Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


İSLAM’DA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜBİLGE EVLİ13952752BİRLEŞİK DOKTORAESBAB-I NUZÜL  

İslami terminolojide genel olarak el-ilim ve el-marife terimleriyle ifade edilen bilgi; daha ziyade bilen ile bilinen arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak tanımlanır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin ‘malumat’ kelimesi ile de karşılandığı görülür.(D.İ.B. İslam Ansiklopedisi c.6 s.157)

Kuran-ı Kerim‘de bilgi, en sık kullanılan anlamıyla ilahi vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlahi mesaj olarak ilim başlı başına kanıt olma özelliği de taşımaktadır: “sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan…"(bakara 2/120,145) ayetindeki ilim ile “ey insanlar, size rabbinizden bir burhan geldi…” (Nisa 4/174) ayetindeki burhan kesin ve kanıtlanmış bilgiyi ifade eder.

Kuran-ı Kerim’in bilgi kaynağını, vahiy başta olmak üzere duyular, akıl yahut bunun ötesinde kalbi sezgi olarak tesbit ettiği görülmektedir. Kuran’da yer yer göz, kulak ve kalbin birlikte anılması yanında kalbin akledici fonksiyonunun vurgulanması dikkat çekicidir. (Araf 7/179; Yunus 10/31; Nahl 16/78; İsra 17/36; Hac 22/46; Secde 32/9; Casiye 45/23)

                İslam düşünce tarihinin büyük sentezcilerinden Gazzali kelam ,felsefe ve tasavvufun temel yaklaşımlarını tek bir sistem halinde birleştirmiş görünmektedir. Akıl, duyu ve ilham gibi bilgi kaynaklarını tenkid etme çabası en güçlü ve sistemli bir şekilde bu düşünür tarafından gösterilmiştir. Gazzali’nin tasnifine göre bütün bilgi türleri kesin bilgiler (yakıniyyat), kanaatler (itikadat) ve zanni bilgiler (zanniyat) olmak üzere üç esaslı terim altında toplanır.

                İslam Kültürünün başlangıç aşamasında konuya nasıl yaklaşıldığına bakacak olursak; sahabe ve onları izleyen dönemde “ilim” denen bilgi türü, Kitaptan ve sünnetten doğrudan alınan bilgidir. Bunların anlaşılmasından doğan bilgi ise daha çok “fıkıh” olarak bilinir. Bu dönemde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Yaklaşık olarak hicri II.asırdan sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı. Bu tasnif şu başlıklar altında oluştu: kelam, fıkıh, hadis,tefsir.

                İslami ilimler dediğimizde bilginin 2 temel kaynağı vardır ki bunlar: Kuran ve Sünnettir. Bu iki kaynaktan beslenen bilgi türleri muhakkak ki bütünlük arzedecektir. Bir diğer tabirle İslami ilimler kaynağı dolayısıyla “kullun la yetecezze” tarifine tam olarak uygunluk göstermektedir.

                “Bilginin bütünlüğü” kavramını tefsir bağlamında ele alacak olursak; fıkıh, hadis, tarih, dil bilimi, siyer v.b. bilim dalları ve alt başlıklarının bilgisine sahip olmadan tefsir ilmi hakkında söz söylemenin kolay olmayacağını belirtmek gerekir. Tefsir ilmi; kelam, hadis, fıkıh ilimlerinde olduğu gibi ana gayesi Kuran’ın anlaşılması olması dolayısıyla, İslami ilimlerde bilginin bütünlüğü ilkesini aynı amaca hizmet ediyor olmaları da desteklemektedir. İslami ilimler tek bir Kelam’ı açıklamak için çaba sarfetmişlerdir.  Dolayısıyla da İslam’da bilginin bütünlüğü esastır. Bunun en iyi örnekliğini mütekellim, muhaddis, müfessir,mutasavvıf kimliklerini şahsında toplayan Gazzali’de görmekteyiz.

Selam ve saygılarımla.

       

,,            


0 Yorum - Yorum Yaz


 

 MELAHAT AKALP13922758BAHAR YARIYILI- DOKTORABİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜNE DAİR"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım"[i] mealindeki ayette geçen (li ya'budûn) "ibadet etsinler" ifadesini sufiler (li ya'rifûn) "beni tanısınlar" şeklinde yorumlamışlardır. Zira bilinmeyene ibadet etmenin bir anlamı yoktur. Buna göre insanın yaratılış gayesi Allah'ı bilmektir.[ii]

Kur'an-ı Kerim'de bilgi (ilim) en sık kullanılan anlamıyla, ilahî vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah'ın verdiği bilgidir. Burada kelime tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir.[iii]

Bilgi felsefesi konusunda İslam düşünce tarihi boyunca geliştirilen düşünceler, öncelikle Kur'an-ı Kerim'in sunduğu perspektiflere sahip olmakla birlikte, çeşitli fikir akımlarının insan, alem ve Tanrı tasavvurlarının hakimiyeti altında farklılık arz etmiştir. İslam düşüncesinde fizikle metafiziğin iç içe algılanışı, bilgi ile inancın birbiriyle yakın ilişkisi, insanın bilme eylemiyle ilahi mesajın sahip olduğu otoritenin birlikte değerlendirilişi, bilgi probleminin hem kelamî hem felsefî hem de psikolojik muhtevalar kazanmasına yol açmıştır.[iv]

Yüce Allah'ın Hz. Adem'e esma'yı öğreterek bu dünyaya göndermesi ve insanı tatmin edecek kesin ve değişmez doğruyu, mutlak hakikati, gönderdiği peygamberlerin rehberliği ile onlara sunması, bütün ilimlerin menbaının bir olduğunu göstermektedir. Bu durum bizlere, tek bir kaynaktan çıktıktan sonra çeşitli kollara ayrılarak akmaya devam eden bir nehri anımsatmaktadır.

Bu itibarla Müslümanlar, Hz. Peygamber’i insanlığın bütün devirlerde aradığı mutlak hakikati bulan ve öğreten olarak görmüşlerdir. Hz. Peygamber’in bulduğunun, insanın aradığı olduğunu en iyi anlatan hadislerden birisi “Allah’ım! Bana eşyanın hakikatini göster.” hadisidir. Eşyanın hakikati, onu olduğu hal üzere görmektir. Hz. Peygamber, böyle bir şeyi talep ederek aslında bütün insanların talebini dile getirmek istemektedir. Bunun anlamı, hiçbir şarta ve duruma göre değişmeyen, eşyanın kesin ve değişmez bilgisidir. Aynı zamanda bu bilgi; ahlakın, yani insan davranışlarının değişmez yasalarının bilgisidir.[v]

Başta belirttiğimiz üzere insanın dünyada var oluş amaçlarından biri olan Rabbi'ni tanıması hususu, dereceli bir şekilde varlıkları bilmenin neticesidir. İnsan, önce kendini bilir ve ardından kendini bilmenin bir neticesi olarak çevresindeki alemi bilir. En nihayetinde bu bilginin kemaline Allah’ı bilmekle ulaşılır. “Kendini bilen rabbini bilir.” denmesinin anlamı bilgideki bu sürekliliktir. Bu itibarla eşyanın hakikatlerini bilmek; içinde insanı, alemi ve en nihayetinde Hakk’ı bilmenin bulunduğu bir bilgi derecesinden söz etmek demektir.

Müslüman düşünürlerin bilgisi insan-alem-Allah arasındaki bilginin sebep-sonuç bağıyla birbirine ulaşacağı ilkesine dayanır. İnsan kendini bilmeden Allah’ı bilemeyeceği gibi Allah’ı bilmeden de kendini tam ve kamil olarak bilemeyecektir. Çünkü Allah’ı bilmemek, insanın mebde ve mead’ı hakkındaki bilginin eksik kalması demektir.

İslam medeniyeti,  mutlak hakikat ve bilginin bütünlüğü ilkeleri sayesinde, asırlar boyunca evrensel değer üretebilmiş, bunu icra edecek kurumlar tesis edebilmiştir. Yetiştirdiği alimler, her dönemde doğrunun peşinde olmuşlar, onu aramışlar ve olduğu hal üzere ifade etmişler, ahlak anlayışlarını böyle bir bilgiyi esas alan kesinliğe dayandırmışlardır.

Biz bugün, İbn Sina'nın bir tıp bilgini olmasının yanı sıra, onun aynı zamanda bir İslam alimi sayılabilecek ölçüde din bilgisine sahip oluşunu, filozof addedilebilecek oranda felsefî içerikli eserlerinin bulunuşunu hayretle karşılıyoruz. Çünkü ilimlerin keskin hatlarla tasnif edilişi, günümüzde belli bir alanda uzmanlaşmayı gerekli kılmaktadır. Ayrıca bugün düşünce hayatımızın tüm katmanlarında hızla yayılan ve medeniyetimizi içten içe kemiren bir Sofizm hastalığı ile malül durumda oluşumuz da belki bu tepkimizin başlıca sebebidir.

Herkes için doğru ve geçerli bir tarzda bir şeyi bilmek mümkün değildir diyen sofistlere göre insanın ulaşabileceği nihai bilgi, izafi bir bilgidir. Bunun mantıksal neticesi, bilgiye dayanan ahlak anlayışının izafi bir ahlak olmasıdır. Bu yaklaşım insanlığın bütün dönemlerinde son derece etkin ve yaygındır. Günümüzde de herhalde en etkin düşünce tarzlarından biri budur. Pek çok insan, herkes için geçerli ve bağlayıcı olan kesin ve değişmez bir ahlak anlayışını reddetmektedir.[vi]

Yaşadığımız dünyada, hakikatin birliğinden söz etmek tahakküm, mutlaklığa olan inanç safsata, ilkelere dayanmak ise tek kelimeyle taassub olarak algılanmaktadır.  Batı modernizmi, hakikatin birliği ve kesinliği iddialarının bir hayal olduğunu, kimsenin elinde böyle bir mutlak hakikat bulunmadığını, bu bakımdan kimsenin kimseye hakikati telkine kalkışmaması gerektiğini dile getiriyor.[vii]

Mutlak Hakikate inanmak, İslam toplumunun kendisine güven duygusunu kazandıran yegâne gücüdür. Bu nedenle medeniyetimizin yeniden inşâsındaki ilk önemli safha da Sofizm'in tasfiye edilmesi olmalıdır.

Netice itibariyle, Müslüman kültüründe bilgi, iman ve amel küllün layeteceze' diye ifade edilen, birbiriyle bütünlük arz eden rükünlerdir. Bu birliktelik, bilgilerin kaynağının aynı olmasından ileri gelmektedir ve ister dünyevî ister uhrevî ilimlerle iştigal edilsin; bu ilim, taliplerini tek bir menbaa ulaştıracaktır ve "kul" olduklarını yakînen kavramalarını sağlayacaktır.

Alim vardır, ilmi onun küfürde istidracına sebebiyet vermiştir. Alim vardır Farabî, Gazalî, Hacı Bektaş, Mevlanâ olmuş okumuş-düşünmüş-anlamış-yaşamış, çağlar aşmış, mutlak hakikati görmüş ve göstermiştir.

"Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir." vesselam.



[i] Zariyat 51/56.

[ii] Süleyman Uludağ, "Marifet", DİA c:28, s:55.

[iii] Necip Taylan, "Bilgi", DİA, c:6 s: 158.

[iv] Necip Taylan, "Bilgi", DİA, c:6 s: 159.

[v] Ebu’l-A’la Afifî, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, çev: Ekrem Demirli, İz yay, İstanbul, 2011.

[vi] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980.

[vii] Dücane Cündioğlu, Söz'ün Özü, s: 8-14, Kitabevi yay, İstanbul, 1999.

  

 


0 Yorum - Yorum Yaz


(Dok. Es. N. II)

-Güz dönemi ödevlerinden "Bilginin Bütünlüğü" başlığını mütalaa edip 23 Şubat 2014 hedef tarihine kadar bir hülasa yazmanız beklenmektedir.

-Bilim din dili kullanılmalıdır.

-Alıntılar kaynakla ve tırnak ( " " ) içerisinde verilmelidir.

-Ad-soyad, öğrenci numarası, lisans veya lisansüstü düzeyi, sınıfı, dersin adı baş tarafta kayıt edilmelidir.


0 Yorum - Yorum Yaz

Bilgi Bütünlüğü    10.03.2014

ALİ BAHADIR ÖZDEMİR

BİRLEŞİK DOKTORA

ÖĞRENCİ NO   :  13952701

2013/2014 BAHAR DÖNEMİ

                              BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

 

İlim için birçok tanımlar yapılır. Genel olarak insan zihnine (ve gönlüne) konu olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek manalarına gelmektedir. İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.”

İlim, insanın vahiy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur. Şerif Cürcânî'ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir

İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:a- Naklî ilimler; Kur'an ve sünnete dayanan ilimler.

b-b- Aklî ilimler; Müspet ilimler.

Bizim burada önemi üzerinde duracağımız ilimler nakli ilimler yani kur’an ve Sünnete dayalı ilimlerdir.

Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy  başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibadet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir.

Kur’an yaklaşık 23 senede 14 asır evvel Efendimiz(sav)e peyderpey olarak ilahi kelam olarak vahiy edilmiştir.Vahiy, Resulullah’a yöneltilen suallere veya sadır olan vakıa ve hadiselere binaen dönemin meselelerine çözüm ve de sorularına cevap vermek üzere Hak Teala tarafından elçisi Cebrail  vasıtasıyla habibi Muhammed(sav)’e nazil olmuştur. Bu da esbab-ı nüzul ilmini doğurmuştur. Tabi indiği döneme ve insanlarına ışık tutarken aslında Kur’an daha sonraki nesillere ta ki ile yevmi’d-dine bir sirac olacaktır. Elbette bu doğru anlam, doğru yorum ve doğru yaşam çerçevesi dahilinde olması gerekir.

  Bu arada Kur’an bu gelişmelerle nazil olurken, Resulullah (sav) Kur’an’ın daha iyi anlaşılması için tefsir  te’vil ‘de bulunmuştur. Daha sonraki dönemlerde Resulullah’ı anlama çabaları , bir takım toplumsal gelişmelere, dini alanda farklılaşmaları doğurdu. İtikadi Fıkhi mezhepleri beraberinde doğurdu. Bunun neticesi olarak ta tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilimler yanında esbab-ı nüzul,nasih-mensuh, siyak-sibak gibi disiplinleri de ortaya koydu. Bu ilim disiplinler ilk zamanlarda farklı farklı ilim ve disiplin değilken daha sonra (hicri 2. asırdan itibaren) ayrı ayrı ilimlere taksim edildi.

Burada anlattıklarımıza binaen, İslam bilgi bütünlüğünün ehemmiyeti ortaya çıkıyor. Arap dilinin anlaşılması ,İslami ilimlerin anlaşılması, sonraki dönemlere nakli (sahabe-tabiin-tabeu-tabiin ve sonraki dönemler) ehemmiyet arz ediyor.

 Netice itibarı ile ; bütün İslami ilimler

  Hz. Peygamber döneminde olsun daha sonraki dönemlerde olsunİslam dininin  yani Kur’an’ın ve Kur’an’ı bize sözlü- fiili olarak Hz.Aişe validemizin tabiriyle ‘’yaşayan Kur’an olan’’  Hz. Resulullah’ın sünnetini kavrama ,yaşama ve aktarma çabasını amaçlamaktadır.Bu amaç güdülürken, vurguladığımız gibi, Arap dilini, vahiy sürecindeki olay ve vakıalar, önceki topluluklara ait bilgiler (özellikle ehl-i kitaba ait bilgiler ve onlarla ilgili inen  ayetleri anlamak)  bilgi bütünlüğü açısından elzemiyet arz eder.

  Selam ve saygılarımla .


0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    10.05.2014

   2013-2014 Akademik Yılı Bahar Dönemi Doktora Ödevi

Necdet Kahveci

Öğr. No: 13922706

Esbab-ı Nüzul II

         

 

TEFSİRDE BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ

Tefsir dediğimizde aklımıza ilk etapta iki türlü tefsir gelmektedir; birincisi rivayet tefsiridir ki, Kur’ân ayet­lerine yeni yorumlar getirmekten ziyade bazı ayetleri, diğer bazı ayetlerle, hadislerle veya Seleften ve özellikle Sahabeden nakledilmiş rivayetlerle açıklamaktır. Bunun aynı zamanda bir dirayet tefsiri olduğunu söyleyenler de vardır. İkincisi ise, dirayet tefsiridir. Böyle bir tefsirde asıl gaye yeni bir yorum sunmaktır. Bu tür tefsirde rivayetlere yer verilirse de, bunlar sadece önerilen yeni yorumu desteklemek içindir. Görüldüğü gibi Kur’an’ı anlamada bu iki yaklaşımı bir­birinden kesin bir şekilde ayırmak oldukça zordur. Kanaatimize göre İslâm’da ilk tefsir çalışmalarının rivayet şeklinde başlaması böyle bir ayırıma yol açmıştır. Diğer taraftan İslâm toplumunun genişlemesi ile sosyal değişime uğraması sonucu, dirayet tefsir metodu ile Kur’an’ı an­lamaya çalışma ihtiyacı doğmuştur. Bu sebepten Kur’an’ın güncelliği ve bütün zamanlara dair sözünün olması ve meydana gelen hadiseler ışığında yorumlanması için bunun böyle olması gerekmektedir.

İlk dönem tefsirlere bakıldığında görülecektir ki, bunlar bizim bugünkü tefsir anlayışımızdan çok uzaktır. İbn Abbas, Abdullah İbn Mes’ud ve Ali İbn Ebî Talha gibi zatlar, tefsir kelimesinin Arapça’daki sözlük anlamı ile Kurân’ı tefsir etmişlerdir. Zira "tefsir", “açıklamak” veya “kapalı bir şeyi açmak” anlamındadır. Bu kelimenin “yorumlamak” gibi yeni anlamlar kazan­ması daha sonraki devirlerde yapılan tefsir çalışmalarının etkisi ile olmuştur.

Aslında her "tefsir" bir yeni yorumu gerektirir. Onun içindir ki, daha henüz bazı sahabeler hayatta iken dirayet tefsirleri yapılmaya başlanmış ve tefsir anlayışının bugünkü şeklini alması daha sonraki dönemlere denk gelir. Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet-dirayet ikilemi içerisinde cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki ana başlık altında değerlendirmek mümkün gözükmektedir.

Tefsir usulünde nazarî yaklaşım eksikliği pek az hissedildiği için müfessirler bu yöne pek gereği gibi eğilmemişlerdir. Ancak bugün bu eksiklik daha belirgin bir şekilde hissedil­mekte ve bu durumla ilgili sorular Müslümanları uğraştırmaktadır. Bu sorulardan birisi de Kuran’ın bütünlüğü meselesidir. Bütün müfessirlerin üzerinde mutabakata vardıkları bir noktaya henüz ulaşamamışlardır. Bundan dolayıdır ki bazı bilginler “bütünlük” denince bundan sadece “Kur’an’ın bir bütün olarak kabul edilmesi gerektiğini” anlamışlardır. Bu zaten zahir olan bir gerçektir. Kur’an’ın bir kısmını alıp veya belli bir kaç ayetini göz önünde tutup diğer kısımlarını dikkate almamak, Kur’an’ın kendi içinde çelişki doğurabilir. O halde böyle bir bütünlük anlayışı üzerinde durmak var olanı tekrardan ibaret olur.

Bizler Rivayet-dirayet tefsirlerinde Kur’an’ın bütünlüğü meselesini üç açıdan değerlendireceğiz. Birinci olarak “Mut­tasıl Bütünlük” diyebileceğimiz yaklaşımdır ki, bu bakış açısından bir ayeti başka ayetlerle açıklamaktır. Böylece iki veya daha fazla ayet arasında görünüşte bir çelişki veya uyumsuzluk varsa, diğer ayetlerin yardımı ile bunlar giderilme yoluna gidilir. Müşkilü’l-Kur’an diyebileceğimiz bu durum ayetlerin ilk bakışta bir sorun gibi algılanması neticesinde onu açıklayan diğer ayetlerle onun kapalılığını gidermektir. Muttasıl bütünlüğün en önemli yönü nâsih ve mensuh ayetlerin, bir tek konu gibi ele alınıp incelenmesidir. Konulara bir bütün olarak bakıp meseleyi toptan bir bakış açısıyla görebilme incelenen konunun daha etraflıca anlaşılmasına sonsuz katkı sağlayacaktır.

İkinci olarak ele alacağımız konu “Münfasıl Bütünlük” olarak tabir edilebilir. Bu şu demektir. Belli bir fikrin bir ayet etrafında; fakat diğer ayetlere de müracaat edilerek geliştiril­mesidir. Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu nazarî bütünlüğün, bu yaklaşıma biraz benzemesidir. Munfasıl bütünlüğün önemi son yüzyıllarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu tür bütünlüğü rivayet tefsirlerinde görmemiz mümkün değildir. Ancak her dirayet tefsiri de bunu başarılı bir ölçüde uygulayamamıştır. Bunun sebebi ise, yorumların tek bir ayet etrafında geliştiril­mesidir. Her ne kadar bu yaklaşımda bir çok ayetlere müracaat edilirse de asıl gaye tefsiri yapılmakta olan ayetin açıklanmasıdır. Yoksa ileri atılan yeni yorum veya fikri, Kur’an çerçevesinde açıklama endişesi yoktur.

Bilgide bütünlük meselesini ele alırken değinmemiz gereken diğer bir konu da “Nazarî Bütünlüktür.” Bu sistemde Kur’an’ın konuları esas alınır. Böylece alışılmış tefsir usulü olan Kur’an’ı ayet ayet surelerdeki sıralarına göre tefsir etme artık geçerliliğini yitirmiştir. Kur’an’ı tefsir ederken ayet ayet sure sure sıralarına göre tefsir etme belki Kur’an’ın İlmî olarak incelenmesi açısından faydalı bir yol olabilir. Ancak belli konularda Kur’an’ın bir bütün olarak görüşünün ne olduğu konusunda net bir fikir ortaya koyamaz. İşte bu durumda nazarî bütünlüğün önemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü nazarî olarak ve bir bütün halinde yapılan böyle bir çalışma, Kur’an’ın  o konudaki görüşünü sistemli bir şekilde ve toplumun ih­tiyaçlarına cevap verecek tarzda hem de yeterli olarak açıklayabilir. İşte günümüzde bilginin daha işlerlik kazanması adına yapılması gereken bu işleme biz “Nazari Bütünlük” diyoruz. Artık sadece Tefsir sahasında değil bütün alanlarda uygulanmaktadır. Şimdi de tefsir ilminin kendisini ilgilendiren diğer sahalarla olan bağlantısını ele almaya başlayabiliriz.

Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki halindedir. Çünkü Tefsir, Temel İslam Bilimleri’nin en temel kaynağı olan Kur’ân-ı açıklamaya çalışan bir ilimdir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir konuma sahiptir. Buna mukabil Tefsir ilmi de Kur’ân’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde tefsir yaparken diğer ilimlerden istifade etmeden bir sonuca varma şansımız gözükmemektedir. Öncelikle Tefsir Usûlü bilmek gerekmektedir. Ancak aynı kaynaktan beslenen ve tarihi süreçte ortaya çıkış dönemlerinden itibaren et ve tırnak gibi birbirinden ayrılmaz halde olan Hadis ve Fıkıh Usûlünü de bilmeye ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz üzere aynı kaynaktan beslenen bu ilimlerin birbirine sayısız katkıları vardır.

Sözünü ettiğimiz durumlarla ilgili  olarak Temel İslam Bilimleri alanında bilginin bütünlüğünden bahsetmek mümkündür. Yani Temel İslam Bilimlerini bilgi alanları bakımından birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün olmadığı gibi böyle bir şeye girişmek de doğru değildir. Ancak ilimler; muhtevaları, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel gelişimlerine bağlı olarak hiyerarşik bir tasnife tabi tutulurlar. Şimdi biz, Tefsir Usûlü’nün, Hadis ve Fıkıh Usûlü ile etkileşim içerisinde olduğu noktaları ele almaya çalışacağız.

   Şüphesiz her ilmin bir metodolojisi vardır. Yani herhangi bir ilmin kapsamında ortaya konan şeyler belirli bir disipline göre ele alınmaktadır. Yani bir söylemin ilmî değerinin olabilmesi için belirli bir metodolojiye göre ortaya konmuş olması gerekir. İşte bu şekilde, Fıkıh ve Tefsir ilimlerinin de metodolojik olarak belli hadleri ve kuralları vardır. Bu hadler ve kurallar Fıkıh Usûlü ve Tefsir Usûlü isimleri altında ortaya konmuşlardır.

Usûl-ü Fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışırsak şöyle söyleyebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri âmm, kimileri hâss sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar: “Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir.” Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir" kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.[1] İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Öyleyse diyebiliriz ki; Fıkıh ilminin ilk başvurduğu kaynağın Kur’ân olması, Kur’ân’dan hüküm çıkarmak için de Tefsir ilmine ve usulüne ihtiyaç olması daha baştan Tefsir ve Fıkıh Usûlünü birleştirmektedir.

Aynı şekilde Tefsir İlminin de Fıkıh Usûlüne ihtiyacı vardır. Çünkü Tefsir, Kur’ân’ı açıklamak amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla ondaki hükümleri, haramları helalleri, ortaya koyup Kur’ân muhataplarının kullanımına hazır hale getirmek, Fıkıh ilmine ve dolayısıyla Fıkıh Usûlü’ne kalmaktadır. Öyleyse diyebiliriz ki; Fıkıh Tefsirsiz olmaz, Tefsir de Fıkıhsız olmaz. 

   Fıkıh ve Tefsir Usûlü yukarıda da kısaca değinildiği üzere kaynakları bakımında Kur’ân noktasında birleşmektedir. Bu anlamda usûl noktasında da pek çok noktada benzeştikleri, birbirlerine etkileri ve katkıları olduğu pek tabiidir. Bu noktayı bu iki ilmin tarihi gelişim seyrine baktığımızda da müşahede etmek mümkündür.         

Sonuç olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirine çok yakın olan ve birbirine katkıda bulunan iki ilim dalıdır.

Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili sözleridir. Aslında bu işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı bir çok aslî ilim hadis mecmualarıyla rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. 

Bütün bu bilgilerden ortaya çıkmaktadır ki; İslamî ilimler, birlikte bir bütün oluşturmaktadır. Her ilim bu bütünün bir parçası konumundadır. Kur’ân İslamî ilimlerin en başta gelen kaynağıdır. Onun gösterdiği hedefe ulaşmak için Kur’ân’ı konu edinen Tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları Hz. Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise başvurmak zorundadır. Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh da bu açıklamalarla Kur’ân’ı anlamakta ve diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak kullanmakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir. Fıkıh Usûlü de bunun nasıl yapılacağını ortaya koymaktadır. Öyleyse Kur’ân’a dair söz söyleyecek kimsenin, bu disiplinlerin tümüne vakıf olması gerekir. Aksi takdirde hataya düşmek kaçınılmaz olacaktır.



[1] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/255-256.


0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    11.05.2014

2013-2014 Akademik Yılı Bahar Dönemi Doktora Ödevi

Necdet Kahveci

Öğr. No: 13922706

Esbab-ı Nüzul II,            

 

TEFSİRDE BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ

Tefsir dediğimizde aklımıza ilk etapta iki türlü tefsir gelmektedir; birincisi rivayet tefsiridir ki, Kur’ân ayet­lerine yeni yorumlar getirmekten ziyade bazı ayetleri, diğer bazı ayetlerle, hadislerle veya Seleften ve özellikle Sahabeden nakledilmiş rivayetlerle açıklamaktır. Bunun aynı zamanda bir dirayet tefsiri olduğunu söyleyenler de vardır. İkincisi ise, dirayet tefsiridir. Böyle bir tefsirde asıl gaye yeni bir yorum sunmaktır. Bu tür tefsirde rivayetlere yer verilirse de, bunlar sadece önerilen yeni yorumu desteklemek içindir. Görüldüğü gibi Kur’an’ı anlamada bu iki yaklaşımı bir­birinden kesin bir şekilde ayırmak oldukça zordur. Kanaatimize göre İslâm’da ilk tefsir çalışmalarının rivayet şeklinde başlaması böyle bir ayırıma yol açmıştır. Diğer taraftan İslâm toplumunun genişlemesi ile sosyal değişime uğraması sonucu, dirayet tefsir metodu ile Kur’an’ı an­lamaya çalışma ihtiyacı doğmuştur. Bu sebepten Kur’an’ın güncelliği ve bütün zamanlara dair sözünün olması ve meydana gelen hadiseler ışığında yorumlanması için bunun böyle olması gerekmektedir.

İlk dönem tefsirlere bakıldığında görülecektir ki, bunlar bizim bugünkü tefsir anlayışımızdan çok uzaktır. İbn Abbas, Abdullah İbn Mes’ud ve Ali İbn Ebî Talha gibi zatlar, tefsir kelimesinin Arapça’daki sözlük anlamı ile Kurân’ı tefsir etmişlerdir. Zira "tefsir", “açıklamak” veya “kapalı bir şeyi açmak” anlamındadır. Bu kelimenin “yorumlamak” gibi yeni anlamlar kazan­ması daha sonraki devirlerde yapılan tefsir çalışmalarının etkisi ile olmuştur.

Aslında her "tefsir" bir yeni yorumu gerektirir. Onun içindir ki, daha henüz bazı sahabeler hayatta iken dirayet tefsirleri yapılmaya başlanmış ve tefsir anlayışının bugünkü şeklini alması daha sonraki dönemlere denk gelir. Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet-dirayet ikilemi içerisinde cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki ana başlık altında değerlendirmek mümkün gözükmektedir.

Tefsir usulünde nazarî yaklaşım eksikliği pek az hissedildiği için müfessirler bu yöne pek gereği gibi eğilmemişlerdir. Ancak bugün bu eksiklik daha belirgin bir şekilde hissedil­mekte ve bu durumla ilgili sorular Müslümanları uğraştırmaktadır. Bu sorulardan birisi de Kuran’ın bütünlüğü meselesidir. Bütün müfessirlerin üzerinde mutabakata vardıkları bir noktaya henüz ulaşamamışlardır. Bundan dolayıdır ki bazı bilginler “bütünlük” denince bundan sadece “Kur’an’ın bir bütün olarak kabul edilmesi gerektiğini” anlamışlardır. Bu zaten zahir olan bir gerçektir. Kur’an’ın bir kısmını alıp veya belli bir kaç ayetini göz önünde tutup diğer kısımlarını dikkate almamak, Kur’an’ın kendi içinde çelişki doğurabilir. O halde böyle bir bütünlük anlayışı üzerinde durmak var olanı tekrardan ibaret olur.

Bizler Rivayet-dirayet tefsirlerinde Kur’an’ın bütünlüğü meselesini üç açıdan değerlendireceğiz. Birinci olarak “Mut­tasıl Bütünlük” diyebileceğimiz yaklaşımdır ki, bu bakış açısından bir ayeti başka ayetlerle açıklamaktır. Böylece iki veya daha fazla ayet arasında görünüşte bir çelişki veya uyumsuzluk varsa, diğer ayetlerin yardımı ile bunlar giderilme yoluna gidilir. Müşkilü’l-Kur’an diyebileceğimiz bu durum ayetlerin ilk bakışta bir sorun gibi algılanması neticesinde onu açıklayan diğer ayetlerle onun kapalılığını gidermektir. Muttasıl bütünlüğün en önemli yönü nâsih ve mensuh ayetlerin, bir tek konu gibi ele alınıp incelenmesidir. Konulara bir bütün olarak bakıp meseleyi toptan bir bakış açısıyla görebilme incelenen konunun daha etraflıca anlaşılmasına sonsuz katkı sağlayacaktır.

İkinci olarak ele alacağımız konu “Münfasıl Bütünlük” olarak tabir edilebilir. Bu şu demektir. Belli bir fikrin bir ayet etrafında; fakat diğer ayetlere de müracaat edilerek geliştiril­mesidir. Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu nazarî bütünlüğün, bu yaklaşıma biraz benzemesidir. Munfasıl bütünlüğün önemi son yüzyıllarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu tür bütünlüğü rivayet tefsirlerinde görmemiz mümkün değildir. Ancak her dirayet tefsiri de bunu başarılı bir ölçüde uygulayamamıştır. Bunun sebebi ise, yorumların tek bir ayet etrafında geliştiril­mesidir. Her ne kadar bu yaklaşımda bir çok ayetlere müracaat edilirse de asıl gaye tefsiri yapılmakta olan ayetin açıklanmasıdır. Yoksa ileri atılan yeni yorum veya fikri, Kur’an çerçevesinde açıklama endişesi yoktur.

Bilgide bütünlük meselesini ele alırken değinmemiz gereken diğer bir konu da “Nazarî Bütünlüktür.” Bu sistemde Kur’an’ın konuları esas alınır. Böylece alışılmış tefsir usulü olan Kur’an’ı ayet ayet surelerdeki sıralarına göre tefsir etme artık geçerliliğini yitirmiştir. Kur’an’ı tefsir ederken ayet ayet sure sure sıralarına göre tefsir etme belki Kur’an’ın İlmî olarak incelenmesi açısından faydalı bir yol olabilir. Ancak belli konularda Kur’an’ın bir bütün olarak görüşünün ne olduğu konusunda net bir fikir ortaya koyamaz. İşte bu durumda nazarî bütünlüğün önemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü nazarî olarak ve bir bütün halinde yapılan böyle bir çalışma, Kur’an’ın  o konudaki görüşünü sistemli bir şekilde ve toplumun ih­tiyaçlarına cevap verecek tarzda hem de yeterli olarak açıklayabilir. İşte günümüzde bilginin daha işlerlik kazanması adına yapılması gereken bu işleme biz “Nazari Bütünlük” diyoruz. Artık sadece Tefsir sahasında değil bütün alanlarda uygulanmaktadır. Şimdi de tefsir ilminin kendisini ilgilendiren diğer sahalarla olan bağlantısını ele almaya başlayabiliriz.

Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki halindedir. Çünkü Tefsir, Temel İslam Bilimleri’nin en temel kaynağı olan Kur’ân-ı açıklamaya çalışan bir ilimdir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir konuma sahiptir. Buna mukabil Tefsir ilmi de Kur’ân’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde tefsir yaparken diğer ilimlerden istifade etmeden bir sonuca varma şansımız gözükmemektedir. Öncelikle Tefsir Usûlü bilmek gerekmektedir. Ancak aynı kaynaktan beslenen ve tarihi süreçte ortaya çıkış dönemlerinden itibaren et ve tırnak gibi birbirinden ayrılmaz halde olan Hadis ve Fıkıh Usûlünü de bilmeye ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz üzere aynı kaynaktan beslenen bu ilimlerin birbirine sayısız katkıları vardır.

Sözünü ettiğimiz durumlarla ilgili  olarak Temel İslam Bilimleri alanında bilginin bütünlüğünden bahsetmek mümkündür. Yani Temel İslam Bilimlerini bilgi alanları bakımından birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün olmadığı gibi böyle bir şeye girişmek de doğru değildir. Ancak ilimler; muhtevaları, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel gelişimlerine bağlı olarak hiyerarşik bir tasnife tabi tutulurlar. Şimdi biz, Tefsir Usûlü’nün, Hadis ve Fıkıh Usûlü ile etkileşim içerisinde olduğu noktaları ele almaya çalışacağız.

   Şüphesiz her ilmin bir metodolojisi vardır. Yani herhangi bir ilmin kapsamında ortaya konan şeyler belirli bir disipline göre ele alınmaktadır. Yani bir söylemin ilmî değerinin olabilmesi için belirli bir metodolojiye göre ortaya konmuş olması gerekir. İşte bu şekilde, Fıkıh ve Tefsir ilimlerinin de metodolojik olarak belli hadleri ve kuralları vardır. Bu hadler ve kurallar Fıkıh Usûlü ve Tefsir Usûlü isimleri altında ortaya konmuşlardır.

Usûl-ü Fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışırsak şöyle söyleyebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri âmm, kimileri hâss sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar: “Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir.” Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir" kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.[1] İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Öyleyse diyebiliriz ki; Fıkıh ilminin ilk başvurduğu kaynağın Kur’ân olması, Kur’ân’dan hüküm çıkarmak için de Tefsir ilmine ve usulüne ihtiyaç olması daha baştan Tefsir ve Fıkıh Usûlünü birleştirmektedir.

Aynı şekilde Tefsir İlminin de Fıkıh Usûlüne ihtiyacı vardır. Çünkü Tefsir, Kur’ân’ı açıklamak amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla ondaki hükümleri, haramları helalleri, ortaya koyup Kur’ân muhataplarının kullanımına hazır hale getirmek, Fıkıh ilmine ve dolayısıyla Fıkıh Usûlü’ne kalmaktadır. Öyleyse diyebiliriz ki; Fıkıh Tefsirsiz olmaz, Tefsir de Fıkıhsız olmaz. 

   Fıkıh ve Tefsir Usûlü yukarıda da kısaca değinildiği üzere kaynakları bakımında Kur’ân noktasında birleşmektedir. Bu anlamda usûl noktasında da pek çok noktada benzeştikleri, birbirlerine etkileri ve katkıları olduğu pek tabiidir. Bu noktayı bu iki ilmin tarihi gelişim seyrine baktığımızda da müşahede etmek mümkündür.         

Sonuç olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirine çok yakın olan ve birbirine katkıda bulunan iki ilim dalıdır.

Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili sözleridir. Aslında bu işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı bir çok aslî ilim hadis mecmualarıyla rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. 

Bütün bu bilgilerden ortaya çıkmaktadır ki; İslamî ilimler, birlikte bir bütün oluşturmaktadır. Her ilim bu bütünün bir parçası konumundadır. Kur’ân İslamî ilimlerin en başta gelen kaynağıdır. Onun gösterdiği hedefe ulaşmak için Kur’ân’ı konu edinen Tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları Hz. Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise başvurmak zorundadır. Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh da bu açıklamalarla Kur’ân’ı anlamakta ve diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak kullanmakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir. Fıkıh Usûlü de bunun nasıl yapılacağını ortaya koymaktadır. Öyleyse Kur’ân’a dair söz söyleyecek kimsenin, bu disiplinlerin tümüne vakıf olması gerekir. Aksi takdirde hataya düşmek kaçınılmaz olacaktır.



[1] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/255-256.


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi