmiştir.


MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR

 Ondokuzuncu asırda, İslam milletlerini uyandırmak, kaybettikleri maddi ve manevi değerleri yeniden elde etmelerini sağlamak maksadıyle harekete geçen İslam münevverlerinin (aydınlarının) programında ictihadın da önemli bir yeri bulunduğunu görüyoruz. Öncelikle -tek bir- müctehide bağlanmadan- önceki müctehidlerden istifade etmek, delillerine ve ihtiyaca bakılarak bunlardan seçmeler yapmak, bu yol ile maksada ulaşılamadığı takdirde -imkan bulundukça- şura ictihadı yoluyla boşlukları doldurmak hareketin öncülerince benimsenmiş ve tartışma konusu olmaktan çıkmıştır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             

Mecelle yalnızca Hanefi Mezhebi ictihadlarına göre düzenlenmiştir. Ancak hayati ihtiyaçlar bu katı tutumu zorladığı için ısrar edilememiş, gerek Mecelle'nin tadili (düzeltilmesi) çalışmalarında ve gerekse daha sonra çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesinde diğer mezheblerin ictihadlarından da faydalanma yolu benimsenmiştir. Bugün İslam Hukukunun ilmini yapanlar, gerek ictihadlar arasında tercih ve gerekse ihtiyaç bulunduğu zaman ilim meclislerince yapılacak ictihadın caiz ve hatta zaruri olduğunda birleşmişlerdir. Bu, nazari olarak böyle olduğu gibi, ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde sık sık yapılir hale gelen ilmi toplantılar ve çalışmalar yoluyla uygulanmaya da başlanmıştır.

İncelediğimiz devrede yapılan fıkıh sahasındaki çalışmalara gelince bunları da şu maddelerde özetlemek mümkündür:

a) Kanunlaştırma hareketi başlamış ve gelişmiştir. Bunun ilk adımı Mecelle'dir. Gerek kanunlaştırma ve gerekse Mecelle'yi önemleri sebebiyle ayrı başlıklar altmda inceleyeceğiz.
b) Hukuk düşüncesini geliştiren, ictihad ruhunu besleyen, görüş ufkunu genişleten eserler neşredilmiştir: İbn Teymiyye, İbn el-Kayyim, İbn Hazm, Şah Veliyyullah, Şatıbi, Şevkani gibi alimlerle fıkıh mezheblerinin imamları ve talebelerine âit eserleri örnek olarak hatırlayabiliriz.
c) İslam Hukuku'nu bütün mezheb ve doktrinleriyle bir araya getirmeyi, kolayca istifade edilir kılmayı hedef alan çalışmalar yapılmıştır: Dört mezhebin fıkıh kitapları, Ansiklopediler...
d) İslam Hukuku'nun çeşitli branşları ve meseleleri üzerinde tahlil, tenkit, mukayese ve değerlendirmeler yapan, ictihad mahsülü tez çalışmaları başlamış ve gelişmiştir.
e) Batılılar ilmi veya siyasi maksatlarla İslam Hukukuna da yönelmişler, tercüme ve te'lif eserler vermişler, İslam Hukuku etüdlerini üniversite programlarına almışlardır.
f ) Doğuda ve Batıda İslam Hukuku meselelelerini de içine alan ilmi toplantılar, kongre ve konferanslar yapılmıştır.

Bugün Türkiye'de meriyet bakımından (geçerlilikte) İslam Hukuku mevcut değildir. Bununla beraber müslüman halk, serbest bulundukları sahalarda ihtiyari olarak İslam Hukukunun kaidelerine kısmen de olsa riayet etmekte, İslam Hukuku bu manada bir uygulama sahası bulmaktadır. İlmi araştırma, eğitim ve öğretim sahasına gelince memleketimizde İslam Hukuku incelemeleri ve öğretiminin canlılığını koruduğunu rahatça söyleyebiliriz. Hususi dini tahsil görenlerin, çeşitli fıkıh kitaplarını (bilhassa muhtasar (özet) olanları) medrese usülü ile okumaları yanında, İlahiyat fakültelerinde, İslam Hukuku, modern sistematiği ve öğretim metodlarıyle tedris edilmekte (ders verilmekte), ayrıca master, doktora gibi ilmi çalışmalara konu olmaktadır.
Diğer İslam ülkelerinin çoğunda İslam Hukuku'nun eğitimi yapılmaktadır. Bunun yanında başta "şahıs, aile ve miras" münasebetleri olmak üzere çeşitli sahalarda İslâm Hukuku'nun yürürlükte olduğu da müşâhede edilmektedir (görülmektedir).

 

Kaynak; Hayreddin Karaman.

 

 

 

HADÎS TARİHİ

 

 Hadîs ilmi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin, başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve parlama gösterememiştir. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı zamanlar da olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir. İslâm'ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu demek oluyor: Mü'minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.

Araştırıcılar, umumiyetle, hadîs sahasında yapılan çalışmaların mahiyetini göz önüne, alarak, hadîs târihini başlıca dört safhaya ayırırlar: 1- Tesbit Safhası 2- Tedvin Safhası 3- Tasnif Safhası 4- Tehzib Safhası.

 

1- TESBÎTÜ'S-SÜNNE

 

Bu safha, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ile Ashâb-ı Kirâm (radıyallahu anhüm ecmâin) devrini içine alır, müddet olarak birinci asırla sınırlanır. Bu safhanın en bariz, en göze çarpan husûsiyeti sünnet ve hadîsin zabt ve tesbîtidir. Zabt veya tesbît deyince yazı veya hâfıza yoluyla tesbîti anlayacağız. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tedbirleri ve Ashâb (radıyallahu anhüm)'ın gayreti sonucu bu iki zabt vâsıtasından azamî ölçüde faydalanılmıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde hadîslerin en sağlam tesbit yolu şüphesiz yazı idi. Bazı rivâyetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîs yazmayı yasakladığını ifâde ederken, diğer bazı rivâyetler de, tam aksine yasaklamadığını ve hatta teşvîk ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca, bir kısım sahâbelerin hadîsleri yazdığına dair ve hatta yazdığını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kontrol ettirdiğine dair rivâyetler var.

Hz. Peygamber (Aleyhissalâtu Vesselâm)'den Sonra Ashâbın Tavrı:

Hadîslerin yazılması konusunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından ciddî bir yasak konmadığıın gösteren bir diğer husus Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in vefatından sonra Ashâb'ın takındığı tavırdır. "Hadîs yazılmaz" diye müşterek bir görüş ifade edilmediği gibi, bu mânâya gelen bir tavır da izhar edilmemiştir. Aksine, bâzıları yazma hususunda tereddüde düşerken, diğer bir kısmı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında olduğu şekilde yazma işine azimle devam etmiştir.

Başta Hz. Ömer (radıyallahu anh) olmak üzere, bâzılarının tereddüdü, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den vâki, herkese şâmil umumî bir emre dayanmaz. Daha ziyade şahsi mülâhazalara dayanır. Şâyet, böyle nebevî bir yasak konmuş olsaydı, bu herkesçe bilinecekti. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir çift sözü için hayatlarını vermeye her an hazır olan bir cemaatin, bilerek, onun tavsiyeleri hilâfına hareket edeceği düşünülemez. Hele böyle ciddî bir meselede hiç mi hiç düşünülemez.

Ashabda Hadîs Öğrenmek Gayreti:

Altının kıymetini sarraf bilir. Hadîsin kıymetini de Ashâb bilmiştir. Ashab, "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gördük, feyzimizi aldık" deyip hadîs öğrenmeye karşı kendini müstağni hissetmemiştir. Müslüman nesiller arasında hadîse en çok alaka gösterenlerin ilk nümûnelerine onlarda rastlarız. Bu yolda en büyük gayretler, fedâkarlıklar, yorucu ve uzun seyâhat örnekleri onlardadır.

Ashâb'ın ilmiyle meşhur olanlarından İbnu Mes'ûd'u dinleyelim: "Kendisinden başka ilah olmayan Zât-ı Zülcelal'e kasemle söylüyorum: Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ağzından yetmiş küsur sûreyi kendi kulaklarımla dinleyip öğrendim. Buna rağmen, bilsem ki, bir adam Kitabullah'ı benden daha iyi bilmekte ve bu adamın bulunduğu yere deve ile ulaşmak mümkündür, mutlaka o zâta kadar giderim."

Hadîsin bir başka vechine göre İbnu Mes'ûd Kur'ân hakkındaki ilminin genişliğini şöyle ifâde etmiştir. "İnen hiçbir âyet yoktur ki ben onun ne sebeple inmiş olduğunu bilmiş olmayayım."Ebu'd-Derda hazretleri (radıyallahu anh) de şöyle der: "Kur'ân'dan bir âyete takılacak olsam, müşkilimi giderecek zât, Birkû'l-Gımâd'da bile olsa mutlaka giderim"

Ashab'ın başlıca dört maksadla hadîs peşine düşüp çok zahmetli seyahatlere giriştiğini görmekteyiz:

1- Bilmediği hadîsleri öğrenmek için,

2- Duyduğu hadîsin sıhhatini tahkîk için,

3- Bildiği hadîste düştüğü tereddüdü izâle için,

4- Uluvvü isnâd (yani kulağına gelen bir hadîsi rivâyet edeninden dinlemek) için.

Sahâbe'yi takib eden Tabiîn ve bunları tâkip eden Etbauttâbiîn devrinde de hadîsle ilgili benzer meseleler devam etmiştir. Aslında selef diye tek bir kelime ile ifade edilen bu ilk üç nesil dinîn meseleleri karşısında müşterek davranışlara ve vasıflara sâhiptirler. Hadîs karşısında aynı titizlik, sünnete bağlılık hususunda üstadları olan o güzîde Sahabe neslinden gördükleri aynı gayret ve hassasiyet onlarda da mevcuttur.

                                                                           2- TEDVİNÜ-S-SÜNNE

 

TEDVÎN SAFHASI:

Hadîs tarihinin ikinci mühim devresini "tedvinü's-sünne" dediğimiz çalışmalar teşkil eder. Zaman olarak ikinci hicrî asrı içine alır.

Tedvîn Nedir?

Tedvin, lügat olarak cem edip kitap hâline koymak mânasına gelir. Bir hadîs ıstılahı olarak, hadîslerin resmen yazılıp kitap haline konması demektir. Burada "resmen" tabirinin bilhassa ehemmiyeti var. Zira, önceki bahislerde de görüldüğü üzere, hadîslerin yazılması, ferdî ve hususî olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde başlamış bir faaliyettir. Hatta bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından pek çok yanlı vesîkanın bırakıldığını ve hepsine de "sünnet" dendiğini belirtmiştik.

Ama bunların hiçbiri tedvîn kelimesiyle ifade edilen "yazma" işine girmez. Çünkü tedvîn'de hadîslerin tamamının yazılması söz konusudur. Öyle ise tedvîn'in daha mükemmel bir târifini: "Hadîslerin hepsine şâmil olan ve devlet eliyle yürütülen ikinci hicrî asırdaki yazma faaliyetidir" şeklinde yapabiliriz.

Nasıl Başladı?

Tedvîn işi, Emevi halifelerinden Ömer İbnu Abdilaziz'le başlar. Dindarlığı ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine düşkünlüğü ile meşhur olan Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehulllah), sünneti bilen Ashab neslinin, arkadan da büyük alimlerin çeşitli sebeplerle birer birer hayattan çekilmelerini görerek hadîsin kaybolacağından endişe eder. Tehlikeyi önlemek için her tarafdaki mevcut âlimleri hadîslerin yazılması işine sevketmeyi düşünür. Bu maksadla, halife sıfatıyla vâlilere emirler, tamimler gönderir. Ömer İbnu Abdilaziz'in gönderdiği bu mektuplardan bir tanesinin metni Buhârî'de mevcuttur. Bu, Medîne valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderilen mektuptur:

"Beldende Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadîslerin) yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz."

İbnu Sa'd'ın kaydettiği rivayette Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) İbnu Hazm'a yazdığı mektupta şu ziyadede bulunmuştu: "....câri, bilinen bir sünnet veya Amra bintu Abdirrahmân'ın rivâyetleri kabul edilsin..."

Dârimi'nin rivayetinde şu ziyâde mevcut: "Sizce (veya bölgenizde) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sâbit ve sahîh olan rivâyetlerle Hz. Ömer'den sâbit olan rivayetleri yaz".

Ebu Nuaym'ın Târîhu İsfehan'da kaydettiğine göre Ömer İbnu Abdilaziz, mektubu, bütün İslâm beldelerine göndermiştir.

Şu halde tedvîn işinden bahseden muhtelif rivâyetleri göz önüne alarak konu hakkında daha bütün bir fikre varabilmekteyiz.

Hadîslerin tedvîninde Halîfe Ömer İbnu Abdilaziz'in bu teşebbüsünü takdir edebilmek için; Tedvîn'de en büyük hizmeti geçen ve bu faaliyete ismini veren Muhammed İbnu Şihâb ez-Zührî'nin şu itirafını bir kere daha kaydetmek isteriz:

"Bizi bu ümera (idâreciler) mecbur edinceye kadar ilmin yazılmasını uygun bulmuyorduk. (Ümerânın müdâhale ve icbarıyla bu işe girişince) hiçbir müslümanı yazmaktan men etmemek gerektiğine inandık".

                                                                 3- TASNİFU'S-SÜNNE

 

TASNİF NEDİR?

Tasnif, tedvin'den sonra ele alınan hadîs çalışmalarının müşterek adıdır. Kelimenin lügat mânası bu çalışmaların mahiyeti hakkında bir fikir verir: Tasnif, sınıflara ayırmak, sınıflamak demektir. Yani, tedvîn devrinde, sıhhat durumu ve ifâde ettiği muhteva nazar-ı dikkate alınmadan yazıya geçirilmiş olan karma-karışık hadîs malzemesinin, belli maksadlarla ayrılması, istenilen istikamette istifadeyi kolaylaştıracak şekilde yeni düzenlere, nizamlara sokulması, sistem kazandırılması demektir.

Bu safhada yapılan işlemlere bazan tebvîb dendiği ve bu safhanın tebvîbü's-sünne tabiriyle ifâde edildiği görülür. Yine aynı safhanın, yakın mânaya gelen ifrâd kelimesiyle ifâde edilerek ifrâdu's sünne şeklinde ifâde edildiği olmuştur. Tebvîb, hadîs malzemesinin bablar haline konmasını yani fıkhî konularına ayrılmasını, aynı mevzuya giren hadîslerin bir araya getirilerek sunulmasını ifâde eder. İfrâd ise, ferdlere ayırarak, tefrîk etmek mânasına gelir. Tebvîb'de olduğu şekilde fıkhî ayırım mânasına geldiği gibi, sahîh-hasen-zayıf vs. ayrımı da ifâde eder. Kütüb-i Sitte'nin te'lif vasfını bu kelime ile ifâde daha uygun olabilir.

Ancak, bu safhadaki çalışmaları tasnîf kelimesiyle ifâde etmek daha uygundur. Zira tasnîf, tebvîb'i de ifrâd'ı da içine alacak daha umumî bir mâna taşımaktadır.

BU SAFHANIN ZAMANI:

Hadîs târihini ana hatlarıyla dört safhaya ayırırken, kabaca her safhanın bir asra tekabül ettiğini söylemiştik. O sırada da belirtildiği üzere böyle bir zamanlama, mevzuun umumî hatlarıyla şematize edilmesinden ibârettir. Mutlak durumu ifâde etmez. Zira, yukarıda açıkladığımız mânâda tasnîf faaliyetlerini, ikinci asrın birinci çeyreğinden başlatmak bile mümkündür.

Bu devre, en kıymetli eserlerini üçüncü asır içerisinde Kütüb-i Sitte ile vermiş olmakla beraber, yine râvilerden, seyahatlerle, derlemek suretiyle ortaya konan Taberânî'nin mu'cemleri örneğindeki bazı orijinal eserler göz önüne alınınca dördüncü hicrî asrın ortalarına kadar devam ettiği söylenebilir.

                                                                    4- TEHZÎBU'S-SÜNNE

 

TEHZÎB DEVRİ:

Hadîs tarihiyle meşgul olanlar üçüncü asırdan sonra gelen dönemi kısaca tehzîb devri diye tavsîf eder. Bu devre, dördüncü hicrî asırdan günümüze kadar olan uzun bir dönemi içine alır. Bu kadar uzun bir zaman diliminin aynı safha olarak mütâlaası yadırganmamalıdır. Çünkü, üçüncü asırdan sonra yapılan hadîs çalışmalarının -bir kaçı müstesna- hemen hepsi orijinaliteden uzaktır ve daha önce ortaya konmuş olan eserlerin üzerine yapılmıştır. Nitekim önceki üç asrın her birinde, tabiatı farklı çalışmalar yapıldığı için müstakil safhalar olarak değerlendirilmişti. Burada da durum aynı. Pek çok asır geçmesine rağmen yapılan çalışmalar özde aynı kalmış, hammadde olarak, üçüncü asra kadar ortaya konmuş olan eserleri alıp onlar üzerinde çalışmalar yapmıştır.

Mevcut bir eserin üzerine -ne çeşitten olursa olsun- yapılan müteâkip çalışmaya tehzîb çalışması denmiştir. Tehzîb, lügat olarak, fazlalıkları atarak ıslâh etmek, temizlemek, daha güzel, daha mükemmel kılmak gibi mânalara gelir. Öyle ise, te'lif edilmiş hadîs kitapları üzerine yapılmış olan tehzîb işlerini şöyle sayabiliriz:

* Cem çalışmaları: Farklı kitapları birleştirmek gibi,

* Mukârene çalışmaları: Farklı kitapları karşılaştırmak,

* Zevâid çalışmaları: Bir kitaba (veya kitaplara) diğer bir kitabın (veya kitapların) ziyade hadîslerini çıkarma,

* İhtisar çalışmaları: Bir kitabın mükerrer hadîslerini, senedlerini atarak özetleme çalışması,

* İstidrak çalışmaları: Bir kitabın şartlarına uyan hadîsleri derleme,

* İstihrac çalışmaları: Bir kitaptaki hadîsleri, kitabın müellifiyle, müellifin şeyhinde veya daha yukarıda birleşmek şartıyla başka senetlerle bulup çıkarma çalışmaları,

* Tahrîc çalışmaları: Bir kitapta geçen hadîsleri kaynak kitaplarda bulup çıkarma,

* Şerh çalışmaları: Her hangi bir hadîs kitabını rical, ahkam, lügat vs. yönleriyle açıklama çalışması.

* Rical çalışmaları: Herhangi bir hadîs kitabının (veya kitaplarının) râvilerini inceleme, sika, zayıf, müdellis, kezzâb râvilerin tanıtıcı eserler verme çalışmaları,

* Lügat (garîbu'l-hadîs) çalışmaları: Hadîslerde geçen anlaşılması zor (garîb) kelimeleri açıklama çalışmaları,

* Cüz (cezâ) çalışmaları: Muayyen konulardaki, muayyen vasıflardaki hadîsleri bir araya getirme, belli sayılarda hadîs ihtiva eden derlemeler yapma vs. çalışmaları,

* Hadîs ağırlıklı te'lifler,

* Mevzû hadîsler üzerine te'lifler,

* Meşhur hadîsler üzerine te'lifler,

* Hadîs bulmada yardımcı kitaplar: Aranan hadîsleri bulmada kolaylık sağlayan rehber kitaplar.Dördüncü devre içerisinde yapılan bu çalışma çeşitlerini daha da artırmak mümkündür.

 

Kaynak; Abdulvahid Metin

 

 

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz



Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nün mukayesesi
    23 03.2014

 

 

İsa TÜNÇ  /13912773

YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ

İslami İlimlerin esasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki ilmî faaliyetler  islamın ilk döneminde temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştır. İslamın bu iki temel kaynağından hüküm çıkarmayı hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı kökten gelmektedir. Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir noktadadır. Buna göre Tefsir ilmi de Kur’an’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an tefsirinde az ya da çok diğer ilimlere de ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek yadsınamaz bir hakikattir.

Tefsir kelimesi, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir. Tefsir ilmi, teknik bir terim olarak ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu edinen bir ilimdir. Başka bir ifadeyle Kur’an-ı Kerim'in ayetlerini insanların anlayabileceği şekilde açıklayan, ayetlerde geçen kapalı lafızları çözüp izah eden ilimdir. Tefsir ile meşgul olmak, Kuranı anlama gayreti ve çabası içinde bulunmak bir çok ayette mü’minlere tavsiye edilen bir husustur. "(Bu,) âyetlerini düşünsünler, tam akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır ve bereketi bol bir kitaptır." (Sâd, 38/29)

Bu yazım geleneği, bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi’nin (ö. 310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tef­siri’ olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklan­maktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmî-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde, ‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir birikimini bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki müfessirin, Taberî (v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı kategoriye yönelik farklı mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin “sınırsız rey yaklaşımına, sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî Hâtim’in salt bir rivâyet tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih yapmaktan bile kaçındığı” şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur.

Gerek rivâyet tefsiri, gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen kla­sik tefsirlerde, Kur’an’ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri ola­rak oluşan Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze’nin sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur.

Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez.

 

Fıkıh ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı, bu sözlük anlamını korumakla beraber genelde, Kur’an ve hadis merkezli dini bilgi ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Bu kavram ilim çevrelerinde salt “mükelleflerin yapması gereken (vacib, mübah, haram, mendub, mekruh, sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda gibi) ahkâm bilgisi” olarak genel kabul görmüştür. Tüm bunları açıklamak da fakihin görev ve sorumluluğundadır. Kısaca fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir.

 Bir başka ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir.[ Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir. Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım:

Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde kalmıştır.

 

Sonuç olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.

Hadis ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

 Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir. Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı birçok aslî ilim hadis mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. 

Tefsir İlminde, Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının daha iyi anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir. Şöyle ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden önem arz etmektedir:

Birincisi; Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilâhî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an’ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da;

           “Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına;

            “Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır. 

 

İkincisi; hadisler aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir.

Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı Kerim’i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.), bu görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.

 

Netice olarak diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız ele almak mümkün değildir.  Dolayısıyla bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.


0 Yorum - Yorum Yaz


               

                                  2013-2014 YÜKSEK LİSANS ÖDEVİ

                                                          BAHAR DÖNEMİ

                                 AYŞE SARI

                                    YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ

                                         ÖĞRENCİ NO:13912776

                    TEFSİR KAVRAMI

 

    Fesr, beyan etmek,keşfetmek,izhar etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi manalarda kullanılmaktadır. Tefsir kelimesi ıstılah olarak 'müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir.

 

                     Hz. PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR

 

    Arap dili ve üslubu ile nazil olan Kur'ân-ı ilk muhatapları, kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmişler, anlayamadıkları kısımları,bu hususta en salahiyetli zat olan Hz. Peygamber'e sormuşlardı.

    Hz. Peygamberi Kur'ân tefsirine sevkeden en mühim amil, şüphesiz islamiyetin kendisinden olan emridir.Kur'ân kendisi üzerinde düşünülmeyi istemiş, kapalı olan bir ayet başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğ ve tebyinle mükellef kılmıştır. Kısacası Kur'ân  kendinin anlaşılmasını ,açıklanmasını ,tefsir edilmesini, uygulanmasını istemiştir. Bu bakımdan islam'da tefsir hareketi, bizzat İslam'ın kendi bünyeinde doğmuştur. O'nun için tefsirde bu devrin iki mühim kaynağı, Kur'ân ve Hz.Muhammed'in kendisi olacaktır.

   

     KUR'ÂN- KERİM: Kur'ân-ı Kerim'in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz.Bir mesele mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, aynı mesele başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân 'da bir mesele inceleneceği zaman o mesele ile alakalı bütün ayetler üzerinde durmak gerekir. Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsir edilmesinin sebebi Kur'ân ayetleri birbirlerini tasdik ve teyid edici mahiyettedir.

     Kur'ân'ın Kur'an'la tefsirine örnek verecek olursak; Bazen bazen tefsir edilenle tefsir eden ayet aynı ayette bulunabilir. Mesela Bakara suresinin 187. ayetindeki lafzının  mücmel lafzını açıklaması gibi.

     Bazen de tefsir eden ayet, tefsir edilenle aynı surede bulunabilir. Mesela ihlas suresindeki  lafzının tefsirinin  ayetinde olduğu söylenir.

    Bazen de tefsir eden ayet, tefsir edilenle ayrı ayrı surelerde bulunabilir.

 

    Hz. PEYGAMBER: Kur'ân-ı Kerim'in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra ,bize en iyi öğretecek olan zat, kendisine kitap gelen Hz. Muhammed olacaktır. O Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O mutlak olarak Kur'ân-ı insanlar arasında en iyi bilender. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, Peygamberliğin en mühim esaslarından biridir.

 

                                                                                                              

 

 

     İbrahim sûresinin 4.ayetinde 'Hangi millete Peygamber gönderdiysek, onu ancak kavminin dili ile gönderdik ki, her şeyi onlara anlatsın' ayetinden risaletinin hududundan bahs olunmaktadır. Hz.Peygamber Kur'ân-ı muhataplarına okumuş, okutmuş, ezberletmiş, anlatmış anlayamadıkları yerleri lüzumunca tefsir etmişti. O, Kur'ân'ı Kerim'i yalnız sözleriyle değil amel ve hareketleri ile açıklamıştır.

        Sünnet Kur'ânı iki şekilde beyan eder. Birincisi, Kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela namaz vakitleri, zekat miktarı gibi.İkincisi ise Kitapta bulunmayan bir hüküm üzerine ziyadeliktir.Kur'ân Hz. peygambere itaatin ancak Allah'a itaat olduğunu ve O'nun heva ve hevesine göre konuşmayacağını ve 'Peygamber size ne getirdi ise onu alınız, sizi neden nehyetti ise ondan çekininiz'

beyan bulunmaktadır.

 

      PEYGAMBERİN TEFSİR YÖNTEMİ: Peygamberin tefsir hareketine teşebbüs etmesi ,ya muhatapları tarafından suale maruz kalması veya icab eden yerde muhataba ayette geçen şeyin ne olduğunu sorması, sonra da yine kendisinin cevap vermesi ya da hiç sual sormadan icap eden yeri açıklaması ile olurdu.

 

                            SAHABE DEVRİNDE TEFSİR

 

    SAHABE TEFSİRİNİN BELİRLİ VASIFLARI

    1.Sahabilerin tefsirdeki en önemli özellikleri  ayeti ayetle, nüzul sebepleri ve Hz. Peygamberden işitmiş noldukları açıklamalarla tefsir etmeleridir.

     2.Sahabiler Kur'ân-ı ayet ayet tefsir etmiş değillerdir.Çünkü onlar Kur'ân'ın tümünü tefsir etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, manası kapalı ve zor anlaşılan lafızlar ile sınırlı idi.

     3.Kur'ân'ı açıklarken sahabinin yaptığı tefsir daha çok garip lafızlarla ilgili kısa açıklamalardan ibaretti. Yani onlar ekseriye icmali anlamla yetinmişlerdi.

     4. Zaman zaman sahabiler arasında bir kısım ihtilaflar çıkmıştır. Ancak bu ihtilaflar tezat ihtilafı olmaktan ziyade çeşitlilik ihtilafı idi. Kılıç için mihemmed, seyf ve sarim denilmesi gibi.

     5.Ahkam ayetlerini geniş bir tahlile tabi tutarak hüküm istinbatında bulunmuş değillerdir.

     6.Yaptıkları açıklamalar kendi dönemlerinde henüz tedvin edilmemişti.

    

     Sahabenin Tefsir Yöntemleri: Sahabi ayetlerin nüzul sebeplerini zikretmek, Kur'ân'ın nasih ve mensuhuna yer vermek suretiyle açıklama cihetine gitmiş, bazen de ayetleri tahsis yoluyla ya da tarihi yöntemle tefsir etme yolunu seçmiştir.

                                                        

 

 

 

 

                                                   TÂBİUN TEFSİRİ

 

   GENEL ÖZELLİKLERİ

 

  1.Tâbiun döneminde bir taraftan Kur'ân baştan sona ayet ayet tefsir edilirken diğer taraftan da ortaya konulan görüş ve iddiaların delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirlerin izahına geniş yer verilmiştir.

   2. Tâbiun tefsirinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhi izahlar, ayetlerden istimbat ve istidlal yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgilerde yer almıştır.

   3.Şiirle istişhad metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmekte bu dönemin bir başka özelliğidir.

   4.Tâbiilerin, Kur'ân'da geçen kıssalara manası müphem olan ayetlerin tafsilatını öğrenebilmek için ehli kitap alimlerine müracaat ettikleri bir vakıadır. Dolayısıyla İsrailiyat denilen gayri İslami bilgiler, bir önceki döneme kıyasla daha çok bu devirde Kur'ân tefsirine girmiştir.

   5. Bu dönemde de tefsir henüz tedvin edilmiş değildi.Tefsire dair haberler yine şifahi nakil yoluyla aktarılmıştır.Ancak bu haberler Mekke ,Medine ve Irak gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan sahabinin ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş, böylece tabiun dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.

 

 

                       EKOLLERİ

 

   MEKKE EKOLÜ (İbni Abbas):

   Seçkin öğrencileri şunlardır.:Mücahid, İkrime, Sa'id bin Cubeyr, Tâvus bin Keysan, Ata bin Ebi Rebah.   

 

   MEDİNE EKOLÜ (Ubeyy bin Kab) :

   Öğrencileri şunlardır: Ebul Âliye, Muhammed bin Kab el-Kurazi, Zeyd bin Eslem.

 

   IRAK REY EKOLÜ (İbn-i Mesud)

   Öğrencileri şunlardır: Alkame bin Kays, Mesruk bin el Ecda, Esved bin Yezid,

Mürretül- Hemedani, Amiru'ş Şa'bi,Hasan el-Basri, Katade.

 

 

 

                                                   

                HADİSİN MENŞEİ ÖNEMİ VE TEKAMÜLÜ

 

   Hadisin Lügat ve Istılah Manası:

   Lügat yönünden kadim(eski)'in zıddı cedid (yeni) manasına gelen hadis, aynı zamanda haber manasında da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller,haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manalarda kullanılır.

   Bazı usul ulemasının tarifinde hadis, Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.

  

   Hadisin Değeri:

 

   Herhangi bir ihtilaf  veya bir hadise, yahut da bir sual veya fetva talebiyle teşrii gerektiren bir şey zuhur etse, Allah Teâla elçisine hükmü bilinmek istenen  mesele hakkında hüküm getiren bir veya birkaç ayet indirmiş, Hz.Peygamber de vahyedilen bu ayetleri uyulması gerekli (vacip) bir kanun  olarak müslümanlara tebliğ etmiştir.Eğer teşrii gerektiren bir hadise olmuş, fakat Allah Teala Bu hadise ile ilgili hükmü beyan edecek bir ayet vahyetmemişse, Hz.Peygamber bu hükmün bilinmesi için ictihadta bulunmuş ve bu ictihadın O'na sağladığı netice ile hüküm vermiş, yahut sual veya istiftaya icabet etmiştir. İctihad eseri olarak O'ndan sadır olan bu hüküm veya cevap ilahi vahye istinad eden hükümler gibi, uyulması gereken bir kanun olmuştur.

    İşte bu ilk devirde söz ,fiil ve takrir olarak Hz.Peygamberden sadır olan her şey Kur'ân-ı Kerîm'in(Peygamber)kendi hevasından konuşmaz; O her ne söylemişse)kendisine vahyolunan bir vahiydir ayeti ile de şehadette bulunduğu gibi, yukarıda izahını verdiğimiz şekilde kabul edilmiş ve sahabe, dini ve dünyevi yaşayışlarına düzen veren sünneti büyük bir titizlikle muhafaza etmeye koyulmuşlardır. Sünnet ise daha önceki bahiste açıkladığımız gibi söz fiil ve takrir olarak Hz. Peygamber'den rivayet edildiği müddetçe, hadisin isim yönünden bir başka ifade şekli olmuştur.

 

    HADİSİN SAHABE TARAFINDAN RİVAYETİ

 

    Hadis toplama ve onları muhafaza etme işi, Hz.Peygamber devrinde yalnız hafızaya tevdi edilmiş bu hususta yazıdan istifade etmek mümkün olmamıştır.

    Hz.Peygamber hayatta olduğu müddetçe hadis, sahabe arasında dolaşmış, müzakare ve münakaşa edilmiştir. Hatta zaman ilerledikçe yeni yetişen genç sahabiler arasında okuyup yazmayı öğrenenler çıkmış, yazı ile hafızalardaki hadisleri perçinleme gayretine girmişlerdir.Hz.Peygamber'in hayatta oluşu diğer taraftan vahyin devam edişi,hadise musallat olabilecek tahrif, tashif ve vaz(uydurma) gibi her çeşit tehlikeye karşı en emin koruyuculuk görevi ifa etmiştir.

