“Müslüman kültüründe bilginin bütünlüğü” meselesi mevzu-u bahis olduğunda, özellikle beslenmekte olduğumuz ya da beslenmek durumunda olduğumuz dini mihverli zengin mirasımız soz konusu olduğunda, bu bütünlüğün öncüllerde mi olacak yoksa neticelerde mi olacak diye iki nokta çıkar karşımıza.
Bilgi bütünlüğünün öncüllerde olması, niyet ve usülleri, neticelerde olması ise amaç ve gayeyi iş’ar eder sanki. Buna göre iş, eylem,davranış v.s. niyetlere göre mi yoksa gayelere göre değerlenmeli ve bütünlük nerede aranmalı?
Böyle bir soruya cevap ararken niyet ve usül ilkeleri yani hazırlayıcı öncüller öne çıkarken, neticelere göre ortaya çıkan değerin daha sahici ve kalıcı gibi gelmektedir bana. Ancak burada dini alandaki ilmi çalışmalarda özellikle temel ilke usülleri olan alanlarda farklı birden fazla neticelerin doğması sorunu öncelikle haletmek gerek.
Misal vermek gerekirse İslmi ilimlerden herhangi birinde yapılan çalışmada elde edilmek istenen amaçlar farklı farklı olabilir. Maddi, manevi sosyal pisikolojik v.s. gibi. Bana göre amaçlar faklılaştığı oranda o ilmi çalışmada bütünlük de o derce dağılır.
“Bilgi bütünlüğü” bilinciyle girişilen iş aynı amaca matuf olur. Bazen amaç ile gaye birbirinden ayrılırlarsa yada ayrı ayrı gibi görünseler de hakikatte birleşirler.
Peki başta “Allah rızasına nail olmak” idealini bir tarafa biraktıktan sonra, ilmi çalışmalarda özellikle de dini ilimlerin gaye ve yardımcı dallarında bütünlüğü sağlayacak slogan terkip ne olabilir? İşte burada az önce anılan ilim dallarının hemen hemen hepsinde şu ille-i gaiyye gözümüze çarpmaktadır. “Hata yapmamak”.
Bana göre Müslüman kültüründe bilginin bütünlüğünün omurgası bu terkiptir. Bu terkip üzere bina edilen/ edilmeye çalışılan iş bütüncül olur. Nitekim Müslüman kültürünün beslendiği değer kaynaklarımıza baktığımızda hep bu sihirli terkibe vurgu yaptıklarını görmekteyiz. Tecvit ilmi telaffüz ve tilavette hata yapmamayı, Kıraat ilmi herhangi bir imama göre Ku’an-ı Kerimi okurken onun temel ölçütlerine göre hata ve telfik’e döşmemeyi, sarf ve nahiv ilimleri kelimeleri üretirken /türetirken ve cümle içerisinde dizimi yaparken hata yapmamayı, mantık ve felsefe fikir ve tefekkürde hata yapmamayı, Usülü’l-fıkıh ve fıkhın temel kaideleri mühakeme yaparken yada dışardaki hayatı yaşarken ve yorumlarken hata yapmamayı amaçlar.
Din ilimlerinden hangisini ele alırsak alalım bu noktada bir bütünlüğün göze çarptığı görülmektedir. Bütünlüğün olduğu her yerde de bu gaye şuur ve bilincin hep malhuz olduğu görülmektedir.
İslami ilimlerde bilgi bütünlüğünü sağlayan bu mülahazadır. Elbette bu mülahaza var ve diri durdukça o ilim alanıyla ilgili çalışma yapılırken alanın temelini teşkil eden usul ve temel ilkeler daima göz önünde tutulacaktır.
Aslında Müslüman kültüründe “hata yapmama” düşüncesi ona işe giriş yapmadan önce de bir bütüncül bakışı kazandırır. Bu bütünlük vasfı özellikle din ilimleri adına daha önemi haiz olduğu görülmektedir.
Aydın KUDAT
Müslüman kişilik, önce İman, sonra amel için yeteri derecede bilgi donanıma sahip olmayı gerektirdiği malumdur. İlm-i Hal olarak tabir edilen bilgi manzumesinin dini açıdan yeri, önemi ve hükmü fıkıh kayıtlarımızda yer almaktadır. Bilimsel çalışmalarda kişi her hangi bir alanda çalışma yaparken çalışmasından bütüncül bir sonucun ortaya çıkması ve iyi meyve vermesi, “Bilgi Bütünlüğü”ne bağlıdır. Çalışmasına bütüncül bir bakışla giriş yapabilmesi de buna bağlı olduğu gibi. Bu bütüncül açı, kişiyi ilim ederken ve işlerken hataya düşmekten korur. İslam dinine müteallik gerek Kur’an, Sünnet ve İcma’ gibi asli ilimler olsun gerek gramer, edebiyat gibi fer’i veya tamamlayıcı diğer ilimlerde olsun, bütün ilimlerin girizgahlarında o ilmin tanımı yapılırken “hata Yapmama” veya “Kişiyi Hata Yapmaktan Koruma” şeklindeki gaye-ı illiye’ye vurgu yapıldığını görmekteyiz. Onun için özellikle İslam kültür tarihinde, kadim bir gelenek olan medrese ilimleri öğrenme hiyerarşisine henüz maddi ve suri ilel’ler aşamasında bile fail ile’sinde bu gaye-ı illiye’ye hassasiyetle uyulduğunu görmekteyiz. Bu şuur ve ideal “Alim” kavramıyla benzeşmektedir. Zira Alim olmak bir ilmi sahada ihtisaslaşırken o saha ile lüzumlu irtibatı olan ilimlerde de yeteri oranda bilgi birikimini gerektirir. Tabi ki, bu vasfın fikri, ahlaki, içtimai gibi mütemmim yanları da vardır. Kişiyi, ilmi sahasında bilgiyi işlerken, pratiğe yansıtırken hataya düşmekten korur. Bilgi bütünlüğüne misal, bir kişi tefsir alanında ihtisaslaşmaya dönük bir çalışma yaparken mesela gramer, tarih, belağat, hadis ve senet gibi ilimleri bilmelidir.
Biz bu makalemizde başlığı teşkil eden terkip üzerinde duracak, daha sonra Tefsir gibi Kur’an mihverli olan hatta tefsir ilminin ayrılmaz bir parçası mesabesinde olan Kıraat ilminde bilgi bütünlüğü konusunu İbn-i Cezeri örneğine yer vererek konuyu toparlamaya çalışacağız.
Makalemizin başlığı teşkil eden “Müslüman kültüründe bilginin bütünlüğü” terkibinde yer alan kavramları vuzuha kavuşturmak amacıyla biraz irdelemekte fayda mülahaza etmekteyiz. Şimdi bu terkibi biraz açalım. Bilgi: Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf. İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.
Kültür: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü. İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları inançlar ve adetler sistemidir[1].
Bilgi Bütünlüğü: Bir konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım olan bilgi şümulüdür. Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.
Müslüman Kültürü: Tarihi seyir içerisinde İslam dininin Müslümanlara bıraktığı maddi ve manevi miras zenginliğidir. Bu zengin miras Müslüman olan bütün kavimlerin ortak eseridir. Müslüman kültürü ilmiyle, imanıyla ameliyle bir bütündür. Bu bütünlüğü ilim, irfan ve hikmet şeklinde formülize edenler de vardır.
Prof. Dr. Ahmed Nedim SERİNSU Hocamız; ilim, irfan ve hikmet ayakları üzerinde oturttuğu ideal Müslüman kültüründe bilgiyi işleyememe eksikliğine dikkat çekmekte ve bu eksikliği gidermek için hem ülke içinde hem de yurtdışında öncülük ettiği bir çok projeyle giderme çabası içende olduğunu ifade etmektedir.
“Müslüman Kültüründe Bilginin Bütünlüğü” meselesi mevzu-u bahis olduğunda, özellikle beslenmekte olduğumuz ya da beslenmek durumunda olduğumuz dini mihverli zengin mirasımız söz konusu olduğunda, bu bütünlüğün öncüllerde mi olacak yoksa neticelerde mi olacak diye iki nokta çıkar karşımıza.
Bilgi bütünlüğünün öncüllerde olması, niyet ve usulleri, neticelerde olması ise amaç ve gayeyi işar eder sanki. Buna göre iş, eylem, davranış v.s. niyetlere göre mi yoksa gayelere göre değerlenmeli ve bütünlük nerede aranmalı? Böyle bir soruya cevap ararken niyet ve usul ilkeleri yani hazırlayıcı öncüller öne çıkarır. Müslüman kültürü de bunu gerektirir. İman ve amel’den müteşekkil olan İslam bu iki vasfı besleyip ayakta tutacak sahih bilgidir. İmam Buharî, El-Camü’s-Sahîh adlı eserinde, “İlim”, iman ve amelden önce gelir demiş ve “Fe’lem ennehu la ilahe illa’llah (Bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur)[2] anlamındaki ayet-i kerimeyi delil olarak göstermiştir[3]. Bilgi olmadan Allah’ı, Peygamberi tanımak, gerçek anlamda iman ve ibadet etmek mümkün değildir. Müslüman kültürü, “Allah ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.”[4] Ayetinde yer alan Allah’ın kadim ve küllî sıfatından kendine yetecek orandaki hadis bilginin yansımasıdır. Müslüman kültüründe bilgi, iman ve amel layeteceze’ bir kül’dür. Bütünlük arz eden bu rükünler birlikteliğin manbaından (vahiy kaynağından) günümüze gelinceye kadarki tarihi seyir içerisinde bazen ilim olmadan amel tek başına yeterli olamama, bazen ise amel olmadan ilim tek başına kurtarıcı olamam gibi küll’i terkibin cüzleri yer değiştirmiştir. Günümüzde biri, bilgiyi işleyememe, biri de bilgi bütünlüğün etkin reçetesi olan kolektif çalışma ruhu olmak üzere İslam toplumunun iki eksiği bulunmaktadır.
Bilgi bütünlüğünün, neticelere göre ortaya çıkan bir değer olması daha sahici ve kalıcı gibi gelmektedir. Ancak burada dini alandaki ilmi çalışmalarda özellikle temel ilke usulleri olan alanlarda farklı birden fazla neticelerin doğması sorunu öncelikle haletmek gerek. Misal vermek gerekirse İslami ilimlerden herhangi birinde yapılan çalışmada elde edilmek istenen amaçlar farklı farklı olabilir. Maddi, manevi sosyal psikolojik v.s. gibi. Bana göre amaçlar faklılaştığı oranda o ilmi çalışmada bütünlük de o derce dağılır. “Bilgi bütünlüğü” bilinciyle girişilen iş, aynı amaca matuf olur. Bazen amaç ile gaye birbirinden ayrılırlarsa yada ayrı ayrı gibi görünseler de hakikatte birleşirler. Peki başta “Allah rızasına nail olmak” idealini bir tarafa bıraktıktan sonra, ilmi çalışmalarda özellikle de dini ilimlerin gaye ve yardımcı dallarında bütünlüğü sağlayacak slogan terkip ne olabilir? İşte burada az önce anılan ilim dallarının hemen hemen hepsinde ille-i gaiyye kavramı gözümüze çarpmaktadır. “Hata yapmamak”. Bana göre Müslüman kültüründe bilginin bütünlüğünün omurgasını teşkil eden bu terkiptir. Bu terkip üzere bina edilen/ edilmeye çalışılan iş bütüncül olur. Nitekim Müslüman kültürünün beslendiği değer kaynaklarımıza baktığımızda hep bu sihirli terkibe vurgu yaptıklarını görmekteyiz. Tecvit ilmi telaffuz ve tilavette hata yapmamayı, Kıraat ilmi herhangi bir imama göre Ku’an-ı Kerimi okurken onun temel ölçütlerine göre hata ve telfik’e düşmemeyi, sarf ve nahiv ilimleri kelimeleri üretirken / türetirken ve cümle içerisinde dizimi yaparken hata yapmamayı, mantık ve felsefe fikir ve tefekkürde hata yapmamayı, Usulü’l-fıkıh ve fıkhın temel kaideleri, muhakeme yaparken yada dışarıdaki hayatı yaşarken ve yorumlarken hata yapmamayı amaçlar. Fıkıh ilminde, branşlaşmaya dönük çalışma yapmak isteyen kişi, fıkıh ilmiyle direk ve dolaylı olarak irtibatı olan alanlarda da yeteri oranda bilgi birikimine sahip olmayı gerektirir. Diğer bir ifadeyle anlatacak olursak, fıkıh ilminin beslendiği Ku’an, Sünnet, Kıyas, İcam’ v.d. gibi ilimlerde yeteri derecede malumat sahibi olmayı gerektirir.
Müslüman kültüründen ve pratik hayatından müşahhas bir misal vermek gerekirse; Müslüman’a yapılması farz olan bir şeyi, onu yerine getirebilmek için bilgi donanıma sahip olması üzerine farzdır. Farz olan namazı hakkıyla eda etmek için bu ibadetinin bütünlüğünü sağlayan erkan ve şartlarını bilmek ve yerine getirme de farzdır. Burada farz olan bilgi ile kast edilen şey iman ve amel için gerekli olandır. Ayrıca bilginin değeri de fikir, tefekkür ve amele yansımasıyla orantılıdır. İmam-ı A”zam (150/792) hazretleri buyuruyor ki: “İyi bil ki, uzuvların göze tabi olması gibi amel de ilme tabidir. Az amelle ilim, çok amelle birlikte olan cehaletten hayırlıdır. Bunun içindir ki, Allahü c.c. şöyle buyurur: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[5] Büyük fıkıh alimlerinden Süfyan es-Sevri hazretleri şöyle buyuruyor: “İlim ameli davet eder. Eğer amel geldiyse ne güzel, gelmezse ilim de göçer gider.” der. İşte Müslüman kültüründeki bütünlük budur. İlim ile amel / amel ile ilim bütünlüğü. Nitekim Hz. Muhammed Efendimiz s.a.v. kişiye gerekli olan ölçüyü meşhur hadisinde ne güzel gösteriyor. Talha ibn Ubeydullah r.a. anlatıyor: “Allah Rasulü s.a.v.’e Necid ahalisinden bir adam geldi. Saçları karışıktı. Kulağımıza sesinin mırıltısı geliyordu, ancak ne dediğini anlayamıyorduk. Allah Rasulü s.a.v.’e iyice yaklaşınca gördük ki, İslâm’dan soruyormuş. Allah Rasulü s.a.v.; Gece ve gündüzde beş vakit namaz, demişti ki adam tekrar sordu: Bu beş dışında bir borcum var mı? Allah Rasulü s.a.v.; Hayır, ama istersen nafile kılarsın, dedi. Sonra ‘Ramazan orucu da var’ deyince adam: Bunun dışında oruç var mı, diye sordu. Allah Resulü s.a.v.; Hayır! Ancak dilersen nafile tutarsın, dedi. Sonra Allah Rasulü s.a.v. ona zekâtı hatırlattı. Adam: ‘Zekât dışında borcum var mı?’ dedi. Allah Rasulü s.a.v. ‘Hayır, ama nafile verirsen o başka!’ dedi. Adam geri döndü ve giderayak: – Bunlara ilave yapmayacağım gibi noksan da tutmayacağım, dedi. Allah Rasulü s.a.v. de; Sözünde durursa kurtuluşa erdi, buyurdu” [6].
İslamî ilimlerinden hangisini ele alırsak alalım bu noktada bir bütünlüğün göze çarptığı görülmektedir. Bütünlüğün olduğu her yerde de bu gaye, şuur ve bilincin hep melhuz olduğu görülmektedir. İslamî ilimlerde bilgi bütünlüğünü sağlayan işte bu mülahazadır. Elbette bu mülahaza var ve diri durdukça o ilim alanıyla ilgili çalışma yapılırken alanın temelini teşkil eden usul ve temel ilkeler daima göz önünde tutulacaktır. Aslında Müslüman kültüründe “hata yapmama” düşüncesi ki, gaye-i illiye yani amaç ve hedef-sonuç konumunda olmasına rağmen kişiye, işe giriş yapmadan önce de bir bütüncül bakışı kazandırır. Bu bütünlük vasfı özellikle din ilimleri adına daha önemi haiz olduğu görülmektedir.
Bilimler birliği mi Bilimsel tasnifimi? Bir alanda bilgi bütünlüğü iki şekilde sağlanabilir. Biri birden fazla kişinin teşrik-i mesayi etmek suretiyle kolektif çalışma yapmaları. Diğeri ise kişinin çalıştığı alan ile ilgili olan diğer ilimler konusunda da yeteri oranda donanıma sahip olmasıdır. Bir ilim dalının bir çok ilim alanlarıyla girift halde bağlı hale geldiği, bir ilmi sahada yapılan ihtisaslaşmanın bir çok alanda bilgi birikimini zaruri hale getirdiği, ayrıca meşgalelerin alabildiğine sarmaladığı günümüzde ferdi bazda gerçek manada bilgi bütünlüğü sağlamanın ulaşılabilir zor bir meziyettir. Zira ilim dallarının geliştiği günümüz şartlarında bir kişinin bütün ilimleri ihata etmesi imkan dışıdır. Bunun yerine aynı amaç ve ideali paylaşan birden fazla kişinin kolektif çalışması bu meziyeti kazandıracak bir metot olabilir. Bilgi bütünlüğü, özellikle Kuran ilimlerinde, bilimlerin bölünmesini uygun görülmemektedir. Zira Kur’an’ın anlaşılmasında, özellikle Kuranın kendini bağlı addettiği bilimler bütünlüğünü gerektirir. Bunlarında başında Kıraat ve Gramer ilimleri ile Senet ve Nakli ilimler gelmektedir.
Kıraat ilmi üstatlarına baktığımız zaman hepsi hadis, tefsir, tarih ve fıkıh gibi konularda ilmi birikime sahip olduklarını görmekteyiz. Mekke’de Abdullah b. Kesir (öl. 120/737), Medine’de Nâfi b. Abdurrahman (öl. 169/785), Sam’da Ibn Âmir (öl. 118/736), Basra’da Ebû Amr b. Alâ (öl. 154/770) ve Yakub (öl. 205/820), Kûfe’de Hamza b. Habib (öl. 188/803) ile Âsim b. Behdele (öl. 127/744) ve daha sayamadığımız nice Kıraat alimi her biri hadis, tefsir, tarih, fıkıh /fıkıh usulu ve sarf-nahiv / gramer alanlarında ilmi donanıma sahip idiler. Müşahhas olması babından bir şahsiyeti örnek vermek gerekirse, bu konuda İbn-i Cezeri’nin ilmi birikim ve bütünlüğüne güzel bir örnektir[7]. Yüzden fazla eser yazmış olan İmam İbni Cezerî Tecvit ve kıraat ilmi sahasında geniş bir ilmi birikime sahip olup bu sahada yapmış olduğu hizmetlerle tebarüz etmiştir. Tecvit ve kıraat ilminin temel kaidelerini ihtiva eden eserler kaleme almış dolaştığı bir çok islam diyarında “Dar’ül-Kur’n”lar inşa’ edip bir sayısız Kur’an talebesi yetiştirmek suretiyle Kur’an’a ve Kur’an ilimlerine büyük hizmetler gerçekleştirmiştir. İslam diyarlarından Arabistan, Kuzey Afrika, Anadolu, ve Asya ülkelerinde bulunduğu esnalarda özellikle Kur’an-ı kerimin tilavetinde ortaya çıkan yanlışlar ve bid’atlar dikkatlerini çekmiştir. Mahharic-ı hüruf ve sıfat-ı hüruf hususunda hataların telafisi için büyük gayretler sarf etmiştir.
İbnü’l-Cezerî’nin ilmî kişiliğinin zirveye ulaştığı alan hiç şüphesiz kıraat ilmidir. Sadece kıraat okuduğu hocalarının sayısının kırkın üzerinde olması onun bu ilme tutku ölçüsünde kendini verdiğini göstermektedir bk[8].
Kıraat ve hadis ilmindeki önemini dikkate alarak isnâd konusunu ele alan İbnü’l-Cezerî, onu dinin bir rüknü olarak anlamış, “En-Neşr Fi’l-Kıraati’l-Aşr” adlı eserini yazarken istifade ettiği kıraat kitaplarıyla ilgili tüm senedlerini bu eserin girişinde verdiği gibi Câmi‘u’l-esânîd adlı kitabını da bu maksatla kaleme almıştır.
İbnü’l-Cezerî’nin ilmî mesaisi içinde hadisin önemli bir yeri vardır. Gençlik yıllarında hadis tahsiline ciddi şekilde eğildiği gibi yetişkinlik döneminde gittiği her yerde hadis dersleri vermiş, Sahîh-i Buhârî’yi ve kendi eseri Şerhu’l-Mesâbîh’i çeşitli talebe gruplarına defalarca takrir etmiş, Kahire’de Ahmed b. Hanbel ve Şâfi‘î’nin Müsned’lerini okutmuştur[9]. Ebü’l-Fütûh Ahmed b. Abdullah et-Tâvûsî kendi döneminde onun gerek âlî isnâd ve hadislerin hıfzı, gerekse cerh ve ta‘dîl konularında yegâne âlim olduğunu belirtmiş, Buhârî ve Müslim’in es-Sahîh’leri, Ebû Dâvûd, Nesâî ve İbn Mâce’nin Sünen’leri, Dârimî, Şâfi‘î ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’leri, Mâlik’in Muvatta’ı, Beğavî ve Nevevî’nin bazı eserleriyle ilgili senedlerini ortaya koyduğunu söylemiştir. Süyûtî de onun için kıraatte eşşiz bir imamdı, derken hadiste hâfız olduğuna işaret etmiştir.
İbnü’l-Cezerî zamanın fıkıh otoritelerinden de fıkıh tahsil etmiştir[10]. Başta Kıraat olmak üzer, Hadis, Siyer, Tarih, Tabakat, ve daha bir çok ilmi alanlarda eserler telif etmiştir. İşte böyle bilgi donanım ve yanında ihlas ve ciddiyet vasfına haiz İbnü’l-Cezerî gibi şahsiyetler bir ilim alanında çalışma yaparken bilgiyi işlerken ortaya koydukları eserler tabileri tarafından ma’haz edinmekte, bu gibi şahsiyetler birer ekol olabilmektedirler.
SONUÇ
Müslüman bütüncül bir bilgi birikime sahip olmalıdır. Özellikle kalp ve vicdanı aydınlatan dini ilimler söz konusu olduğunda bu manadaki bütüncül bakış açısı ve bilinç önem arz etmektedir. Zira dini ilimlerde bütünlükten hakikat doğar. Bu noktadaki eksiklik ya şüphe ve hilelere yada taassup ve dünyadan kopmaya, yalnızlaşmaya yol açar. Müslümanların heyulalarını süsleyen bu ideal bütünlük ümmetin sorunlarını çözen içtihat ölçüsüydü. Kurgulanan böyle bir donanım, bir ilim dalının bir çok ilim alanlarıyla girift halde iç içe olduğu, ayrıca meşgalelerin alabildiğine hayatın her tarafını sarmaladığı günümüzde ferdi bazda gerçek manada bilgi bütünlüğü sağlamak ulaşılabilir zor bir meziyettir. Zira ilim dallarının geliştiği günümüz şartlarında bir kişinin bütün ilimleri ihata etmesi imkan dışıdır. Bunun yerine aynı amaç ve ideali paylaşan birden fazla kişinin kolektif çalışması bu meziyeti kazandıracak bir metot olabilir. İlim, irfan ve hikmet ayakları üzerinde mebni olan ideal Müslüman kültüründe bilgiyi işleyememe eksikliği kolektif çalışma şuuruyla mümkün hale gelebilir.
[1] Parekh,B.,Çok kültürlülüğü Yeniden Düşünmek, Phoenix Yay., Ankara, 2002.
[2] Muhammed süresi, Ayet: 19
[3] Buharî, İlim, 10
[4] Talak süresi, Ayet: 12
[5] Zümer süresi, Ayet:9
[6] Buharî, İman : 34
[7] Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ali b. Yusuf) (Dımaşk 751/1350-833/1429 )
[8] İbn-i Cezeri, Gâyetü’n-Nihâye, II, 250
[9]İbn Hacer, VIII, 246; İbnü’l-İmâd, VII, 205kendi
[10]İbn Hacer, VIII, 247; İbnü’l-İmâd, VII, 205-206).
2013-2014 GÜZ(Sonbahar)
Yarıyılı Tefsir Bölümü Ebab-ı Nüzul 1.
Ödevi
Hazırlayan :MEHMET ZEKİ SERDAROĞLU
Öğrenci
No : 12952706 (Doktora Öğrencisi)
İSLÂM’DA
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
İslâm
Bilimleri, İslâm’ın tabiatından çıkan, Kur’ân ve Sünnet’ten kaynaklanan
ilimlerdir. İslâm Bilimleri tabiriyle Müslümanların varoluşlarının gereği
olarak, konusu, amacı ve yöntemi doğrudan İslâm’ı anlamaya ve yaşamaya yönelik
bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ilmi faaliyetlerin veya
oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını İslam Bilimleri olarak
tanımlayabiliriz. Bu bilimlerin konusunun doğrudan İslâm olması nedeniyle niteleyici anlamında ’’İslâmi
İlimler’’ kavramıda kullanılabilir. Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler, mutlak olmayıp
özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez. Dolayısıyla ‘’İslamî, dinî veya
şer’î’’ nitelemesi, İslâm’la veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir.
Şer’i ilimlerin kapsamı ise, Hz. Peygamber (s.a.v)’den öğrenilenlerle
sınırlandırılmayıp, Hz. Peygamber (s.av)’den öğrenilen veya ondan öğrenilene
dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur. Bu
suretle kelâm, mantık ve fıkıh usülü de bu ilimler kategorisine dahil
edilmiştir.
Bu
çerçevede Temel İslâm Bilimleri olarak
görülebilecek disiplinler, kelâm,fıkıh ve fıkıh usulü, tefsir ve
hadistir. Bu ilimler, din olarak doğrudan İslâm’a ait , inanç, ibadet, ahlâk ve
haram-helal konularını incelemektedir. Bu arada yardımcı İslâm Bilimleri veya
dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinlerin anlaşılmasına yardımcı olan
alanlarda gelişmiştir.(İslâm Tarihi, Mezhepler Tarihi, Arap Dili ve Belagati
gibi…)
Hicri
II. Asrın ortalarından önce (yaklaşık olarak hicri 143/760-761) yılına kadar
devam eden zaman diliminde İslâm İlimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Bu
tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı. Her ilim için kendi içinde literatürü ve tarihi oluştu
diyebiliriz. Esasen ilk dönemde ilmin
kapsamına Kur’ân ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dinî bilginin
girdiği anlaşılmaktadır. Fakat sonraları, Ehl-i Hadis alimleri tarafından , ilim
kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı. Fıkıh, kelâm ve tefsir terimleri,
daha sonraki dönemlerde, bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını
kazandılar.
İslâmî
ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana
gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını
ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Hem siyâsî ve
itikâdî mezhepler, hem de fıkhî mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak
ortaya çıktı. İslâm Bilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda
ve kültür merkezlerinde gelişti. Bu durum her mezhebin kendine has fıkhı, kelâmı,
tefsiri ve hadis edebiyatının oluşmasıyla sonuçlandı. Konu temelde İslâm
düşünce mirasının toplanarak çeşitli dallara ayrılması ve birbirlerinden
bağımsız ilmî ve felsefî düşünce ekollerinin oluşturulmasıyla ilgilidir.
Kur’ân-ı
Kerim 610-632 tarihleri arasında Hz. Muhammed (s.a.v)’a tedricî olarak
vahyedilmiş ilahî bir söz olarak tanımlanabilir. Değişik zamanlarda inen bu
vahiyler, o süreçte neredeyse eş zamanlı olarak kayda geçirilmiştir. Bütün bir
İslâm geleneğinin ve medeniyetinin oluşmasının ilk sebebi olan bu ilâhî kelâm,
müminler tarafından geleneklerini sürdürürken ihtiyaç duyacakları bütün
unsurları kendisinde barındıran bir metin olarak görüldü. Böylece Kur’ân
Müslümanların kendisinde gördüğü sembolik, ideolojik, teolojik, siyâsî, ahlâkî,
hukuki, sanatsal vb. değerleri ile karşımızdadır.[1]
Kur’ân ile Müslümanlar ilk defa
Rasulullah’ın (s.a.v) ağzından çıkan bir ilâhî kelâm karşılaştılar. Rasulullah’ın (s.a.v) ağzından
döküldükten sonra bu sözler gerek hafızalarda (sudurlarda) ve gerekse
sutûrlarda nakşedilerek kayıt altına alındı.. Söz ve konuşma başlı başına bir
olaydır ve söylendikten sonraki süreçte varlıksal olarak farklı bir yapı
kazanır. Bir konuşmadan sonra yazı ile sabitleştirdiğimiz şey konuşma olayının
kendisi değildir. Kur’ân bağlamında da Allah’tan gelen hitap bir olaylar
dizisindeki olaylardan biridir. Öncelikle vahiy Rasulullah’ın^(s.a.v) ağzından
çıktığı sırada yaşanan bütün olayların veçheleriyle kendisi değil sadece onun
ağzından çıkan sözün alfabetik ses kodları, kelime ve cümleleri yazıya geçirilmiş
olmaktadır. Söz konusu hitap olayını hazırlayan olaylar dizisi, hitap sırasında
Rasulullah’ın (s.a.v) kullandığı mimik, jest ve ses tonlaması unsurları ve
bunların muhataplarda meydana getirdiği doğrudan ve dolaylı, zihinsel ve
duygusal etkiler vb. kayıt sırasında yazıya geçirilmeden kalmaktadır. Râvilerin,
Rasulullah’ın (s.a.v) hadislerini rivayet ederken O’nun bu sözü ilk
söylediğinde yaptığı mimik ve hareketlerini tekrarlama gayretleri bu kayıpların
bir kısmını karşılama ve ona ilk söylediğindeki etkiyi kazandırma çabası olarak
anlaşılabilir. Öyleyse, Mushaf halinde elimize aldığımız ve okuduğumuz Kur’ân
metni esasen Rasulullah’a (s.a.v) vahyedilmiş ilâhî sözün, onun ağzından
çıktığı haldeki olay hali değil onun yazıya geçirilmiş ve sabitlenmiş hali olmaktadır.
Bu noktada her bir âyetin inişi sırasındaki eylem ve yaşantıların ifade
edilmesinin sonuç itibarı ile birer yorum olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.
Bunlar olay olarak vahyin sabitlenmesi ile Mushaf’a kaydedilemeyen, ancak olay
anında onunla birlikte oluşmuş olan, olay-söz olarak vahyin bağlantılı olduğu,
yaşantılar, tecrübeler ve eylemlere ilişkin anlatım-yorumlardır. Mushaf’taki
kaydın söz olarak var olduğu ana ancak bu yorum mahiyetli anlatımlar rivayetler
yoluyla ve onların sağladığı imkan ile ulaşabilmek mümkündür.[2]
Kur’ân,
İslâm geleneğinin üzerine kurulduğu ilk kaynaktır, ancak o İslam’ın tek kaynağı
değildir. İslâm geleneğinde sınırlı sayıda kaynak metin ile ortaya çıkan sonsuz
sayıda duruma cevap verebilmek amacıyla Kur’ân ve diğer kaynakların adeta
noktasına kadar işlenmesi gerekiyordu. Bunun için Kur’ân ile birlikte sünnet,
sahabe sözleri ve icma metinsel kaynaklar olarak rivayet formunda sonraki
nesillere aktarıldı. Bu metinsel kaynakları işlemek ve geleneği sürdürmek
amacıyla çeşitli akademik disiplinler oluştu. Bu disiplinler bir görev bölümü
anlayışıyla ve çalıştıkları alanlara uygun yöntemlerle İslâmî Bilimler geleneği
içindeki yerlerini aldılar. Bu disiplinler kelâm, fıkıh, hadis ve tefsir olarak
sıralanabilir. Bunlar ihtiyaçlar doğrultusunda
gelişim gösterdiler ve kendilerine bırakılan alanlarda çalışmalarını
sürdürdüler.[3]
Tamda burada konumuzla alakalı olarak,
İslâm’da bilgi bütünlüğünün önemini vurgulamak gerekir ki, risalet dönemi
boyunca Hz. Peygamber’le s.a.v) beraber yaşanılan dini tecrübelerin, Kur’ân ve
genel olarak İslâm hakkındaki rivayetlerin, sözlü bilgilerin, o dönemde
kullanılan Arap Dili ve Edebiyatına dair bilgilerin bizlere intikali önem arz
etmektedir. Dolayısıyla aslında bütün İslâmî disiplinlerin varlıklarını tahkim
etmede ve bir ilim olarak ortaya koymada yapacakları en kapsamlı çalışmalar bir
tarih çalışmasından ibarettir. Yani risalet dönemine dair rivayetlerin
araştırılması, kitabeti, tedvini, bu bilgilerin doğruluk derecesi; yapılan iş,
bir tarih çalışmasıdır. Bütün ilimlere dair rivayetler ya sahabeden ya
tabiundan yada tebe-i tabiundan gelecektir.
İlk dönemlerde hadis, fıkıh, tefsir vb.
İslamî ilimler ayrı birer ilim dalı olarak addedilmemekteydi. Bu ilimler usul,
tarih, edebiyat gibi bölümleri ile başlı başına birer ilim dalı olarak hicrî
II. asırdan itibaren görülmeye başlanmıştır. Bundan dolayı herhangi bir ilim
dalında yazılan bir eserde diğer sahalarla ilgili bilgilere rastlamak da mümkün
olmuştur. Buradan hareketle ilk döneme ait eserlerin farklı açılardan okunması
İslâmî İlimler tarihinin doğuş ve gelişiminin tespiti, bu ilimlerin
kaynaklarının aktarılması vb. daha birçok bakımdan önem arz etmektedir.[4]
İslâm kaynakları
arasında yazılı kaynakların tarihi, Kur’ân’ı Kerim’i oluşturan vahyin taşlara,
derilere, liflere, kâğıtlara, ya da bezlere yazılmak sureti ile bir şekilde
yazılı olarak kayıt altına alınması ile başlar. Kaynakların ikincisi olan
Hadis-i Şeriflerin aktarılması ise yazılı olarak değil, rivayet ve anlatma
yoluyla öğretilmiş ve gelecek nesillere aktarılmıştır. Zamanın ilerlemesi ve
İslâm beldelerinin daha geniş bir alana yayılması ile bazı rivayetlerin birbiri
ile çelişmesi, farklı hükümler getirmesi ve Kur’ân’a muhalif olması sebebiyle,
sahih sünnetin tesbit edilmesi çalışması başlamıştır. Alimler, bu amaçla, İslâm
ümmetinin ibadet, inanç ve hayatlarında kendilerine yön verecek olan temel
kaynakların doğrudan Hz. Peygamber’den (s.a.v) rivayet edilip edilmediğinin tespit
edilebilmesi için belirli kriterler oluşturmuş, ama Kur’ân’ı Kerim üzerinde
itiraz edilemeyecek bir ittifak sağlandığı için tartışmalar sünnetin rivayeti
ile ilgili alanda yoğunlaşmıştır. Böyle bir dönemde, Hz. Peygamber’in (s.a.v)
hayatını yazmak, bir anlamda hadis rivayeti anlamına gelir. İbn-i Hişam
eserinde, bu anlamda, pek çok hadis rivayet etmiş durumdadır. Eserin Hz. Peygamberimiz’in
(s.a.v) kendi dönemi ile ilgili bilgileri içeren bölümü hadis rivayeti
şeklindedir. Bu rivayetlerde konular, Hz Peygamberimiz’in (s.a.v) hayat kronolojisine
göre düzenlenmiştir. Bunun içindir ki, İbn-i Hişam’ın es-Siretu’n Nebeviyye’si,
bir tarih kitabı olmakla birlikte, çeşitli konularda fıkhî konu ve hükümlerin
anlaşılması bakımından da bir kaynak kitap olarak kabul edilir ve pek çok
ayetin nüzul sebepleri ile ilgili gelişmeleri aktarması bakımından da tefsir
özelliği taşır.[5]
Mezkur eserde Kur’ân’ı Kerim’in 114 suresinin 62 suresinden 267
ayetin tefsiri ile ilgili rivayetler yer almaktadır.[6]
Abdullah b. Abbas’ın (r.a) çok hadis
rivayet eden (muksirun) bir sahabi olarak hadis ilmine, fetvalarının çokluğu
ile de fıkıh ilmine olan katkılarının yanında, hemen her ayet hakkında yapmış
olduğu farklı rivayetlerle de tefsir ilminde bir otorite olduğu da aynı şekilde
İslâm’da bilginin bütünlüğüne işaret etmektedir.[7]
Yine aynı şekilde Abdullah b. Mes’ûd’da
(r.a) Abdullah b. Abbas (r.a) gibi hadis, tefsir ve fıkıh ilminde otorite kabul
edilmiştir.[8]
Tabiinler
tefsirde öncelikle Kur’ân ve Sünnet’e başvuruyorlardı. Ancak söz konusu bu iki
kaynakta malzeme bulamadıklarında, özellikle esbab-ı nüzul, mübhemat ve gaybî
konularda sahabenin görüş ve tercihlerine gitmek zorunda kalıyorlardı. Her
zaman olmasa da tabiinler bazen de Ehl-i Kitab’ın görüşlerine müracaat
ediyorlardı.[9]
Tabiinlerin bu metodu İslâm da bilgi bütünlüğünün orijinalliğini koruyan önceki
vahiyleride (şer’u men kablena) kapsadığını ortaya koymaktadır.
SONUÇ
Bu kaynaklardan Kur’ân-ı Kerim kitabet
ve hıfz yoluyla tevatüren bizlere ulaştığı için burada ittifak (görüş birliği)
açısından hiç bir sıkıntı yoktur. Ancak Kur’ân’ın inişi ve yaşanması noktasında
risalet döneminin bütün tecrübeleriyle hayat akışını bize nakleden tek kaynak
olması hasebiyle sünnetin aktarılması ise yazılı olarak değil, rivayet ve
anlatma yoluyla öğretilmiş ve gelecek nesillere aktarılmıştır. Zamanın
ilerlemesi ve İslâm beldelerinin daha geniş bir alana yayılması ile bazı
rivayetlerin birbiri ile çelişmesi, farklı hükümler getirmesi ve Kur’ân’a
muhalif olması sebebiyle, sahih sünnetin tesbit edilmesi çalışması başlamıştır.
Alimler, bu amaçla, İslâm ümmetinin ibadet, inanç ve hayatlarında kendilerine
yön verecek olan temel öğretilerin (sünnet kavramını yaşanan sirete atfettiğimiz için bu kısmın Malikilerce 'amelu ehli medine'yle isimlendirilişini önemli buluyorum)doğrudan Hz. Peygamber’den (s.a.v) rivayet
edilip edilmediğinin tesbit edilebilmesi için belirli kriterler oluşturmuş,
tartışmalar rivayetlerin sahih olup
olmadığı konusunda yoğunlaşmıştır.Yaşanan sünnetin dışındaki hadis rivayetleri ise vahyin birinci muhatabının vefatından sonra o zaman diliminden uzaklaşıldıkça hadislerin Hz. Peygamber'e (s.a.v) nispeti konusunda ortaya çıkan tereddüdlerin giderilmesi ve berraklığını koruması için bu ümmete has olan bir ilmin inkişafına sebebiyet verdi.( Bu ilimden kasdım ise sened ilmidir.) Kur’ân-ı Kerim’i ve Rasulullah’ı (s.a.v)
anlamak isteyen kişinin sahih bilgiye ulaşma konusunda taklidden ziyade tahkik ehli olması konusundaki sorumluluğunu unutmamalıdır.Bunun içindir ki; Şam
ehlinin imamı İmam-ı Evzai’ye nispet
edilen bu söz ki-‘sünnet Kur’ân üzerinde belirleyicidir, Kur’ân sünnet üzerinde
değil’[10]
sözü, rivayetlerin önemini ortaya koyması bakımından önemlidir. Aksi halde hangi sözün haddi var ki Kur'ân'hakem olabilsin! vesselam...
[1] Mehmet Paçacı, Çağdaş Dönemde Kur’ân’a ve Tefsire
ne oldu?, s.111.
[2] Mehmet Paçacı, age , 112-113.
[3] Mehmet Paçacı, age, s.111.
[4] Mehmet Uzun, Es-Siretun-Nebeviyye’ye Göre İlk Dönem Tarih Eserlerinde Tefsir Rivayetleri, Yüksek Lisans
Tezi, s.11.
[5] Mehmet Uzun, age, s.68.
[6] Mehmet Uzun, age, s.15.
[7] Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, s. 85. ; Ayrıca fıkıh İlmindeki yerleri bakımından bkz. Hayrettin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, s. 107. ; Hadis ilmindeki yeri için bkz. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, s. 76-77.
[8] Muhsin Demirci, age, s.87. Ayrıca fıkıh İlmindeki önemi bakımından bkz. Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s. 107, Hadis ilmindeki yeri için bkz. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, s. 76-77.
[9] Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, s. 91.
[10] Mehmet Paçacı, Çağdaş Dönemde Kur’ân’a ve Tefsire Ne Oldu?, s.116.
rabia yıldız 12070406 ydö2 1.ödevin bir kısmı..
Esbabı nüzul ile ilgili eserler:
1.Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Şehr
et-Taberî(588/), Esbabu'n-Nüzûl ala mezhebi
Ali'r-Resul
2. Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî(597), Esbabu'n-Nüzûl
3. .İbn Hacer el-Askalanî(852), el-Ucab fi beyani'l-esbab
4. Abdulfettah Abdulğanî Kadî, Esbab-ı Nüzûl Trc. Salih Akdemir
5. Hasan Tahsin
Emiroğlu, Esbab-ı Nüzûl
Esbabı nüzul ile ilgili makale listesi:
1.Prof.Dr Mehmet Akif Koç “Sebeb-i Nüzûle Bağlı Anlamın Aşılmasını Kolaylaştıran Bir Unsur Olarak
„Kur‟ân Metni‟ : 7. Araf Suresinin 31-32. Ayetleri” İslâmiyât, VII:2
(2004),113-124
2.Esbabı nüzul nedir? M.Ali KAYA
3. ESBÂB-I NÜZÛL RİVAYETLERİ ARASINDA GÖRÜLEN ÇELİŞKİLER VE GELİŞTİRİLEN ÇÖZÜM
YOLLARININ TAHLİLİ Yrd.Doç.Dr.Halil ALDEMİR
4.Mulaane Ayetlerinin Sebebi nüzulu Enbiya YILDIRIM
5.Faiz Ayetlerinin Sebebi nüzulu PROF. DR. HAMDİ DÖNDÜREN
|
Ali Rıza Çelik |
2013/2014 güz dönemi |
|
Öğr.No: 13922710 |
Doktora ödevi - 1 |
|
Bilginin Bütünlüğü hakkında yazınız. |
Bilginin bütünlüğü; herhangi bir bilim alanıyla ilgili tüm disiplinlerin ele alınmadan sağlıklı bir değerlendirmenin yapılamayacağını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bunu tefsir bağlamında ele alacak olursak; dilbilim, hadis, fıkıh, yakın tarih, peygamberler tarihi, siyer v.s. ilimler ile bunlara ait alt disiplinler hakkında bilgi sahibi olarak tefsire yaklaşmak en sağlıklı sonuca ulaşmamızı sağlar. Peygamber ve sahabilerin vahyin iniş sürecinde içinde bulunduğu etkileşim ile sahabi ve tabi‘ilerin birbiriyle olan etkileşimi, bilginin nakli ve bize kadar nasıl ulaştığı konusunda önemli addedilir. Vahyin indiği dönemde ihtiyaçlara vahyin tarafından cevap verilebiliyordu. Ancak peygamberin vefatıyla birlikte vahyin cevaplamalarından yoksun kalan sahabilerin ve haleflerinin Kur'ân'ın anlaşılmasında peygamberin sünnetine ve arap dilinin inceliklerine müracaat etmesi, ehli kitapla ilgili ayetleri anlamak, geçmiş ümmetlerle ilgili bilgilerin ayrıntılarına müttali olmak için ehli kitap bilgisinden yararlanmak gibi konularda bizlere tefsir alanında bilginin bütünlüğünün ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Saygılarımla.
2013-2014 GÜZ Yarıyılı Tefsir Bölümü Ebab-ı Nüzul 1. Ödevi ( Mehmet Tahir PEKİM / öğrenci no:12952702
İSLAMDA BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi bütünlüğü meselesine günümüzden bakıldığında ilimlerin farklı disiplinlere ayrıldığı ve her disiplin sadece kendi içinde bir bütünlüğe sahip olduğu kanâati hâsıl olur. Dolayısıyla İslam ilimleri her ne kadar birbirinden kalın çizgilerle ayrılamazsa da günümüzde birbirinden ayrılmış ve birbirinden kopuk disiplinler olarak varlığını devam etmektedir. Aynı zamanda bilgi parçalanmış bir halde olup bir bütünlük arz etmemektedir.
Ancak bilgi bütünlüğü meselesine Asr-ı saâdeten bu yana baktığımızda durum tamamen değişmektedir. Çünkü günümüzde var olan bütün İslami bilimler, Allah(c.c.)’ın kelamı olan Kur‘ân-ı kerimi açıklamak gayesiyle ortaya çıkmış ve bu çabanın bir meyvesi mesabesindedir. Şöyle ki:
İslam ilimlerden olan hadis ilmi Efendimizden (s.a.v.) yapılmış geniş bir Kur‘ân tefsiri ve beyânı konumunda olup sonradan gelişen hadis ilimleri ise bu bilgilerin daha sağlıklı değerlendirilmesi için zamanın ihtiyacına göre ortaya çıkmış ilimlerdir.
Tefsir, Kırâât, Arap dili ilimleri gibi disiplinler de Kur‘ânın daha iyi anlaşılması yolunda zaman içinde gelişmiş disiplinler olduğu inkâr edilemez bir gerçektir.
Kelâm ve Akli ilimler de Kur‘ânın inanç yönünden bir değerlendirmesinin yanında yaratıcı, kâinat ve insanı derin bir anlama arayışından öteye gitmez. Nitekim sonra Tasavvuf da bu konularda söz söylemiştir.
Fıkıh ilmine gelince kelime manası derin kavrayış olduğuna göre bu disiplin bütün bu bilimleri bir arada değerlendirmeye tabi tutup. Onlardan erdemli ve hukuki bir insani kâmil toplumu oluşturmanın bilgi ve ilkelerini vermektedir.
SONUÇ
Sonuç olarak İslami ilimlerin hepsi tek bir kelâmı açıklamak için çaba sarf etmiştir desek abartmış olmayız. Dolayısıyla İslam da bilgi bütünlüğü esastır ve bu bilgi parçaladığında verimliliği de ortada kalmaz. Bunun doğruluğunu sağlamak için günümüz ile eski dönemi karşılaştırmak yeterli olur. Nitekim bir Gazali, Nesefi, Karafi ve ibn Kudame yukardaki sayılan disiplinlerin hepsinde söz sahibi idi ve bütün bilgileri bir arada harmanlayabiliyordu.
BİRLEŞİK
DOKTORA
ALİ BAHADIR
ÖZDEMİR
ÖĞRENCİ NO
:13952701
2013/2014
GÜZ DÖNEMİ
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ
İlim için birçok tanımlar yapılır. Genel
olarak insan zihnine (ve gönlüne) konu olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim,
mutlak olarak bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek,
kesin olarak bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek manalarına
gelmektedir. İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrak
etmek” ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.”
İlim, insanın vahiy, akıl
ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret
yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur. Şerif
Cürcânî'ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir.
Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir
İlimler,
genel bir tasnife göre ikiye ayrılır: a- Naklî ilimler; Kur'an ve sünnete
dayanan ilimler.
b- b- Aklî ilimler; Müspet ilimler.
Bizim burada
önemi üzerinde duracağımız ilimler nakli ilimler yani kur’an ve Sünnete dayalı
ilimlerdir.
Kur’an,
bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak
üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi,
Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibadet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak ve
bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla
Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla
tanır ve bilir.
Kur’an
yaklaşık 23 senede 14 asır evvel Efendimiz(sav)e peyderpey olarak ilahi kelam
olarak vahiy edilmiştir.Vahiy, Resulullah’a yöneltilen suallere veya sadır olan
vakıa ve hadiselere binaen dönemin meselelerine çözüm ve de sorularına cevap
vermek üzere Hak Teala tarafından elçisi Cebrail vasıtasıyla
habibi Muhammed(sav)’e nazil olmuştur. Bu da esbab-ı nüzul ilmini doğurmuştur.
Tabi indiği döneme ve insanlarına ışık tutarken aslında Kur’an daha sonraki
nesillere ta ki ile yevmi’d-dine bir sirac olacaktır. Elbette bu doğru anlam,
doğru yorum ve doğru yaşam çerçevesi dahilinde olması gerekir.
Bu arada Kur’an bu gelişmelerle nazil
olurken, Resulullah (sav) Kur’an’ın daha iyi anlaşılması için tefsir te’vil ‘de bulunmuştur. Daha sonraki
dönemlerde Resulullah’ı anlama çabaları , bir takım toplumsal gelişmelere, dini
alanda farklılaşmaları doğurdu. İtikadi Fıkhi mezhepleri beraberinde doğurdu.
Bunun neticesi olarak ta tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilimler yanında
esbab-ı nüzul,nasih-mensuh, siyak-sibak gibi disiplinleri de ortaya koydu. Bu ilim
disiplinler ilk zamanlarda farklı farklı ilim ve disiplin değilken daha sonra
(hicri 2. asırdan itibaren) ayrı ayrı ilimlere taksim edildi.
Burada anlattıklarımıza
binaen, İslam bilgi bütünlüğünün ehemmiyeti ortaya çıkıyor. Arap dilinin
anlaşılması ,İslami ilimlerin anlaşılması, sonraki dönemlere nakli
(sahabe-tabiin-tabeu-tabiin ve sonraki dönemler) ehemmiyet arz ediyor.
Netice itibarı ile ; bütün İslami ilimler
Hz. Peygamber döneminde olsun daha sonraki
dönemlerde olsun İslam dininin yani Kur’an’ın ve Kur’an’ı bize sözlü- fiili
olarak Hz.Aişe validemizin tabiriyle ‘’yaşayan Kur’an olan’’ Hz.
Resulullah’ın sünnetini kavrama ,yaşama ve aktarma çabasını amaçlamaktadır. Bu
amaç güdülürken, vurguladığımız gibi, Arap dilini, vahiy sürecindeki olay ve
vakıalar, önceki topluluklara ait bilgiler (özellikle ehl-i kitaba ait bilgiler
ve onlarla ilgili inen ayetleri
anlamak) bilgi bütünlüğü açısından
elzemiyet arz eder.
Selam ve saygılarımla .
MUHAMMET
KARAOSMAN
DOKTORA
H.z Adem
ile başlayan insanlık tarihi aynı zamanda bilginin başladığı tarihtir. Bilgi, o
günden bugüne devamedegelen bir süreçtir. Tarihin değişik dönemlerinde yüzlerce
peygamberin yaşadığı devirleri olumsuz çağ olarak sunmaya çalıştılar bizlere.
Günümüz imkanlarının çok çok altında imkanları olmasına rağmen o güzelim
eserleri, medeniyetleri görmezden geldiler. Aslında görmezden gelinen bilgidir.
Burada bilginin bütünlüğüne bir darbe vardır. İnsanlık geçmişiyle bağını
kurmasın diye bir tarih, geçmiş karartması yapılmaktadır adeta. Bugün insanlık
bu kopukluğun faturasını ödemektedir. Bunun bedelini ödemektedir. Yalnız bu
bedel çok pahalıya mal olmaktadır. Bilginin bütünlüğünü yakaladığımız zaman
insanlık referansını bulmuş olacaktır. Pusulasını, rotasını bulmuş
olacaktır.
Genel
anlamda böyle bir karartma ve kopukluk sözkonusu olduğu gibi İslam alimlerinin
de gerek Kur’an’ı yorumlamada gerekse İslamı anlamada bilgi bütünlüğünü
kuramama problemi bulunmaktadır.
H.z.
Peygamber (sav)’in mübelliğ olarak yaptığı tüm uygulamaları bugün çok değişik
disiplinler adı altında toplandığını görmekteyiz. Bu durumun en büyük problemi
bütünden mahrum olmaktır. Modern tabirle “alan körlüğü” dediğimiz bir vakıa ile
karşı karşıyayız. Bu da bizi çözüme götürmede zorlaştırıyor. Bütünlüğü
kuramamanın, bütünlüğü yakalayamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Bugün ayrı adlar
altında hüküm süren branşların isimlendirme ve sahasının belirlenmesinin ne
derece isabetli olduğu cevaplandırılması gereken sorulardan olduğunu
düşünüyorum. Bu branşlaşmada modernizmin etkisinin ortaya konulması gerekir.
Arada kaynayan bir şey oldumu? Ya da bağlantıyı engelleyen bir durum söz konusu
mu? Modernizmin iç boşaltmaya, anlam buharlaştırmaya yönelik ve bizi bütünden
-Allahtan- mahrum etmek için alabildiğine parçalamaya yönelik felsefesinden ne
derece etkilendik? Bu sorulara en sağlıklı cevaplar branşlaşma öncesi ve
sonraki halimizin kıyası ile mümkün olabilecektir. Görünen o ki daha bir
profesyonel olsun diye oluşturulan branşlar teknolojinin imkanlarını ve bir çok
eğitim kurumlarını yanına almasına rağmen her branşta hala bir sürü
çözemediğimiz mesele var. Bilgi kirliliği dediğimiz bir durumla karşı
karşıyayız. Bilgi malumatının artmasına bağlı olarak günümüzde en önemli mesele
ayıklama ve seçme işidir. Günümüz insanın
kafası daha karışık. Mevcut disiplinler bulanıklığı gidermede yeterli
olamıyor. Bu yüzden bilim dallarının yeni bir tasnife ve düzenlemeye ihtiyacı
olduğu aşikardır.
Hangi bilim dalında olursa olsun, ilmi bir metni tahlil ve tefsir etmek, o alanda ihtisası gerektirir. İhtisas ise, uzun bir öğrenim neticesinde elde edilir. Rabbülalemin tarafından insanlığa akaid, ibadet, ahlaki prensipler, ameli hükümler ve daha bir çok talimatlar bildirmek üzere gönderilen Kur'an-ı Kerim'den hükümler çıkarmak da, elbette büyük bir ilmi birikim ister.
Bazıları, sığ bir anlayışla bu gerçeğin karşısına çıkıp derler ki: "Allah, Kur'an'ın 'mübin' olduğunu bildiriyor. Mübin: açık, aşikar, aydınlık, manası vazıh demektir. Öyle ise, Allah'ın böyle nitelendirdiği Kitabını, anlaşılması zor göstermenin savunulur tarafı olamaz". Oysa Kur'an'ın mübin olması: Allah tarafından gönderildiğinin apaçık olması, bir çok hakikatleri açıklaması, hakkı batıldan, doğruyu eğriden ayırması, mü'minlerin muhtaç oldukları hükümleri bildirmesi, demektir. Yoksa, ondaki her şeyin, biteviye ayan beyan ve hiç öğrenim görmemiş bir insanla bir üniversite profesörünün aynı şekilde anlayabileceği bir kitap olması demek değildir. Bu iddia sahiplerinin, vücudlarında bir operasyona muhtaç olmaları halinde, bir tıp kitabını okuyan herhangi bir kişiye kendilerini ameliyat etme iznini vereceklerini hiç kimse düşünemez. Oysa bir doktor nezdinde o kitabın manası açıktır. Aynen bunun gibi, insanlar Kur'an'ın mealini okuyarak, kapasiteleri nisbetinde ondan istifade etmeye çalışırlar. Fakat onun sayısız inceliklerini anlayabilmek, ondan isabetli hükümler çıkarabilmek, aşağıda yazacağımız bazı ilimleri bilmeyi gerektirir.
ESBÂB-I NÜZUL I
ADI SOYADI: |
YILMAZ BARLAS |
DÖNEM: |
GÜZ DÖNEMİ 2013/2014 |
ÖĞRENCİ NO: |
13922712 |
BÖLÜM: |
DOKTORA |
Ödev 1. Esbâb-ı Nüzul I 1. Ödev: Bilginin Bütünlüğü
hakkında yazınız |
Bilginin Bütünlüğüne geçmeden önce bilginin
ne olduğunu bilmemizde yarar vardır. Bilginin neliği hakkında birçok tanım
yapılmıştır. Bunlardan birkaçını vermemizin konumuzun anlaşılması için yeterli
olacaktır.
Bilgi, kâğıt veya başka ortamlar üzerine
kaydedilmiş, anlaşılabilen ve iletilebilen veriler topluluğudur. Başka bir tanıma göre bilgi, “Zihnin
herhangi bir biçimde resmi veya gayri resmi olarak iletilen, kaydedilen,
yayımlanan fikirlerin gerçek ve hayali ürünleridir.
İsmet Barutçugil
bilgiyi, “insanın etrafında olup bitenleri tam ve doğru olarak kavramasını
sağlayan kişiselleştirilmiş enformasyon” olarak tanımlayarak “bilgi kendini,
düşünceler, öngörüler, sezgiler, fikirler, alınan dersler, uygulamalar ve
yaşanan deneyimler şeklinde gösterir” açıklamasını getirmektedir.
“Bilginin bütünlüğü” ise, kısaca Pro. Dr. Ahmet Nedim Serinsu’nun dediği gibi; belirli bir konuya ait bilgilerin bütününe denir. Biz bu konuyu “İslamî ilimler” perspektifinden değerlendireceğimizden dolayı konuyu daha da özele indirgemiş olacağız. Bu bağlamda, herhangi bir bilim alanıyla ilgili sağlıklı bir değerlendirmenin yapılabilmesi için tüm disiplinlerin ele alınması gerekmektedir. Aksi taktirde istenilen hedef ve amaçtan sapma ihtimali her daim var olacaktır. Mesalâ tefsir ilmi için lugât ilmi, hadis ilmi, tarih ilmi, siyer ilmi vs. ilimlere ihtiyaç vardır. Daha somut bir örnek vermek gerekirse; Esbâb-ı nüzul alanında çalışılmak istendiğinde, İslamî ilimlerin tamamından yararlanılması elzemdir. Bunun en bariz örneğini Pro. Dr. Ahmet Nedim Serinsu'nun “Kur’an ve Bağlam” isimli eserinde görebiliriz. Çünkü bu çalışmaya bakıldığında müellifimiz, dil bilimi, hadis ilmi, tarih ilmi, siyer ilmi vs. ilimlerden ihtiyaç duyulduğu kadarıyla faydalandığını görmekteyiz. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, İslamî ilimler bir bütündür birbirinden ayrı düşünülemezler. Bundan dolayıdır ki, herhangi bir konuda çalışma yapıldığında “bilgi bütünlüğü” çerçevesinde yani, bütüncül olarak bakılması gerekmektedir. Özellikle günümüzde branşlaşmanın zirve yaptığı bu son asırda bilginin bütünlüğüne gereğinden daha fazla ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır.
Saygılarımla
2013-2014
Akademik Yılı
Güz Dönemi
Doktora Ödevi
Mustafa
FIRAT
ÖĞR. NO:
13922714
Esbab-ı
Nüzul I
1. Ödev:
Bilginin Bütünlüğü hakkında yazınız.
Tarih süreci
içerisinde Kur’an’ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması ve yaşanması
Müslümanların ortak gündemi olmuş ve bu hedef geçmişten günümüze ve kıyamete
değin gündem olmaya devam edecektir. Bu anlama çabası ve faaliyetinin bir
sistematik içerisinde ve bazı ilimler marifetiyle yapılmasının gerekliliği
izahtan vârestedir. İslam bilgi literatürü ortaya çıkıp gelişirken aslında biri
diğerini doğuracak veya anlaşılmasına yardımcı olacak şekilde varlık sahasına
çıkmış ve bu merkezde ihtiyaç hissedildiği için var olmuştur. Her ilim dalında
olduğu gibi İslami ilimlerde de bir metodolojinin (usul) öncelikle takip
edilmesi noktasında bir konsensüsün ilk asırlardan itibaren oluştuğu ve bunun
İslami ilimlerin okutulduğu medreselerde de bir tertibe riayet şeklinde tezahür
ettiğini görüyoruz.
Kur’ân-ı
Kerîm'in anlaşılmasında bazı kavramların açıklığa kavuşturulması adına incelenen
kavramların ilki Kur’ân ilimleri kavramı olmuştur. “Ulûmu’l-Kur’ân”
olarak adlandırılan bu bahislerin hepsi iki kaynağa dayanmaktadır.
1-
Arap dili (Garibu’l-Kur’ân, İ’câzû’l-Kur’ân,
Mecâzu’l-Kur’ân...).
2-
Gözleri önünde cereyan eden
hâdiseler. (Hz.Peygamber’in tefsiri, esbâb-ı nüzul, muktezây-i hal,
vucûhu’l-Kur’ân...).
3-
Sahabe döneminde ise bu bilgilerin
rivayet yoluyla devamlı olarak kendilerinden sonraki nesillere öğretildiğini
görmekleyiz.[1]
Ulûmu’l-Kur’ân
İlk müfessirler tarafından, Kur'anın anlaşılması ve yorumlanmasına
imkan hazırlamak maksadıyla bazı İlmî araçlar geliştirilmesine duyulan ihtiyaç
olarak algılandı. Bu nedenle hicrî I. asrın sonlarından itibaren Kur’ân-ı Kerim'le
ilgili ilimlerin tek tek ele alındığı görülmektedir. Zerkeşî
ve Suyûtî Ulûmu’l-Kur’ân konularını yazdıkları eserlerle cem ederek incelemiş
ve büyük bir bilgi dağınıklığının önüne geçmişlerdir. Fakat günümüzde hocamızın
kuran ve bağlam isimli eserinde de belirttiği gibi bir bilgi tekrarına ve
faydaları üzerinde konuşmaya dönüşmüş ve günümüzde beklenen foksiyonlarını icra
edemez hale gelmiştir. Mesela hocamızın Esbâb-ı
nüzul konusu bağlamında takip ettiği uslup İslamî ilimlerin tamamından
yararlanılmasının kronikleşmiş islami birçok bilgi probleminin aşılabilmesi
adına gerekli görünmektedir. Hocamız, dil bilimi, hadis ilmi, tarih ilmi, siyer
ilmi vs. ilimlerden ihtiyaç duyulan yerde bilgileri süzgeçten geçirerek faydalanmamız
gerektiğini eserinde rahatlıkla anlayabileceğimiz şekilde işlemiştir. Bu
ilimlerden yararlanma usul ve yöntemini farketmemiz açısından bizlere bir
projeksiyon sunmuştur. Serinsu hocanın ifade ettiği gibi “Ülkemiz aydını
kavramları, mahiyetini (seçiklik) ve anlam içeriğini (açıklık) tartışmadan,
onları oluşturan kültürel ve tarihsel serüveni gözardı ederek kendi kültür
alanımıza taşıdığı sürece kavram (ve bilgi) karmaşası, kimlik problemimizin bir
temel boyutu olarak devam edecektir.”
Kuran’ı
anlama iddiasında olanların yukarıda işaret edilen ilimlerin ilgi sahası olan
diğer İslami müdevvenattan da haberdar olması orjinal ve istenen manaya
ulaşması için bilginin bütünlüğü anlamında bir gereklilik olarak görünmektedir.
İslami ilimlerin Kuran’ın nüzulünü müteakip
ihtiyaçlar doğrultusunda gelişim gösterdiklerini ve tamamen
olmasa da birbirlerinden ayrılarak
kendilerine ayrılan alanlarda çalışmalarını sürdürdüklerini
biliyoruz.
İlk dönem
ilim ehlinin, ilimlerin tümüyle ilgilendiklerini hasseten hadis, tefsir ve
fıkıh ilimlerinin tarihine baktığımız zaman, bu ilimlerin önde gelen
âlimlerinin çoğu alanda ismine rastlıyoruz. Bir örnek vermek istersek mesela Suyuti
gibi şahısların bu anlamda bir bilgi bütünlüğüne sahip olduklarını ve çok
sayıda eser telif ederek hem bir usulcü, hem bir muhaddis hem bir müfessir
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Bu durum bize Temel İslam Bilimlerini
birbirinden tamamen ayırmanın mümkün olmadığını göstermesi açısından
manidardır. Neticede bu ilimler birbirini beslemekte ve konu bağlamında anlaşılmasına
yardımcı olmaktadır.
Bilgi
bütünlüğünün önceliği, bütünün niteliklerinin parçalarının nitelikleriyle
tanımlanamayacağından önemlidir. Bu konu parçanın ait olduğu bütüne göndermede
bulunmaksızın açıklanmasının ve yorumlanmasının imkansız ya da en azından
yetersiz kalacağından dolayı önemlidir. Bütüne ilişkin gerçek anlama ya da
bilgi; islami ilimleri kavrama noktasında bütünün parçaları bilindiği, analiz
edildiği ya da birleştirildiği zaman mümkün olacaktır. Bütünü parçalarına indirgemek
yanlıştır, ama parçalarının bilgisi edinilmeden de bütünün niteliği
anlaşılamaz.
Bütünlük,
ilk başta Kur’ân için gerekli bir metot olarak algılanmış, Kur’ân-ı Kerîm’in
anlaşılabilmesi için onun bir bütün halinde ele alınması vurgulanmıştır. Kur’ân’ın
Kur’ân’la tefsiri başka bir ifadeyle Kur’ân’ın kendi bütünlüğü içinde
anlaşılması gereği, aslında İslâm’ın başlangıcından beri bilinen ve yeri
geldikçe alimlerce önemi vurgulanan bir husustur. Ancak, Kur’ân’ın kendi
bütünlüğü içerisinde anlaşılmasının gereği, onun anlaşılması için başka hiçbir
şeye ihtiyaç duyulmadığı anlamına da gelmemelidir. Zira Kur’ân Hz. Peygambere
nazil olmuş, ve Hz. Peygamber’in ahlâkı olmuştur. Bu anlamda Rasûlullah’ı,
yaşayan Kur’ân olarak tarif etmek yanlış görülmemiştir. Durum bu olunca,
Kur’ân’ın bütünlük içerisinde anlaşılması, sadece kendi iç bütünlüğü ile değil,
onun sünnet ile oluşturduğu bütünlüğü de kapsamalıdır. Bu bakış açısından olsa
gerek, bazı alimler sünnetin Kitâb’a hâkim (hükmedici/kâdıyetün) olduğunu söylemiş
ve bununla sünnetin, Kitâb’ın getirmiş olduğu hükümlerin şerh ve tefsiri
mertebesinde olduğunu ifade etmek istemişler[2] ve Kur’ân’ın ancak sünnet
bütünlüğü içerisinde sağlıklı olarak anlaşılabileceğini, uzun uzadıya
açıklamışlardırlar[3]. Hatta
onlar, sahâbenin söz ve uygulamalarını da sünnet kavramı içerisinde görmüşler
ve bütünlük açısından onun da göz önünde bulundurulması gerektiğine dikkat
çekmişlerdir[4]. Buna
göre, bilgi algılamamız diğer bilgi ve usul ilimleri ile değerlendirildiğinde
daha bir anlamlı olacaktır.
[1]Ahmet
Nedim Serinsu, Kuran ve Bağlam, Şule Yay.,
s.34.
[2] eş-Şâtıbî, Ebû İshâk İbrahim b. Mûsâ, el-Muuâfakât
fi Usûli’l-Ahkâm, Mektebetü ve Matbaatu Muhammed Ali,
Kahire Tsz., IV, 7
[3] eş-Şâtıbî, el-Muuâfakât,
IV, 5-48.
[4] eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV, 47.
TEFSİRDE
BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ
Tefsir
dediğimizde aklımıza ilk etapta iki türlü tefsir gelmektedir; birincisi rivayet
tefsiridir ki, Kur’ân ayetlerine yeni yorumlar getirmekten ziyade bazı
ayetleri, diğer bazı ayetlerle, hadislerle veya Seleften ve özellikle Sahabeden
nakledilmiş rivayetlerle açıklamaktır. Bunun aynı zamanda bir dirayet tefsiri
olduğunu söyleyenler de vardır. İkincisi ise, dirayet tefsiridir. Böyle bir
tefsirde asıl gaye yeni bir yorum sunmaktır. Bu tür tefsirde rivayetlere yer verilirse
de, bunlar sadece önerilen yeni yorumu desteklemek içindir. Görüldüğü gibi
Kur’an’ı anlamada bu iki yaklaşımı birbirinden kesin bir şekilde ayırmak
oldukça zordur. Kanaatimize göre İslâm’da ilk tefsir çalışmalarının rivayet
şeklinde başlaması böyle bir ayırıma yol açmıştır. Diğer taraftan İslâm
toplumunun genişlemesi ile sosyal değişime uğraması sonucu, dirayet tefsir
metodu ile Kur’an’ı anlamaya çalışma ihtiyacı doğmuştur. Bu sebepten Kur’an’ın
güncelliği ve bütün zamanlara dair sözünün olması ve meydana gelen hadiseler
ışığında yorumlanması için bunun böyle olması gerekmektedir.
İlk dönem
tefsirlere bakıldığında görülecektir ki, bunlar bizim bugünkü tefsir
anlayışımızdan çok uzaktır. İbn Abbas, Abdullah İbn Mes’ud ve Ali İbn Ebî Talha
gibi zatlar, tefsir kelimesinin Arapça’daki sözlük anlamı ile Kurân’ı tefsir
etmişlerdir. Zira "tefsir", “açıklamak” veya “kapalı bir şeyi açmak”
anlamındadır. Bu kelimenin “yorumlamak” gibi yeni anlamlar kazanması daha
sonraki devirlerde yapılan tefsir çalışmalarının etkisi ile olmuştur.
Aslında her
"tefsir" bir yeni yorumu gerektirir. Onun içindir ki, daha henüz bazı
sahabeler hayatta iken dirayet tefsirleri yapılmaya başlanmış ve tefsir
anlayışının bugünkü şeklini alması daha sonraki dönemlere denk gelir. Tefsir tarihinde
bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir
usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet-dirayet ikilemi içerisinde cereyan
etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki ana başlık altında
değerlendirmek mümkün gözükmektedir.
Tefsir usulünde
nazarî yaklaşım eksikliği pek az hissedildiği için müfessirler bu yöne pek
gereği gibi eğilmemişlerdir. Ancak bugün bu eksiklik daha belirgin bir şekilde
hissedilmekte ve bu durumla ilgili sorular Müslümanları uğraştırmaktadır. Bu
sorulardan birisi de Kuran’ın bütünlüğü meselesidir. Bütün müfessirlerin
üzerinde mutabakata vardıkları bir noktaya henüz ulaşamamışlardır. Bundan
dolayıdır ki bazı bilginler “bütünlük” denince bundan sadece “Kur’an’ın bir
bütün olarak kabul edilmesi gerektiğini” anlamışlardır. Bu zaten zahir olan bir
gerçektir. Kur’an’ın bir kısmını alıp veya belli bir kaç ayetini göz önünde
tutup diğer kısımlarını dikkate almamak, Kur’an’ın kendi içinde çelişki
doğurabilir. O halde böyle bir bütünlük anlayışı üzerinde durmak var olanı
tekrardan ibaret olur.
Bizler Rivayet-dirayet
tefsirlerinde Kur’an’ın bütünlüğü meselesini üç açıdan değerlendireceğiz.
Birinci olarak “Muttasıl Bütünlük” diyebileceğimiz yaklaşımdır ki, bu bakış
açısından bir ayeti başka ayetlerle açıklamaktır. Böylece iki veya daha fazla
ayet arasında görünüşte bir çelişki veya uyumsuzluk varsa, diğer ayetlerin
yardımı ile bunlar giderilme yoluna gidilir. Müşkilü’l-Kur’an diyebileceğimiz
bu durum ayetlerin ilk bakışta bir sorun gibi algılanması neticesinde onu
açıklayan diğer ayetlerle onun kapalılığını gidermektir. Muttasıl bütünlüğün en
önemli yönü nâsih ve mensuh ayetlerin, bir tek konu gibi ele alınıp
incelenmesidir. Konulara bir bütün olarak bakıp meseleyi toptan bir bakış
açısıyla görebilme incelenen konunun daha etraflıca anlaşılmasına sonsuz katkı
sağlayacaktır.
İkinci olarak
ele alacağımız konu “Münfasıl Bütünlük” olarak tabir edilebilir. Bu şu
demektir. Belli bir fikrin bir ayet etrafında; fakat diğer ayetlere de müracaat
edilerek geliştirilmesidir. Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu nazarî
bütünlüğün, bu yaklaşıma biraz benzemesidir. Munfasıl bütünlüğün önemi son
yüzyıllarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu tür bütünlüğü rivayet tefsirlerinde
görmemiz mümkün değildir. Ancak her dirayet tefsiri de bunu başarılı bir ölçüde
uygulayamamıştır. Bunun sebebi ise, yorumların tek bir ayet etrafında
geliştirilmesidir. Her ne kadar bu yaklaşımda bir çok ayetlere müracaat
edilirse de asıl gaye tefsiri yapılmakta olan ayetin açıklanmasıdır. Yoksa
ileri atılan yeni yorum veya fikri, Kur’an çerçevesinde açıklama endişesi
yoktur.
Bilgide bütünlük
meselesini ele alırken değinmemiz gereken diğer bir konu da “Nazarî Bütünlüktür.”
Bu sistemde Kur’an’ın konuları esas alınır. Böylece alışılmış tefsir usulü olan
Kur’an’ı ayet ayet surelerdeki sıralarına göre tefsir etme artık geçerliliğini
yitirmiştir. Kur’an’ı tefsir ederken ayet ayet sure sure sıralarına göre tefsir
etme belki Kur’an’ın İlmî olarak incelenmesi açısından faydalı bir yol
olabilir. Ancak belli konularda Kur’an’ın bir bütün olarak görüşünün ne olduğu konusunda
net bir fikir ortaya koyamaz. İşte bu durumda nazarî bütünlüğün önemi ortaya
çıkmaktadır. Çünkü nazarî olarak ve bir bütün halinde yapılan böyle bir
çalışma, Kur’an’ın o konudaki görüşünü
sistemli bir şekilde ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda hem de
yeterli olarak açıklayabilir. İşte günümüzde bilginin daha işlerlik kazanması
adına yapılması gereken bu işleme biz “Nazari Bütünlük” diyoruz. Artık sadece
Tefsir sahasında değil bütün alanlarda uygulanmaktadır. Şimdi de tefsir ilminin
kendisini ilgilendiren diğer sahalarla olan bağlantısını ele almaya
başlayabiliriz.
Tefsir ilmi,
konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki
halindedir. Çünkü Tefsir, Temel İslam Bilimleri’nin en temel kaynağı olan
Kur’ân-ı açıklamaya çalışan bir ilimdir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî
ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir konuma sahiptir. Buna mukabil Tefsir
ilmi de Kur’ân’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden
istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde tefsir
yaparken diğer ilimlerden istifade etmeden bir sonuca varma şansımız
gözükmemektedir. Öncelikle Tefsir Usûlü bilmek gerekmektedir. Ancak aynı
kaynaktan beslenen ve tarihi süreçte ortaya çıkış dönemlerinden itibaren et ve
tırnak gibi birbirinden ayrılmaz halde olan Hadis ve Fıkıh Usûlünü de bilmeye
ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz üzere aynı kaynaktan beslenen
bu ilimlerin birbirine sayısız katkıları vardır.
Sözünü ettiğimiz
durumlarla ilgili olarak Temel İslam
Bilimleri alanında bilginin bütünlüğünden bahsetmek mümkündür. Yani Temel İslam
Bilimlerini bilgi alanları bakımından birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün
olmadığı gibi böyle bir şeye girişmek de doğru değildir. Ancak ilimler;
muhtevaları, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel gelişimlerine bağlı olarak
hiyerarşik bir tasnife tabi tutulurlar. Şimdi biz, Tefsir Usûlü’nün, Hadis ve
Fıkıh Usûlü ile etkileşim içerisinde olduğu noktaları ele almaya çalışacağız.
Şüphesiz her ilmin bir
metodolojisi vardır. Yani herhangi bir ilmin kapsamında ortaya konan şeyler
belirli bir disipline göre ele alınmaktadır. Yani bir söylemin ilmî değerinin
olabilmesi için belirli bir metodolojiye göre ortaya konmuş olması gerekir.
İşte bu şekilde, Fıkıh ve Tefsir ilimlerinin de metodolojik olarak belli
hadleri ve kuralları vardır. Bu hadler ve kurallar Fıkıh Usûlü ve Tefsir Usûlü
isimleri altında ortaya konmuşlardır.
Usûl-ü Fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışırsak
şöyle söyleyebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î
nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri
âmm, kimileri hâss sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil
çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek
araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği
sonucuna varır ve kaidesini koyar: “Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir.”
Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere
uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir"
kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına
hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın
uygulayıcısıdır. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir
ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip
olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap
adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk
uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının
olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Öyleyse diyebiliriz
ki; Fıkıh ilminin ilk başvurduğu kaynağın Kur’ân olması, Kur’ân’dan hüküm
çıkarmak için de Tefsir ilmine ve usulüne ihtiyaç olması daha baştan Tefsir ve
Fıkıh Usûlünü birleştirmektedir.
Aynı şekilde
Tefsir İlminin de Fıkıh Usûlüne ihtiyacı vardır. Çünkü Tefsir, Kur’ân’ı
açıklamak amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla ondaki hükümleri, haramları
helalleri, ortaya koyup Kur’ân muhataplarının kullanımına hazır hale getirmek,
Fıkıh ilmine ve dolayısıyla Fıkıh Usûlü’ne kalmaktadır. Öyleyse diyebiliriz ki;
Fıkıh Tefsirsiz olmaz, Tefsir de Fıkıhsız olmaz.
Fıkıh ve Tefsir Usûlü yukarıda da kısaca
değinildiği üzere kaynakları bakımında Kur’ân noktasında birleşmektedir. Bu
anlamda usûl noktasında da pek çok noktada benzeştikleri, birbirlerine etkileri
ve katkıları olduğu pek tabiidir. Bu noktayı bu iki ilmin tarihi gelişim seyrine
baktığımızda da müşahede etmek mümkündür.
Sonuç olarak; bu
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir
ve Fıkıh birbirine çok yakın olan ve birbirine katkıda bulunan iki ilim
dalıdır.
Tefsir, Kur’ân
ayetlerine açıklama getirirken yararlandığı disiplinlerin belki de en başında
hadis gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey
Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili sözleridir. Aslında bu işin sadece bir
yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri
açıklarken kullandığı bir çok aslî ilim hadis mecmualarıyla rivayet yoluyla
aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir.
Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı
sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş
sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini,
ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte
Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur.
Bütün bu
bilgilerden ortaya çıkmaktadır ki; İslamî ilimler, birlikte bir bütün
oluşturmaktadır. Her ilim bu bütünün bir parçası konumundadır. Kur’ân İslamî
ilimlerin en başta gelen kaynağıdır. Onun gösterdiği hedefe ulaşmak için
Kur’ân’ı konu edinen Tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları
Hz. Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise başvurmak zorundadır.
Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır.
Fıkıh da bu açıklamalarla Kur’ân’ı anlamakta ve diğer kaynaklarla birlikte bir
kaynak olarak kullanmakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere
uygun hükümler üretmektedir. Fıkıh Usûlü de bunun nasıl yapılacağını ortaya
koymaktadır. Öyleyse Kur’ân’a dair söz söyleyecek kimsenin, bu disiplinlerin
tümüne vakıf olması gerekir. Aksi takdirde hataya düşmek kaçınılmaz olacaktır.
Necdet KAHVECİ
Öğr. No:
13922706
TEFSİRDE
BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ
Tefsir
dediğimizde aklımıza ilk etapta iki türlü tefsir gelmektedir; birincisi rivayet
tefsiridir ki, Kur’ân ayetlerine yeni yorumlar getirmekten ziyade bazı
ayetleri, diğer bazı ayetlerle, hadislerle veya Seleften ve özellikle Sahabeden
nakledilmiş rivayetlerle açıklamaktır. Bunun aynı zamanda bir dirayet tefsiri
olduğunu söyleyenler de vardır. İkincisi ise, dirayet tefsiridir. Böyle bir
tefsirde asıl gaye yeni bir yorum sunmaktır. Bu tür tefsirde rivayetlere yer verilirse
de, bunlar sadece önerilen yeni yorumu desteklemek içindir. Görüldüğü gibi
Kur’an’ı anlamada bu iki yaklaşımı birbirinden kesin bir şekilde ayırmak
oldukça zordur. Kanaatimize göre İslâm’da ilk tefsir çalışmalarının rivayet
şeklinde başlaması böyle bir ayırıma yol açmıştır. Diğer taraftan İslâm
toplumunun genişlemesi ile sosyal değişime uğraması sonucu, dirayet tefsir
metodu ile Kur’an’ı anlamaya çalışma ihtiyacı doğmuştur. Bu sebepten Kur’an’ın
güncelliği ve bütün zamanlara dair sözünün olması ve meydana gelen hadiseler
ışığında yorumlanması için bunun böyle olması gerekmektedir.
İlk dönem
tefsirlere bakıldığında görülecektir ki, bunlar bizim bugünkü tefsir
anlayışımızdan çok uzaktır. İbn Abbas, Abdullah İbn Mes’ud ve Ali İbn Ebî Talha
gibi zatlar, tefsir kelimesinin Arapça’daki sözlük anlamı ile Kurân’ı tefsir
etmişlerdir. Zira "tefsir", “açıklamak” veya “kapalı bir şeyi açmak”
anlamındadır. Bu kelimenin “yorumlamak” gibi yeni anlamlar kazanması daha
sonraki devirlerde yapılan tefsir çalışmalarının etkisi ile olmuştur.
Aslında her
"tefsir" bir yeni yorumu gerektirir. Onun içindir ki, daha henüz bazı
sahabeler hayatta iken dirayet tefsirleri yapılmaya başlanmış ve tefsir
anlayışının bugünkü şeklini alması daha sonraki dönemlere denk gelir. Tefsir tarihinde
bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir
usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet-dirayet ikilemi içerisinde cereyan
etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki ana başlık altında
değerlendirmek mümkün gözükmektedir.
Tefsir usulünde
nazarî yaklaşım eksikliği pek az hissedildiği için müfessirler bu yöne pek
gereği gibi eğilmemişlerdir. Ancak bugün bu eksiklik daha belirgin bir şekilde
hissedilmekte ve bu durumla ilgili sorular Müslümanları uğraştırmaktadır. Bu
sorulardan birisi de Kuran’ın bütünlüğü meselesidir. Bütün müfessirlerin
üzerinde mutabakata vardıkları bir noktaya henüz ulaşamamışlardır. Bundan
dolayıdır ki bazı bilginler “bütünlük” denince bundan sadece “Kur’an’ın bir
bütün olarak kabul edilmesi gerektiğini” anlamışlardır. Bu zaten zahir olan bir
gerçektir. Kur’an’ın bir kısmını alıp veya belli bir kaç ayetini göz önünde
tutup diğer kısımlarını dikkate almamak, Kur’an’ın kendi içinde çelişki
doğurabilir. O halde böyle bir bütünlük anlayışı üzerinde durmak var olanı
tekrardan ibaret olur.
Bizler Rivayet-dirayet
tefsirlerinde Kur’an’ın bütünlüğü meselesini üç açıdan değerlendireceğiz.
Birinci olarak “Muttasıl Bütünlük” diyebileceğimiz yaklaşımdır ki, bu bakış
açısından bir ayeti başka ayetlerle açıklamaktır. Böylece iki veya daha fazla
ayet arasında görünüşte bir çelişki veya uyumsuzluk varsa, diğer ayetlerin
yardımı ile bunlar giderilme yoluna gidilir. Müşkilü’l-Kur’an diyebileceğimiz
bu durum ayetlerin ilk bakışta bir sorun gibi algılanması neticesinde onu
açıklayan diğer ayetlerle onun kapalılığını gidermektir. Muttasıl bütünlüğün en
önemli yönü nâsih ve mensuh ayetlerin, bir tek konu gibi ele alınıp
incelenmesidir. Konulara bir bütün olarak bakıp meseleyi toptan bir bakış
açısıyla görebilme incelenen konunun daha etraflıca anlaşılmasına sonsuz katkı
sağlayacaktır.
İkinci olarak
ele alacağımız konu “Münfasıl Bütünlük” olarak tabir edilebilir. Bu şu
demektir. Belli bir fikrin bir ayet etrafında; fakat diğer ayetlere de müracaat
edilerek geliştirilmesidir. Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu nazarî
bütünlüğün, bu yaklaşıma biraz benzemesidir. Munfasıl bütünlüğün önemi son
yüzyıllarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu tür bütünlüğü rivayet tefsirlerinde
görmemiz mümkün değildir. Ancak her dirayet tefsiri de bunu başarılı bir ölçüde
uygulayamamıştır. Bunun sebebi ise, yorumların tek bir ayet etrafında
geliştirilmesidir. Her ne kadar bu yaklaşımda bir çok ayetlere müracaat
edilirse de asıl gaye tefsiri yapılmakta olan ayetin açıklanmasıdır. Yoksa
ileri atılan yeni yorum veya fikri, Kur’an çerçevesinde açıklama endişesi
yoktur.
Bilgide bütünlük
meselesini ele alırken değinmemiz gereken diğer bir konu da “Nazarî Bütünlüktür.”
Bu sistemde Kur’an’ın konuları esas alınır. Böylece alışılmış tefsir usulü olan
Kur’an’ı ayet ayet surelerdeki sıralarına göre tefsir etme artık geçerliliğini
yitirmiştir. Kur’an’ı tefsir ederken ayet ayet sure sure sıralarına göre tefsir
etme belki Kur’an’ın İlmî olarak incelenmesi açısından faydalı bir yol
olabilir. Ancak belli konularda Kur’an’ın bir bütün olarak görüşünün ne olduğu konusunda
net bir fikir ortaya koyamaz. İşte bu durumda nazarî bütünlüğün önemi ortaya
çıkmaktadır. Çünkü nazarî olarak ve bir bütün halinde yapılan böyle bir
çalışma, Kur’an’ın o konudaki görüşünü
sistemli bir şekilde ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda hem de
yeterli olarak açıklayabilir. İşte günümüzde bilginin daha işlerlik kazanması
adına yapılması gereken bu işleme biz “Nazari Bütünlük” diyoruz. Artık sadece
Tefsir sahasında değil bütün alanlarda uygulanmaktadır. Şimdi de tefsir ilminin
kendisini ilgilendiren diğer sahalarla olan bağlantısını ele almaya
başlayabiliriz.
Tefsir ilmi,
konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki
halindedir. Çünkü Tefsir, Temel İslam Bilimleri’nin en temel kaynağı olan
Kur’ân-ı açıklamaya çalışan bir ilimdir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî
ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir konuma sahiptir. Buna mukabil Tefsir
ilmi de Kur’ân’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden
istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde tefsir
yaparken diğer ilimlerden istifade etmeden bir sonuca varma şansımız
gözükmemektedir. Öncelikle Tefsir Usûlü bilmek gerekmektedir. Ancak aynı
kaynaktan beslenen ve tarihi süreçte ortaya çıkış dönemlerinden itibaren et ve
tırnak gibi birbirinden ayrılmaz halde olan Hadis ve Fıkıh Usûlünü de bilmeye
ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz üzere aynı kaynaktan beslenen
bu ilimlerin birbirine sayısız katkıları vardır.
Sözünü ettiğimiz
durumlarla ilgili olarak Temel İslam
Bilimleri alanında bilginin bütünlüğünden bahsetmek mümkündür. Yani Temel İslam
Bilimlerini bilgi alanları bakımından birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün
olmadığı gibi böyle bir şeye girişmek de doğru değildir. Ancak ilimler;
muhtevaları, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel gelişimlerine bağlı olarak
hiyerarşik bir tasnife tabi tutulurlar. Şimdi biz, Tefsir Usûlü’nün, Hadis ve
Fıkıh Usûlü ile etkileşim içerisinde olduğu noktaları ele almaya çalışacağız.
Şüphesiz her ilmin bir
metodolojisi vardır. Yani herhangi bir ilmin kapsamında ortaya konan şeyler
belirli bir disipline göre ele alınmaktadır. Yani bir söylemin ilmî değerinin
olabilmesi için belirli bir metodolojiye göre ortaya konmuş olması gerekir.
İşte bu şekilde, Fıkıh ve Tefsir ilimlerinin de metodolojik olarak belli
hadleri ve kuralları vardır. Bu hadler ve kurallar Fıkıh Usûlü ve Tefsir Usûlü
isimleri altında ortaya konmuşlardır.
Usûl-ü Fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışırsak
şöyle söyleyebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î
nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri
âmm, kimileri hâss sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil
çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek
araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği
sonucuna varır ve kaidesini koyar: “Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir.”
Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere
uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir"
kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına
hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın
uygulayıcısıdır. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir
ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip
olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap
adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk
uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının
olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Öyleyse diyebiliriz
ki; Fıkıh ilminin ilk başvurduğu kaynağın Kur’ân olması, Kur’ân’dan hüküm
çıkarmak için de Tefsir ilmine ve usulüne ihtiyaç olması daha baştan Tefsir ve
Fıkıh Usûlünü birleştirmektedir.
Aynı şekilde
Tefsir İlminin de Fıkıh Usûlüne ihtiyacı vardır. Çünkü Tefsir, Kur’ân’ı
açıklamak amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla ondaki hükümleri, haramları
helalleri, ortaya koyup Kur’ân muhataplarının kullanımına hazır hale getirmek,
Fıkıh ilmine ve dolayısıyla Fıkıh Usûlü’ne kalmaktadır. Öyleyse diyebiliriz ki;
Fıkıh Tefsirsiz olmaz, Tefsir de Fıkıhsız olmaz.
Fıkıh ve Tefsir Usûlü yukarıda da kısaca
değinildiği üzere kaynakları bakımında Kur’ân noktasında birleşmektedir. Bu
anlamda usûl noktasında da pek çok noktada benzeştikleri, birbirlerine etkileri
ve katkıları olduğu pek tabiidir. Bu noktayı bu iki ilmin tarihi gelişim seyrine
baktığımızda da müşahede etmek mümkündür.
Sonuç olarak; bu
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir
ve Fıkıh birbirine çok yakın olan ve birbirine katkıda bulunan iki ilim
dalıdır.
Tefsir, Kur’ân
ayetlerine açıklama getirirken yararlandığı disiplinlerin belki de en başında
hadis gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey
Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili sözleridir. Aslında bu işin sadece bir
yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri
açıklarken kullandığı bir çok aslî ilim hadis mecmualarıyla rivayet yoluyla
aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir.
Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı
sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş
sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini,
ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte
Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur.
Bütün bu
bilgilerden ortaya çıkmaktadır ki; İslamî ilimler, birlikte bir bütün
oluşturmaktadır. Her ilim bu bütünün bir parçası konumundadır. Kur’ân İslamî
ilimlerin en başta gelen kaynağıdır. Onun gösterdiği hedefe ulaşmak için
Kur’ân’ı konu edinen Tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları
Hz. Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise başvurmak zorundadır.
Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır.
Fıkıh da bu açıklamalarla Kur’ân’ı anlamakta ve diğer kaynaklarla birlikte bir
kaynak olarak kullanmakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere
uygun hükümler üretmektedir. Fıkıh Usûlü de bunun nasıl yapılacağını ortaya
koymaktadır. Öyleyse Kur’ân’a dair söz söyleyecek kimsenin, bu disiplinlerin
tümüne vakıf olması gerekir. Aksi takdirde hataya düşmek kaçınılmaz olacaktır.
Necdet KAHVECİ
Öğr. No:
13922706
TEFSİRDE
BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ
Tefsir
dediğimizde aklımıza ilk etapta iki türlü tefsir gelmektedir; birincisi rivayet
tefsiridir ki, Kur’ân ayetlerine yeni yorumlar getirmekten ziyade bazı
ayetleri, diğer bazı ayetlerle, hadislerle veya Seleften ve özellikle Sahabeden
nakledilmiş rivayetlerle açıklamaktır. Bunun aynı zamanda bir dirayet tefsiri
olduğunu söyleyenler de vardır. İkincisi ise, dirayet tefsiridir. Böyle bir
tefsirde asıl gaye yeni bir yorum sunmaktır. Bu tür tefsirde rivayetlere yer verilirse
de, bunlar sadece önerilen yeni yorumu desteklemek içindir. Görüldüğü gibi
Kur’an’ı anlamada bu iki yaklaşımı birbirinden kesin bir şekilde ayırmak
oldukça zordur. Kanaatimize göre İslâm’da ilk tefsir çalışmalarının rivayet
şeklinde başlaması böyle bir ayırıma yol açmıştır. Diğer taraftan İslâm
toplumunun genişlemesi ile sosyal değişime uğraması sonucu, dirayet tefsir
metodu ile Kur’an’ı anlamaya çalışma ihtiyacı doğmuştur. Bu sebepten Kur’an’ın
güncelliği ve bütün zamanlara dair sözünün olması ve meydana gelen hadiseler
ışığında yorumlanması için bunun böyle olması gerekmektedir.
İlk dönem
tefsirlere bakıldığında görülecektir ki, bunlar bizim bugünkü tefsir
anlayışımızdan çok uzaktır. İbn Abbas, Abdullah İbn Mes’ud ve Ali İbn Ebî Talha
gibi zatlar, tefsir kelimesinin Arapça’daki sözlük anlamı ile Kurân’ı tefsir
etmişlerdir. Zira "tefsir", “açıklamak” veya “kapalı bir şeyi açmak”
anlamındadır. Bu kelimenin “yorumlamak” gibi yeni anlamlar kazanması daha
sonraki devirlerde yapılan tefsir çalışmalarının etkisi ile olmuştur.
Aslında her
"tefsir" bir yeni yorumu gerektirir. Onun içindir ki, daha henüz bazı
sahabeler hayatta iken dirayet tefsirleri yapılmaya başlanmış ve tefsir
anlayışının bugünkü şeklini alması daha sonraki dönemlere denk gelir. Tefsir tarihinde
bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir
usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet-dirayet ikilemi içerisinde cereyan
etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki ana başlık altında
değerlendirmek mümkün gözükmektedir.
Tefsir usulünde
nazarî yaklaşım eksikliği pek az hissedildiği için müfessirler bu yöne pek
gereği gibi eğilmemişlerdir. Ancak bugün bu eksiklik daha belirgin bir şekilde
hissedilmekte ve bu durumla ilgili sorular Müslümanları uğraştırmaktadır. Bu
sorulardan birisi de Kuran’ın bütünlüğü meselesidir. Bütün müfessirlerin
üzerinde mutabakata vardıkları bir noktaya henüz ulaşamamışlardır. Bundan
dolayıdır ki bazı bilginler “bütünlük” denince bundan sadece “Kur’an’ın bir
bütün olarak kabul edilmesi gerektiğini” anlamışlardır. Bu zaten zahir olan bir
gerçektir. Kur’an’ın bir kısmını alıp veya belli bir kaç ayetini göz önünde
tutup diğer kısımlarını dikkate almamak, Kur’an’ın kendi içinde çelişki
doğurabilir. O halde böyle bir bütünlük anlayışı üzerinde durmak var olanı
tekrardan ibaret olur.
Bizler Rivayet-dirayet
tefsirlerinde Kur’an’ın bütünlüğü meselesini üç açıdan değerlendireceğiz.
Birinci olarak “Muttasıl Bütünlük” diyebileceğimiz yaklaşımdır ki, bu bakış
açısından bir ayeti başka ayetlerle açıklamaktır. Böylece iki veya daha fazla
ayet arasında görünüşte bir çelişki veya uyumsuzluk varsa, diğer ayetlerin
yardımı ile bunlar giderilme yoluna gidilir. Müşkilü’l-Kur’an diyebileceğimiz
bu durum ayetlerin ilk bakışta bir sorun gibi algılanması neticesinde onu
açıklayan diğer ayetlerle onun kapalılığını gidermektir. Muttasıl bütünlüğün en
önemli yönü nâsih ve mensuh ayetlerin, bir tek konu gibi ele alınıp
incelenmesidir. Konulara bir bütün olarak bakıp meseleyi toptan bir bakış
açısıyla görebilme incelenen konunun daha etraflıca anlaşılmasına sonsuz katkı
sağlayacaktır.
İkinci olarak
ele alacağımız konu “Münfasıl Bütünlük” olarak tabir edilebilir. Bu şu
demektir. Belli bir fikrin bir ayet etrafında; fakat diğer ayetlere de müracaat
edilerek geliştirilmesidir. Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu nazarî
bütünlüğün, bu yaklaşıma biraz benzemesidir. Munfasıl bütünlüğün önemi son
yüzyıllarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu tür bütünlüğü rivayet tefsirlerinde
görmemiz mümkün değildir. Ancak her dirayet tefsiri de bunu başarılı bir ölçüde
uygulayamamıştır. Bunun sebebi ise, yorumların tek bir ayet etrafında
geliştirilmesidir. Her ne kadar bu yaklaşımda bir çok ayetlere müracaat
edilirse de asıl gaye tefsiri yapılmakta olan ayetin açıklanmasıdır. Yoksa
ileri atılan yeni yorum veya fikri, Kur’an çerçevesinde açıklama endişesi
yoktur.
Bilgide bütünlük
meselesini ele alırken değinmemiz gereken diğer bir konu da “Nazarî Bütünlüktür.”
Bu sistemde Kur’an’ın konuları esas alınır. Böylece alışılmış tefsir usulü olan
Kur’an’ı ayet ayet surelerdeki sıralarına göre tefsir etme artık geçerliliğini
yitirmiştir. Kur’an’ı tefsir ederken ayet ayet sure sure sıralarına göre tefsir
etme belki Kur’an’ın İlmî olarak incelenmesi açısından faydalı bir yol
olabilir. Ancak belli konularda Kur’an’ın bir bütün olarak görüşünün ne olduğu konusunda
net bir fikir ortaya koyamaz. İşte bu durumda nazarî bütünlüğün önemi ortaya
çıkmaktadır. Çünkü nazarî olarak ve bir bütün halinde yapılan böyle bir
çalışma, Kur’an’ın o konudaki görüşünü
sistemli bir şekilde ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda hem de
yeterli olarak açıklayabilir. İşte günümüzde bilginin daha işlerlik kazanması
adına yapılması gereken bu işleme biz “Nazari Bütünlük” diyoruz. Artık sadece
Tefsir sahasında değil bütün alanlarda uygulanmaktadır. Şimdi de tefsir ilminin
kendisini ilgilendiren diğer sahalarla olan bağlantısını ele almaya
başlayabiliriz.
Tefsir ilmi,
konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki
halindedir. Çünkü Tefsir, Temel İslam Bilimleri’nin en temel kaynağı olan
Kur’ân-ı açıklamaya çalışan bir ilimdir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî
ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir konuma sahiptir. Buna mukabil Tefsir
ilmi de Kur’ân’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden
istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde tefsir
yaparken diğer ilimlerden istifade etmeden bir sonuca varma şansımız
gözükmemektedir. Öncelikle Tefsir Usûlü bilmek gerekmektedir. Ancak aynı
kaynaktan beslenen ve tarihi süreçte ortaya çıkış dönemlerinden itibaren et ve
tırnak gibi birbirinden ayrılmaz halde olan Hadis ve Fıkıh Usûlünü de bilmeye
ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz üzere aynı kaynaktan beslenen
bu ilimlerin birbirine sayısız katkıları vardır.
Sözünü ettiğimiz
durumlarla ilgili olarak Temel İslam
Bilimleri alanında bilginin bütünlüğünden bahsetmek mümkündür. Yani Temel İslam
Bilimlerini bilgi alanları bakımından birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün
olmadığı gibi böyle bir şeye girişmek de doğru değildir. Ancak ilimler;
muhtevaları, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel gelişimlerine bağlı olarak
hiyerarşik bir tasnife tabi tutulurlar. Şimdi biz, Tefsir Usûlü’nün, Hadis ve
Fıkıh Usûlü ile etkileşim içerisinde olduğu noktaları ele almaya çalışacağız.
Şüphesiz her ilmin bir
metodolojisi vardır. Yani herhangi bir ilmin kapsamında ortaya konan şeyler
belirli bir disipline göre ele alınmaktadır. Yani bir söylemin ilmî değerinin
olabilmesi için belirli bir metodolojiye göre ortaya konmuş olması gerekir.
İşte bu şekilde, Fıkıh ve Tefsir ilimlerinin de metodolojik olarak belli
hadleri ve kuralları vardır. Bu hadler ve kurallar Fıkıh Usûlü ve Tefsir Usûlü
isimleri altında ortaya konmuşlardır.
Usûl-ü Fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışırsak
şöyle söyleyebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î
nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri
âmm, kimileri hâss sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil
çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek
araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği
sonucuna varır ve kaidesini koyar: “Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir.”
Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere
uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir"
kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına
hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın
uygulayıcısıdır. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir
ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip
olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap
adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk
uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının
olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Öyleyse diyebiliriz
ki; Fıkıh ilminin ilk başvurduğu kaynağın Kur’ân olması, Kur’ân’dan hüküm
çıkarmak için de Tefsir ilmine ve usulüne ihtiyaç olması daha baştan Tefsir ve
Fıkıh Usûlünü birleştirmektedir.
Aynı şekilde
Tefsir İlminin de Fıkıh Usûlüne ihtiyacı vardır. Çünkü Tefsir, Kur’ân’ı
açıklamak amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla ondaki hükümleri, haramları
helalleri, ortaya koyup Kur’ân muhataplarının kullanımına hazır hale getirmek,
Fıkıh ilmine ve dolayısıyla Fıkıh Usûlü’ne kalmaktadır. Öyleyse diyebiliriz ki;
Fıkıh Tefsirsiz olmaz, Tefsir de Fıkıhsız olmaz.
Fıkıh ve Tefsir Usûlü yukarıda da kısaca
değinildiği üzere kaynakları bakımında Kur’ân noktasında birleşmektedir. Bu
anlamda usûl noktasında da pek çok noktada benzeştikleri, birbirlerine etkileri
ve katkıları olduğu pek tabiidir. Bu noktayı bu iki ilmin tarihi gelişim seyrine
baktığımızda da müşahede etmek mümkündür.
Sonuç olarak; bu
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir
ve Fıkıh birbirine çok yakın olan ve birbirine katkıda bulunan iki ilim
dalıdır.
Tefsir, Kur’ân
ayetlerine açıklama getirirken yararlandığı disiplinlerin belki de en başında
hadis gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey
Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili sözleridir. Aslında bu işin sadece bir
yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri
açıklarken kullandığı bir çok aslî ilim hadis mecmualarıyla rivayet yoluyla
aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir.
Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı
sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş
sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini,
ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte
Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur.
Bütün bu bilgilerden ortaya çıkmaktadır ki; İslamî ilimler, birlikte bir bütün oluşturmaktadır. Her ilim bu bütünün bir parçası konumundadır. Kur’ân İslamî ilimlerin en başta gelen kaynağıdır. Onun gösterdiği hedefe ulaşmak için Kur’ân’ı konu edinen Tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları Hz. Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise başvurmak zorundadır. Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh da bu açıklamalarla Kur’ân’ı anlamakta ve diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak kullanmakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir. Fıkıh Usûlü de bunun nasıl yapılacağını ortaya koymaktadır. Öyleyse Kur’ân’a dair söz söyleyecek kimsenin, bu disiplinlerin tümüne vakıf olması gerekir. Aksi takdirde hataya düşmek kaçınılmaz olacaktır.
Necdet KAHVECİ
Doktora Öğrencisi
Öğr. No:
13922706
No: 13922722
AHMED ALDYAB
لايمكن فصل تدوين السنة والفقه والتفسير عن بعضها البعض، لأن ظهور هذه العلوم كان مرتبطاً ببعضه، فسؤال الصحابة عن مسائل التفسير تبعه ذكر الحديث، وكنتيجة طبيعية بدأت مسائل الفقه تخرج إلى السطح، لكن لابأس أن نفصل في تدوين كل علم على حده.
بالنسبة لتدوين السنة:
تلقى الصحابة السنة عن رسول الله صلى الله عليه وسلم، فقد كان الحديث مادتهم لفهم القرآن فهو كان السبيل الوحيد لذلك، ومادتهم التطبيقية التي تتعلق بجميع أمور حياتهم. في البداية احتاط الصحابة والتابعين من رواية الحديث وتثبتهم في قبوله بعد عهد الرسول صلى الله عليه وسلم، لقد كان الصحابة حريصين على تلقي الحديث فخافوا أن ينقلوا شيئاً عن الرسول الكريم لم يقله خشية الوقوع في الخطأ، ولذلك التزم الصحابة منهج التقليل في الرواية مع كثرة تحملهم عن الرسول الكريم، فمثلاً نرى أنس بن مالك يقول: لولا أنني أخشى أن أخطئ لحدثتك بأشياء سمعتها من رسول الله الكريم وكان إذا فرغ من الحديث قال: أو كما قال رسول الله، وروي عن عبدالله بن الزبير أنه قال: قلت للزبير بن العوام: مالي لاأسمعك تحدث عن رسول الله صلى الله عيه وسلم كما أسمع من ابن مسعود وفلانٍ وفلانٍ قال: أما إني لم أفارقه منذ أسلمت ولكني سمعت منه كلمة، يقول : من كذب علي متعمداً فليتبوأ مقعده من النار، لذلك في عهد الرسول الكريم لم يكتبوا الحديث خوفاً من الاشتباه بالقرآن على الرغم مما روي عن الرسول الكريم من الترخيص بالكتابة لبعض الصحابة بتدوين الحديث فقد أخرج البخاري في كتاب العلم عن أبي هريرة –رضى الله عنه - : ( ما من الصحابة أكثر حديثاً مني ، إلَّا ما كان من عبدالله بن عمروٍ بن العاص ، فإنه كان يكتب ، ولا أكتبُ )، وأخرج البخاري أيضاً عن ابي هريرة –رضى الله عنه - أنه قال : خطب رسول الله –صلى الله عليه وسلم – في فتح مكة .........إلى أن قال : ( اكتبوا لأبي شاة، لكن في المقابل روي عن السيدة عائشة رضي الله عنها أنها قالت: جمع أبي الحديث عن رسول الله وكان خمسمائة حديث، فبات ليلة يتقلب كثيراً فلما أصبح قال: أي بنية هلمي الأحاديث التي عندك فجئته بها فدعا بنا فحرقها، وعلى هذا النهج سار التابعون الذين تلقوا عن الصحابة ،ولقد زادت كراهية التابعين للكتابة حينما اشتهر بينهم تدوين آرائهم الشخصية إلى جانب الحديث فخافوا الالتباس، ولكن على الرغم من ذلك لانستطيع أن نقول إن الصحابة والتابعين مااشتغلوا بالحديث ولابتدوينه ومن ذلك نرى أن جابر بن سمرة كتب بعض الأحاديث وأرسلها إلى عامر بن أبي وقاص بناء على طلبه (أخرجه مسلم في صحيحه)، وكتب زيد بن أرقم وأرسل بها إلى أنس بن مالك ( أخرجه أحمد في مسنده)، وكان بعض الصحابة يحث تلامذته على كتابة العلم فكان يقول:قيدوا العلم بالكتابة، وكان يقول كنا لانعد من لايقيد علمه بالكتابة علماً، وأياً كان فقد بدأ تدوين السنة في القرن الثاني، لكن في القرن الثالث بدأ التدوين الحقيقي لها وبدأت المصنفات تظهر كمسند الإمام أحمد وابن راهويه وبعض كتب الحديث كمختلف الحديث لابن قتيبة، وبدأت تظهر درجة الاعتناء بالحديث من حيث الصحة والتثبت من كل ماينقلوه ( مراحل تدوين السنة النبوية نشأته وتطوره، مطر الزهراني ) (السنة قبل التدوين، محمد عجاج الخطيب )
بالنسبة لتدوين الفقه
نشأة الفقه مرتبطة ارتباطاً وثيقاً بالسنة والتفسير، فالمسائل الفقهية كانت تُستنتج عن طريق القرآن والحديث، فكل سؤال عن أمر ما كان يستوجب الرجوع إلى القرآن أولاً ثم إلى أقوال الرسول صلى الله عليه وسلم، ولكن على الرغم من ذلك نستطيع أن نلمح بعض المراحل التي مر بها الفقه، ففي عصر النبي الكريم لم يكن للاجتهاد دور في الأحكام فاعتمد الصحابة على مايوجد في القرآن والسنة وإن وجدت بعض الآراء فهي من باب الاسترشاد بأقوال الرسول الكريم، والفقه في هذه المرحلة كان يعتمد على ترسيخ العقيدة ومكارم الأخلاق في بدايته أما فيما بعد عندما أصبح للمسلمين دولة أصبحت الأحكام تميل إلى أمور المعاملات كالبيع والشراء وغيرها، وكانت الأحكام تعتمد على الكتاب والسنة. بعد انتقال الرسول إلى ربه كان الصحابة يتمتعون بشحنة من الرسول الكريم وكانت العقول من الطبيعي أن تجد بعض الاختلاف فيما بينها، لكن هذا الاختلاف كان دفعاً للمفسدة وجلباً للمصلحة، فالمسألة التي لم يجدوا جواباً لها في القرآن وفي أقوال الرسول الكريم كان يحاول بعض الصحابة أن يعطي فيها رأيه تحقيقاً لمصلحة الناس ومن هؤلاء الصحابة نجد سيدنا عمر وعلي وابن عباس، ومما زاد كثرة الآراء الفقهية عدم وصول الكتاب إلى بعض الناس، فكما نعلم أن القرآن جمع في عصر مابعد الرسول الكريم في عهد سيدنا عثمان رضي الله عنه، وبعد هذا العهد عصر الخلفاء الراشدين اتسعت رقعة الدولة الإسلامية وتنوعت أحوال الناس وكثرت المسائل فكثرت الآراء وانقسم الناس إلى مدرستين: مدرسة أهل الحجاز ومدرسة أهل الكوفة، أما مدرسة الحجاز فكانت تحاول أن تأخذ بالقرآن وأقوال الرسول الكريم قدر الإمكان بعكس مدرسة أهل الكوفة التي كانت تتوسع في الآراء وتفترض المسائل التي يمكن أن تقع في المستقبل، وقد اختلف العلماء في تقسيم أدوار الفقه، فبعضهم قسمها بحسب الزمن وبعضهم قسمها بحسب التطور والنضوج( انظر تاريخ التشريع ومراحله الفقهية، عبد الله الطريقي) ( تاريخ الفقه الإسلامي، محمد علي السايس) ( تاريخ التشريع الإسلامي، محمد خضري بك)
بالنسبة لتاريخ التفسير:
التفسير في عهد الرسول الكريم: طبعاً الصحابة كانوا يفهمون القرآن، لكن بسبب اختلاف المواهب والملكات والاطلاع على العلوم المختلفة واللغة العربية ومدى امتلاكهم لهذه اللغة فكانت تصدر بعض الأسئلة من الصحابة للرسول الكريم في حق كلمة أو مسألة في التفسير أو في سبب نزول آية من الآيات، لكن بشكل عام كان الصحابة يفهمون القرآن ويتذوقونه بسليقتهم النظيفة.
التفسير في عهد الصحابة:
التفسير في عهد الصحابة كان يعتمد على تفسير القرآن بالقرآن وأقوال النبي الكريم واستنباطهم وقوة إدراكهم وسماعهم من أهل الكتاب الذين دخلوا في الدين الإسلامي وكان من أشهر الصحابة في التفسير:عبداله بن مسعود و عبد الله بن عباس علي بن أبي طالب وأبي بن كعب وأبو بكر الصديق وعمر بن الخطاب وعثمان بن عفان وغيرهم، وقد تميز تفسير الصحابة باعتماده على الأحاديث المرفوعة إلى الرسول الكريم وهنا نلحظ العلاقة بين الحديث والتفسير.
التفسير في عهد التابعين:
جاء التابعون ونقلوا روايات التفسير عن الصحابة وزادوا فيها ما استنبطوه بأنفسهم وكان التفسير يختلط في الحديث فقد كان غير مرتب وكان التابعون من كل أهل بلد يهتمون برواية ماسمعوه من التفسير عن الصحابي الذي يقيم في بلدهم فاختص المكيون برواية ابن عباس واختص المدنيون برواية أبي بن كعب واختص الكوفيون بوراية ابن مسعود وهذه المدارس الثلاث أهم مدارس التفسير في عهد التابعين.
التفسير فيما بعد التابعين:
وهذا القسم يشمل مراحل متعددة: مرحلة التدوين التي بدأت في النصف الثاني من القرن الهجري والبدء بتدوين الحديث خصوصاً، بدأ التفسير يدون ضمن كتب الحديث خاصة إذ كان يفردله باباً ضمن الأبواب التي تشتمل عليها المدونات الحديثة، ومع انتشار العلوم واستقلال كل علم لوحده أخذ التفسير يدون كعلم مستقل بأسانيده، وبعد مرحلة التدوين بالأسانيد جاءت مرحلة التدوين لكن مع اختصار الأسانيد والاقتصار على ظهور ظاهرتي الوضع والنقل عن الروايات الإسرائيلية وبعد هذه المرحلة أحذ التفسير يأخذ منحى عقلياً وبدأ ترجيح بعض الأقوال على بعض اعتماداً على أشياء كثير منها اللغة العربية والفلسفة والسياقات القرآنية واتخذ هذا منحى مابين القبول والرفض وتنوعت التفاسير فظهر التفسير الذي يعتمد على اللغة، وتفسير يطغى عليه الجانب الفقهي وآخر يحاول أن يعتمد على الجانب الفلسفي، وفي نفس الوقت أخذ التفسير بالمأثور يوازي هذه التفسير. ومن صفات هذه المرحلة بدأت تصانيف كثيرة مهتمة بعلوم القرآن كمجاز القرآن ومفردات القرآن والناسخ والمنسوخ وأسباب النزول وأحكام القرآن، وفي مرحلة عصر النهضة الحديثة بدأت تظهر موضوعات جديدة في مجال التفسير كالتفسير الموضوعي والعلمي للقرآن الكريم.
بعض العلماء حاول أن يقسم المرحلة التي دون فيها التفسير إلى ثلاث خطوات: الخطوة الأولى: كان التفسير يتناقل بالرواية من عهد الرسول صلى الله عليه وسلم إلى عهد التابعين.
الخطوة الثانية: بعد عهد الصحابة والتابعين كان التفسير باباً من الأبواب التي اشتمل عليها الحديث، فلم يفرد تأليف خاص يفسر القرآن سورة سورة وآية آية من مبدئه إلى منتهاه، بل وجد من العلماء من طوف في الأمصار المختلفة ليجمع الحديث، فجمع بجوار الحديث ماروي في الأمصار من تفسير منسوب إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم وإلى الصحابة والتابعين، من هؤلاء: يزيد بن هارون السلمي، وشعبة بن الحجاج، ووكيع بن الجراح وسفيان بن عيينه، فكان جمعهم للحديث جمعاً لباب من أبواب الحديث ولم يكن للتفسير للتفسير على استقلال وانفراد.
الخطوة الثالثة: انفصل فيها التفسير عن الحديث وصار علماً قائماً بنفسه ووضع تفسير لكل آية من القرآن وصدر هذه المرحلة بابن ماجه ثم ابن جرير وابن المنذر وابن أبي حاتم والحاكم.
في النهاية لابد لي أن أشير إلى العلاقة
الوطيدة بين علم الحديث وعلم التفسير، فقد كان المفسرون من الرواة فهم يروون سنته
عموماً، ولم يكن المتقدمون قد أفردوا للمفسرين تراجم خاصة لهذا السبب، وقد كان
المتقدمون من علماء الحديث البصريين بنقد الرجال يفرقون بين الرواة في هذه
المجالات وإن لم يخصوهم بكتب خاصة ولم يقع التخليط في هذا الأمر إلا متأخراً. (
انظر التفسير والمفسرون، محمد حسين الذهبي ) ( مقدمة في
أصول التفسير، أحمد بن عبد الحليم) ( المدخل لتفسير كتاب الله تعالى، صفوان عدنان
داوودي)
Doktora-Güz Dönemi-13922708-Mustafa Kumru
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Din-i mübin-i İslamın nazarında ilim marifetullaha haddini bilerek ermeye,hakkın rahmet kıldığı eşyaya ve alem-ı mahlukata mahkum olmadan merhamet etmeye, Hakkı hak bilib Hakka tabi olmaya batılı batıl bilib batıldan ictinab etmeye salık verir.Hasyetullah ülamayı abidinin klabinde ancak hakkettiği yeri bulur.Bulurda ümürüddünya da zikrullaha, zikrullah aşk-ı habibullahla üsvey-i hasene tedrisatından geçer hesab-ı mahşeri her daim fikreyler. Verdiği basiret ve şecaat ile beşer şaşsa da tevbe eder ecdadı Adem gibi.Şeytan aleyhillane de ilim sahibi idi.Tekasürde Hakkı bulmak ilmin şumulune şamil olamayan ezhana sakil gelir.Bu vesile ile daha önce hiç gitmediği yolda sefere çıkan misafire yol tarifi nasıl yapılacak sa ulumi islamiyedenın şumuline halel gelmiyecek şekliyle mundabit,mücmel,müteyakkız ve dakik olmalıdır.
Emine Nilüfer SEVİN
Birleşik Doktora 13952702
ESBAB-I NÜZÜL I – ÖDEV
1
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Bilginin bütünlüğünü genel olarak,
“bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir
şekilde değişikliğe uğramamış olması durumu” olarak tanımlamak uygun olmaktadır.
Konumuz dahilinde Kur’an-ı Kerim tefsirinde bilginin bütünlüğüne değindiğimizde
ilk önce gereken ilimleri belirlemek gereklidir.
Bunlar;
1. Lügat İlmi
2. Nahiv ve Sarf (Gramer, Dil Bilgisi)
3. Belagat İlmi
4. Kıraat İlmi
5. Kelam İlmi
6. Fıkıh İlmi
7. Tefsir İlmi
8. Hadis İlmi
9. Tarih ve Sosyoloji
Lügat İlmi; Kur'an-ı Kerim Arap dilinde indiğinden onun
manalarını açıklayacak kişinin bu dili iyi bilmesi gerekir. Kelimeler, bazen
ilk akla gelen anlamda değil de, daha farklı anlamlarından birinde kullanılmış
olabilir. Müfessir bu dili iyi bilmelidir ki, kelimelerin hangi manalarda
kullanıldığını daha doğru olarak anlayabilir. Aynı şekilde Nahiv ve Sarf da Kur’an-ı
Kerim’in anlaşılmasında önemli rol oynar. Belagat İlmi; Bir kimsenin, binlerce
edebi sanat ve edebi üslup içeren metni, hiçbir yanlış anlayışa yer vermeyecek
şekilde anlayabilmesi için, hakiki ve mecazi manalar, teşbih, temsil, istiare,
kinaye, te'kid, takdim, te'hir, hazf, icaz, itnab, kasr, iltifat gibi terimlerle
tarif edilen üslup özelliklerine sahip olması gerekir. Kıraat İlmi; bazı
kelimelerin, bizzat Hz. Peygamber sav tarafından tebliğ edilen farklı
okunuşlarını gösteren ilimdir. Kur'an da birçok kelimeler farklı kıraatlerde
okunabilmekte ve bu da manalarda bazı farklılıkların ortaya çıkmasına sebep
olmaktadır. Akaid ve Kelam İlmi; Allah Teala hakkında caiz, vacib ve
imkansız olan sıfatlar, nübüvvet, ahiret gibi konulardaki doğru inanç esasları,
bütün ayet ve hadisleri birlikte değerlendirdikten sonra bu ilim dalı
tarafından ortaya konulmuştur. Usul-i Fıkh İlmi; ayetlerden dini
hükümlerin nasıl çıkarılacağına dair kuralları bildiren ilimdir. Kavramların
mücmel (toplu halde, özet), mufassal (detaylı), umum, husus (genel veya
sınırlandırılmış anlam), mutlak (herhangi bir sınırla sınırlandırılmamış ve
dolayısıyla çok mana ve vecihlere ihtimali bulunan), mukayyed, mensuh, müevvel
(tevil edilmiş) vb. olup olmaması konusunda yol gösterir. Usul-i Tefsir İlmi; ayetlerin
hangi ortamlarda indirildiğini bildiren Esbab-ı Nüzul, bazı ayetler arasında
yanlış yere var sanılan çelişkileri çözüm gideren Mekki-Medeni,
Muhkem-Müteşabih, huruf-i mukatta'a, Nasih-Mensuh, Kur'an kıssaları, Kur'an meselleri
gibi birçok konuyu içeren Kur'an ilminin adıdır. Usul-i Hadis ve Hadis İlmi; Hz.
Peygamber'den nakledilen ve Kur'an'ı açıklayıcı mahiyette olan hadislerden
bilgi edinmeyi sağlar. Tarih ve Sosyoloji İlmi; beşer
toplumlarının maruz kaldıkları durumları konu edinen ilimlerdir.
Yukarıda açıklanan ilimler dahilin de bir bilginin öğrenilmesinde,
açıklanmasında diğer ilim dallarının da etkisi olup daima bu ilimler
çerçevesinde çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Nazım Çetin, Yüksek
Lisans.
05.01.2014
Öğrenci No: 12912769
Bilgi Bütünlüğü
Bilgi Bütünlüğü bilginin saklanması veya
iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış
olması durumudur. Bilginin saklanması veya açık/kapalı iletişim ağlarından
iletimi sırasında içerik açısından herhangi bir değişime uğratılmamış olması,
özgün halinde korunmasıdır.
Bilgi Bütünlüğü: Bir
konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım olan bilgi şümulüdür. Ayrıca
bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde
değişikliğe uğramamış olması durumudur.
İslâmî terminolojide genel olarak el-ilm ve el-ma'rife terimleriyle
ifade edilen bilgi daha ziyade bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki
ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak
anlaşılmıştır.
İlim devam etmekte olan bir süreçtir.
Geçmişi, anı ve geleceği vardır. Bu bakımdan onu bu bütünlük içinde ele almak
lazım. Konusu Allah’ın kelamı olan Kur’an
ve onun lafızlarından murad edilen manayı bulup ortaya çıkarmak olduğu
için “ Eşrefu’l ulum” diye nitelenen
tefsir de böyle bir bütünlüğe sahiptir.
Kur’an,
insanlık tarihinde en önemli medeniyetlerden biri olan İslam kültür be
medeniyetinin temel kaynağıdır. Kur’an ilmin insan için bir şeref vesilesi
olduğunu söylemektedir.[1]
Öncelikle Kur’an’a göre ilmin ne
olduğuna bir bakalım. Kur’an vahye ilim demektedir.[2] Hz.
Peygamber’e şöyle dua etmesini
söylemektedir ; “ Deki : Rabbim ilmimimi artır.”[3]Bütün
bunlar İslam’ın ilme, bilgiye ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
Sahabe-i Kiram Kur’an ve vahiy sevdalısı
kimselerdi. Aynı şekilde onlar Hz.
Peygamber’e de büyük bir muhabbetle
bağlıydılar. Vahiy onların hayatının bir parçası idi. Vahye bu kadar
bağlılıkları onların hayatını değiştirdi. Vahiy geldikçe hayatları anlam
kazanıyordu. Hatta gelen vahyi kaçırmamak için hane-i saadette nöbet tutuyorlardı.
Şu
olay, Sahabe’nin Kur’an sevgisini bizlere güzel bir şekilde anlatmaktadır: Hz.
Peygamber daha yeni ebedî âleme irtihal etmişti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’le
birlikte Ümmü Eymen’in ziyaretine gitmişlerdi. Yanına vardıklarında bu yaşlı
kadın ağlıyordu. Onu bu halde görünce
“Niçin ağlıyorsun, Allah’ın Rasûlü’nün Allah katında ereceği mükâfatın
daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun? Diyerek onu teselli etmek istediler.
Bunun üzerine vahiy sevdalısı bu kadıncağızın dilinden şu sözler döküldü: “ Bilmez
olur muyum? Elbette ki Allah’ın elçisi, sonsuz güzelliklere ve yüceliklere
ermiştir. Ben onun ölümüne değil, onun ölümüyle vahyin kesilmesine ağlıyorum.”
Bu söz onları da hüzünlendirdi ve onlar da ağlamaya başladılar.[4]
Şu
ayet , ashabın vahiy karşısındaki durumunu
münafıklarla mukayeseli bir şekilde anlatmaktadır: “ Yeni bir sure
indirildiğinde münafıklardan bazıları; ‘ Bu inen kısım hanginizin imanını
artırdı acaba? diterekvahyi küçümserler. Fakat mü’minlere gelince, bu, onların
imanını ve sebatını artırır, sevinip birbirlerini müjdelerler.’[5]
Kur’an, ilk Müslümanların
karşılaştığı engeller, muhaliflerle yaptıkları savaşlar ve İslam davetinin
geçirdiği aşamalarla ilgili bizlere önemli tespit ve uyarılarda bulunur. Bütün
bu anlatımlarda Kur’an’ın kalplere işleyen ve vicdanları harekete geçiren bir
anlatım tarzı vardır. Dolayısıyla bunlarda esas olan tarihi bir hadisenin
nakledilmesi değildir. Aksine bütün çağ ve dönemlerde yaşayan müminlere yönelik
ikaz ve ibretler söz konusudur.Hadiselerin ötesinde gizlenmiş bulunan değerler
ortaya konuluyor ve böylece insana çıkarması gereken dersler hatırlatılıyor.
Müminlerin savaş atmosferinde
yaşadıkları iç çalkantılar , imani hayatlarındaki teslimiyet veya
gevşeklikler, işte bütün bunlar ayetlerde
tasvir edilmektedir. Böylece nesiller boyunca insanın karşılaşacağı
benzer zorluklar, psikolojik gelgitler karşısında izleyeceği yol ve
yöntemler ortaya konmaktadır.
Bilgi Bütünlüğünü Kur’an
açısından ele aldığımızda vahyin nazil olduğu sosyolojik ortam, toplumsal yapı,
o dönemde yaşayan insanların psikolojik durumları, ayetlerin sebebi nüzûlleri, ayetlerin bize
ulaştırılması esnasındaki nakil durumu, ayetleri Hz. Peygamber (s.a)değerlendirilmesi,
ayetleri sahabenin değerlendirilmesi, ayetlerin hadislerle birlikte değerlendirilmesi, bizden önce yaşamış olan
alimlerimizin ayetleri değerlendirmeleri ve bu hususta göz önünde
bulundurulması gereken her şeyin bir bütün halinde değerlendirilmesidir.
Günümüzde tefsir ve
müfessir için çok muazzam bir birikim, malzeme ve kaynak bolluğu mevcuttur. Bu
hazine en güzel şekilde tümü birlikte değerlendirilmelidir.Tefsirin
salt bir rivayet, nakilcilik ve hikaye etme olmayıp, yorumlama; Kur’an’ın lafız
ve manaları üzerinde, muteber yöntemlerle kafa yorma, görüşler ve öneriler
üretme, “tedebbür”, “ta’akkul” ve
“tezekkür”de bulunma anlamlarını kapsadığından haraketle, kendi
çağımızın ihtiyaç ve meselelerini, onların
ibare ve terkiplerini tekrarlamakla değil, ama, onların sorun çözücü ,
dinamik yöntemlerinden ilham alarak karşılama yoluna girmeliyiz.[6]
[1] Bakara; 2/31.
[2] Bakara; 2/120.
[3] Taha; 20/114.
[4] Müslim, Fedâilü’s-sahabe, 103.
[5] Tevbe; 9/124.
[6] Roger Garaudy, 20.yy Biyografisi,çev.A.Zeki Ünal, Fecr Yayınları,1989,s.292.
11952751
İslami Bilimlerde Bilgi bütünlüğü
11952751
İslami Bilimlerde Bilgi bütünlüğü
İslam dini bilgiye çok önem veren bir dinidir. İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’ an ve Sünnet’ e baktığımızda bunu çok rahat anlayabiliriz . Kur’an’ı Kerim’de ilimle ilğili 700 civarında ayet vardır . Her on ayetten biri ilimden bahsetmektedir . Ümmi bir peygambere okuma yazmanın dahi genel olarak bilinmediği bir dönemde bu ayetlerin nazil olduğu düşünülürse gerçekten manidardır . Günümüz Mü’minleri içinde sorgulanması gerekn bir durumdur .
Bilgi ve bütünlük kelimelerinin anlamları : Bilgi genelde bilen insan ile bilinen şey ( nesne ) arasındaki ilişki olarak tanımlanmaktadır . Dış dünyada milyarlarca şeyin varlığını beş duyumuzla anlarız . İşte dış dünyadaki varlıkların zihnimizde bıraktığı ize bilgi adını vermekteyiz . [1] Bütünlük kelimesi ‘’ tam , eksiksiz , parçalanmamış ,parçalandığında hüviyeti değişen bir takım niceliklerin toplamı anlamını ifade eden ‘’ bütün kelimesinden türemiştir . Bütünlük sözcüğü bütün olma hali ve bütün varlıkları kapsayan ve düşünülen şeyleri kaplayan anlamındadır [2]
İslam’da bilgi bütünlüğü ifadesi ile kastettiğimiz ise şudur : islam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, fıkıh kelam vb..gibi farklı alanlara ve branşlara ayrılsa da , öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır . Adeta aynı kaynaktan doğup ta zeminsel şartlardan dolayı farklı yataklarda akan akarsu ; aynı kökten yetişip te farklı şekil ve konum alan ağaç dalları gibidirler .
İslam ‘ ın kendi özünden doğan ve kendine özğü olan bilimleri vardır ki müslümanların anlamlı varoluşlarının gereği olarak, konusu amacı ve yöntemi dogrudan İslam’ ı yaşamaya ve anlamaya yönelik , bizzat müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ilmi faaliyetlerin ve ilmi disiplinlerin tamamına islami bilimler denir [3]
Biz bu yazımızı İslam’da bütün bilgi ve esasların kendinden doğduğu ve bilgi bütünlüğünün de esasını oluşturan üç temel kaynağı ve onlardan bilim dallarının doğuşunu esas olarak sürdüreceğiz .
İslam’da bilginin kaynağı Kur’an , Sünnet ve akıl olmak üyere üç tanedir .
İlahi kaynak ( Kur’an) :
Beşeri kaynak ( akıl )
Hem ilahi hemde beşeri yönü bulunan kaynak ( Sünnet )
İlahi kaynak ( Kur’an) : Aynı zamanda vahye dayalı kaynak da diyebileceğimiz Kur’an İslam’ın en temel kaynağıdır .’’ İslamiyet içersinde gelişen bütün bilimler Kur’an’ı merkeze alarak , O’nun çevresinde O’na göre gelişmişlerdir ‘’[4]. Bu dogal bir durumdur çünkü Kur’an ilahi kökenli olması , vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartışılmaz .
Beşeri kaynak ( akıl ) : İslam’da insan faliyetlerine dayanan bir bilgi kaynağı da vardır ki bu akıldır . Aklın İslam’da hem dini hem de hukuki konularda önemli bir yeri vardır . Kur’an’da akletmeyi tavsiye eden bir çok ayeti kerime de vardır . [5] ’’ Kur’an vahyi aklın üstünde bir bilgi kaynağı olarak görmektedir . Fakat aynı zamanda vahiy yoluyla konulan esasların doğruluğunun ancak akıl aracılığıyla muhakeme edilebileceğini söylemektedir . Bu sebeple tekrar tekrar akıldan bahsederek akli yeteneklerinden yararlanmayanları kötülemektedir.[6] İslam’ın koyduğu esaslar yine akıl ile anlaşılabileceğine göre vahiy ve akıl yanyana yürüyen ve birbirini tamamlayan bir bütünün iki parçasıdır.’’[7]
Beşeri kaynaklar ise İcma( ictihad) ve kıyas olmak üzere ikiye ayrılır .
İcma : İcma Istılahi (terimsel) anlamda ‘’ Hz. Peygamberin vefatından sonra herhangi bir devirde alimlerin , dini bir meselenin hükmü hakkında ittifak etmeleri anlamına gelir ’’ [8] Kur’an’da ve sünnette hakkında hüküm bulunmayan konuların çözülebilmesi için Kur’an ve sünnet icma’ı İslam’ın üçüncü kaynağı olarak kabul eder [9]
İctihad : İcma’ın ferdi kişisel boyutunu oluşturan ictihad da bir kaynak olarak kabul edilmiştir. Fıkhi bir terim olarak ise , fakihin tafsili delillerden şer’i ,ameli hükümleri çıkarmak için bütün imkanını harcaması mansına gelir . ictihadla sabit olan hükümler alimin kendi gayreti ile elde ettıği görüşler olduğu için kesinlik ifade etmez . Her ictihad kendi devri ve şartları içinde doğru sayılır. [10]
Kıyas : hakkında nass bulunmayan bir meseleye , aralarındaki ortak illet sebebiyle hakkında nass bulunan bir meselenin hükmünü vermektir . Pezdevi şeriatın asıllarının kitap , sünnet ve icma olmak üzere üç tane olduğunu dördüncü aslın ise , bu ilk üçünden hüküm çıkarsayan kıyas olduğunu belirtmektedir . [11] İslam’da beşeri kaynak olan icma ve kıyasın yanında yardımcı kaynak diyebileceğimiz ; istihsan , istishab maslahatı mürsele , sahabe kavli, örf , seddi zerai Şer’ u men kablena kaynakları vardır ki konumuzu uzatmamak adına bunların tafsılatına girmeyecegiz .
3) Hem ilahi hem de beşeri yönü bulunan kaynak ( Sünnet ) : sünnet ıstılahta
Hz peygamberden sadır olan söz, fiil ve takrirlerle O’na ait sıfatlara denir. Bu manada sünnet hadisi nebevi ile eş anlamlıdır . Klasik kaynaklarda sünnet ilahi kaynaklı bilgi olarak , modern dönemde ise beşeri kaynaklı bilgi olarak ele alınırken [12] biz her iki yaklaşımdan farklı olarak üçüncü bir başlık altında hem ilahi hem de beşeri kaynaklı bilgi katagorisinde ele aldık . Kur’an’ı Kerim Peygamberimizi hem beşer hem de vahiy alan bir rasül olarak nitelemektedir [13] Şah veliyullah dihlevi ( ö .1176/1763) nübüvvet ve risaletin mahiyeti açısından Hz peygamberden bilgileri iki kısma ayırır .
Hz. Peygamberin risalet görevi ile ilgili insanlığa tebliğ etmekle sorumlu olduğu hususlar . Kur’an bunların başında gelir Hukuk , ibadet ve ahlakın ana ilkeleri de bu kısma girer . Yine Kur’an dışında ahiret alemi ile ilgili bilgiler ( Acaıbul melekut ) de bu türdendir .
Risalet alanına girmeyen , tebliğ etmekle sorumlu olmadığı , tıb ve zıraatla ilgili sözlerini , özel fetva ve yargılarını , geçici bir maslahat ve menfaate sebep olan şeylere dayanarak söylediklerini ve yaptıklarını bu ikinci katagoride değerlendirir . [14]
Peygamber efendimizden sadır olan her şeyin vahiy mahsülü olduğunu söylemek , Kur’an ‘da ifade edilen beşeri yönüne ters düşerken ; O’ndan gelen Kur’an dışındaki her sözü beşeri olarak nitelemek , başta Cibril hadisi olmak üzere Peygamberimizin Vahye dayandırdığı bilgilere ters düşmektedir . dolayısıyla bu şekilde ilahi ve beşeri boyutu bir arada barındıran tasnifin daha isabetli olacağına karar verdik . [15]
Sünetin daha iyi anlaşılması için kısaca peygamberlik kurumunun önemine değinmek istiyorum . Peygamberlik , dinin temel esaslarının en güvenilir kaynağı olan vahyin bize ulaşmasına aracılık etmesi bakımından dinin en önemli kurumudur . peygamberlik yok sayıldığı takdirde din diye bir kurum ortada kalmaz . zira ilahi dinin tamamı haberden ibarettir ve bu haberi de peygamber getirmektedir . dolayısıyla haberin varlığı ve güvenilirliği peygamberin varlığına güvenilirliğine bağlıdır . bunlardan birinin eksik olması doğrudan habere yansır … nitekim İslam’dan önceki semavi dinlerde ki bozulma , peygamberlik kurumunun tahribiyle başlamıştır. [16] konumuzla doğrudan alakası olamamakla beraber ilahiyat sahasında çalışan herkesin dikkat etmesi gerektiği kanaatiyle bu kısmı buraya eklemiş bulunmaktayız .
İslam ‘da bilgi bütünlüğünün temelini oluşturan kaynaklar zikredildikten sonra aynı köke sahip olan İslami bilimlerin bu kökten farklı dallara ayrılış sürüvenine değineceğiz. Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti . Hatta cemel ve sııfın gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tabiilerdi ki çoğu mevali idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı. ‘’ [17]
İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıun efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtıhada yani bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[18]
’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marife şamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[19] İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.
Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başladı.
Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi ise bilgiyi işleyen olarak bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum
İlk dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrımamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu . Yani sahıslarda bilgi bütünlüğüne sahiplerdi. Gerek hadis,gerek tefsir gerekse fıkıh tarihine baktığımız zaman bu ilimlerin duayenlerinin , aynı şahıslar olduğu hemn dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b.Mes’ud ‘un hayatına baktığımız zaman ‘’ Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle Kur’an .tefsir ,kıraat,hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmış ‘’[20] biri olark anıldığını görürüz . Abdullah b.Abbas başta olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz içinde durum farklı değildir.
Netice itibariyle islami ilimler birbiriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bu bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir . Hocamızında ısrarla üzerinde durduğu üzere ,ilahiyat sahasında yapılan çalışmalarda bu bütünlük göz ardı edilirse yapılan çalışmanın bir yönünün eksik kalacağı unutulmamalıdır .
[1] İslam Bilimlerinde Yöntem , Ünıte 1 , S . 5
[2] Prof. Dr. Ahmet Nedim Serinsu , Kur’an ve Bağlam , S. 205
[3] İslam Bilimlerinde Yöntem , Ünıte 2 , S . 35
[4] İslam Bilimlerinde Yöntem , Ünıte 3 , S . 86
[5] Bkn. Bakara, 44,73,75, 164, 242, Al-i İmran 65,118, En’am , 32 ……
[6] Nisa , 83
[7] İslam Dininin Temel Kaynakları. , Ünite 16, S. 280
[8][8] Dini Kavramlar sözlüğü .DiB yayınları S. 291
[9] Nisa ,115
[10] Dini Kavramlar sözlüğü .DiB yayınları S. 292
[11] Dini Kavramlar sözlüğü .DiB yayınları S. 292
[12] Örenk olarak Bkn İslam Bilimlerinde Yöntem , Ünıte 3 , S . 86
[13] İsra , 93
[14] İslam Dininin Temel Kaynakları. , Ünite8 , S. 132
[15] Böyle bir tasnife gitmemize , şu an ki diyanet işleri başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez hocamızın ‘’ İslam Dinin Temel Kaynakları , ünite 8. S 127-144 ‘’ yazısı etkili omuştur .
[16] Geniş bilgi için Bkn . cafer Çağdaş , vahyi anlama ve uygulamada peygamberimizin rolü, Diyanet ilmi Dergi , Hz Muhammed özel sayı 2000 ,
[17] Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 , Fecr yayınları , Ankara 2010
[18] Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ? Klasik yayınları , İstanbul 2008
[19] Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010
[20] Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 73 , Fecr yayınları , Ankara 2010
Nüzul ortamında Hz. Peygamber ve Ashabı’nın Kur’an’ı anlama sorunlarının
çok olmadığı açıktır. Nitekim vahiy, çoğu zaman, onların durumuna göre gelmiştir.
Vahiy sonrası ashabın vahiy doğrultusunda davranış değişikliği göstermesi bunun
doğruluğunun kanıtıdır. Tabiin ve özellikle tebe-i tabiin döneminden itibaren
Kur’an üzerinde ve rivayetleri üzerinde çalışmalar yapılmaya, eserler tedvin
edilmeye başlanınca artık Kur’an merkezli (veya böyle bir iddiayla) pek çok
ilim belirmeye başlamış, gittikçe de bu ilimlerin sayısı artmıştır. Her bir
ilim dalı da Kur’an’ı daha iyi anlama amacı ile ortaya çıkmıştır.
Kur’an merkezli ilim dallarının birbirlerinden bağımsız,
habersiz bir şekilde çalışma yapmaları bu amaca erişmede kuşkusuz ki bir
eksiklik olacaktır. Bu, aynı amacı, Kur’an’ı anlama çabasını, birbirlerinden
habersizce gerçekleştirmeye çalışmak anlamına gelecektir. Bilakis böyle bir
durumda aynı amacı güden tüm ilimlerin birlikte hareket etmeleri gerekmektedir.
Birlikte hareket etmek demek, herkesin aynı ilim dalı çatısı
altında buluşması anlamına gelmez. Bilakis tüm araştırmacıların kendi ilim
dallarında daha da derinlemesine bilgi sahibi olmaları bu yolda elzemdir. Burada
beklenen şey, bu uğurda sahip olunan bilgilerin bir arada kullanılmasıdır.
Sonuç olarak Kur’an’ı daha iyi anlamak için yapılacak olan
araştırmalarda bu bilgi bütünlüğünü yakalamak gereklidir. Nüzul ortamında
gerçekleşen “doğru anlama” eylemini gerçekleştirmeye bu, daha yakın olacaktır.
Muhammed Hayri ŞAHİN
Öğrenci No: 12922755
Adı Soyadı: Erdal ERTORUN
Öğrenci No: 13922709
Ders Grubu: Doktora
Dönem: 2013-2014/1.Dönem
KUR’AN VE BAĞLAM
1-Bilginin Bütünlüğü Hakkında:
Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'de, insan hayatının anlam ve amacı hakkında
şöyle buyurmaktadır:
"O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı
yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır." (Mülk, 67/2)
Ayet-i Kerime‘de de bildirildiği gibi, insanın hayatı ve ölümü imtihan için
var edilmiştir ve bu imtihanda, insanın teorik alandaki tercihinin de
kanıtlayıcısı olarak, pratikte yapıp-ettikleri belirleyici olmaktadır. Kur'an,
baştan sona pratiğin (amelin) önemini vurgulayan beyanların yer aldığı bir
kitaptır. Bu açıdan Kur'an'ın, teoriden ziyade pratiğin önemine vurgu yapan bir
kitap olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an’ın
daha güzel anlaşılması için onun ilimler bütünlüğü göz önüne alınmalıdır. Bu,
en önemli ilkedir. Bu ilke, Kur’an’ı
anlamada olmazsa olmaz ilk şart sayılmaktadır. Zira Kur’an, (siyak-sibak) öncesi-sonrasıyla,
tarihilik mefhumuyla, Mekki ve Medeni
olmasıyla, umum husus olmasıyla, muhkem müteşabih olmasıyla vs. bir bütünlük
arzetmektdir. Bu sebeple, Kur’an’ı her
biri ayrı bir ilim dalı haline gelmiş olan bu konulardan ayrı tutarak anlamak,
onun tarihi misyonuna aykırı düşer. O, Kur’an ilimlerinin ki –aynı zamanda
tefsirin birer dalı olmuş-bir bütün olmasıyla yapısal gereçekliğini bulmuştur.
Bu şekilde ona yaklaşılması durumunda, anlamada hataların daha az olacağı
bilinmelidir. Ayrıca, Kur’an-ı salt bilgi yığını olarak da görmemek
gerekmektedir. Zira O, hayatın içinde ve dinamik olarak varlığını pratik
hayatta sürdürmektedir, sürdürmelidir.
Bu anlayış, Müslümanın zihin
dünyasında canlı tutuldukça, Onun indiği nüzul ortamındaki sahabenin anladığı
şekliye anlaşılmasının daha kolay olacağı gözardı edilmemelidir.
Abdussamet Varlı
(Öğrenci No:13922711)
Doktora Ödevi
(2013-2014 Güz Dönemi)
Bilginin Bütünlüğü
Varoluşun temelinden bu güne
insanoğlu, varlığını ve var olduğu çevresini merak ede gelen bir varlık
olmuştur. Bu merak, geleceğine ve bu bağlamda özellikle ölümden sonrasının
nasıl olacağına dair de yoğun bir şekilde devam ede gelmiştir. Bu merak insanın
ne olduğu, nereden gelip nereye gittiği ve bu yolculuğun kalitesinin nelere
bağlı olduğu sorularına aranan cevaplar etrafında toplanmaktadır.
Bilgi Bütünlüğü; bir konuyu
anlamlandırırken, yorumlarken, lazım olan bilginin tamamını ifade eden
terimdir. İşte yukarıda bahsedilen, insan fıtratının merak ede geldiği sorulara
verilebilecek cevaplar ilahi karakterli olmalıdır. Zira bu sorulara insanlığın
kendi dünyası ve kendi çerçevesi içinden cevap vermesi mümkün değildir.
Dolayısıyla İslam geleneği ve Müslüman miras kültürü bu sorular çerçevesinde
verilen cevaplarla dolu bir mirasa sahiptir. Bu mirasın zaman içerisinde ilmi
kollara ve bölümlere ayrılmış olması, günümüz insanının cevaplara ulaşmasını
zorlaştırmıştır. İslâm Bilimleri, İslâm’ın tabiatından çıkan, Kur’ân ve
Sünnet’ten kaynaklanan ilimlerdir. İslâm Bilimleri, Müslümanların
varoluşlarının gereği olarak, konusu, amacı ve yöntemi doğrudan İslâm’ı
anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen
ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını ifade eder.
İşte bilginin bütünlüğü bu mirasın toplu olarak okunabilmesi ve faydalı hale
dönüştürülmesini amaç edinmektedir. Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU Hocamız;
ilim, irfan ve hikmet ayakları üzerinde oturttuğu ideal Müslüman kültüründe
bilgiyi işleyememe eksikliğine dikkat çekmekte ve bu eksikliği gidermek için
hem ülke içinde hem de yurtdışında öncülük ettiği birçok projeyle bu boşluğu
giderme çabası içende olduğunu ifade etmektedir.
Müslüman kültüründen ve pratik
hayatından müşahhas bir misal vermek gerekirse; Müslüman’a yapılması farz olan
bir şeyi, onu yerine getirebilmek için bilgi donanıma sahip olması üzerine
farzdır. Farz olan namazı hakkıyla eda
etmek için bu ibadetinin bütünlüğünü sağlayan erkân ve şartlarını bilmek ve
yerine getirme de farzdır. Burada farz olan bilgi ile kast edilen şey iman ve
amel için gerekli olandır. Ayrıca bilginin değeri de fikir, tefekkür ve amele
yansımasıyla orantılıdır. İmam-ı A”zam (150/792) hazretleri buyuruyor ki: “İyi
bil ki, uzuvların göze tabi olması gibi amel de ilme tabidir. Az amelle ilim,
çok amelle birlikte olan cehaletten hayırlıdır. Bunun içindir ki, Allahü c.c.
şöyle buyurur: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[5] Büyük fıkıh
âlimlerinden Süfyan es-Sevri hazretleri şöyle buyuruyor: “İlim ameli davet
eder. Eğer amel geldiyse ne güzel, gelmezse ilim de göçer gider.” der. İşte Müslüman kültüründeki bütünlük budur.
Dini ilimlerde bütünlükten hakikat
doğar. Bu noktadaki eksiklik ya şüphe ve hilelere ya da taassup ve dünyadan
kopmaya, yalnızlaşmaya yol açar. Müslümanlara, İslami ilimlere bütünsel bakışı
kazandırmak hem akademik camianın hem de diyanet işlerinin önemle üzerinde
durması gereken konuların başında gelmelidir.
Bilginin bütünlüğü:
İslam tarihinin başlangıcından günümze kadar, farklı disiplinler sudur etmiştir. Kelam, Fıkıh, hadis, tarih ve tefsir en temel disiplinlerdir. Hatta günümüzde pisikoloji, soyoloji ve felsefe ninde yaygın bir şekilde işlevselliğinden bahsedebiliriz. Erken dönem alimler yukarda bahsi gecen ilimlere topyekun vakıftı. Örnegin tefsir sahasında ün yapmış bir alim bir okadar Hadis ilminede vakıftı. Dolayısıyla bir bütünlük söz konusuydu. Bilginin artması veyahut çoğalmasıyla beraber bilgide fırklılaşma doğal olarak ortaya çıkmıştır. Bu husus sadece ıslami ilimler için geçerli olan birşey değildir. İhtisaslaşma bütün dunyayı kapsayan bir meselder. Tarihte bir marangoz aynı zamanda iyi bir ciftçi olabiliyorken günümüzde bu imkansız hale gelmiştir. İslami ilimlerde bu durumdan mütevellit fırkalaşmıştır. Tefsir ve hadis gibi alanlarda ihtisaslaşmanın yanında bu alanların içinde yön belirleyip o konuya ilişkin derin araştırma yapıp uzmanlaşma söz konusudur. Bu durum birtakım sıkıntıları beraberinde getirmektedir. Bir disipline ve konuya yoğunlaşıp, diğer bütün disiplinleri ve alanları ihmal etmek. Dolayısıyla yeterince vukufiyet elde edememek. Tefsir, hadis, kelam, fıkıh ve tefsir gibi alanlar birbirini tamamlayan bir bütünlük içinde değerlendirilmelidir. Birbirinden ayrılmaz bir bütünü teşkil eder. Yanı teşbih yapacak olursak bunlardan her birisi yapbozun birer parçası gibidirler. Herhangi birisini eksik bırakırsak istenilen resmi meydana getıremeyız. İslami disiplinlerin geneline vukufiyetimiz eksik olursa, uzmanlaşmaya çalıştığımız alanda bir çok hataya düşme potansiyeli yüksektir. Tarihten günümüze kadar böyle bir ihtisaslaşma şekli hiç olmamıştır. Yukarda da belirttiğimiz gibi Erken dönem alimlerimizin böyle bir özelliği vardır. Günümüzde medrese ve benzeri eğitim metodlarında bu gelenek devam ettirilmektedir. Lakın burda da eksik kalan günümüz dünyasının genel durumuna vukufiyetin elde edilememesidir. Örneğin alim diye nitelendirebileceğimiz kalitede bir medrese hocamız, dünya haritasına baktığımızda İngilterenin nerde olduğunu gösteremeyebiliyor. Bu ciddi bir problem olarak değerlendirilmelidir. Bu gösteriyor ki islami disiplinlere genel vukufiyetin yanında günğmğz dünyayı da tanıyacak bilgileri elde etmek icap eder. Aksı taktırde mevcut bilgileri işlevsel hale getirmemiz imkansız olacaktır.
Saygılarımla,
Kemal Gözütok
12922764
Doktora
I. Ödev: Esbab-ı Nüzul I
2013-2014 Akademik Yılı Güz Dönemi -Birleşik Doktora-
Mehmet Şerif YÜKSEL Öğ. No: 11912708
Islam Kültür Tarihinde Bilginin Bütünlüğü Meselesi
Kur’an, indirildiği günden beridir sürekli farklı
yöntemlerle anlaşılmaya, yorumlan-maya, tefsir edilmeye ve böylece kendisinden
istifade edilmeye çalışılmıştır. Öyle ki bu faaliyet değişik dilerde olmak
üzere binlerce meal ve tefsir eseriyle günümüze kadar aralıksız devam etmiştir.
Yapılan meal ve tefsir çalışmalarında birçok yöntemin takip edildiğini
görmekteyiz. Takip edilen söz konusu yöntemlerden biri de bilgi bütünlüğü
(konu, sure ve ayet bütünlüğü) ekseninde konulu tefsir yöntemidir. Zira Kur’an-ı
Kerim, bir bütün olması sebebiyle, bilgi bütünlüğü açısından değerlendirilmeye
alınması, nâzil olmaya başladığı andan itibaren önemini hep korumuştur. Binaenaleyh
bu çalışmamız, Kur’an-ı
Kerim menba’ından beslenip zamanla neşv-u nemâ bulan ve Islam düşünce tarihinin en temel yurum
disiplinleri olarak yerlerini alan ilimlerin bilgi bütünlüğü bağlamında
birbirleriyle olan ilişkilerini ortaya koyan bir çalışma olacaktır. İslamî ilimlerin hemen hemen tümünde bu anlamda bir
bütünlük-ten sözedilebileceği aşikârdır.
Bilgi Bütünlüğü (message integrity); bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin
herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumu veya açık/ kapalı
iletişim ağlarından iletimi sırasında içerik açısından herhangi bir değişime
uğratılmamış olması, özgün halinde korunması olduğunu anlamış olacağız.
Bilgi: Öznenin amaçlı yönelimi ile kendisiyle nesne
arasında kurulan ilişkinin ürünüolup öğrenme, araştırma ya da gözlem yoluyla elde edilen gerçektir. Ya da Genel olarak
ve ilksezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler, malumat; insan
usu’nun kapsaya-bileceği olgu ve ilkelerin tümüdür denilebilir.[1] Bilginin; Gündelik, Dinsel, Teknik, Sanatsal, Bilimsel ve Felsefî
Bilgi olmak üzere birçok çeşidi vardır.[2] Bilginin ana kaynağı olarak akıl yürütme ve
düşünceyi görenlere akılcılar (rasyonalistler), Duyu, gözlem veya
deneyler üzerinde duranlara ise "deneyciler (ampiristler)" denmektedir.[3]
İlim için de birçok tanım yapılır: Genel olarak insan
zihnine (ve gönlüne) konu olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak
olarak bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin
olarak bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek manalarına
gelmektedir. İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrak
etmek” ve mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir. Keza ilim, insanın
vahiy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgi ve âhiret
yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur.
İlimler, genel bir
tasnife göre ikiye ayrılır: Naklî ilimler; Kur'an ve sünnete dayanan, Aklî ilimler; Müspet ilimlerdir. Ancak bizim
burada üzerinde duracağımız ilimler nakli ilimler yani kur’an ve Sünnete dayanan
ilimlerdir. Zira çalışmamızın sınırlarını ve çerçevesini belirleyerek yola
koyulmak daha uygun olacaktır. Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta
olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın
gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibadet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak
ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla
Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla
tanır ve bilir. Dinî (İslamî) ilimlerin temel kaynağının Kur’an-ı Kerim olduğunu
söylemek zaid olsa gerek. Çünkü İslâmî ilimler,
İslâm’ın tabiatın-dan çıkan, Kur’ân ve Sünnet’ten kaynaklanan ilimlerdir. Menba’
ve kaynak bir olunca, buradan neş’et eden tüm islamî disiplinlerin de bütünlüğünden söz etmek veya bir
bütünün parçaları olduğunu söylemek hakkı teslim etmektir.
İslâmî İlimler, Müslümanların var oluşlarının gereği
olarak, muhtevası, yöntemi, amaç ve gayesi doğrudan İslâm’ı anlamaya ve
yaşamaya yönelik olan ve Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ilmi
faaliyetlerin tamamı demektir. Dolayısıyla İslam’da bilginin bütünlük arz ettiğini ve İslami bilimlerin tümünün tek
bir Kelâmı/ Kur’an-ı değişik yönleriyle açıklamak ve onun Rabbani maksuda uygun
bir şekilde anlamak için çaba sarf eden ilim ve disiplinler olduğu anlaşılmaktadır.
Zira İslam Dini’nde bilgi bütünlüğü çok önem arz etmekte ve tüm ilimler/
disiplinler adeta lokomotif olan Kur’an-ı Kerim’in vagonları mesabesindedirler.
İslâmî
ilimlerin temel kaynağı Kur’an’la ilk tanışma: Kur’an’ın muhatapları, Kur’an ile ilk defa
Rasulüllah’ın ağzından çıkan bir ilahi kelam/söz olarak karşılaştılar.
Rasulullah’a vahyedilip onun ağzından döküldüğü andan sonra bu sözler, gerek
hafızalarda gerekse yazılı kayıtlar olarak sabitlendi. Söz veya bir konuşma
başlıbaşına bir olaydır. Dolayısıyla söz, söylendikten sonra varlıksal olarak
farklı bir yapı kazanır. Çünkü bir konuşmadan sonra, yazı ile
sabitleştirdiğimiz şey konuşma olayının kendisi değildir.[4] Kur’an
bağlamında da, Allah’tan gelen hitab, bir olaylar dizisi içindeki olaylardan
biridir. Onun öncesinde de gerçekleşmiş olaylar vardır. Örneğin Kur’an’ın önce
bir bütün olarak dünya semasına inmesi sonra Cebrail kanalıyla Peygamber’e
parça parça indirilmesi gibi... Yine Rasulullah tarafından tebliğ ediliş anı da
bu olaylar zinciri içerisinde bir başka olaydır. Bundan sonra da söz konusu an
ile bağlantılı ve onun da nedeni olacağı başka olaylar gerçekleşecektir. Dolayısıyla
burada öncelikli olarak Vahiy, Rasulullah’ın ağzından çıktığı sırada, yaşanan
olayı bütün yönleriyle bizzat kendisi değil sadece onun ağzından çıkan sözün
alfabetik ses kodları, kelime ve cümleleri yazıya geçirilmiş olmaktadır. Söz
konusu hitab olayını hazırlayan olaylar dizisi, hitab esnasında öznenin
kullandığı mimik, jest ve ses tonlaması unsurları ve bunların muhataplarda
bıraktığı doğrudan ve dolaylı, zihinsel ve duygusal etkiler kayıt sırasında
yazıya geçirilmeden kalmaktadır.[5]
Bu nedenle söylenen bir
sözü yazdığımızda, yazdığımız şey tam olarak o sözün kendisini karşılayamaz. Bu
açıdan bakıldığında hadis ravilerinin Rasulüllah’tan rivayet ederlerken onun
bir hadisi ilk söylediğinde yaptığı jest, mimik ve hareketlerini tekrarlayarak
onun mesajını tam olmasa da etkili ve doğru bir şekilde yansıtma ve anlatma
çabası içinde oldukları hadis kaynaklarında görülmektedir. Bu çaba hadisin ilk
söylendiği andaki anlam kaybını azaltma ve ilk söylemdeki etkiyi kazandırma
çabası olarak önümüze çıkmaktadır.
Örneğin Hz. Peygamber
(sav) kıyametten bahs ederken “Ben ve kıyamet, ben ve yetimi gözeten
(şahadet ve orta parmaklarını göstererek) şu iki paramağım gibiyiz”[6]
demesi, hadisi bizlere aktaran sahabenin de aynı işareti yaparak ve kayda
geçirerek aktarmaya çalışması ve Rasulüllah’ın abdest almayı, İbn Mes’ud’a
Cebrail’den öğrendiği şekilde öğretmesi ve bu hadisin aynı şekilde söz ve
hareketlerle sonraki tabaka ravilerince de aktarılması olayı rivayetin hem
anlam kaybını azaltmak ve hem de ilk etkisini kazandırmaya yönelik çabalar
olduğunu göstermektedir. Kur’an ile ilgili olarak da Rasulüllah’ın
ağzından çıktığı şekli korumak kaygısıyla Saf Suresi’nin kıraati bu şekilde
rivayet edilmiştir.[7] O
halde Kur’an metni aslında Rasulüllah’a vahyedilmiş ilahi sözün, onun ağzından
çıktığı andaki olay hali değil, onun yazıya geçirilmiş ve sabitlenmiş hali
olmaktadır. Böylece Kur’an’la ilk tanışma safhası gerçekleşmiş oluyor.
Kur’an’la ikinci
tanışma safhası; Söylenen sözün kaydedilme süreci
sonunda sözün, zaman, mekan, özne ve muhatap gibi unsurlardan bağımsızlaşma
sürecine girdiği andır. Hitab sırasında, konuşma ile konuşanın çok yakın bir
bağı bulunmaktadır. Bu durumda konuşanın kastı ve konuşmasının anlamı aynı
şeydir. Ama bu konuşmanın yazıya geçirilmesi ile, yazı hala öznesine atıfta
bulunsa da, konuşanın kastı ve metnin anlamı artık örtüşmez hale gelir. Ve söz
bağlamından koparak genelleşir. Bu yüzden Kur’an, Mushaftaki hali ile Allah’a
işaret etse de, hitab olarak Rasulüllah’ın ağzından döküldüğü andaki kastından
bağımsızlaşan ve genelleşen bi süreç geçirmiştir. Usul-i Fıkıh’taki “Sebebin
hususiliği lafzın umumiliğine mani değidir.” Ilkesi, sözden lafız
haline yönelen metnin tabiatından kaynaklanmaktadır. Ve bundan sonra her yorum
kendi çalışmasını, başlangıçtaki bağlamlarından kopmuş ve genelleş- miş bir
metin üzerinden gerçekleştirir. Ve bundan sonra bu yazılı metne sadece yorumla
ula- şılabilecektir. Çünkü yazılı söylem, artık sözlü söylemin anlaşılması için
destek aldığı bütün unsurlardan uzaklaşmış olmaktadır.[8]
Işte Kur’an-ı Kerim vahyedildiği andan sonra, kendisine yorum ile ulaşılabilen
bir metin olarak karşımızda durmakla birlikte bir metin olmanın bütün
özellikleriyle de İslam disiplinleri tarafından çeşitli biçimlerde yoruma
açılmıştır.[9]
Vahiy ise, Resulüllah’a
yöneltilen suallere veya meydana gelen olaylara binaen done-min soru ve meselelerine
çözümler sunmak üzere Allah (cc) tarafından Muhammed (sav)’e nazil olmuştur.
Kur’an, indiği döneme ve insanlarına ışık tutarken aslında sonraki nesillere de
kıyamete kadar bir kandil olacaktır. Bu da tabi ki Kur’an-ı doğru anlama, doğru
yorumlama ve ona göre doğru yaşamağa bağlı olacaktır.
Hz. Pegamber sonrası dönemlerde
bir takım toplumsal gelişmeler ve futuhat dini alan-da farklı anlayışlar doğurmuştur.
Dolayısıyla Tefsir, hadis başta olmak
üzere fıkıh, kelam gibi ilimlerle
birlikte esbab-ı nüzul, nasih-mensuh,
siyak-sibak, muhkem-müteşabih gibi Kur’an’î ilimler de ortaya çıkmaya
başlamıştır. Bu ilimler, ilk zamanlarda her ne kadar farklı ilim veya disiplinler
değil idiseler de daha sonra farklı birer disiplin olarak ortaya çıkmaya
başladılar. Bu farklılık maalesef zamanla kimi ilim adamlarını (hadisçi,
fıkıhçı, tefsirci, dilci, kelamcı vb. branşlaşmalar nedeniyle) hem tembelliğe
hem de bencilliğe sevk etmiştir. Bu nedenledir ki islam alemi uzun bir sureden
beridir Taberî, Zemahşerî, Gazalî,
Suyutî, İbn Teymiyye, Fahrettin er-Razî gibi büyükü alimlerin yetişmesine
hasret kalmıştır. Sadece bu yönüyle olaya bakıldığında İslam kültüründe bilginin
bütünlüğünün ne kadar önemli olduğu ve bilginin parçalanmsının da ne kadar
zararlı olduğu anlaşılmış olacaktır.
İslâm Dini, yalnızca bir zaman dilimine ve Arap kavmine
mahsus değil, bütün gelecek zamanlara, kavimlere şâmil, evrensel bir dindir