2012-2013 Bahar Dönemi Esbâb-ı Nüzul II Dersinden kazanımlarınızı maddeler halinde yazınız.
Not: İhtilâf DİA maddesi, “bilginin bütünlüğü” müzakeresi dahildir.
Hedef Tarih: 10 Mayıs 2013
İslam’da Bilginin Bütünlüğü
Abdullah BEKİROĞLU
No:12922754
Kur'an, İslam geleneğinin üzerine kurulduğu ilk kaynaktır, ancak o İslam'ın tek kaynağı değildir. Kur'an ile birlikte Sünnet, Sahabe sözleri ve icma’ metinsel kaynaklar olarak rivayet formunda sonraki nesillere aktarıldı. Bu kaynakları işlemek ve geleneği sürdürmek amacıyla çeşitli akademik disiplinler oluştu. Bu disiplinler bir görev bölüşümü anlayışıyla ve çalıştıkları alanlara uygun, özgün yöntemlerle İslam ilimler geleneği içindeki yerlerini aldılar. Bu disiplinler Kelam, Fıkıh, Hadis ve Tefsir olarak sıralanabilir. Bunlar ihtiyaçlar doğrultusunda gelişim gösterdiler ve birbirlerinden -tamamen olmasa da- ayrılarak kendilerine ayrılan alanlarda çalışmalarını sürdürdüler. Tefsir, Fıkıh ve Hadis disiplinleri, İslam geleneğinde kaynakların yorumlama sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını oluştururlar.
İlk dönemlerde İslam ilimleri farklı alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bir bilgi bütünlüğüne sahiplerdi. Gerek hadis, gerek tefsir ve gerekse de fıkıh tarihine baktığımız zaman, bu ilimlerin önde gelen âlimlerinin aynı şahıslar olduğunu görürüz. Günümüzde ayrı ayrı usulleri ve kuralları olan birer disiplin olarak ele alınsalar da Temel İslam ilimlerini birbirinden tamamen ayırmak mümkün değildir. Öncelikle bu ilimlerin, ilk neş’et ettiği kaynağın tek olması ve bu kaynağın daha iyi anlaşılmasına yönelik olarak bu ilimlerin ortaya çıkmaları dolayısıyla birbirlerine bağımlıdırlar.
Hadis, peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerinden oluşur. Hadislerin oluşum süreçlerini tamamlayıp amel edilebilir (örneklik teşkil eder) hale gelmesine ise sünnet denir. Sünnet, kaynak olma itibariyle İslam’da ikinci temel kaynak konumundadır. Hadis ilmi, sünnete dönüşme sürecinde, hadisin sübutunu ve güvenirliliğini konu edinir. Hadis ilimleri ile sübutu ve güvenirliliği teyit edilen sünnet, tefsir ve fıkıh ilimleri için, Kur’an’ı yorumlamada ve ondan hüküm çıkarmada temel teşkil eder. Bu açıdan Hadis ilmi, Tefsir ve Fıkıh ilmine kaynaklık eder.
Kur’an’ın açıklanması için geliştirilen disipline Tefsir denir. Tefsir, klasik dönemde, bütün bir dini ilimler silsilesinin bir parçası idi ve bu bütün içinde işliyordu. Tefsir ilmi genel olarak, Kur’an ayetlerinin indirildiği andaki kastedilen anlamını, indiği zaman dilimindeki koşulları, dilin o dönemdeki kullanım ve gramer farklılıklarını ve nüzul sebeplerini göz önünde bulundurarak vermeyi amaçlar. Böylece tefsirde izlenen bu yöntem, Kur’an’ın anlamlarının öznel eğilimlerce farklı anlamlara çekilmesinin önüne geçmiş olur. Bu açıdan tefsir, ayetlere açıklama getirirken hadis, tarih ve dil bilimlerinden yararlanır. Tefsir ilmi Hadis ilminden, peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve nüzul ortamını bilmek açısından, tarih ve dil ilimlerinden de benzer amaçlarla yararlanır.
Tefsir Kur’an’dan elde edilen değerlerin değişik zamanlara taşınması için tek başına yeterli değildir ve Tefsirin Kur’an’ın anlamını anılan yöntemlerle ortaya koymasıyla Kur’an’ın yorumlanması bitmemektedir. Bu açıdan tefsir, aynı kaynaktan beslenen fıkıh disiplininin, elde edilen tefsiri bilgiyi doğru bir şekilde kullanmasına zemin hazırlar. Fıkıh kitap, sünnet ve diğer (icma ve kıyas) kaynakları kullanarak elde ettiği bilgiyle Müslümanların hayatlarında izleyecekleri ameli hükümleri ortaya koyar. Böylece tefsirin ortaya çıkardığı anlamları yorumlamak ve ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh ilmi tarafından gerçekleştirilir. Çünkü tefsirin ürettiği bilginin bir yaptırım özelliği bulunmamaktadır. Fıkıh ilmi, Kur’an’ı anlama sürecini adeta tefsirin bıraktığı yerden devam ettirerek hüküm üretir.
Sonuç olarak Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin gelişimi ile ilgili yaptığımız bu değerlendirmelerden İslam ilimlerinin birlikte bir bütünlük ortaya koyduklarını görmekteyiz. Kur’an, İslam ilimlerinin en başta gelen kaynağıdır. Kur’an’ın doğru anlamlarına ulaşmak için tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise ve onların konuştuğu Arapçaya başvurmak zorundadır. Böylece Tefsir, Hadislerle birlikte İslam’ın en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh ise bu açıklamalarla, Kur’an’ı diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak ele almakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir.
Şurası bilinmelidir ki, İslâm âlimlerinin bütün bu ilim dallarında ortaya koyduğu birikim, tesadüfen oluşmuş ya da tarihin belli bir döneminden sonra kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Bu ilim dallarının her biri, temel metot ve hareket tarzlarını Hz. Peygamber (sav)’in, ashabına yönelik yönlendirme ve uygulamaları oluşturmuştur. Dolayısıyla bu ilim dallarının her biri, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eden alternatifsiz vasıtalardır. Onlar olmadan Kur’an’ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması da yaşanması da mümkün değildir. Şu halde Kur’an’ı anlama ve yorumlama sürecinde, bu ilimlerden herhangi birini dışarda tutmak mümkün olmadığı gibi, bu ilimlerden herhangi biriyle iştigal eden birisinin, ne kadar derinleşirse derinleşsin ötekilerini ihmal ederek doğru sonuçlara varması düşünülemez.
İslam’da Bilginin Bütünlüğü
Abdullah BEKİROĞLU
No:12922754
Kur'an, İslam geleneğinin üzerine kurulduğu ilk kaynaktır, ancak o İslam'ın tek kaynağı değildir. Kur'an ile birlikte Sünnet, Sahabe sözleri ve icma’ metinsel kaynaklar olarak rivayet formunda sonraki nesillere aktarıldı. Bu kaynakları işlemek ve geleneği sürdürmek amacıyla çeşitli akademik disiplinler oluştu. Bu disiplinler bir görev bölüşümü anlayışıyla ve çalıştıkları alanlara uygun, özgün yöntemlerle İslam ilimler geleneği içindeki yerlerini aldılar. Bu disiplinler Kelam, Fıkıh, Hadis ve Tefsir olarak sıralanabilir. Bunlar ihtiyaçlar doğrultusunda gelişim gösterdiler ve birbirlerinden -tamamen olmasa da- ayrılarak kendilerine ayrılan alanlarda çalışmalarını sürdürdüler. Tefsir, Fıkıh ve Hadis disiplinleri, İslam geleneğinde kaynakların yorumlama sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını oluştururlar.
İlk dönemlerde İslam ilimleri farklı alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bir bilgi bütünlüğüne sahiplerdi. Gerek hadis, gerek tefsir ve gerekse de fıkıh tarihine baktığımız zaman, bu ilimlerin önde gelen âlimlerinin aynı şahıslar olduğunu görürüz. Günümüzde ayrı ayrı usulleri ve kuralları olan birer disiplin olarak ele alınsalar da Temel İslam ilimlerini birbirinden tamamen ayırmak mümkün değildir. Öncelikle bu ilimlerin, ilk neş’et ettiği kaynağın tek olması ve bu kaynağın daha iyi anlaşılmasına yönelik olarak bu ilimlerin ortaya çıkmaları dolayısıyla birbirlerine bağımlıdırlar.
Hadis, peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerinden oluşur. Hadislerin oluşum süreçlerini tamamlayıp amel edilebilir (örneklik teşkil eder) hale gelmesine ise sünnet denir. Sünnet, kaynak olma itibariyle İslam’da ikinci temel kaynak konumundadır. Hadis ilmi, sünnete dönüşme sürecinde, hadisin sübutunu ve güvenirliliğini konu edinir. Hadis ilimleri ile sübutu ve güvenirliliği teyit edilen sünnet, tefsir ve fıkıh ilimleri için, Kur’an’ı yorumlamada ve ondan hüküm çıkarmada temel teşkil eder. Bu açıdan Hadis ilmi, Tefsir ve Fıkıh ilmine kaynaklık eder.
Kur’an’ın açıklanması için geliştirilen disipline Tefsir denir. Tefsir, klasik dönemde, bütün bir dini ilimler silsilesinin bir parçası idi ve bu bütün içinde işliyordu. Tefsir ilmi genel olarak, Kur’an ayetlerinin indirildiği andaki kastedilen anlamını, indiği zaman dilimindeki koşulları, dilin o dönemdeki kullanım ve gramer farklılıklarını ve nüzul sebeplerini göz önünde bulundurarak vermeyi amaçlar. Böylece tefsirde izlenen bu yöntem, Kur’an’ın anlamlarının öznel eğilimlerce farklı anlamlara çekilmesinin önüne geçmiş olur. Bu açıdan tefsir, ayetlere açıklama getirirken hadis, tarih ve dil bilimlerinden yararlanır. Tefsir ilmi Hadis ilminden, peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve nüzul ortamını bilmek açısından, tarih ve dil ilimlerinden de benzer amaçlarla yararlanır.
Tefsir Kur’an’dan elde edilen değerlerin değişik zamanlara taşınması için tek başına yeterli değildir ve Tefsirin Kur’an’ın anlamını anılan yöntemlerle ortaya koymasıyla Kur’an’ın yorumlanması bitmemektedir. Bu açıdan tefsir, aynı kaynaktan beslenen fıkıh disiplininin, elde edilen tefsiri bilgiyi doğru bir şekilde kullanmasına zemin hazırlar. Fıkıh kitap, sünnet ve diğer (icma ve kıyas) kaynakları kullanarak elde ettiği bilgiyle Müslümanların hayatlarında izleyecekleri ameli hükümleri ortaya koyar. Böylece tefsirin ortaya çıkardığı anlamları yorumlamak ve ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh ilmi tarafından gerçekleştirilir. Çünkü tefsirin ürettiği bilginin bir yaptırım özelliği bulunmamaktadır. Fıkıh ilmi, Kur’an’ı anlama sürecini adeta tefsirin bıraktığı yerden devam ettirerek hüküm üretir.
Sonuç olarak Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin gelişimi ile ilgili yaptığımız bu değerlendirmelerden İslam ilimlerinin birlikte bir bütünlük ortaya koyduklarını görmekteyiz. Kur’an, İslam ilimlerinin en başta gelen kaynağıdır. Kur’an’ın doğru anlamlarına ulaşmak için tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise ve onların konuştuğu Arapçaya başvurmak zorundadır. Böylece Tefsir, Hadislerle birlikte İslam’ın en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh ise bu açıklamalarla, Kur’an’ı diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak ele almakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir.
Şurası bilinmelidir ki, İslâm âlimlerinin bütün bu ilim dallarında ortaya koyduğu birikim, tesadüfen oluşmuş ya da tarihin belli bir döneminden sonra kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Bu ilim dallarının her biri, temel metot ve hareket tarzlarını Hz. Peygamber (sav)’in, ashabına yönelik yönlendirme ve uygulamaları oluşturmuştur. Dolayısıyla bu ilim dallarının her biri, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eden alternatifsiz vasıtalardır. Onlar olmadan Kur’an’ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması da yaşanması da mümkün değildir. Şu halde Kur’an’ı anlama ve yorumlama sürecinde, bu ilimlerden herhangi birini dışarda tutmak mümkün olmadığı gibi, bu ilimlerden herhangi biriyle iştigal eden birisinin, ne kadar derinleşirse derinleşsin ötekilerini ihmal ederek doğru sonuçlara varması düşünülemez.
Esbâb-ı Nüzul II Dersinden kazanımlarımız
- Kuran ilimleri, konusu her yönüyle Kuran-ı Kerim’dir Kuran ilimleri Kuran’la ilgili ilim ve araştırmalardan oluşan, Kuran’ın en doğru şekilde anlaşılmasına yardımcı olmayı amaçlayan bir bilgi alanıdır.
- Esbab-ı Nuzül, Ayetlerin inmesine sebep olan olay demektir yani Kuran’ın indiği ortama işaret eder.
- Esbab-ı Nuzülü bilmek, Kuran’ı en iyi şekilde anlamakla orantılıdır. Esbab-ı Nuzül bize Kuran’ın soyut olmadığını yaşanmış ve yaşanabilir olduğunu en iyi şekilde ifade eder. Çünkü nüzule şahit olan ashab, peygamberin eğitim halkasından insanlardır ve aralarında gerçekleşen iletişim nüzul ortamını kapsamaktadır.
- Yani Kuran salt bilgiden ibaret değildir. Pratiğe geçebilirliği Esbab-ı Nuzül ile açıkça ortaya konmuştur.
- Esbab-ı Nuzülü inceleyen alimler metodik olarak incelemeyi yeteri kadar yapamamışlardır.
- Hadis usulünün metin ve isnad tenkidi kaideleri aynı titizlikle Esbab-ı Nuzülle ilgili gelen rivayetlerde de uygulanmalıdır.
- Esbab-ı Nuzül ilmi nakil yoluyla gelişen bir ilimdir. Bu nedenle tefsir kitaplarındaki yanlış, isnadsız ya da uydurma bilgiler titizlikle temizlenmeli, Esbab-ı Nuzül rivayetlerinin sağlam bir şekilde günümüz insanına ulaştırılması sağlanmalıdır.
- Böylece, Kuran’ı Kerim’deki bir ayeti anlamak için tefsir kitaplarına bakan kimseler, onlarla karşılaşıp hiçbir esası olmayan haberlerle meşgul olmaktan kurtulmuş olacaklardır.
- Nuzül asrının sosyal, fikri, iktisadi, siyasi şartları ve nüzul ortamının insanlarını, ashabı incelemek Kur’an’ı anlama yolunda yol kat etmemizde bizlere yardımcı olacaktır.
- Esbab-ı Nuzül rivayetlerinin titizlikle yeniden değerlendirilmesi, kaynaklarımızdaki asılsız rivayetlerin temizlenmesi de bizlere fayda sağlayacaktır.
- Esbab-ı Nuzül rivayetlerinin hadis usülünün kriterleriyle de tenkidi sağlanmalıdır.
- Hadis usulü kriterlerini uygulamadan sonra izlenecek adım bu rivayetleri tasnif etmek olmalıdır.
- Bütün bunlar yapılırken Kuran-ı Kerim’in bütünlüğüne dikkat edilmeli, siyak-sibak ilişkisi göz önünde bulundurulmalıdır.
- Ezeli ilme dayalı olarak indirilmiş ve ayetleri de ona göre düzenlenmiş bir kitabın her şeyden önce bütünlük arz eden bir iç yapıya sahip olması gayet doğaldır.
- Ayrıca, İnsanların esbabı nüzul ilminden en faydalı şekilde yararlanması için metodik yöntemler izlenmelidir. Rivayetlerin sıkı bir tenkitten geçirilmesi mecburidir. Şüphesiz bu, insanın Kur’an’la hayatını doğru anlamlandırmasına yardımcı olacaktır.
Abdullah BEKİROĞLU
DOKTORA - 12922754
İHTİLAF VE HİLAF
Sıddık BAYSAL, Doktora
Gerek ihtilaf gerekse hilaf sözcüklerinin türediği h-l-f kökü Arapçada, geride kaldı, sonradan geldi anlamlarına gelmektedir. Half arka, halef de arkadaki demektir. Aynı fiilden türeyen halâf veya hilâf bir şeyin ya da birinin arka tarafında olmak, çaprazlama kesmek, bağlamak; ahlefe kökü ve onun mastarı olan ihlâf, sözünden dönmek, caymak; muhalefet, karşı olmak anlamına gelir. Halife ile alakalı olarak half selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil) demektir[1]. Hilafet ise kelime anlamı itibarıyla, bir öncekinin yerine geçmek, başka birinin yerini almak, başkasına vekâlet etmektir.[2]
Ragıp, bu kelimeyi açıklamaya mefhumu muhalifi ile başlar. H-l-f kökünün zıddı zaman itibarı ile önce olmak, ileri gitmek veya ileride, önde olmak anlamlarına gelen t-k-dd-m ve s-l-f filleridir. Dilimizde özellikle siyasette ve bürokraside kullandığımız selef tabiri sabık/önceki anlamındadır. Bu durumda halef, arkasında olmak, birinden sonra gelmek, sonra yapmak, arkasından tutmak, birinin makamına halife olmak, en arkadaki çadırı direği, topluluğun gerisinde kalmak gibi anlamları içermektedir. Tekaddeme fiilinin zıddı olarak ise geç gelmek, sonradan gelmek manalarını işaret eder. Nitekim her halef selefi düşünüldüğünde sonradan gelmiştir. Daha açık ifade edecek olursak halef olan kimsenin mutlaka öncesinde bir başka özne bulunmaktadır ve onun halef olması öncekinin varlığına bağlıdır.[3]
İhtilaf ise vekil tayin etmek, halifesi olmak, gidip gelmek, arkasında kılmak, iki dosttan biri dışarı gittiğinde diğeri ev işlerini görmek üzere anlaşma yapmak demektir. Ayrıca fiil bu hali ile çeşitli ve farklı olmak anlamlarını da taşır.
Ragıp sözcüğün anlam aralığına açıklık getirmek üzere açıklamalarına şu şekilde devam eder:
Eğer ihtilaf insanlar arasında söz düzeyinde ise bunun için müstear ismi ile münazaa ve mücadele tabirlerini kullanırız. Mücadele, cedel fiilinin türevidir ve “Onlarla en güzel şekilde tartış.” ayetinde olduğu gibi tartışma anlamına gelir. Buna ilaveten fikir düzeyinde farklı eğilimleri olan grupların tartışmalarının hikaye edildiği 19/Meryem suresi 37 ve 43/Zuhruf suresi 65. ayetleri de örnek olarak verebiliriz. 30/Rum suresi 22. ayette ise dillerin farklı oluşunu anlatmak için seçilen kelime ihtilaftır. Büyük haber konusundaki tartışma[4], sözlerin farklılığı[5], renklerin çeşitliliği[6], apaçık delil ve belgelerden sonra bölünüp ayrışma[7], insanların tek bir ümmet oluşu ve sonradan tarih içinde milliyetlerin ortaya çıkışı (ayrışmalar)[8], başta hukuki konular olmak üzere insanların ayrılığa düştükleri konular[9] ve buna benzer durumlar ihtilaf sözcüğü ile verilmiştir. Kozmolojik düzen içerisinde gece ve gündüzün oluşumu gibi sıralı ve tekrar eden olaylar da bu sözcükle anlatılmıştır.[10]
Mufaale vezninde fiil an ve ila edatları ile kullanılır. Bu durumda muhalefet etmek, karşı çıkmak, engel olmak, iki şey birbiri ile uyuşmamak, aykırı davranmak demektir. İhtilaf ve muhalefet mastarlarının anlamlarını Ragıp, söz ve tavırlarda iki kişiden her birinin farklı bir yol izlemesi, yöntem ve söylemde farklılaşmaları şeklinde tespit etmektedir. Muhalefet bir tür ayrışma ve bir tür çeşitliliktir; tek düzeliğe aykırı, monotonluğa ve durağanlığa karşı bir duruşu ifade eder. Çeşitli, farklı, ayrı anlamlarına gelen muhtelif sözcüğü ile yakın anlam ilişkisi vardır. Zira ihtilaf ve muhtelif birden fazla olmaklığın yanı sıra farklı olmaklığı da açıklamak için kullanılır.[11]
Yukarıda kelimenin kök anlamının tabi olduğu genişliği ve derinliği çeşitli morfolojik kullanımlarını esas alarak kısaca tespit etmeye çalıştık. Ancak gördüğümüz kadarıyla bu kökün türevleri, kullanım çeşitliliği ve medlulünün yaygınlığı itibarıyla oldukça geniş sahaya yayılmıştır. Bu durum aynı kökten türeyen fakat farklı anlamlara delalet eden hilaf ve ihtilaf sözcükleri için de vakidir. Bu sözcükler aynı kökten türeyen iki kelimenin birbirinden ne kadar farklı delalet tablolarına sahip olabileceğinin tipik örnekleri arasındadır. Şöyle ki her iki kelime biçimsel hususiyetleriyle temsil edilen farklı anlamları taşımakla kavramın anlam sahası içinde zenginlik nevinden bir yoğunlaşmayı barındırıyorlar ve neredeyse zıtlığa kadar uzanabilecek söz konusu bu farklılıklar diğer taraftan da çelişmezlik ilkesine uygunlukları dolayısıyla herhangi bir strese neden olmuyorlar. Belki de meseleyi şöyle görmek daha yerinde olur: ihtilaf kavramının tutarsızlık ve asılsızlık düzeyinde bir çeşitliliği içermediğini anlatmak üzere bu lafzi çeşitliliğin olması gerekiyor. Yani, ihtilaf rahmet ama artık şirazesi akıl mantık ilkelerinin aksi istikamette seyreden, İslam toplumunun entelektüel gayretlerini abese sürükleyen ayrışmalar rahmet nevinden olmadığı için bir başka şekilde ifade etmek gerekir ki hilaf ayrışmanın, uzaklaşmanın ve kutuplaşmanın ifadesi olarak bu meyanda literatüre eklenmiştir.
İhtilaf sözcüğünün dilimizde menfi anlam taşıması ise diller arası geçişliliğin zaman zaman muhteviyatı tamamen almayı gerekli görmeyişi, ihtiyaçlar mucibince lafızları süzerek ve sağaltarak alması dolayısıyladır. Nitekim ihtilaf Arapçadan Türkçeye kısmen daralarak fikir uyuşmazlığı, bağdaşmazlık, düşünce ve pratikte ayrışma anlamlarıyla geçerken hilaf, asılsızlık ve yalana tekabül edecek şekilde intikal etmiştir. Her iki kelimeye ilişkin verilen anlamlar sözcüklerin lügatteki asıllarından fazlaca uzaklaşmadığını göstermektedir. Ancak taşıdığı müspet mananın ihmal edilmesinden ötürü ihtilaf sözcüğünün Türkçeye kısmen sağaltılarak aktarıldığını söyleyebiliriz. Şöyle ki ihtilaf, tekdüzelik ve monotonluğun zıddı olarak çeşitliliğe, farklılığa, çoğulluğa delalet eder. Allah’ın Beşer türünü tek bir fert ve başta ruhsal yapısı olmak üzere her bakımdan biri diğerinin aynı olmayacak şekilde yaratmasındaki hikmet, bu türün düşünce ve eylemlerinde de tecelli etmiş; bu nedenle de Muhammed (sav) ihtilafı ümmetinin rahmeti ilan etmiştir. Yine aynı şekilde kıraatleri örtüşmeyen Hişam bin Hakîm bin Hizam ve Hz. Ömer’in ihtilafını her ikisine de “Evet, bu sure bana böyle indirildi.” diyerek çeşitliliği, mümkün olan iki veçhin de cevazına hükmederek korumuştur.[12]
Yukarıda da işlendiği üzere ihtilaftan modern Müslüman toplum için bir rahmet çıkabilir. Kutuplara ayrılarak marjinalleşmek yerine çeşitlilikleri birer zenginlik kabul ederek birbirlerine bir binanın tuğlaları gibi kenetlenmiş bir toplum inşa etmenin yolu bu menfezden bulunabilir. Gruplar birbirlerine iman ve küfür noktayı nazarından bakmak yerine anlayış farklılıklarının insani ve sosyal bir gereklilik olduğu açısından bakabilirler.
[1] Mu’cemu’l-Vasit.250-252; Ragıp, Müfredat, 222-224;Zemahşeri, Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud bin Ömre bin Ahmed, Esasu’l-Belaga, tah. Muhammed Basil Uyunu’s-sud, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, c. 1 s. 263; Razi, Tefsiru Garibi’l-Kur’an, 324-328
[2] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab , IX/83-84; Mukatil bin Süleyman, Tefsiru Mukatil , I/96; Zemahşeri, Keşşaf, I/124; Maturudi vr. 9a
[3] Ragıp, Müfredat, 222-224; 19/Meryem suresi 59. ayet; Furkan suresinin 62. ayet; 43/Zuhruf 60
[4] 78/Nebe 1-3
[5] 30/Rum 22
[6] 16/Nahl 13
[7] 3/Al-i İmran 105;19/Meryem 37; 43/Zuhruf 65
[8] 5/Maide 48; 10/Yunus 19
[9] 3/Al-i İmran 55; 6/En’am 164; 10/Yunus 93; 16/Nahl 92; 22/Hacc 69; 2/Bakara 176, 253
[10] 2/Bakara 164;10/Yunus 6; 3/Al-i İmran 190; 23Mü’minun 80; 45/Casiye 5
[11] Ragıp, Müfredat, 222–224; Zemahşeri, Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud bin Ömre bin Ahmed, Esasu’l-Belaga, tah. Muhammed Basil Uyunu’s-sud, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, c. 1 s. 263
[12] Kütübü Sitte Muhtasarı ve Şerhi, ter. ve tah. Prof Dr. İbrakim Canan, Akçağ yay, Ankara, 1995, c. 4 s. 457-58
TEFSİR-HADİS-FIKIH USÜLLERİ ve USULU'D-DİN BAĞLAMINDA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ SORUNUNA MUKAYESELİ BİR BAKIŞ
Sıddık BAYSAL
Bu terkiple anlatılmak istenen bilgi evreninde üretilen klasik veya çağdaş her bilginin köken itibarıyla bir, ihtisas alanları arasında sağlam bağların ve sistemler arası bilgi akışını sağlayan düzenli aktların bulunduğu, geçirgen, sistematik ve bütünlüklü bir yapının üyesi olduğudur. Şu halde bilgi olmaklık hüviyetini haiz hiçbir veri, sahaya öylesine serpiştirilmiş, dağınık ve benzerleri de dâhil olmak üzere diğer bilgi türlerinden tamamen kopuk, entelektüel nüveler değildir. Zira terkipteki “bütünlük” öğesi, “tümün” bütün yapısal ve işlevsel hususiyetlerini içine alan tekil bir yapıya delalet eder. Bu durumda “bilginin bütünlüğü” terkibini, tüm bilgileri orijin bakımından tek bir asla göndererek tanımlamaya ek olarak zaman içindeki tüm görüngü ve vecihlerini de içine alan külli ve sistematik bir epistemolojişeklinde tanımlayabiliriz.
Orijinin tekliği meyanında yukarıdaki tanımı tatbik edersek, Temel İslam Bilimlerinin temel metinlerin tespit ve yorum biçimlerini temsil ettiklerini, dolayısıyla o metinlerden çıkıp sahaya yayılan damarlar olduklarını söyleyebiliriz. Tarihsel öncelik sonralık, ardıllık gibi kronolojiye ilişkin gerçeklikler de temel kaynakların ardından bu ilimlerin birer disiplin olarak teşekkül ettiğini gösterir ki bu sözü edilen ilimleri köken itibarıyla zaman bakımından daha önceki bir kaynağa göndermeyi mantıken gerekli ve mümkün; kendilerinden sonraki vakalara nispet etmeyi ise muhal kılar. Biraz daha nesnel ifadelerle, bu ilimler tedvin edildikleri devirlerde, kuramsal bir bilgi sistemi halinde birden bire ve anlamsız bir şekilde ortaya çıkmamışlardır. Muktezayı halin, yani bireysel ve toplumsal ihtiyaçların neticesinde, yine o halin gerektirdiği evreler boyunca hayatın tedavülü ve tarihin devinimiyle mütenasip bir seyir içinde gelişerek tedvin çağına gelmişlerdir. Bir ilim olarak istiklale vakıf oldukları saatten geriye doğru gittiğimizde bu ilimlerin aralarında köken birliğinin var olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz.
Nitekim nüzul döneminde, lügat anlamlarıyla gündelik hayatta kullanılan fıkıh, hadis, tefsir vb. lafızların sistematik bilgilere delalet eden terim anlamlarıyla kullanımlarının tedvin çağına tekabül ettiği muhakkaktır. Örneğin ayetlerde kapalı kalan ifadelerin basit düzeyde izahına yönelik girişimler manasında tefsir sözcüğünün ve gerekse Kur’an metninin literal manasının yanı sıra hikmet ve esprisini de bilmeyi ifade edecek manada fıkıh tabirinin erken dönemlerde kullanıldığını biliyoruz. Ancak bu yorumsama çabalarına ilişkin bilgilerin konu ve metot bakımından henüz o dönemlerde ayrışmadıkları, hatta birbirlerinin içine geçmiş vaziyette bulunduklarını belirtmek gerekir. Örneğin tefsire veya fıkha müstenit ifadeler hala nakil düzeyindeydiler ve hadis ilminin içinde telakki ediliyorlardı. Kelamdan söz etmek içinse henüz çok erkendi. Yukarıda da değinildiği gibi bu ilimler tedvin döneminde teşekkül etti ve kuşku yok ki bu ilimlere ilişkin usullerin teşekkülü de eşzamanlı bir sürecin ürünüydü.
Yazıyla sabit bir metin olması hasebiyle Kur’an’ın lâfzî, fizikî ve lügavî olarak gelecek nesillere nakledilmesi rivayet kültürünü gerektirmeyebilirdi. Evet, hafızlar tarafından hıfzedilen ayetler, indikleri anda yazıya geçiriliyordu. Hatta çoğunluğunu vahiy kâtiplerinin oluşturduğu bir zümrenin özel Mushafları dahi vardı. Yine de tarih aksi yönde tecelli etti. Yazılı nüshalara rağmen erken dönmede Kur’an, toplum katmanlarında genellikle yazıyla değil de şifahi nakillerle yayıldı. Bu uygulama basit bir prosedür değildi. Teknik açıdan Kur’an’ın tabi olduğu tevatür formunda nakil, rivayet kültürünün varlık biçimlerinden sadece biriydi ve daha sonraları bu yöntem ziyadesiyle hadiste istihdam edilecekti. Dahası hadis ilmi rivayete ilişkin umdelerini temel metnin oluşumu esnasında O ümmi Nebi (sav)’in talim ve terbiyesinde ilk nüvelerinin verildiği bu gibi tatbikat ve talimatlarından alacaktı.[1]
Nihayetinde rivayetler geçmişin bilgisini taşıyan bilgi öbekleri halinde düşünce evrenimizdeki hususi yerlerini aldılar. Ancak bu yolla nakledilen bilgilerin hem şekil hem de esas itibarıyla, yine bu yolun muktezasına cevap verebilecek yöntemlerle test edilmesi gerekiyordu. Bilginin güvenilirliğini özneler düzeyinde temsil eden son derece sağlam ve titizlik gerektiren bir tenkit ilkesi olarak “cerh ve ta’dil” gibi kavramlar entelektüel hayatımıza ıstılah düzeyinde işte tam bu safhada girdi; ancak pratik olarak zaten meri idiler. Örneğin erken dönemde, Kur’an’ın cem’i hadisesinde vahiy metinlerinin yazılı halleri tek başına yeterli bulunmamış, o metni kimin getirdiği, hangi kanallardan ve hangi süreçlerden geçerek aldığı, hatta dini ve ahlaki, sosyal ve iktisadi muameleleri ne biçimde yürüttüğü gibi metinle doğrudan alakası olmayan harici hallere dahi bakılmıştı.
Netice itibarıyla tarihte özgün vakası olan ve tarihsel gerçekliği ihmal etmesi mümkün olmayan bu metin, nakil noktasında da gerçek zamanlı hikâyelerin sözel formlarına, yani rivayetlere ve o formları taşıyacak gerçek öznelere, yani râvîlere ihtiyaç duymaktaydı. Aksi halde sosyal mesnetten yoksun, boşlukta oluşmuş, bu yüzden de tecrübe edilmemiş tarih dışı, hayalî bir metin olarak tarihin arşivinde kalırdı. Cerh ve tadililkesi onun sağlam yöntemlerle ve güvenilir nakil araçları ile çağlara intikalini temin ediyordu. Böylelikle İslami bilginin nakline ve nesnelliğine ilişkin bir usül olarak aslında kendinin de ait olduğu bilgi havzasının zemini sağlamlaştırıyordu.
Kur’an gerçek bir tarihin içinden geçerek gelmekteydi, son derece hakikiydi ve vakıayla reel irtibatı vardı. Dolayısıyla, sırf dilbilimsel yorum faaliyetleri ile maksatlarının tam olarak anlaşılması mümkün değildi; teşekkül sürecine de vakıf olmak gerekiyordu. İşte tam da bu noktada devreye kaynak metinlerin teşekkülü ile çağdaş başka özneler giriyordu ki sahabe ismi ile anılan bu öznelerin içtihat ve yorumları gerek tefsir, gerek fıkıh, gerekse kelam için ilk mesabesinde vahyin tatbikini tahkiye eden orijinal rivayetlerdi ve bu rivayetlerden bir yorumsama tekniği/usül üretilebilirdi. Peki, onların bilgisine güvenlikli bir şekilde nasıl ulaşılacaktı?
Buradaki boşluğu tarih/siyer ve hadis ilmi doldurdu. Hadis mecmualarında ve bir kısım rivayet tefsirinde geçen pek çok rivayet, temel metinlerin nüzul asrında Rasulullah tarafından, ardından Sahabe tarafından nasıl işlendiğini göstermekteydi. Bu dönemde kaynak metinlerin ilk yorumları oluştu. Kur’an ve Sünnete ek olarak sahabe rey ve içtihadı da artık referans metin hüviyetini kazanıyordu. Takip eden nesillerce aynı şekilde anlaşılmış olmalıdır ki ilk neslin rivayetleri bilhassa rivayet tefsirlerinde hadislerle birlikte mütalaa edilmişti.
Tefsirin görevi ayetleri nüzulle eşzamanlı olarak ilk muhatapların anladıkları gibi anlamaya çalışmaktı. Bunun için dilbilimin yanı sıra tarihin de bilgisine ihtiyaç vardı. Söz konusu bilgi hadis külliyatında ve tarih kitaplarında mevcuttu. Üstelik hadis ilgili malumatı ham halde bırakmamış, tenkite tabi tutarak güvenilirliğini test etmişti. Hadis usûlü, rivayete dair umdeleriyle ve tarihsel süreçlere tanıklığıyla nakle dayalı bilginin işlenme yöntem ve kaidelerini belirliyor, Kur’an dâhil bütün kaynak metinleri tanımlıyordu. Fıkıh ve Kelamsa“Sebebin hususiliğine rağmen, lafzın umumi olabileceği”[2] prensibine dayanarak ilahi metni sebebinden bağımsız umumi bir metin olarak telakki edebiliyordu. Bu bağlamda Kur’an’ı saf metin olarak, dil ve mantık kurallarıyla, nass, zahir, mücmel, mübeyyen, âmm, hâss, mutlak, mukayyet, hitabın mana ve konusu, lahne’l-hitab, hitabın delili, nesh ve koşulları, çok anlamlılık, eş anlamlılık ve zıt anlamlılık gibi durumlar, Arap dil enstrümanları (dilbilim, etimoloji, morfoloji, linguistik, semantik, retorik ve semiyotik), kontekst/siyak-sibak, lafzın zihne mütebadiren doğan anlamı; hakikatin mecaza, umumun hususa, mutlağın mukayyete, istiklalin idmara takdimi, te’hire dair bir karine bulunmadıkça kelamın orijinal tertibini esas almak gibi karinelere bağlı kalınarak okunuyordu. İşbu karineler her ne kadar farklı ihtisas alanlarında farklı hiyerarşiyle takdim edilseler de genel espri itibarıyla müşterek olarak istihdam ediliyordu.
Bundan ötürü farklı sahalarda kaleme alınmış usül kitaplarında farklılıklara rağmen ortak bir terminolojiye ve vücûh ve’n-nezâir, hakikat-mecaz, muhkem müteşâbih, kıraat, esbâb-ı nüzul, nasih-mensuh, kıssalar, siyer, rivayetler ve bunun gibi müşterek temalı konu başlıklarına rastlanır. Bu durum aynı temel kaynakların yorumsanmasına ilişkin usullerin konu bütünlüğü dolayısıyla pek çok noktada kesişmek durumunda olmasındandır. Sıddık BAYSAL, Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı, Tefsir Bölümü Doktora Öğrencisi
[1] Basit bir örnekle hadislerin yazılmasının nüzul döneminde yasaklanması, “bana taammüden yalan isnat eden cehennemdeki yerini hazırlasın.” şeklindeki ifade rivayet kültürünün disiplinsiz hareket etmesine mani oluyordu.
[2] Hafız Celaluddin Abdurrahman es-SUYUTİ, el-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Daru ibn Kesir, Dımaşk 1996, c. II, s. 95-96
ESBAB-I NÜZUL II ve KAZANIMLAR
Sıddık BAYSAL, Doktora
Esbab-ı Nüzul II dersinin hedef gruplar gözetilmeden yazıldığını düşünmek doğru bir yaklaşım olmaz. Hatta bunun da ötesinde hedef grupların çeşitliliğinden söz etmek mümkündür ki bu çeşitlilik o grup üyelerinin eğitim seviyeleri, içinde bulundukları kültürel ortamlar vb. pek çok unsurun farklılığından türediği için eserin koyduğu hedef kazanımlarının da aynı karakteristiği yansıttığını, farklı seviyeler için farklı kazanımlar öngördüğünü iddia edebiliriz. Bu durumda, eserin lise ve akademi için farklı kazanımlar ihtiva ettiğini, hatta öğrenci olmayan akademisyenler için daha üst düzeyde kazanımlar ilka ettiğini … ileri sürebiliriz.
Bu eser, öncelikle esbab-ı nüzul hakkında asgari düzeyde bilinmesi gereken teknik bilgileri bilinçli ve yerinde bir metodik kaygının eseri olarak dayanakları ile betimleyici bir üslupla vermiştir. Yine bu kaygının eseri olmalı ki konu sadece tefsir külliyatından değil de bu sorunsalın ilgili olduğu tüm alanlardan veriler toplanarak işlenmiştir. Dolayısıyla okumayı mukayese tekniğinin üzerine inşa etme imkânını yakalamış; konuya ilişkin tüm görüş ve tarihi malumatı görme fırsatını oluşturmuştur. Bu da betimleyiciliğin bir eseri olarak beraberinde nesnelleşmeyi getirmiştir.
Bu yaklaşımın kazanım cinsinden okura dönük olan tarafı elbette ki sadece eserin tertibine ilişkin yazarın tutumunu okurun fark etmesinden ibaret değildir. Tespit ettiğimiz metodik yaklaşımla yazar bir taraftan başta karmaşaya neden olan sorunlar olmak üzere konuyu tüm açıklığı ve nesnelliği ile ortaya koyarken diğer taraftan okura İslami konuları irdeleme noktasında objektif bir projeksiyon ve esaslı bir metot kazandırıyor. Disiplin, insaf ve hakkaniyet ölçüleri içerisinde İlmi bir çalışmanın nasıl yürütülebileceğine dair bir model takdim etmiş oluyor.
Her şeyden önce muhatapla mütekellim veya okurla yazar arasında ortak bir dil, ortak kavramlar silsilesi, müşterek dil felsefesi, yani zihinler arası bir muvazaa inşa etmenin gereği üzerinde duruyor ki yazı veya söylevin muradı ile muhatabın ulaştığı neticeler arasında sapmalar yaşanmasın. Bu bağlamda konu içinde istihdam edilen terminolojinin ideolojik dolgularla tahrif edilmemesi adına sağlam bir zemine oturtulmasının gerekliliğinden bahsediyor. Bu da son derece haklı bir tespittir. Zira esbab-ı nüzul kavramının dahi delaleti disiplinler arasında farklılaşabilmekte iken modern zamanlarda düşünce dünyamıza giren terimlerin klasik ıstılahlar yerine rasgele kullanılması daha derin sorunlara neden olacaktır.
Yine bu eserin öngördüğü kazanımlar arasında zihinsel bir faaliyet anlamında tefsir kavramı ile bu faaliyetin ilke ve esaslarını tertip eden ve yine aynı kavrama nispet edilen doktriner ve sistematik bir disiplin olarak tefsirin birbirinden ayrılması gerektiğidir. Buna konuyla yakın ilişkisi dolayısıyla Kur’an ilimlerini de eklemek icap eder. 741 hicri yılında vefat eden İbn Cüzeyy’in de tespit ettiği gibi tefsir amaç, diğerleri alet ilimleridir. Şu halde bu ilimlerden tefsirde istifade edilebilir. Ancak tefsirin gayesi bu ilimlerdeki muhtevayı ispat etmek değildir; bilakis onların bilgisinden hareketle ilk muhatapların vahyi nasıl anladıklarını tespit etmektir.
Esbab-ı nüzul bu ilimlerden biridir ve vahyin tarihle ilişkisini sabitleyen son derece önemli bir ilimdir; ancak tekrar edelim ki asıl değil, araçtır. Modern zamanlarda sıklıkla karşılaştığımız anakronik okumanın doğurduğu olumsuz sonuçları bertaraf etmek ve metni ilk anlamlarına döndürmek bağlamında son derece işlevsel ve gerekli bir araçtır. Kaldı ki Kur’an metnini muhatapsız sudur etmiş olma algısından da kurtarır; bilakis insan türünün tarihsel vakıası ile bu hitaba muhatap olduğunu kanıtlar.
İşte bu yaklaşım bize Kuran’ı anlama konusunda insaniliğimizin ve o anki insaniliğimizi resmeden metinle bağdaşık tarihin (tefsir okumaları bağlamında Kur’an metnini hadis ve siyer gibi tarihe tanıklık eden ilimlerle senkronik okumanın) ne kadar büyük bir ölçüt olduğunu gösterir. Üstelik konu tarih ve hadis olunca rivayetlere yönelmekten başka yol yoktur. O rivayetlerin hangi usullerle işleneceği konusunda ise senet ve metin kritiğinin ilkelerini belirleyen usul ilimlerine ihtiyacımız vardır. Şu halde senkronik okumayı temin etmek için rivayet kültürüne vakıf ilimleri göreve çağırmamız gerekmektedir. Bu bilinç esbab-ı nüzul ve tefsir için tefsir rivayetleri ayrıştırmasının yapıldığı bölümde okura bir kazanım olarak net bir şekilde arz edilmiştir. Söz konusu teknikleri tatbik edemesek bile musannıfların eserlerindeki uyarı ve ikazlara dikkat etmemiz gerektiği bilinci kazandırılmış olmaktadır. Dahası İslami bilimler sahasında üretilen tüm bilgilerin aslında bir bütünün görüngüleri farklı parçaları olduğunu idrak imkânı veriyor.
Sonuç itibarıyla nüzul tarihi ve siyer bilgisi doğrudan bağlama işaret eden
ilimler olarak gayet önemlidir. Zira bağlamın bilgisi de müfessire, anlamanın
öznesi ve vahyin muhatabı olarak ilk neslin geçirdiği nüzul tecrübesini
orijinal metin-orijinal tarih diyalektiği çerçevesinde izleme imkânı sunuyor.
Metnin ve tarihin orijinalliği fikrinden bağlam içindeki metinle bağlamından
soyut metnin aynı olmadıkları yargısı çıkıyor ki bu doğrudur.
Yine metodik olarak metin okuma tekniğini ve rivayet formundaki malumatı tenkit etmenin yol ve ilkelerini öğretmektedir. İbarelerin satır aralarına gizlenmiş manalar bir tarafa gözden kaçan ayrıntıların klasik metinlerde üstlendiği rolü düşünmemizi sağlamaktadır. Örneğin, Fe nezelet ibaresindeki fe harfinin küçümsenemeyecek bir öneme sahip olduğunu göstermektedir ki bu harfin sıradan bir bağlaç olmadığını, “…hemen ardından veya …dı ki bu ayet indi.” Anlamında ardıllık bildiren bir takibiyye olduğunu fark ettirmektedir. Hatta bir üst kademeye sıçrayarak öncelikle Kuran metninin ardından da tüm metinlerin ihtiva ettiği öğeleri önemsemeyi öğretmektedir.
Tarihte ihtilaflı konuların nasıl ele alındığına değinerek zaman zaman vakadan değil de sonuçtan vakıaya doğru gittiğimizi, bunun da daha kronik sorunlara yol açtığını izhar ediyor. Örneğin sebeb-i nüzul rivayetlerinin muhtelif oluşundan yola çıkarak ayetin mükerrer indiği gibi bir sonuca ulaşılabilmiştir ki bu pek de makul olmayan bir sonuçtur.
Hülasa esbâb-ı nüzul, Kur’an pasajlarını tarihe tutturan nesnel ve insani boyutu temsil eder; ancak metnin nihai hedefi, varlık koşulu değildir; onun anlaşılmasına gerçek zamanlı bir projeksiyon sağlar.
Esbab-ı Nuzul II
Dersinden Kazanımlar
ŞABAN YILMAZ/DOKTORA
Esbabı nüzul Kur’an’ı Kerim’in sadece teoriden ibaret bir kitap
olmadığını aynı zamanda belirli bir insanlar topluluğuna indiğini göstermesi
açısından çok önemlidir. Kur’an tedricen nazil olurken aslında bize de verdiği
mesaj şudur: Hayatın içinde var olan ve hayata her daim müdahale eden
yaşanabilir bir kitap olduğunu gösterir. Hayatın her anına müdahil olan Kur’an
ashabın hayatına nasıl yön verdiyse yine aynı şekilde bizim hayatımıza da yön
vermektedir. Bu sebep bile aslında esbabı nüzul rivayetlerinin tefsir
rivayetleri içerinden çıkarılıp sistematize edilmesi için yeterli bir sebeptir.
Esbabı nüzul rivayetlerinin sistemli bir hale getirilmesi demekle,
rivayetlerin sahih olanlarının tercih edilmesidir. Bunun akabinde bu ilimle
ilgili bir eseri eline aldığı zaman acaba hangi rivayet sahihtir, hangisi
zayıftır, bunun derdine düşmeyecektir. Her hangi bir tefsir kitabını açıp
okuyan insan şunu düşünmelidir: Bu tefsirde geçen rivayetler en az bir Buhari
kadar güvenilirdir, diyebilmelidir. Bu sebepten dolayıdır ki Muhatap olduğu
kitle bu rivayetlerin senet kısmı ile uğraşmayı bırakmalı ve o olayları değerlendirirken
kendi hayatına Kur’an nazil oluyormuş gibi değerlendirmelidir.
Esbabı nüzul rivayetlerinin değerlendirmeye tabi tutulması ve
onların sistemli bir hale getirilmesi; Kur’an ve esbabı nüzul bütünlüğü nasıl
ashaba yol haritası olmuşsa, günümüzde de aynı şekilde aktif bir rol üstlenici
konumuna gelecektir. Esbabı nüzul ilminin amaçlarından bir tanesi de o dönemde
ki vahyin nüzulü anlarında ki canlılık ve dinamizmini tekrar harekete geçirebilmektir.
Esbabı nüzul tefsir ilminin anlaşılmasına yardımcı olan bir alet
ilmi olduğu için Esbabı nüzulün sınırlarını veya çalışma alanını şu anda
belirleyen bir yapıya sahiptir. Eğer esbabı nüzul da hadis ilmi gibi bağımsız
bir yapıya sahip olursa kendine has bir üslupla çalışma alanını ve ilkelerini
kanıksayabilir.
Vahyin tarihle ilişkilendirilmesi konusunda önemli yere sahip olan
esbabı nüzul ilmi, bilgilerin tasnif edilip, sıhhat derecelendirilmesi
elemesine tabi tutulup, bir ilmi hüviyete kavuşturulursa istifade o derece
artacaktır. Orijinal-metin orijinal-tarih kurgusunu en sağlıklı ve en
sistematik bir şekilde yapabilmenin yolu Esbabı nüzul ilmini sahip olduğu
ilişkili ilimler ile bir bütünlük içerinde ele alıp, hadis, siyer, tefsir,
fıkıh gibi ilimlerin bağlamından koparmadan incelersek daha isabetli ve bazen
yerine göre Kur’an ve Müslüman kimliğine ters düşen hatalar veya yanlış
rivayetlerden de kendimizi muhafaza edebiliriz. Sa’lebe kıssasına esbabı nüzul
rivayetleri açısında bakılıp değerlendirildiği zaman, yeni bir yaklaşımın nasıl
ortaya konulduğunu müşahede ettik. Bizim sahip olduğumuz siyer kültürü veya
daha genel anlamda rivayet kültürümüzün içinde bu ve buna benzer çokça
değerlendirmeye muhtaç rivayetlerimiz vardır.
Esbabı nüzul, tarih, siyer, fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimlerin
kendi içerinde bir bütünlük arz ederek incelendiği zaman bilginin bütünlüğü ve
ilimleri de bu bütünlük içerinde değerlendirmenin önemi daha da belirgin bir
hale gelmektedir.
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
ŞABAN YILMAZ/ Doktora
Maksat aynı
olmakla birlikte yöntemin farklı olması ihtilaf kavramı ile ifade edilmektedir.
Din ile ilgili alanda çalışan ilim adamları için, ilim dalları ve branşları
birbirlerinden farklı olsalar da, hizmet ettikleri, çaba sarf ettikleri ilimler
farklı olsalar da asılda hizmet ettikleri amaç aynıdır ya da birbirlerine çok
yakındır. Ayrıca din ilimleri her ne kadar kendi alanlarında farklı
kategorilere ayrılmış olsalar da dayandıkları, kaynak kabul edilen Kur’an’ın
sarayında gezinmektedirler. Çağdaş anlayışa sahip olan da Kur’an’ı bir hayat
kitabı haline getirmeye çalışıyor, klasik anlayışa sahip olan da. Bu anlayışı, bu
bakış açısını bir kişi üzerinde bile görmek mümkün. Örneğin; İmamı Gazzali’ye
sorarlar: “Üstadım, Mustasfa’da kılı kırk yaran sen neden İhya’da bunu
yapmadın? Gazzali cevap verir: “Bebeklere et yemeğini nasıl yedirebilirdim ki?”
diyor. Bir kişinin elinden çıkan iki farklı eserde bile metotlarının farklı olması
o eserin amacın farklı kılmaz. Metotlar farklı da olsa amaç daha fazla insana
ve farklı zihniyetlere hitap edebilmektir.
Din ilimleri
asıl itibari ile muhataplarına bir şeyler anlatarak Allah’ın Kur’an’da çizdiği
sınırları insanlara anlatarak ve bu sınırları koruyarak olunması gereken
Müslüman modelini ortaya koyar. Bunu yaparken de her bir ilim insana farklı
açılardan bakar. Bu anlatılanlar meselenin pratik hayatta var olan bir yönüdür.
Bizim söylemek istediğimiz asıl ise bu ilimlerin pratik hayatta birbirinden
kopuk olmadığı gibi, sistem olarak da birbirinden kopuk değildir.
Din
ilimlerinden hangisini ele alırsak alalım bu bütünlük, göz ardı edilemeyecek
derecede öneme haizdir. Bir tefsir ilmi için tefsir tarihi, hadis, siyer(İslam
Tarihi), hadis tarihi, fıkıh, kelam ilimlerinin ayrı ayrı kendileri kıymetince
değeri vardır. Bir tefsir ilmi için belki de anlam noktasında ilgisinin
olmadığı ve küçümsendiği düşünülen bir din psikolojisi, bir din sosyolojisi
bile bir hadis usulü kadar olmasa da en az onlar kadar önemlidir. Din ilimleri
bir bütünlük içerisinde çalışmalarını yaparsa insanlara fayda yönünden daha
fazla katkı yapacaklardır. Siyer kitaplarından nakledilen rivayetlerin fayda yönü
gözetilerek özellikle vaazlarda hiç tahlil edilmeden kullanılması doğru bir
yaklaşım olmasa gerek. Orada zikredilen bir olayı senet açısından tahlilini
yapmadan o olay içinde yaşayanın psikolojisini yansıtmadan sadece ve sadece
fayda yönü vardır düşüncesiyle verilmesi ilmi kriterlere uymayan ve ilimlerin
de bir bütünlük değeri ve olgusu açısından problem teşkil eden bir hadisedir.
Konu sunumunu yapan anlatıyor: Habil ile Kabil’in olayını… Kardeş katili olmuş
Kabil, kardeşini gömmeyi kargadan gördüğü üzere akıl edebilmiş. Burada Kabil’i
katil olmasından dolayı küçümsüyor da küçümsüyor. Aslında ayet açık: Kardeşini
öldürdükten sonra ne yapacağını düşünürken yeri eşeleyen kargayı görüyor ve
kendisine eyvah ediyor. Ancak bir takım tefsirler veya israiliyattan
faydalananlar işi karganın ceset gömerek örnek olması durumuna kadar getirmektedirler.
Bir tefsir Hocamız şunu demişti: “benim görüştüğüm zoologlara: “Tarih boyunca
karga türünden biri, ölmüş başka bir kargayı gömdüğüne rastlandı mı? Diye sordum.
Aldığım cevap net: Hiçbir karganın ölmüş başka bir kargayı gömdüğüne dair elimizde
veri mevcut değil. Anlaşılan o ki bir ilimle uğraşanlar başka ilmin sahasına
giren konuda sözü onlara bırakmalı veya onlardan yardım almalıdır.
Bu bütünlük
anlayışını özelde din ilimleri adına ifade etmiş olsak da genel anlamda tüm
ilimler ile olan bütünsellik gözden kaçırılmamalıdır. Bir ilahiyatçı alanı ve
bilgisi olmadan bazı ibadetlerin sağlık boyutuna dikkat çekmek istiyor, ama
diğer taraftan da doktor diyor ki o konuşurken birçok hata yapıyor. Bu cümleyi ilahiyat camiası biz de çok
kullanırız ama bilim dallarını ve ilimlerin bütünselliğini çoğu zaman göz ardı
etmemeliyiz. Bütünsellik içerisinde ve sistemli bir şekilde verilen bilgiler de
tutarlılık ve kabul edilebilirlik yönü fazla olur, tenkit ve yıpranma payı da
daha aza iner. “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” hadisine anlam yüklerken
aslında bu çeşitliliktir ancak kopukluk, niza’ değil, birlik, beraberlik ve
uyum içinde hareket etmektir.
Kur’an-ı
Kerim’in doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanabilmesi için, doğru bir
yöntemin (usul, metodoloji) takip edilmesi şarttır. Bu manada “Kur’an ve Bağlam”
kitabı özellikle esbab-ı nüzul açısından nelerin nasıl yapılacağı hususunda
önemli yöntemler sunmaktadır.
Ayetleri
yorumlarken bu konunun asla göz ardı edilmemesi gerektiği hususu somut olayla
da desteklenerek, tarihi bir perspektif içerisinde açık yüreklilikle ortaya
konulmaktadır.
Burada bence en önemli hususlardan biri,
kültür tarihimizde var olan bilgilerin önemli bir kritiğinin yapılması
gerektiği konusu, üzerinde durulması gereken önemli bir husus ve kazanım olarak
tarafımdan algılanmaktadır.
İslami
ilimler açısından bilginin bütünlüğü de, özellikle tefsir, hadis ve fıkıh
açısından aynı kökten beslenmeleri hasebiyle bir ve bütün olduğu meselesinin
daha yakinen kavranmış olması da kazanım açısından bir diğer önemli hususu
teşkil etmektedir.
Bu
meyanda, farklı bir görüşe sahip olma ya da farklı görüşlerden birini benimseme
anlamına gelen “ihtilaf” ile kendi görüşünün dışındaki görüşlere karşı bir
tavır almayı ifade eden “hilaf”, ilmi meseleleri değerlendirme açısından önemli
bir bakış açısı sunmaktadır.
Buna göre ihtilaf, maksat aynı olmakla beraber,
bu maksada ulaşırken kullanılan yöntemin farklılığını; hilaf ise, hem maksadın,
hem de yöntemin farklı oluşunu ifade eder. Bir diğer ifade ile delile
dayanmayan, kuru bir iddiaya dayalı aykırı görüşe hilaf, delillerden hareket
ederek sonuca varmaya çalışan aykırı görüşe ise ihtilaf denmektedir.
Bu
durumda ihtilaf rahmetin, âdeta kesrette vahdetin ifadesi olduğu için müspet,
hilaf ise bir anlamda inatlaşma ve tefrikaya yol açacağı için menfi bir husus olduğu
konusunun vuzuha kavuşmuş olması da bir diğer kazanım olarak zikredilmeye değer
bir mahiyet arz etmektedir.
Şükür KÜÇÜK
Doktora/11922762
H.z.
Peygamber (sav)’in mübelliğ olarak yaptığı tüm uygulamaları bugün çok değişik
disiplinler adı altında toplandığını görmekteyiz. Bu durumun en büyük problemi
bütünden mahrum olmaktır. Modern tabirle “alan körlüğü” dediğimiz bir vakıa ile
karşı karşıyayız. Bu da bizi çözüme götürmede zorlaştırıyor. Bütünlüğü
kuramamanın, bütünlüğü yakalayamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Bugün ayrı adlar
altında hüküm süren branşların isimlendirme ve sahasının belirlenmesinin ne
derece isabetli olduğu cevaplandırılması gereken sorulardan olduğunu
düşünüyorum. Bu branşlaşmada modernizmin etkisinin ortaya konulması gerekir. Arada
kaynayan bir şey oldumu? Ya da bağlantıyı engelleyen bir durum söz konusu mu?
Modernizmin iç boşaltmaya, anlam buharlaştırmaya yönelik ve bizi bütünden
-Allahtan- mahrum etmek için alabildiğine parçalamaya yönelik felsefesinden ne
derece etkilendik? Bu sorulara en sağlıklı cevaplar branşlaşma öncesi ve
sonraki halimizin kıyası ile mümkün olabilecektir. Görünen o ki daha bir
profesyonel olsun diye oluşturulan branşlar teknolojinin imkanlarını ve bir çok
eğitim kurumlarını yanına almasına rağmen her branşta hala bir sürü
çözemediğimiz mesele var. Bilgi kirliliği dediğimiz bir durumla karşı
karşıyayız. Bilgi malumatının artmasına bağlı olarak günümüzde en önemli mesele
ayıklama ve seçme işidir. Günümüz insanın
kafası daha karışık. Mevcut disiplinler bulanıklığı gidermede yeterli
olamıyor. Bu yüzden bilim dallarının yeni bir tasnife ve düzenlemeye ihtiyacı
olduğu aşikardır.
İhtilaf ;
hayat devam ettiği sürece, insanların zeka, algılama, bilgi ve tecrübeleri
farklı olduğu sürece olacaktır ve olağan bir şekilde karşılanmalıdır. İslam
alimlerinin ihtilafa yaklaşımları da ihtilaflı olmuştur. İbn Hazm gibi alimler
belli bir aşamadan sonra ihtilafı kabul etmezken diğer bir çok islam alimleri
bunun meşru olduğunu kabul etmiştir. İhtilafın meşruiyetini savunanlara göre
Kur’an da müteşabih, müşterek ve mecazi lafızların varlığı insanların
ihtilafına zemin hazırlamıştır
Esbab-ı Nüzul, nuzul ortamında
meydana gelen bir hadise veya Hz. Peygamber’ e yöneltilmiş bir soruya, vuku
bulduğu günlerde, bir veya daha fazla ayetin cevap vermek veya hükmünü açıklmak
üzere inmesine vesile teşkil eden ve vahyin nazil olduğu ortamı resmeden
hadisedir.
Ancak belli bir tasnif ve siyak- sibak uyumu olmayan esbab-ı nüzul
rivayetlerinin doğurduğu olumsuz sonuçları; yorum zenginliğine engel olması,
Kur’anın evrensel hedefi olan Kur’an- insan-hayat bütünleşmesini önlemesi ve
konunun istismar edilmesi gibi olumsuz neticeleri engellemek için yeni bir
yaklaşımla esbab-ı nuzül rivayetleri ele alınması gerekmektedir.
Muhammet KARAOSMAN
Doktora öğrencisi
Öğrenci No:12922756
Mehmet İmadettin TÜRE
Tefsir
öğretiminde lise ve lisans dönemlerinde müşahede ettiğim, bu konuya sadece
değinildiğidir. “Kur’an ve Bağlam” kitabından edindiğim birinci
tecrübe Esbab ı Nüzulün tespit edilebilmesinin ayrı bir meleke kesbiyeti
gerektirdiğidir. Tespit edilebilmesi derken ayeti anlama çabası ile
karıştırılmaması gereğine işaret etmek istiyorum. Adı geçen kitabın
müzakeresinde ve tefsir takrirlerinde bunun hiç de kolay olmadığını hayret ile
müşahede ettim.
Aynı
ayetle ilgili farklı rivayetlerde Sebeb – ı Nüzul olarak değişik olayların
zikredilmiş olması bunu bir sorun haline getirmiş ve nüzulün veya sebebin taaddüdü
konusu ayrıntısıyla işlenmiştir. Elbette ki birinin nadir diğerinin daha fazla
vuku bulduğu v.b. bir olgunun sübutunu ispat konunun dışındadır. Ancak
zamanımızın sahip olduğu dijital imkânlar ile hazırlanacak bir yazılım Esbab –
ı Nüzule daha kapsamlı bir bakışı mümkün kılabilir.
Sebebin
veya nüzulün taaddüdü meselesine tekrar dönecek olursak, bu konuda özellikle
irşat etmede konuya ayetin dâhil edilerek aktarılmasında bazı sıkıntıların
ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Ayetin birden fazla nüzul sebebi olduğu
halde, bunlardan sadece bir tanesini zikretmek, konuyu ihtisar etmek olarak
algılanabilir mi? Yoksa ayeti konu edinirken nüzul sebeplerinin tamamını
zikretmek mi daha ilmî ve ahlâkîdir? Meselenin ciddiyetine vakıf olmayan kişi,
ayeti kendi konuşmasının bağlamı içerisinde hiçbir rahatsızlık duymadan
istediği olay içerisinde aktarabilir ve bu da arzu edilen bir eğitim sonucu
değildir. Özellikle vaaz vermede oldukça sakınılması gereken bir durumdur bu. İleride
yetişecek ve vaazı mesleğinin önemli bir unsuru olarak ifa edecek Din Görevlilerinin
veya fahri olarak yapacak Din Gönüllülerinin eğitiminde, bu konuda daha bilinçli
olabilmeleri sağlanmalıdır. Onlar eğitim süreçleri içerisinde Esbab – ı Nüzulü,
sadece Kur’an ilimlerinin konu başlıklarından biri olarak değil, ileride mahir
bir şekilde bu konuya hâkim ve bu konuda meleke kesbetmiş olmanın önemine vakıf
bireyler haline getirilmelidir.
Anlaşılması
arzu edilen ayet araştırılırken, Tefsirin müellifinin üslubunu kavramış olmanın
önemine de işaret etmek isterim. İmkânı olan araştırmacılar birden fazla
tefsirden istifade ederek bu işi en başarılı hale getirebilirler. Taberî
örneğini verecek olursam, takrirler esnasında gördüğüm, kendim okuduğum zaman birçok
inceliği ve nükteyi kaçırmış olduğumu farkettim
2012-2013 Bahar Dönemi
Esbâb-ı Nüzul II Dersinden kazanımlar
Peygamberimiz ve
ashabı tarafından bilinmekte olan ulûmü’l-Kur'ân; Kur’ân’ın en doğru şekilde
anlaşılmasına yardımcı olmayı amaçlayan bir bilgi alanıdır. Tefsir alanında
ulumu’l-Kur'ân bahislerine sıklıkla değinilir.
Kur'ân ilimleri konusunda özellikle Hulefa-i Raşidin, İbn Abbas, İbn Mesud, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa el-Eş’ârî, Abdullah b. Zübeyr temeyyüz etmişlerdir.
Hicri birinci
asrın sonlarından itibaren ele alınan ilk eserler, Kur'ân ilimlerinin müstakil
olarak ele almıştır. Hicri birinci asrın sonları ile ikinci asrın başları
tedvin asrının başlangıcı olarak tanımlanır. Tedvindeki temel gaye, Kur'ân’ın
anlaşılmasına katkıda bulunmak, hadisleri tesbit etmek, Kur'ân ile hadisin
manalarını açıklamaktır.
“Ulûmü’l-Kur'ân”
kavramını ilk Zerkeşî kullanmıştır.
Esbâb-ı
Nüzûl nüzûl ortamının aslî bir unsurudur. Bu konudaki tek kaynak sahabedir. Sebebi
Nüzûl ancak sahih nakille bilinir.
Sahabenin sebeb-i nüzûl hakkındaki
rivayetleri “müsned hadis” sayılmıştır. Müsned hadiste senet muttasıl ve
merfu olmalıdır. Esbâb-ı Nüzûlde tabiîlerin rivayetleri mürsel hükmündedir.
Aslolan sebebin
hususiliği değil lafzın umumiliğidir. Kur’ân’ı doğru anlayabilmek için Esbâb-ı Nüzûl
olsa da olmasa da her durumda Kur'ân’a bütün olarak yaklaşmak önemlidir.
Sa’lebe kıssası rivayetleri tefsir için yapılmış rivayetlerdendir. Kıssanın değerlendirmesinde tarihten faydalanmak daha doğru sonuçlara götürür. Ayeti sadece bu kıssa ile sınırlandırmamalı, Kur’ânî bütünlük ve siyak-sibak bağlamında değerlendirilmelidir: Tevbe Suresi’nin 75. ayetini bu şekilde incelediğimizde söz verdiğinde sözünde durmayan münafıkların sembolize edildiğini görülmektedir.
İlk defa Hegel’in kullandığı felsefi bir
kavram olan tarihsellik ve tarihselcilik, Batı düşünce sistemine ait çok geniş
anlam alanına sahiptir. Tarihselcilik Batı düşüncesinin kartezyen dünya
anlayışıyla kilitlenen zihinlere hermenötik metotla bir açılım getirme
çabasıdır.
Batı
düşüncesinde beşeri ilimler-tabiat ilimleri ayırımına karşın, islamda ikisi
arasında organik bir ilişki vardır. Kur’ân-ı Kerîm yaşanmış, yaşanılabilir ve
yaşanacak, insanın öz niteliğiyle örtüşen bir hidayet rehberdir.
Esbâb-ı Nüzûl
zaman-mekan içinde gerçekleşmesi, sahih (müsned-merfu) rivayetle bize ulaşmış
olması sebebiyle tarihseldir ve tarihsel gerçekliktir. Esbâb-ı Nüzûlün tarihsel
koşulluğunu “belli bir nedensel bağlantıda etkinin ortaya çıkmasını sağlayan
etken” olarak değerlendirilebilir. Esbâb-ı Nüzûl, Kur'ânî bütünlüğe ait bir
olgudur.
İslam alimleri kesin, doğru bilginin ortaya çıkarılmasına çalışmışlardır. İslam bilim anlayışı, “gerçekliğin bütün boyutlarıyla anlaşılmasını” hedeflediğinden bütün doğru bilgi yöntemlerine sıcak bakar.
İslam alimleri, aklı bilgi kaynağı olarak görmelerinden dolayı Kur'ân ayetlerini yorumlarken ve fıkhî problemleri çözerken sık sık akla, istidlale, nazara, ictihada ve kıyasa başvururlar.
Son dönemin fikri cereyanlarından İslam bilimleri de etkilenmiş, ilim insanları Batının da etkisiyle fikir özgürlüğünün verdiği özgün tavırlardan dolayı kendi tercih ettikleri metodları hayat felsefelerinde kullanmışlardır.
Tefsirde çağdaş dönemde geleneksel birikimi önemseyen yaklaşımlar, metne önem veren lafızcı yaklaşımlar, çağdaş olguyu önceleyen akılcı yaklaşımlar olarak gelişme göstermiştir.
İslam bilimlerinin çağdaş bilimler içinde yerini alması araştırma, inceleme, sorgulama, eleştirme, geçmişin tecrübesi, anın hissettirdiği, gelecekten de beklentilerini içinde barındıran esnek bir düşünce tarzı ile mümkündür.
İslam bilimleri Kur'ân, sünnet ve tevil ekseninde gelişmiştir. Özellikle çağdaş düşüncede normatif olarak nitelendirilen re’y ehlinin yorumları, metnin lafzı ve onun ifade ettiği anlam üzerinde şekillenir. Bu yorumlar, kuşkusuz yorum sahibinin içinde bulunduğu ortam ve şahsi birikimi barındırır.
Tefsir özellikle de vahyin indiği ortama dair durumların bilgisi yani esbab-ı nüzul, ihtilaf problemi ile etkileşim halindedir. Şöyle ki; ilk müfessirler esbab-ı nüzul bilgisiyle ayetlerin nazil olduğu yeri ayırabilmiştir. Ayetin vahyedildiği şartları da bu yolla anlayabilmişlerdir. Zahiren çelişkili gözüken iki ayet için, sebebi nüzulü bilindiğinde, bağlamına göre çelişkinin ortadan kalktığı gözlemlenir. Esbab-ı nüzul bilgisi bağlam teorisi ile yakından ilgilidir. Şatıbi(790/1388) metinleri doğru anlayabilmek için önemi ile ilgili olarak şunları söylemiştir. “Esbab- nüzulü bilmemek şüphe oluşturacak ve ihtilaflara yol açan genel yorumlara sebep olacaktır.” Esbab-ı nüzul hadis çalışmalarını da etkilemiştir. Peygamberin kastettiği manayı anlayabilmek için hadis alimleri herhangi bir rivayetin içinde bulunduğu şartları araştırmaya başlamış, esbab-ı vürudu’l-hadis çalışmaları bu ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Bağlam (hal) teorisi hukuki ihtilafların çözümünde de kullanılmaktadır.
“Bilginin Bütünlüğü”
Müzakere sonuçları
Vahiy sürecinde Kur'ânın müneccemen inzali ile oluşan iletişim şekli/eğitim; hz. peygamberin/ iletenin, Allah’tan aldığı vahyi/iletiyi, insanlara/iletilenlere/eğitilenlere tebliğ etmesi iledir. Kur'ân’ın nüzul ortamında bir eğitim yapılmakta idi. Eğitici peygamber, Mekke’de sahabe, müşrikler ve ehl-i kitabla, Medine döneminde bunlara ek olarak münafıklar ile iletişim halinde idi.
Bilginin bütünlüğünden kastedilen şey; hz. peygamber ile insanlar arasındaki iletişim sonucu ortaya bilgiler ve bilim disiplinleri çıktı. Hz. peygamber-Sahabe-Tabiin-Tebei Tabiin döneminde “çekirdek dönem bilgisi” mevcuttu. Muaz b. Cebel’in peygamberimizle diyaloğu tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi bilim disiplinlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Erken dönemde zihinler bütünsel, parçalanmamış bir yapıya sahipti. Her bilgi alanının diğeri ile ilişkisi tıpkı yapboz parçaları gibi içice, bir tanesi eksik olsa tamam olmayacak bir bütünlük halinde idi. Tefsir, hadis, belagat, lugat vs. ilim dalları birleşik bir bütünün parçaları idi. Nesh Kur'ân’da var ise bu konu müfessirin, muhaddisin, fakihin, mütekellimin, İslam filozofunun meselesi haline gelmekteydi.
Bir ilim adamı, bir müfessir, alim olmadan önce ailesinden, hocalarından, yetiştiği çevreden bir birikim kazanmaktadır. Küçük yaştan itibaren Kur'ânı ve ilmi metinleri ezberlemeye başlamaktadır. Metinler araç ilmi metinleri-temel ilim metinleri olarak sınıflandırılırsa, temel metinler de usul ve ana metin bilgileri olarak iki gruba ayrılabilir. Müfessir bu ilimleri öğrendikten sonra hazırladığı ve harmanladığı bilgileri kullanıma sunar, açıklar. Bu dönemlerde alim donanım sahibi olmakta, ilmi kişiliğini oluşturmaktadır. Alimin kişiliği bir çok disiplinde derinlik halinde karşımıza çıkmaktadır. Artık bilgiler dönüştürülme sürecine girmiştir. Müfessirin bilgisini açıklamasının/ yorumlamasının zemini oluşmuştur. Bu aşamada her bilgi alanı/ alim/ müfessir, hazırladığı bilgileri hem kendisi kullanmakta hem de diğer ilimlerin kullanmasına ve yararlanmasına sunmaktadır. Müfessir bir alim olarak ders halkasında talebelerine birikimlerini aktarmakta, ayetlerden ne kastedildiğini, Kur'ân ın tarihsel bağlamdaki anlamını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bütün bu birikimlerin sonucunda tefsir ürünü/ kitap meydana çıkmaktadır. Kitabında Kur'ânın hayata/güncele/yeni durumlara nasıl tatbik olunacağı yönünde aktarım ve yorumlarda bulunur. Müfessir, fakih, mütekellim, mutasavvıfların her biri, böylesi bir durumda kendi disiplinlerinin yöntemsel yaklaşımını kullanır.
Müslüman ilim
geleneğinde bilginin bütünlüğü hayatın her alanına yansımaktadır. Örneğin
mimarimiz, camilerimiz gibi, edebiyatımız, evlerimizde kullandığımız duvarlara
asılan levhalar, atasözlerimiz, şiirlerimiz gibi. Semboller hayatımızın her
alanında kendini göstermektedir. Semiyotik (göstergebilim, işaret bilimi)
disiplinlerarası bir sahadır.
Kuranın yorum ve
tefsiri sadece Kur'ân tefsirlerinde değil, aynı zamanda tüm Müslüman dünyanın
dokularında, yorumlarında aranmalıdır.
İHTİLAF - DİA
İhtilaf konusu geniş bir alanı kapsamaktadır.
Terim anlamı bir meselede ayrı ayrı görüşlerin ortaya çıkması, söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak demektir.
Sözlükte "geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek" anlamındaki half kökünden türeyen ihtilâf, masdar ve isim olarak "bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak, görüş ayrılığı, anlaşmazlık" gibi mânalara gelir. İhtilâfın daha çok "farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme" anlamı taşımasına mukabil hilafın diğer görüşlere karşı bir tavır alışı ifade ettiği söylenebilir.
Isfehaniye göre, ihtilaf ile muhalefet, bir kimsenin sözde, fiilde, diğerlerinden farklı bir yol tutması anlamındadır. Buna rağmen hilaf sözcüğü, daha ziyade zıtlık anlamına gelmektedir. Dolayısıyla görüş ayrılığı derin ve fazla olursa ihtilaf yerine “ hılaf ” lafzı kullanılır.
İslâmî literatürde ihtilâf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir. İnsanların doğuştan getirdiği tabii farklılıklar, ilmî ve felsefî görüş ayrılıkları, siyasî muhalefet ve anlaşmazlıklar, "ihtilâfü'l-hadîs" terkibinde olduğu gibi delillerin karşıtlığı bu konulardan bazılarıdır.
Kur'an'da ve hadislerde ihtilâf kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmıştır. İslam düşünürleri yaratıcının varlığı ve birliği konusunda ileri sürülen aykırı düşüncelerin kişiyi dinden çıkaracağı hususunda ittifak etmişler, Allah'ın sıfatları ve iradesi, kaza ve kader gibi konulardaki ihtilafları da bid'at olarak değerlendirmişlerdir.
Fıkıhta ihtilâf, icmâ ve ittifakın mukabili anlamındadır. Kur'an ve Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen müctehidlerin, içtihada açık konularda çeşitli sebeplerle farklı görüşleri benimsemeleri demektir.
İlk ihtilafı ortaya koyan iblistir. Hz. Adem (as) e secde etmesi emredildi. Meleklerin hepsi secde ettjği halde, İblis farklı davrandı, kendisinin ateşten yaratıldığı için Ademden üstün olduğunu ileri sürdü. Hz. Peygamber döneminde kendisi, sahabelerin ihtilaf ve tereddüt ettiği konuları çözüme kavuşturmuştur. Hz. Peygamberin irtihalinden sonra zuhur eden ilk ihtilaf ise, onun ölüp ölmediği konusundadır. Sonraları hilafet sorununu, zekat vermeyenlere karşı yapılması gereken muamele, Hz. Osman dönemindeki birtakım problemler, keza Hz. Ali dönemindeki "cemel vakası ", "sıffın savaşı" gibi ihtilaflar ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinin sonradan farklı şekilde yorumlanması, birtakım ihtilaflara dayanak noktası oluşturmuş, farklı dini anlayışların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Örneğin; Hz. Peygamber döneminde birkısım sahabe kaderin mahiyeti ilgili olarak sözler sarf etmiş, Hz. Peygamber de buna oldukça öfkelenmiş ve onları bu mesele hakkında münakaşa etmekten sakındırmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in sahabeleri tartışmaktan menettiği bu mesele, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan İslam fırkaları arasındaki en önemli ihtilaf meselelerinin başında yer almıştır.
Şehristani (h. 469/548) ise imametin, İslam ümmeti arasındaki en büyük ihtilaf meselesi olduğunu ve Müslümanların dini meselelerin hiç birinde bu meselede olduğu kadar mücahede etmediğini belirtmiştir.
İhtilâfın sonuçları;
Aynı konuda farklı sonuçlara ulaşan müctehidlerden yalnız birisi mi yoksa hepsi mi isabet etmiştir?
İsabet etmeyen görüşün sahibi olan müctehid günahkâr mıdır, değil midir?
Mukallidin istediği içtihadı benimsemesi yahut mezheplerin ruhsatlarını araştırıp uygulaması caiz midir?
Yanlış içtihada uymaktan kaçınmak için ihtiyaten çoğunluğun birleştiği şeyleri yapmak müstehap mıdır?
Ashap dönemindeki ihtilaf Hz. Peygamber'e müracaatla halledilmekteydi. Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için, herkes kendi görüşünde devam etmiştir. Sahabe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte engellemeksizin caiz görmekteydi.
Fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminde önemli bir yer teşkil eder. İmam Şafiî müctehidin muhalifini dinlemesi gerektiğini, onu dinlemesi halinde farkında olmadığı şeylerin farkına varıp düşüncesini daha sağlamlaştıracağını belirtir. Ona göre müctehid, muhalifinin neye dayanarak görüş ileri sürdüğünü ve terkettiği görüşü niçin terkettiğini anlamaya çalışmalı, kendi kabullendiği görüşün diğerine göre konumunu fark edebilmeli.
Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki âyetleri (meselâ Âl-i Imrân 3/19; en-Nisâ 4/82; eş-Şûrâ 42/13; el-Beyyine 98/4) göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır. İbn Hazm’a göre, Allah'tan gelen şeyde çelişki bulunmadığı için Allah ve Resulü'nün emrine muhalefet anlamında dinde ihtilâf caiz değildir,
İhtilâfın meşruiyetini savunanların delilleri ise, Kur'an'daki müteşâbih, müşterek ve mecazi lafızlardır. “İhtilaf meşrudur” görüşünü kabul edenlerin savunmaları şu yöndedir: İhtilâf gayri meşru olsaydı bu tür ifadeler yerine daha açıkları kullanılırdı. Kuranda aklı kullanma ve düşünme emredilmiştir. Bunun yanında insanların her biri birbirinden farklı özelliklere sahiptir. Hz. Peygamber'in Kur'an ve Sünnet'te cevabını bulamadıkları konularda sahabeye verdiği ictihad izni de ihtilafın meşru olduğuna delildir. İctihadda isabet eden kimsenin iki, hata edenin bir sevap kazanacağını ifade eden hadiste hata edene bir sevap verilmesi ihtilâfın tasvip edildiğini gösteren bir başka delildir.
İslâm'da usul (akaid) konularında ve genel ilkelerde (külliyat) ihtilâf doğru karşı-lanmazken fıkhî konularda müctehidler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsamaha ile karşılanmış, "Hata ihtimaliyle birlikte bizim mezhebimiz doğrudur; doğru olma ihtimaliyle beraber muhalifimizin mezhebi hatadır" şeklinde formüle edilen bu anlayış, bazı istisnalar dışında İslâm âleminde geniş kabul görmüştür. Avn b. Abdullah, ihtilâfın dini yaşamayı kolaylaştırdığını vurgulamıştır.
Fıkhî konularda ihtilâfların sebepleri
1. Usul farklılığı: Delillerin şartları ile ilgili temel anlayış farklılıkları.
2. Usulün meselelere tatbikindeki farklılık. Emir ya da nehiy kipleriyle ifade edilen bir hükmün emir ise vücûb mu mendupluk mu, yasaklama ise haramlık mı mekruhluk mu ifade ettiği hususuyla ilgili yaklaşım farklılığı örnek verilebilir.
3. Hadisin ulaşıp ulaşmaması. Çok az kimse tarafından nakledilmiş olması dolayısıyla bir hadisin müctehide ulaşmaması, bir konuda biri helâl, diğeri haram kılan iki hadisin bulunması ve hadislerden birinin bir müctehide ulaşıp diğerinin ulaşmaması; her müctehidin kendisine ulaşan hadise göre hüküm vermesi yahut her iki hadis de ulaştığı halde söyleniş tarihlerinin hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) hadisin bilinmemesi durumu.
4. İçtihada dayalı hüküm verilmiş olan konularda zamanla şartların değişmesi sebebiyle ictihadlarda da değişiklik olması. "Ezmânın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz" Mecelle (md. 39) maddesinde kastedilen bu tür ictihad değişiklikleridir. Burada delil ve hüccetten kaynaklanan bir ihtilâf söz konusu değil sadece dönem farkından doğan ihtilâf söz konusudur. Ebû Hanîfe ve iki öğrencisi arasındaki ihtilâfların bir kısmı mezhe¬bin daha sonraki âlimleri tarafından bu tür ihtilâftan sayılmıştır.
Hakkında kat'î delil bulunan şerî hükümlerde ictihadda bulunulamaz; bu hükümlerde ihtilaf edilemez. Bunlar, haklannda kat'î nasslann bulunduğu, durumları intişâr edip yaygınlaşmış, âlim ve cahilin aynı ölçüde bilip tanıdığı, hiç kimsenin bilmemekle mâzûr görülmediği; namazın ve orucun farzlığı, zinanın haramlığı ve benzeri gibi hükümlerdir.
İhtilâfı rahmet olarak gören genel müslüman kitle arasında fıkıh konularındaki ihtilâfların uygulamaya yansıması bir takım farklılıklar göstermiştir: İslâm'ın ilk iki asrında ferdî alanda insanlar diledikleri âlimlere meselelerini sorar ve verilen cevaplar içinde dilediklerini uygularlardı.
Mezheplerin teşekkülünden sonra belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bütün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden faydalanması yolu açıktı. Mezheplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid, iltizam, intikal, telfık" gibi başlıklar altında tartışmaya açılmıştır.
Kamusal alanda ise klasik dönemde kadılar müctehid sayıldığı için ihtilaflı konularda belli bir görüşle hüküm vermek mecburiyetleri yoktu. Zamanla müctehid olmayan kadılar tayin edilmeye başlayınca belli bir mezhebe müntesiplik arandı. Ancak bu kadıların mezhep içindeki farklı ictihadlardan istifade imkânları vardı.
Memlükler döneminde her merkeze dört mezhep kadısı göndermek suretiyle farklı mezhep ictihadlarının yürürlükte olmasına imkân tanınmıştır.
Osmanlı devrinde, bazı istisnaî konular dışında Hanefî mezhebine göre hüküm veriliyordu. Ancak farklı mezheplerden müslümanların yaşadığı İrak, Hicaz ve Yemen gibi bölgelerde halkın mensup bulunduğu mezhebin âlimleri arasından birinin hakem tayin edilerek hüküm vermesi ve padişah tarafından tayin edilen Hanefî hâkimin bu hükmü tasdik ve tenfîz etmesi ilkesi getirilmişti.
İhtilâfları İslâm toplumu için tehlike olarak gören bir kısım âlimler ve siyasetçiler çözüm için bazı usuller teklif etmişlerdir. İbnü'l-Mukaffal'a ait çözüm önerisi daha sistematiktir. İbnü'l-Mukaffal toplumda hukuk birliğinin sağlanması gayesiyle ihtilâfların devlet eliyle derlenip bunlar arasından bir kanun metni hazırlanması için Halife Ebû Ca'fer el-Mansûr'a bir teklif götürdü. Ancak hukukçuların görüşlerine rağmen siyasî otoritenin görüşüne üstünlük tanıyan bu proje gündeme geldiğinde ulemâ derhal tepki gösterdi
Müzenî, Fesâdü't-taklîd adlı eserinde ihtilâfların hallini akademik bir yolla çözüme kavuşturmayı teklif eder. Ona göre ihtilâf halinde şûra usulüne başvurularak doğru çözüm aranmalıdır. Bunun için devlet başkanı devrin âlimlerini bir araya getirir ve ihtilâf konusu hakkında tartışmalarına zemin hazırlar. Devlet başkanı bunu gerçekleştirmezse fetva konusunda otorite olan âlim, ulemâyı toplayarak aynı şekilde tartışma ortamı teşkil eder
Sünnî fıkıh mezhepleri ile Şiî mezhebi arasındaki ihtilâfları çözmek ya da en azından asgari seviyeye indirmek gayesiyle Abbasî Halifesi Me'mûn ve Selçuklu Veziri Nizâmülmülk dönemlerinde bazı başarısız girişimler olmuştur.
Tuba YAZICI-Doktora-12922705
Abdullah BEKİROĞLU
Doktora
No:12922754
Sözlükte geri kalmak, mastar ve isim olarak ta gidip gelmek, ayrı ayrı düşünceye sahip olmak, anlaşmazlık, karşı gelmek gibi anlamlara gelmekte. Kur'an’ın birçok ayetinde geçen ihtilaf sözcüğü hadislerde de aynı manalarda kullanılmakta.
Terim olarak ihtilaf sözcüğü, sözde veya fiillerde (amelde) birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak manalarına gelmektedir.
İhtilaf sözcüğü, aynı
kökten gelen hilaf sözcüğü ile karıştırılmamalıdır.
İhtilaf yukarıda zikrettiğimiz manaları taşımasına rağmen, hilaf sözcüğü diğer
görüşlere karşı bir tavır almayı ve muhalefet etmeyi ifade etmektedir.
Buna göre ihtilaf, maksat aynı olmakla birlikte kullanılan yöntemin farklı
olmasını, hilaf ise ikisinin de ayrı olmasını ifade eder.
İslami literatürde, ihtilaf
kavramı altında pekçok konuya temas edilmektedir.
Çünkü insanlar yapısı gereği farklıdır, görüşleri, halleri, takrirleri hep
başka başkadır.
İslam kaynaklarında ihtilaf, kesbi ve gayri kesbi (tabii) olarak iki kısma
ayrılır. Kesbi ihtilaf, iki hasımdan birinin görüşünün diğerinin görüşünün aksi
olmasıdır. Fıkhi mezheplerdeki görüş ayrılığı gibi. Gayri kesbi ihtilaf ise insanların
zatları ile ilgili ayrılıklardır. Buna göre ''Ümmetimin ihtilafı rahmettir'' hadisi
insanların farklı eğilimlere sahip olmalarına işaret eder.
Kur'an'da
ve hadislerde ihtilâf kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda
kullanılmış, daima birlik olmak, tefrika ve ihtilâftan kaçınmak emredilmiştir.
Birçok âyette sözü edilen ihtilâf dinî inançlarla ilgili olup insanın dünya ve
âhirette mutlu ya da bedbaht olması bu gibi konularda benimsediği görüşlere ve
aldığı tavırlara bağlanmış, bu tür ihtilâflara düşen insanlar arasında hüküm
vermeleri için peygamberlerin gönderildiği ifade edilmiştir.
İslâm düşüncesinde dinî konulardaki ihtilâfın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhî hükümler olmak üzere temelde İki farklı alan göz önüne alınarak değerlendirilmiş, inanç konularında taraflardan sadece birinin haklı, diğerlerinin hatalı olduğu ifade edilmekle birlikte genellikle iki ayrı kategori ortaya konmuştur.
Fıkıh ilminde ihtilâf icmâ ve ittifakın mukabili bir kavram olarak kullanılmakta, Kur'an ve Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, "müctehedün fîh" denilen içtihada açık konularda muhtelif sebeplerle ayrı kanaatler benimsemesini ifade etmektedir.
İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk ihtilâfın Sakife günü halife seçiminde yaşanan, bazı uygulamaları sebebiyle Hz. Osman'ın hilâfetinin son günlerinde ortaya çıkan, Resûl-i Ekrem'in vefat edip etmediği ve ardından nereye defnedileceği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu ilk ihtilâf tartışmasının bütün İslâm toplumunu ilgilendiren ayrılıklar etrafında yapıldığı anlaşılmaktadır.
Şahıslar arasındaki fıkhî ihtilâfların ise başlangıçtan beri hep var olageldiği bilinmektedir. Ashab, Resûlullah döneminde bile içtihadi hükümlerde ihtilâf eder ancak Hz. Peygamber'e müracaatla ihtilâflarını hallederlerdi. Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için artık herkes kendi görüşünde devam etmiştir.
Sahabe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte muhaliflerine karşı geniş bir tahammül ve hoşgörü sahibiydi; ortaya çıkan yeni bazı meselelerde ihtilâf ettikleri halde her biri diğerinin muhalefetini kınamaksızın caiz görür ve insanları ferdî içtihatlardan engellemeye asla çaba sarf etmezdi.
İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye başlamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki âyetleri göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır.
İhtilafın meşrutiyetini savunanlar ise Kur’an’da müteşabih ,müşterek ve mecazi lafızların varlığını insanların ihtilafına sebep görmüşlerdir.
Fıkhî konularda ihtilâfların sebeplerinden bazıları şunlardır:
1. Usul farklılığı.
2. Usulün meselelere tatbi-kindeki farklılık.
3. Hadisin o kişiye ulaşıp ulaşmaması.
4. İçtihada dayalı hüküm verilmiş olan konularda zamanla şartların değişmesi sebebiyle müctehidlerin ictihadlarında değişiklik olması (Ezmânın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz).
el-Muvatta'ı kanun kitabı haline getirme teşebbüsü karşısında İmam Mâlik'in sarf ettiği, "Âlimlerin ihtilâfı yüce Allah'ın bu ümmete bir rahmetidir. Herkes kendisince doğru olana uyar, herkes doğru yoldadır ve herkes Allah'ın rızasını aramaktadır" sözü o dönemde İslâm toplumunda yaşanan vakıanın bir tesbitidir. Mezheplerin teşekkülüyle belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bütün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden faydalanması yolu açıktı. Daha sonra mezheplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid. iltizam, intikal, telfık" gibi başlıklar altında tartışmaya açılmıştır.
Sünnî fıkıh mezhepleri ile Şiî mezhebi arasındaki ihtilâfları çözmek ya da en azından asgari seviyeye indirmek gayesiyle Abbasî Halifesi Me'mûn ve Selçuklu Veziri Nizâmülmülk dönemlerinde bazı başarısız girişimler olmuşsa da bunlardan en önemlisi, XVIII. yüzyılda Kaçar hanedanı devrinde Nâdir Şah'ın Osmanlı sultanına sunduğu ve sonuçsuz kalan tekliftir.
Yakın dönemde Sünnî-Şiî yakınlaşmasını sağlamak amacıyla Sünnî ulemâdan Muhammed Abduh, öğrencisi Reşîd Rızâ, Mustafa es-Sibâî ve Mûsâ Cârullah; Şiî dünyasından Muhammed el-Hâlisî, Şe-refeddîn-i Âmilî, Seyyid Ahmed-i Kesrevî gibi âlimler bazı çalışmalar yapmışlardır.
Sonuç olarak dinin füru meselelerinde ihtilaf yasaklanmış değildir. Ayrıca islam’da aklı kullanma ve düşünme emredilmiş olup insanların farklı kapasitelere sahip bulunmaları sebebiyle ihtilafa düşmeleri kaçınılmazdır. Şüphesiz ihtilaf, ümmetin dini yaşama konusunda bazı kolaylık sağlaması yönüyle bir RAHMETTİR.
HADİS
ESERLERİNDE TEFSİR RİVAYETLERİNDEN KAZANIMLAR
MEHMET ZEKİ SERDAROĞLU
ÖĞRENCİ NO:12952706(BİRLEŞİK DOKTORA)
İslamın ilk ana kaynağı Kur’an’ı Kerim, ikinci kaynağı ise
Sünnettir.Hadisler olmaz ise Kur’an iyi anlaşılamaz. Hadisler; Kur’an’ın
mücmelini tafsil, müphemini beyan, mutlakını mukayyed gibi konuları açıklayıp,
onlardan çıkarılması gereken hükümleri ortaya çıkartır. Bazen de kendi başına
hükümler koyar.Allah Rasülü hayatıyla yaşayarak Kur’an’ı tefsir ettiği gibi,
bazen de ihtiyaç hâsıl olunca, sahabenin soru sorması üzerine, manası
anlaşılamayan bir kelime veya ayet olunca tefsir ve beyan cihetine gitmiştir.Bu
bilgiler hadis ilmi aracılığı ile her yönleri ve çeşitleriyle bizlere ulaşmıştır.
Hadis ilmi ve usulü Yüce Allah’ın İslam âlemine ve ümmetine bahşettiği bir
lütüftur. Bu ilim ve yöntemi hiçbir dinde ve millette yoktur.
Kur’an’ı; hadisleri almadan sadece lafzına bakarak anlamak mümkün değildir.
Mümkün olmayınca da doğru bir İslami yaşayış ve hayat tarzı sürdürülemez.
İslâmi ilimler her biri müstakil bir dal olsa da asılda bütündürler, birdirler.
Kur’an’ı anlama da hepsinden aynı anda istifade edilmelidir. Müfessirler hadis
eserlerindeki tefsir rivayetlerini her yönleriyle ayrım yapmaksızın
tefsirlerinde zikretmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken bir konu
vardır ki oda; hadis rivayetlerindeki Kur’an okumaya ve Ona yönelmeye teşvik
adına uydurulan hadislerdir. İslam ümmeti Kur’an’a verdiği değeri, gösterdiği
saygıyı hadislere de göstermiştir.
İmam Buhari
İslam toprakları genişleyip, değişik kültür ve milletlerle kaynaşınca
sorunlar, fikri tartışmalar ve ayrılıklarda kendini göstermeye başlamıştır,
İslam toprakları ayrılıklarla, fitnelerle çalkalandığı bir dönemde de İmam
Buhari yaşamış, Kur'an'a ve Sünnete muhalif her türlü bidatle mücadele
etmiştir.Hayatı Adı; Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu'fî
el-Buhârî (ö. 256/870)Kur'ân-ı Kerîm'den sonra en güvenilir kitap kabul edilen
el-Câmi'u's-Sahîh adlı eseriyle tanınmış büyük muhaddistir13 Şevval 194
Cuma günü Buhara'da doğdu.Buhârî on yaşına doğru Muhammed b. Selâm el-Bîkendî.
Abdullah b. Muhammed el-Müsnedî gibi Buharalı muhaddislerden hadis öğrenmeye
başladı. On bir yaşlarında iken hocası Dâhilî'nin rivayet sırasında yaptığı
bazı hataları tashih etmesiyle dikkatleri çekti. On altı yaşına geldiği zaman
İbnü'l Mübârek ve Veki b. Cerrâh'ın kitaplarını tamamen ezberlemişti. Hadis
tahsili için ilim merkezlerini dolaştı. Bunlar; Bağdat, Basra, Belh, Dımeşk,
Hicaz, Humus, Kûfe, Medine, Mısır ve Nişabur. Buhârî kendilerinden hadis
yazdığı muhaddislerin sayısının 1080 olduğunu söyler. Belhliler'in isteği
üzerine onlara kendilerinden ilim tahsil ettiği 1000 hocadan birer hadis yazdırmıştır.
İ. Buhari’nin Sahihinde hocalarında 309 Muhaddisin adları, yaşadıkları yerler
ve ölüm tarihleri verilmektedir. Buhârî ve Mihne Olayı; Kur'ân-ı Kerîm'in
mahlûk oluşuyla ilgili olarak Mutezile tarafından ileri sürülen görüş,
devletin de destek vermesiyle İslâm âlemini zor durumda bırakmıştır. Ahmed b.
Hanbel, muhafazakâr âlimler için bir imtihan vesilesi (fitne) olan bu olay
karşısında büyük bir azim ve sebatla direnmiş, Döneminin âlimlerine örnek bir
şahsiyet olmuştur. İslâm âleminde sürüp giden bu tartışmalardan Buhârî de
zarar görmüştür. İmam Müslim'in belirttiğine göre Buhârî, Nîşâbur'a gittiğinde
halk kendisine çok itibar etmiş, onu iki üç günlük mesafede karşılamıştır. Yine
Müslim'in belirttiğine göre, Buhârînin kaldığı ev ziyaretçilerle dolup taşmış,
şehre gelişinin ikinci veya üçüncü günü bu ziyaretçilerden biri ona Kur'an'ın
mahlûk olup olmadığını sormuş, onun da, "Fiillerimiz mahlûktur; bir sözü
ifade edişimiz de (Kur'an metnini okuyuşumuz) fiillerimizdendir" demesi
üzerine orada bulunanlar arasında büyük bir ihtilâf çıkmıştır. Aynı soruyu
başka biri sorduğunda, Buhâri "Kur'an Allah kelâmıdır, mahlûk değildir;
ancak kulların fiilleri [Kur'an] okuyuşları) mahlûktur; bu konuda soru sormak
ise bid'attır" demiştir.Buhârî kendisinden ilim tahsil etmek isteyen
herkese bildiğini esirgemeden vermesine rağmen devlet adamlarından uzak durur,
onların saraylarına gitmeyi ilmi küçük düşüren bir davranış olarak kabul eder
ve bu uğurda her zorluğa katlanmayı göze alırdı.
Buhari Semerkant' gider iken, Hartenk kasabasındaki akrabalarını ziyareti
esnasında hastalanır ve 256 yılının ramazan bayramı gacesi vefat eder ve ertesi
gün gömülür.
Şahsiyeti.
Buhârî orta boylu olup zayıf ve ince bir yapıya sahipti. Birçok güzel huyu
yanında az konuşması, başkalarının sahip olduğu imkânlara Özenmemesi gibi
özellikleri de vardı. Yiyip içmeye önem vermezdi. Onun cömertliğini, dünya
malına değer vermediğini ve yardım severliğini gösteren davranışları pek çoktur.
25.000 dirhem alacaklı olduğu birine karşı gösterdiği müsamaha dikkat çekicidir.
Uzun zamandan beri borcunu ödemeyen bu şahıstan bazı idareciler vasıtasıyla
alacağını tahsil etmesini tavsiye edenlere, "Ben onlardan yardım istersem
onlar da benden işlerine geldiği gibi fetva vermemi isterler; dünya için dinimi
satamam" demiştir..Buhâri’nin ahlâkî faziletleri; tenkit ettiği râviler
hakkındaki son derece mutedil ve insaflı sözlerinde de görülür. Bir râvi için
kullandığı en ağır cerh ifadeleri, o kimsenin güvenilemeyecek kadar zayıf
(münkerü'l-hadîs) olduğunu, muhad-dislerin onun hakkında fikir beyan etmediğini
(seketû anh) söylemekten ibarettir. Hadis uydurmakla tanınan kimseler
hakkında bile yalancı (kezzâb) ifadesini pek nâdir kullanmıştır. Gıybetten
sakınarak kimseyi çekiştirmediğini söylemesi ve "Allah Teâlâ'nın beni gıybetten
dolayı hesaba çekmeyeceğini umarım" demesi bu konudaki titizliğini göstermektedir.
Bir gün hadis okuturken âmâ olan talebesi Ebû Ma'şer bir hadisten pek
hoşlanmış olmalı ki başını, elini sallamaya başladı. Onun bu haline tebessüm
eden Buhârî, daha sonra bu tebessümü ile Ebû Ma'şer'e haksızlık ettiğini
düşünerek ondan helâllik istedi.Bazı kitaplarda yer alan ahlâkî beyitleri onun
şiir alanında da üstad olduğunu göstermektedir.İmam Buhari’nin Fıkhıİmam Buhari
muhaddisliği kadar fakihtir de onun fakih olduğu eserlerindeki tertip, düzen ve
çıkardığı hükümlerden de anlaşılmaktadır. Her hangi bir mezhebe bağlı
kalmaksızın Kur'an ve Hadislerden çıkardığı hükümlere göre amel etmiştir.
Buhari istinbatlarında bazen imamı şafiye, bazende Ebu Hanifeye tevafuk
etmiştir. El-Cami'üs-Sahih eserine bakıldığında izlemiş olduğu yol fakih
olduğuna delalet etmektedir. Seçtiği bab başlıkları ve bab hadisleri
dikkate şayandır. İbn Hacer’in tesbit ve değerlendirmesine göre Buharî
Sahih’inde fıkhî bilgi ve inceliklerin bulunmasına özen göstermiş, bundan
dolayı rivayet ettiği naslardan birçok hüküm çıkarmış ve bu hükümleri ilgili
kitabın muhtelif babları arasına uygun bir şekilde yerleştirmiştir. Bunu
yaparken gerekli yerlerde ahkam ayetlerini zikretmeyi de ihmal etmemiştir.
Aslında el-Cami’us-Sahih’i telif ederken Buharî’nin takip ettiği hedef, koyduğu
prensipler çerçevesinde hadis nakletmenin yanında bunlardan ve ilgili
ayetlerden hükümler çıkarmak olmuşturHocası Nuaym b. Hammâd ile muhaddis Ya'küb
b. İbrahim ed-Devrakî, "Buhârî bu ümmetin fakihidir" derlerdi. Hadis
ve fıkıh ilimlerindeki derin bilgisiyle tanınan hocası İshak b. Râhûye
muhaddislere, "Bu gençten hadis yazınız" diye tavsiyede bulunduktan
sonra eğer "Buhârî Hasan-ı Basrî zamanında gelmiş olsaydı hadis ve
fıkhı çok iyi bildiği için herkesin ona başvurmak zorunda kalacağını
söylerdi" demiştir. Fıkıhtaki üstün kabiliyet ve ilmi yetkinliğinden
dolayı dört mezheb mensupları onu sahiplenmeğe çalışmış, her biri kendi
mezheplerine intisap ettiğini iddia etmişlerdir.Eserlerinden bazıları:
1Câmi'u's-sahîh
2Târîhul-ke-bîr
3Târihu'1-ev-sat
4Târîhus-sağir
5Târîhu'I-kebîr
7Tevârih
ve'1-ensâb
8Taiku
ef'âli'l-'ibâd
9Edebü'l
müfred.
Buhâri’nin ahlâkî faziletleri:
Tenkit
ettiği râviler hakkındaki son derece mutedil ve insaflı sözlerinde de
görülür. Bir râvi için kullandığı en ağır cerh ifadeleri, o kimsenin
güvenilemeyecek kadar zayıf (münkerü'l-hadîs) olduğunu, muhad-dislerin onun
hakkında fikir beyan etmediğini (seketû anh) söylemekten ibarettir. Hadis
uydurmakla tanınan kimseler hakkında bile yalancı (kezzâb) ifadesini pek
nâdir kullanmıştır. Gıybetten sakınarak kimseyi çekiştirmediğini söylemesi ve
"Allah Teâlâ'nın beni gıybetten dolayı hesaba çekmeyeceğini umarım"
demesi bu konudaki titizliğini göstermektedir. Bir gün hadis okuturken âmâ
olan talebesi Ebû Ma'şer bir hadisten pek hoşlanmış olmalı ki başını, elini
sallamaya başladı. Onun bu haline tebessüm eden Buhârî, daha sonra bu tebessümü
ile Ebû Ma'şer'e haksızlık ettiğini düşünerek ondan helâllik istedi.Bazı kitaplarda
yer alan ahlâkî beyitleri onun şiir alanında da üstad olduğunu
göstermektedir.İmam Buhari’nin Fıkhıİmam Buhari muhaddisliği kadar fakihtir de
onun fakih olduğu eserlerindeki tertip, düzen ve çıkardığı hükümlerden de
anlaşılmaktadır. Her hangi bir mezhebe bağlı kalmaksızın Kur'an ve Hadislerden
çıkardığı hükümlere göre amel etmiştir. Buhari istinbatlarında bazen imamı
şafiye, bazende Ebu Hanifeye tevafuk etmiştir. El-Cami'üs-Sahih eserine
bakıldığında izlemiş olduğu yol fakih olduğuna delalet etmektedir. Seçtiği bab
başlıkları ve bab hadisleri dikkate şayandır. İbn Hacer’in tesbit ve
değerlendirmesine göre Buharî Sahih’inde fıkhî bilgi ve inceliklerin
bulunmasına özen göstermiş, bundan dolayı rivayet ettiği naslardan birçok hüküm
çıkarmış ve bu hükümleri ilgili kitabın muhtelif babları arasına uygun bir
şekilde yerleştirmiştir. Bunu yaparken gerekli yerlerde ahkam ayetlerini
zikretmeyi de ihmal etmemiştir. Aslında el-Cami’us-Sahih’i telif ederken
Buharî’nin takip ettiği hedef, koyduğu prensipler çerçevesinde hadis
nakletmenin yanında bunlardan ve ilgili ayetlerden hükümler çıkarmak
olmuşturHocası Nuaym b. Hammâd ile muhaddis Ya'küb b. İbrahim ed-Devrakî,
"Buhârî bu ümmetin fakihidir" derlerdi. Hadis ve fıkıh ilimlerindeki
derin bilgisiyle tanınan hocası İshak b. Râhûye muhaddislere, "Bu gençten
hadis yazınız" diye tavsiyede bulunduktan sonra eğer "Buhârî
Hasan-ı Basrî zamanında gelmiş olsaydı hadis ve fıkhı çok iyi bildiği için
herkesin ona başvurmak zorunda kalacağını söylerdi" demiştir. Fıkıhtaki
üstün kabiliyet ve ilmi yetkinliğinden dolayı dört mezheb mensupları onu
sahiplenmeğe çalışmış, her biri kendi mezheplerine intisap ettiğini iddia
etmişlerdir.
İMAM BUHARİNİN FIKHI
Büyük
bir hadis imamı olarak şöhret bulan Buhari aynı zamanda bir fakihtir.
"Fakihlerin efendisi" diye nitelendirilen Buhari fıkhını imam Ahmet
bin Hanbel ve İshak bin Râhuye'den almıştır. Fıkıhtaki bu üstün mevkiinden
dolayı dört mezhebin mensupları tarafından sahiplenilmiştir. Fıkıhtaki
içtihatlarında birçok meselede İmamı Şafii'ye muvafakat etmesi, Şafii mezhebine
mensup olarak şöhret bulmasına sebep olmuştur. Bütün alimler Buharinin telif ettiği
eserler ve verdiği fetvalar yolu ile büyük bir fıkhi miras bıraktığı hususunda
ittifak etmişlerdir. Sözkonusu eserleri içinde en önde geleni en- Cami u's
sahih olduğu bilinmektedir. Bu eser başlı başına bir fıkıh ve fetva hazinesi
olarak nitelendirilmektedir. Özellikle Buhari tarafından konulan bab başlıkları
bakımından fıkhi görüşlerini yansıtması bakımından apayrı bir önem taşır. Bu
sebeple "Buharinin fıkhı bab başlıklarındadır" denilmiştir. İbni
Hacer'e göre Buhari nin fıkıh alanındaki kudreti sadece bab başlıklarında değil
aynı zamanda babların düzenlenmesinde de görülmektedir. Buhari nin Sahih'ine
koyduğu bab başlıklarının hem muhaddisler hemde fakihler için taşıdığı önem
dolayısı ile bu eser üzerine yapılan şerhlerde konu itina ile işlendiği gibi aynı
mevzuda müstakil eserlerde kaleme alınmıştır. Örnek olarak İbni Hacer in
Fethul Barisi , Bedreddin el-Ayni nin Umdetul Kari si Kastallani nin İrşadu'es
sari'si, Enver el-Keşmiri'nin Feyzul bâri'si müstakil eserler olarak
sayılabilir. Kaynak: Diyanet Ansiklopedisi c.3 sayfa
375
İHTİLÂF
Sözlükte; ‘geride kalmak
ve biri diğerinin yerine geçmek’ anlamındaki half kökünden türeyen
ihtilaf,masdar ve isim olarak, bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı
görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak vb. manalara
gelir. Terim olarak ihtilaf; ‘söz veya davranışta
birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak’ demektir. İslam da ilk ihtilaf;
Allah Rasülü Rabbine kavuşunca nereye defnedileceği, Hz Ebu Bekr (r.a.) in
halife seçilmesi olayı ve Hz Osman (r.a.) ın hilafeti döneminde meydana gelen
olaylar ve sonuçları olduğu zikredilmektedir. Kur’an ve Hadislerde ihtilaf
kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmıştır. Daima
birlik olmak, tefrikadan kaçınmak emredilmiştir.İslam düşüncesinde dini
konulardaki ihtilafın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhi hükümler olmak üzere
temelde iki farklı alan göz önüne alınarak
değerlendirilmiştir. Fıkıh ilminde ihtilaf ittifak ve icmanın
mukabili bir kavram olarak kullanılmakta, Kur’an ve Sünnet’in temel ilkelerinde
birleşen ilim adamlarının, ‘müctehidün fih’ denilen ictihada açık konularda
muhtelif sebeplerle ayrı kanaatler benimsemesini ifade etmektedir. Fıkhi
konularda ihtilafın meşruiyeti II. yy itibaren sorgulanmaya başlanmıştır.
Kur’an’da yer alan, ihtilaf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki
ayetleri göz önünde bulunduran müzeni, İshak el-Musıli, Cahiz, Zahiriler, Şia
ve Batıniler ihtilafın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik
olmanın emredildiğini savunmuşlardır. İhtilafın meşruiyetini
savunanlara göre Kur’an’da müteşabih, müşterek ve mecazi lafızların varlığı
insanların ihtilafına zemin hazırlamıştır. İhtilaf gayri meşru olsaydı bu tür
ifadeler yerine daha açıkları kullanılırdı. Ayrıca aklı kullanma ve düşünme
emredilmiş olup insanların farklı kapasitelere sahip bulunmaları sebebiyle
ihtilafa düşmeleri kaçınılmazdır. İslam’da usul konularında ve genel ilkelerde
ihtilaf doğru karşılanmazken fıkhi konularda müctehidler arasında ortaya çıkan
görüş ayrılıkları müsamaha ile karşılanmıştır. İslam da ki ihtilafları ayrım
olarak değil rahmet olarak kabullenip kaynaşmaya ve birlik olma yolunda gayret
gösterilmelidir. Kaynak1- Buhari DİA
Yusuf Şevki TAVUZ ve Selim ÖĞÜT c 6 s 368
MEHMET
TAHİR PEKİM/12952702
DÖNEM
SONU İTİBARİYLE DERSTEN KAZANIMLARIMIZ
• Okumuş olduğum Fıkıh Tarihi, Hadis
Tarihi ve Tefsir Tarihi kaynakları doğrultusunda daha en baştan günümüze kadar
tefsirin doğuş sebeplerini, kaynaklarını, nasıl değerlendirileceklerini,
Kur’an’ı anlamada nüzul ortamını bilmenin gereklerini gözden geçirmekle
bilgiler tazelenmiş eksikler tamamlanmış oldu.
• Kur’an ve Bağlam ışığında;
Kur’an-ı
Kerim’in soyut bir düşünce biçimi olarak kalmadığının aksine yaşanmış,
yaşanabilir ve yaşanacak bir hakikat, bir hidayet rehberi olduğunu görebilme,
Kur’an’ı
hidayet rehberi edinen insanın esbâb-ı nüzulleri hayat tezahürleri değişse bile
insan ve onun ana karakterinin, dolayısıyla ondan zuhur eden hâdiselerin,
meselelerin, soruların devam etmekte olduğunu görüp Kur’an’ı kendi vakıasına
aktarabilmeyi başarabilme,
İnsanın
tarihi bir varlık olması bağlamından bakınca esbâb-ı nüzul, Kur’an-insan
ilişkisinde insani yapıp etmeler olduğunu görüp bu yapıp etmelerden bugünün
insan meselelerine yönelik ilkeler tespit edip uygulamaya geçirebilme
sonuçlarına varılmıştır.
• Buhâri’nin Sahih’inin, sahih hadis
kaynağı olarak hangi özelliklere sahip olduğunu, Buhâri’nin fıkhını, sebebi
nüzul ifadelerini, Hz. Peygamber ve sahabe tefsirlerini, incelemiş olduk.
İHTİLAF MADESİ VE İMAM BUHARİ
İHTİLAF: Sözlükte geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek anlamındaki
half kökünden türeyen ihtilaf, masdar ve isim olarak ‘bir şeyin peşinden
gelmesi gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit
olmamak vb. manalara gelir. Terim olarak söz veya davranışta birinin tuttuğu
yoldan başka bir yol tutmak demektir.
İhtilaf ve hilaf
terimleri bazen benzer veya eş anlamlı olarak kullanılırsa da aslında
aralarındaki ince farka dikkat edilmeye özen gösterilmiştir.
İslam literatüründe
ihtilaf terimi altında pek çok konuya değinilmiştir. Bu konular arasında
İnsanların doğuştan getirdiği tabii farklılıklar, ilmi ve felsefi görüş
ayrılıkları, siyasi muhalefet ve anlaşmazlıklar, bu konulardan bazılarıdır.
İslam
düşüncesinde dini konulardaki ihtilafın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhi
hükümler olmak üzere temelde iki farklı alan göz önüne alınarak
değerlendirilmiştir.
İnanç konularında, taraflardan sadece
birinin haklı, diğerlerinin hatalı olduğu ifade edilmekle birlikte genellikle
iki ayrı kategori ortaya konmuştur. Yaratıcının varlığı ve birliği konusunda
ileri sürülen aykırı düşüncelerin kişiyi İslam dışına çıkaracağı hususunda
İslam düşünürleri arasında ittifak varken Allah’ın sıfatları ve iradesi, kaza
ve kader gibi konulardaki aykırı yaklaşımlar bid’at olarak değerlendirilmiştir.
Fıkıh
ilminde ise ihtilaf, ittifak ve icmanın mukabili bir kavram olarak
kullanılmaktadır. İslam’da usul
konularında ve genel ilkelerde ihtilaf doğru karşılanmazken fıkhi konularda
müctehidler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsamaha ile
karşılanmıştır. İslam da ki ihtilafları ayrım olarak değil rahmet olarak
kabullenip kaynaşmaya ve birlik olma yolunda gayret gösterilmelidir.
Fıkhî konularda
ihtilafların sebeplerinden bazıları şunlardır:
1- Usul farklılığı
2- Hadisin ulaşıp ulaşmaması
3- Usulün meselelere tatbikindeki farklılık
4-İctihada dayalı hüküm
verilmiş konularda zamanla şartların değişmesi sebebiyle müctehidlerin
ictihadlarında değişiklik olması
İMAM BUHÂRÎ
Muhammed b. İbrâhîm el-Cu'fî el-Buhârî, h.194/810
yılında Buhara'da doğmuştur. On yaşına doğru Buharalı muhaddislerden hadis
öğrenmeye başladı. On altı yaşına geldiği zaman İbnü'l-Mübarek ve Veki b.
Cerrah'ın kitaplarını tamamen ezberlemişti. Bu sırada annesi ve kardeşi ile
hacca gitti. Daha sonra onlarla birlikte memleketine dönmeyip Mekke'de kaldı ve
orda hadis tahsil etti. Daha sonra da bu maksatla ilim merkezlerini dolaşmaya
başladı. Şam, Basra, Hicaz, Kûfe, Bağdat ve Mısır'ı dolaştı, oralardaki
muhaddislerden hadis tahsil etti. Buhârî kendisinden hadis yazdığı
muhaddislerin sayısının 1080 olduğunu söyler. Ezberlediği hadis sayısı ise,
kendi ifadesiyle, 100.000'i sahih, toplam 300.000'dir.
40 yıl kadar süren ilim yolculukları sonunda Nişabur'a
yerleşmek istemiştir. Fakat mihne olayından imam Buhârî de nasibini almıştır,
Muhammed b. Yahya ez-Zühli'nin rekabeti yüzünden Nişabur'u terketmiştir.
Sarayında hadis hocalığı yapmayı kabul etmediği için de Halid b. Ahmed ez-Zühli
tarafından Buhara'yı terketme mecburiyetinde bırakılmıştır. İmam buhari Semerkand'a
gitmek üzere yola çıkmış ancak Hartenk kasabasında hastalanmış ve orada 256/870
yılında 62 yaşında vefat etmiştir.
İmam
Buhari muhaddisliği kadar fakih kişiliğiyle de ön plana çıkmıştır. Onun fakih
olduğu eserlerindeki tertip, düzen ve çıkardığı hükümlerden de anlaşılmaktadır.
Her hangi bir mezhebe bağlı kalmaksızın Kur'an ve Hadislerden çıkardığı
hükümlere göre amel etmiştir. Buhari istinbatlarında bazen imamı şafiye,
bazende Ebu Hanifeye tevafuk etmiştir. El-Cami'üs-Sahih eserine bakıldığında
izlemiş olduğu yol nekadar fakih bir kişi olduğunu göstermektedir. Seçtiği bab
başlıkları ve bab hadisleri dikkate şayandır. İbn Hacer’in tesbit ve
değerlendirmesine göre Buharî Sahih’inde fıkhî bilgi ve inceliklerin
bulunmasına özen göstermiş, bundan dolayı rivayet ettiği naslardan birçok hüküm
çıkarmış ve bu hükümleri ilgili kitabın muhtelif babları arasına uygun bir
şekilde yerleştirmiştir. Bunu yaparken gerekli yerlerde ahkâm ayetlerini
zikretmeyi de ihmal etmemiştir.
Eserlerinden
bazıları:
1-el-Câmi'u's-sahîh
2-et-Târîhul-ke-bîr
3-et-Târihu'1-ev-sat
4-et-Târîhu'ş-Sağir
5-
et-Tevârih ve'1-ensâb
6-
Tariku ef'âli'l-'ibâd.
7-
Ref'u'l-yedeyn fi's-salât.
8-
el-Edebü'l müfred.
2012-2013 Bahar Dönemi Esbâb-ı Nüzul II Dersinden kazanımlar
Hicri birinci asrın sonlarından itibaren ele alınan ilk eserler, Kur'ân ilimlerinin müstakil olarak ele almıştır. Hicri birinci asrın sonları ile ikinci asrın başları tedvin asrının başlangıcı olarak tanımlanır. Tedvindeki temel gaye, Kur'ân’ın anlaşılmasına katkıda bulunmak, hadisleri tesbit etmek, Kur'ân ile hadisin manalarını açıklamaktır.Ulûmü’l-Kur'ân” kavramını ilk Zerkeşî kullanmıştırEsbâb-ı Nüzûl nüzûl ortamının aslî bir unsurudur. Bu konudaki tek kaynak sahabedir. Sebebi Nüzûl ancak sahih nakille bilinir. Sahabenin sebeb-i nüzûl hakkındaki rivayetleri “müsned hadis” sayılmıştır. Müsned hadiste senet muttasıl ve merfu olmalıdır. Esbâb-ı Nüzûlde tabiîlerin rivayetleri mürsel hükmündedir.
Aslolan sebebin hususiliği değil lafzın umumiliğidir. Kur’ân’ı doğru anlayabilmek için Esbâb-ı Nüzûl olsa da olmasa da her durumda Kur'ân’a bütün olarak yaklaşmak önemlidir.
Sa’lebe kıssası rivayetleri tefsir için yapılmış rivayetlerdendir. Kıssanın değerlendirmesinde tarihten faydalanmak daha doğru sonuçlara götürür. Ayeti sadece bu kıssa ile sınırlandırmamalı, Kur’ânî bütünlük ve siyak-sibak bağlamında değerlendirilmelidir: Tevbe Suresi’nin 75. ayetini bu şekilde incelediğimizde söz verdiğinde sözünde durmayan münafıkların sembolize edildiğini görülmektedir.
İlk defa Hegel’in kullandığı felsefi bir kavram olan tarihsellik ve tarihselcilik, Batı düşünce sistemine ait çok geniş anlam alanına sahiptir. Tarihselcilik Batı düşüncesinin kartezyen dünya anlayışıyla kilitlenen zihinlere hermenötik metotla bir açılım getirme çabasıdır.
Batı düşüncesinde beşeri ilimler-tabiat ilimleri ayırımına karşın, islamda ikisi arasında organik bir ilişki vardır. Kur’ân-ı Kerîm yaşanmış, yaşanılabilir ve yaşanacak, insanın öz niteliğiyle örtüşen bir hidayet rehberdir.
Esbâb-ı Nüzûl zaman-mekan içinde gerçekleşmesi, sahih (müsned-merfu) rivayetle bize ulaşmış olması sebebiyle tarihseldir ve tarihsel gerçekliktir. Esbâb-ı Nüzûlün tarihsel koşulluğunu “belli bir nedensel bağlantıda etkinin ortaya çıkmasını sağlayan etken” olarak değerlendirilebilir. Esbâb-ı Nüzûl, Kur'ânî bütünlüğe ait bir olgudur.
İslam alimleri kesin, doğru bilginin ortaya çıkarılmasına çalışmışlardır. İslam bilim anlayışı, “gerçekliğin bütün boyutlarıyla anlaşılmasını” hedeflediğinden bütün doğru bilgi yöntemlerine sıcak bakar.
İslam alimleri, aklı bilgi kaynağı olarak görmelerinden dolayı Kur'ân ayetlerini yorumlarken ve fıkhî problemleri çözerken sık sık akla, istidlale, nazara, ictihada ve kıyasa başvururlar.
Son dönemin fikri cereyanlarından İslam bilimleri de etkilenmiş, ilim insanları Batının da etkisiyle fikir özgürlüğünün verdiği özgün tavırlardan dolayı kendi tercih ettikleri metodları hayat felsefelerinde kullanmışlardır.
Tefsirde çağdaş dönemde geleneksel birikimi önemseyen yaklaşımlar, metne önem veren lafızcı yaklaşımlar, çağdaş olguyu önceleyen akılcı yaklaşımlar olarak gelişme göstermiştir.
İslam bilimlerinin çağdaş bilimler içinde yerini alması araştırma, inceleme, sorgulama, eleştirme, geçmişin tecrübesi, anın hissettirdiği, gelecekten de beklentilerini içinde barındıran esnek bir düşünce tarzı ile mümkündür.
İslam bilimleri Kur'ân, sünnet ve tevil ekseninde gelişmiştir. Özellikle çağdaş düşüncede normatif olarak nitelendirilen re’y ehlinin yorumları, metnin lafzı ve onun ifade ettiği anlam üzerinde şekillenir. Bu yorumlar, kuşkusuz yorum sahibinin içinde bulunduğu ortam ve şahsi birikimi barındırır.
Tefsir özellikle de vahyin indiği ortama dair durumların bilgisi yani esbab-ı nüzul, ihtilaf problemi ile etkileşim halindedir. Şöyle ki; ilk müfessirler esbab-ı nüzul bilgisiyle ayetlerin nazil olduğu yeri ayırabilmiştir. Ayetin vahyedildiği şartları da bu yolla anlayabilmişlerdir. Zahiren çelişkili gözüken iki ayet için, sebebi nüzulü bilindiğinde, bağlamına göre çelişkinin ortadan kalktığı gözlemlenir. Esbab-ı nüzul bilgisi bağlam teorisi ile yakından ilgilidir. Şatıbi(790/1388) metinleri doğru anlayabilmek için önemi ile ilgili olarak şunları söylemiştir. “Esbab- nüzulü bilmemek şüphe oluşturacak ve ihtilaflara yol açan genel yorumlara sebep olacaktır.” Esbab-ı nüzul hadis çalışmalarını da etkilemiştir. Peygamberin kastettiği manayı anlayabilmek için hadis alimleri herhangi bir rivayetin içinde bulunduğu şartları araştırmaya başlamış, esbab-ı vürudu’l-hadis çalışmaları bu ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Bağlam (hal) teorisi hukuki ihtilafların çözümünde de kullanılmak
“Bilginin Bütünlüğü”
Vahiy sürecinde Kur'ânın müneccemen inzali ile oluşan iletişim şekli/eğitim; hz. peygamberin/ iletenin, Allah’tan aldığı vahyi/iletiyi, insanlara/iletilenlere/eğitilenlere tebliğ etmesi iledir. Kur'ân’ın nüzul ortamında bir eğitim yapılmakta idi. Eğitici peygamber, Mekke’de sahabe, müşrikler ve ehl-i kitabla, Medine döneminde bunlara ek olarak münafıklar ile iletişim halinde idi.
Bilginin bütünlüğünden kastedilen şey; hz. peygamber ile insanlar arasındaki iletişim sonucu ortaya bilgiler ve bilim disiplinleri çıktı. Hz. peygamber-Sahabe-Tabiin-Tebei Tabiin döneminde “çekirdek dönem bilgisi” mevcuttu. Muaz b. Cebel’in peygamberimizle diyaloğu tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi bilim disiplinlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Erken dönemde zihinler bütünsel, parçalanmamış bir yapıya sahipti. Her bilgi alanının diğeri ile ilişkisi tıpkı yapboz parçaları gibi içice, bir tanesi eksik olsa tamam olmayacak bir bütünlük halinde idi. Tefsir, hadis, belagat, lugat vs. ilim dalları birleşik bir bütünün parçaları idi. Nesh Kur'ân’da var ise bu konu müfessirin, muhaddisin, fakihin, mütekellimin, İslam filozofunun meselesi haline gelmekteydi.
Bir ilim adamı, bir müfessir, alim olmadan önce ailesinden, hocalarından, yetiştiği çevreden bir birikim kazanmaktadır. Küçük yaştan itibaren Kur'ânı ve ilmi metinleri ezberlemeye başlamaktadır. Metinler araç ilmi metinleri-temel ilim metinleri olarak sınıflandırılırsa, temel metinler de usul ve ana metin bilgileri olarak iki gruba ayrılabilir. Müfessir bu ilimleri öğrendikten sonra hazırladığı ve harmanladığı bilgileri kullanıma sunar, açıklar. Bu dönemlerde alim donanım sahibi olmakta, ilmi kişiliğini oluşturmaktadır. Alimin kişiliği bir çok disiplinde derinlik halinde karşımıza çıkmaktadır. Artık bilgiler dönüştürülme sürecine girmiştir. Müfessirin bilgisini açıklamasının/ yorumlamasının zemini oluşmuştur. Bu aşamada her bilgi alanı/ alim/ müfessir, hazırladığı bilgileri hem kendisi kullanmakta hem de diğer ilimlerin kullanmasına ve yararlanmasına sunmaktadır. Müfessir bir alim olarak ders halkasında talebelerine birikimlerini aktarmakta, ayetlerden ne kastedildiğini, Kur'ân ın tarihsel bağlamdaki anlamını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bütün bu birikimlerin sonucunda tefsir ürünü/ kitap meydana çıkmaktadır. Kitabında Kur'ânın hayata/güncele/yeni durumlara nasıl tatbik olunacağı yönünde aktarım ve yorumlarda bulunur. Müfessir, fakih, mütekellim, mutasavvıfların her biri, böylesi bir durumda kendi disiplinlerinin yöntemsel yaklaşımını kullanır.
Müslüman ilim geleneğinde bilginin bütünlüğü hayatın her alanına yansımaktadır. Örneğin mimarimiz, camilerimiz gibi, edebiyatımız, evlerimizde kullandığımız duvarlara asılan levhalar, atasözlerimiz, şiirlerimiz gibi. Semboller hayatımızın her alanında kendini göstermektedir. Semiyotik (göstergebilim, işaret bilimi) disiplinlerarası bir sahadır.
Kuranın yorum ve tefsiri sadece Kur'ân tefsirlerinde değil, aynı zamanda tüm Müslüman dünyanın dokularında, yorumlarında aranmalıdır.
İHTİLAF
İhtilaf konusu geniş bir alanı kapsamaktadır.
Terim anlamı bir meselede ayrı ayrı görüşlerin ortaya çıkması, söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak demektir.
Sözlükte "geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek" anlamındaki half kökünden türeyen ihtilâf, masdar ve isim olarak "bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak, görüş ayrılığı, anlaşmazlık" gibi mânalara gelir. İhtilâfın daha çok "farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme" anlamı taşımasına mukabil hilafın diğer görüşlere karşı bir tavır alışı ifade ettiği söylenebilir.
Isfehaniye göre, ihtilaf ile muhalefet, bir kimsenin sözde, fiilde, diğerlerinden farklı bir yol tutması anlamındadır. Buna rağmen hilaf sözcüğü, daha ziyade zıtlık anlamına gelmektedir. Dolayısıyla görüş ayrılığı derin ve fazla olursa ihtilaf yerine “ hılaf ” lafzı kullanılır.
İslâmî literatürde ihtilâf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir. İnsanların doğuştan getirdiği tabii farklılıklar, ilmî ve felsefî görüş ayrılıkları, siyasî muhalefet ve anlaşmazlıklar, "ihtilâfü'l-hadîs" terkibinde olduğu gibi delillerin karşıtlığı bu konulardan bazılarıdır.
Kur'an'da ve hadislerde ihtilâf kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmıştır. İslam düşünürleri yaratıcının varlığı ve birliği konusunda ileri sürülen aykırı düşüncelerin kişiyi dinden çıkaracağı hususunda ittifak etmişler, Allah'ın sıfatları ve iradesi, kaza ve kader gibi konulardaki ihtilafları da bid'at olarak değerlendirmişlerdir.
Fıkıhta ihtilâf, icmâ ve ittifakın mukabili anlamındadır. Kur'an ve Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen müctehidlerin, içtihada açık konularda çeşitli sebeplerle farklı görüşleri benimsemeleri demektir.
İlk ihtilafı ortaya koyan iblistir. Hz. Adem (as) e secde etmesi emredildi. Meleklerin hepsi secde ettjği halde, İblis farklı davrandı, kendisinin ateşten yaratıldığı için Ademden üstün olduğunu ileri sürdü. Hz. Peygamber döneminde kendisi, sahabelerin ihtilaf ve tereddüt ettiği konuları çözüme kavuşturmuştur. Hz. Peygamberin irtihalinden sonra zuhur eden ilk ihtilaf ise, onun ölüp ölmediği konusundadır. Sonraları hilafet sorununu, zekat vermeyenlere karşı yapılması gereken muamele, Hz. Osman dönemindeki birtakım problemler, keza Hz. Ali dönemindeki "cemel vakası ", "sıffın savaşı" gibi ihtilaflar ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinin sonradan farklı şekilde yorumlanması, birtakım ihtilaflara dayanak noktası oluşturmuş, farklı dini anlayışların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Örneğin; Hz. Peygamber döneminde birkısım sahabe kaderin mahiyeti ilgili olarak sözler sarf etmiş, Hz. Peygamber de buna oldukça öfkelenmiş ve onları bu mesele hakkında münakaşa etmekten sakındırmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in sahabeleri tartışmaktan menettiği bu mesele, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan İslam fırkaları arasındaki en önemli ihtilaf meselelerinin başında yer almıştır.
Şehristani (h. 469/548) ise imametin, İslam ümmeti arasındaki en büyük ihtilaf meselesi olduğunu ve Müslümanların dini meselelerin hiç birinde bu meselede olduğu kadar mücahede etmediğini belirtmiştir.
sonuçları;
Aynı konuda farklı sonuçlara ulaşan müctehidlerden yalnız birisi mi yoksa hepsi mi isabet etmiştir?
İsabet etmeyen görüşün sahibi olan müctehid günahkâr mıdır, değil midir?
Mukallidin istediği içtihadı benimsemesi yahut mezheplerin ruhsatlarını araştırıp uygulaması caiz midir?
Yanlış içtihada uymaktan kaçınmak için ihtiyaten çoğunluğun birleştiği şeyleri yapmak müstehap mıdır?
Ashap dönemindeki ihtilaf Hz. Peygamber'e müracaatla halledilmekteydi. Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için, herkes kendi görüşünde devam etmiştir. Sahabe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte engellemeksizin caiz görmekteydi.
Fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminde önemli bir yer teşkil eder. İmam Şafiî müctehidin muhalifini dinlemesi gerektiğini, onu dinlemesi halinde farkında olmadığı şeylerin farkına varıp düşüncesini daha sağlamlaştıracağını belirtir. Ona göre müctehid, muhalifinin neye dayanarak görüş ileri sürdüğünü ve terkettiği görüşü niçin terkettiğini anlamaya çalışmalı, kendi kabullendiği görüşün diğerine göre konumunu fark edebilmeli.
Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki âyetleri (meselâ Âl-i Imrân 3/19; en-Nisâ 4/82; eş-Şûrâ 42/13; el-Beyyine 98/4) göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır. İbn Hazm’a göre, Allah'tan gelen şeyde çelişki bulunmadığı için Allah ve Resulü'nün emrine muhalefet anlamında dinde ihtilâf caiz değildir,
İhtilâfın meşruiyetini savunanların delilleri ise, Kur'an'daki müteşâbih, müşterek ve mecazi lafızlardır. “İhtilaf meşrudur” görüşünü kabul edenlerin savunmaları şu yöndedir: İhtilâf gayri meşru olsaydı bu tür ifadeler yerine daha açıkları kullanılırdı. Kuranda aklı kullanma ve düşünme emredilmiştir. Bunun yanında insanların her biri birbirinden farklı özelliklere sahiptir. Hz. Peygamber'in Kur'an ve Sünnet'te cevabını bulamadıkları konularda sahabeye verdiği ictihad izni de ihtilafın meşru olduğuna delildir. İctihadda isabet eden kimsenin iki, hata edenin bir sevap kazanacağını ifade eden hadiste hata edene bir sevap verilmesi ihtilâfın tasvip edildiğini gösteren bir başka delildir.
İslâm'da usul (akaid) konularında ve genel ilkelerde (külliyat) ihtilâf doğru karşı-lanmazken fıkhî konularda müctehidler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsamaha ile karşılanmış, "Hata ihtimaliyle birlikte bizim mezhebimiz doğrudur; doğru olma ihtimaliyle beraber muhalifimizin mezhebi hatadır" şeklinde formüle edilen bu anlayış, bazı istisnalar dışında İslâm âleminde geniş kabul görmüştür. Avn b. Abdullah, ihtilâfın dini yaşamayı kolaylaştırdığını vurgulamıştır sebepleri
1. Usul farklılığı: Delillerin şartları ile ilgili temel anlayış farklılıkları.
2. Usulün meselelere tatbikindeki farklılık. Emir ya da nehiy kipleriyle ifade edilen bir hükmün emir ise vücûb mu mendupluk mu, yasaklama ise haramlık mı mekruhluk mu ifade ettiği hususuyla ilgili yaklaşım farklılığı örnek verilebilir.
3. Hadisin ulaşıp ulaşmaması. Çok az kimse tarafından nakledilmiş olması dolayısıyla bir hadisin müctehide ulaşmaması, bir konuda biri helâl, diğeri haram kılan iki hadisin bulunması ve hadislerden birinin bir müctehide ulaşıp diğerinin ulaşmaması; her müctehidin kendisine ulaşan hadise göre hüküm vermesi yahut her iki hadis de ulaştığı halde söyleniş tarihlerinin hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) hadisin bilinmemesi durumu.
4. İçtihada dayalı hüküm verilmiş olan konularda zamanla şartların değişmesi sebebiyle ictihadlarda da değişiklik olması. "Ezmânın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz" Mecelle (md. 39) maddesinde kastedilen bu tür ictihad değişiklikleridir. Burada delil ve hüccetten kaynaklanan bir ihtilâf söz konusu değil sadece dönem farkından doğan ihtilâf söz konusudur. Ebû Hanîfe ve iki öğrencisi arasındaki ihtilâfların bir kısmı mezhe¬bin daha sonraki âlimleri tarafından bu tür ihtilâftan sayılmıştır.
Hakkında kat'î delil bulunan şerî hükümlerde ictihadda bulunulamaz; bu hükümlerde ihtilaf edilemez. Bunlar, haklannda kat'î nasslann bulunduğu, durumları intişâr edip yaygınlaşmış, âlim ve cahilin aynı ölçüde bilip tanıdığı, hiç kimsenin bilmemekle mâzûr görülmediği; namazın ve orucun farzlığı, zinanın haramlığı ve benzeri gibi hükümlerdir.
İhtilâfı rahmet olarak gören genel müslüman kitle arasında fıkıh konularındaki ihtilâfların uygulamaya yansıması bir takım farklılıklar göstermiştir: İslâm'ın ilk iki asrında ferdî alanda insanlar diledikleri âlimlere meselelerini sorar ve verilen cevaplar içinde dilediklerini uygularlardı.
Mezheplerin teşekkülünden sonra belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bütün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden faydalanması yolu açıktı. Mezheplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid, iltizam, intikal, telfık" gibi başlıklar altında tartışmaya açılmıştır. Kamusal alanda ise klasik dönemde kadılar müctehid sayıldığı için ihtilaflı konularda belli bir görüşle hüküm vermek mecburiyetleri yoktu. Zamanla müctehid olmayan kadılar tayin edilmeye başlayınca belli bir mezhebe müntesiplik arandı. Ancak bu kadıların mezhep içindeki farklı ictihadlardan istifade imkânları vardı. Memlükler döneminde her merkeze dört mezhep kadısı göndermek suretiyle farklı mezhep ictihadlarının yürürlükte olmasına imkân tanınmıştır.Osmanlı devrinde, bazı istisnaî konular dışında Hanefî mezhebine göre hüküm veriliyordu. Ancak farklı mezheplerden müslümanların yaşadığı İrak, Hicaz ve Yemen gibi bölgelerde halkın mensup bulunduğu mezhebin âlimleri arasından birinin hakem tayin edilerek hüküm vermesi ve padişah tarafından tayin edilen Hanefî hâkimin bu hükmü tasdik ve tenfîz etmesi ilkesi getirilmişti.
İhtilâfları İslâm toplumu için tehlike olarak gören bir kısım âlimler ve siyasetçiler çözüm için bazı usuller teklif etmişlerdir. İbnü'l-Mukaffal'a ait çözüm önerisi daha sistematiktir. İbnü'l-Mukaffal toplumda hukuk birliğinin sağlanması gayesiyle ihtilâfların devlet eliyle derlenip bunlar arasından bir kanun metni hazırlanması için Halife Ebû Ca'fer el-Mansûr'a bir teklif götürdü. Ancak hukukçuların görüşlerine rağmen siyasî otoritenin görüşüne üstünlük tanıyan bu proje gündeme geldiğinde ulemâ derhal tepki gösterdi
Müzenî, Fesâdü't-taklîd adlı eserinde ihtilâfların hallini akademik bir yolla çözüme kavuşturmayı teklif eder. Ona göre ihtilâf halinde şûra usulüne başvurularak doğru çözüm aranmalıdır. Bunun için devlet başkanı devrin âlimlerini bir araya getirir ve ihtilâf konusu hakkında tartışmalarına zemin hazırlar. Devlet başkanı bunu gerçekleştirmezse fetva konusunda otorite olan âlim, ulemâyı toplayarak aynı şekilde tartışma ortamı teşkil eder
Esbab-ı Nüzul dersinin katkıları:
Esbab-ı Nüzul dersi, Benim, işin içinden çıkamadığım
rivayetler yığınına nasıl yaklaşmam gerektiğini öğretti. Bir çok kez Rivayetlerin
çokluğu ve çelişkiliği ile gelen tenkitler karşısında bir müdafa da bulunmakta gayet zorlandığım
bir durumda iken, bu problemin çözümünde benim önümü açmış durumdadır. Kuran’ın
anlaşılmasında rivayetlerin gerekliliğini savunan birisi için bu problemin
çözümü elzemdir.
Tarihsellik ve tarihselcilik kavramını sıkça kullanan birisi
olarak bu hususta dikkatli davranmam gerektiğini bana öğretti. Zira bu kavram
ile ilgili daha ortak bir anlamlandırma söz konusu değilken bu kavrama binaen
konuşmak bir çok yanlış anlaşılmalara sebep olacaktır ve olmuştur da.
Sebebin hususiliğinin lafzın umumiliğine mani olduğunu
düşünürken bu ders için okunması gereken metinler beni bu fikri tekrar gözden
geçirmeye ve farklı okumalar yapmaya sevk etti.
Bilginin bütünlüğü:
Tefsir hadis ve fıkıh ilminin mukayeseli okumalarına ilişkin
yazımız bu bölüm içinde geçerlidir. İslami disiplinlerin bir biri ile
ilişkileri ve birbirine hizmet ettiğinden bu yazımızda bahsetmiştik. Aslından
bu ilimlerin birer örümcek ağı misali birbiri ile ilişkili olduğunu ortaya
koymuştuk. Bu disiplinler bu anlamda ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Bu bütün
tek bir amaca hizmet etmektedir. Kuran’ı hayatımızı anlamlandıran kitap haline
getirmektir. Bunun için önce anlamak
gerekmektedir. Daha sonra, onu yorumlamak ve işlevsel hale getirmek. Tefsir
ilmi anlamak için var olmuştur. Her ne kadar salt Kuran’ı anlamak için meydana
gelmiş olsa da tefsir ilminin ürettiği metot ile hadislere de tatbik edilebilir
ve edilmelidir de. Tefsir ilminin bunu yapabilmesi için sağlıklı güvenilir
bilgiye ihtiyacı vardır. Hadis ilmi bu anlamda sarraflık görevini ifa eder. Hadis ilmi bunu gerçekleştirebilmek için tarih
ve tarih ilminden faydalanmak durumun dadır.Bu üç ilim anlamı yakaladıktan
sonra Fıkıh ve Kelam ilmi ile son nokta koyulur. Zira Kuran ile hayatımızı
anlamlandırmak için bizlere yaşanılabilir bir perspektif sunuyor bu iki ilim.
İhtilaf maddesi:
ESBAB-I NUZÜL II DERSİ
KAZANIMLARI
Taberi
tefsirinden Nisa süresinin belli bir bölümünü okuyarak geçirdiğimiz ders
süresince Kur’an ve Bağlam adlı kitabın içeriğindeki konuları dönem boyunca
müzakere ettik. Bu dönem içerisinde bir taraftan rivayet tefsiri özelliği ile
yazılan Taberi tefsirinde yeri geldikçe sebebi nuzüller üzerinde duruldu.
Kur’an ve bağlam adlı kitapta yer alan
hususlardan esbab-ı nuzülün Kur’an’ı anlamada ne kadar katkı sağladığını
müşahede ettik. İlk müfessirlerin ayetin tefsirine sebeb-i nuzülünü zikrederek
başlamayı adet haline getirmesi, bunun için de rivayetlerin çokluğu sebebiyle
ayetin muhtevasına münasip gördükleri rivayetleri naklediyorlardı.
Müfessir
bir ayeti kapsadığı manalardan yalnız birisine veya ikisine göre kendisine
zahir olan yönüyle ya da soranın haline daha uygun bulduğu bir sebebi nüzulle
tefsir eder. Diğer müfessir de ayeti diğer bir manaya veya niteliğe göre anlam
vererek bu yönde başka bir sebeb-i nüzulle tefsir eder. Bunlardan her biri
ayetin hakikatine ait vecihlerdir. Müfessirlerin bu tavrı fıtrattan gelen bir
niteliktir. Kur’an da insanın bu varlık koşuluna imkan vermektedir. Ebu Derda
bunu destekler mahiyette “Bir kimse tek bir ayeti bir çok manada anlayamadıkça
fakih olamaz.” şeklinde ifade eder.
Meseleye vakıf olanlar tarafından ele alınacak usulle, esbab-ı nüzul,
fıkıh, tefsir, hadis tarih, siyer, gibi ilimlerin kendi içerinde bir bütünlük
arz edecek. Böylece bilginin bütünlüğü ve ilimleri de bu bütünlük içerinde
değerlendirilmesiyle bu konunun önemi daha da belirgin bir hale gelecektir.
İHTİLAF D.İ.A.
İhtilaf kavramı sözlükte
geri kalmak, mastar ve isim olarak ta gidip gelmek, ayrı ayrı düşünceye sahip
olmak, anlaşmazlık, karşı gelmek gibi anlamlara gelir. Kur'an’ın birçok
ayetinde geçen ihtilaf sözcüğü hadislerde de aynı manalarda kullanılmakta.
Terim olarak ihtilaf
sözcüğü, sözde veya fiillerde (amelde) birinin tuttuğu yoldan başka bir yol
tutmak manalarına gelmektedir. Bir tanıma
göre ise delile dayanmayan aykırı görüşe hila, delile dayanana ise
ihtilaf denmiştir.
İslam literatüründe
ihtilaf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir. Dinî konulardaki
ihtilâfın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhî hükümler olmak üzere
temelde iki farklı alan göz önüne alınarak değerlendirilmiş, inanç konularında
taraflardan sadece birinin haklı, diğerlerinin hatalı olduğu ifade edilmekle
birlikte genellikle iki ayrı kategori ortaya konmuştur.Fıkıh ilminde ihtilâf
icmâ ve ittifakın mukabili bir kavram olarak kullanılmakta, Kur'an ve
Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, "müctehedün
fîh" denilen içtihada açık konularda muhtelif sebeplerle ayrı kanaatler
benimsemesini ifade etmektedir.İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk ihtilâfın
Sakife günü halife seçiminde yaşanan, bazı uygulamaları sebebiyle Hz. Osman'ın
hilâfetinin son günlerinde ortaya çıkan, Resûl-i Ekrem'in vefat edip etmediği
ve ardından nereye defnedileceği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüşse
de bu ilk ihtilâf tartışmasının bütün İslâm toplumunu ilgilendiren ayrılıklar
etrafında yapıldığı anlaşılmaktadır.
Şahıslar arasındaki
fıkhî ihtilâfların ise başlangıçtan beri hep var olageldiği bilinmektedir.
Ashab, Resûlullah döneminde bile içtihadi hükümlerde ihtilâf eder ancak Hz.
Peygamber'e müracaatla ihtilâflarını hallederlerdi. Hz. Peygamber'in vefatından
sonra bir ara bulucu kalmadığı için artık herkes kendi görüşünde devam
etmiştir.
Sahabe, farklı
ictihadları tenkit etmekle birlikte muhaliflerine karşı geniş bir tahammül ve
hoşgörü sahibiydi; ortaya çıkan yeni bazı meselelerde ihtilâf ettikleri halde
her biri diğerinin muhalefetini kınamaksızın caiz görür ve insanları ferdî
içtihatlardan engellemeye asla çaba sarf etmezdi.
İslâmî ilimlerin
teşekkül etmeye başlamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminin bir
gereği olarak görülmüştür. Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti II.
(VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan,
ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki âyetleri göz önünde
bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler
ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın
emredildiğini savunmuşlardır.
İhtilafın
meşrutiyetini savunanlar ise Kur’an’da müteşabih, müşterek ve mecazi lafızların
varlığını insanların ihtilafına sebep görmüşlerdir.
Fıkhî konularda
ihtilâfların sebeplerinden bazılarını şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Usul farklılığı.
2. Usulün meselelere tatbi-kindeki farklılık.
3. Hadisin o kişiye ulaşıp ulaşmaması.
4. İçtihada dayalı hüküm verilmiş olan konularda
zamanla şartların değişmesi sebebiyle müçtehitlerin içtihatlarında değişiklik
olması.
İmam Mâlik'in sarf ettiği, "Âlimlerin
ihtilâfı yüce Allah'ın bu ümmete bir rahmetidir. Herkes kendisince doğru olana
uyar, herkes doğru yoldadır ve herkes Allah'ın rızasını aramaktadır" sözü
o dönemde İslâm toplumunda yaşanan vakıanın bir tesbitidir. Mezheplerin
teşekkülüyle belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bütün olarak başka
mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden faydalanması yolu
açıktı. Daha sonra mezheplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın
sınırları "taklid. iltizam, intikal, telfık" gibi başlıklar altında
tartışmaya açılmıştır.
Sünnî fıkıh mezhepleri
ile Şiî mezhebi arasındaki ihtilâfları çözmek ya da en azından asgari seviyeye
indirmek gayesiyle Abbasî Halifesi Me'mûn ve Selçuklu Veziri Nizâmülmülk
dönemlerinde bazı başarısız girişimler olmuşsa da bunlardan en önemlisi, XVIII.
yüzyılda Kaçar hanedanı devrinde Nâdir Şah'ın Osmanlı sultanına sunduğu ve
sonuçsuz kalan tekliftir.
Son zamanlarda
Sünnî-Şiî yakınlaşmasını sağlamak amacıyla Sünnî ulemâdan Muhammed Abduh,
öğrencisi Reşîd Rızâ, Mustafa es-Sibâî ve Mûsâ Cârullah; Şiî dünyasından
Muhammed el-Hâlisî, Şe-refeddîn-i Âmilî, Seyyid Ahmed-i Kesrevî gibi âlimler
bazı çalışmalar yapmışlardır.
Yunus ÖZDAMAR
Doktora Özel Öğrenci 13ÖZL274
Esbab-ı Nüzul dersinin katkıları:
Esbab-ı Nüzul dersi, Benim, işin içinden çıkamadığım
rivayetler yığınına nasıl yaklaşmam gerektiğini öğretti. Bir çok kez Rivayetlerin
çokluğu ve çelişkiliği ile gelen tenkitler karşısında bir müdafa da bulunmakta gayet zorlandığım
bir durumda iken, bu problemin çözümünde benim önümü açmış durumdadır. Kuran’ın
anlaşılmasında rivayetlerin gerekliliğini savunan birisi için bu problemin
çözümü elzemdir.
Tarihsellik ve tarihselcilik kavramını sıkça kullanan birisi
olarak bu hususta dikkatli davranmam gerektiğini bana öğretti. Zira bu kavram
ile ilgili daha ortak bir anlamlandırma söz konusu değilken bu kavrama binaen
konuşmak bir çok yanlış anlaşılmalara sebep olacaktır ve olmuştur da.
Sebebin hususiliğinin lafzın umumiliğine mani olduğunu
düşünürken bu ders için okunması gereken metinler beni bu fikri tekrar gözden
geçirmeye ve farklı okumalar yapmaya sevk etti.
Bilginin bütünlüğü:
Tefsir hadis ve fıkıh ilminin mukayeseli okumalarına ilişkin
yazımız bu bölüm içinde geçerlidir. İslami disiplinlerin bir biri ile
ilişkileri ve birbirine hizmet ettiğinden bu yazımızda bahsetmiştik. Aslından
bu ilimlerin birer örümcek ağı misali birbiri ile ilişkili olduğunu ortaya
koymuştuk. Bu disiplinler bu anlamda ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Bu bütün
tek bir amaca hizmet etmektedir. Kuran’ı hayatımızı anlamlandıran kitap haline
getirmektir. Bunun için önce anlamak
gerekmektedir. Daha sonra, onu yorumlamak ve işlevsel hale getirmek. Tefsir
ilmi anlamak için var olmuştur. Her ne kadar salt Kuran’ı anlamak için meydana
gelmiş olsa da tefsir ilminin ürettiği metot ile hadislere de tatbik edilebilir
ve edilmelidir de. Tefsir ilminin bunu yapabilmesi için sağlıklı güvenilir
bilgiye ihtiyacı vardır. Hadis ilmi bu anlamda sarraflık görevini ifa eder. Hadis ilmi bunu gerçekleştirebilmek için tarih
ve tarih ilminden faydalanmak durumun dadır.Bu üç ilim anlamı yakaladıktan
sonra Fıkıh ve Kelam ilmi ile son nokta koyulur. Zira Kuran ile hayatımızı
anlamlandırmak için bizlere yaşanılabilir bir perspektif sunuyor bu iki ilim.
İhtilaf maddesi:
Semantik değişim ve kavram’ın zihinlerdeki ihtilafı üzerinde önemle durulması gereken bir mevzudur. Arapçada kök harfler H-L-F olan bu ibare S-L-F kökünün zıddı bir anlama haizdir. Halefe ibaresine sonraki veyahut bir öncekinin yerine geçen anlamı taşımaktadır. Bu durumda Selefe ise bir Önceki anlamını taşımaktadır. İhtelefe kalıbı ise sapma, ayrılma farklılaşma anlamlarına gelmektedir. İhtilaf ibaresi de bu kalıptan türemiştir. Bu ibarenin Semantik bir değişime uğradığı gayet açıktır. Zira günümüzde ihtilaf ibaresi zıtlık ve çatışma anlamlarına gelmektedir. Halbuki tarihte bu şekilde anlaşılmamış ve bu şekilde kullanılmamıştır. İhtilafın bir rahmet olduğunu belirtıyor efendimiz. Zıtlık söz konusu olsaydı orda bir rahmetten bahsetmek mümkün olmazdı. Zıtlık çatışan bir özelliğe sahiptır. Halbuki doğrunun tek olmadığını kabul edersek ihtilafın farklılaşma olduğu ortaya çıkacaktır. Farklılaşma zıtlıktan farklıdır. Müslümanlar arasında ihtilaf, aynı hedeflere ulaşmak için ayrılma farklılaşması söz konusu olabilir. Ama çatışma ve zıtlaşma doğru değildir ve rahmetten bir hayli uzaktır.
Kemal Gözütok
12922736
İslam
bilimleri, Kur’ân’ın nüzûlü itibariyle oluşmaya başlamış, ilerleyen asırlarda
gelişerek şekillenmiş ve tasnif edilmiştir. İslam bilimlerinin oluşması ve
gelişmesinin temelinde Kur’ân’ın ilme teşviki, düşünmeye ve öğrenmeye
yöneltmesi vardır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in hayatı boyunca ilme verdiği
önem ve Müslümanları ilim tahsiline yönlendirmesi İslam bilimlerinin çıkış
noktasıdır.
Hz.
Peygamber döneminde Suffe ehliyle başlayan ilim öğrenme gayreti, ilerleyen
dönemlerde ilim uğruna yapılan yolculuklara dönüşmüş; öğrenme ve öğretme adına
maddi manevi her türlü sıkıntı göze alınmıştır. Bu bağlamda, İslam bilimlerini,
günümüz itibariyle, dallanıp budaklanmış on dört asırlık bir çınar ağacı olarak
düşünürsek, bu ağacın nüvesinin Hz. Peygamber dönemi olduğunu söyleriz.
Dolayısıyla dallardan gövdeye, gövdeden çekirdeğe indiğimizde, aslında İslam
bilimlerinin bir kaynaktan çıktığını görürüz. O kaynak da Kur’ân ve indiği
yirmi üç yıllık zaman dilimidir. İşte bu da İslam kültüründe bilginin
bütünlüğünü gösterir. Çünkü daha sonra ayrılan ilimlerin hepsi Hz. Peygamber
dönemindeki inşa edilişe bağlıdır.
HATİCE
AVCI
Sözlükte
"bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe
sahip olmak, çekişmek" gibi anlamlara gelen ihtilaf, terim olarak
"söz ve davranışta birirnin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak"
demektir.
İhtilaf ve
hilaf terimleri bazen benzer veya eş anlamlı kullanılsa da aralarında ki farkı
şöyle özetleyebilirirz:
HATİCE AVCI
Dersin kazanımlarının ele alınan
konularla doğru orantılıdır. Derslerde incelenen konular özetle şöyledir:
1.
“Terim”
ve “kavram”ın mahiyeti
2.
“Bilginin
bütünlüğü” konusu üzerinden geniş ve genel bakış açısının sağlanması ve bunun
akademik çalışmalardaki kullanımı konusu
3.
İslamda
bilgi ve bilginin kaynakları
4.
İslam
Bilimlerinde yöntem
5.
Kur’an’ı
Kerim’in “oku-düşün-anla-yaşa” çerçevesinde ele alınması
6.
Tefsirin
mahiyeti, işlevi ve konumu
7.
Kur’an ilimleri ve tefsir usûlü arasındaki
fark
8.
Kur’an’ın
indiği süreç ve Hz. Peygamber (s.a.s)’in öğretim metodu
9.
Esbâb-ı
nüzûl konusu, bunun önemi ve bilinmesindeki zorluklar
10.
Kur’an
ve Bağlam eserinin incelenmesiyle esbâb-ı nüzûl konusunun kavranması ve bu
konuya yeni bir bakış açısı kazandırılması…
HATİCE AVCI
ESBAB-I NUZÜL II DERSİ
KAZANIMLARI
İlk
müfessirlerin ayetin tefsirine sebeb-i nuzülünü zikrederek başlamayı adet haline
getirmesi, bunun için de rivayetlerin çokluğu sebebiyle ayetin muhtevasına
münasip gördükleri rivayetleri naklediyorlardı. Taberi’nin Nisa Suresini
tefsiri örneğinde bu açıkça görülmektedir.
Müfessir
bir ayeti, kapsadığı manalardan yalnız birisine veya ikisine göre kendisine
zahir olan yönüyle ya da soranın haline daha uygun bulduğu bir sebebi nüzulle
tefsir eder. Diğer müfessir de ayeti diğer bir manaya veya niteliğe göre anlam
vererek bu yönde başka bir sebeb-i nüzulle tefsir eder. Bunlardan her biri
ayetin hakikatine ait vecihlerdir. Müfessirlerin bu tavrı fıtrattan gelen bir
niteliktir. Kur’an da insanın bu varlık koşuluna imkan vermektedir.
Alimler
de bunu “Bir kimse tek bir ayeti bir çok manada anlayamadıkça fakih olamaz.”
şeklinde ifade ederler.
Yeni bir metodla değerlendirilecek olan esbab-ı nüzul, fıkıh, tefsir, hadis,
tarih, siyer, gibi ilimlerin de yardımıyla Kur’an’ı anlamada çok yardımcı olacaktır.
Bunu yaparken de mezkur ilimler kendi içerisinde bir bütünlük arz etmesi
gerekir. Böylece bilginin bütünlüğü ve mezkur ilimlerin de bu bütünlük içerinde
değerlendirilmesiyle bu konunun önemi daha da belirgin bir hale gelecektir.
İhtilaf kavramı sözlükte geri kalmak, mastar ve isim olarak ta gidip
gelmek, ayrı ayrı düşünceye sahip olmak, anlaşmazlık, karşı gelmek gibi
anlamlara gelir. Kur'an’ın birçok ayetinde geçen ihtilaf sözcüğü hadislerde de
aynı manalarda kullanılmaktadır.
Terim olarak ihtilaf sözcüğü, sözde veya fiillerde birinin tuttuğu yoldan
başka bir yol tutmak manalarına gelmektedir. Bir tanıma göre ise delili olmayan
görüşe hilaf, delile dayanana ise ihtilaf denmiştir.
İslam literatüründe ihtilaf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir.
Dinî konulardaki ihtilâfın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhî
hükümler olmak üzere temelde iki farklı alan göz önüne alınarak
değerlendirilmiş, inanç konularında taraflardan sadece birinin haklı, diğerlerinin
hatalı olduğu ifade edilmekle birlikte genellikle iki ayrı kategori ortaya
konmuştur.
Fıkıh ilminde ihtilâf icmâ ve ittifakın mukabili bir kavram olarak
kullanılmakta, Kur'an ve Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen ilim
adamlarının, "müctehedün fîh" denilen içtihada açık konularda muhtelif
sebeplerle ayrı kanaatler benimsemesini ifade etmektedir.
İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk ihtilâfın Sakife günü halife seçiminde
yaşanan, bazı uygulamaları sebebiyle Hz. Osman'ın hilâfetinin son günlerinde
ortaya çıkan, Resûl-i Ekrem'in vefat edip etmediği ve ardından nereye
defnedileceği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu ilk ihtilâf
tartışmasının bütün İslâm toplumunu ilgilendiren ayrılıklar etrafında
yapıldığı anlaşılmaktadır.
Şahıslar arasındaki fıkhî ihtilâfların ise başlangıçtan beri hep var
olageldiği bilinmektedir. Ashab, Resûlullah döneminde bile içtihadi hükümlerde
ihtilâf eder ancak Hz. Peygamber'e müracaatla ihtilâflarını hallederlerdi. Hz.
Peygamber'in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için artık herkes kendi
görüşünde devam etmiştir.
Sahabe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte muhaliflerine karşı
geniş bir tahammül ve hoşgörü sahibiydi; ortaya çıkan yeni bazı meselelerde
ihtilâf ettikleri halde her biri diğerinin muhalefetini kınamaksızın caiz görür
ve insanları ferdî içtihatlardan engellemeye asla çaba sarf etmezdi.
İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye başlamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmesi
fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. Fıkhî konularda ihtilâfın
meşruiyeti Hicri II. (Miladi VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya
başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel
anlamdaki âyetleri göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz,
Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine
uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır.
İhtilafın meşrutiyetini savunanlar ise Kur’an’da müteşabih, müşterek ve
mecazi lafızların varlığını insanların ihtilafına sebep görmüşlerdir.
İmam Mâlik'in sarf ettiği, "Âlimlerin ihtilâfı yüce Allah'ın bu ümmete
bir rahmetidir. Herkes kendisince doğru olana uyar, herkes doğru yoldadır ve
herkes Allah'ın rızasını aramaktadır" sözü o dönemde İslâm toplumunda
yaşanan vakıanın bir tesbitidir. Mezheplerin teşekkülüyle belli bir mezhep
içinde yetişen kimselerin bir bütün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı
konularda diğer mezheplerden faydalanması yolu açıktı. Daha sonra mezheplerin
kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid, iltizam, intikal,
telfık" gibi başlıklar altında tartışmaya açılmıştır.
Sonuç olarak Kur’an’ı anlamada farklı disiplinlerden yararlanırken, bunları
da bütünlük içerisinde değerlendirmemiz gerekir. Müfessirler aynı ayet için
zikrettikleri farklı sebeb-i nüzul rivayetlerini de –yeni bir usulle tenkid
ettikten sonra- müfessirlerin aralarındaki ihtilaf olarak değil, ayet
üzerindeki yorum zenginliği olarak değerlendirmek gerekir.
Muhammed Hayri ŞAHİN
12922755
Ayzada Taştanova
12922770
İHTİLAF MADDESİ
Terim
olarak ihtilâf, "söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol
tutmak" demektir. İhtilaf ve hilaf terimleri bazen benzer ve eş anlamlı
olarak kullanılmışsa da aralarında ince fark vardır. İhtilâfın daha çok
"farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme"
anlamlarını alır. Hilaf ise”diğer görüşlere karşı bir tavır almak” şeklinde
ifade edilebilir. Başka bir tanıma göre ise delile dayanmayan aykırı görüşe
hilaf, delile dayanana ise ihtilâf denmiştir. İslamî literatürlerde Ebû Hilâl
el-Askerî ve İbn Akil’in ihtilaf kavramını “görüşler ihtilafı” ve “cinsler
ihtilafı” şeklinde iki farklı kavramlara ayırdıkları görülür.
Kur'an'da
ve hadislerde ihtilâf kelimesi olumsuz anlamda kullanılmış, daima birlik
olmak, tefrika ve ihtilâftan kaçınmak emredilmiştir.
İslâm
düşüncesinde dinî konulardaki ihtilâfın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhî
hükümler olmak üzere iki farklı alan göz önüne alınarak değerlendirilmiştir.
İslam tarihindeki olaylara bakıldığında ihtilafın hep olageldiği görülür. Hz.
peygamber döneminde ashab ihtilafa düştükleri meseleleri Hz. peygamder’den
sorarak dorulamışlardır. Ancak Hz. Peygamber’in vefatından sonra herkes kendi
görüşünde devam etmiştir.
İslâmî
ilimlerin teşekkül etmeye başlamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmeye
başlamıştır. Bu da fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. İmam Şafiî, ilmi
icmâ ve ihtilâf olmak üzere iki kategoride ele almış, müctehidin muhalifini
dinlemekten kaçınmaması gerektiğini, onu dinlemesi halinde farkında olmadığı
şeylerin farkına varıp düşüncesini daha sağlamlaştıracağını belirtirerek
ihtilafın yararılarına değinmiştir.
Fıkhî konularda ihtilâfın
meşruiyeti h. II. yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer
alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki âyetleri göz
önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve
birlik olmanın em-redildiğini savunmuşlardır.
İhtilâfın
meşruiyetini savunanlara göre ise Kur'an'da müteşâbih, müşterek ve mecazi
lafızların varlığı insanların ihtilâfına zemin hazırlamıştır. İhtilâf gayri
meşru olsaydı bu tür ifadeler yerine daha açıkları kullanılırdı ki, aklı
kullanma ve düşünme emredilmiş olup insanların farklı kapasitelere sahip
bulunmaları sebebiyle ihtilâfadüşmeleri kaçınılmazdır. Hz.
Peygamber'in Kur'an ve Sünnet'te cevabını bulamadıkları konularda sahabeye verdiği
ictihad izninin de ihtilâfa sebep olacağı gayet açıktır. İctihadda isabet eden
kimsenin iki, hata edenin bir sevap kazanacağını ifade eden hadiste, hata
edene bir sevap verilmesi ihtilâfın tasvip edildiğini gösteren bir başka delildir.
Dinin fürû meselelerinde ihtilâf yasaklanmamıştır.
Çünkü belli bir konuda insanların farklı durumlarına göre farklı hükümler
koyan naslar bulunduğuna göre bu tür konularda görüş ayrılıklarına yol açacak
içtihadın caiz olması imkânsız değildir.
Bilginin bütünlüğü
Temel İslam Bilimleri biribirine bağlı,
birbirinden ayrılmaz bir bütünlük içindedir. Tefsir hadissiz, fıkıhsız, fıkıh
tefsirsiz hadissiz, kelam tefsirsiz hadissiz, hadis İslam tarihisiz düşünülemez,
yorum yapılamaz. Çünkü hepsinin amacı aynı, İslam dininin insanlara daha iyi
anlaşılır, daha iyi yaşanır kılınmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’in insanlara verdiği
mesajı bu disiplinler vasıtasıyla anlayabiliyoruz. Birini diğerinden
soyutlayarak ele almak imkansızdır.
Kur’ân-ı
Kerim’in ilim almaya, öğrenmeye teşvik etmesi, Hz. Peygamber’in ilme verdiği
önem ve daha sonraki devirlerde ilim almak için çıkılan yolculuklar sonucunda,
bu disiplinler ortaya çıkmıştır. Bir müctehidin hüküm vermesi için hem hadise,
hem tefsire ihtiyacı olduğu gibi, aynı şekilde bir müfessirin de Kur’ân-ı
Kerim’i tefsir edebilmesi için öncelikle hadise ihtiyacı vardır. Bu disiplinler
aynı amca hizmet etmekle, insanların Kur’ân-ı Kerim’de istendiği gibi yaşama
ulaşırlar. Bununla beraber din bilimleri olan din psikolojisi, din sosyolojisi,
din felsefesi v.s. gibi ilim dalları da bu amaca kendi çapında hizmet
etmektedir. Nitekim bir toplumun veya bir insanın nasıl bir coğrafyadan
geldiğini veya o insanın anlayış biçimi, rûhî durumunu öğrenmeden üstüne bina
kurmak kötü sonuçlar getirmesi tabii bir durumdur. Bu yüzden de genel olarak din
bilimleri ve dînî bilimleri birbirine bağlıdırlar.
Kazanımlarım
Kur’ân-ı
Kerim’in vermek istediği mesajın doğru biçimde anlaşılması için nüzul
sebeblerini bilmek gerekmektedir. Ni tekim bu mesajların insan hayatında
işlevsel olması için esbab-ı nüzulün yeni usullere ihtiyacı olduğunu öğrendik. “Kur’an
ve Bağlam” kitabında müellif bu konuda yeni kapılar açacak metodlar
sunmaktadır.
Esbab-ı
nüzul ilminin tarihi ve önemi de bize katkı sağlayan husulardan biridir. Nitekim
Kuranı Kerim sadece bilgiden ibaret olmadığını, daha iyi anlaşılarak yaşanabilirliği
esbabı nüzul ilmi sayesinde olur.
Esbab-ı
nüzul II dersinde bir dönemi boyunca okuduğumuz Taberî tefsirinin Nisa
suresinden, Taberî tefsirinin diğer tefsirlerden metod bakımından farklı olduğunu
gördük.
Bilgi bütünlüğü altında temel
İslam bilimlerinin birbirinden ayrılmayan, birbirine bağlı birer disiplin
olduğunu, din bilimlerinin de buna önemli katkısı olan disiplinlerden olduğunu
gördük.