   

                                                       

 

Kur'ân-ı Kerim'de nazil olan ayetlerde ve Hz.Peygamber'den sadır olan hadislerde zaman zaman 'ilim' den 'fıkıh' veya 'tefakkuh'tan bahsedilmesi,

 sahabenin dini meselelerde bilgi sahibi ve hatta kudretleri nisbetinde bu meselelerin inceliklerine vakıf olma arzularını kamçılaşmış,bazıları mesailerini Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih ayetlerini anlamaya hasrederken, diğer bazıları da,yalnız sünnetle meşgul olmaya ve Hz. Peygamberden görüp işittikleri fiil ve sözleri toplamaya gayret sarf etmişlerdir. Bu devirde, her ne kadar Hz.Peygamber'in hayatta olması dolayısı ile, ayet ve hadislerden hüküm istihracı sahabiyi doğrudan doğruya ilgilendiren bir husus olmasa bile, bunun yollarını usul ve kaidelerini O'ndan görüp öğrenmişler, ileride O'nun yokluğu halinde toplum ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir seviyeye gelmişlerdir.Sahabenin Kur'ân ve sünnet üzerindeki bu çalışması, İslam'ın bu iki kaynağına dayalı bir

ilmin vücut bulmasına yol açmıştır.

    Ebu Hureyra'nın; 'Eğer Kur'ân'da şu iki ayet olmasaydı hiç bir hadis rivayet etmezdim' demesi sahabe arasında sünnetin nakli ile ilgili olarak yerleşmiş olan kanaati açıklaması bakımından büyük bir ehemmiyet taşır. Nitekim O'ndan rivayet olunan bir haberde şöyle denilmiştir.

    'Şahit olan gaip olana tebliğ etsin; Olabilir ki, kendisine tebliğ olunan onu işitenden daha anlayışlıdır. Bir başka rivayette de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.

    Allah bizden bir hadis işitip de onu lafzeden sonra da başkasına tebliğ eden kimseyi güzelleştirsin.Bazen ilim (fıkıh) sahabi  kimse, kendisinden daha alim olan kimseyle onu nakletmiş olur; bazen ilim (fıkıh)yüklü kimse alim (fakih) olmayabilir.   

              

                             B.HADİSLERİN YAZILMASI

 

 Hadis Kitabetinin Yasaklanması:

 

İlk devirde Hz.Peygamber'den işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, yani bir kitap halinde toplanmadığı ve yazılmadığı bir gerçektir. Hadis yazmayı yasaklayan en meşhur hadis, Ebu Said el Hudri tarafından rivayet edilmiştir. bu hadisinde Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur; "Benden (bir şey) yazmayınız. Kim benden Kur'an dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden rivayet ediniz, bir beis yoktur. Kim benim üzerime kasten yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın".Hz.Peygamberin, hadislerin yazılmasını iyi karşılamadığını gösteren bir başka haber Ebu Hurayra'dan gelmiştir.; "Biz hadis yazarken Hz.Peygamber yanımıza geldi ve yazdığınız şey nedir?dedi. senden işittiğimiz hadisler dedik. Hz.Peygamber, Allah'ın kitabından başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah'ın kitabı yanında başka kitapları yazdıkları için dalalete düştüler, dedi."

                                                                  

 

 

 

Yasak Kararının Kaldırılması:

 

ı.Yazı: İslamiyet'in ilk devirlerinde yazı tam manasıyla inkişaf etmemişti ve yazı bilenlerin sayısı da son derece azdı. fakat Hz.Peygamber'in, ashabını hadis yazmaktan men etmesi üzerinde, her halde yazı bilenlerin azlığından ziyade yazının tam olarak inkişaf  etmemiş ve yazı bilenlerin de hatadan salim olarak yazamamış olmamaları rol oynamış olacaktır.

ıı.Kur'anla karışma tehlikesi: Arapların çoğunun fakir olmamalarını, Kur'an ayetleriyle diğer elfazı birbirinden ayırt edememeleri , Kur'an'a idhal edilecek herhangi bir lafzı Allah kelamı zannetme tehlikesine maruz bulunmalarını belli başlı sebepler olarak ileri sürer.

 

Yasağın Kaldırılması:

 

  İşlamiyet'in Araplar arasında günden güne kuvvet kazanması, İslam ülkesinin Mekke ve Medine hudutlarını aşıp geniş bir sahayı kaplaması, buna paralel olarak müslümanlar arasında yazı bilenlerin çoğalması ve yazının inkişafı, çok kısa bir zamanda bu günün insanlarını bile hayrete düşürecek bir şekilde süratlenmişti.

  Kur'an'dan nazil olan ayetler, vahiy katipleri tarafından muntazam kaydediliyor, bununla da iktifa olunmayarak hafizlar tarafından hıfzediliyordu. Artık Kur'an'ın kaybolma tehlikesi, yazılması ve hıfzedilmesiyle ortadan kalkıyordu. Böyle bir durumda hadislerin de yazılmasında bir mahsur kalmıyordu. İslamiyetin intişariyle birlikte daha geniş bir düşünce sahasına kavuşan sahabe, her gün bira daha geçmiş günlerin cehaletinden kendisini kurtarıyor, ayet ve hadisi birbirinden ayırt edebilecek bir kültüre doğru süratle ilerliyordu. İşte biz bundan sonradır ki Hz.Peygaber'in hadis yazanlara mani olmadığını, yazmak isteyenlere izin verdiğini, hadislerini hıfzedemeyenlerin şikayetleri karşısında yazmalarını tavsiye ettiğini görüyoruz.

  Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir habere göre, ismi açıklanmayan bir şahıs, Hz.Peygamber'e hafızasından şikayet etmiş, Hz.Peygamber de onun "Elinden yardım iste;yani yaz."demiştir.

  Radi bin Hadic de, hadis yazmak için Hz.Peygamber'den izin istemiş ve "Ya Resullallah, senden bir çok şeyler istiyoruz; onları yazalım mı?" demiş,Hz.Peygamber de "Yazınız, bir beis yoktur." cevabını vermiştir.

 

 

 

 

İlk Yazılı Hadisler

 

I.Hz.Peygamberin Diplomatik Mektupları: Hangi maksatla olursa olsun Hz.Peygamber tarafından yazılan veya yazdırılan bir vasikayı, hadisin kapsamı içerisinde müteala etmek kadar tabii bir şey olmamak gerekir. Nasıl ki huzurunda işlenen bir fiil ya da söylenen bir söz, O'nun tarafından tasvip gördüğü müddetçe takriri sünnetten sayılmış ve hadi olarak rivayet edilmiştir. Onun  imzasını taşıyan bir mektubu da, yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiç bir sebep yoktur. Hz.Peygamber'in Bizans İmparatorun'a, Acem Kisrası'na veya Mısırlı Mukavkıs'a ve Habeş Necaşi'ye yazdığı mektuplar islam tarihinde pek meşhurdur.Fakat bunların dışında,yazılmış daha yüzlerce vesika vardır ve bu vesikaların yazılış sebepleri yahut konuları farklıdır. Bunları şöyle sıralayabiliriz 1.Yeni anlaşmalar veya daha önceden yapılmış anlaşmaların yenilenmesi. 2.İslama davet. 3.Memur tayinleri, vazifelerinin tespiti ve bu vazifelerin ifasında davranış şekilleri. 4.Arazi ve bu arazilerin gelirlerinden atiyyeler. 5.Eman ve tavsiye mektupları 6.Bazı kimseler hakkındaki istina teşkil eden hükümlerin tespiti. 7.Hz Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili müteferrikat.

 

  II.Sadakat Hadisleri:

 

  1.Amr ibn Hazm 'den Rivayet Edilen Sadakat: Kaynaklar, Hz. Peygamberin, sünneti ihtiva eden bir kitap yazarak Amr ibn Hazm vasıtasıyla Yemen'e gönderdiğini ve Amr ibn Hazm'ın da bu kitabı Yemen ahalisine okuduğunu zikrederler.Yine bu kitap feraiz, semen ve diyet hükümlerini ihtiva etmektedir. Ravilerden birinin zayıflığına istinaden Amr ibn Hazm'dan rivayet edilen sadakat hadislerini reddetmek ve onların hiç bir asla dayanmadığını ileri sürmek mümkün değildir. Yapılması gereken iş bu hadisleri teyit edecek başka rivayetlerin de bulunup bulunmadığını araştırmaktır.    

2.Halife Ebu Bekir'den Rivayet Edilen Sadakat:Hz.Peygamber hayatının sonlarına doğru kılıcının kını üzerine yazmış olduğu sadakat ahkamını valilerine göndermeden vefat etmişti.Ebu Bekir'in hilafete geçmesi üzerine bu kılıç ona intikal etmiş,o da Enes bin Maliki Bahreyn'e gönderdiği zaman, kılıç üzerine yazılı sadakat ahkamını yazıp ona vermiş ve bu ahkam ile amel etmesini istemiştir.

3.Halife Ömer'den Rivayet Edilen Sadakat: Abdullah'tan rivayet ettiği bir haberden öğrendiğimize göre "Hz.Peygamber sadakatı yazdıktan sonra vefat etmişti. Sonradan bu kitap Ebu Bekir'e kalmış ve onunla amel etmiştir. Ebu Bekir 'in vefatından sonra da Ömer aynı kitapla amel etti. Nafi'in Abdullah ibn Ömer'den naklettiği bir başka haber ise bu hususu teyit etmektedir.İbni Ömer, Ömer ibnül Hattab'ın kılıcında bir sahife bulmuştur bu sahifede uzunluğu ile sadakat hadisleri vardır.

  Sadakat hadislerinin sıhhatini kabul ettikten sonra, bu açıklamalardan hadis kitabeti yönünden çıkartılabilecek bazı neticelere işaret etmek faydadan hali olmayacaktır.

     a.Hz.Peygamber daha başlangıçta, dini hükümlerin müslümanlara arasında neşri için yazıya başvurmuştur.Bu husus yazının hafızaya nispetle çok daha emin bir muhafaza vasıta oluşunun Hz.Peygamber tarafından da teslim edildiğini gösterir.

    b.Gerek Amr ibn Hazm'dan ve gerekse Ebu Bekr ve Ömer'den gelen yazılı hadis vesikaları hadislerin tedvin edildiği devre kadar yine yazılı olarak nakledilmiştir.Bu hususta onların daha sağlam bir yolla hadis kitaplarına girmiş olduklarına delalet eder.Bugün elde mevcut kaynaklarda, bu hadislerle ilgili fazla malumat bulunamıyorsa, bunun sebebi ilk müdevvenatın zamanımıza kadar ulaşmamış olmasında aramak lazımdır.

    c.Hz.Peygamber'in hadis kitabetine müsaade etmiş olmasına rağmen bunu hoş karşılamayanların bulunduğu bir devirde sadakat hadisleri yazılı olarak muhafaza edilmiştir. Bu haklı olarak şu suali akla getirmektedir:acaba bu hadisler yanında,sahabe tarafından yazılmış ve yine yazılı bir şekilde muhafaza edilmiş başka hadisler de var mıdır? Kaynaklarda bu suale cevap teşkil edecek bazı notlara rastlamak mümkündür.

 

Hadis Sahifeleri                  

 

a.Ebu Bekir ve Ömer'in Denemeleri: Ebu Bekr ve Ömer İbnül Hattab'ın sünene ait hadisleri yazmaya teşebbüs ettiklerini,hatta Ebu Bekir'in 500 kadar hadisi bir kitapta topladığını fakat bazı sebepler dolayısıyla bu kitabı imha ettiğini belirten haberler vardır. Keza Ömer ibn'ül Hattab da bir sünen yazmak için ashab ile istişarede bulunmuş çoğu onun bu düşüncesini iyi karşılamakla beraber, bir ay geçtikten sonra istiharede bulunduktan sonra bu düşünceden vazgeçmiştir.

  Yine haberlerden öğrendiğimize göre Ebu Bekir'in yazmış olduğu kitabı imha etmesine sebep,hadislerin kendisinden sonra aslına uygun olarak nakledilmeme

leri korkusudur. Ömer ibn'ül Hattab ise sünen yazmaktan vazgeçmesi sebebini şöyle açıklamıştır; "Size sünen kitabından bahsetmiştim,sonradan düşündüm ki sizden önceki ehli kitap ,Kitabullah'tan başka kitaplar yazmışlar,o kitaplar üzerine düşerek Allah'ın Kitabını terk etmişlerdi.

Ben yemin ederim ki Allah'ın Kitabını hiçbir şekilde gölgelemem.

 

   b.Abdullah İbn Amr İbni'l Âs'ın Sahifesi:

   Bu sahife ile ilgili olarak Mücahid'in şöyle dediği rivayet olunur: Abdullah İbn Amr'ın yanına girdim.Başının altındaki sahifeyi gördüm. O; Bu  Rasulullah'tan işittiğim sahife sadıkadır. Benimle Hz. Peygamber arasında hiç bir vasıta yoktur.Kitabullah ve bu sahife, benim için kesin olduktan sonra, artık başka şeyler beni ilgilendirmez, demiştir.

  

 c.Cabir ibn Abdllah'in Sahifesi:

  Hz.Peygamber'in ashabı arasında fazla hadis rivayet etmekle şöhret kazananlardan biri olan Cabir İbn Abdilah, hadis sahasında otoritedir. Halk Hz. Peygamber'in mescidinde Cabi'in etrafında bir halka teşkil ederek oturur ve ondan hadis dinlerdi.

   Bu adı geçen sahifeden Sahifetü Cabir diye bahsedilmesine rağmen, bu sahifenin aslında Süleyman İbn Kays el Yeşkuri tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır.

                                              

    d.Ali İbn Ebi Talibin Sahifesi:

    Hz.Ali'ye ait sadakat ve diyet hükümlerini ihtiva eden bir sahifesinin bulunduğu muhtelif kaynakların verdikleri haberden anlaşılır. Bu haberlerden birisine Ali bin Ebi Talip şöyle demektedir: Hz. Peygamber'den,Kur'ân'dan ve şu sahifeden başka bir şey yazmadık.Bununla beraber Ali'nin bu sahifeden başka Kur'ân ile hadisleri de topladığını ve kıymetli bir vücuda getirdiğini bize haber veren rivayetler gelmektedir.

 

    e.Semure İbn Cundeb'in Sahifesi:

    Hz.Peygamber'in ashabı içerisinde hadis yazanlardan biride Semura ibn Cundeb'dir. Hakkında geniş bilgi verilmese de onun bir hadis kitabı olduğunu MUhammed İbn Şirin'in 'Semura'nın oğulları için yazdığı risalede pek çok ilim vardı sözünden anlıyoruz.'Bu risalenin oğulları tarafından rivayet edildiğini belirten haberler de, Muhammed ibn Şirin'in sözünü teyid eder.

 

   f. Ebu Hureyre'nin Sahifesi:

    Fuzayl ibn Hasan ibn Amr'ın naklettiği haberden öğrendiğimize göre, babası Hasan ibn Amr  Ebu HUreyra'ya bir hadis okumuş, fakat Ebu Hurayra bu hadisi bilmediğini söylemiştir. Hasn ibn Amr hadisi senden işittim demesi üzerine de onu kolundan tutmuş ve eğer benden işitti isen yazılıdır diyerek evine götürmüştür. Ebu Hurayra ona bir çok klitap göstermiş ve hadisi de bunların arasından bulup çıkarmıştır.

   Hadis tarihi bakımından mühim olan husus Ebu Hurayra hayatta iken hadislerini ihtiva eden bir sahifenin Beşir ibn Nuheyk tarafından yazılmış ve Ebu Hırayra'yaarz edilmek suretiyle varsa eğer hatalarının tashih edilmiş olmasıdır.

 

   g.Abdullah İbn Abbas'ın Sahifesi:

   İbn Abbas'ın Hz.Peygamber ve ashabından topladığı hadisleri,yanında bulundurduğu levhalara yazdığın belirten haberler vardır.Bu haberlerden birisi Hz. Peygamber'in hizmetçisiSelma'dan gelir: Abdullah ibn Abbas'ı odundan yapılmış levhalarla kocam Ebu Rafi'a gelip, ondan Hz. Peygamber'in sünneti hakkında bazı şeyler yazarken gördüm. İbn Abbas böyle bir çok hadis yazmuş olacak ki , vücuda getirdiği kitaplar, oğlu Ali'ye intikal etmiştir. Ondan da diğer hadisçilere geçmiştir.

    İbn Abbas'ın nkendisi tarafından yazılmış kitapları yanında O'nun imlasıyla talebeleri tarafından yazılmış kitap ve sahifeleri de vardır. Sa'id ibn Cubeyr ,Mücahid ve İkrime İb Abbas'ın en meşhur talebeleridir.

 

    h. Abdullah İbn Ömer İbn Hattab'ın Sahifesi:    

   Hz. Peygamber'in genç ashabından biri olan Abdullah ibn Ömer'in hadis yazıp yazmadığını bilmiyoruz. Fakat elinde yazılı hadis vesikalarının bulunduğuna ve kölesi Nafi'nin oncan bir sahife rivayet ettiğine dair gelen haberler, onun da diğerleri gibi hadis yazdığına delalet eder. El Buhâri tarafından Nafi vasıtası ile nakledilen bir haberden öğrendiğimized göre'Abdullah ibn Ömer' sokağa çıkmadan önce kitaplarına bakarak aynı haberi nakleden Ez Zehebi ise 'sokak' tabiri yerine (halk) nas tabirini kullanır.Öyle anlaşılıyor ki ibn Ömer, kendisinden hadis dinlemek isteyenlerin huzuruna çıkmadan önce, kitaplarını gözden geçiriyor, ve bu suretle önceden hıfz edilmiş hadisleri bir daha hatırlamak imkanı elde etmiş oluyorduj.

 

   ı.Sad İbn Ubade'nin Sahifesi:

   Cahiliye devri katiplerinden olan Sad ibn Ubade Hz. Peygamber'in meclislerinde daima hazır bulunduğu O'ndan Kur'ân,feraiz ve şeriat ahkamı öğrendği bilinen hususlardandır. Sad İbn Ubade yaşadığı müddetçe Hz.Peygamber'in meclislerini kaçırmayarak O'ndan işittiği hadisleri yazarak bir de kitap telif etmiştir.Vefatından sonra onun kitabı hadis yazarı diğer sahabilerde de gördüğümüz gibi torunlarına intikal etmiş ve onlar tarafundan rivayet olunmıştur.

 

                             HADİSİN İLK KAYNAĞI SAHABE

    Hadis ıstılahı yönünden sahabi Hz. Peygamber'i gören her müslümana denir. Hadis tarihi bakımından Hz. Peygamber'i görmek ve O'nun sözlerini işitmek şerefine nail olan binlerce mubarek insandan kaçınınişitmiş oldukları sözleri sonraki nesiller için saklama ve rivayet edilmiş olmalarıdır.

  

SAHABE SAYISI VE HADİS RAVİLERİ:

1.Verilen rakamlara göre bu yedi kişiden en çok hadis rivayet eden 5374 hadisi ile Ebu Hureyre'dir.

2. 2630 Hadisle ikinci derec eyi işgal eden sahabi Abdullah ibn Ömer İbn Hattab'dır.

3. Enes ibn Malik 2286 hadis rivayet etmiştir.

4.Hz. Aişe 2210 hadis rivayet etmiştir.

5.Abdullah ibn Abbas 1660 hadis rivayet etmiştir.

6. 1540 hadisle Cabir bin Abdullah

7. 1170 hadisle Ebu Said EL Hudri.

 

    Medine Medresesinin teşekkülünde en büyük rolü Abdullah ibn Ömer oynamıştır.

   Mekke'de Abdullah ibn Abbas

   Kûfe'de  Abdullah ibn Mesud

   Mısır'da Abdullah Amr İbnul As

   Basra'da Ebu Musa El Eşâri ve Enes bin Malik

   Şam da ise Muaz bin Cebel, Ebud Derda VE Ubade ibn Samit de kendi medreselerinin teşekkülünde roloynamıştır.

   Malik ibn Enes'in açıkladığına göre Muhammed ibn Şirin hadis rivayetinde isnadı ilk kullanan kimsedir.

    Kaynaklardan öğrendiğimize göre Ebu Davud Et- Tayalîsiilk defa Müsned tasnif eden kimsenin o olduğu ileri sürülmüştür.

    En-Nesaî'nin sünen'inin, diğerlerinden daha sahih olduğunu ve onu sırasıyla;          

    Ebu Davud, et-Tirmizi ve İbn Mace'nin Sünen'lerinin takip ettiğini söylemişlerdir.

    El-Buharî, sahih hadisleri toplayarak onları farklı bablarına göre tasnif eden ilk hadisçilerden sayılır.

    

 

                      HADİSTE VAZ' HAREKETLERİ

  

    Mevzu Hadisin Tarifi:

    Başta islam dinine kaste edenler olmak üzere mensup oldukları siyasi fırka ve hizipleri, fıkhi mezhepleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini,peşinden gittikleri imam veya hükümdarları medh etmek halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak cami ve mescidlerde vaz ettikleri cemaatin teveccühüne nail olmak halkın dini emir ve nehiylere karşı rabetini artırmak maksadıyla din düşmanlarının yalancıların ve cahillerin uydurdukları sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmışmhadis ravilerindaen düzdükleri isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz.Peygambere iftira ve isnad ettikleri sözlere 'mevzu hadis' adı verilmiştir.

 

     Hadis Va'zınınBaşlangıcı:

    Siyasi ihtilaflar ve bu ihtilafların neticesi olarak ortaya çıkan şia ve havaric fırkaları,hadis vaz'ının başlamasında başlıca amil olmuşlardır; Çünkü her fırka kendi siyasi görüşlerini doğruluğuna halkı inandırabilmek için bu görüşleri teyid edecek dini naslara şiddetle ihtiyaç duymuşlardır.

   Nasları Kur'ân içinde ve sahih bulamadıkları zaman yeni hadisler imal etmekten başka çıkar yol görmemişlerdir.

 

                          

 

 

 HADİS ESERLERİ

 

1. Siyer ve Megazi Kitapları

2. Sünen Kitapları

3. Musannaflar

4.Cami'ler

5. Müsnedler

6. Cüzler

7. Mustahrecler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

 

 

    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                              

                                                FIKIH KAVRAMI

 

 Fıkıh kavramını şu şekilde tarif edebiliriz;Şer’i,fer’i,ameli hükümleri,tafsili delillerinden çıkararak bilmek veya Tafsili delillerden çıkarılmış şer’i hükümlerdir.Fıkıh fert ile fert, fert ile cemiyet veya devlet arasındaki münasebetleri tanzim eder ayrıca fıkıh, fert ile Allah arasındaki münasebetleri de tanzim eder.

                                  

                                                FIKIH

 

İBADAT                MUAMELAT                                          UKUBAT(CEZA)

1.Taharet              1.Akitler(Medine Huk. Borç Huk.)               1.Cinayet

2.Namaz               2.Kaza (Usul Huk.)                                        2.Hudud

3.Oruç                  3.Feraiz (Miras Huk)                                      3.Kısas

4.Hac                    4. İflas (İcra Huk.)                                         4. Ta’zir           

5.Zekat                 5. Rehin(Eşya Huk.)                                      5. Kaza (Usul)               

6.Cihat                 6. Nikah(Aile Huk.)

7.Kurban              7.Siyer(Devlet Huk)

8.Nikah                8. Zekat(Maliye Huk.)

9.Şirket                

 

    Hukuk tarihinde ilk yazılı anayasa Hz. Peygamber tarafından tanzim edilmiştir.  Bu anayasa elli iki madde halinde Hicret’in 1. yılında hazırlanmıştır.Siyasetten tamamen ayrı bir şekilde harb ve sulh hukuku yani Devletler umumi ve hususi hukuku Müslümanlara tarafından tespit ve tanzim edilmiştir.İmam Muhammed eş-Şeybani’nin es-Siyerül Kebir adlı eseri hukuk adının en eski müdevvenatidir.

    Hukuk Felsefesini de hukuk ailesine İslam Hukukları kazanmıştır.Bu konuda İmam Şafi, er Risale adlı kitap yazmıştır. Bu ilk usulü fıkıh kitabıdır. Usulü Fıkıh  bir yönüyle Hukuk Felsefesi de demektir.

 

                          HZ.PEYGAMBER DEVRİNDE FIKIH

  

1.Mekke Devri: Bu devirde vahiy itikad ve ahlak konularında iniyordu. Bu devirde fıkıhla ilgili hükümler az miktarda vazedildi. İbadetle ilgili hükümlerin bir kısmı da bu devrede tebliğ edildi. Nikah, talah, yemin konuları da bu devrede. Ayrıca devrin sonuna doğru zina, hırsızlık, öldürme konuları da yer almıştır.

2.Medine Devri: Hz.Peygamber burada İslam Devletini kurdu ve yaptığı anayasa ile Müslüman ve olmayanların adli, siyasi, mali vb. sahalarda hareket tarzını gösterdi.

 

 

 

 Bu devirdeki fıkıh kaynakları;

      1.Kur’an: Alimlere göre Kur’an’da 500 kadar ahkamla ilgili ayet bulunmaktadır.Ahkam ayetlerini tefsirini konu eden tefsir kitapları şunlardır; İmam Şafi, Ahkamul Kur’an ,Cesas, Ahkamul Kur’an,İbnül Arabi, Ahkamul Kur’an

     2.Sünnet: Bazı alimlere göre 4000 kadar hüküm ifade eden hadis rivayet edilmiştir. Hadis kitaplarının Ahkam,Kısas, Büyü vb. bölümleri ahkam hadislerini ihtiva etmektedir.Ayrıca bu nevi hadisler, ibn Hacer Askalani’nin Bulüğu’l Meram, Tehavi’nin Şerhü Meail Asar vb. eserde toplu bir şekilde yer almaktadır.

        

                                SAHABE DEVRİNDE FIKIH

 

Reyiyle en çok ictihadda bulunan sahabiler;

 

 1.Ömer              2.İbn Mes’ud         3.Hz. Ali

 

Reyle az ictihadda bulunan sahabiler ;

 

 1.Abdullah b. Ömer          2.Abdullah b. Amr           3.Abdullah b. Zübeyr

 

                  BU DEVİRDE İHTİLAFLAR VE SEBEPLERİ

 

1.Kur’anla İlgili İhtilaflar: Fakih sahabeler Kur’an nasslarını anlayıp tefsir etmekte birbirlerinden farklı görüş ve fikir ileri sürmüşlerdir.Mesela “Boşanan kadınlar,kendi kendilerine üç kur beklerler” ayetinde geçen kuru kelimesini  İbn Mesud hayız,Zeyd b.Sait tuhur olarak tefsir etmiştir.

2.Sünnetle İlgili İhtilaflar:Bu devirde sünnet tamamiyle tedvin edilmemişti.Bazı sahabilerin bir konuda bildiği bir hadisi,başka bir sahabi bazen bilmiyordu.Hadis kendine ulaşmadığı için ictihadda bulunuyordu.Sünnet kıendisine ulaştıktan sonra da sünnete muhalif ictihadını değiştiriyordu.

3. Reyle ilgili ihtilaflar: Bu devirde yine fakih sahabiler ,hükmü nasslarla sabit olmayan meselelerin hükümlerini çıkarmak üzere reye başvurmuşlar ve farklı metodlar takip ederek farklı ictihadlarda bulunmuşlardır.Bazen maslahat-ı mürsele, bazen Seddi zerayi veya başka usulleri kullanmışlardır.

 

                                    FAKİH SAHABİLER

   Iraklılar, İbn MESUD’UN,Mekkeliler İbn Abbasın, Medineliler Zeyd b. Sabit,İbn Ömer, Hz. Aişe gibi sahabilerin fetva ictihatlarıyla ilmi yüksek mertebeye ulaşmışlardır.

                              

 

               TABİUN DEVRİNDE  FIKIH

 

 

   Bu devir Hicri 40 yılında başlar yani Emevi Devletinin kuruluşundan başlar, Hicri 132 yılına kadar devam eder. Medineli Tabiiler İbn Ömer, Mekkeliler İbn Abbas, Küfeliler İbn Mesud, Mısırlılar Abdullah b. Amr’dan fıkıh öğrenmişlerdir .Böylece Tabiiler, fıkhı kendi bölgelerinde bulunan sahabilerden öğrenmişler, hüküm çıkarmada onların usullerini uygulamışlardı. Bu devirde fıkhi kaynakları şunlardı; Kitap, Sünnet, İcma, Sahabe kavli ve fetvaları, Rey.

 

                   TABİUN DEVRİNDE FIKIHİ GELİŞMELER

     Bu devirde fıkıh gelişmeleri üç madde halinde özetlenebilir.

1.Fıkıh sahasında ihtilafların devam etmesi

2.Fıkıh sahasında tedvin hareketlerini başlaması

3.Ehli Rey ve Ehli hadis mekteplerinin ortaya çıkışı

 

               TABİUN DEVRİNDE YETİŞEN FAKİHLER

    En meşhurları şunlardır;

Medine’de; Said b. Müseyyeb, En Nafi

Mekke’de; Mücahid, İkrime

Mısır’da; Yezid b. Habib, Ebul Hayr

Basra’da; Hasan el Basri, Katade

Küfe’de; Abdurrahman b. Ebi Leyla, İbrahim en Nehai

Yemen’de; Vehb b. Münebbih

Şam’da; Ömer b. Abdilaziz  

 

                 HANEFİ MEZHEBİNE AİT KİTAPLAR

1.Kasami, Bedayius Sanayi

2.Mergimani el Hidaye

3.Debusi, el Esrar

4.ibnül hümam

5.Dört metin (kenz, muhtar, mecma, vikaye)

6.ez zelei, Tebyinül Hakaik

7.İbn nüceym, el Bahrur raik

8.İbn Abidin, Reddül Muhtar

        

             

 

               MALİKİ MEZHEBİNE AİT FIKIH KİTAPLARI

1.El Bau, el Müteka

2.İbn Rüşd, Bidsyetül müctehid ve nihayetül muktesid

 

 

 

 

              ŞAFİİ MEZHEBİNE AİT KİTAPLAR

1.Müzeni,Muhtasar

2.Büveyti, Muhtasarul Kebir

3.Ebu Zekeriya Yahya b. Şeref nevevi, Minha 

4.Remli, Nihayetül Muhtac

5.Şirbini, muğril muhtac

6.İbn Hacer, Tuhfetül Muhtac

7.Gazzali, el vecizfi fıkhi Şafii

8.Şirazi, el Mühezzeb

                                      

 

                                      FIKIH MEZHEPLERİ

Sünni Mezhepler

 

Sünni Olamayan Mezhepler

Yaşayan(Hak)

Yaşamayan

Yaşayanlar(Batıl)

Hanefi

Taberi

Şia

Şafii

Servi

İmamiye

Hanbeli

Evzai

Caferiyye, İsma Aşera

Maliki

Leys b. Said

Zeyaliyye

 

Süfyan b. Üyeyne

Havaric (İbadiyye)

 

Zahiri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                KAYNAKLAR

 

   Tefsir Tarihi..............................Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu 

   Tefsir Tarihi..............................Muhsin Demirci

   Tefsir Usulü...............................Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu

   Hadis Tarihi...............................Prof. Dr. Talat koçyiğit

   Hadis usulü................................Prof. Dr. Talat Koçyiğit

   Hukukı İslamiye .......................Ömer Nasuhi Bilmen

 

   Ana Hatlarıyla İslam Hukuku....Hayreddin Karaman                 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

 

 

    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                              

                                           

 


0 Yorum - Yorum Yaz

TARİH MUTALAASI    27.03.2014

 

 

 
Fatma Dmirci
Yüksek Lisans
Özel Öğrenci
 
 
 
 

أصول الفقه :

الأصل لغة: الأَصْلُ أَسفل كل شيء، وجمعه أُصول.

والأصل: ما يستند إليه غيره ويبتني عليه.

وقيل: أصل الشَّيء ما منه الشَّيء، وقيل: ما يتفرع عليه غيره، فالأب أصل الولد، والأساس أصل للجدار، والنَّهر أصل للجدول، وسواء أكانَ الابتناء حسياً كما مُثل، أم عقلياً كابتناء المدلول على الدليل.

وقيل: منشأ الشَّيء، وقيل: ما يستند تحقق الشَّيء إليه .

وأُصُول العلوم: قواعدها التي تُبنَى عليها الأحكام .

 

مقدمة في تطور كلمة الفقه :

 

كلمة الفقه كانت معروفة في الجاهلية، بمعنى الفهم لا بمعنى العلم المخصوص، وما كانوا يستعملون لفظ فقيه أو عالم فيما استعملا فيه بعد الإسلام.

هذا ما يقوله محمد بن الحسن الثعالبي الفارسي (في كتابه) الفطر السامي في تاريخ الفقه الإسلامي...

ولكنه لم يكن شائعاً بينهم بالمعنى المخصوص وإنما الذي سجل عن العرب قولهم : جمل فقيه أي فطين بأحوال الشوق ، لأن اللغة العربية كانت تميل إلى التعبير عن المحسوسات قبل النقلة التي شهدتها بمجيء الإسلام ونزول القرآن الكريم ، فلم يكونوا يعرفون مثلاً الفاسق كما نقله الأصبهاني عن ابن الأعرابي ونص كلام ابن الأعرابي على ما نقله الجوهريُّ.

لم يسمع الفاسق في وصف الإنسان في كلام العرب، وإنما قالوا:

فسقت الرطبة خرجت عن قشرها.

قال ابن الأعرابي: "لم يسمع قط في كلام الجاهلية ولا شعرهم فاسق"...

والفقه من هذه الألفاظ التي تطورت تطوراً ملموساً منذ ظهور الإسلام ففي الصدر الأول استعملت كلمة الفقه في النصوص الشرعية لمعنيين:

أولُهما: الفهم الذي ينصف به الشخص.

وثانيهما: النصوص الشَرْعِيَّة.

فمن الأول قوله تعالى: {قالوا يا شعيب ما نفقه كثيراً مما تقول} (1)

ومن {ولكن لا تفقهون تسبيحهم}(2)

ومنه {أنظر كيف نصرف الآيات لعلهم يفقهون}(3)

ومن السنة: قول النبي صلى الله عليه وسلم في دعائه لابن عباس: ((اللهم فقهه في الدين..)) الحديث، متفق عليه(4)

فهو محتمل للمعنيين أي معنى الفهم ومعنى العلم بنصُوص الشريعة...

ومن المعنى الأول قول علي رضي الله عنه لابن الكوَّاء وقد سأله عن قوله تعالى: {والذاريات ذروا فالحاملات وقرا} قال له: ويحك اسأل تفقهاً ولا تسأل تعنتاً(5)

ثانيهما: النصوص الشرعيَّة ومنه قوله صلى الله عليه وسلم: ((رب حامل فقه غير فقيه ورب حامل فقه إلى من هو أفقه منه))(6) ، وهو جزءٌ من حديث أخرجه أحمد في المسند والترمذي وقال صحيح.

وابن حبان وصححه، والحاكم وصححه..

ومنه قول عمر بن الخطاب رضي الله عنه: ((تفقهوا قبل أن تسوَّدوا)) (7) .

قال أبو عبدالله – البخاري –: "وبعد أن تسودوا وقد تعلم أصحاب النبي صلى الله عليه وسلم بعد كبر سنهم".

بعد هذه المقدمة القصيرة عن معنى الفقه في القرآن والسنة، نستنتج أن الفقه بمعنى المعلوم، كانت تغطى علوم الدين كلها من عقيدة وأحكام عبادات ومعاملات، وحدود، كما تغطى أدلتها من كتاب وسنة، كل ذلك يعتبر فقهاً، لأنها متعلقه بالدين، والدين كما هو معروف إذا أطلق فإنه يدل على الإسلام والإيمان والإحسان، ومع ذلك فنحن نلاحظ استعمال كلمة الفقه، في بعض الآثار الواردة عن بعض السلف في عصر الصحابة، بجانب الكتاب والسنة، مما يشير إلى شيء خاص وليس حَتْماً منافياً ولكنه على كل حال زائد على حرفية النص، فمن ذلك قول ابن عباس رضي الله عنهما: "أفضل الجهاد من بنى مسجداً يعلم فيه القرآن والفقه والسنة"(8) . رواه شريك عن ليث ابن سليم بن يحيى ابن أبي كثير عن علي الأزدي، قال: أردت الجهاد فأتيت ابن عباس فقال لي: ((ألا أدلك على ما هو خير تأتي مسجداً فتقرأ فيه القرآن وتعلم فيه الفقه))(9) .

وهذا يدل على أن الفقه بدأ في تمثيل مصطلح خاص متميز في أيام الصحابة، وذلك راجع إلى ظهور مسائل اجتهادية، كمسألة ميراث الجد مع الأخوة، ومسألة أراضي العراق وغيرها من أرض الخراج ومسألة درء الحد عمن ولدت لستة أشهر، وغيرها من المسائل التي تستدعي الاجتهاد وأعمال النظر، وظهور هذه المسائل كان نتيجة لتلاحق التطورات في المجتمع الإسلامي الذي اتسعت رقعته ، ثم تفرق الصحابة في الأقطار والأصقاع كل واحد يحمل معه من السنة ما وعي، ليفتي ويقضي حسب ما سمع وبقدر ما فهم فاختلفت بعض الآراء في المسائل الفقهية، إلا أنهم حفظوا من الاختلاف في مسائل العقيدة. فبرزت الحاجة للنظر في المصدرالثاني من مصادر الشريعة وهو السنة، فكان أول جمع لها بأمر أمير المؤمنين عمر بن عبدالعزيز في نهاية القرن الأول الهجري وبداية القرن الثاني حيث كتب إلى عامله في المدينة المنورة، أن يجمع السنة ثم تبارى العلماء في جمع الحديث وتصحيحه وتنقيحه .

فمن أوائل الكتب التي وصلت من السلف إلى الخلف صحيفة همام ابن منبه المتوفي سنة 132هـ ومسند أبي حنيفة ت150هـ وموطأ مالك بن أنس سنة 179هـ ومسند أبي داود الطيالسي المتوفي 204هـ. ومسند الشافعي المتوفي 204هـ وهكذا توالت كتب الحديث من جوامع وسنن ومسانيد ومستخرجات ومستدركات.

وفي نفس الوقت تقريباً، اهتم العلماء باستخراج المسائل الفقهية وتجريدها بعد تحرير الناسخ والمنسوخ والعام والخاص والمطلق والمقيد، فتكونت مدارس فقهية في الحجاز والعراق ومصر وكثرت الآراء واتسعت القضايا وتباينت الفتوى، وظهرت مسائل استنباطية معزوة إلى أصحابها الذين لم يعودوا مجرد مفتين، وإنما مؤسسو مدارس يشار إليهم بالبنان، نظراً لرسوخ أقدامهم في العلم ودقة مداركهم في الفهم، فألفت المدونات، كمدونة ابن القاسم التي نقلها عن مالك، وكتاب الأم للشافعي، وغيرهما من الكتب التي تعتني بالمسائل الفقهية الاستنباطية، وكان الأمر يقتضي وضع قواعد، ومناهج ليسلكها السالكون في التعامل مع النصوص، واستنباط المسائل منها.

وسميت هذه المسائل الجديدة فقهاً، وأخذت القواعد التي تحكم كيفية الاستنباط والتعامل مع النصوص اسم أصول الفقه.

هذه الأطوار التي مرت بها الشريعة من عهد الصحابة الذين جمعوا القرآن الكريم وجمعوا الناس على مصحف واحد، وعهد التابعين الذين بدأوا مسيرة جمع السنة، والذين من بعدهم من الأئمة الذين اجتهدوا في استخراج المسائل واستنباطها، كل ذلك قد أثر في تطور معنى كلمة فقه، وبدون شك فإن هذا قد خلف ظلالاً على تعامل العلماء من بعدهم، مع تعريف هذه الكلمة وتحديد مفهومها الدقيق .

 

تعريف الأصوليين للفقه

اختلف الأصوليون في تعريف الفقه على أربعة أقوال :

1 - فذهب بعضهم إلى أن الفقه مرادف للعلم بالشريعة أي أنه شامل للعلم بالأحكام الثابتة بالنصوص القطعية، أو تلك الثابتة بالطرق الظنية.

2 - وذهب بعضهم إلى أنه الثابت بالنصوص القطعية فقط.

3 - وذهب الجمهور إلى أنه العلم بالأحكام المستفادة عن طريق الاستنباط والاجتهاد.

4 - وذهب فريق رابع إلى أنه: العلم بالأحكام الشرعية العملية المكتسبة عن طريق الأدلة التفصيلية (10)

 

الفرق بين الفقه وأصول الفقه : (11)


من الممكن ان نلخص الفرق بين الفقه وأصول الفقه في الأمور الأربعة الآتية :

 1- التعريف : حيث عرف الفقه بأنه العلم بالأحكام الشرعية العملية المكتسب من أدلتها التفصيلية . بينما عرف أصول الفقه بأنه العلم بالقواعد التي يتوصل بها الى استنباط الأحكام الشرعية العملية من أدلتها التفصيلية ، اي ان أصول الفقه علم وضع لمعرفة الفقه واستنباط أحكامه .

2- الموضوع : إذ الموضوع في الفقه هو أفعال العباد من حيث تعلق الأحكام الشرعية بها . بينما ان موضوع أصول الفقه هو الأدلة الإجمالية، أو الادلة الاجمالية مع الأحكام .

فنجد الفقه يستمد مباحثه من الأدلة الشرعية كالكتاب والسنة والاجماع وغيرها
3- المصدر :
بينما نرى ان أصول الفقه يستمد مباحثه من ثلاثة اشياء :

1) اللغة العربية : لأن الكتاب والسنة وردا بتلك اللغة ، والاستدلال بهما متوقف على معرفة اللغة من حقيقة ومجاز وعموم وخصوص واطلاق وتقييد وغير ذلك .

2) علم الكلام : لأن البحث في الكتاب والسنة والاجماع وغيرها واثبات حجيتها يتطلب اولاً تصديق الرسول، صلى الله عليه وسلم، والايمان بما جاء به ، وهو أمر يلي معرفة الله تعالى والاعتقاد بوحدانيته بأدلة حدوث العالم وعجائب الكون مما هو من مواضيع ذلك العلم .

3) الأحكام الشرعية : أى من حيث تصورها ، لا من حيث اثباتها او ‏نفيها ، وذلك لأن المقصود من علم أصول الفقه هو اثبات الأحكام الشرعية أو نفيها من حيث أنها مدلولة للأدلة ومستفادة منها، ولا يمكن اثبات الحكم ولا نفيه بدون تصوره ، فأصول الفقه مستمد من الأحكام بمعنى تصورها لا بمعنى اثباتها أو نفيها ، لأن العلم بإثباتها أو نفيها ثمرة له و فائدة ، وما كان فائدة للشي ، فهو متأخر في حصوله عنه ، فلو كان علم الأصول مستمداً من الأحكام بمعنى العلم بإثباتها أو نفيها للزم الدور .

4- الغاية : فالغاية من الفقه ودراسته هي الفوز بالسعادة في الدنيا والآخرة باتباع الأوامر واجتناب النواهي بينما ذكرنا ان الغاية من علم أصول الفقه هي تطبيق قواعده على الأدلة التفصيلية لاستنباط الأحكام الشرعية من تلك الأدلة ، وكذلك التعرف على الأسس التي بنيت عليها تلك الأحكام ، والمقارنة بين آراء ‏الفقهاء و المجتهدين ، و ترجيح بعضها على بعض .

 

 

 

أصول التفسير :

 

 المبحث الأول: تعريف علم أصول التفسير وبيان مكانته وفضله

التفسير اصطلاحا: علم يفهم به كتاب الله تعالى المنزل على نبيه محمد صلى الله عليه وسلم وبيان معانيه واستخراج أحكامه وحكمه. وأما أصول التفسير اصطلاحا: فهي القواعد والأسس التي يقوم عليها علم التفسير وتشمل ما يتعلق بالمفسر من شروط وآداب وما يتعلق بالتفسير من قواعد وطرق ومناهج وما إلى ذلك .
وغاية هذا العلم ضبط التفسير بوضع القواعد الصحيحة والطرق السليمة والمناهج السديدة للتفسير، والشروط المحكمة والآداب الفريدة للمفسر، ولهذا العلم فوائد كثيرة من السهل حصرها، وفضله ومكانته كبيرة وشرف عظيم، ذلك أن شرف العلم من شرف المعلوم، وأصول التفسير تبحث في علم التفسير ، وموضوع هذا العلم هو القرآن الكريم وهو خير الكلام لأنه كلام الله تعالى، فلا عجب أن تكون أصول التفسير من أشرف العلوم وأعلاها مكانة وأكثرها فضلا

 المبحث الثاني: نشأة علم التفسير ومراحله

وفي هذا المبحث يقول: (جرت سنة الله تعالى في إرسال الرسل وإنزال الكتب أن يبعث لكل أمة نبيا بلسان قومه وأن يكون كتابه بلسانهم، قال تعالى: ﴿وما أرسلنا من رسول إلا بلسان قومه ليبين لهم﴾
إلى أن قال: ( وكان القوم عربا خلصا يفهمون القرآن الكريم بمقتضى السليقة العربية واللسان العربي، غير أن القرآن يعلو على سائر كلام العرب بألفاظه وأساليبه اللغوية والبلاغية فضلا عن معانيه، ولذا فقد كانوا يتفاوتون في فهمه وإدراكه... فإن أشكل عليهم لفظ أو غمض عليهم مرمى ولم يجدوا من يفسره لهم سألوا الرسول صلى الله عليه وسلم فبينه لهم. وبهذا نشأ علم التفسير ثم مر بمراحل أبرزها :

 المرحلة الأولى: التفسير في عهد الرسول صلى الله عليه وسلم

وفي هذه المرحلة كان الصحابة رضي الله عنهم يرجعون إلى الرسول صلى الله عليه وسلم فيما أشكل عليهم فهمه من القرآن فيجدون الجواب الشافي، وقد اختلف العلماء في مقدار ما فسره الرسول صلى الله عليه وسلم من القرآن على قولين: الأول: أنه صلى الله عليه وسلم بيّن لأصحابه معاني القرآن كما بين لهم ألفاظه. والثاني: أن الرسول صلى الله عليه وسلم لم يبين لأصحابه إلا القليل من معاني الآيات .

وفي هذا رجّح رأيا بقوله: (والذي أراه أن الرسول صلى الله عليه وسلم لم يبين معاني كل الآيات القرآنية) .

منهج الرسول صلى الله عليه وسلم في التفسير: لم يكن الرسول صلى الله عليه وسلم يطنب في تفسير الآية أو يخرج إلى ما لا فائدة في معرفته ولا ثمرة في إدراكه، فكان جل تفسيره صلى الله عليه وسلم بيانا لمجمل، أو توضيحا لمشكَل، أو تخصيصا لعام، أو تقييدا لمطلق أو بيانا لمعنى لفظ أو متعلقه .

  المرحلة الثانية: التفسير في عهد الصحابة رضي الله عنهم

كانوا رضوان الله عليهم أجمعين إذا خفي عليهم معنى أو دق عليهم مرمى رجعوا إلى الرسول صلى الله عليه وسلم فبين لهم ذلك ووضحه، وإن لم يتيسر لهم ذلك راجعوا اجتهاداتهم وكان التفاوت بينهم واضحا في هذه الرتبة، فكان بعضهم يرجع إلى بعض، إذ التفاوت بينهم راجع إلى التفاوت في قوة الفهم والإدراك، وفيما أحاط بالآية من ظروف وملابسات ، وقد تميز تفسيرهم بمزايا منها :

1- قلة الأخذ بالإسرائيليات .

2- لم يشمل تفسيرهم القرآن كله .

 3- لا يتكلفون التفسير ولا يتعمقون فيه تعمقا مذموما .

4- قلة تدوينهم للتفسير وأن أغلب ما روي عنهم كان بالرواية والتلقين وليس بالتدوين .

منهج الصحابة رضي الله عنهم في التفسير:

يقوم منهجهم على ثلاثة أسس :

 الأول: تفسير القرآن بالقرآن: فإن من آيات القرآن ما جاء مجملا في موضع و مبينا في موضع آخر، وموجزا في موضع ومفصلا في موضع آخر، ومطلقا في موضع ومقيدا في موضع آخر، ومثل هذا يفسر بعضه بعضا .

الثاني: تفسير القرآن بأقوال النبي صلى الله عليه وسلم: وقد أفردت كتب السنة بابا للتفسير بالمأثور ذكرت فيه كثيرا من التفسير النبوي للقرآن الكريم .

الثالث: الاجتهاد والاستنباط: فإن لم يعثر الصحابة رضي الله عنهم على التفسير لا في القرآن ولا في السنة اجتهدوا رأيهم، ولأنهم عربا خلّص شاهدوا التنزيل وحضروه كانوا أحرى وأجدر بذلك. وقد أثر عنهم أنهم كانت لهم ثلاث مدارس في التفسير، مدرسة ابن مسعود رضي الله عنه في الكوفة، ومدرسة عبد الله بن عباس رضي الله عنهما في مكة، ومدرسة أبي بن كعب رضي الله عنه في المدينة .

أما عن حكم تفسير الصحابي فينقسم إلى قسمين: - إذا كان مما ليس للرأي فيه مجال كالأمور الغيبية، وأسباب النزول ونحوها فله حكم المرفوع يجب الأخذ به. –وإذا كان غير ذلك مما يرجع إلى اجتهاد الصحابي فهو موقوف عليه ما دام لم يسنده إلى الرسول صلى الله عليه وسلم، وأوجب بعض العلماء الأخذ بموقف الصحابي لما شاهدوه من القرائن والأحوال التي اختصوا بها وليست لغيرهم .

المرحلة الثالثة: التفسير في عهد التابعين رحمهم الله تعالى

لم يكن ثمة فارق كبير بين منهج الصحابة رضي الله عنهم ومنهج التابعين، فقد تلقى التابعون تفسيرهم من الصحابة رضي الله عنهم وكانوا يتحرجون من التفسير كما تحرج الصحابة رضي الله عنهم، فهذا سعيد بن المسيب رحمه الله تعالى كان إذا سئل عن تفسير آية من القرآن سكت كأن لم يسمع. ومن أشهر المفسرين من التابعين مجاهد بن جبر وسعيد بن جبير وعطاء وعكرمة والحسن البصري وزيد بن أسلم وقتادة وعامر الشعبي وغيرهم .

حكم تفسير التابعي: فقد اختلف العلماء في الرجوع إلى تفسير التابعي للآية إذا لم يرد تفسيرها عن الرسول صلى الله عليه وسلم ولا عن أحد من أصحابه رضي الله عنهم، فطائفة ذهبت إلى أنه لا يجب الأخذ بتفسير التابعي لأنه لم يسمع من النبي صلى الله عليه وسلم وأنهم لم يشاهدوا القرائن والأحوال التي نزل عليها القرآن وأن عدالة التابعين غير منصوص عليها كما نص على عدالة الصحابي. وطائفة قالت وهم أكثر المفسرين: أنه يؤخذ بقول التابعي في التفسير إذا لم نجد تفسيرها في السنة ولا في أقوال الصحابة لأنهم تلقوا التفسير عن الصحابة وحضروا مجالسهم ونهلوا من علمهم .

والرأي الراجح: التفصيل كما قال ابن تيمية رحمه الله تعالى: "فإن أجمعوا على تفسير واحد وجب الأخذ به ولا يرتاب في كونه حجة " .

 المرحلة الرابعة: التفسير في عهد التدوين

وقد بدأ عصر التدوين في أواخر القرن الأول الهجري حيث دون الحديث النبوي الشريف بمختلف موضوعاته وأبواب، ونستطيع أن نقول أن تدوين التفسير مرّ بأربع مراحل حتى استوى على سوقه وأنتجت لنا مؤلفات في التفسير بالمأثور والتفسير بالرأي .

 

 المحبث الرابع: أساليب التفسير

أساليب التفسير الأربعة هي : التفسير التحليلي ، والتفسير الإجمالي ، والتفسير المقارن ، والتفسير الموضوعي .

التفسير التحليلي: وهو الأسلوب الذي يتتبع فيه المفسر الآيات حسب ترتيب المصحف سواء تناول جملة من الآيات متتابعة أو سورة كاملة أو القرآن كله، ويبين ما يتعلق بكل آية من معاني ألفاظها، ووجوه البلاغة فيها وأسباب نزولها وأحكامها ومعناها ونحو ذلك .

التفسير الإجمالي: وهو الأسلوب الذي يعمد فيه المفسر إلى الآيات القرآنية حسب ترتيب المصحف فيبين معاني الجمل فيها متتبعا ما ترمي إليه الجمل من أهداف، ويصوغ ذلك بعبارات من ألفاظه ليسهل فهمها وتتضح مقاصدها للقارئ والمستمع .

التفسير المقارن: وهو الذي يعمد المفسر فيه إلى الآية أو الآيات فيجمع ما حول موضوعها من نصوص سواء كانت نصوصا قرآنية أخرى، أو نصوصا حديثية، أو للصحابة، أو للتابعين، أو للمفسرين، أو كتب سماوية، ثم يقارن بين هذه النصوص، ويوازن بين الآراء ويستعرض الأدلة، ويبين الراجح وينقض المرجوح. وفي هذا النوع من التفسير فوائد زوائد حيث تكون المقارنة بين نص قرآني وبين نص في التوراة، أو نص في الإنجيل لإظهار فضل القرآن، ومزيته، وهيمنته على الكتب السابقة، وكشف وجوه التحريف والتبديل فيها، فيما وقع فيه اختلاف، وتوضيح المعنى القرآني وجلاء بعض معانيه وتكملة المشهد الذي يتناوله النص القرآني فيما وقع الاتفاق فيه بين القرآن والكتب السابقة .

التفسير الموضوعي: وهو أسلوب لا يفسر فيه صاحبه الآيات القرآنية حسب ترتيب المصحف بل يجمع كل الآيات القرآنية التي تتحدث عن موضوع واحد فيفسرها مجتمعة ويستنبط الحكم المشترك منها ومقاصد القرآن فيها، وقيل هو علم يتناول القضايا حسب مقاصد القرآن العليا من خلال سورة أو أكثر .

 المبحث الخامس: طرق التفسير

معلوم أن الصحابة رضي الله عنهم عربا خلصا يفهمون القرآن بمقتضى اللغة، لكن اللغة وحدها لا تكفي لفهم معاني بعض الآيات، بل لا بد من معرفة ما يحيط بالآية من أحداث وملابسات، كأسباب النزول والناسخ والمنسوخ، والعموم والخصوص وغير ذلك، فضلا عن القدرة على الاستنباط ودقة الفهم. ولهذا فقد كان تنافس الصحابة رضي الله عنهم والمسلمون من بعدهم في التدبر في آيات القرآن، وبيان معانيه، واستنباط حكمه وأحكامه فإن وجدوا في القرآن ما يفسر بعضه بعضا أخذوا به وإلا رجعوا إلى سنة الرسول صلى الله عليه وسلم، فإن لم يجدوا وإلا رجعوا على أقوال الصحابة رضي الله عنهم فإن أعياهم ذلك اجتهدوا رأيهم. وبهذا يظهر أن طرق التفسير ومصادره تنقسم إلى طريقين:التفسير بالمأثور والتفسير بالرأي. لنتناول ذلك بشيء من البيان

 أولا : التفسير بالمأثور: والمراد به ما جاء في القرآن الكريم نفسه من البيان والتفصيل لبعض آياته، وما نقل عن الرسول صلى الله عليه وسلم وما نقل عن أصحابه رضي الله عنهم من ذلك واختلفوا فيما نقل عن التابعين .

وللتفسير بالمأثور فضل ومكانة على باقي أنواع التفاسير الأخرى لأنه إما أن يكون تفسيرا للقرآن بكلام الله تعالى فهو أعلم بمراده، وإما أن يكون تفسيرا له بكلام الرسول صلى الله عليه وسلم فهو المبين لكلام الله تعالى، وإما أن يكون بأقوال الصحابة فهم الذين شاهدوا التنزيل بقرائنه وأحواله وهم أهل اللسان .

مع التنبيه أن التفسير بالمأثور قد دخله الوضع وسرى فيه الدس والخرافات وذلك لأسباب ،      والتفسير بالمأثور نوعان :

: أحدهما ما توافرت الأدلة على صحته وقبوله ، وثانيهما ما لم يصح بسب الدس والوضع وهذا وجب رده ولا يجوز قبوله ولا الاشتغال به إلا لتمحيصه أو التنبيه إلى ضلاله حتى لا يغتر به أحد .

مصادره: للتفسير بالمأثور مصادر وتسمى طرق التفسير وهي التي يعتمدها ويصدر عنها

أولها : القرآن وهو أصح طرق التفسير، قال ابن تيمية رحمه الله تعالى في مقدمة أصول التفسير: "أصح الطرق في ذلك أن يفسر القرآن بالقرآن، فما أُجمِل في مكان فإنه قد فسر في موضع آخر، وما اختصر في مكان فقد بسط في موضع آخر" .

ثانيها : السنة النبوية قال ابن تيمية رحمه الله تعالى: «فإن أعياك ذلك- يعني تفسير القرآن بالقرآن- فعليك بالسنة فإنها شارحة للقرآن وموضحة له، بل قد قال الإمام أبو عبد الله محمد بن إدريس الشافعي: «كل ما حكم به رسول الله صلى الله عليه وسلم فهو مما فهمه من القرآن». وقال الإمام أحمد رحمه الله «السنة تفسر الكتاب وتبينه». وعلى هذا فأوجه بيان السنة للكتاب: أن السنة تبين ما أجمل في القرآن وتوضح المشكَل وتخصص العام وتقيد المطلق، وبهذا يظهر أن السنة النبوية أهم مصادر التفسير بالمأثور مع القرآن الكريم .

ثالثها : تفسير الصحابي رضي الله عنه: قال ابن تيمية رحمه الله: " وحينئذ إذا لم تجد التفسير في القرآن ولا في السنة رجعت في ذلك إلى أقوال الصحابة فإنهم أدرى بذلك لما شاهدوه من القرائن والأحوال التي اختصوا بها، ولما لهم من الفهم التام، والعلم الصحيح لا سيما علماؤهم وكبراؤهم " .

رابعها : تفسير التابعين رحمهم الله تعالى فإن لم تجد تفسيرا فيما سبق ذكره آن إذن أن ترجع إلى أقوال التابعين ، وهذا ما قاله ابن تيمية : " فقد رجع كثير من الأئمة في ذلك إلى أقوال التابعين كمجاهد بن جبر فإنه آية في التفسير .. وكسعيد بن جبير وعكرمة .. " .

حكم التفسير بالمأثور : يجب الأخذ به ولا يجوز العدول عنه إذا صح .

 ثانيا التفسير بالرأي: والمراد به الاجتهاد، وعليه فالتفسير بالرأي عبارة عن تفسير القرآن بالاجتهاد .

وقد يبذل المفسر جهده وتتوافر فيه شروط المفسر فيُحمد تفسيره، وقد يكون صاحب هوى أو لا تتوفر فيه الشروط فيذم تفسيره . وبهذا يظهر أن التفسير بالرأي ينقسم إلى قسمين : الأول التفسير بالرأي المحمود وهو التفسير المستمد من القرآن ومن سنة الرسول صلى الله عليه وسلم وكان صاحبه عالما باللغة العربية، خبيرا بأساليبها، عالما بقواعد الشريعة وأصولها ومقاصدها، والمفسر هاهنا يبذل جهده ووسعه في فهم النص القرآني وإدراك معناه مستندا إلى اللغة، والنصوص، والأدلة الشرعية. وقد أجازه العلماء.

 الثاني التفسير بالرأي المذموم وهو التفسير بمجرد الرأي والهوى ولا يستند صاحبه إلى نصوص الشريعة وأكثر الذين فسروا القرآن بمجرد الرأي هو أهل البدع والمذاهب الباطلة، وحكم هذا النوع من التفسير حرام ولا يجوز، قال ابن تيمية رحمه الله : " فأما تفسير القرآن بمجرد الرأي فحرام " .

 

  أصول الحديث :

علم الحديث اصطلاحاً: علمٌ بقوانينَ يُعرفُ بها أحوال السَّنَد والْمَتْن.

وموضوعه الْمَتْن.

وغايته: معرفة الصَّحيح من غيره (12)

وقد نظمه الجلال السيوطي في ألفيته فقال:

عِلْمُ الحديث ذُو قَوانينَ تُحَدْ

يُدْرَى بِها أحوالُ مَتْنٍ وَسَنَدْ

فَذَانِكَ الْمَوضُوعُ وَالْمَقْصُودُ

أنْ يُعْرَفَ الْمَقْبُولُ وَالْمَرْدُودُ (13)

ويُسمَّى علم أصول الحديث، أو علم مُصطلح الحديث، أو عِلُم الحديث دراية، أو علوم الحديث (14)

وهو عِلْمٌ يُمكنني أن أُعرِّفهُ: إنَّهُ علم توثيق النُّصوص وضبطها عندَ الْمُحدِّثين.

ويُعدُّ هذا العلم من العلوم الإسلامية الخالصة، والتي تستمد أُسسها وأركانها من القرآن الكريم، والسُّنَّة النَّبوية، قال الله تعالى {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن جَاءكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا أَن تُصِيبُوا قَوْماً بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ}، [الحجرات:6].

وقال صلَّى الله عليه وسلَّم: ((نَضَّرَ اللَّهُ امْرَأً سَمِعَ مِنَّا حَدِيثًا فَحَفِظَهُ حَتَّى يُبَلِّغَهُ غَيْرَهُ فَإِنَّهُ رُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ لَيْسَ بِفَقِيهٍ وَرُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ إِلَى مَنْ هُوَ أَفْقَهُ)) (15)

ففي هذه الآية الكريمة، وهذا الحديث الشَّريف مبدأ التثبت في أخذ الأخبار، وكيفية ضبطها بالانتباه لها ووعيها، والتدقيق في نقلها للآخرين(16)

ولقد تنوعت أساليب التأليف في علوم الحديث، فمنهم مَن ألَّفَ، في فنِّ الرواية وقوانينها، ومنهم مَن ألَّف في جُزئية من أجزاء علوم الحديث الْمُتعددة الجوانب، ومنهم مَن نَظمه أبيات شعرية، وهو ما يُسَمَّى بالشِّعر التَّعليميّ.

وأنواع علوم الحديث كثيرة، قال الحازمي: علم الحديث يشتمل على أنواع كثيرة تبلغ مائة كل نوع منها علم مُستقل، ولو أنفق الطالب فيه عمره لَم يدرك نهايته (17)

والذي ذكره ابن الصَّلاح منها خمسة وستين نوعاً، ثُمَّ قال: وليس ذلك بآخر الممكن فإنه قابل للتنويع إلى ما لا يحصى... (18)

جاء الإمام الحافظ أبو عَمرو عبد الرحمن بن عثمان الشَّهْرَزوريّ، المعروف بابن الصَّلاح (ت643هـ)، فألَّف كتابه المشهور ((علوم الحديث))، فجمع فيه شتات ما كتبه مَن تقدَّمه في هذا الفن، واجتمع في كتابه ما تفرَّق في غيره، وألَّفه عن طريق الإملاء شيئاً بعد شيء، فلم يحصل ترتيبه على الوضع المناسب.

ولقد جاء الإمام بدر الدِّين محمد بن إبراهيم بن جَمَاعة (ت733هـ)، فألَّف كتابه ((الْمَنْهل الرَّوي في مُختصر علوم الحديث النَّبويّ))، فاختصر كتاب ابن الصَّلاح، ورتبه ترتيباً جميلاً يتميز بالدقة وحُسن النظام، وقال: رتبته عَلَى مقدمة وأربعة أطراف، والمقدمة في بيان مصطلحات يحتاج إلى معرفتها طالب الحديث.

والطرف الأول في الكلام على المتن، وأقسامه، وأنواعه.

والطرف الثاني: في الكلام في السَّنَدِ وما يتعلَّق به، وهو أحد عشر نوعاً.

الطرف الثالث: في كيفية تحمل الحديث وطرقه، وكتابته، وضبطه، وروايته، وآداب طالبه وراويه، وهو ستة أنواع.

الطرف الرابع: في أسماء الرجال وما يتصل به، وهو واحد وعشرون نوعاً

ويُعدُّ هذا التنظيم والترتيب من أفضل الطرق التي تعين طالب العلم عَلَى الولوج في دراسة هذا الفنّ، بصورة منتظمة تمييز بالسهولة وحُسن الترتيب.

من أشهر الْمُصَنَّفَات في علوم الحديث:

1.  الرسالة: للإمام أبي عبد الله، مُحَمَّد بن إدريس بن العَبَّاس الشافعي (ت204هـ). طبع بتحقيق الشيخ أحمد شاكر، مكتبة التراث بمصر، الطبعة الثانية، 1390هـ.

هو كتاب أصول الفقه الشافعي، وهو أول كتاب ألف في أصول الفقه بل وأول كتاب ألف في أصول الحديث أيضا.

ورغم كونه كتاب فقه إلاَّ أنه كتاب لغة وأدب وثقافة أيضاً، وذلك أن الشافعي اشتهر بأدبه وبلاغته. وتكلم فيه الشافعي عن العام والمخصوص والناسخ والمنسوخ، والاستحسان، وغيرها من أبواب الأصول، وتطرَّقَ إلى ذكر أنواع متعددة من علوم الحديث.

وهو مرجع من المراجع المتقدمة في أصول الفقه والحديث، وعلوم القرآن.

2.  مِمَّا رواه الأكابر عن الأصاغر من الْمُحدِّثين: جمع الحافظ أبي بكر محمد بن محمد بن سليمان الباغنديّ، البغداديّ (ت312هـ) ، رواية الحافظ أبي الحسين محمد بن الْمُظَفَّر، عنه.

طبع بتحقيق د. خالد بن محمد بن سعيد باسمح، دار التوحيد، الرياض، 1488هـ، في (216 صفحة).

3.  التَّسوية بين حدَّثنا وأخبرنا  : لأبي جعفر، أحمد بن محمد بن سَلاَمة بن سلمةَ الأزديّ، الْحَجْريّ، المصريّ، الطَّحاويّ (ت321هـ).

4.  الرَّد عَلَى الكرابيسي ((نقض كتاب الْمُدلِّسين على الكرابيسيّ))  لأبي جعفر، أحمد بن محمد بن سَلاَمة بن سلمةَ الأزديّ، الْحَجْريّ، المصريّ، الطَّحاويّ (ت321هـ).

  

ومن المعلوم ان علوم الحديث ، مرت كغيرها من العلوم بعد ولادتها بمراحل متعددة ، وفي ما يلي استعراض مجمل لتلك المراحل :

نشأة علوم الحديث : أدى الخلاف الذي دب بين صفوف الصحابة ، عقب انتقال الرسول صلى الله عليه وآله الى الرفيق الاعلى ، الى انشطار الامة وانقسامها الى قسمين ، وتبلور وضع جديد افرز - على مدى الايام - مدرستين فكريتين ، لكل واحدة منهما معالمها الخاصة بها ، وترشح عنهما تباين بالرؤى والتصورات حول مجمل القضايا والاحداث . وكان بدء الخلاف بينهم حول خلافة الرسول صلى الله عليه وآله ، حيث ذهب العامة الى أن الخلافة ترشيح وليست تعيينا ، وان عصر النص انتهى بوفاة الرسول صلى الله عليه وآله ، فانحصر تراثهم الحديثي بما روي عن الرسول صلى الله عليه وآله فقط ، لذلك أخذت المسافة الزمنية بينهم وبين عصر النص تزداد اتساعا كلما ابتعدوا عن عصر الرسول صلى الله عليه وآله ، وتشتد الحاجة الى علوم الحديث أكثر ، لما يطرأ على الروايات بسبب البعد الزمني ، فلذلك تكون ولادة عدة انواع من علوم الحديث في عصر الخلفاء ولادة طبيعية فرضتها المرحلة الجديدة التي يمر بها الحديث الشريف ، وان لم تدون هذه العلوم ، حتى زعموا انه لم ينقض القرن الأول الا وقد وجدت أنواع من علوم الحديث ، منها : 1 - الحديث المرفوع . 2 - الحديث الموقوف . 3 - الحديث المقطوع . 4 - الحديث المتصل . 5 - الحديث المرسل . 6 - الحديث المنقطع . 7 - الحديث المدلس . فيما تواصل عصر النص عند الشيعة حتى عصر الغيبة ، فتراكمت تبعا لذلك الثروة الحديثية الى درجة تجاوزت مجموع التراث الحديثي الذي حوته المدونات الحديثية الكبرى عند الآخرين .

وقد أتاح استمرار عصر النص الفرصة لرواة الحديث للاتصال المباشر بالنبي عليه السلام ، فاستغنوا بذلك عن قسم من علوم الحديث التي لا ضرورة لها آنذاك ، دون البعض الاخر الذي فرضته طبيعة الاحاديث نفسها ، كالعلم بالناسخ والمنسوخ ، ومعرفة الشاذ والغريب وغيرها . أما عندما اتسعت رقعة العالم الاسلامي ، وانتشر المسلمون في آفاق الارض ، وابتعد الشيعة عن مركز تواجد الائمة عليهم السلام ، أو أن الظروف السياسية أو الامنية كانت تحول دون ذلك ، إضافة الى توافر المبررات الكثيرة لوضع الحديث من قبل الحكام والفئات المنحرفة ، ازدادت الحاجة الى علوم دراية الحديث ، لحفظ هذا التراث من التحريف فيه والدخيل . فخف رجالهم وانبرى علماؤهم لهذه المهمة ، فصنفوا وكتبوا في هذا المجال ما يكفي لسد حاجتهم لذلك .       

كيف نشأت الحاجة الى علوم الحديث ؟

تحكم عاملان رئيسيان في نشأة علوم الحديث ، هما : أ - العامل الذاتي . ب - العامل الموضوعي . وهذا الكلام يظهر لنا واضحا جليا عندما نعكف على دراسة انواع دراية الحديث ، ونتعمق في فهمها ، وتحديد أبعادها ، كما يمكننا ان نستعين بالنصوص التاريخية كشاهد على ذلك .

ولعل أفضل نص تاريخي حدد لنا بوضوح هذين العاملين هو الرواية الواردة عن الامام علي عليه السلام بهذا الخصوص : روى الكليني بسنده عن سليم بن قيس الهلالي قال : قلت لأمير المؤمنين عليه السلام : اني سمعت من سلمان والمقداد وأبي ذر شيئا من تفسير القرآن واحاديث عن نبي الله صلى الله عليه وآله غير ما في أيدي الناس ، ثم سمعت منك تصديق ما سمعت منهم ، ورأيت في أيدي الناس أشياء كثيرة من تفسير القرآن ومن الاحاديث عن نبي الله صلى الله عليه وآله انتم تخالفونهم فيها ، وتزعمون ان ذلك كله باطل ، أفترى الناس يكذبون على رسول الله صلى الله عليه وآله متعمدين ، ويفسرون القرآن بآرائهم ؟ قال فاقبل علي فقال : ( قد سألت فافهم الجواب : إن في ايدي الناس حقا وباطلا ، وصدقا وكذبا ، وناسخا ومنسوخا ، وعاما وخاصا ، ومحكما ومتشابها ، وحفظا ووهما ، وقد كذب على رسول الله صلى الله عليه وآله على عهده حتى قام خطيبا فقال : ( أيها الناس قد كثرت علي الكذابة ، فمن كذب علي متعمدا فليتبوء مقعده من النار ) . ثم كذب عليه من بعده ، وإنما أتاكم الحديث من أربعة ليس لهم خامس :

رجل منافق يظهر الايمان ، متصنع بالاسلام لا يتأثم ولا يتحرج ان يكذب على رسول الله صلى الله عليه وآله متعمدا ، فلو علم الناس انه منافق كذاب ، لم يقبلوا منه ولم يصدقوه ، ولكنهم قالوا هذا صحب رسول الله صلى الله عليه وآله ورآه وسمع منه ، واخذوا عنه ، وهم لا يعرفون حاله ، وقد اخبره الله عن المنافقين بما اخبره ، ووصفهم بما وصفهم ، فقال عز وجل : ( وإذا رأيتهم تعجبك أجسامهم وان يقولوا تسمع لقولهم ) . فهذا أحد الاربعة . . ورجل سمع من رسول الله شيئا لم يحمله على وجهه ووهم فيه ولم يتعمد كذبا فهو في يده ، يقول به ويعمل به ويرويه فيقول : انا سمعته من رسول الله صلى الله عليه وآله ، فلو علم المسلمون انه وهم لم يقبلوه ، ولو علم هو أنه وهم لرفضه . ورجل ثالث سمع من رسول الله صلى الله عليه وآله شيئا امر به ثم نهى عنه وهو لا يعلم ، أو سمعه ينهى عن شئ ثم امر به وهو لا يعلم ، فحفظ منسوخه ولم يحفظ الناسخ ، ولو علم انه منسوخ لرفضه ، ولو علم المسلمون إذا سمعوه منه انه منسوخ لرفضوه . وآخر رابع لم يكذب على رسول الله صلى الله عليه وآله ، مبغض للكذب خوفا من الله وتعظيما لرسول الله صلى الله عليه وآله ، لم ينسه ، بل حفظ ما سمع على وجهه ، فجاء به كما سمع ، لم يزد فيه ولم ينقص منه ، وعلم الناسخ والمنسوخ ، فعمل بالناسخ ورفض المنسوخ .

عَصْرُ الصحابةِ:

انقضى عصرُ الخُلفاءِ الراشدينَ – رضيَ اللهُ عنهم – ولم يَكتُبِ المُسلمونَ مِن حديثِ رسولِ اللهِ صلى اللهُ عليهِ وسلم شيئاً يُذيعونهُ بينَ الناسِ إلا القليلَ، إلا ما كانَ مِن عبدِ اللهِ بن عمرو بن العاص - رضي الله عنهما -؛ فقدْ كتبَ لنفسِهِ شيئاً كثيراً.

روى البُخاريُ عن أبي هُرَيْرَةَ - رضيَ اللهُ عنهُ -، قال: ما مِن أحدٍ مِن أصحاب النبيِّ صلى اللهُ عليه وسلم أكثرُ حديثاً عنهُ مِنِّي، إلا ما كان مِن عبدِ اللهُ بن عمروٍ، فإنه كان يكتب ولا أكتب.

ولكنهم مع ذلك – صَرَفوا هِممهم إلى نشرِ الحديثِ بطريق الرواية: إما بنفسِ الألفاظِ التي سَمِعوها مِن رسولِ الله صلى الله عليه وسلم – إن بقيت عالقةً في أذهانِهم – وإما بما يؤدي معناها مِن ألفاظٍ غيرِها – إن غابت ألفاظُهُ عنهم -.

ووهبهم اللهُ عزَّ وجلَّ صبراً على طلبِ الحديثِ عن أهلِهِ، مع حافِظةٍ واعيةٍ، ونفسٍ صافيةٍ، وذِهنٍ وَقَّادٍ يصلُ إلى تَبَيُّنِ المُرادَ مِن الكلامِ ويعي ما يُلقى إليه.

وإن قوماً انحدرتْ نُطَفُهُم مِن أصلابِ رجالٍ حَفِظوا أشعارَ شُعرائِهِم، ووعتها صدورُهُم مِن غير أن يُقَيِّدوها بالكتابة – إلا ما كانَ يَحْدُثُ في النَّدْرةِ – لَخَليقُونَ أن يحفظوا حديثَ رسولِ اللهِ صلى اللهُ عليهِ وسلم، وهو الذي ملأَ نُفُوسَهُم عَظَمَةً فَأَكْبروهُ، وأَجَلُّوهُ، وفَدَوْهُ بالأنْفُسِ والأموالِ.


عَصْرُ التابعين:

على هذا انقضى عصرُ الخُلفاءِ الراشِدينَ، بل عصرُ الصحابةِ كُلِّهِم أجمعين، فلما كانَ على رأس المائةِ الثانيةِ مِن هِجرةِ النبي صلى اللهُ عليهِ وسلم، وفي عهدِ أميرِ المؤمنينَ عُمَرَ بن عبدِ العزيزِ بنُ مروان – رضي الله عنه -، خافَ أهلُ البصرِ – وعلى رأسِهِم أميرُ المؤمنينَ – دُروسِ العِلمِ بِمَوْتِ أهلهِ، فكتبَ عُمرُ بنُ عبدِ العزيزِ إلى أبي بكرِ بنِ حزمٍ: انظر ما كان مِن حديثِ الرسول صلى اللهُ عليهِ وسلم فاكتُبهُ، فإني خِفْتُ دُروسَ العِلمِ وذهابَ العُلماءِ. رواه البُخاري في صحيحه.

وكان العُلماءُ والصحابةُ يتحرجونَ مِن كتابةِ حديثِ رسولِ اللهِ صلى اللهُ عليه وسلم مخافةً أن يختلطَ عندَ النَّاسِ بالقُرآنِ، فقد كانَ المُسلِمونََ في أولِ العهدِ به. ولكن عمر بن عبد العزيز – رضي الله عنهقد أَمِنَ ما خافَ السَّلَفُ مِن قبلِهِ؛ لاستقرار الناسِ على مصاحِفِ عُثمانَ بن عَفان رضي اللهُ عنهُ.

وكانَ ما كتبهُ إلى بن حزمٍ أَوَّلَ بداءةِ التفكيرِ في جمعِ المحفوظِ مِن حديثِ رسول الله صلى اللهُ عليهِ وسلم، ثُمَّ أَمَرَ مُحَمَّدَ بنَ شِهابٍ الزُهْرِيَّ بكتابتِهِ؛ فكانَ أَوَّلَ مَن كَتَبَ شيئاً مِن الحديثِ.


عَصْرُ أتباعِ التابعين:

ثُمَّ جاءَ مِن بَعدِ ذَلِكَ طَبَقَةٌ مِن العُلماءِ في عَصرٍ واحِدٍ، (لا يعلمُ أهلُ الفنِّ أيُّهُم أسبقُ إخوانِه)، فَصَنَّفَ كُلُ واحِدٍ منهم كِتاباً جَمَعَ فيهِ أبواباً مِنَ الحديثِ ممزوجةٍ بأقوالِ الصحابةِ وفتاوى التابعينَ.

مِن هؤلاءِ العُلماءِ: الإمامُ عبدُ المَلِكِ بن عبدِ العزيزِ بن جُرَيْجٍ (في مكة)، وهُشَيْمٌ بنُ بَشِيرٍ (بِواسِط)، والإمام مالك أومُحَمَّد بن إسحقَ (بالمدينة)، ومَعْمَرُ بن راشِدٍ (باليَمَن)، وعبدُ اللهِ بنُ المُبارَكِ المَرْزَوِيُّ (بِخُراسان)، والرَّبيعُ بنُ صَبِيحٍ أو سعيدُ بن أبي عَرُوبة أو حَمَّادُ بن سَلَمَةَ (بالبَصْرة)، وسُفيانُ الثَّوْرِيُّ (بالكُوفَة)، والأوزاعِيُّ (بالشَّام)، وجَريرِ بن عبدِ الحميدِ (بالرَّيِّ)، وغير هؤلاء.


عَصْرُ تَبَعِ أتباعِ التابعين وما بعدَهُ:

ثُمَّ جاء مِن بعدِ ذَلِكَ طبقةٌ أُخرى مِن العُلماء، صَنَّفوا كُتُباً في الحديثِ، مُجَرَّدَةً عَن أقوالِ الصحابةِ وفتاوى التابعينَ، وسلكوا في ذَلِكَ طريقَتَين:

-إحداهما: التصنيف على "الأبواب"، وهو تخريجُهُ على أحكامِ الفِقهِ وغيرها، وتنويعُهُ أنواعاً، وجَمْعُ ما وَرَدَ في كُلِّ حُكمٍ وكُلِّ نَوعٍ؛ في بابٍ فبابٍ.

ومِن أشهرِ هذهِ الكُتُبِ: الكُتُبُ الخمسةُ الأصولُ (التي هي: الصحيحان، وسُنَنُ أبي داوُدَ، وسُنَنُ النَّسَائِيِّ، وجامِعُ التِّرْمِذِيِّ.

-والثانية: تصنيفُهُ على "المسانيد"، وجَمْعُ حديثِ كلِّ صحابيِّ وحدهُ، وإن اختلفت أنواعُهُ.

ومِن أشهر هذه المسانيد: مُسْنَدُ الإمامِ أحمدَ بن حنبلٍ، ومُسْنَدُ أبي داوُدَ الطَّيالِسِيِّ، ومُسْنَدُ إسْحَقَ بن رَاهَوَيه، ومُسْنَدُ عبدِ بن حُمَيدٍ، وغيرُها.

إلا أن العُلماءَ في هذه الطبقةِ (عدا الشيخَيْنِ) وفي الطبقات السابقةِ لم يُجَرِّدوا الصحيحَ عن غَيرِهِ، بل جَمَعُوا ما يَصِحُّ وما لا يَصِحُّ في مُصَنَّفٍ واحدٍ.

ثُمَّ جاءَ فارِسا الحَلَبَةِ، والسَّابِقانِ في هذا المِضمارِ، إماما المُحَدِّثِينَ، وقُدْوَتا المُصَنِّفينَ: الإمامُ مُحَمَّدُ بن إسماعيلَ البُخَارِيُّ، وتِلْمِيذُهُ الإِمامُ مُسْلِمُ بنُ الحَجَّاجِ؛ فصَنَّفا كِتابَيْهِما اللذَيْنِ عَلَيهِما مَدارُ الفِقْهِ الإسلامِيِّ، وجَرَّدَا فيهِما صِحاحَ الأحادِيثِ؛ فكانا بذلك العمل أَوَّلَ مَن صَنَّفَ في الصَّحيحِ المُجَرَّدِ عن غيرِهِ.

ثُمَّ سارَ العُلماءُ بعدَ ذلك على هذا الطريقِ، فأكثروا مِن التصنيفِ بالطريقتين، وقَصَدَ بعضُهُم أيضاً إلى تجريدِ الصحيحِِ – كما فَعَلَ الشيخانِ-، ومِن هؤلاء الذين قصدوا إلى تجريده:

الإمام ابن خُزَيْمَةَ، والإمام ابن حِبَّانَ، والإمام أبو عبد اللهِ الحاكِم النيسابوري؛ إلا أنهم وَقَعَ لهُم تساهلٌ في التصحيحِ ممعروفٌ، إلا أنَّ ابن خُزَيْمةَ أَقَلُّ الثلاثةِ تساهلاً، يليهُ ابنُ حِبَّانَ، يليه الحاكِم النيسابوري.

 

 

...................................

(1) هود الآية 91.

(2)  الإسراء الآية 44.

(3) الإنعام من الآية 65.

(4) الفتح 1/164 – 165.

(5) الموافقات للشاطبي 1/5 إلى آخر القصة.

(6) فيض القدير على الجامع الصغير – المناوي جـ6.

(7)  الفتح 1/164 – 165.

(8)  القرطبي 8/296.

(9) نفسه...

(10) الموسوعة المصرية 1/11 مع تصرف.(11) أصول الفقه، الشيخ محمد أبو زهرة ص(7-8)
(12) البحر الذي زخر في شرح ألفية الأثر للسيوطي: 1/227، وهذا التعريف للإمام الدين عز الدين، محمد بن أبي بكر بن عبد العزيز بن إبراهيم بن سعد الله بن جَماعة الشافعيّ (ت918هـ)، ترجمته في: حسن المحاضرة للسيوطي: 1/548، شذرات الذهب: 7/139.

(13) البحر الذي زخر للسيوطي: 1/226، توجيه النظر إلى أصول الأثر: 792، شرح نخبة الفكر لعلي القاري: 155.

(14) ينظر: التبصرة والتذكرة للعراقي: 1/5، المنهل الروي لابن جماعة: ص: 25، ألفية الحديث للسيوطي مع شرح أحمد شاكر: ص: 7، توجيه النظر إلى أصول الأثر: 792، فتح الباقي: 1/7، خلاصة الفكر للشنشوري: ص: 38.

(15) أخرجه أحمد في المسند، برقم: (21590)، (دار الرسالة)، وفي الزهد: ص: 3، وابن حبان في الصحيح، برقم: (67)، وهو حديث صحيح. من رواية زيد بن ثابت رضي الله عنه.

(16) تيسير علو الحديث لأستاذنا الدكتور محمود الطحان: 9.

(17) عجالة المبتدي وفضالة المنتهي للحازمي: ص: 3، البحر الذي زخر في شرح ألفية الأثر للسيوطي: 1/244-245.

(18) علوم الحديث لابن الصلاح: 81، البحر الذي زخر في شرح ألفية الأثر للسيوطي: 1/245.

(19) تكملة الإكمال لابن نُقطة: 1/103.

 

المصادر و المراجع :

الفضلي ، عبد الهادي ، أصول الحديث ، الطبعة الثالثة ، بيروت ، لبنان .

 

 

الراضي ، طه ، قراءة في كتاب أصول التفسير و مناهجه ، مركز الدراسات القرآنية .

http://www.alquran.ma/Article.aspx?C=5635

 

 

http://www.feqhweb.com/vb/t11255.html

 

 

عبد الله شيخ محفوظ بن بيّه ، مجلة البحوث الفقهية المعاصرة، العدد 1، السنة 1، ص117-138

رابط الموضوع: http://www.alukah.net/sharia/0/349/#ixzz2x8QVIfRj

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Ahmet YILMAZ – 13912772

(Yüksek Lisans)

 

HADİS TARİHİ

Hadis Tarihi, hadis ve sünnetin günümüze ulaşana kadar geçirdiği evreleri inceleyen bir ilim daldır. Eski zamanlarda “Hadis Tarihi” adıyla müstakil bir alandan bahsedilmezken, hadis ilimleri içerisinde erimiş, kaynaşmış bir tarzda ele alınırdı. Özellikle Batı’da yeni bilim anlayışlarına paralel olarak gelişen bilim tarihlerinden ilhamla “Hadis Tarihi” ihdas olunmuştur.

Hadis Tarihi’nin amacı; hadis metinlerini doğru anlayabilmek ve yorumlayabilmek için, hadisin tarihi geçmişini ortaya koymaktır. Hadis Tarihi’nde, modern tarih, sosyal tarih, kültürel tarih, siyasal tarih incelemelerinde olduğu gibi, aynı veya benzer metotlar kullanılır.[1]

Hz. Peygamber Döneminde Hadis

Peygamberimiz döneminde sözlü kültürün yaygınlığı nedeniyle ezber metodu, hadislerin korunmasında önemli bir role sahip olmuştur. Kur'an'la karışabileceği endişesiyle Peygamberimiz, tebliğin ilk yıllarında hadislerin yazılmamasını, yazılanların ise imha edilmesini istemiştir. Bununla birlikte daha sonra Peygamberimiz hadislerin yazıyla kayıt altına alınmasına izin vermiş ve bazı sözlerini de bizzat kendisi yazdırmıştır.

Hadislerin ve sünnetin tespit edilmesinde Peygamberimizin Medine'deki bazı faaliyetlerine ilişkin resmî belge niteliğindeki yazılı metinlerin de önemli bir rolü vardır. Peygamberimiz zamanından bugüne intikal eden bu yazılı vesikalar arasında barış anlaşmaları, İslam'a davet mektupları, nüfus sayımı sonuçları, asker kayıtları, beratlar, emanlar, emirnameler, vali ve komutanlarla yazışmalar, alım-satım vesikaları, zekâtla ilgili hükümler, istek üzerine verilen vesikalar gibi siyasal ve sosyal hayata ilişkin çeşitli vardır.

Sahabe Döneminde Hadis

Peygamberimiz hayatta iken onun iman, ahlak, ibadet ve muamelata ilişkin bütün açıklamalarını dinleyip öğrenen, toplumsal hayatın gelişip kurumların oluşmasına, barış ve savaşa da bizzat katılarak Peygamberimizin sözlerini dinleme ve uygulamalarına şahitlik etme imkânına sahip olmuşlardır. Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslüman toplumun genişlemesiyle ortaya çıkan yeni sorunların çözümü için Peygamberimizin uygulamalarını bilmek gerekmiştir. Diğer yandan hadisleri duymamış ve sünnete şahitlik etmemiş ikinci Müslüman nesil olan tabiinin hadis ve sünneti öğrenme arzusu da sahabeyi hadis ve sünnetin tespitine yöneltmiştir.

Peygamberimiz zamanında onun izniyle başlayan hadis yazma işi, sahabe döneminde önemli bir ilim faaliyeti olarak devam etmiştir. Bu faaliyetler sonucu hicri I. asırda talebelerine hadis yazdıran sahabelerin sayısının elliye ulaştığı ifade edilmektedir.

Hadislerin ilk yazılı metinlerinin ortaya çıktığı bu dönemde birçok sahifenin bulunduğu bilinmektedir. Ancak orijinal olarak günümüze kadar gelebilmiş en eski hadis mecmuası, Ebu Hureyre'nin kendisine yazdırdığı yüz otuz sekiz hadisi derleyen Hemmam b. Münebbih (öl. 101/719)'in Sahife-i Sahiha'sıdır.

Tabiîn Döneminde Hadis

Hicri I. yüzyılın ortalarından itibaren hadis uydurma girişimlerine karşı bir yandan isnad araştırması gündeme gelirken diğer yandan da Hadisle ilgili tereddütleri gidermek için yapılan ilim yolcukları yaygınlaşmış, böylece tabiîler, kendi bölgelerindeki sahabilerden aldıkları bilgilerle yetinmeyerek Medine'ye ve Medine dışında İslam coğrafyasının her bölgesine yolcuklar yapmışlardır.

Hadislerin ezber yoluyla ya da yazılarak nakledilmesi noktasındaki farklı yaklaşımlar tabiîn döneminde de varlığını sürdürmüş; Tabiînin bir kısmı, sözlü kültürün korunmasının yolu olan ezberin zayıflayarak hafızaların tembelleşeceği ve ehli kitap kültürünün İslam kültürüne girebileceği endişesiyle hadislerin yazılmasına itiraz etmişlerdir. Bir kısmı ise ezbere yardımcı olması amacıyla hadisleri yazmış ve ezber sonrasında yazdıklarını imha etmiştir.

Hadisleri yazarak öğrenmek ve onların unutulup gitmesini önlemek isteyen bir kısım tabiîn, hadisleri yazmıştır. Hadis ulemasının vefatlarıyla hadislerin kaybolması endişesi tabiîni hadisleri yazmaya yöneltmiştir.

Hadislerin Tedvini

Bu dönem, daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde toplandığı dönemdir ve hicrî I. asrın sonlarından II. asrın I. veya II. çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır.

Peygamberimiz döneminden itibaren birçok sahabe ve onların öğrencileri kendileri için hadis yazmışlardı. Bu yazma faaliyetleri bütün hadisleri değil yalnızca belli konuları içeriyordu ve kişilerin kendi kullanımları için yazılmıştı. Ortaya çıkan bazı yeni itikadî oluşumlar, bir yandan kendi düşüncelerine uymayan hadisleri inkâr ederlerken diğer yandan da kendi düşüncelerini destekleyen hadisler uydurmaya başlamışlardı. İşte bu nedenlerle hadis uydurmayı önlemek için hadislerde isnad gündeme gelmiş ve hadislerin tedvinine dair kanaat tabiînin ileri gelenleri arasında yaygınlaşmıştır.

Hicri I. asrın sonlarında Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz valilere, tanınmış âlimlere, Medine halkına ve Medine valisi Ebu Bekir b. Hazm (öl. 120/738)'a hadislerin tedvini için bir emir göndermiştir. Bu emirde halife âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamberin hadislerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. Ömer b. Abdülaziz'in bizzat kendisinin de elinde bir defterle tedvin faaliyetine katıldığı ve yürütülen faaliyeti kontrol ettiği bildirilmektedir.

Hadislerin Tasnifi

Tedvinden sonra hicri ikinci asırdan itibaren hadislerin sistemli birer kitap hâline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Tasnif yapan bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "cami", "sünen" ve "musannef" adı verilen türde hadis eserleri yazarken bazıları da hadisleri ilk râvileri olan sahabilerin adlarına göre sıralayarak "müsned" türünde kitaplar telif etmiştir. Tasnif döneminden günümüze ulaşan en eski hadis mecmuası, Yemenli Ma'mer b. Raşid (öl. 153/770)'in el-Câmi' isimli eseridir. (İmam Malik (öl. 179/795)'in derlediği el-Muvatta adlı eseri de bu dönemde tasnif edilen eserlerdendir. Ebu Yusuf (öl. 182/798) ve İmam Muhammed (öl. 189/805)'in derledikleri Kitâbu'l-Asâr şeklinde isimlendirilmiş iki eser de bu dönemde tasnif edilmişlerdir.)

Temel Hadis Kaynaklarının Tasnifi

İslam toplumunda ortaya çıkan çeşitli inanç gruplarının kendi görüşlerini desteklemek için hadis uydurma faaliyetine girmeleri de hadislerin bir araya getirilerek tasnif edilmesinin önemli etkenlerinden biri olmuştur. Böylece hicri II. asırda başlayan tasnif faaliyetleri, hicri III. asırda yetişen büyük hadis âlimlerinin rivayetleriden seçerek derledikleri çalışmalarla devam etmiştir. Bu şekilde oluşan birçok hadis mecmuası arasında sahih hadisleri konularına göre tasnif eden altı tanesi "Kütüb-i Sitte" adıyla meşhur olmuştur.

Tasnifin altın çağı kabul edilen hicri III. asırda tasnif edilen bu altı eser, daha sonra gelen âlimlerce en güvenilir hadis kitapları olarak sayılmışlardır.

Hadis Usulünün Oluşum Dönemi

Hicri I. asrın ortalarından itibaren İslam toplumunda görülen iç çekişmeler ve siyasi mücadeleler, tarafların karşılıklı güvenlerini azalttığı gibi haklılıklarını ispat için bazı kötü niyetli kişileri de hadis uydurmaya yöneltmiştir. Böylece başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali olmak üzere sahabenin ileri gelenleri, hadis rivayet eden kimseleri güvenilirlik açısından soruşturmaya başladılar. Böylece hicri I. asrın ortalarından itibaren hadisleri rivayet edenlerin isimleri ve güvenilirlikleri sorulmaya başlanmıştır. İsnad adı verilen bu incelemeler sonucunda birçok yeni kural ortaya çıkmıştır.

Ayrıca bu dönemde hadislerin, kaynağına ve râvi sayısına göre sınıflandırılması da yapılmış, sonraki yüzyıllarda hadislerin senedlerindeki kopukluklara göre zayıf hadis çeşitleri belirlenmiş ve râvilerin güvenilirliklerini tespit için bazı kavramlar geliştirilmiştir. Sonuç olarak hadislerin ilk olarak rivayet yönünün, diğer yandan da rivayet dışında senet ve metninin çeşitli açılardan ele alınması yaygınlaşmıştır.

Hadis usulüyle ilgili ilk kurallara fıkıh kitaplarında rastlanmaktadır. (Ebu Hanife'nin öğrencileri İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in eserlerinde hadis ilmi ve hadislerle ilgili çeşitli kavramlar dağınık bir şekilde bulunmaktadır. İmam Şafii (öl. 204/819)'nin er-Risale ve İhtilafu'l-Hadis'inde bu tanım ve kurallar daha derli toplu yer almıştır.)

Hadis usulüne dair ilk sistematik ve müstakil eser, Hasen b. Abdurrahman er-Râmehürmuzî (öl. 360/971)'nin el-Muhaddisu'l-Fâsıl Beyne'r-Râvi ve'l-Vâi isimli eseridir. Daha sonra sırasıyla Hâkim Neysâbûrî (öl. 405/1014)'nin Marifetu Ulûmi'l-Hadis ve Hatip el-Bağdâdî (öl. 463/1071)'nin el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye adlı eserleri gelir.

Hadiste Şerh ve Yorum Dönemi

Hicri IV. asır sonunda ise III. Asırda derlenen eserlerde yer alan hadisleri anlamaya yönelik şerh çalışmaları yapılmaya başlandı. Bu şerhlerin başlıca konularını hadislerin senetlerindeki râvilerin cerh ve ta'dîl bakımından durumlarının belirlenmesi, hadisin anlamının, garip ya da birbirine zıt görünen kelimelerinin açıklanması ve hadislerden hükümler çıkarılması oluşturmaktadır. İlk bağımsız şerh çalışmaları hicri dördüncü yüzyıldan itibaren Hattâbî (öl. 388/998)'nin Me'âlimü's-Sünen adlı eseriyle başlamıştır.

Bu dönemde şerhler dışında, sahih hadis kitaplarının kıstaslarına uygun olan ancak onlarda yer almayan hadisleri içeren müstedrekler, hadis kitaplarındaki bir hadisi güçlendirmek için yapılan çalışmaları içeren mustahreçler, kullanım kolaylığı için hadislerin çeşitli açılardan alfabetik derlemeleri olan etraf kitapları da yapılmıştır. Yine tahriçler, hadis cüzleri, kırk hadis derlemeleri ve şemail kitapları da bu dönemde yazılmış eser türlerinden bazılarıdır.

Şerh ve yorum dönemi hadis tarihinin son aşamasıdır. Çünkü hadis tarihi, Hz. Peygamberin döneminden başlayarak hadislerin tespiti, rivayeti, yazılması, kitaplarda toplanması ve tasnif edilmesi süreçlerini, daha sonra da bu rivayetlerin şerh edilip yorumlanmasını içeren bir süreci ifade eder.[2]

 

 

FIKIH TARİHİ

Hz. Peygamber Döneminde Fıkıh

Bu dönemde, Fıkıh ilminin temelleri atılmış, ana kaynakları şekillenmiş ve sonraki devirler için örnek bir dönem olmuştur. Fıkhın temeli olan ayet ve hadisler, bu dönemde nazil olmuştur. Bu dönemi, iki dönemde incelemek mümkündür:

a) Mekke Dönemi: 610 yılından, Medine’ye hicretin gerçekleştiği 622 yılına kadar 13 yıla yakın süren bu dönemde, Kuran ayetlerinin 3’te 1’ine yakın bölümü nazil olmuştur. Bu dönemde genel olarak inanç ve ahlak alanına yönelinmiş, Müslümanların imanca ve ahlakça olgunlaştırılmalarına çalışılmıştır.

b) Medine Dönemi: Hicretten, 632 yılına kadar süren Medine Dönemi’nde Kuran’ın 3’te 2’si inmiştir. Bu dönemde bir taraftan ibadetler ve ahlak gibi şahsi hayata, diğer taraftan da savaş-barış, aile, miras, suç ve cezaları gibi toplumsal hayata dair hükümler konulmuştur.

Doğuş Devrinin Genel Özellikleri

ü  Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır.

ü  Bu devrin en önemli belgesi hiç şüphesiz Kuran-ı Kerim ve Hadislerdir.

ü  I. Akabe Biatı ve hicretin I. yılında, Medine’deki farklı gurupların katılımıyla imzalanan Medine Sözleşmesi bu devrin en önemli ve ilk yazılı belgesidir.

ü  İçlerinde zekât, gayri Müslimlerle ilgili hükümler gibi konular bulunan Hz. Peygamber’in, İslam’a Davet Mektupları da Doğuş Devrinin yazılı belgeleridir.

ü  Bu devir, vahiy devri olması münasebetiyle, vahyin denetiminde idi.

ü  Vahiy’in gelmediği durumlarda Hz. Peygamber(sav), meseleleri kendi içtihadıyla çözüyor, gereken yerlerde ashabıyla istişarede bulunuyordu.[3]

Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Fıkıh

Hulefâ-i Râşidîn de bir konuda hüküm verirken Hz. Peygamber’in izlediği yöntemi izlemiştir. Hulefâ-i Râşidîn döneminde yapılan içtihatlar iki şekilde gerçekleşmekteydi.

ü  Bazen bu içtihat, içtihada ehil olan kimselerin bir araya gelip o konunun hükmü hakkında fikir birliğine varmalarıyla gerçekleşirdi.

ü  Bazen de içtihada ehil olanların bir araya gelmeleri mümkün olmazdı. Böyle bir durumda içtihada ehil olan, çözüm bekleyen mesele hakkında hüküm bulunan bir meselenin hükmü vermeye çalışılırdı.

Sahabeler Döneminde Fıkıh

Sahabeleri döneminde, problemler ortaya çıkmadıkça sahabeler görüşlerini ortaya koymuyorlardı. Çok fetva vermekten hoşlanmıyorlar ancak çözülmesi gereken bir olayla karşılaşılırsa, o konu ile ilgili doğru olan hükmü bulmaya, güçleri yettiğince gayret gösteriyorlardı.

Sahabelerin çözdüğü ya da hakkında fetva verdiği meseleler henüz tedvin edilmemişti. Bunlar fakihler tarafından ezberlenmiş, henüz küçük yaştaki Sahabeler tarafından daha sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. [4]

Tabiîler Döneminde Fıkıh İlmi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemiştir. Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, Şia ve Havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur.

Tabiun Döneminin Önemli Özellikleri Şunlardır.

ü  İslam âlimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

ü  Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı âlimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevk etmiştir.

ü  Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

ü  Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

ü  Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

ü  Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

ü  Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

ü  Arap olmayan bir çok İslam âlimi yetişmiştir.

ü  Bu dönemde fıkıh ekollerinin sayısı artmıştır. Bunların en meşhurları, hadisçilerin (ehlu’l-hadis) kalesi durumunda olan Medine Ekolü ile re’y taraftarlarının görüşlerini benimseyen Kûfe Ekolü’dür.

Tabiîn Fıkhının Karakteristik Özellikleri

ü  Siyasî parçalanmalar sebebiyle farklı fıkhî eğilimlerin çoğalması.

ü  Fıkıh ilmi için bir metod oluşturulmaya başlanmıştır. Emevilerin baskıcı politikası bilim adamlarının siyasetten uzaklaşıp dini ilimlerle baş başa kalmasına sebep olmuş ve çeşitli dallarda ihtisaslaşmalar başlamıştır.

ü  Fıkhın alanı genişlemiş ve fıkıh ilmi gelişmiştir.

Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi

Hicri II. asırdan hicrî IV. asrın ortalarına kadar uzanan bu dönem İslam fıkıh ilminin ‘altın çağı’ olarak vasıflandırılmaktadır. Çünkü fıkıh ilmi bu dönemde; zirveye ulaşmış, yaygınlaşmış, fıkıh ilminin kendine özgü bir yöntemi oluşmuş ve hüküm elde etme yolları net bir şekilde çizilebilmiştir.

Bu dönemin özellikleri:

ü  Fıkıh ilmi bu dönemde canlanmış, olgunluk ve kemal derecesine ulaşmıştır. Birey ve toplumun sorunları çözülmeye başlanmıştır.

ü  Fıkıh bilginleri yetişmiştir. Dört mezhebin yanı sıra Şia (İmamiye ve Zeydilik), Haricilik, Zahirilik yanında Hasan el-Basri, Evzai, Leys, Sevri, Süfyan b. Üyeyne, İbn Cerir et –Taberi, Ebu Sevr gibi alimlerin öncülüğünde fıkıh mezhepleri oluşmuştur.

ü  Bu dönemde taklid olmayıp ictihad yeteneği kazanan her öğrenci hüküm verebilmiştir.

ü  Çeşitli mezheplerin fıkhi görüşleri bir araya getirilerek eserler tedvin edilmiştir.

ü  İmam Malik (el Muvatta), İmam Şafiî (el Hucce, el Umm) eserlerini yazmışlardır.

ü  Re’y ekolünün imamlığı döneminde “farazi fıkıh” gelişmiştir.

ü  Fıkhi kavramlar (istılah) bu dönemde ortaya çıkmıştır: Farz, vacip, sünnet gibi…

ü  Fer’î meselelerde fıkıhçılar arasında ihtilaf çıksa da bu saygıyla karşılanmıştır.

Taklîd Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

ü  Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.

ü  Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

ü  Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

ü  Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.

ü  Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.

ü  Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur.

ü  Bu dönemde, karşılaşılan yeni problemlerin çözümü, daha önceki yazılan eserlerde yer alan hükümlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönem, daha önceki düşüncelerin tekrarlandığı, yazılmış eserlerin sadece şerh edildiği, yeni eserlerin pek yazılmadığı bir dönemdir.

Kanunlaştırma Dönemi

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir;

ü  İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

ü  İçtihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

ü  Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

ü  İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

ü  Hem usul, hem furu konularında içtihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.[5]

 

TEFSİR TARİHİ

Hz. Peygamber Döneminde Tefsir

Resulullah’a gelen vahiyler çoğu zaman ashap tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamaya ihtiyaç duyulmazdı. Ancak bazen de bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı. İşte sünnet, Kur’an’ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişi güzel değil belli bir şekil ve usullerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür: Mücmelin Tebyini, Mübhemin Tafsili, Mutlakın Takyidi, Müşkilin Tavzihi

Hz. Peygamber’in tefsiri iki fonksiyon icra etmektedir. Bunlarda birine beyan denilir ki o, Allah Rasulü’nün Kur’an’î nassları gerektirdiği şekilde açıklaması anlamına gelir. Diğerine de teşri fonksiyonu denir. Bununla da Peygamberimiz gerektiği durum ve şartlara göre hüküm koymaktadır.

Sahabe Döneminde Tefsir

Hz. Peygamberin vefatının ardından Kur’an’ı tefsir etme göreviyle karşı karşıya kalan sahabileri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle 2 gruba ayırmak mümkündür. Bir grup, özellikle müteşabih nassları tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsire karşı çıkıyordu. Diğer bir kısım sahabe de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihatlarıyla Kur’an’ı tefsir etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahabeler, herhangi bir ayeti tefsir ederken öncelikle Kur’an’a sonra da Resulullah’ın sünnetine başvuruyorlar, şayet aradıklarını bu iki kaynakta da bulamıyorlarsa, o takdirde kendi içtihatlarıyla tefsir ediyorlardı.

Sahabe Dönemi Tefsirinin Genel Özellikleri

1- Sahabeler Kur’an’ı baştan sona ayet ayet tefsir etmemişlerdi.

2- Zaman zaman sahabeler arasında bir takım ihtilaflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilaflar tezat ihtilafı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilafı idi.

3- Ahkam ayetlerden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi

4- Tefsir bu dönemde henüz tedvin edilmemişti.

5- Ayetlerin nüzul sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği ayetlerin inmesine sebep olan olaylara vakıf olmalarıydı.

Sahabenin Tefsirde Müracaat Ettiği Kaynaklar

1- Kur’an’ın Kur’an la tefsiri

2- Kur’an’ın sünnetle tefsiri

3- Şiirle istişhad etmek

4- Yahudi ve Hıristiyan kültürleri

5- Kendi ictihadları

Tabiun Döneminde Tefsir

Tefsirde sahabeden sonra önemli rol üstlenen bir nesil Tabiiler Kur’an ve sünnete başvuruyorlar; şayet bu iki kaynakta, nasları tefsir edebilmelerine yardımcı olacak bir malzeme bulamazlarsa, o takdirde özellikle esbab-ı nüzul, mübhemat ve gaybla ilgili konularda sahabenin görüş ve tercihlerine müracaat ediyorlardı.

Tefsirde bazen ehl-i kitabın görüşlerine müracaat ettikleri de oluyordu. Zaman zamanda akli tercihlerde bulunarak Kur’an’ı tefsir ediyorlardı.

1. Sahâbe tefsiri manası kapalı olan âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kur’ân’ın bütünü tefsire konu olmuştur.

2. Tâbiûn tefsirinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.

3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir.

4. Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler, sahâbe dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kur’ân tefsirine girmişti.

5. Bu dönemde de tefsir, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine şifâhî olarak aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Kûfe gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashâbın ileri gelenleri tarafından rivâyet edilmiş; böylece tâbiûn dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.

6. Tâbiiler herhangi bir Kur’ân ayetini tefsir ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı. Yani bildikleri bir ayetin tefsirinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsir etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak tefsire yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir.

Tefsir Mektebleri

Çeşitli yörelere vazifeli olarak giden sahabeler, İslam’ın egemenliği altına giren bu beldelerde tedris halkaları kurmaya ve etraflarına topladıkları insanlara, Kur’an’ı ve sünneti öğretmeye başladılar. Sahabelerin bu ilmi faaliyetleri sonucunda şehirlerde bir çok ekol, mektep oluştu ki bu ekollerin öğretmenleri sahabeler, öğrencileri de tabilerdi. İnsanlar arasında ihtilafların baş göstermesi, her grubun kendi görüşünü,  haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur’an‘a sarılması bunun tabi sonucu olarak bazen yanlış ve bozuk tevillerin ortaya çıkması gibi nedenlerden dolayı Kur’an’ın tefsirine ağırlık verilmeye başlandı. Bunlardan 3 tanesi tefsirde şöhrete ulaştı.

- Mekke tefsir mektebi: Kurucusu Abdullah b. Abbas

- Medine tefsir mektebi: Kurucusu Ubey b. Kab

- Kufe rey mektebi: Abdullah b. Mes’ud tarafından Kufe’de kuruldu

Tabiun Müfessirlerinin Tefsir Kaynakları

1- Kur’an ‘ın Kur’anla Tefsiri

2- Kur’an’ın sünnetle Tefsiri

3- Şiirle istişhad etmek

4- Yahudi ve Hıristiyan kültürleri

5- Sahabe sözleri (görüş ve içtihatları)

6- Kendi içtihadları (görüşleri)

Tefsirin Tedvini

Tedvin edilmeden yani yazıya geçirilmeden önce ashab ve tabiun döneminde sözlü nail yoluyla aktarılıyordu. Etbau-t tabiin dönemine gelindiğinde ise tefsir rivayetleri artık yavaş yavaş bir araya toplanarak yazılmaya başlanmıştı.

Tefsirin Hadisle Birlikte Tedvini

Tefsir, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya başlandı. Yezid b.Harun b .Es-Sülemi, Şu’be b. El-Haccac ve Süfyan es sev’ri gibi bazı muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmak maksadıyla çeşitli İslam beldelerini dolaşarak, Hz. Peygambere isnad edilen sahih rivayetleri bir araya getirmeye çalışırken, bu arada Resulullah ve sahabeden nakledilen tefsirle ilgili nakilleri de topladılar. Böylece hadis ilminin yazımı aşamasında tefsirle alakalı rivayetlerde derlenmiş oldu.

Tefsirin Müstakil Olarak Tedvini

İlk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazıya geçirilen tefsir rivayetleri, kısa bir süre sonra müstakil bir ilim haline geldi. İlk dönem müfessirleri bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin edilen malzemeyi vakit geçirmeden kendi alanına taşımak; diğer taraftan da tefsirin temellerini atmak maksadıyla müstakil eser yazma hareketini başlattılar. Elimizdeki belgeler, Kur’an’a dair nakilleri bir araya toplayarak onu baştan sona tefsir eden ilk şahsın, Mukatil b. Sülayman olduğunu göstermektedir.[6]

 



[1] Kamil Çakın, “Hadis Tarihi”, http://www.kamilcakin.com/index.php/hadis-tarihi

[2] Ramazan YILDIRIM ve Diğerleri, İmam Hatip Liseleri Hadis Ders Kitabı, Birinci Baskı, 2010, s. 48-63

[4] İbrahim ÇALIŞKAN, “Fıkıh İlminin Mahiyeti ve Tarihi Gelişimi”, http://www.kunfeyekun.org/forum/kf/fikih-ilminin-tarihi-seyri-ve-gelisimi-nedir.31751/#ixzz2vpX87A3M

[6] Muhsin DEMİRCİ, “Tefsirin Doğuşu ve Tedvini”, Bahattin DARTMA (Ed.), A.Ü. İlâhiyat Önlisans Programı Tefsir Tarihi ve Usulü, 2. Baskı, eskişehir, Ocak 2013, ss. 81-102


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Rukiye Öztürk / Yüksek Lisans / 12912778

 

TEFSİR, HADİS, FIKIH TARİHLERİ ve USULLERİ KARŞILAŞTIRMASI

 

Tefsir Tarihi ve Usûlü

 

  • Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’i muhataplarına anlatmak için yapılan işte kullanılan “ tefsir” ve te’vil kelimelerinin ilk devirlerdeki anlaşılan biçimini iyi bilmemiz gereklidir.
  • Bu iki kelimenin öncelikle köklerini tespit etmeliyiz. Tefsir kelimesi ‘ fesr ’ veya taklib tarikiyle ‘ sefr ’ köklerinden bir mastardır. Fesr beyan etmek, keşfetmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi manalarda kullanılmaktadır. ‘ Sefr ’ kökü çeşitli anlamlara gelir ise de genelde bu kelimenin Araplar arasında kapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak anlamlarına geldiği görülür.
  • Hakiki tefsir Allah ve Rasül’ünün beyanı ile yapılan tefsirdir. Yani rivayete muhtaç bulunan tevkifi olandır.
  • İslam hukuku alanında tefsirin çeşitlerinden tercih edileni de zaten yukarıdakidir. Bunu dışındakiler ise te’vil alanında mütalaa edilirler.
  • Tefsir ile te’vil arasındaki farkı en güzel ifade edenlerden birisi de Ebu Mansür el- Maturudi olmuştur:  “ Tefsir sahabe içindir; te’vil ise fakihlere aittir ”. Yani sahabe hadiselere şahit olup, hakkında Kur’an nazil olan hususu bildikleri ve gözleriyle gördüklerinden murad olunanı yani ayetin tefsirini hakikatiyle biliyorlardı.
  • Te’vil ise Ebu Zeyd’e göre sözün mutemel olduğu manalardan birisine yöneltilmesidir. Allah’ı şahit göstermek burada söz konusu değildir.

·        Hz. Muhammed (sav) döneminde kitap haline getirilememişse de tilaveten toparlama

      mükemmel hale getirilmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde kitap halini almış ve son olarakî

            Hz. Osman derinde okunuş farklılıkları ortadan kaldırılmış haliyle çoğaltılmıştır.

  • Hz. Muhammed (sav) zamanında tefsir belli sebepler neticesinde gerçekleştiriliyordu ki bunlar: Ayet okuma, sorulara verilen cevap yoluyla, delil getirmek amacıyla ayet okunurkendir.
  • Kur’an-ı Kerim’in surelerinin bir kısmı toptan ( sure halinde ) bir kısmı ise ( sureyi oluşturan ayetler ) parçalar halinde inmiştir.  Ayet ve surelerin parça parça inişi tefsir ilminde tencim-ül Kur’an adıyla anılmaktadır. Peygamber efendimiz ise ayetleri ilgili surelere bizzat yazdırmaktaydı. Hatta yazıldıktan sonra kontrol ediyor okutup, dinliyordu.
  • Kur’an-ı Kerim’i iniş suresi tam olarak yirmi iki yıl iki aydır. On iki sene beş ayı Mekkî, dokuz sene dokuz ayı da Medenî döneme aittir.
  • Sahabenin Kur’an tefsiri hakkında iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Bir kısım sahabe Kur’an tefsiri hakkında söz söylemekten çekinirken, diğerleri onu tefsir ediyorlardı.
  • Hz. Peygamber: “ Bir kimse rey ile Kur’an hakkında dese - veya bilmeden söylese- ateşten oturacak yerine hazırlansın. ” Bu haberdeki rey meselesi iyi anlaşılmadığı için bu işin neticesi olan tehditten korkmuşlar. Bu korku tabiûn tabakası aşıp daha sonraki nesillere kadar ulaşmıştır.
  • Yahut da Peygamber’ in sohbetinde bulunup ondan ilim telakki etmiş olan sahabeler, tefsirde hata yaparız korkusu ile Kur’an’ ı tefsir etmekten çekinmişlerdir ve bu hususta konuşmak istememişlerdir.
  • Bir gün Ebu Bekr’e ( Abase Suresi 31 ) ayetin manası sorulduğunda: “ Allah’ın kitabına dair bir şeyi kendime göre tefsir eder veya bilmediğim halde söylesem, hangi yer beni üzerinde taşır ve hangi sema beni gölgelendirir? ” demişti. ( Tefsiru’t Taberî;1 / 78, Tefsiru İbn Kesir; 1/ 5 )
  • Peygamberin tefsiri, tefsir kitaplarına nazaran daha azdır. Bu da onları toplayanların usullerine göre cerh ve ta’ dile tabi tutulmuş olmasından ileri gelir. Hatta tefsir kitaplarında, zayıf ve kasıtlı olarak va’z edilmiş haber pek çoktur.
  • Hz. Peygamberin Kur’an’daki bazı kelimeleri izahına dikkat edecek olursak; görmekteyiz ki bunların bazıları dünya bazıları ahret hayatına işaret etmektedir. Bazen Müslümanların düşmanları karşısında alacakları tavrı izah ederken bazen de ahretle ilgili suallere karşılık vermektedir.       
  • Örneğin; bir arabî peygambere göre ‘ Sûr’ un ne olduğunu sordu. O da: “ Boynuzdur, ona üfürülür. ” ( Sünenu’t Tırmızî 7 / 23. Musnedu Ahmed 2 / 192 ) diyor. Hâlbuki sözlükte sûr yalnızca boynuz manasına gelmektedir.  Hz. Peygamber ise kelime o şahsa anlayacağı şekilde açıklamıştır.
  • Peygamberimizden sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştır. Onları tefsir alanındaki özellikleri yükseltiyordu. Birincisi sarsılmaz mutlak imanları, ikincisi hadise ve sebepleri müşade edebilmeleriydi.
  • Hadise ve sebeplere hâkim olan sahabe, şüphesiz ki Kur’an’ı sonradan yetişen nesillerden daha iyi anlayacaktır. Ama bu anlayış elbette hepsinde aynı olmazdı.
  • İşte sahabenin durumu böyle iken İbni Haldun’un Kur’an’ın muhatapları onun kelim ve terkiplerini anlıyorlardı demesi tam olarak gerçeği yansıtmayan bir ifadeydi. Eğer İbni Haldun’un dediği doğru olsaydı ilk zamanlarda basit dahi olsa da bazı tartışma ve ihtilafların olmaması gerekirdi.
  • Örneğin; Ahmed bin İbn Hanbe, Ebu Said el Hudri ( ö 781 / 697 ) vasıtası ile Peygamberden naklettiği bir haberde, Kur’an’daki bütün ‘ Kunut ’ kelimelerinin           ‘ Taat ’ manasına geldiğini zikrediyorsa da böyle bir şeyin sadî olması şüphe ile karşılanır.
  • Bu bağlamda “ Hz. Ömer: ‘ Şu ümmet Nebîleri bir olduğu halde nasıl olurda ihtilaf edebiliyorlar? ’ diye sorduğunda cevap olarak: ‘ Ey Mü’minlerin emiri, Kur’an bizim üzerimize nazil oldu, onu okuduk ve ne için nazil olduğunu biliyorduk. Bizden sonrakiler, Kur’an’ı okuyacaklar ve niçin nazil olduğunu bilmeyecekler, rey olunca da aralarında ihtilaf olacaktır. ’  denmiştir. ( Tefsir’ül Kasımî 1 / 28 ) ” rivayeti önem kazanıyor.
  • Kıraata gelecek olursak, orada Müslümanlar için bir kolaylık vardır. Ez- Zerkeşî bu konuda: “ Kur’an ve kıraat birbirinden ayrı iki hakikattir. Kur’an Peygamber’ e nazil olmuş bir vahiydir. Kıraat ise zikredilen şu vahiy lafızlarının kitabeti kayfiyeti, onu hafifletmek veya ağırlaştırmak gibi hususlardır. ” demiştir.
  • Hulefayı Raşidin devrinden itibaren İslam devletinin sınırları Arap yarım adasının aşamaya başlamış; kendi bünyesinde yeni ülkelerle beraber yeni yeni kültür ve dine sahip cemiyetleri de arasına almıştı. Yani artık yeni kanun ve hükümlere ihtiyaçları vardı.
  • Arap olmayan Müslümanların İslamiyeti öğrenmesi gerekliliğinden hareketle görüyoruz ki ilim ve tefsir de ortaya çıkan şahsiyetlerin çoğunun aslen Arap değillerdir.
  • İşte bu ilimle iştigal eden gruba genel bir isim olarak ‘ Mevali ’ denmiştir.
  • Fütühattan sonra farklı şehirlere dağılan sahabe oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan genelde Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiûn ve etbaıdır ki bunların çoğu mevalî evlatlarıydı.
  • Mevlânın durumu ise efendisine bağlıydı. Tüccar olan sahabenin mevlâsı tüccar, âlim olanın mevlası âlim idi.
  • İbn Abbas’ın; Ata İbn Ebi Rabbah ( ö 128 / 733 ) Benu Fihr’in; Ebu Zubeyr Muhammed İbn Mislim ( ö 128 / 733 ) Hakim İbn Hizam’ın mevlası idi. Kufe’de ise Said İbn Cübeyr ( ö 94 / 713 ) Benu Vahibe mevâsı, Basra’da El- Hasan İbn Yaşar      ( ö110 / 728 ) Zeyd İbn Sabit’in mevlâsı idi.
  • Tefsirlerden bir kısmı zamanımıza kadar intikal etmiş bir kısmı da intikal etmemiş ancak biz onların varlığını kaynaklardan öğreniyoruz.

Bunlardan bazıları ( kronolojik ):

                  ►  Tefsiru Garib’l Kur’ani’l Mecid; Zeyd İbn Ali

                  ►  Tefsir’ul İmam Ca’fer es-Sadık

                  ►  Tefsiru Mukatil İbn Süleyman

                  ► Kitabu Maani’l Kur’an; El Ahfeş

                  ► Tefsiru Ebi Zekeriyya Yahya İbn Selem et-Teymî el Basrî

                  ► Câmi'ul Beyân fi Tefsir'il Kur'ân; İbn Cerir et-Taberi

                  ► Keşşaf Tefsiri; Zemahşerî

...

Usûl için aşağıdaki ayetler yol gösterici olmuştur;

 

Yeryüzünde insani hayat tevhit inancı ve hak dinle başlamıştır.( Bakara 213,    Yunus 19 )Allah Teâlâ kendisine kulluk etsinler, tanrı olarak kabul gören öteki şeylerin tümünden uzak dursunlar diye her bir topluluğa bir peygamber göndermiştir. Bu husus hiçbir bahaneye ve kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla ifade buyrulmuştur. ( Nahl 36 ) Peygamberlere, insanlar arasında kendisiyle hüküm verecekleri kitaplar da verilmiştir. Hz. Peygamber de diğer tüm peygamberle gibi vahye mezar kılınmış ve kendisine, insanlık için bir yol gösterici ve bir rahmet olmak üzere Kur’an-ı Kerim indirilmiştir. ( Enam 157 ) Diğer semavi kitaplar gibi Kur’an da emri ve nehyi ile darbı meseleleriyle; hatırlatma ve haberleriyle, vaazlarıyla... İnsana yöneltilen ilahi hitaptır, kelâmdır. Yaratıcı’nın uyarılsınlar O’nun tek bir ilah olduğunu bilsinler ve selim akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar, gereğince amel etsinler diye tüm insanlara bir tebliğdir. ( İbrahim 52 )

            Kur’an’da insana öğretiliği bildirilen ‘ beyan ’ sadece tek taraflı anlatma değil aynı zamanda başkasının anlattıklarını da anlamaktır. İnsan önce anlamak ve öğrenmek sonra da anlatmak ve öğretmek durumundadır. Kur’an da ilahî kelam olarak önce anlaşılmak akabinde de anlatılmak – özel tabiriyle -  tefsir edilmek durumundadır.

            Hz. Peygamber ( sav ) kendisine verilen beyan görevini Ashab’ına bildirmiş ve onları uyarmıştır: el- Mikdam b. Ma’dikerib’in rivayet ettiği hadisi şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “ Dikkatinizi çekerim, kesinlikle bana Kitab ve onunla birlikte benzeri verilmiştir. Dikkatli olun, karnı tok, koltuğunda oturarak: ‘ size şu Kur’an gereklisir; onda helal olarak neyi gördünüzse onu helal olarak kabul ediniz, haram olarak gördünüzse haram biliniz.’ diyecek birilerinin gelmesi yakındır. Haberiniz olsun, ehli eşek size helal değildir;      ( parçalayan ) azı dişi olan hiçbir yırtıcı ve sahibinin ihtiyaç duymaması ( ve almak isteyene terk etmesi ) dışında hiçbirinin buluntusu helal değildir. ” el- Hattâbî ( ö 388 / 998 )

 

Kur’an tefsirinde gerekli olan ilimler;

 

            1. Lügat İlmi

 

            Bir dilin bilinmesi ilk planda onun kelimelerini müstakil olarak, müfredat olarak bilmeyi, ayrıca onlarla ilgili çok geniş konuların bilinmesini gerekli kılar. Kur’an’da Arapça olarak indirildiğinden onu anlamak için öncelikle Arap dilinin kelimelerini, delaletlerini vb. incelik ve özellikleriyle bilmek şarttır. Bunun içindir ki, Kur’an ilimleri konusunda eser veren müelliflerin - doğrudan veya lafızlarla ilgili tasnifler içersinde – bu ilme ilk sırayı verdiklerini görürüz.

            Zerkeşî, müfessirin ilk başta ilk başta bilmesi gereken şeyin lafızla ilgili ilimler; bunlardan ilkinin de müfret lafızların hakikatin öğrenilmesi olduğunu söyler.

            Suyutî bu ilmî şu cümleler ile izah ediyor: “ Lafızların müfredatın açıklanmasını ve vaz’ı itibariyle delalet ettiği manaların bilinmesini lügat ilmi sağlar.

            Bu nakil ve izahlarda gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim’i anlamanın yolu evvela onun nazil olduğu dilin müfredatının vaz’ını, hakiki manalarını ve delaletlerini bilmekten geçer. Ayrıca konuyu bütünlük içerisinde bilmek gerekmektedir; bir ölçüde bilmek tefsir için yeterli değildir.

            2. İştikak İlmi

 

            Müfret, yalın lafızların, kullanılmakta oldukları anlamı ifade ederken hangi asıla köke dayanıldığını; nereden hareketle o kökten bu anlamı yüklendiği, başlangıçta hangi kavramı yansıttığı; asli mi yoksa yabancı mı olduğu; ne gibi gelişmeler gösterdiği ve benzeri hususları tespit etmek iştikak ilminin görevidir.

            Kelimelerin manalarının zaman içinde değişebileceği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda Kur’an- ı Kerim’deki lafızların Hz. Peygamber dönemindeki medlullerini, manalarını tespitin ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Bunu temin de yine bu ilmin metotlarıyla olacaktır.

           3. Sarf İlmi

 

            Kafiyeci müfret lafızların girdiği yapıları, çatıları, bunların siygalarının, kalıplarının hükümlerini, ne ifade ettiklerini bilmek bu ilmin konusudur diyerek bu ilmin sınırlarını belirlemiştir.

            4. Nahiv İlmi

           

            Zerkeşî’ye göre terkip halindeki lafızların dikkate alınarak dört vecihten birincisi; terkiplerin, cümlelerin İ’rabın anlamı, terkiplerin mananın özünü, bizzat söylenmek isteneni ifade edici olması demektir.

            5. Me’ânî İlmi

 

            Ahmed el- Haşimî, beyan âlimlerinin, Arapça bir sözün ortamın gereğine uygunluk hallerini bilmeyi sağlayan ilme ittifakla “ Me’âni İlmi ” ismini vermiş olduklarını aydeder.

          6. Beyan İlmi

 

            Haşimî  “ Beyan ilmi, bir maksadı bu maksada aklen delalet etmede birbirinden farklı yollarla ifade etmeyi bilmemizi sağlayan esaslar ve kaidelerdir ” diye tarif eder.

            7. Bedî İlmi

 

            Kafiyeci “ Manevi ve lâfzî güzellik unsurlarıyla sözü güzelleştirme yolarını bilmek de tefsirde ihtiyaç duyulan bilgilerdendir ki, bunu da Bedî İlmi sağlar ” diyerek tarifini ve tefsir açısından lüzumunu dile getirmiştir.

 

Hadis Tarihi ve Usûlü

 

  • Hadis kelimesi aslında yeni demektir. Eski manasında kullanılan kadimin zıddıdır. Bu kelime İslam öncesi şairler tarafından kullanıldığı gibi Kur’an ve Hadis-i Nebevîde de kullanılmıştır. Hikâye ve rivayetleri anlatanlara ise ‘ Huddas ’ denir.
  • Örnek ve adet demek olan ve Müslümanlar tarafından sadece Hz. Muhammed ( s.a.v. ) ‘in filleri ve uygulamaları için kullanılan sünnet kelimesinin manası hadîs kelimesinin manası ile yakındır.
  • Hz. Muhammed’in sadık dostlarının onun dediklerini ve yaptıklarını can kulağıyla dinleme ve uygulama istekleri bu türün ortaya çıkışında temel sebeptir.
  • Bir asra yakın bir zaman içerisinde kısmen Hz. Peygamber tarafından yazdırılmış hükümler, mektuplar ve ashabının birçoğuna atfedilen yazı şeklinde, kısmen de onunla beraber bulunup söz ve hareketlerimi dikkatle takip etmiş ve hafızaları güçlü kişiler tarafından toplanmıştır.
  • Hz. Muhammed’in ölümünün ardından birinci Ömer kararında Cenab-ı Hak’dan yardım talebi ile bu işin üzerinde durmaya karar verdi. Ancak Kur’an’ın Müslümanlar tarafından ikinci planda bırakılması ihtimalinin korkusuyla vazgeçti.
  • Bu iş için en geniş çalışma ise ikinci Ömer döneminde başlatıldı. Kendisi devletin başına geçtiğinde hadislerin toparlanması için çaba harcadı. Ayrıca cahil bedeviler için maaşlı Kur’an hocaları atadı. Fıkıh hocalarına ve talebelerine destek verdi. Hicaz valisine hadis dersleri verilmesi konusunda talimat verdi. Bu alanda iyi yetişenleri Mısır’a ve Kuzey Afrika’ya öğretmenlik yapmaları için gönderdi.
  • Bununla da yetinmeyen ikinci Ömer büyük bir muhaddis olan Ebû Bekr b. Muhammed b. Hazm’a göre o, Peygamber’in ve Ömer’in bilhassa o devirde Hz. Aişe’den rivayet edilen Hadîslerin muhafızı Abdurrahman’ın kızı Amre’den öğrenebildiği hadîsleri tespit edip yazmasını istemişti.
  • Bir araya getirdiği tüm kitapların ise hâkimiyet altındaki yerlerde dolaştırılmasını Sa’d b. İbrahim ile İbn Şihab el – Zuhrî’den talep ettiği söylenir.
  • İlim tahsili için Suriye ve Mısır’ı tamamen dolaşmış ve Medine’de de kalan Mekhûl     ( öl.116 / 734 ) sünnet hakkında İbni-i Nedim Fihristi’nde de adı geçen bir kitap yazmıştır.
  • Büyük İslam Devleti’nde hemen hemen aynı anda başlayan hadîs toplama hareketleri onların ardından çeşitli muhaddisler tarafından devam ettirildi. Bu hadîs toplarcılardan Abd’ü’l Melik b. Abd’ü’ l Aziz b. Cüreyc Mekke’de, Sa’d b. Arûbe Mezopotamya’da, El- Evzâ’î Suriye’de, Muhammed b. Abd’i’r Rahmân Medine’de, Zâide b. Kudâme ve Sufyân es- Servi Kûfe’deve Hammâd b. Selâme Basra’da çalışmalar yaptı.
  • Ancak ne yazık ki hemen hemen yukarıdaki tüm eserler kaybolmuştur. Onların plan ve yöntemleri hakkında ise hiçbir bilgi yoktur. Bu eserlerden bahseden İbn el- Nedîm eserlerin bir kısmı için sünnet hakkında eserler demekte ve fıkıh kitapları gibi meseleler için ayrılmış bölümler olduğunu söylemektedir. Bununla birlikte çeşitli âlimlere göre Süfyân es- Sevrî’nin iki kitabı vardı ve değişik yapıdaydılar. Biri hakkında İbn-i Nedîm hadîs eserlerine benzediğini söyler ancak o da diğer eserler gibi kaybolmuştur.
  • İmam Mâlik’in günümüze ulaşmış olan ve bir alman bilgini Golziher tarafından detaylı incelenmiş olan eser Muvatta’dır. Ona göre Muvatta diğer hadîs eserleri gibi toplama değildir ve hukuk mecellesidir.

Hadîs kitaplarının tasnifi için bu eserler aşağıdaki gruplara ayrılmıştır:

  •  
    1. Sahifeler
    2. Cüzler ( belirli konularda hadîs mecmuaları )
    3. Risâle veya kitaplar
    4. Musannefler ( konuların çoğunu işleyen )
    5. Müsnedler ( bizzat Peygamber’den )
    6. Mû’ cemler ( alfabetik sırada, belirli konular )
    7. Câmi’ler ( tüm konuları içeren )
    8. Sünenler ( ahkâm hadîsleri )
    9. Müsterekler ( kendinden önceki müellifi temel alarak )
    10. Müstahrecler ( kendinden öncekileri yeni isnâd ile toplama )
    11. Erbe’ûnlar ( müllifin özel ilgisiyle kırk hadîs )

 

  • En az hadîs nakledenler yirmi hadîs ile Şureyh el- Ka’bî, Abdullah b. Cerrâd, Musvir b. Mahreme, Amr b. Ûmeyye el- Damrî ve Amr b. Ûmeyye ( bir başkası ) ‘dir. En fazla hadîs nakleden ise beş bin üç yüz yetmiş dört hadîs ile Ebu Hureyre’dir.
  • Hadîs nakledenlerin arasında Peygamberimizin hanımları, dört büyük halife ve birinci Emevî halîfesi Mu’ âviye’de vardır.

 

            Dilimizdeki kullanımı ile hadis usulü, asli ifadesi ile Usulu’l Hadis, temel kelimesinin temel kelimesi hadistir. Hadis’in sözlük anlamı “ yeni ” dir. “ Eski ” demek olan kadimin zıddıdır.

            Hadis usulleri denilince, hadis ilminin dirayet’e dayanan prensipler bölümü ile meşgul olan âlimler ( usuliyyun ) anlaşılır.

            Kur’an-ı Kerim’i dünya ve ahiret mutluluğunu kazanma yollarını gösteren hidayet rehberi olarak gönderen Allah, onu açıklama görev ve yetkisini de elçisi Hz. Muhammed’e verilmiştir.

            Kitap ve sünnet arasındaki bu açıklanan- açıklayan alakasının farkında olan sahabe-i kiram, ta başlangıçtan beri Hz. Peygamberin hadislerine ve yaşayışına fevkalade itina göstermiş, onarı ezberlemiş, yaşamış, onları aslına uygun olarak öğrenmek, uygulamak ve başkalarına ulaştırmak için gerçekten büyük gayret göstermişlerdir.

 

Hadis Usulünün Kaynakları

 

Mütekaddimuna ait eserler                                                             

                  ▼                                                                                                      

El- Muhaddisu’l Fâsıl                                                                      

Râmehurmuzî ( 360 / 917 )                                                  

                  ▼                                                                                   

Ma’rifetu Ulumi’l Hadis                                                      

El- Hâkim ( 405 / 1014 )                                                                  

                  ▼                                                                                               

El- Kifaye                                                                                        

El- Hatip El- Bağdadî ( 463 / 1071 )

 

Müteahhiruna ait eserler

                ▼

İl- İlma

Kadı İyaz ( 554 / 1149 )

                ▼

Ulûmu’l Hadis

İbnu’s- Salah ( 643 / 1245 )

                ▼

Kavadiu’t Tahdis

Kasimî ( 1914 )

                 ▼

Tevcihu’n Nazar

Cezairî ( 1920 )

                ▼

El- Takrip

En- Nevevî ( 576 / 1277 )

            ▼

İhtisaru Ulumi’l Hadis

İbn Kesir ( 774 / 1372 )

             ▼

Nuhbetu’l Fiker

İbnHacerel- Askalân (1448)

            ▼

Tedribur- Râvi

Es- Suyûti ( 911 / 1505 )

 

Sünnet ve hadis hakkında;

            “ Sünnet, Allah’ın kitabının, Allah’ın elçisi tarafından evrensel planda yapılmış yorumudur. Hadis bu yorumun yazılı belgesidir. ”

 

Rivayet adabı hakkında;

            “ Kazanan kazandığını âdâba riayetle kazandı; kaybeden kaybettiğini edebi terk etmekle kaybetti. ”  ( Ali b. Ebî Tâlib )

 

Râviler hakkında;

            “ Hadis ilminin bir yarısı hadisin manasını kavramak, diğer yarısı râvileri tanımaktır.” ( Ali b. El Medenî )

 

Fıkıh Tarihi ve Usûlü

 

  • Fıkıh, Arapça kökenli bir sözcüktür. "Bir şeyin özünü ve inceliklerini kavramak" anlamındadır. İslam dininin kutsal kitabı olan Kur'an'da bir bilimden çok "ince anlayış, keskin idrak ve konuşanın amacını anlamak" anlamlarında kullanılmıştır. Bu nedenle genel açıdan fıkıh "bir şeyi özüne vakıf olarak anlamak ve deliliyle birlikte bilmek" anlamında kullanılır.

·         Fakat fıkıh bir bilim olarak, İslam hukuku anlamında kullanılmıştır. Bu anlamda kullanımının farklı bilgin ve taraflarca yapılmış iki ana, farklı tanımı vardır.

·         Biri fıkıh mezheplerinden Hanefilik mezhebinin tanımıdır ki “ Kişinin ameli bakımdan lehinde ve aleyhinde olanları maharetle bilmesi ” şeklindedir.

·         Diğer tanımsa yine bir fıkıh mezhebi olan Şafiilik mezhebinin tanımıdır ve “ Eylem ve şeriat hükümlerini, yani ibadet, muamelat ve cezaları (ceza hukukunu), açıklayıcı delillerden çıkararak bilmek, tanımak ” şeklindedir.

  • "Fıkh" kökünden türeyen “ Fakih ” “ bir şeyi iyi bilen, iyi anlayan kimse ” demektir. Fakih kelimesinin çoğulu “ Fukaha ” dır.
  • Kur’an-ı Kerim, hadîs, edebiyat ve tarih kitaplarının bize naklettiği bilgilere dayanarak câhiyye devri hukukunu ve İslam’dan sonraki hallerini şöyle özetlemek mümkündür:

 

A. AİLE

1.      Evliliğin Çeşitleri:

a)      Nikâh: Kızın velisinden istenerek mehir karşılığında evlilik.

b)      Trampa: İki kişinin kızlarını veya velisi bulundukları kadınları mehirsiz takası etmeleri. İslam’da hadîsle yasaklanmıştır.

c)      İki kız kardeşle evlenmek ya da sınırsız kadınla evlenebilmek. Birincisi yasaklanmış, ikincisi ise en fazla dört olarak sınırlandırılmış.

d)     Analıkla evlenmek: İslam’da yasaklanmıştır.

 

2.      Evliliğin Mânileri:

Yakın akraba ile evlenmek yasaktı. Analar, kızlar, halalar ve teyzelerle evlenilmezdi. Buna karşılık olarak amca ve dayılarla da evlenilmezdi. Evlatlık ise evlat yerindeydi ve onunla da evlenmek yasaktı. İslam ile evlatlık hariç bu yasaklar devam etmiştir.

 

3.      Mehir:

Velisi ya da kızın babası kızın mehrini alır ve kıza bir şey verilmezdi. İslam bunu yasaklamış ve mehirin kadına bir hak olduğunu bildirmiştir.

 

4.      Evliliğin Sona Ermesi:

a)      Talâk ( boşanma ): Erkek karısını boşar ve reddederdi. İsterse kendi kendine vazgeçebilirdi ve bunun sayı sınırı bile yoktu. İslam bu boşanmayı zorunlu hallerde ve üçe indirmiştir.

b)      Hulû: Kadın veya velisinin bir meblağ karşılığı kocasından boşanması. İslam da kabul görür ancak kayda ve şarta bağlanır.

c)      İlâ ( yemin ) : Koca, karısına yaklaşmayacağına yemin eder ve iki sene yaklaşmazsa onu boşamış sayılırdı. İslam bu bekleme süresini dört aya indirmiştir.

 

5.      Vasiyet:

Araplar vâris olsun ya da olmasın herkese istenildiği kadar malın bırakılabileceğini kabul ediyorlardı. İslam da ise üçte birinden fazla vasiyetin ifası varislerin rızasına bağlıdır. Varise vasiyet yoktur.

B. MUÂMELÂT

 

1. Şirket Akdi:

            Hz. Peygamber ve sahabenin hayat hikâyelerinde, İslam’dan önce ortaklık akdinin bilindiğini gösteren ifadeler vardır.

 

2. Mudârabe veya Kırâz Akdi

            Bir kişinin sermaye diğerinin iş ve ticaretiyle meydana gelir. Sermaye sahibi kârın bir miktarını alır.  İslam bunu yerinde bırakmıştır.

 

3. Selem Akdi:

            Peşin para ile sonradan mal teslimi. Hz. Peygamber:  “ Yeri ve zamanı belli olsun. ” buyurmuştur.

 

4. Borçlanma ve Fâiz:

            Katlanarak artan borçlar söz konusu idi. İslam faizin bütün çeşitlerini yasaklamıştır.

 

5. Rehin:

            Borç ödenmediği takdirde rehin mal alacaklının olurdu. İslam rehnin bu şekilde mal edilmesini men etmiştir.

 

6. Alışveriş Şekilleri:

            a) Münâbeze, mülâmese ve hasât Bey’i:

                        Aldım – sattım sözleri kullanılmadan alışveriş yapılırdı. İslam bunu yasak etmiştir.

            b) Hileli Artırma:

                        Müşterinin daha çok para vermesi sağlanırdı. Bu da yasaklanmıştır.

           

            c) Borçlunun Satılması:

                        İslam bunu da yasaklamıştır.

C. CEZA HUKUKU

 

1. Kısas:

      Araplar ‘ Ölümü en iyi ölüm yok eder ’ der ve kısas isterlerdi. Ancak katilin yakınları da sorumlu sayılır ve buna dâhil edilirdi.   İslam ‘ Kimse kimsenin günahını yüklenemez .’ ilkesini getirmiştir.

 

2. Diyet:

      Kasten olmayan katil hadiselerinde diyet kabul edilirdi. İslam bunu kabulün yanı sıra kasten öldürmede de eğer maktulün velisi razı olursa diyeti serbest etmiştir.

 

D. MUHAKEME USÛLÜ

  1. Kasâme:

Katili belli olmayan cinayetlerde maktûlun bulunduğu köy veya mahalle ahalisinden elli kişinin ‘ öldürmedik ve öldüreni de görmedik ’ demelerine verilen ad.

            İslam bu usûlü kabul etmiştir.

 

  1. İsbat:

Davacı iddiasını şahit ile ispata çalışır. Bunu yapmadığı takdirde davalıya yemin teklif edebilir. İslam ilke olarak bunu reddetmemiştir.

Fıkıh Usûlünde özet olarak;

 

            Fıkh’ın lügat manası; bir şeyi bütün incelik ve derinliği ile anlamaktır. Hanefiler, fıkıh kişinim leh ve aleyhindeki ameli, şer’i ( dini ) hükümleri bilmesidir diyorlar. Şafiiler ise, fıkıh Şer’i hükümleri tafsili delillerden alarak bilmektir diye tarif ediyorlar.

             Müctehidler ictihad ederken, fakihler hüküm çıkarırken daima bu ilmin kaidelerinden faydalanırlar. Şu faydalar da bu ilmin sayesinde meydana gelir:

1-      Kur’an ve hadisten hüküm çıkarırken fahiş hatalara düşmemek

2-      Müctehidlerin nasıl hüküm çıkardıklarını ve hangisinin rey ve ictihadının diğerlerinden üstün olduğunu öğrenmek

3-      Fıkıh kitaplarındaki hükümleri ve fıkıh bilginlerinin bu hükümler üzerindeki münakaşa ve açıklamalarını hakkıyla anlamak.

4-      Allah Rasulünün vaz’ ettiği hükümlerle, fukahanın ictihad ve kıyas yollarıyla çıkardıkları hükümleri birbirinden ayırmak.

5-      Allah’ın dini hükümleri vaz’ etmakten maksadını ve hikmet-i teşrî’i öğrenmek.

 

Asli olan şer’i deliller dörttür:

1-      Kitap

2-      Sünnet

3-      İcma

4-      Kıyas

   

      Nakli deliller kabul eden dinimiz, bazı muharref dinlerde olduğu gibi akla cephe almamış, bilakis onu da bir delil olarak kabul etmiş, bütün hitap, irşad ve tekliflerini ona yöneltmiştir.

 

Peygamberimiz müctehidler için şöyle buyurmuştur:

“ Kimin hakkında Allah hayır dilerse onu dinde fakih kılar. Ben ancak taksim ediciyim, veren Allah’tır. ” ( Hadis-i Şerif- Buharî – Müslim)

 

 

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

HADİS ESERLERİNDE TEFSİR RİVAYETLERİ

ZEYNEP ARSLAN

YÜKSEK LİSANS     NO: 13912774

TARİH MÜTALAASI ÖDEVİ

 

GİRİŞ

         İslami ilimler,Müslümanların Kur’an’ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları  dini ilimlerdir.Bütün bu ilimlerin kaynağı Kur’an’ı Kerim’dir.Kur’an’ın doğru anlaşılması  için tefsir,hadis,fıkıh gibi ilimlerin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

          Kur’an’ın anlaşılması için hadis,tarih,siyer gibi İslami ilimlerden yararlanan tefsir,elde ettiği sonuçları kelam ve fıkıh ilmine sunmuş,onlarda bu bilgiler ışığında ve kendi usulleri çerçevesinde Kur’an eksenli bir hayat oluşturmaya çalışmışlardır.Fkıh ilmi hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlamış,tefsir ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak tedvin edilmiş,Kur’an ayetlerinde açıkça belirtilmeyen ifadeler hadisle açıklanmış,yine Kur’an da umum ifade eden ayetlerin hususileştirilmesi ya da mutlak olan bazı hükümlerin kayıt altına alınması hadis ile gerçekleşmiştir.Bu kadar iç içe geçmiş,bütünleşmiş ilimler birbirinden bağımsız olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.

 

TEFSİR TARİHİ

 

     Tefsir kelimesi  fesr  فسر    kökünden gelir ve bir şeyi açıklamak ,ortaya çıkarmak,üzeri örtülü bir şeyi açmak gibi manalara gelmektedir.Terim anlamı olarak ise; insan gücü ve Arap dilinin verdiği imkan nispetinde  Allah’ın muradına delalet etmesi bakımından Kur’an metninin içerdiği manaları ortaya kaymaktır.

     Tefsirin amacı insanlığa hidayet yolunu açık ve net bir şekilde gösterip,onların dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlamaktır.Kur’an gerek bireysel gerekse toplumsal planda insanın bütün davranışlarına yön vermeyi esas almış,itikadi,ahlaki ve hukuki alanlarda getirmiş olduğu esaslarla her dönemde insanlığa yol göstermiştir.Kur’an’ın bu özellikleri onun tefsir edilmesinin gerekli olduğununda bir göstergesidir..

 

a)HZ.PEYGAMBER DÖNEMİNDE TEFSİR

 

     Tefsir ilminin başlangıcı Kuran’ı Kerim’in yeryüzüne inişiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ı bize en iyi öğreten  bizzat Kur’an’ın kendisidir. O, bazı yerlerde genel ifade

eden ayetleri tahsis, bazı yerlerde mutlak ifadeyi takyit, bazı yerlerde  müphem olarak gözüken bir ayeti başka bir yerde açıklığa kavuşturarak kendini bize anlatmıştır.

    Kur’an’ın ilk müfessiri ise Hz. Muhammed’(sav)dir.Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’an bölümlerini muhataplarına okuyor,diğer taraftan da manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu.O,bazen ayetleri okuyarak ,bazen ashaba soru sorarak,bazen de sahabilerin soruları üzerine Kur’an’ı tefsir ediyordu.Hz.Peygamber’in tefsirdeki yöntemini ise ;mücmelin teybini,müphemin tafsili,mutlakın takyidi ve müşkilin tavzihi olarak sınıflandırabiliriz.

     Hz. Muhammed(sav)’in Kur’an ‘ın bir kısmını mı yoksa tamamını mı tefsir  ettiğine dair çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte,O Kur’an’ı baştan sona fiilen tefsir etmiştir.Bu açıdan baktığımızda  Hz. Peygamber’in Kur’an tefsiri kısmen sözlü kısmen de fiili bir tefsirdir.

 

b)SAHABE DÖNEMİNDE TEFSİR

     Hz. Peygamber’in vefatından sonra sahabiler,  bir taraftan rivayetleri esas alarak diğer taraftan  da kendi görüşlerine yer vererek  Kur’an’ı yorumlamışlardır.

     Kur’an ‘ı nakle bağlı kalarak tefsir etmeyi tercih eden sahabiler özellikle müphem,mücmel,mutlak ve müteşabih nasları açıklama konusunda çekingen davranarak rey ile tefsire karşı çıkmışlardır.Rey taraftarları ise herhangi bir ayeti tefsir ederken öncelikle rivayet tefsir kaynaklarına müracaat ediyorlar ,aradıklarını bulamadıkları takdirde kendi reyleriyle tefsir ediyorlardı.

     Bu dönemde sahabiler Kur’an’ı baştan sona tefsir etmemişlerdi.Sahabiler arasında bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır..Fakat bunlar ihtilaftan ziyade çeşitlilikti.Yine bu dönemde hüküm ayetleri ile ilgili içtihatlara pek yer verilmemiştir.Ayrıca bu dönemde Kur’an’a yönelik beyanlar hala şifahiydi,tedvin edilmemiştir.

      Bu dönemde tefsir ilminde şöheret kazanan sahabeler ise;Abdullah b. Abbas,Abdullah b. Mesud,Ali b.Ebi Talib,Ubeyy b.Kab ‘dır.

 

c)TABİUN DÖNEMİNDE TEFSİR

      Dört halife dönemindeki fetih hareketleri sonucunda İslam Devleti’nin sınırları Arap Yrımadası’nı aşmış,farklı din ve kültüre sahip toplumlarıda bünyesine katmıştır.Genişleyen yeni toplumdaki kültürel zenginliğe ve artan ihtiyaçlara paralel olarak,tefsir alanındaki faaliyetler tabiun döneminde hız kazanmıştır.

     Bu dönemde her ayet ve her kelime için tefsir yapılmaya başlanmıştır.Tabiun devrinde tefsirde ekolleşme başlamış ve tefsir medreseleri oluşturulmuştur.Tefsirde ihtilaflar çoğalmaya başlamıştır.Ayetler etrafında,mezhebi görüş farklılıklarının temelini teşkil edecek münakaşalar başlamış ve ayrıca İsrailiyyat dediğimiz bilgilerin tefsire girmesine neden olan,kitap ehline müracaat artmıştır.

    Sahabe,Hz. Peygamber’in vefatından sonra  çeşitli beldelere ve şehirlere dağılmış,gittikleri yerlerde özellikle İslami öğretim işiyle uğraşmışlardır.Sahabe muallim,tabiun öğrenci gurubu olmuş ve böylece çeşitli merkezlerde ilim medreseleri teşekkül etmiştir.Bu dönemdeki en önemli medreseler ;Mekke,Medine ve Irak medreseleridir.

 

-Said b. Cübeyr,Mücahid,İkrime,Ata b.Ebi Rabbah Mekke medresesinin;

-Ebu’l Aliye er-Riyahi,Muhammed b.Kab el-Kurezi,Zeyd b. Elsem Medine medresesinin ;

-Alkame b. Kays,Mesruk b. El Ecda,İbrahim en-Neha’i, Amir eş-Şa’bi Irak medresesinin tefsir ilminde şöhret kazanmış talebeleridir.

 

d)TABİUN SONRASI TEFSİR ÇALIŞMALARI

       Hicri birinci asrın sonundan itibaren tefsir faaliyetleri yazılı bir temele oturmuştur. Bugün elimize ulaşan ve Kur’an’ın baştan sona tefsirini ihtiva eden en eski tefsir Mukatil b. Süleymen’ın tefsiri’dir.Bunun dışında tabiun sonrası müstakil tefsir çalışmaları;Süfyan b. Said es Sevri’nin tefsiri,Yahya b.Sallam’ın tefsiri,Abdurrazzak b. Hemmam’ın tefsiri’dir.

    Tefsir tarihinde,tefsir faaliyeti ve bu faaliyet sonucunda oluşan tefsirler,rivayet ve dirayet tefsiri olmak üzere genel anlamda ikili bir sınıflandırmaya tabi tutulur.

            Rivayet tefsirinin aşamaları;Kur’an’ın ,Kur’an ile,Hz. Peygemberden gelen nakil ile,sahabe ve tabiun sözü ile tefsir edilmesi olarak kabul edilmiştir.Taberi’nin Cami’ul Beyan an Te’vili’l -Kur’an’ı,Ebu ‘l –Leys es-Semerkandi’nin Bahr’ul Ulum’u, el Bağavi’ninMealimü!t Tenzil’i,İbni Kesir’in Tefsir’ul Kur’ani’l-Azim’i,Celaleddun es-Suyuti’nin  ed –Durru’l –Mensur fi’t Tefsiri bi’l –Me’sur meşhur rivayet tefsirlerindendir.

           Dirayet tefsirinin aşamaları ise,lügate dayalı tefsir,ayetlerin fıkhı,kelami ya da tasavvufu yönden tefsir edilmesi olarak kabul edilmektedir.Dirayet ağırlıklı tefsir ekolleri ;klasik tefsir ekolleri  ve çağdaş tefsir ekolleri olmak üzere ikiye ayrılır.Klasik tefsir ekolleri;luğavi,fıkhi,işari,mezhebitefsir ekolleri,Çağdaş tefsir ekolleri ise bilimsel,ıslahi,ınkılabi,beyani,konulu tefsir ve atomize tefsir ekolu olarak sınıflandırılmıştır.

 

HADİS TARİHİ

          Hadis kelimesi söz veya heber manasında kullanılmıştır.Istılah yönünden ise;Hz. Peygamber’in  söz,fiil ve takrirlerini içermektedir,

          Hadis,varlığını Hz.Peygamberden alır.Hz.Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi,hadis tarihinin en erken dönemini teşkil eder.Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte İslam topraklarının her yerine ulaşmıştır.Hz. Peygamberin hayatında Kur’an’ın dışındaki söz ve davranışları,sistematik ve kapsamlı şekilde yazıya geçirilmemiştir.

 

a)HADİSLERİN YAZILMASI

         İlk devirde, hadislerin tedvin edilmemiş yani bir kitap halinde toplanıp yazılmamıştır.Kaynaklar,Hz.Peygamber hayattayken hadisi iki devre halinde sınıflandırmışlardır.İlki Hz.Peygamberin hadis yazmak için izin vermediği devre, ikincisi ise bu yasağın kalktığı devredir.Yasak kararların sebepleri  bu devirde arap yazısının tam anlamıyla gelişmiş olmaması az yazabilenlerin olması  hadis sahifeleri ile Kur’an sahifelerinin karısması tehlikesidir.Fakat Hz.Peygamberin  haytaının sonlarına doğru  hadislerinin yazılmasına izin verdiği ile ilgili çeşitli rivayetler vardır.  

       İlk yazılı hadisler  Hz.Peygamberin diplomatik mektupları,yapılan anlaşmalar,İslam’a davet mektupları ,arazi ve arazilerinin gelirlerinden alınan atiyyeler ,Medine anayasası,Hz.Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplar ile ilgili bazı müteferrikatlar, sadakat hadisleri dir.

 

b)SAHABE VE HADİS RİVAYETİ

           Hz.Peygamberin sağlığında ortaya çıkan hadis birikimini sonraki nesillere aktaran sahabilerdir. Sahabenin Hz.Peygamberin sağlığında  çeşitli bölgelere  görevli olarak gönderilmesi,çeşitli bölgelerden Müslüman olmak için gelen heyetlerde bulunanlar,zaman zaman da kişisel olrak  gelip Hz.Peygamberle görüştükten sonra ondan bazı bilgileri alıp dönenler aracılığıyla Hz.Peygamberlerin hadisleri çok geniş alanlara yayılmıştır.

   Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir.Ancak Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer’in hadisleri yazmaya başladıkları fakar çeşitli sebeplerden dolayı yazdıkları hadisleri imha ettikleri rivayet edilmiştir.Bu dönemde hadis tarihinde ilk yazılı hadis sahifeleri oluşturulmustur.Bunlar ;Ali İbn Ebi Talibi sahifesi,Semure İbn Cündeb’in sahifesi, Ebu Hureyrenin sahifesi,Abdullah İbn Abasın sahifesi, Abdullah İbn Ömerin sahifesi ve Cabir İbn  Abdullahın sahifesidir.

         Sahabe devrinde   İslam toprakları genişlemiş yeni şehirler kurulmuş, sahabelerin bir kısmı çeşitli sebeplerle buralara yerleşmiş ve bir taraftanda hadisleri ilk kaynağından almak için çeşitli ilmi yolculuklar yapılmıştır.Hz.Ömer zamanından itibaren yeni kurulan şehirlere öğreticelerin gönderilmesi sağlanmıştır.Kufeye Abdullah b,Mesut, Basra’ya Ebu Musa El-Eşari,Filistin bölgesine  Muaz Bin Cebel  gönderilmiştir.Bu dönemde  özellikle  Medine,Mekke,Kufe,Basra,Şam ve Mısır hadis ilmi açısından önemli merkezler olmuşlardır.

 

c)HADİSLERİN TEDVİN  VE TASNİFİ

          Hadisleri sistemli bir toplama faaliyetinin,sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonları ile ikinci asrın başlarında  başladığı anlaşılmaktadır.Hadisler ilk tedvin eden kimsenin  İbn Şihab ez-Zuhri olduğu rivayet edilmiştir. Ez-Zuhrinin hadis toplamak ve topladığı hadisleri yazmak hususnda büyük çaba gösterdiği ile ilgili çeşitli rivayetler vardır.Ez-Zuhrinin tedvin faaliyetine, Emevi halifesi  Ömer İbn Abdil Aziz resmi bir hüviyet kazanmıştır.

         Birinci hicri asrın sonu ile ikinci hicri asrın başı, hadis tedvininin başlangıcı olarak kabul edilmekle birlikte asıl hadis eserlerinin  ortaya çıkışı ikinci asrın  ilk yarısından sonradır. Hadislerin konularına göre tasnif edilip babalara ayrılması işi, Ez-Zuhri ile başlayan tedvin faaliyetinden  sonra gerçekleşmiş ve tedvin ile  tasnif arasında  uzun bir zaman aşımı olmamıştır.İkinci asırda telif ve tasnif edilen  hadis eserleri:Siyer ve Magazi kitapları, Sünen kitapları, Cami’ler , musannaflar ve belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplardır.

         Üçüncü asırda   hadis tasnifi  altın çağını yaşamış,bu asır  hadis tarihinin en parlak devri olmuştur. Bu dönemde  hadis ilminin  çeşitli konularında   farklı kitaplar  telif edilmeye başlanmıstır.El-Buhari, Muslim, En-Nesa’i,Ebu Davud,Et-Tirmizi,İbn  Maca gibi imamlar  Cami  ve Sünenlerini bu asırda tasnif ederek Kutubi Sitti adıyla  tanınan ve  Kur’anı Kerimden sonra  İslamın en önemli kaynağı sayılan altı sahih kitap olusturulmuştur.

 

FIKIH TARİHİ

         Fıkhın sözlük anlamı, mutlak olarak anlamaktır.Terim olarak ise fıkıh ilk dönemlerde Kitap ve Sünnetin  naslarının delalet ettiği itikat, ahlak ve amellerle ilgili hükümleri içermektedir.Daha sonra fıkıh, tafsili delillerden  elde edilen bilgi ile ameli-şer’i  hükümleri bilmek olarak tanımlanmıştır.

          Fıkıh ilahi bir hukuk sistemidir.İnsanı ve insanın mutluluğunu esas almaktadır.Kaynağı ilahi olması sebebiyle fıkıh,renk,dil ve ırk ayrımı yapmaksızın  tüm insanlığa hitap etmektedir.İnsanların  ihtiyaçlarına cevap verebilecek genel ilkeleri içermektedir.Adaleti esas almakta ve adaletli davranmak istemektedir.Fıkıh ilmi,toplumun içinde yaşar ve olaylarla beraber vardır.Fıkıhta fetvaların zamana,mekana ve kişilere göre değişeceği,maslahata ve örfe dayanan  hükümlerinde  maslahat ver örfün gereklerine göre  farklılık arz edeceği genel bir ilke olarak kabul edilmiştir.

         Fıkıh’ı ibadetler,aile ile ilgili hükümler,mali konular ile ilgili konular ile ilgili hükümler,devletin gelirleri ve  giderleri ile ilgili hükümler, anayasa ile ilgili hükümler,milletler arası ilşkiler ile ilgili hükümler yargı ile ilgili hükümler,suçlar ve cezalar olarak sekiz kısma ayırmak mümkündür.

       

  a)FIKIH İLMİNİN DOĞUŞU 

        Fıkıh,Kur’an da yer alan itikadi,ahlaki ve ameli hükümlerden ; Hz.Peygamberin verdiği fetva ve kararlardan; sahabinin Kur’an, sünnet,icma ve reyden çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylar ile verdikleri fetvalardan  doğmuştur.

          İslam devletinin  sınırları  tabiin,tebe-i tabiin ve müşteyit imamlar döneminde  genişlemiş,yeni topraklar ele geçirilmiş ve  buna bağlı olarak Müslümanlar yeni problemlerle  karşılaşmışlardır.Müctehidler  bu problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlar, Kur’an ve sünnetin nasları ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir.Böylece fıkh hükümlerin alanı gemişleyerek  henüz meydana gelmemiş olayları bile içine alacak  farklı ir boyuta ulaşmıştır,Bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmış,elde edilen bu hükümlerin kaynaklarını,delillerini ve illetlerini de  belirten eserler yazılamaya başlamıştır.

 

  b)HZ.PEYGAMBER DÖNEMİNDE FIKIH

          Hz.Peygamber dönemi ,fıkıh açısından daha sonraki dönemler için  bir model oluşturmaktadır.Çünkü fıkhın temelleri bu dönemde atılmıştır.Bundan sonraki dönemlerdeki fıhıkçılar,şer’i hükümlerin istimbatında  Hz.Peygamberin koymuş olduğu temel ilkeler ışığında hareket ederek, Hz.Peygamber döneminde gerçekleşmemiş olayları çözmeye çalışmışlar, yeni bir metod getirmemişlerdir

        Hz.Peygamber döneminde fıkhın kaynakları;Kur’an, sünnet,Hz.Peygamberin içtihatıdır.Bu dönemde  hükümlerde kolaylık ve hafiflik ilkesi benimsenmiştir.Hüküm verirken  bireyin ve toplumun  yararı gözetilmiş, insanlar arasında  adaletin gerçekleştirilmesi ilkesi esas alınmıştır. Bu dönemde insanların problemleri birden bire değil,zamana yaymak suretiyle çözülme yoluna gidilmiştir.

 

c)SAHABELER DÖNEMİNDE FIKIH

         Sahabe  karşılaştıkları yeni bir olay karşısında  o olayla ilgili Kur’an da ve sünnetde  bir hüküm bulunup bulunmadığını araştırırlardı.Eğer hüküm bulurlarsa bu nassı iyi anlamak için gayretlerini yoğunlaştırırlardı.Eğer hüküm bulamazlarda kendi görüşlerine başvururlar ve o konuda içtihat yaparlardı.

         Sahabenin fıkıh anlayışlarının kaynağı, Kur’an , sünnet icma ve rey idi.Verdikleri hükmün ve fetvaların dayanağı Kur’an ve sünnetden  elde edilen illetlerle sınırlıydı.Hakkında nas bulunmayan konularda ki ictihatları, o günün insanları  ihtiyaçlarına  cevap verebilecek şekildeydi.

 

 d)TABİİLER DÖNEMİNDE FIKIH İLMİ

          Bu dönemde  fıkıh ilmi önemli gelişmeler kaydetmiştir.Hz.Ali’nin tahkimi kabul  etmesi ile başlayan ve Müslümanlar arasında  hilafete kimin daha  layık olduğu atrtışmasının başlamasına neden olan tahkim olayı zamanında Müslümanlar Şia, Hariciler ve Ehlu’s-Sünne vel-Cemaa fırkalarına ayrılmıştır.Aynı zamanda bu dönemde hadis rivayetleri çoğalmıştır.İslam dinini yeni kabul edenlerin hadis uydurmaları  gibi sebeplerlede   fıkıh konularında  çeşitli  tartışmalar ve anlaşmazlıklar olmuştur.Bu dönemde siyasi parçalanmalar sebbei ile fıkhi eğilimler çoğalmaya başlamıştır.Fıkıh ilmi için bir metot oluşturulmaya başlanmıştır.Fıkıh alanı genişlemiş ve fıkıh ilmi gelişmiştir.

 

 e)FIKIH İLMİNİN ALTIN DÖNEMİ

 

         Hicri ikinci asırdan hicri dördüncü asrın ortalarına kadar  uzanan bu dönem İslam fıkıh ilminin  altın çağı olarak isimlendirilmiştir.Çünkü fıkıh ilmi bu dönemde  zirveye ulaşmış, kendine özgü bir yöntemi oluşmuş ve hüküm elde etme yolları net bir şekilde çizilebilmiştir.Fıkıh ilmi lgunluk derecesine ulaşmıstır.Önemli fıkıh bilginleri yetiştirmiştir.Bu dönemde Hanefi,Şafii,Maliki,Şia,Haricilik,Zahirilik ve yanında başka mezheplerde ortaya cıkmıştır.Çeşitli mezheplerin fıkhi görüşleri  bir araya getirilerek çeşitli eserler tedvin edilmiştir.Feri meselelerde fıkıhçılar arasındaki   ihtilaflar oldukça artmiştır.Fıkıhla ilgili ıstılahlar bu dönemde ortaya çıkmıştır.

 

E)TAKLİD DÖNEMİ   

        Fıkhın geliştiği, birçok eserlerin yazıldığı parlak bir dönemden sonra fıkıh ilminde durgunluk dönemine girilmiştir.Bu dönem   daha önceki düşüncelerin tekrarlandığı,yazılmış eserlerin sadece şerh edildiği,yeni eserlerin pek yazılmadığı bir dönemdir.Bu  dönemde mezhep taassubu oluşmuş ,her mezhep belli bir bölgede yayılmış ve o bölgede o mezhebin görüşlerini anlatan eserler  kutsal metinler gibi algılanmaya baslanmıştır.Yine bu dönemde siyasi otorite sadece  belli mezheplerin yayılmasına izin vermiştir.İlmi açıdan yeterli ve  ehil olmayan kimseler yargının basına getirilmiştir.Fetvaların ve çeşitli konulardaki tartışmaların çokluğu sebebiyle fakihler,belli bir meselede, mensubu olduğu mezhep imamının görüşünü nakletmeyi o meselenin çözümü için yeterli görmüştür.

 

1.Prof.Dr. Muhsin DEMİRCİ,Hadis Tarihi,M.Ü.İlahiyat Fakültesi Yayınları,İstanbul 2013

2.Mehmet Akif KOÇefsir El Kitabı,Grafiker yayınları,Ankara 2012

3.Prof.Dr. İbrahim ÇALIŞKAN,nkuzem Yayınları,Ankara 2005

4.Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT,Hadis Tarihi,T.D.V. Yayınları,Ankara 2011

 


0 Yorum - Yorum Yaz


TARİH MÜTALAASI                     31.03.2014

                 Ömer Faruk SERDAROĞLU
                          2013 / 2014
                    Bahar Dönemi Ödevi

 TEFSİR HADİS VE FIKIH TARİHİ

A- TEFSİR TARİHİ

a-Tefsir
 ( Arapça: İlm ut Tefsir), İslam dini terimidir. 'el-Fesr' masdarından  tef'il babında yorumlamak, açıklamak manalarına gelen bir kelimedir.İslami terim olarak , Kuran’ın ayetlerinin açıklanmasına dâir dalıdır. Tefsir ilmi ile uğraşan kişiye müfessir( Arapça: muffessir, çoğuluna mufessirun) denir. Tefsir dersleri medreselerde, İlahiyat fakültelerinde okutulan derslerdendir. Tefsirciler tarafından ilk müfessir kabul edilen Hz. Muhammed (s.a.v) , Kur’an-ı yine Kur'an ile tefsir etmiştir. Sahabe ve tabiin denilen birinci ve ikinci nesil Müslümanlar peygamberin bazı açıklamalarını kaydetmişlerdir.

b-Tarih
 geçmişteki olaylara ait bilgilerin keşfi, toplanması, bir araya getirilmesi ve sunulması bilimidir. Tarihi bilgi, geçmişteki olaylara ilişkin tüm bilgilerin, olayların vuku bulduğu dönemin şartları göz önüne alınarak, mümkün olduğunca nesnel bir şekilde sunulması ile oluşur. Tarih, yaşanan olayların bir daha yaşanabilmesi gibi bir olasılık olmadığından diğer bilimler gibi deney ve gözleme dayanamaz.

c-Kur’ân-ı Kerîm Tefsirine Duyulan İhtiyaç

Fert ve toplum açısından insan, yaratılışından Kur’ân- Kerîm’in gelişine kadar, gaye ve hedef itibariyle, birbirine zıd, hidayet veya sapıklık yollarından birini seçe-gelmiştir. “İnsan, bütün bir ömrünü kapsayan bu yolculuğa niçin çıktı? Nereden geliyor ve nereye gidiyor? Ölümden sonraki hayatın anlamı nedir?” gibi soruları, herhalde akıl ve irade sahibi bir kişinin, kendine sorması gerekir. Büyüklü küçüklü milyonlarca yıldızla donatılmış fezanın akla durgunluk veren yapısı, nizam ve âhengi, bir yaratıcının muhakkak olduğunu göstermektedir.
Şüphesiz bu yaratıcı, yüce Allah’ ( c.c ) tır. Elbette, her eserin bir var-oluş sebebi, maksadı olduğuna göre, insanın da bir yaratılış gayesi vardır. Bu gaye ona, peygamberler “aleyhimü’s-sselâm” vasıtasıyla gönderilen kitaplarla bildirilmiştir. Son Peygamber Muhammed “aleyhisselâm”a da Kur’ân-ı Kerîm indirilmiştir. İşte bir müslümanın, bu Kitâb’a ve onu açıklayan kaynaklara göre, inanç ve davranışlarını tespit etmesi gerekmektedir. Dinî anlamda bu, iman ve amel sorumluluğunu ifade etmektedir. Müslüman, iman ve amelini, yüce Allah’ın tebliğlerine, dolayısıyla rızasına uygun yaparsa, geçerli olmaktadır. Bu tebliğlerin de belirlenmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in iyi anlaşılmasına ve doğru tefsir edilmesine bağlıdır.





A1- HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE TEFSİR

Kur'an-ı Kerim'i anlama konusunda, İslâm tarihi boyunca farklı yaklaşımlar olmuştur. Asırlar boyunca meydana gelmiş olan çeşitli tefsir tarzları, bunun neticesidir.
Tefsir ilminin yapacağı ilk iş, Kur'an'ın açıklanmasında, Hz. Peygamber aleyhisselamın işlevini gözönünde bulundurmaktır. Allah Tealâ gönderdiği Kitabın tefsirini birinci derecede Resulüne havale etmiştir. Ezcümle şöyle buyurmuştur:

"Biz sana zikri indirdik. Tâ ki kendileri için indirilen Kur'an'ı insanlara açıklayasın ve tâ ki onlar da iyice 
fikirlerini kullansınlar" (Nahl, 44). İndirilen zikr, vahy-i gayr-i metlüv olarak sünnettir. Kur'an'ı tefsir edip açıklamak üzere Peygamberimize bildirilmiştir. Bu âyetle bu manayı ifade eden birçok âyete dayanarak müslümanlar, Kur'ân tefsirinde Hz. Peygamber'in açıklamalarına birinci derecede yer verme konusunda ittifak etmişlerdir.
Allah Tealâ kitabını, insanların elleriyle tutacakları kağıtlar şeklinde değil, aramızdan seçtiği Resulünün kalbine vahiy yolu ile indirdi. O da kitabın metnini tebliğ etmekle yetinmedi, sözleriyle ve davranışlarıyla onu açıkladı ve uyguladı.

Demek ki Hz. Peygamberin Kur'an'la ilgili başlıca üç görevi vardı:

1- Tebliğ
2- Tebyin
3- Tatbik.

O'nun bütün hayatı bu işlerle doludur. Vahiy met¬ninin ulaştırılması, izhar edilmesi işi için Kur'an, belağ ve tebliğ kelimelerini kullanmıştır. Mesela;
"Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, sana verdiği risaleti (mesajı) tebliğ etmemiş olursun" (Mâide, 67). Kur'ân mesajı ulaştırmak hakkında tebliğ kelimesini defalarca kullanırken, demin zikrettiğimiz Nahl, 44 âyetinde tebyin kelimesinin tebliğ, ulaştırma, açığa vurma manasında kullanıldığını iddia etmenin hiçbir değeri olamaz.
Diğer taraftan bir âyette de şöyle buyurulmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resule ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin. Eğer herhangi bir hususta tartışıp ihtilaf ederseniz onu Allah'a ve Resulüne irca edin" (Nisa, 59).

Allah'a irca etmek O'nun kitabına götürmek, Resulüne irca etmek ise hayatta iken kendisine, vefatından sonra da O'nun hadislerine irca ederek, hadisleri hakem kılarak konuyu vuzuha kavuşturmak manasına gelir.
Sahabe neslinin sonlarında, dinin tek kaynağının Kur'an olduğunu iddia eden tek tük insan ortaya çıkmış, sahabiler bunlara karşı çok net bir tavır takınmışlardır.
gördün mü?" Sonra namazı, zekâtı ve emsali hükümleri sıraladı ve ilave etti: "Bütün bunları Allah'ın Kitabında tefsir edilmiş olarak buluyor musun? Kitabullah bunları mübhem bırakmış, sünnet de tefsir etmiştir"


Sahabenin en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes'ud'a göre, sünnetin öngördüğü bütün davranışlar, temelde Kur'an'ın istediklerini yerine getirmektir. Haşr suresinin 7. âyeti, Hz. Peygamber'in sünnetine bu işlevi vermiştir. Nisa, 119. âyeti, Allah'ın yarattığını değiştirmeyi yasaklar.
Fakat bu âyetin maksat ve kapsamını ancak Resulullah'ın anlayışı ve uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Abdullah İbn Mes'ud'a (r.a) Beni Esed kabilesinden bir kadın gelip şöyle dedi: "Ey Eba Abdirrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana lanet ettiğini duydum?" Abdullah İbn Mes'ud ona şu cevabı verdi: "Ben kim oluyorum ki, Resulullah (a.s)'in lanet ettiğine ve Kur'an'da belirtilene lanet etmeyeyim?" Kadın cevaben; "İki kapak arasındaki Kur'ân'ı (Kur'ân'ın tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım?" deyince İbn Mes'ud'un cevabı şöyle oldu: "Eğer layık-i veçhile okumuş olsaydın bulurdun. Zira Allah Tealâ buyuruyor ki: "Peygamberin size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin, O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" dedi.

Hicri ikinci asrın son çeyreğinde Basra'da bir grubun, hadislerin sübutu meselesinde şüpheye düştüklerinden sünneti ihmal ettiklerini görüyoruz. Bunlardan bazıları, âhad yolu ile rivayet edilen hadisleri kabul etmeyip mütevatirleri kabul ederken bazıları hepsini birden reddediyordu. Şüpheleri yersiz idi. Fakat şuna dikkat edelim ki bunların itirazı sünnetin Kur'ân'ı tefsir etmesine değildi; rivayetlerin sübutuna idi. İmam Şafiî El-ümm adlı eserinin Cimau'l-ilm bölümünde bu grubun sözcüsü ile olan münazarasını nakleder ve çok ikna edici delillerle sünnetin, Kur'ân'ı açıklayan, ümmeti bağlayan bir kaynak olduğunu açıklar. Şafiî'ye göre "İmamların bütün söyledikleri sünnetin şerhidir. Bütün sünnet de Kur'an-ı Kerim'in şerhidir."

Üçüncü asırdan itibaren sünnetin dindeki yerini reddeden müslümana rastlanmamıştır; tâ ki Avrupalıların 19. asırda İslâm ülkelerini istila etmeleri neticesi sömürge idaresi kurmalarına kadar, bu sapıklık görülmemiştir. Sömürgeciler Hz. Peygamber'e duydukları kin, peşin hükümle şartlanarak İslâm'a nefretle bakışları, müslümanların birliklerini parçalama, İslâm medeniyetini çekememe, müslümanlar arasında fitne ve ihtilaf çıkararak onları birbirleriyle uğraştırırken kendi hakimiyetlerini kolayca devam ettirme, müslümanların servetlerini yağmalamaya devam etme gayeleriyle bu ihtilafları körüklemişlerdir.

Zaten onların bu gayeye hizmet etmek için yetiştirdikleri oryantalistler, İslâmî incelemeler uzmanı olduklarını iddia ederek, İslâm aleyhinde birçok şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. İşte sömürgeci idare, birçok oryantalist tarafından üretilen bu iddiaların kulaklarına üfleneceği, bazı gafil, cahil, gevşek, ecnebi taklitçisi, menfaat peşinde koşan müslümanlar bulma imkânı verdi.
Müslüman toplumlarca hiç kabul görmemesine rağmen bu kabil iddiaların iki asır boyunca, arada bir ısıtılıp tekrar piyasaya sürülmesi de bu fitnenin gayr-i müslimler tarafından kaynatıldığının bariz delilidir. Zira onlarca önemli olan, bu görüşün galip gelmesi değildir. Bu aykırı iddiaların müslümanlar arasında yerleşemeyeceğini onlar da pek iyi bilirler.

Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp müslümanları, hayatî meseleleriyle meşgul olmaktan, bir süre için bile olsa uzaklaştırmaları, onları birbirine düşürmeleri kendilerine yetmektedir.
Fakat bu gafil müslümanların aynı iddiaları ilmî olarak ileri süren oryantalistlerden temel farkları şudur: Onlar Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğine inanmazken, berikiler Kur'an'a iman ettiklerini söylerler. Bu da kendilerinin durumunu, daha da zorlaştırmaktadır.

Zira bu iddialar İslâm toplumunun içinde çıkmış, bünyenin ihtiyacından ileri gelmiş meseleler olmayıp, Kur'ân'a ve İslâm'a inanmayan ecnebiler tarafından üretilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'a inanmadığını iddia ederek o sapıklıkları kabul ettirebilmek çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü, eskiden bazı müslümanlar hadislerin sübutundan emin olmadıkları iddiasıyla hadisleri ihmal etmişlerdi. Ama bunlar Allah'ın Kur'an'da Resulüne verdiği Kitabı açıklama yetkisine itiraz etmektedirler. Oryantaliste göre iş kolay. Hatta Kur'an'da olması da onlar için çok şey ifade etmez. Onun içindir ki, hadiste ve Kur'an'da bulunan hakikatleri reddetmek veya saptırmak veya sathî olarak değerlendirmek veyahut pek önemsememek onlara göre normaldir. İşte görüyoruz ki, bu hususta onları taklid eden müslümanlar da onlardan etkilenmiş, dinî hassasiyetleri azalmış bulunmaktadır.
Bunlar Kur'an-ı Kerim'in bütün âyetlerini gözönünde bulundurarak değerlendirme yapan klasik İslâm âlimleri gibi davranmayıp, hevalarına göre mana vereceklerini düşündükleri bazı âyetleri münferit olarak ele alırlar. Şöyle ki: "Kur'an ''Allah size kitabı mufassal olarak indirmişken ondan başkasının hakemliğini arar mıyım?" (En'am, 114) buyurmaktadır. Demek ki hem Kur'an'ın açıklanmaya ihtiyacı yoktur, hem de Allah'tan başkasının hüküm yetkisi yoktur" derler.

Cevaben şöyle deriz: Bu âyet, Hz. Peygamber'in nübüvvetine itiraz eden kafirleri reddetmek muhtevasında varid olmuştur. Onlar keyiflerinin istediği bazı hârikulade şeyler, sihirbazvarî işler, Hz. Peygamber'in nübüvvetini başka otoritelerin onaylaması gibi şeyler peşinde idiler. Allah Tealâ ise birçok hakikatleri mufassal olarak açıkça bildiren ve mucize özelliği olan Kur'an'ı indirmesiyle kendisinin bu nübüvveti onayladığını bildirmişken, başka harikalara ve otoritelere hiçbir ihtiyaç olmadığını belirtmektedir.
Zira ilâhî hükmü anlamak için, diğer harika hallerin, mucizelerin delâleti Kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Mesela ay'ın ikiye yarılması mucizesinden bile Peygamberimiz'in nübüvvetine delâlet, ancak kısa bir an için ve onu gören mahdut kimseler için söz konusudur. Ama bundan istifadenin gerek açıklığı, gerek devamlılığı, kelâma, yani Kitaba dayanır. İşte burada bu mana hatırlatılarak buyuruluyor ki: "Allah, size diğer mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve böylece hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben şimdi şeytanların yaldızlı sözlerine meyledeceğim de (bundan önceki En'am 112 âyetinde bu durum sözkonusu edilmektedir) aramızda haklıyı haksızı ayırmak için Allah'ın hükmünü bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı hakem seçeceğim? Hayır, asla!"
Bu âyet, Allah'ın fermanıyla olan bu şehadetini kabul etmeyip, insanlardan birtakım hakemler, otoriteler teklif eden müşrikleri reddediyor. Nitekim nüzul sebebi rivayetine göre müşrikler Hz. Peygamber (a.s)'a "Seninle bizim aramızda yahudi hahamlarından veya hıristiyan piskoposlarından senin durumun hakkında hükmedecek bir hakem tayin et" diye teklifte bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu âyetler indirilmiştir.
Demek âyet-i kerime, birinci derecede Hz. Peygamber'e hitab ederek nübüvvetinin başka otoritelerin tasdikine ihtiyacı olmadığını, Allah'ın Kur'ân'la olan şehadetinin buna fazlasıyla kâfi geldiğini bildirmek için nazil olmuştur.


Bu âyeti, Hz. Peygamber'in, hadisleriyle Kur'ân'ı açıklamasının aleyhinde delil getirmenin hiçbir manası yoktur. Bir kere böyle yapmak âyeti siyakından, muhtevasından çıkarmaktır.


Diyelim ki bu tuhaf iş yapıldı. Bu âyetten Hz. Peygamber'in hüküm koyma yetkisi olmadığı mânâsı çıkarıldı. Bizim buna itirazımız yok. Zaten hükmün tek kaynağının Allah olduğunu biz de söylüyoruz. Yalnız bunu hadislerin tefsir etme özelliğini reddederek değil, hadisi yerine yerleştirerek yapıyoruz. İşte bakın bu konuyu Şah Veliyyullah Dihlevî nasıl güzelce ifade ediyor:

"Helâl ve haram kılmak, herhangi bir şeyin melekût âleminde o fiil sebebiyle sorumlu tutulup tutulmayacağı hakkında geçerli bir hüküm icad etmektir. İşte bu icad, sorumlu tutulmaya veya tutulmamaya bir sebep teşkil eder. Bu ise, Allah'ın sıfatlarındandır. Helâl ve haramın bazen Resule nisbet edilmesinin sebebi, O'nun sözünün, Allah'ın helâl veya haram kılmasına delil olmasındandır. Müçtehidlere nisbeti ise, ya Şari'in nassından veya rivayet veya onun sözünden kasdedilen manayı istinbat etmeleri cihetiyledir.'
Demek ki müslüman gelenek, hadis-i şerifleri değerlendirmesiyle müçtehidlerin gayretleriyle; tefsir, hadis, usul-i fıkıh, fıkıh gibi ilimleriyle Allah'tan başka hakem, O'ndan başka hüküm kaynağı ortaya çıkarmış değil. Bilakis Allah Tealâ'yı tek hüküm kaynağı olarak bilmiş ve fakat o hükmün nasıl anlaşılıp tatbik edilmesi gerektiğini arayıp öğrenme yoluna girmiştir. Buna uymayan tutum ise Haricîler ile bazı oryantalistlerde ve onların kuklalarında görülmüştür.

Haricîler Hz. Ali'yi (r.a.) hakem tayin ettiği için kâfir ilân ettiler. Zira "Allah'tan başka hakem yoktur" dediler. Hz. Ali buna karşı meşhur cevabını şöylece vermişti: "Bu hak ve doğru bir sözdür, fakat bâtıl maksat için ileri sürülmektedir." Hz. Ali: "Tamam, Allah'tan başka hakem yok. Fakat O, hükmünü Kur'ân'da bildirmiştir. Kur'ân ise, hükmü uygulama mercii değildir. Ondaki hükmü insanların anlayıp uygulaması gerekir" diyordu.
Diğer bir iddia, Kur'ân'ın mufassal vasfını ileri sürerek, ayrıca tefsir edilmesine ihtiyaç olmadığını ileri sürmektir. Kur'ân-ı Kerim hak ile bâtılı iyice belli edip açıklamıştır. Birçok helâl ile haramı bildirmiştir. Onda birçok hakikat açıkça bildirilmiştir. Bu itibarla elbette mufassaldır.

Keza Kur'ân'ın mübîn vasfını ileri sürerler. Mübîn "açık, zahir veya açıklayan" mânâlarına gelir. Kur'ân Allah'ın fiil, isim ve sıfatlarına, ahiret hayatına, vahiy ve nübüvvete, önceki ümmetlerin hallerine, insanın dünyadaki vazifelerine, güzel ahlâk prensiplerine, Allah'ın insanlara vaz'ettiği talimat ve ahkâma dair birçok hakikati açıklamıştır. Demek ki Kur'ân'ın mübîn olması şu demektir:

1- Kur'ân'ın i'cazı, Hak Tealâ'dan geldiği aşikârdır, açıktır.
2- Dünya ve âhirete, mülk ve melekûta, gaybe dair bilgiler verir, birçok kıssa ve mev'izaları açıklar.
3- Hakkı bâtıldan, hayrı serden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt eder.
4- Kur'ân'ın dili açık, fasih Arapça'dır. Arap dilinin muazzam ifade imkânlarını kullanmak suretiyle, ifade-i meram etmiş, diller içinde en sağlam bir beyan aracı ile gelmiştir.

Bütün bunlar, Kur'ân'ın mübîn vasfını fazlasıyla göstermektedir. Fakat Kur'ân'ın mübîn olması, ondaki her şey, her insanın, her seviyenin hemen anlayacağı şekilde meydandadır, tefsire hacet yoktur, demek değildir. Kur'ân, Kitap olarak gönderilmiştir. Kitap birçok ilimler ihtiva etmektedir. Muallimsiz kitap, insanlara bir şeyler öğretmek için geçerli olan bir yol değildir.
Öğretimde kitap ile yetinen, öğretmeni ve okulu reddeden öğretim sistemi olamaz. Onun içindir ki Allah, Kitabını, mesajını sahipsiz, muallimsiz bırakmamıştır.
Birçok âyette Peygamber'in kitap ve hikmeti öğretmesinden, açıklamasından bahsetmiştir.Peygamberine tam bir itaat istemiş, O'na itaatin Allah'a itaat olduğunu bildirmiş, O'na itaat etmemenin, O'nun verdiği hükme boyun eğmemenin imansızlık alâmeti olduğunu bildirmiştir. Sadece birkaçının mealini verelim:
"O ümmilere kendilerinden bir peygamber gönderen Allah’tır. O Peygamber, onlara Allah'ın âyetlerini okur, onların iç ve dışlarını arındırıp temizler, onlara kitabı ve hikmeti öğretir" (Cuma, 2).
"Kim Peygamber'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisa, 80).
"Peygamber'in size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" (Haşr, 7).
"Hayır, hayır! Rabbine yemin ederim ki, aralarında tartışıp çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisa, 65).
"Ey Resulüm de ki; (Ey insanlar) Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafurdur, Rahimdir"'(ÂI-i Imran, 31).

İşte Peygamber'in Kitabı öğretmesi, hikmeti yani sünneti öğretmesi, işte O'na yani O'nun hadislerinde bildirdiği hususlara itaat etmenin lüzumu, işte O'nun hakemliği... Bunlar, bu ve benzeri birçok âyette güneş gibi aşikârdır.
Kitapta, elbette o kitabı esas alarak öğretim yapan o en büyük Muallimin (a.s) öğreteceği, açıklayacağı, uygulayacağı birçok şey vardır. Mesela Kur'ân'ın en çok üzerinde durduğu farzlardan biri salat yani namazdır. Namaz emri açıktır, kesindir. Ancak nasıl ifa edileceği, o en büyük Muallimin açıklayıp öğretmesine havale edilmiştir. O'nun öğretmesine başvurmadan namazın eda edilişini Kur'ân'dan anlamak mümkün değildir.

Yoksa Kur'ân'ın mübîn ve mufassal olmasından, onu herkesin, okur yazar olmayan birinden tutun, ilimde en ileri seviyede olan, tefsir, fıkıh, kelâm âlimlerinin aynı şekilde anlayacağı manasını çıkaran kimse, bu iddiasını kimseye inandıramaz. Hele buna karşı: "İşte Kur'ân mucize olduğu içindir ve mübîn olduğu içindir ki onu herkes anlar, tefsir edilmesine ihtiyaç yoktur" demek tam bir mugalâtadır. Bunu iddia eden adam, Kur'ân'da 19 mucizesinin var olduğunu ileri sürüyor. Şimdiye kadar milyonlarca ilim adamı, yüz milyonlarca müslüman, her gün okudukları Kur'ân'da bunu neden göremediler? Kur'ân'dan kıyametin kopacağı tarihi çıkaran adam nasıl olur da bu iddiada bulunabilir? Bin dört yüz küsur sene milyonlarca insan niçin bu tarihi Kur'ân'da göremedi acaba? Dünyada anlaşılması en zor bir durumla karşı karşıyayız. Böylesi bir iddiada bulunan kişinin, Kur'ân'ın tefsire çok fazla ihtiyacı olduğunu ileri sürmesi beklenirdi. Demesi gerekirdi ki; "Tefsiri o kadar zor ki bakın, yüz milyonlarca insan, ilim adamı okudu göremedi, ben çıkarabildim." Geçerli olmasa da, bunu iddia etmesine bir şey diyemezdik. Fakat her okuyanın Kur'ân'da kesin olarak bulup anladığı demin naklettiğimiz o âyetleri inkâr ederken sonra da kalkıp böyle neticeler çıkaran kişi, akıldan mahrum bir mahlûktur. Aslında ciddiye alınması gerekmez.
A2- SAHABE DÖNEMİNDE TEFSİR

Rasulullah (s.a.v) hayatta iken sahabe, Kur’an’dan anlayamadıklarını ona soruyor ve doyurucu bilgiler alıyorlardı. Resulullah’ın vefatından sonra ise bu bilgi kaynağı kesildi. Ancak onun bıraktığı iki şey vardı.
Bunlar Allah’ın kitabı ile Resulünün sünneti idi. Resulullah’ın vefatından sonra sahabe, herhangi bir ayetin tefsirini anlamak için önce Kur’an’a müracaat ediyorlardı. Onda bulamazlarsa Hz.Peygamber’in sünnetine bakıyorlardı. Bunda da bulamadıkları takdirde kendi rey ve içtihatlarıyla ayeti tefsir ediyorlardı. Sahabe genellikle ayetlerin nüzul sebebini anlatmak ve Kur’an’ın nâsih ve mensuhunu belirtmek suretiyle tefsir ederdi.Ayetteki bir müşkili halletmek için bazıları tahsis yolunu, bazıları da tarihî bir yolu takip ederek ayete açıklık getiriyorlardı. Bu açıklamaları yaparken, insanların ruhî durumlarını gözönünde bulundurdukları gibi, ayetlerden anladıklarını bizzat yaşayarak, uygulamalı tefsiri de ihmal etmiyorlardı.Sahabe genellikle, hükümlerle ilgili olmayan konularda, ayetin akı-şından anladıkları icmâlî mana ile yetiniyorlar, müfredatın manalarını araştırmakta zorlama olduğu kanaatini taşıdıkları için, bundan sakınıyorlardı. Ayetin maksadını anlamaya ve kendilerinden istenileni uygulamaya çalışı-yorlardı.Bununla beraber, Arap dilinin inceliklerini, Arap âdet ve geleneklerini bilmeleri, Kur’an’ın indiği dönemde Arap Yarımadasında yaşayan Yahudi, Hıristiyan ve diğer gayr-i müslimlerin hallerini bilmeleri ve Allah’ın kendilerine lütfettiği anlayış melekesi sayesinde içtihat ederek de Kur’an’ı tefsir ediyorlardı. Onların bu hususiyetleri Kur’an’ı tefsir etme hususunda kendilerine büyük ölçüde yardımcı olmuştur.Sahabenin anlayış farkları, içtihatlarında da farklılıklar meydana getirmiş, neticede çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. Arap dili ve edebiyatını anlayış farkları, bazılarının, kelimenin hakikî manasını almasına, bazılarının ise mecazî manasını kullanmasına sebep olmuştur. Ayrıca İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi, dolayısıyla sahabenin farklı din ve kültürlerle karşı-laşmaları, aralarında görüş farkları doğurduğu gibi, aynı sahabinin, aynı ayetin tefsirinde önceki içtihadı ile sonraki içtihadı arasında da farklılıklar meydana getirmiştir. Sınırları sürekli genişleyen İslâm devletinde özellikle genç sahabenin çeşitli din ve kültürlerle karşılaşmaları ve bunlardan etkilenmeleri neticesinde ortaya yeni görüşler çıkmıştır.Bununla beraber sahabe arasındaki ihtilafın, bir zıtlık ihtilafı değil, bir nevî ihtilafı olduğu kabul edilir. Prof.Dr.İsmail Cerrahoğlu bu hususta şöyle der: “Sahabenin kültür bakımından farklı olmaları, Kur’an’ın kendine has bazı özellikleri ihtiva etmesi, Arap dilinin konuşma dili olarak zenginliği, fakat yazı dili olarak nokta ve harekeden mahrum oluşu gibi sebeplerle bir ayetin tefsiri hususunda bazı ihtilafların olması bir gerçektir. Bu ihtilaflar zıtlık ihtilaflarından ziyade bir nevî ihtilafı idi.
”Netice olarak, Sahabenin tefsirini şu birkaç maddede özetleyebiliriz:

a) Sahabe asrında yapılan tefsirler yazılmamıştır.
b) Sahabe Kur’an’ı tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.
c) Ayetlere icmalî mana vermekle yetinmişlerdir
d) Ahkam ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.
e) Sahabe arasındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil, nevî ihtilafıdır.


A3- TABİUN DÖNEMİNDE TEFSİR

Gerek Hz. Peygamber (sas), gerekse dört halife devrinden i-tibâren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Resûlullah zamanında Muaz b. Cebel'in Yemen'e, Hz. Ömer döneminde de Abdullah b. Mes'ud'un Irak'a muallim olarak gönderilişini burada misâl olarak zikredebiliriz. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.
İslâm dininin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzide bilginleri, tedris halkalarını kuruyor ve etrafına toplanmış olan tâbiûndan öğrencilerine Kur'ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamberden (sas) öğrendikleri tefsiri öğretiyorlardı.
Bilhassa müslümanlann yaşadıkları bir çok bölgede, fitnenin zuhûruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a sanlması, bazen yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi nedenler, sahabeden bazılarının yaptığı üzere, Kur'ân'ın tefsiri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gayesiyle tâbiûndan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur'ân'ın ma'kûl ve doğru bir şekilde tefsir edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabenin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur'ân ve hadîs tedrîs ediliyordu.
Bu tedrîs neticesinde genel olarak "Mevâlî" adıyla anılan ve Arap olmayan kişiler sahabeden ilim almışlar ve özellikle tefsir alanında temayüz etmişlerdir. Tabiîler içinde tefsir ve fıkıhta öne çıkan Nâfi', İkrime, Atâ, Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi şahıslar, tefsirde meşhur sahâbilerin mevâlisi olarak anılmakta-dıriar. İşte bu ve benzeri kimseler, eski din ve kültürierinin de belli ölçüde tesiri altında kalarak, İslâmiyeti Araplardan farklı bir biçimde anlamışlar, bu anlayış farkları yüzünden tefsirde önemli hareketlerin başlamasında etkin rol oynamışlardır.
Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları sahâbîler, öğrencileri tabiîler olan mektepler oluştu. Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiûndan meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu tefsir ekolleri şunlardır:


a- Mekke Ekolü


Bu medrese/ekol, Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. "İlim denizi" ve "Tercümânu'l- Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah b. Abbas (v. 68/687) tarafından kurulmuştur. Kur'ân tefsirinin pîri olan bu sahâbînin kurmuş olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiye: "Tabiîler içerisinde tefsir yönünden en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn Abbâs'ın talebeleridir." diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller arasındaki yerini ortaya koymuştur. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır: Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v. 103/721), İkrime (v. 105/723), Atâ b. Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan (v. 106/724).

b- Medine Ekolü


Resûlullah Efendimizin (sas) vefatından sonra, ashabın uzun zaman aynlmayıp bu mukaddes şehirde ikâmet etmesi ve âlim sahâbîlerin sayı itibariyle diğer ilim merkezlerine nispetle burada daha fazla olması, söz konusu ekolün değerini ortaya koymaktadır. Medine'deki sahâbîler bu şehirde kaldıklan müddetçe kendilerinden sonra gelenlere Allah'ın kitabını ve Hz. Peygamber'in sünnetini öğretmeye çalışıyorlardı. Medine medresesi, Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurulmuştur. O'nun tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eslem (v. 136/753), doğrudan veya dolaylı biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.



c- Irak Ekolü / Kufe-Basra

Tefsir ve kıraat konusunda sahabe müfessirlerinin en önde gelenlerinden biri de Abdullah b. Mes'ûd'dur. (v. 34/654) İbn Mes'ûd, Peygamber Efendimizin (sas) vahiy kâtiplerinden olması hasebiyle O'nun yanından pek aynlmazdı. Bu münasebetle Hz. Peygamber'in (sas) Kur'ân'a yönelik açıklamalanna daha çok muttali olmuştur. O'nun bu niteliğini ve ilimdeki derinliğini bilen Hz. Ömer (r) halifeliği sırasında İbn Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin etmiştir. İbn Mes'ûd'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm âlimleri, İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu medreseyi/ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek O'na "Irak Re'y Ekolü" ismini vermişlerdir.
Mesruk b. el-Ecda' (v. 63/683), Esved b. Yezîd (v. 75/694), Mürre b. el-Hemedânî (v. 90/708), Âmir eş-Şa'bî (v. 103/721), Hasan Basrî (v. 110/728), Katâde b. Diâme (v. 117/735), İbrahim en-Nehaî, İbn Mes'ud'tan ilim alarak yetişmişler ve tefsir alanında ün kazanmışlardır.
Tabiîler buralarda tefsir ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsir okulu ayn bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için aralannda aynlıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur.
Meselâ; Mekke ve Medine ekolleri re'y ve kıyasa fazla yer vermezlerken, İrak medresesinde bu görüşlere fazlasıyla önem verilmektedir.

Tabiîler, tefsiri sahabeden ya işittikleri şekilde nakletmişler, ya da kendi içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Bu arada İsrâiliyyat denilen hareket de tefsire girmiştir. Aslında sahabe devrine kadar indirilebilecek bu hareket tabiîler devrinde artarak devam etmiş, Yahudî, Hıristiyan ve diğer kültürlerden gelen rivayetler tefsir kitaplarına girmiştir. İslamî eserlerde İsrailî rivayetler çoğunlukla Abdullah b. Selâm (v. 43/663), Ka'bu'l-Ahbâr (v. 32/652), Vehb b. Münebbih (v. 110/728), Abdülmelik b. Güreye (v. 150/767) üzerinde yoğunlaşmaktadır.


*
Sahabe Tefsiri, kendilerine mânâsı kapalı gelen ayetlerle sı-nıriı kalmışken, tabiîler döneminde Kur'ân'ın bütünü tefsir edilmeye başlanmıştır. Yine Sahâbe'nin yaptığının aksine, ayetlerin icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip gerektiğinde kelimeler de tefsir edilmiştir. Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken, istinbat ve istidlal yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle, âyetlerde geçen bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir. Lügat müfredatının yanında târihî bilgiler, fıkhî şerhler ve gayb âlemini tasvîr mahiyetinde açıklamalann yapılması da sahabe döneminde fazlaca görülmeyen, tâbiûna ait tefsir özelliklerindendir. Tabiîler arasındaki anlayış farklılığının çokluğuna bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu ihtilaflar neticesinde mezhebî ihtilafların tohumları da bu dönemde atılmış olmaktadır.


B- HADİS TARİHİ

a- Hadis
Sözlük manası: (hadese) fiilinden alınmış bir kelimedir. Yeni, sonradan olan, yeniden meydana gelen manalarına gelir. Tef'il babından (et-tahdîs) konuşmak, bir şeyden bahsetmek, haber vermek anlamına gelir. Bu babdan alınmış isim olan hadis ise tek kelime ile, söz ve haber demektir.

Terim olarak hadis: Hz. Peygamber (sas) e ait sözler, fiiller yani hareket ve davranışlar, tekrirler ve ona ait sıfatlardır. Diğer bir tabir ile sünnet ile eş anlamlıdır.

b- Hadisin Önemi

Hadisler ; bize Kur'anı açıklar, ibadetlerin yapılış şekillerin açıklar, Fıkhın (İslam hukukunun) Kur'andan sonra en önemli ana kaynağıdır. Kur'an-ı Kerimde olmayan dini hükümleri ortaya koyar, İslam modelini oluşturur.


B1- HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE HADİS

İslâmî ilimlerin en eskisi hadis ilmidir.Hadîs ilmi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin, başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve parlama gösterememiştir. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı zamanlar da olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir. İslâm'ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir.

Şu demek oluyor: Mü'minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.

Hadis tarihinde sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn denilen ilk üç neslin büyük önemi vardır. Hz. Peygamber’in ( a.s ) söz, fiil ve takrirlerinden oluşan hadislerin öğrenilmesine karşı sahabe devrinde gösterilen istek ve arzu, aynı şekilde tâbiîn döneminde de devam etmiştir. Siyasi bakımından daha çok Emevilerin iktidarda olduğu bir zamana rastlayan bu dönemde, İslam kültür ve medeniyeti gelişmeye ve parlamaya başlamış, bir taraftan Türklerin yaşadığı bölgeler fethedilirken, diğer taraftan fetihler Endülüs’e kadar uzanmıştır. Bu devirde pozitif ilimler sahasında olduğu gibi, İslamî ilimlerde, özellikle hadis ilim dalında olumlu gelişmeler kaydedilmiştir.

Hz. Peygamber’in ( a.s ) vefatıyla İslam coğrafyasının değişik bölgelerine dağılan sahabilerin bulundukları yerlerde, onlardan Kur’an ve sünneti öğrenmek isteyen ilim talipleri teşekkül etmiştir. Sahabilerden sonra geldikleri için kendilerine "tâbi olanlar" anlamında "tâbiîler" denilen bu ilim talipleri, sahabe neslinin sahip olduğu sünnet ve hadis kültürünü ilk zamanlar ezberlemek suretiyle hafızalara, daha sonra da yazarak sayfalara kaydetmek noktasında önemli görevler üstlenmişlerdir. Tâbiîn dönemi zaman itibariyle uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu süreç içinde yaşayan tâbiîler arasında, İslam öncesinde doğup asr-ı saâdet döneminde yaşayan, çok az bir zaman farkıyla Hz. Peygamber’i ( a.s ) görme fırsatını kaçıran ve kendilerine muhadram denilen insanlar vardır. Muhadramların dışında, sahabe döneminde doğan sahabe çocukları, bu iki grubun dışında fethedilen bölgelerde sahabe ile tanışan değişik insan grupları vardır. Dolayısıyla tâbiîn dönemi, cahiliye ve İslam dönemine ait, başta Hz. Peygamber ( a.s ) olmak üzere dört halife, diğer sahabiler, Emeviler ve Abbasiler’in ilk döneminde yaşayan insanların sahip olduğu zengin bir kültür birikimini temsil etmektedir.Hz. Peygamber’e ( a.s ) uzanan isnad silsileleri içinde, sahabeden sonra ikinci tabakayı oluşturan tâbiîn neslinin tanınması her bakımdan büyük önem taşımaktadır.

B2- SAHABE DÖNEMİNDE HADİS

Sahabe, Hz. Peygamber (sav)’in de teşvik ve talimatları doğrultusunda, onun vefatından sonra hadisleri öğrenmeye ve bilmeyenlere öğretmeye büyük gayret göstermişlerdir.

Sahabe, özellikle Hz. Peygamber (sav) ‘in vefatından sonra hadis yazımına ağırlık vermişler ve bu işle ilgilenenlerin sayısı günden güne artmıştır. Abdullah İbnu Abbâs, Semüre b. Cündüp, Câbir b. Abdillah, Enes b. Malik, Hz.Ali, Ebu Hüreyre gibi bazı sahabilerin hadis sahifelerinden bahsedilmektedir. Yine Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer (ra)’ın da ellerinde yazılı halde bulunan bazı hadis belgelerini yaktıkları da nakledilmektedir.

Bundan başka Sa'd ibnu Ubâde el-Ensârî, Abdullah ibnu Ömer, Abdurrahman ibnu Ebî Evfa, Muğire ibnu Şu'be, Abdullah ibnu Mes'ud (radyallahu anhüm ecmain) gibi daha bir kısım sahâbenin, hadîsleri yazdıklarına dair rivâyetler mevcuttur. Bu zatlar, Hz. Peygamber (sav) döneminde veya onun vefatından sonra hadis çalışmalarında bulunmuşlardır.

Yukarıda da açıklandığı gibi bir çok Sahabinin hadis konusunda önemli çalışması olmuştur. Fakat bu çalışmalar küçük kitapçık veya sadece ders notu mahiyeti arz etmekteydi. Bu bakımdan Sahabe dönemine Hadis Yazımı Dönemi adını verebiliriz.

Hazreti Peygamber (a.s) ve ashabı devrinde bazı sahabilerin hadis yazdıklarını ve bir takım sahifeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Sistemli bir toplama faaliyetinin ise, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında başladığı bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakamla tespit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahiyettedir. Bu haberlerde İbn Şihab ez-Zuhri "hadisleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
Ez-Zuhri’nin tedvin faaliyetine, Emevi halifesi Omer bin Abdülaziz resmi bir hüviyet kazandırmıştır. İslam ülkesinin genişlemesi, hadis bilenlerin bu ülkenin birbirinden uzak muhtelif şehirde olması, daha da kötüsü siyasi, iktidi mezheplerin zuhuru ile müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi, nihayet bunlara paralel olarak hadiste vaz’ (uydurma) hareketinin başlaması hepimizin malumudur. Bu tehlikenin bertaraf edilmemesi halinde hadislerin tamamen yok olacağı, her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale gelmiştir. İşte bu durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak, hadis rivayet edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin rivayet ettiği hadisleri sıhhat veya zafiyet yönünden derecelendirmeğe yönelmişlerdir. Hadisçiler bu faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası yanında çok hadis rivayetiyle de tanınan ve imam olarak kabul edilen Halife Ömer bin Abdülaziz de sahih hadislerin ancak bir kitapta toplanması halinde korunacağı inancında idi.Bunun için de, Medine'de amili olan Ebü Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm’a şu emri göndermiştir: "Hazreti Peygamberin(S.A.V.) hadislerini, sünnetlerini, Amra binti Abdirrahman'ın rivayet ettiği hadisleri araştır ve yaz; zira ben, filmin kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitmelerinden korkuyorum". Ömer bin Abdülaziz 'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve topladığı hadisleri Halifeye gönderen kimse ez-Zuhri olmuştur.Hadis tarihi açısından, ikinci asırda ortaya çıkan hadis eserlerine ve müelliflerine işaret etmek de elbette ki faydalı olacaktır. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkündür:
Siyer ve mağazi kitapları-Sünen kitapları-Cami’ler-Musannefler-Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.




B3- TABİİN DÖNEMİNDE HADİS KÜTÜBÜ SİTTE VE HADİSTE ALTIN ÇAĞ

İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur eden ve giderek gelişen mutezile mezhebi kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve hadisçileri hedef olarak seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı prensipler yönünden, hadis ve hadisçilerle ters düşmüştür. Bunun neticesinde, iki taraf arasında ithamlara varan sert tartışmalar çıkmıştır. Hatta mezhep mensuplarının Halife Me'mun vasıtasıyla sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı tarafın tehdit ve işkencelerle imha edilmesi cihetine bile gidilmiştir.

İşte, ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelâmı arasında ortaya çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı, hadisçilerin, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) sünnetine dayalı amel ve itikadi bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek mutezilenin ve gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir araya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve sıhhati ile ün salan Buhari' deki iman, tevhit, kader, Kitap ve Sünnete sarılma gibi bölümler kitabın, kesinlikle İslam’ı mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan korumak maksadıyla hazırlandığını ispat eder. Buna benzer bölümleri Müslim’in Sahih’inde de görmek mümkündür.

Kutub-i Sitte musannifleri arasında bulunan İbn Mace'nin bu konuda takip ettiği yol çok daha açık ve kesindir. Sünen adlı eserine, sünnete tâbi olmanın gerekli olduğunu gösteren hadisleri bir araya getirmekle başlamıştır. Bunu, hadisin ehemmiyeti, hadiste kasden yalan söylemenin kötülüğü, Hulafa-i Raşidin’in sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfi rey ve kıyastan sakınma, iman, kader, ashabın faziletleri, iyi ve kötü olan sünneti takip edenler, sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir. İbn Mace, bu bâblarda zikrettiği hadislerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin(s.a.v) ağzından cevap vermek ve onların İslam dışı görüşlerini çürütmek gayesi gütmüştür.

Kütüb-i Sitte'nin zuhuru dolayısıyla hicretin üçüncü asrı, hadis tasnifinin altın çağıdır.Bu asırda tasnife hız veren âmillerin başında, mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm ilminin doğuşunu ve kelâmcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi zikrettik. Ancak şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, tasnife hız veren amiller sadece bunlardan ibaret değildir. Hadis uydurma faaliyetleri de tedvin ve tasnife hız veren amillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir. Çünkü sahih hadislerin belirli kitaplarda toplanması halinde, bu kitaplar dışında kalan hadislere itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadis toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı hadisler arasına uydurma olanlarını karıştırmamağa dikkat sarf ettiği için, vücuda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkanı hasıl olmuştur. Bu bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadis kitaplarının vücut bulduğu bir devir olarak görülür. Hadis hafızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış; hadislerin isnatlarına, isnatların illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden mertebelerine vakıf meşhur üstatlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis mecmuaları bu asırda onların eliyle vücut bulmuştur. Bu asrı takip eden devirlerde her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse de, asıl telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerdeki hadislerin bir kitap içinde cem’ine yahut isnadların hazfedilmek suretiyle ihtisarına yahut da mustedrek veya mustahreclerinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza müteakıb asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili hakkında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. İşte, üçüncü asrın hadis ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu, altın çağı olarak vasıflandırıyoruz.


C- FIKIH TARİHİ

Fıkıh, anlamak, kavramak, idrak etmek demektir. Fıkıh kelimesini aynı manayı ifade eden kelimelerden ayıran özelliği, anlayışın derinlemesine olması ve söyleyenin maksadını da içine almasıdır.

Fıkıh kelimesi dönemlere göre mefhumunu değiştirmiş, o devrin insanlarınca kullanımına göre farklı anlamlar ifade etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında itikat, ahlak, ibadet, muamelat gibi birçok mesele için fıkıh kelimesi kullanılırdı. İlim kelimesi de bu devirde aynı manaya gelirdi.

Daha sonra itikat, tefsir gibi disiplinler hususi birer ilim olarak genişlediklerinde fıkıh, kişinin ameliyle sınırlandırılmıştır. Bundan dolayıdır ki İmam Ebu Hanife önceleri fıkhı, “Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir” şeklinde tarif ederken, sonraki dönemlerde “amel bakımından” ifadesini de eklemiştir.İmam Şafiî ise “Dinin amelî hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir” şeklinde tarif ederek, fıkhın usulüne de işaret etmiştir.

Fıkıh usulünün ilk kaynağından günümüze kadar hangi safhalardan geçtiğine ve nasıl bir değişime ve gelişme gösterdiğine bakalım.



C1- HZ. PEYGAMBER ( S.A.V ) DÖNEMİNDE FIKIH

Diğer tüm ilimlerin olduğu gibi fıkıh ilminin de ilk ve en büyük kaynağı tartışmasız Kur’an’dır. Vahyin ilk muhatabı olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) ise Kur’an’ın ilk ve en yetkili müfessiridir. Bu bağlamda düşünecek olursak Hz. Peygamberin (s.a.v.) Kur’an’ı Cebrail’den (as.) aldığı gibi sahabeye nakletmesi ve bunu açıklayıcı söz, fiil ve takrirlerde bulunması fıkhın temelini oluşturur.

Kur’an’ın indiriliş sürecini mercek altına aldığımızda Mekke ve Medine’de inen ayetlerin içerik bakımından birbirinden farklı olduğunu görmekteyiz. İslam’ın ilk yıllarını ve yayılma sürecini geçirdiği Mekke döneminde daha çok itikat ve ahlak ile alakalı ayetler inmiş, Sahabenin çalkantılı ve şiddet dolu bu döneme sabretmesini, inançlarını yitirmemelerini telkin eden, imanlarını kuvvetlendirip, cennette kavuşacakları nimetleri müjdeleyen haberler gelmiştir.

Medine dönemine baktığımızda ise; oruç, zekât, hac, kurban, miras, nikâh alkollü içkilerin ve faizin yasaklanması ve kısas gibi İslami yaşamın önemli unsur ve nişanelerinin yürürlüğe koyulduğunu görüyoruz.

Allah-u Teâlâ insanların dini sindirerek ve fıtri özelliklere aykırı düşmeyecek şekilde benimsemeleri ve hayatlarına geçirmeleri için tedrici ve uygulamalı bir metot uygulamış, RasulAllah’ı da (sav.) bu emir ve yasakların uygulamasında yegâne örnek olarak insanlığa sunmuştur.Bu yüzdendir ki yeryüzünde gelmiş geçmiş en kapsamlı ve en fazla insan topluluğuna hitap edip, günümüze kadar ilk tazeliği ve şeklini koruyarak gelmiş hukuk İslam Hukuku olmuştur diyebiliriz. Çünkü Roma Hukuku gibi diğer güçlü ve büyük kitlelere hitap eden hukuk sistemlerinin yerleşmesi ve tedvin edilmesi yaklaşık bin sene sürerken, İslam Hukuku bu süreci yalnızca 4 asırda tamamlamıştır.

Her ne kadar çeşitli beyanlarda İslam Hukukunun diğer hukukların bir uzantısı ve birleşmesi olduğu söylense de, İslam Hukuku, eski Arap adetleriyle, Roma, İran ve Yahudi hukukları gibi bölgede bulunan diğer hukuk sistemlerinden hayata yansıyan bazı uygulamaları ya ıslah ederek bünyesine almış, ya da kati suretle iptal etmiştir. İslam Hukuku Kur’an ve Sünnet kaynaklı ve doğrudan Şarî’nin iradesi sonucunda ortaya çıkmış bir yaşam sistemidir.



C2 - SAHABE DÖNEMİNDE FIKIH

Allah-u Teâlâ Hz. Peygamber (sav.) aracılığıyla, Kur’an’ı ve dolayısıyla insanlar üzerindeki iradesini gönderirken Sahabe büyük bir iştiyakla gelen her hükmü hayatlarına dahil ediyor, hükmün gerektirdiği her türlü şey hemen yerine getiriliyordu. Bu konuda en büyük örnekleri elbette Hz. Peygamber’di (sav).

Sahabe hükümleri yerine getirme hususunda veya karşılaştıkları yeni bir problem neticesinde hemen Peygamber Efendimize (sav.) başvuruyorlar, RasulAllah da (sav.) varsa bir ayet ile bu soruyu yanıtlıyor, yoksa Allah’ın hükmünü vermesini bekliyordu.Bu devirde gelen hükümler genellikle ihtiyaca binaen, sahabenin sorduğu bir soru veya karşılaşılan bir problem neticesinde vahyolunuyordu. Hz. Peygamberin (sav.) hanımlarının perde arkasından konuşmaları ve bu hükmün neticede tüm hanımları kapsaması Hz. Ömer’in (ra.)konuya ilişkin bir konuşması neticesinde gerçekleştiği bilinmektedir.Ancak RasulAllahın (sav.) ahirete irtihallerinden sonra sahabe hükümlerin açıklanması ve yeni gelişen problemlerin çözülmesi konusunda danışacak bir peygamber bulunmadığından kendileri bir takım içtihatlarda bulundular.İlk Halife olan Hz. Ebu Bekir’den (ra.) itibaren Hulefa-i Raşidîn, devlet reisi olarak hukuki işlere bakıyor, çeşitli sorunların çözülmesi hususunda istişare edebilecekleri bir heyeti daima Medine’de bulunduruyorlardı.

Devlet sınırları genişledikçe halifeler çeşitli bölgelere vekillerini gönderiyor, buralarda kadılık yapmaları için görevliler tayin ediyordu. Bu sahabeler arasında Ebu Musa el-Eş’arî, Amr b. As, Muaviye b. Ebu Sufyan ve İbn Abbas (ra.) örnek olarak söylenebilir.
Bu dönemde sahabeler diğer dönemlere nazaran çok az ihtilafa düşüyor, karşılarına bir sorun getirildiğinde bunu Kur’an, ardından Sünnete bakarak cevaplamaya çalışıyor, burada bir çözüm yolu bulamazlarsa kendi içtihatlarıyla çözüyorlardı.

Sahabenin tümünün müçtehit olduğu konusunda beyanlar bulunsa da bu sahabeye yapılan bir iltifattır. Çünkü sahabenin tümü ilimle meşgul olmuyor, kendi halinde İslam’ı yaşayan ve ilmi herhangi bir çalışma yapmayan sahabeler de mevcut bulunuyordu. Bu durumda tüm sahabenin müçtehit olduğunu söylemek doğru olmaz. Ancak dönemin en büyük müçtehitleri elbette Hulefa-i Raşidin’dir.

Hz. Ebu Bekir (ra.), döneminde zekât vermeyeceklerini bildiren bir grup için asker hazırlatmış, Hz. Ömer (ra.) buna “RasulAllah’tan la ilahe illallah diyenlerle savaşılmayacağını işittim” diyerek karşı çıkmıştır. Bun rağmen Hz. Ebu Bekir (ra.), “Vallahi namaz ile zekâtı birbirinden ayırana –birini kabul edip birini reddedene- karşı savaşağım. RasulAllah’a verdiklerinden bir keçi yavrusu bile bana eksik vermek isteyenlerle savaşacağım” demiştir. Hz. Ömer de (ra.) üzerinde düşündükten sonra Allah’ın Hz. Ebu Bekir’in zihnini açarak meseleyi doğru anlamasını sağladığını, kendisinin de bu hususta ayı fikirde olduğunu söylemiştir.

Hz. Ömer de (ra.) içtihat konusunda halifelik süresince büyük işler yapmış, teravih namazının cemaatle kılınması, Müslüman erkeklerin, Gayrı Müslim kadınlarla evlenmesini yasaklaması, Müslüman olmayana zekât verme olayını ortadan kaldırması gibi maslahata hizmet edecek birçok içtihatta bulunmuştur.

Hz. Ömer’in (ra.)belirlediği halife seçme şurası tarafından İslam devletinin 3. Halifesi olarak görev yapan Hz. Osman’ın (ra.) da, başta Kur’an’ı tek lehçede yazılmış nüshalarla çoğaltması, alacaklı kişilerin de zekât vermesi ve hastayken kocaları tarafından boşanan kadınları mirastan hak sahibi kılması gibi büyük içtihatları vardır.Hulefa-i Raşidin’in sonuncusu Hz. Ali ilmin kapısı olarak nitelenmiş ve hakemlik konusunda RasulAllah’ın (sav.) duasını almıştır. Hz. Ömer,  Hz. Ali olmadan bir problemle karşılaşmaktan Allah’a sığınıyor, “Kazâyı en iyi becerenimiz Ali’dir” diyordu.

Bir gün Hz. Ömer’e bir dava getirildiği nakledilir. Siyah bir çocuk, beyaz bir kadının annesi olduğunu iddia ediyor, kadın ise siyah birisiyle evlendiğini şiddetle reddediyor, çocuğun iftira suçuna çarptırılmasını istiyordu. Kadın hiç evlenmediğine dair şahitler de getirince Hz. Ömer kadının lehine hükmetti ve çocuğun cezalandırılmasını emretti. Bu sırada Hz. Ali gelip Hz. Ömer’den davayı tekrar görmek için izin istedi. Sonra çocuğa kadının onun annesi olduğunu inkâr ettiği gibi kendisinin de oğlu olduğunu inkar etmesini söyledi. Çocuk itiraz edince kendisinin Hasan ve Hüseyin (ra.) gibi kendi çocuğu olmasını teklif etti. Çocuk denileni yapınca Hz. Ali kadının velilerinden izin aldı ve mihri kendisi karşılayarak kadın ve çocuğu nikâhladı. Çocuğa kadını götürmesini, onun artık karısı olduğunu ve zifaftan sonra kendisine gelmesini söyledi. Kadın durumun ciddiyetini anlayınca aslında siyah bir adamla evlendiğini, adamın savaşta ölmesinden sonra, siyah bir çocuğun annesi olmayı kendine yediremediği için onu bir köleyle gönderdiğini itiraf etti.

Hulefa-i Raşidin tamamlanıp, içinde sahabe devrinin de biteceği Emevî devri başladığında ilmi faaliyetler, meclislerde âlimlerin kendi çalışmaları ile yürütülüyordu. Devletin ilmi çalışmalara bir katkısı yoktu. Ömer b. Abdülaziz haricinde diğer Emevi hanedanı ilme katkı vermedikleri gibi kendileri de uygulamalarında nefsani davranıyor, yaşantı ve devleti yönetimleriyle iyi birer örnek olmuyorlardı. Bu durumda sahabe genellikle Medine’de bulunup, ilim tahsili ve tedvini ile uğraşıyor, bu davranışlarıyla İslam ilimlerinin devamı için çabalıyorlardı. Devlet tarafından tahsis edilen kadılar da kendi içtihatlarına göre hüküm veriyorlardı.

Ancak bu dönemde devlet ilmin ve âlimin arkasında olmadığı için bu tür faaliyetler, kısıtlı olarak sürdürülüyor ve ortaya çıkan problemlerin çözümleriyle sınırlı kalıyordu. Yani sahabeler yalnızca hâlihazırda bulunan durumların hükümlerini belirliyor, olabilecek şeyler hususunda fikir beyanında bulunmuyorlardı.

Emeviler döneminde yapılan ilmi faaliyetler içinde konularına göre sıralanmış fıkıh kitapları bulunmaktadır. Ancak bu dönemde yazılan kitaplardan yalnızca Süleym b. Kays el-Hilalî’nin fıkıh kitabı, Katada b. Di’ame’nin el-Menasik adlı eseri, Zeyd b. Ali’nin Menasiku’l-hacc ve Adabuhu ve el-Mecmû’ adlı eserleri günümüze kadar gelmiştir.


C3 - TABİİN DÖNEMİ VE SONRASINDA FIKIH

Hicri 712 yılında Medine’de vefat eden Sehl b. Sad’dan (ra.) sonra sahabe devri bitmiş, artık sahabeyi gören ve onların ilminden faydalanan neslin devri başlamıştır. Diğer birçok ilim gibi fıkıh ilmi de bu devirde tedvin ve tasnif edilmiş, genişlemiş ve gruplara ayrılmıştır.

İlk dönemlerde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaş ve İslam toplumundaki bölünme Sünnilik, Şiîlik ve Haricilik şeklinde ilk mezhepsel ayrışmayı beraberinde getirmiştir.

Erken dönemlerde değişik İslam şehirlerinde, bu şehirlerin adıyla anılan fıkıh okulları bulunmaktaydı. Şam (Evzaiyye), Kufe, Basra, Medine okulları bunlardan bazılarıdır. Daha sonra Irak okulu Hanefi, Medine okulu ise Maliki mezhepleri olarak konsolide olmuş, Şafii, Hanbeli, Zahiri, Ceriri, Sevri ve Evzai mezhepleri daha sonra ortaya çıkmışlardır. Ve bu fıkhi mezheplerden son üçü günümüze ulaşamamıştır.


Fıkhî açıdan Sünni mezhepler dört tanedir.

- Hanefi mezhebi; İmam Ebu Hanife'nin adını taşıyan mezheptir.

- Şafii mezhebi; İmam Şafii'nin adını taşıyan mezheptir.

- Maliki mezhebi; İmam-ı Malik'nin adını taşıyan mezheptir.

- Hanbelî mezhebi; İmam Ahmed İbni Hanbel'nin adını taşıyan mezheptir.

Bu dört fıkhi mezhep arasında uygulama ve ibadetlerde bazı farklılıklar görülür.

Ayrıca, temelleri Haricilere ve İslam dinine dayanan ancak Sünni mezheplerin   dışında değerlendirilen şu mezhepler de bulunmaktadır:
-Câferîlik; İmâm Câ
ʿfer-i Sâdık'ın adını taşıyan mezheptir.

-Zeydîlik; İmâm Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn'in oğlu Zeyd bin Ali'nin adını taşıyan mezheptir.

-İsmâilîlik; İmâm Câʿfer-i Sâdık'ın büyük oğlu imam İsmâ‘îl bin Câʿfer el-Mûbarek'in adını taşıyan mezhep.

H. 750 yılında Ebu’l Abbas Seffah’ın hilafete geçmesiyle başlayan Abbasi dönemini, fıkhın olgunluk çağı olarak nitelemek mümkündür. Bu dönemde, Emevi döneminde görülen dünyevilik görülmemiş, ilme ve ilmi faaliyetlere büyük destek gösterilmiştir. Mezheplerin oluştuğu ve ilk fıkıh usulü eserinin verildiği bu devirde, hadisler tedvin edilmiş, tefsir ve itikat alanlarında büyük çalışmalar yapılmıştır.Bu devirde ilmi kudreti olan her kişi içtihat hürriyetinde olduğu gibi, ilmi kudreti olmayan kişiler de bir müçtehidin hükümlerine uyma konusunda serbesttiler. Hep aynı müçtehidin hükümlerini uygulama zorunluluğu yoktu. Devletin tayin ettiği kadılar birer mezhebe bağlı değil, kendi içtihatları doğrultusunda hüküm veriyorlardı.Daha önceleri âlimler fıkhın belirli konularında hükümler verirken bu devirde fıkhın tüm alanlarında çalışmalar başlamış, müçtehitler hükümlerini kitaplarda toplayarak insanların daha kolay öğrenmelerini sağlamış, fıkıh mektepleri doğmuş ve bunlar kendi aralarında münazaralar ve ihtilaflar yaşamıştır.
Bu münazara ve ihtilaflar müçtehitlerin kendilerine göre hüküm istinbat metotları geliştirmelerine ve bunları tedvin etmelerine sebep olmuştur.Bu sebepler Abbasiler döneminde mezheplerin doğmasını ve kendi içinde çeşitli çalışmalar yapmasını sağlamıştır. Ancak hicri dördüncü asra kadar insanlar mezheplere ayrılmadığı gibi bu dönemde mezhep sayısı dört ile de sınırlı değildir. Bu mezheplerin her birinin delilleri anlama biçimleri farklı olduğu için bu anlayışa göre verdikleri farklı hükümler ve çeşitli yerlerde tabileri oluşmaya başlamıştır.

Böylece içtihat ve mezhepler çoğaldıkça tabiî olarak ihtilaflar da çoğalmış, kendi nefsinden hüküm verenler de ortaya çıkınca hüküm istinbatının yolları ve müçtehidin özelliklerini anlatan bir disiplinin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bu alanda ilk eseri İmam Şafiî er-Risale adında vermiş, istinbat ve içtihat salahiyetini belli kurallara bağlamıştır. Böylece İmam Şafiî’nin açtığı bu yol onun talebeleri ve diğer mezheplerin de bu alanda çalışmalarıyla ilerlemiş ve Fıkıh Usulü kendi başına ayrı bir disiplin olarak genişlemiştir.

İmam Şafiî’nin öncesinde fıkıh kitapları yazılmış olsa da, hükümlerin nelere dayanılarak çıkarıldığı bu kitaplarda belirtilmediği için, mezheplerin tabileri imamları vefat ettikten sonra onun hangi delile dayanarak hükme vardığı hususunda ihtilafa düşmüş, bunu anlamak için yoğun çalışmalar yapmışlardır.

Ancak er-Risale’den sonra artık içtihat yapacak olanlar, hangi delillerden hangi yollarla hüküm istinabatı yapılabileceği hususunda çok sayıda eserle karşılaşmıştır. İçtihat yapmayacak olanlar ise bu eserler sayesinde uyguladıkları hükümlerin nasıl bir yolla ve nasıl bir titizlikle kendilerine ulaştığı konusunda fikir sahibi olmuşlar, böylece mezhep imamlarına tam bir güvenle tabi olmuşlardır.

Aynı şekilde İslam Hukukuna atılan iftiralar ve sapık düşüncelerin ürünü olan asılsız hükümler bu yolla çürütülmüş, İslam Hukuku Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi taze ve korunmuş olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bize düşen bu devirde ortaya atılmakta olan veya ilerde çıkabilecek Ehl-i Sünnet düşüncesine aykırı hareketleri önleyebilmek ve bertaraf edebilmek ve çağın getirileriyle ortaya çıkan yeni problemlere çözüm bulabilmek için Fıkıh alanında çalışmalar yaparak kendimizi geliştirmektir.

Rabbim muvaffak eylesin inşaallah !..


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi