Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nü mukayeseli okumanızın sonucuna ilişkin raporunuzu 1 Mayıs 2013 hedef tarihine kadar yazınız.
Kur'an-ı Kerim sayısız ilimlerin kaynak bir kitap olduğu bellidir. Herkes ondan kendi kabiliyetine göre faydalanabilir, bizim gayemiz ise Kur’an-ı Kerim’in tefsiri ile ilgili ilimlerdir. Onların sayısı pek çoktur, tefsir usulü kitaplarında da en yaygın ve öğrencinin bilmesi luzumlu olanları kısaca bu kitaplarda sunulmuştur. Bu ilimler Esbabu’n-Nüzûl ilminden başlayıp ayetler arasında Tenâsup (Uygunluk) ve İnsicam (Tutarlılık) ilimlere kadar kaleme alınmaktadır. Bu ilimlerin herbiri, ayrı olarak ele alınmıştır ve farklı eserlere yansıtılmıtır, tefsir usulü ise muhtasar olarak bunları sayıp kısaca açıklamaktadır.
Bu dünyada her şeyin bir sebebi vardır. burda biz kısaca Tefsir Usulünde hangi ilimlerin yer aldıklarını saymak istiyoruz ki, bu özet kafada onun şemasını oluştursun. Kur’an’-ı Kerim’in âyetleri de bu esasta ikiye bölünmüştür Kur’an-ı Kerim’in tefsirini yapmak ve ondan amel edilecek hükümleri çıkarabilmek için bilinmesi gereken ilimlerin arasında esbeb-i nuzul önemli bir yer almaktadır. El-Vâhidi: “Bu âyetin sebebi nüzûlü bilinmedikçe, onun hakiki manasını anlamak mümkün olmaz” sözleriyle bu ilmin önemini vurgulamaktadır. Nasih ve Mensuh ilmi çok önemli husulardandır, bu meseleyi bilmeden bir kimsenin Allah’u Teala Kitabı’nın yanlış anlamakla birlikte ve Hz. Ali’nin bir şahsa nasih ve mensuhu biliyormusun? sorusuna hayır cevabını alınca “sen kendini de helak ettin, başkalarını da”[1] cevap vermesiyle ilmin ehemiyetini göstermektedir. Muhkem ve Mutaşabih âyetler, Kur’an’da baya tartışma ve tıkanıklara sebep olan konudur. Muhkem olan hüküm verilmesi uygun görülen âyetlerdir, müteşabih ise birçok manaya ihtimalı olup, bu manalardan birini belirlemek için başka bir delile ihtiyacı olan âyetlerdir. Uslubu’l-Kur’an, İcazu’l-Kur’an (lugatta i’caz kelimesi âciz brakmak manasında kullanılır. Bir şeyin benzerini yapmaktan âciz bırakan şeye de mu’cize denir). İslam aleminde farklı asırlarda Kur’an’nın bu eşsizliği ve i’cazı anlatan çok eserler meydana gelmiştir. Kur’an’daki yeminler, kıssalar, tekrarlar, onun misalleri, anlayışında ayrı bir yer alan hakikat ve mecaz manaların kullanılmaları Kitab’ı anlamak için bunların herbirini bilmeyi icab etmektedir. Çünkü hakiki manaların kullanılmasında herhangi bir ihtilaf olmayıp mecazî anlamların ise görüş ayrıkları kendileri belirlemişlerdir. Konuya gelmişken şunu da belirleylim ki, İslam alimlerin çoğu, Kur’an’da mecazın var olduğunu görüşündedir.
Müşkilu’l-Kur’an olsun, Mücmel ve Mübeyyen, Kur’an-ı Kerim’de Sual ve Cevaplar v.s. meselelerin kaleme alınması ve açıklanması Kur’an’ı doğru dürüst anlamk isteyenlere doğru yol ve dürüst yöntem kazandırmaktadır.
FIKIH USULÜ
Müslümanlar tarafından ortaya konulan temel iki ilimdalı vardır, Usulu’d-Din ve Usulu’l-Fıkıh. Bu iki ilmi disiplinin birincisi kelam ilmini, ikincisi de Hukuk Felsefesi denen Fıkıh Usülü limini temsil eder.
Fıkıh hükümler çıkarma, Peygamber (s.a.v.)’den sonra sahabiler herhangi bir fikri ortaya koymak için ilk olarak onun delillerini araştırıyorlarmış. Tabiinler çağında ise yeni olayların artmasıyla ictihada daha da luzum duyulmuş. İctihad ve görüşlerin artmasıyla cevap vermede ve delillerle muamele etmede her alimin kendine ait bir yol, tertip ve usul oluşmaya başlamıştır. Bunun neticesinde bu devirde metodlar açıklığa daha isabetli kavuşuyor, okullar açılıyor ve bunların metodları daha belirgin hale geliyordu. Tabiinlerden sonra Müctehid İmamlar devrine girince bu metodlar tam belirgin bir yola oturduğunu görebilmekteyiz.
Şimdi de, Fıkıh Usulü bir metodoloji, yani fıkhı hükümlerin delilli bir zemin hazırlamasında başvurulan metodları izah eden bir ilimdir. Fıkıh Usulü bir ilim olarak Şer’i delillerden hüküm çıkarma yollarını gösteren kaidelerin mecmuasıdır. Şu şekilde Fıkıh Usulü, ameli boyutunu Şeriat’ın aslını açıklamaktadır, onu tanıtacak yollarını vermektedir. Burdaki geçen açıklamaları Fıkıh ile karıştırmamak gerekir, Fıkıh ve Fıkıh Usulü arasındaki fark, Fıkıh’ın konusu, ayrı ayrı delilleriyle ameli hükümlerdir. Fıkıh Usulü ise hüküm çıkarma metodları üzerinde durmaktadır. Bu asıllardan hareket ederek şunu diyebiliriz ki, fâkihin hüküm çıkarırken doğru yoldan sapmaması için belli metodları kural ederek Fıkıh Usulü’nü bilmesi icab eder.
Netice itibarıyla şunu söyuleyebiliriz ki, bu ilim hukuki terimleri anlamak için sağlam bir metod, derin bir anlayış verir. Onu okuyup öğrenenler, bir yönden esaslı metod diğerden de ölçülere sahip olup hukuki anlayışı arttıran bir ilimdir.
HADİS USULÜ
Allah’u Teala İslam akaidini korumak için kelam ehlini harekete geçirdiği gibi, Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini korumak için de muhaddisleri harekete geçirmiş. Ve bu arada hadislerin toplanmasında raviler ve isnadlar üzerine daha fazla durmak lüzumunu hisedilmiştir. Bu imamlar arasında Şu’be (ö. 160 H.), Malik ibn Enes (ö. 179 H.), Abdullah İbnu’l-Mubarek, Süfyan İbn Uyeyne (ö. 198 H.) vd... Bu imamların her biri, Hicaz, Şam, Mısır, İrak, Yemen ve Horasan dibi farklı bölgelere mensub oldukları için, her birinin hadisleri cem’etmede hadislerin tertip, isnad ve raviler hakkında kendi farklı uslüp ve görüşleri vardı. Hadisçilerin, sahih, zaif ve uydurma hadislerin bir birinden ayırma faaliyetlerini başlatmaları, İslamî ilimlerde önemli direklerden birisi olmuştur. Bundan sonra bir taraftan hadis ilmi meydana gelirken onun arkasından başka bir ilim peşinden gelmiştir.
Hadis ilmi iki kısma ayırılmıştır: birincisi rivayet, ikincisi de dirayet yönüdür. Rivayet dalı hadis ilminin konusu, Hazreti Peygamber (s.a.v.)’e isnad edilen söz, fiil ve takrirler, zabıt ve rivayetleri içermektedir. Dirayet dalında ise rivayetinin hakikatını, şartlarını, çeşitlerini, hükümlerini, ravilerin hal ve şartlarını ve merviyatın sıfatları gibi incelemeleri içermektedir. Bundan anlaşılmaktadır ki, birincisi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinin kaydedilmesi, ikincisi ise kaytedilen ve rivayet edilen hadislerin sıhhatını araştıran bir ilimdir. Bundan dolayı ikincisi olmadan yani hadislerin tenkid ve araştırmasını yapıp sahih olanlarını sahih olmayanlardan ayırmaksızın onların sadece kaydedilmesi fayda sağlar ama tam olarak net ve hükümlerde kullanışlı olamaz. Bu sebeple, dirayet yönünden hadis ilmi denildiği zaman, dirayete dayanan bir ilim anlaşılır. Hadislerin rivayetleri, şartları, ravilerin şartları, onların ahvallerden bahseden ilme de Usulu’l-Hadis veya Mustalahu’l-Hadis denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda kitap haline getirilmiştir.
KAYNAKÇA
1. İsmail CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü, ANKARA ÜNİVERSİTESİ Yaynevi, Ankara 19
2. Abdulkadir Şener, Fıkıh Usulü, FECR Yaynevi, Ankara 1986.
3. Talat KOÇYIĞIT, Hadis Usulü, ANKARA ÜNİVERSİTESİ Yaynevisi, Ankara 1993.
FIKIH TARİHİ SÜRECİ
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM
SAFHALARI
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın
Doğuşu)
Peygamber
Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile
ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve
cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de
“senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde
Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar
bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet
edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur”
(Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana
kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal
kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hz.
Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler
gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber
zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir
teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez”
ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu
gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği
göstermektedir.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye
Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine
kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş,
farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce
karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab
içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin
çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki
kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile
kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin
ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme
ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Hz. Bu
devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip
olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi
değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış,
sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz.
Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve
ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu
sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını
anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde
iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli
vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken
vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi
gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ
kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle
karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe
döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler
kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği
kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona
göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu
faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir,
hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar
devam eder.
Bu devirde
İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve
Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz.
Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric
fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi
olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun
döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam
alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis
uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul
konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c-
Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz
hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı
görevlendirmiştir.
d- Fıkıh
sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh
sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları
ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad,
muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya
çıkmıştır.
g- Nazari
fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap
olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i
Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu
siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi
konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle
karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere
yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde
hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan
Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a
girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi
çıkmıştır.
Hadis
uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ
için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep
olmuştur.
Fıkıh bu devirde
tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık
tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da
yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid
İmamlar Devri)
Bu devir
hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu
devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu
Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri,
Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin
fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi
Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam
Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar
uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına
sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de
fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c-
Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir
ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli
bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri
alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti
taşımıyorlardı.
e-Tefsir,
Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi
Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh
Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi
Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb.
ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi
Münazaraların Yapılması
İctihadın
ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep
taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması
iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple
iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış
sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir
hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı
hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha
önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü
yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı.
Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul
ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının
verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.
Taklit ve
taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı
iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid
devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha
tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü
kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan
konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri
önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi
seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi,
hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı
olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması
mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir..
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin
tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak
şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam
ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın
önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya
başlamıştır.
c- Bazı
İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam
hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem
usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
FIKIH İLE FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK
Fıkıh ilminin konusu, mükellefin
hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiillerin hükümleridir. Fakîh, mükellefin
alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf, hırsızlık ve
benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne olduğunu
araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri, tafsili
delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir. Mesela,
emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize Fıkıh Usûlü
öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya koyacağı
zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın
hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın "Allah, size haccı
farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini
hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal
okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa
eresiniz" âyetini zikreder.İşte, Usûlcü mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla
meşgul olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada
malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin
hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor.
İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır.
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci
olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında
hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an
ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini
araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta
ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur. HADİS İLİMLERİ Hadis ilimlerinden bir diğeri de
ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile
uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda
muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen
metodlar kullanırlar. Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup
olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical
denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin
objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre
hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok
mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız
Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir. HADİS İSTİLAHLARI Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi
başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi
de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir.
Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini
belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran
kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan
sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde değerlendirilir. Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir.
Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden
doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden
okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır.
Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından
verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var: Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur.
Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini
iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci
derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir.
Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu
vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada
yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş
midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı
almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış
mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi
vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin
doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi
hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir
kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz
davrandığına dair bir örnek verelim: Tirmizi (ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten
sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu
anlattığını söyler: Muhaddislerin, ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar
dikkatle durduğuna da İmam Malik şu sözleri ile işaret etmektedir: HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI Sıhhat yönünden: Sahih: Aşağıdaki üç şartı
sağlayan hadise denir: Hasen: Sahih hadisin
şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına
rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis
"hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf
hadisden yukarda bir yerdedir. Zayıf: Genelde sahih ve
hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir
kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan
hadisdir. Mütevatir: Yalan üzerine
birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu
şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü
ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin
sayıları pek azdır. Mevzu: Uydurma hadisdir.
Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir
başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan,
ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler. Sahibi yönünden: Merfu: Peygamber (sav)'e
ait olan hadisdir. Mevkuf: Söz veya fiilin
sahabeye ait olduğu hadisdir. Maktu: Söz veya fiilin
tabiiye ait olduğu hadisdir. Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu
göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir. Senedde uzunluğu yönünden: Ali: Senedin muttasıl
olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır. Nazil: Seneddeki ravi
sayısının çok olmasıdır. Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek
muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha
sahih olması da mümkündür. Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü: Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul
edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık
derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul
veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile
"fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik
etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma
olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek
kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark
hatırda tutulmalıdır. Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunların
asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazılmasının haram olduğunu
söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu peygamberimize ait
sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek insanları bunlara
karşı uyarmak için söylenip yazılabilir. Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki
safhadan geçer: - Metin tenkidi Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile
içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle
çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır. Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve
tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının,
ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır. Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir
şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden
oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin
hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır.
Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı
gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret
sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin
muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü
bilinirse durum anlaşılır. HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b.
Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı
üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı
sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir. Hadis kitaplarının türleri: Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır: Cami: Akaid, ahkam,
zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan
eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir. Sünen: Yalnızca namaz,
oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud,
Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir. Müsned: Hadislerin onları
rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu
Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği
hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı
Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte"
veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve
Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı
kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar
olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek
değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den
geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut
olmasıdır. Kütüb-ü Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir
meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin
Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in
sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel,
metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih
Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der: Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra
sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç
sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır. Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in
Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat
bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır. SONUÇ |
FİKRET AKMAN
ÖĞRENCİ
NO:12912768
HADİS / FIKIH / TEFSİR/ TARİHİ, HADİS / FIKIH / TEFSİR/ USULÜ
HADİS / FIKIH / TEFSİR TARİHİ
A.
HADİS
TARİHİ
Hadîslerin, Hazreti Peygamber devrinden itibaren, İslâm Dininin bir gereği
olarak, kazandığı büyük değere paralel bir şekilde rivayetini, rivayetindeki
gelişmeyi, çeşitli tehlikeler karşısında onları koruma görevini yüklenen
hadîsçilerin faaliyetlerini, tedvin ve tasnifini, inceleyen ilime Hadis Tarihi
denilir.
Hadis ilmi, üçüncü
Hicrî asrın sonunda bütün konuları ile teşekkül etmiştir. Her ne kadar, bu
konuları içine alan kitapların telifi bir müddet daha gecikmiş olsa bile, usûl
ve kaidelerin, tabir ve tariflerin birinci asrın sonundan itibaren hadîs
imamları arasında kullanılması, ikinci asırda ise, hiç bir kayda tâbi
olunmaksızın münakaşa edilmesi, bu ilmin bir hayli erken bir devirde teşekkül
ettiğini gösterir. [1]
Hadis Tarihinin konuları belirlemek ve sınırlamak mümkün
değildir. Ancak kısa bir değerlendirmeye yazılabilecek kadar Prof. Dr. Talat
KOÇYİĞİT Hocamızın Hadis Tarihi kitabından ana başlıklara değinmeye çalışalım.
HADİS TARİHİNİN GENEL KONU BAŞLIKLARI
1. HADİS İLMİNİN KAYNAĞI
2. HADİSLERİN YAZILMASI
3. HADÎSİN İLK KAYNAĞI: SAHABE
4. SAHABE DEVRİNDE HADÎSLERİN YAYILMASI
5. HADÎSTE VA’Z HAREKETLERİ
6. CERH VFT TA'DÎL HAREKETİNİN DOĞUŞU
7. HADÎSİN TEŞRÎÎ DEĞERİ ÜZERİNDE MÜNAKAŞALAR
8. HADİSLERİN
TEDVİN VE TASNİFİ
B. FIKIH TARİHİ
Yeryüzünü güzel bir
saray şeklinde yapan elbette ki, burada oturacakların içtimaî şartlarını da
temin etmiştir. Bilhassa irade sahibi olan insanların, insanca yaşayabilmeleri
için onlara temel kaideler göndermiş, bu temel kaideler, anayasa hükmünü
taşımıştır. Anayasaya dayanarak Peygamberler ve Onların ümmeti içindeki
âlimler ceza kanunu, medenî kanun gibi kollarda hukuk nizamını geliştirmişlerdir.
Fıkıh Tarihi, beşerî kanunların, anayasaların-fıkhın- oluşumunu ve tarih
boyunca geçirdiği evreleri irdeleyen, inceleyen bir ilimdir.
FIKIH TARİHİNİN GENEL KONU BAŞLIKLARI
1. FIKIH İLMİNİN KAYNAĞI
2. FIKIH KAİDELERİNİN YAZILMASI
3. FIKHIN İLK ZUHURU
4. FIKIH KAİDELERİNİN TASNİF EDİLMESİ VE MÜSTAKİL İLİM OLMASI
5. FIKIH İLMİNİ ASIRLARA GÖRE TEMSİLCİLERİ(MEZHEPLER)
Tefsir kelimesi terim
olarak ise: "Müşkil olan lafızdan murâd edilen şeyi keşfetmektir"
şeklinde tarif edilmiştir. Bir ilim olarak ele alındığı zaman da tefsir:
"İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nispetinde Allah'ın murâdına
delâlet etmesi bakımından Kur'ân metninin içerdiği manaları ortaya
koymak"[2]
demektir. Tefsir Tarihi de Efendimiz (S.A.S)’in zamanından başlamak üzere
sahabe ve tâbiûn dönem dönemleri ile devam eden ve günümüze kadar gelen tefsir
hareketlerini ve ekollerini tarihi seyri içerisinde ele alan bir ilim dalıdır.
TEFSİR TARİHİNİN GENEL KONU BAŞLIKLARI
1) HAZRETİ PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR
(a)
Kur'ân-ı
Kerîm
(b)
Hz. Peygamber
2)
SAHABE DEVRİNDE TEFSİR
(a)
Bu Devirdeki Tefsir Kaynakları
(b)
Sahabenin Tefsir İlmindeki Yeri
(c)
Tefsir İlminde Şöhret Kazanan Sahabiler
(d) Sahabenin Tefsirdeki
Metodu
(e)
Sahabe Tefsirinden Örnekler
3) TABİÎLER DEVRİNDE TEFSİR
4) ABİÎLER DEVRİNDEN SONRAKİ TEFSİR HAREKETLERİ
5) GÜNÜMÜZDE ÇALIŞILAN TEFSİRLER
HADİS / FIKIH / TEFSİR USULÜ
A.
HADİS USULÜ
Muhaddisler
Hz. Peygamber’in Sünnetini korumak için harekete geçmiş ve ilk defa, cerh ve
ta'dil imamları, hadîs râvileriyle isnadlar üzerinde daha fazla durmak lüzumunu
hissetmişlerdir. Bu imamların her biri, Hicaz, Şâm, Mısır, Irak, Yemen ve
Horasan gibi muhtelif beldelere mensûb oldukları için, her birinin hadîs cem'inde,
bu hadîslerin tertip ve tanziminde, isnad ve râviler hakkında kendilerine hâs
görüşleri bulunuyordu. Hafıza ve zabt yönünden derecelere ayırarak tasnif
ettikleri râvilerin rivayetleri olan hadîsler de, kendilerine hâs tâbirlerle
isimlendirilmişti. Hadîsçilerin, sahîh hadîsi, zayıf ve uydurma olanlarından
ayırmak için başlattıkları bu yoğun faaliyet, İslâmî ilimlerin inşasında atılan
ilk ve en önemli adım olmuş, bunun neticesinde, bir taraftan Hadîs İlmi zuhur
ederken, bunu diğer İslâmî ilimler takip etmiştir.
Hadîsçiler, hadîs ilmini,
rivayet ve dirayet yönünden iki kısma ayırmışlardır. Rivayet yönünden hadîs
ilminin konusu, Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerin
bilinmesi, zabtı ve rivayetidir. Dirayet yönünden hadîs ilmi ise, rivayetin
hakikatini, şartlarını, çeşitlerini, hükümlerini, râvilerin hal ve şartlarını
ve rivayet edilmiş haberlerin sınıflarını inceleme konusu yapmıştır. Bu taksimden
de anlaşılmaktadır ki, birincisi, Hazreti Peygamberin hadîslerinin zabt ve
rivayetinden ibaret olduğu halde, ikincisi, zabt ve rivayet edilen hadîslerin
sıhhatini inceleyen, sahîh olanlarla zayıf olanları birbirinden ayırmayı gaye
edinen bir ilimdir. Hadislerin sıhhatli bir şekilde nasıl ve ne şekilde
kullanılması noktasında bizlere yol gösteren ilim Hadis Usulüdür.
HADİS USULÜNÜN GENEL KONU BAŞLIKLARI
1.
HABERLER VE
HABER ÇEŞİTLERİ
2.
SÜNNET, HADİS, HABER
3.
MÜTEVÂTİR
HABERLER
4.
ÂHÂD
HABERLER
5.
SIHHAT
YÖNÜNDEN HABER ÇEŞİTLERİ
a)
MAKBUL
HABERLER
b)
MERDÛD
HABERLER
6.
İSNÂD
7.
HADÎS
RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ
a)
SAHABÎLER
b)
TABİİLER
8. RÂVİLERDE
ARANAN ŞARTLAR
9. HADÎS
RÂVİLERÎNÎN CERH VE TA'DÎLİ
10.
HADÎS
RÂVÎLERÎNİN ÂDÂB VE ERKÂNI
11.
RÂVÎLERİN
ÎSÎM, KÜNYE VE LAKABLARI
12.
HADÎS
RİVAYETİ VE ŞARTLARI
B.
FIKIH USULÜ
"Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden
çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usûlü'l-fıkıh denir.[3]” Öteden beri insanlığın hukuk ve hukuk kuralları üzerinde zihin
yormasına karşılık, hukuku ilk defa bir "ilim" olarak ele alma
şerefinin Müslüman bilginlere ait olduğu hususuna, değerli araştırmacı Prof.
Dr. Muhammed Hamîdullah ısrarla işaret etmektedir.
FIKIH USULÜNÜN GENEL KONU BAŞLIKLARI
1. FIKIH USULÜNE DAİR GENEL BİLGİLER
a) KİTÂB
b) SÜNNET
c) İ C M A'
d) K I Y Â S
3. ŞER'İ DELİLLERDEN ÇIKARILAN HÜKÜMLER
4. TEKLÎFÎ VE VAD'Î
HÜKÜMLERİN NEVİLERİ
5.KAYNAKLARDAN HÜKÜM ÇIKARMA (İSTİNBAT) METODLARI
6. İCTİHAD VE TAKLİD
C.
TEFSİR
USULÜ
Kur'ân'ın
anlaşılmasına ve yorumlanmasına yardımcı olmak maksadıyla belli yöntem ve
metotlar tavsiye eden ilim dalıdır. Kur'ân'ın genel anlatım düzeni içerisinde
her âyet, anlaşılırlık bakımından aynı değildir. Onların bazıları kolayca
anlaşıldığı gibi, bir kısmının anlaşılması için âyetlerin lafzî anlamlarının
yanında nüzul ortamlarının, icaz yönlerinin ve içerdikleri sanatların bilinmesine
de ihtiyaç vardır. İşte bu konuda insanın yardımına koşan en yakın bilim dalı,
"Tefsir Usûlü İlmi" dir.
TEFSİR USULÜNÜN GENEL KONU BAŞLIKLARI
1.KUR’AN’IN ANLAMI VE
TARİFİ
2. VAHY
3.AYET
4. SURE
5.KUR’AN’IN YAZILIŞI, CEM’İ VE TEKSİRİ
6.KUR’AN İLİMLERİ
7.TEFSİR TARİHİ
HADİS / FIKIH / TEFSİR/ TARİHİ, HADİS / FIKIH / TEFSİR/ USULÜ DEĞERLENDİRMESİ
1. Hadis
metinlerinin Fıkha ve Tefsire ana malzeme olduğunun farkına vararak
değerlendirmeme Hadis Usulü ve Hadis Tarihi ile başlamak istiyorum. Hadis
metinlerinin Hz. Peygamber’den ve sahabilerden nakledilirken sıhhatli ve düzgün
bir şekilde kayıt altına alınması, tasnif ve tedvinlerinin yapılması işi ile
meşgul olan Hadis Usulü başlangıçta adeta Hadislerin zayıf ve haberlerin de
mevzu’ olanları konusunda rafine görevi görmüştür.
2.
Hadis
Usulü ve Hadis Tarihi Tefsir ilminin yararlanabilmesi Hadislerin sebebi
vürûdlarını nakletmiştir. Bu arada zikredilen olaylar ile ilgili olarak sebebi
vürûd ve tefsir rivayetlerinin tasnifi olarak olmasa da tarihsel bazda ayrımını yaparak tefsircilere
ilmi bir çalışma bırakmışlardır.
3. Tedvin
edilmiş Hadisler İslam Fıkhının temel, asli kaynaklarından ikincisidir. Hatta
Hadis Tarihinde zikredilen tasnif dönemi eserlerin tasnifatına konu olan fıkhî
eserler kaleme alınmıştır.
4. Farklı
tariklerden gelmiş olan veya ahad hadis dediğimiz yolla ulaşan hadisler
mezhepler bazında farklı içtihatların yapılmasına yol açmıştır. Belki de hem
Kur’an’ı hem de Hadisleri anlamlandırmada çok büyük etkiye sahip olan bu bakış
açısını kazandırmıştır. Farklı görüşlere destek olmanın bir başka yönü de Hadis
usülcülerinin bir hadis üzerindeki farklı değerlendirmeleri de göz önünde
tutulmalıdır.
5. İbadat
ve muamelata dair bilgileri toparlayan Fıkıh Usulü kendine birinci kaynak
Kur’an’ı; ikinci kaynak olarak ta Hadisi tercih etmektedir. Bu şu demek oluyor
ki Müslüman toplumların şekillenmesinde Usulu Fıkıh İlminin yön vericisi adeta
Hadislerdir. Burada şuna da değinmek gerekir; Fıkıh Usulü Hadislerden
yararlanırken elbette Hadis Usulü ilminin koymuş olduğu kıstaslara uyan
hadislerin tercihini yapmaktadır.
6. Tefsir
Usulüne kaynak teşkil eden esbab-u nüzul rivayetleri genel anlamda Hadislerden
oluşmaktadır. Hadislerin düzenli bir şekilde kayıt altına alınması demek
öncülük ettiği ilimlere sağlam kaynak olması anlamına gelmektedir.
7. Tefsir
ilminde yararlanılan hadisler ve rivayetler vardır, bunların esbab-u nüzula mı
ait olduğu veya tefsir rivayetleri mi olduğu hakkında Hadis Usulü devreye
girmektedir. Bu ayrımlar sağlıklı ve sistemli bir şekilde tespit edilirse yorum
yanlışlarına değerlendirmelerine girilmez.
8. Fıkıh
Usulu mezhepsel anlamda yaşanan farklılıklarda kendisine destek kuvvet olarak
tefsir ilmini göstermektedir. Tefsir ilminin bakış açılarını kendisine pencere
yapan Fıkıh ekolleri, Tefsir İlminin lugavi değerlendirmelerinden, kıraat
farklılıklarından ve müfessirlerin farklı çıkarımlarından bolca istifade
etmektedirler.
9. Tarih
ilimleri elbette doğal ve kronolojik olarak usul ilimlerinden sonra ortaya
çıkmıştır. Hangi alanda olursa olsun bir ilmin tarihi sistematik olarak ortaya
çıkmışsa o ilmin tarihi seyrini verecektir. Hadis/ Tefsir/ Fıkıh ilimlerini
tarihi de aynı şekilde usul ilimlerinden sonra meydana gelmiş birer ilimdirler.
Bu ilimlerin tarihi seyrini veren ve bu seyir esnasında başlangıçtan
günümüze(yazıldığı zaman) kadar ki evresini anlatmaktadır. Usul ilimleri de
adeta tarih ilimleri sayesinde bir aynaya bakma fırsatı yakalamış olacaklardır.
10. Tefsir
ve Fıkıh İlimleri içerisinde kendisine bolca yer bulan Hadisler gündelik
hayatta daha fazla kullanılmakta ve adeta ihtisas alanı olan mevkide yer
bulmaktadır.
11.Adeta birbirine
girmiş girift bir halde olan bu ilimler birbirlerinin ayrılmaz parçaları
gibidirler. Bu ilimler birbirlerine öylesine ihtiyaç halindedirler ki adeta
birbirlerinin olmazsa olmazlarıdır.
12.
Tefsir için
Kur’an bir konu iken Fıkıh için şer’i kaynaklardan biridir.
ŞABAN YILMAZ
Doktora Öğrencisi
[1]
Koçyiğit, TALAT, Hadis Tarihi, s. 8 TDV yay. 1998
[2] ez-Zerkânî, Menâhilu'l-irfân ft ulûmi'l-Kur'ân, Mısır
ts., I, 471; ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, Mısır 1396/1976, I, 15.
[3] ŞA’BAN,
Zekiyyuddin, İslam Hukuk İlminin Esasları, s.27 TDV Yay.2000
MURAT CAN /NO:12912777 YÜKSEK LİSANS
DERS;TEFSİR RİVAYETLERİNE GÖRE KUR’AN’IN NÜZUL ORTAMI
Tefsir
Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’
Okumasının değerlendirilmesi
Yüce Allah’ın halife olarak yarattığı
insanoğlu yaratılış gayesini unutup şeytan’a, nefsine ve hevasına uyup ahlaki,
imani ve insani değerlerini yitirip cehaletin, haksızlığın, zulmun, zulmetmenin
bataklığında yüzmeye başlayınca, Rahmeti bol yüce mevla mağfiretinin tecellisi
olarak insanlara yol gösterici Peygamberler, kitaplar gönderip onlara hidayete,
kurtuluşa giden yolları gösterip açıklamıştır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) de bunlardan birisi ve sonuncusu idi. Ashab her
konuda ona başvuruyor, sıkıntılarını, sorunlarını Onun ve vahyin ışığı altında
halledip çözüme kavuşturuyorlardı. Allah Rasülü’nün Rafiki âlâya irtihalinden
sonra Ashab bu yöntemi kendi arasında uygulamaya devam etmiştir. İslam
topraklarının genişleyip deyişik millet ve kültürlerle karışıp kaynaşınca
sorunlar ve çözümler farklılaşmış, bunun sonucu olarakta genelde şifahi olarak
tevarüs edip yayılan işlami ilimler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.
Tefsir tarihi ve usulu, Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu bu
ilimlerdendir. Her biri kendi sahasında özel bir konuma sahip olmakla beraber
gaye ve amaca bakınca her üçününde hedefinin aynı olduğu anlaşılmaktadır.
Tefsir’in
Doğuşu
Tefsir’in ortaya çıkışı Hz. Peygamber
(S.A.V.) ile başlamaktadır. Onun ashabına yapmış olduğu Kur’ani hakikatler,
tamamen onları irşada yöneliktir. Bunu da bazı vesileler ile
gerçekleştiriyordu.
1-
Ayet
okuyarak tefsir etmesi
2-
Ashaba
soru sorarak tefsir etmesi
3-
Sözünü
delillendirmek maksadıyla tefsir etmesi
4-
Sahabilerin
soru sorması üzerine tefsir etmesi
Allah
Rasülü’nün Tefsir Yönemi
1-Mücmelin teybini
2-Mübhem’in tafsili
3-Mutlak’ın takyidi
4-Müşkil’in tavzihi
Hz. Peygamber (S.A.V.)in Kur’an’ın
tamamını veya bir kısmını tefsir etti diye islam âlimleri arasında ihtilaf
olmuştur.
Sahabe
Tefsirinin Özellikleri
1-Yaptıkları açıklamalar mübhem,
garip,müşkil ve mücmel lafızlar ile sınırlı idi.
2-Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve
nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.
3-Aralarında tefsir ihtilafı olsada
bubir çeşitliliktir çelişki deyildir.
4-Ahkâm âyetleri ile ilgili âyetlerde
ictihade fazla rastlanmaz.
5-Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi
nakil yolu ile yapılıyordu.
Tefsirde en meşhur sahabiler Abdullah
b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Kab ve Hz.Ali
Tâbiûn
dönemi
Bu dönem yefsir yöntemi sahabe dçnemi
ile aynı olmakla beraber bazı özellikleri ile onlardan ayrılırlar. Bunlar
1-Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.
2-Görüşlerin delillendirilmesi için
bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.
3-Şiirle istidlal edilmiştir.
4-Bazı konularda Ehli kitaba
başvurulmuştur.
5-Ekolleşmeler ve tefsir okulları
ortaya çıkmıştır.
6-Bu dönemden sonra Tefsir müstakil bir
ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.
Hadis Tarihi ve Usulü
Hadis ilminin konusu; hadisleri
nakleden raviler ve bu raviler tarafından nakledilen Peygamberimiz’e dair
rivayetlerdir.
Hadis ilminin amacı;hadislerin makbul olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.
Hadis ilmi ve hadisle ilgili
faaliyetler rivayet ve dirayet olmak üzere 2
ye ayrılır.
HADİS İLMİNİN ÖNEMLİ ALT
DALLARI
Hadis Tarihi
Hadisi tarih biliminin
ölçütleriyle ele alır. Türkçe yazılan ilk hadis tarihi kitabı İstanbul
üniversitesi İlahiyat şubesi hocalarından İsmail Hakkı tarafından 1924’de
yazılmıştır.
İlk müstakil Türkçe eser Ankara
üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in
yazmış olduğu ve ilk baskısı 1977 ‘de neşredilen Hadis Tarihi isimli eserdir.
Hadis Usulü:Hadis ilmi hadisle ilgili bütün
problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis tenkidinin temel kurallarını
özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis usulüne Hadis Terimleri İlmi
anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.Hadis usulü kitapları Mütekaddimun
ve Müteahhirun dönemleri denilen iki dönemde ele alınır. Hadis tarihinde klasik
kitapların yazıldığı mütekaddimun dönemi h.4. asrın başına, hatta bazılarına
göre sonlarına kadar devam eder. Bundan sonrasına müteahhirun dönemi denir.
Rical İlmi; Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül
kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri
konu edinmesi sebebiyledir. Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine
ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek, korumak
ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.
Rical
ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında olumsuz
kanaat, Ta’dil ise; olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.
İlelü’l-Hadis ilmi; İlal Arapça, sebep
hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur. Hadis ilmin de
illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi
hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür gizli kusur
taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi
hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları
bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.
Ğaribü’l-Hadis İlmi; Hadis ilminde
Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı
olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı
anlaşılır.
İhtilafül-Hadis İlmi; İhtilaf Arapçada iki
veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması
insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis
sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi
yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu
edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.
Usûlü’l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi
Allah Rasülü (S.A.V.)
Sahabe ve Tabiînden sonra, İslâm’a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı
söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla
birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni bir takım
problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar
çıkmaya başladı. Bunun sonucunda fıkıh usûlü ilmi hicrî ikinci asırda doğmaya başladı. Fıkıh
usûlü, fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler
verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı.
Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun
münâkaşasını yapıyorlardı.
Usûlü’l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn
Nedîm’in nakline göre İmam Ebû Yusuf’a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri
günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en
eski eser, İmam Şâfiî’nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak
bilinmektedir. Şafiî’nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde
mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişlerdir.
Usûlü’l-fıkıh sahasında eser yazan alimler
iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye
metotlarıdır.
a-
Mütekellimîn metodu: Usûl kaideleri delillerin
ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî
bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan
nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre
bu metod, tümevarım biçimindedir. usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında
pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu
metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.
b-
Hanefî metodu: Bu metod mensupları, kendileri araştırma
neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer’î
meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep
imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu
sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının
hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup
bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu
gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine
derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O
bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.
Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar
genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. daha kolay anlaşılması için
usulcüler yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Muhammed Ebu’z-Zehra,
Abdulkerim Zeydan ve Zekiyuddin Şâban’ın usûlleri burada zikredilebilir. Arapça
olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman’ın İmam Hatib
okulları için hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar’ın hazırladığı usûl de
zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir.
Usûlü’l-Fıkhın Konusu
Usûlü’l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî
hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve
onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine
konu edinir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela
emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini
koyar. Usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın
uygulayıcısıdır.
Usülü I-Fıkıhın Gayesi
Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere
tatbik etmek suretiyle şer’î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer’î
amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin
kaideleri sayesinde şer’î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları
bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini
tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni
problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf
vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse
eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere
cevap bulmaya çalışır. Bununda yolu usulü fıkhı ve onun kaidelirini bilmekten
geçer.
Sonuç olarak; Tefsir tarihi ve usulu,
Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu hakkında verilen özet bilgiden de
anlaşılacağıüzere her biri müstakil birer ilim olmakla beraber her biri diyerine muhtaçtır. Birbirlerinden
istifade etmektedir. Müctehid hüküm koyarken bu üç ilimden de yararlanır.
Delillerini onların ilkelerine göre ortaya koyup fikrinin ve ortaya koyduğu
hükmünün doğruluğunu isbata çalışır. Bu İslâmi ilimlerin asılda bir olduğunun
ve hedeflerinin aynı olmasındandır. İslâmi ilimlerin her birini müstakil
düşünmek ve ona göre fikir üretmek yanlış hatta telâfisi çok zor olan sonuçlara
götürebilir. Bunun idrakinde olan oryantalistler, İslâmi ilimlerin içerisine
kendi bozuk fikirlerini sokmak için bu üç ilimden müstağni lafızların zahirine
bakarak akli, felsefi, modern ve çağa uygun bahanesi ile İslâm’ın ruhuna aykırı
yeni fikirler üretmektedirler. İslâm âlimleri güncel meselelere çözümler
ararken, geleneğe bağlı olarak orijinal çıkış yolları aramalıdırlar.
Kaynakça
1-Muhsin DEMİRCİ. Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 11.
Baskı
2- Muhsin DEMİRCİ. TefsirUsulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 18.
Baskı 2012
3-Talat KOÇYİĞİT. Hadis Usulu T.D.V.Y. Ankara 2003 Yayın
No:251
4-Hadis Tarihi ve Usulü Açık öğretim Fakültesi Yayını
No:1111
5-Abdülkerim ZEYDAN. El-Veciz fi usulil fıkh 1.baskı
Müessesetür Risale Lübnan-Beyrut
MURAT CAN /NO:12912777 YÜKSEK LİSANS
DERS;TEFSİR RİVAYETLERİNE GÖRE KUR’AN’IN NÜZUL ORTAMI
Tefsir
Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’
Okumasının değerlendirilmesi
Yüce Allah’ın halife olarak yarattığı
insanoğlu yaratılış gayesini unutup şeytan’a, nefsine ve hevasına uyup ahlaki,
imani ve insani değerlerini yitirip cehaletin, haksızlığın, zulmun, zulmetmenin
bataklığında yüzmeye başlayınca, Rahmeti bol yüce mevla mağfiretinin tecellisi
olarak insanlara yol gösterici Peygamberler, kitaplar gönderip onlara hidayete,
kurtuluşa giden yolları gösterip açıklamıştır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) de bunlardan birisi ve sonuncusu idi. Ashab her
konuda ona başvuruyor, sıkıntılarını, sorunlarını Onun ve vahyin ışığı altında
halledip çözüme kavuşturuyorlardı. Allah Rasülü’nün Rafiki âlâya irtihalinden
sonra Ashab bu yöntemi kendi arasında uygulamaya devam etmiştir. İslam
topraklarının genişleyip deyişik millet ve kültürlerle karışıp kaynaşınca
sorunlar ve çözümler farklılaşmış, bunun sonucu olarakta genelde şifahi olarak
tevarüs edip yayılan işlami ilimler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.
Tefsir tarihi ve usulu, Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu bu
ilimlerdendir. Her biri kendi sahasında özel bir konuma sahip olmakla beraber
gaye ve amaca bakınca her üçününde hedefinin aynı olduğu anlaşılmaktadır.
Tefsir’in
Doğuşu
Tefsir’in ortaya çıkışı Hz. Peygamber
(S.A.V.) ile başlamaktadır. Onun ashabına yapmış olduğu Kur’ani hakikatler,
tamamen onları irşada yöneliktir. Bunu da bazı vesileler ile
gerçekleştiriyordu.
1-
Ayet
okuyarak tefsir etmesi
2-
Ashaba
soru sorarak tefsir etmesi
3-
Sözünü
delillendirmek maksadıyla tefsir etmesi
4-
Sahabilerin
soru sorması üzerine tefsir etmesi
Allah
Rasülü’nün Tefsir Yönemi
1-Mücmelin teybini
2-Mübhem’in tafsili
3-Mutlak’ın takyidi
4-Müşkil’in tavzihi
Hz. Peygamber (S.A.V.)in Kur’an’ın
tamamını veya bir kısmını tefsir etti diye islam âlimleri arasında ihtilaf
olmuştur.
Sahabe
Tefsirinin Özellikleri
1-Yaptıkları açıklamalar mübhem,
garip,müşkil ve mücmel lafızlar ile sınırlı idi.
2-Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve
nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.
3-Aralarında tefsir ihtilafı olsada
bubir çeşitliliktir çelişki deyildir.
4-Ahkâm âyetleri ile ilgili âyetlerde
ictihade fazla rastlanmaz.
5-Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi
nakil yolu ile yapılıyordu.
Tefsirde en meşhur sahabiler Abdullah
b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Kab ve Hz.Ali
Tâbiûn
dönemi
Bu dönem yefsir yöntemi sahabe dçnemi
ile aynı olmakla beraber bazı özellikleri ile onlardan ayrılırlar. Bunlar
1-Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.
2-Görüşlerin delillendirilmesi için
bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.
3-Şiirle istidlal edilmiştir.
4-Bazı konularda Ehli kitaba
başvurulmuştur.
5-Ekolleşmeler ve tefsir okulları
ortaya çıkmıştır.
6-Bu dönemden sonra Tefsir müstakil bir
ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.
Hadis Tarihi ve Usulü
Hadis ilminin konusu; hadisleri
nakleden raviler ve bu raviler tarafından nakledilen Peygamberimiz’e dair
rivayetlerdir.
Hadis ilminin amacı;hadislerin makbul olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.
Hadis ilmi ve hadisle ilgili
faaliyetler rivayet ve dirayet olmak üzere 2
ye ayrılır.
HADİS İLMİNİN ÖNEMLİ ALT
DALLARI
Hadis Tarihi
Hadisi tarih biliminin
ölçütleriyle ele alır. Türkçe yazılan ilk hadis tarihi kitabı İstanbul
üniversitesi İlahiyat şubesi hocalarından İsmail Hakkı tarafından 1924’de
yazılmıştır.
İlk müstakil Türkçe eser Ankara
üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in
yazmış olduğu ve ilk baskısı 1977 ‘de neşredilen Hadis Tarihi isimli eserdir.
Hadis Usulü:Hadis ilmi hadisle ilgili bütün
problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis tenkidinin temel kurallarını
özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis usulüne Hadis Terimleri İlmi
anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.Hadis usulü kitapları Mütekaddimun
ve Müteahhirun dönemleri denilen iki dönemde ele alınır. Hadis tarihinde klasik
kitapların yazıldığı mütekaddimun dönemi h.4. asrın başına, hatta bazılarına
göre sonlarına kadar devam eder. Bundan sonrasına müteahhirun dönemi denir.
Rical İlmi; Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül
kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri
konu edinmesi sebebiyledir. Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine
ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek, korumak
ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.
Rical
ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında olumsuz
kanaat, Ta’dil ise; olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.
İlelü’l-Hadis ilmi; İlal Arapça, sebep
hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur. Hadis ilmin de
illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi
hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür gizli kusur
taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi
hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları
bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.
Ğaribü’l-Hadis İlmi; Hadis ilminde
Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı
olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı
anlaşılır.
İhtilafül-Hadis İlmi; İhtilaf Arapçada iki
veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması
insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis
sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi
yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu
edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.
Usûlü’l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi
Allah Rasülü (S.A.V.)
Sahabe ve Tabiînden sonra, İslâm’a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı
söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla
birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni bir takım
problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar
çıkmaya başladı. Bunun sonucunda fıkıh usûlü ilmi hicrî ikinci asırda doğmaya başladı. Fıkıh
usûlü, fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler
verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı.
Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun
münâkaşasını yapıyorlardı.
Usûlü’l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn
Nedîm’in nakline göre İmam Ebû Yusuf’a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri
günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en
eski eser, İmam Şâfiî’nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak
bilinmektedir. Şafiî’nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde
mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişlerdir.
Usûlü’l-fıkıh sahasında eser yazan alimler
iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye
metotlarıdır.
a-
Mütekellimîn metodu: Usûl kaideleri delillerin
ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî
bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan
nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre
bu metod, tümevarım biçimindedir. usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında
pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu
metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.
b-
Hanefî metodu: Bu metod mensupları, kendileri araştırma
neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer’î
meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep
imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu
sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının
hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup
bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu
gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine
derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O
bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.
Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar
genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. daha kolay anlaşılması için
usulcüler yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Muhammed Ebu’z-Zehra,
Abdulkerim Zeydan ve Zekiyuddin Şâban’ın usûlleri burada zikredilebilir. Arapça
olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman’ın İmam Hatib
okulları için hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar’ın hazırladığı usûl de
zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir.
Usûlü’l-Fıkhın Konusu
Usûlü’l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî
hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve
onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine
konu edinir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela
emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini
koyar. Usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın
uygulayıcısıdır.
Usülü I-Fıkıhın Gayesi
Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere
tatbik etmek suretiyle şer’î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer’î
amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin
kaideleri sayesinde şer’î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları
bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini
tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni
problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf
vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse
eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere
cevap bulmaya çalışır. Bununda yolu usulü fıkhı ve onun kaidelirini bilmekten
geçer.
Sonuç olarak; Tefsir tarihi ve usulu,
Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu hakkında verilen özet bilgiden de
anlaşılacağıüzere her biri müstakil birer ilim olmakla beraber her biri diyerine muhtaçtır. Birbirlerinden
istifade etmektedir. Müctehid hüküm koyarken bu üç ilimden de yararlanır.
Delillerini onların ilkelerine göre ortaya koyup fikrinin ve ortaya koyduğu
hükmünün doğruluğunu isbata çalışır. Bu İslâmi ilimlerin asılda bir olduğunun
ve hedeflerinin aynı olmasındandır. İslâmi ilimlerin her birini müstakil
düşünmek ve ona göre fikir üretmek yanlış hatta telâfisi çok zor olan sonuçlara
götürebilir. Bunun idrakinde olan oryantalistler, İslâmi ilimlerin içerisine
kendi bozuk fikirlerini sokmak için bu üç ilimden müstağni lafızların zahirine
bakarak akli, felsefi, modern ve çağa uygun bahanesi ile İslâm’ın ruhuna aykırı
yeni fikirler üretmektedirler. İslâm âlimleri güncel meselelere çözümler
ararken, geleneğe bağlı olarak orijinal çıkış yolları aramalıdırlar.
Kaynakça
1-Muhsin DEMİRCİ. Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 11.
Baskı
2- Muhsin DEMİRCİ. TefsirUsulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 18.
Baskı 2012
3-Talat KOÇYİĞİT. Hadis Usulu T.D.V.Y. Ankara 2003 Yayın
No:251
4-Hadis Tarihi ve Usulü Açık öğretim Fakültesi Yayını
No:1111
5-Abdülkerim ZEYDAN. El-Veciz fi usulil fıkh 1.baskı
Müessesetür Risale Lübnan-Beyrut
Tefsir-hadis-fıkıh
usulleri ve ususlu’d-din BAĞLAMINDA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ SORUNUNA MUKAYESELİ BİR
BAKIŞ
sIDDIK
baysal, dOKTORA
Bu terkiple anlatılmak
istenen bilgi evreninde üretilen klasik veya
çağdaş her bilginin köken itibarıyla bir, ihtisas alanları arasında sağlam
bağların ve sistemler arası bilgi akışını sağlayan düzenli aktların bulunduğu, geçirgen,
sistematik ve bütünlüklü bir yapının üyesi olduğudur. Şu halde bilgi olmaklık
hüviyetini haiz hiçbir veri, sahaya öylesine serpiştirilmiş, dağınık ve
benzerleri de dâhil olmak üzere diğer bilgi türlerinden tamamen kopuk,
entelektüel nüveler değildir. Zira terkipteki “bütünlük” öğesi, “tümün”
bütün yapısal ve işlevsel hususiyetlerini içine alan tekil bir yapıya
delalet eder. Bu durumda “bilginin bütünlüğü” terkibini, tüm bilgileri orijin
bakımından tek bir asla göndererek tanımlamaya ek olarak zaman içindeki tüm
görüngü ve vecihlerini de içine alan külli ve sistematik bir epistemoloji
şeklinde tanımlayabiliriz.
Orijinin tekliği meyanında yukarıdaki tanımı
tatbik edersek, Temel İslam Bilimlerinin temel metinlerin tespit ve yorum
biçimlerini temsil ettiklerini, dolayısıyla o metinlerden çıkıp sahaya yayılan
damarlar olduklarını söyleyebiliriz. Tarihsel öncelik sonralık, ardıllık gibi
kronolojiye ilişkin gerçeklikler de temel kaynakların ardından bu ilimlerin
birer disiplin olarak teşekkül ettiğini gösterir ki bu sözü edilen ilimleri
köken itibarıyla zaman bakımından daha önceki bir kaynağa göndermeyi mantıken
gerekli ve mümkün; kendilerinden sonraki vakalara nispet etmeyi ise muhal kılar.
Biraz daha nesnel ifadelerle, bu ilimler tedvin edildikleri devirlerde, kuramsal
bir bilgi sistemi halinde birden bire ve anlamsız bir şekilde ortaya çıkmamışlardır.
Muktezayı halin, yani bireysel ve toplumsal ihtiyaçların neticesinde, yine o
halin gerektirdiği evreler boyunca hayatın tedavülü ve tarihin devinimiyle
mütenasip bir seyir içinde gelişerek tedvin çağına gelmişlerdir. Bir ilim
olarak istiklale vakıf oldukları saatten geriye doğru gittiğimizde bu ilimlerin
aralarında köken birliğinin var olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz.
Nitekim nüzul döneminde, lügat anlamlarıyla
gündelik hayatta kullanılan fıkıh, hadis, tefsir vb. lafızların sistematik bilgilere
delalet eden terim anlamlarıyla kullanımlarının tedvin çağına tekabül ettiği
muhakkaktır. Örneğin ayetlerde kapalı kalan ifadelerin basit düzeyde izahına
yönelik girişimler manasında tefsir sözcüğünün ve gerekse Kur’an metninin
literal manasının yanı sıra hikmet ve esprisini de bilmeyi ifade edecek manada fıkıh
tabirinin erken dönemlerde kullanıldığını biliyoruz. Ancak bu yorumsama
çabalarına ilişkin bilgilerin konu ve metot bakımından henüz o dönemlerde
ayrışmadıkları, hatta birbirlerinin içine geçmiş vaziyette bulunduklarını
belirtmek gerekir. Örneğin tefsire veya fıkha müstenit ifadeler hala nakil
düzeyindeydiler ve hadis ilminin içinde telakki ediliyorlardı. Kelamdan söz
etmek içinse henüz çok erkendi. Yukarıda da değinildiği gibi bu ilimler tedvin
döneminde teşekkül etti ve kuşku yok ki bu ilimlere ilişkin usullerin teşekkülü
de eşzamanlı bir sürecin ürünüydü.
Yazıyla sabit bir metin olması hasebiyle
Kur’an’ın lâfzî, fizikî ve lügavî olarak gelecek nesillere nakledilmesi rivayet
kültürünü gerektirmeyebilirdi. Evet, hafızlar tarafından hıfzedilen ayetler,
indikleri anda yazıya geçiriliyordu. Hatta çoğunluğunu vahiy kâtiplerinin
oluşturduğu bir zümrenin özel Mushafları dahi vardı. Yine de tarih aksi yönde
tecelli etti. Yazılı nüshalara rağmen erken dönmede Kur’an, toplum
katmanlarında genellikle yazıyla değil de şifahi nakillerle yayıldı. Bu uygulama
basit bir prosedür değildi. Teknik açıdan Kur’an’ın tabi olduğu tevatür
formunda nakil, rivayet kültürünün varlık biçimlerinden sadece biriydi ve
daha sonraları bu yöntem ziyadesiyle hadiste istihdam edilecekti. Dahası hadis
ilmi rivayete ilişkin umdelerini temel metnin oluşumu esnasında O ümmi Nebi
(sav)’in talim ve terbiyesinde ilk nüvelerinin verildiği bu gibi tatbikat ve
talimatlarından alacaktı.[1]
Nihayetinde rivayetler geçmişin bilgisini
taşıyan bilgi öbekleri halinde düşünce evrenimizdeki hususi yerlerini aldılar.
Ancak bu yolla nakledilen bilgilerin hem şekil hem de esas itibarıyla, yine bu
yolun muktezasına cevap verebilecek yöntemlerle test edilmesi gerekiyordu. Bilginin
güvenilirliğini özneler düzeyinde temsil eden son derece sağlam ve titizlik
gerektiren bir tenkit ilkesi olarak “cerh ve ta’dil” gibi kavramlar entelektüel
hayatımıza ıstılah düzeyinde işte tam bu safhada girdi; ancak pratik olarak
zaten meri idiler. Örneğin erken dönemde, Kur’an’ın cem’i hadisesinde vahiy
metinlerinin yazılı halleri tek başına yeterli bulunmamış, o metni kimin
getirdiği, hangi kanallardan ve hangi süreçlerden geçerek aldığı, hatta dini ve
ahlaki, sosyal ve iktisadi muameleleri ne biçimde yürüttüğü gibi metinle
doğrudan alakası olmayan harici hallere dahi bakılmıştı.
Netice itibarıyla tarihte özgün vakası olan ve tarihsel gerçekliği ihmal etmesi mümkün olmayan bu
metin, nakil noktasında da gerçek zamanlı hikâyelerin sözel formlarına, yani
rivayetlere ve o formları taşıyacak gerçek öznelere, yani râvîlere ihtiyaç duymaktaydı.
Aksi halde sosyal mesnetten yoksun, boşlukta oluşmuş, bu yüzden de tecrübe
edilmemiş tarih dışı, hayalî bir metin olarak tarihin arşivinde kalırdı. Cerh
ve tadil ilkesi onun sağlam yöntemlerle ve güvenilir nakil araçları ile
çağlara intikalini temin ediyordu. Böylelikle İslami
bilginin nakline ve nesnelliğine ilişkin bir usül olarak aslında kendinin de
ait olduğu bilgi havzasının zemini sağlamlaştırıyordu.
Kur’an gerçek bir tarihin içinden geçerek gelmekteydi,
son derece hakikiydi ve vakıayla reel irtibatı vardı. Dolayısıyla, sırf
dilbilimsel yorum faaliyetleri ile maksatlarının tam olarak anlaşılması mümkün
değildi; teşekkül sürecine de vakıf olmak gerekiyordu. İşte tam da bu noktada
devreye kaynak metinlerin teşekkülü ile çağdaş başka özneler giriyordu ki sahabe
ismi ile anılan bu öznelerin içtihat ve yorumları gerek tefsir, gerek fıkıh,
gerekse kelam için ilk mesabesinde vahyin tatbikini tahkiye eden orijinal rivayetlerdi
ve bu rivayetlerden bir yorumsama tekniği/usül üretilebilirdi. Peki,
onların bilgisine güvenlikli bir şekilde nasıl ulaşılacaktı?
Buradaki boşluğu tarih/siyer ve hadis ilmi
doldurdu. Hadis mecmualarında ve bir kısım rivayet tefsirinde geçen pek çok rivayet,
temel metinlerin nüzul asrında Rasulullah tarafından, ardından Sahabe
tarafından nasıl işlendiğini göstermekteydi. Bu dönemde kaynak metinlerin ilk
yorumları oluştu. Kur’an ve Sünnete ek olarak sahabe rey ve içtihadı da
artık referans metin hüviyetini kazanıyordu. Takip eden nesillerce aynı şekilde
anlaşılmış olmalıdır ki ilk neslin rivayetleri bilhassa rivayet tefsirlerinde
hadislerle birlikte mütalaa edilmişti.
Tefsirin görevi ayetleri nüzulle eşzamanlı olarak ilk
muhatapların anladıkları gibi anlamaya çalışmaktı. Bunun için dilbilimin yanı sıra tarihin de bilgisine ihtiyaç vardı.
Söz konusu bilgi hadis külliyatında ve tarih kitaplarında mevcuttu. Üstelik
hadis ilgili malumatı ham halde bırakmamış, tenkite tabi tutarak
güvenilirliğini test etmişti. Hadis usûlü, rivayete dair umdeleriyle ve
tarihsel süreçlere tanıklığıyla nakle dayalı bilginin işlenme yöntem ve
kaidelerini belirliyor, Kur’an dâhil bütün kaynak metinleri tanımlıyordu. Fıkıh
ve Kelamsa “Sebebin hususiliğine rağmen, lafzın umumi olabileceği”[2]
prensibine dayanarak ilahi metni sebebinden bağımsız umumi bir metin olarak
telakki edebiliyordu. Bu bağlamda Kur’an’ı saf metin olarak, dil ve mantık
kurallarıyla, nass, zahir, mücmel, mübeyyen, âmm, hâss, mutlak,
mukayyet, hitabın mana ve konusu, lahne’l-hitab, hitabın delili, nesh ve
koşulları, çok anlamlılık, eş anlamlılık ve zıt anlamlılık gibi durumlar, Arap
dil enstrümanları (dilbilim, etimoloji, morfoloji, linguistik, semantik,
retorik ve semiyotik), kontekst/siyak-sibak, lafzın zihne mütebadiren doğan
anlamı; hakikatin mecaza, umumun hususa, mutlağın mukayyete, istiklalin idmara
takdimi, te’hire dair bir karine bulunmadıkça kelamın orijinal tertibini esas
almak gibi karinelere bağlı kalınarak okunuyordu. İşbu karineler her ne kadar
farklı ihtisas alanlarında farklı hiyerarşiyle takdim edilseler de genel espri
itibarıyla müşterek olarak istihdam ediliyordu.
Bundan ötürü farklı sahalarda kaleme alınmış usül
kitaplarında farklılıklara rağmen ortak bir terminolojiye ve vücûh ve’n-nezâir,
hakikat-mecaz, muhkem müteşâbih, kıraat, esbâb-ı nüzul, nasih-mensuh, kıssalar,
siyer, rivayetler ve bunun gibi müşterek temalı konu başlıklarına rastlanır. Bu
durum aynı temel kaynakların yorumsanmasına ilişkin usullerin konu bütünlüğü
dolayısıyla pek çok noktada kesişmek durumunda olmasındandır.
[1]
Basit bir örnekle hadislerin yazılmasının nüzul döneminde yasaklanması, “bana taammüden
yalan isnat eden cehennemdeki yerini hazırlasın.” şeklindeki ifade rivayet
kültürünün disiplinsiz hareket etmesine mani oluyordu.
[2] Hafız Celaluddin Abdurrahman es-SUYUTİ, el-İtkan fi
Ulumi’l-Kur’an, Daru ibn Kesir, Dımaşk 1996, c. II, s. 95-96
[2] Hafız Celaluddin Abdurrahman es-SUYUTİ, el-İtkan fi
Ulumi’l-Kur’an, Daru ibn Kesir, Dımaşk 1996, c. II, s. 95-96
Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nün mukayeseli değerlendirmesi
Kur’an’ı gereği gibi anlamak, başta Hz. Peygamber (sav)’in açıklamaları olmak üzere, kıraat vecihleri, Sahabenin izahları, Arap dili, nüzul sebepleri ve daha pek çok hususu bilmeye bağlıdır
Âlimler, Kur’an’ın doğru anlaşılması için vazgeçilmez olan bu ilimleri Sahabe döneminden başlayarak belli bir tedricî gelişim içinde sistemleştirmiş ve uzun yıllar, hatta yüzyıllar süren gayretler neticesinde İslâmî ilimler bu günkü sistematiğine ulaşmıştır.
Tefsir ilmi
Hz. Peygamber (sav), vahyin kendisine yüklediği tebliğ görevine paralel olarak vahyi “beyan” görevini de yerine getirmiştir. İşte bu “beyan” görevi, aynı zamanda Kur’an’ın ilk ve bağlayıcı tefsirinin Hz. Peygamber (sav) tarafından yapıldığı anlamına gelmektedir.
Müfessirler, gerek Hz. Peygamber (sav)’in açıklamaları, gerekse Kur’an’ın anlaşılması için zaruri olan diğer disiplinlerden istifade ederek Tefsir ilmini oluşturmuş ve bu sahada ölümsüz eserler bırakmışlardır. Tefsir ilminde yukarıda zikrettiğimiz hususlar yanında Sahabe görüşleri ile müsbet ilimler de devreye sokulmuş ve böylece “rivayet tefsiri” ve “dirayet tefsiri” şeklinde ikiye ayırdığımız tefsir metodu ortaya çıkmıştır.
Arap dilinin yapısından kaynaklanan bazı durumlarda bir kısım ayetlerin birkaç anlama gelebildiğini, ayetler ve sureler arasında belli bir uyum, insicam ve ahenk bulunduğunu, ayetler arasındaki nasih-mensuh ilişkisini, ayetlerin delalet şekilleri ve gramatik özellikleri gibi daha pek çok meseleyi Tefsir ilmi sayesinde kavrayabiliyoruz.
Hadis ilmi
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sav), Kur’an’ın yönlendirmeleri doğrultusunda hayatın her alanını kucaklayan evrensel bir önderlik ve örneklik ortaya koymuştur. İtikadî ilkelerden, birey ve toplum hayatına ve edep/ahlâka kadar İslâm dininin çerçevelediği bütün hususlar Sünnette en ideal şekliyle ortaya konmuştur. Müminler, bizzat Kur’an’ın direktifleri doğrultusunda Hz. Peygamber (sav)’e uymakla ve hayatı O’nun örnekliğinde yaşamakla mükellef olduğuna göre şunu söylemek zorundayız: Allah Tealâ’nın bizden istediği hayat tarzı, ancak Hz. Peygamber (sav)’in ortaya koyduğu pratiği izlemekle mümkündür.
Yukarıda da söylediğimiz gibi Kur’an’ın, Hz. Peygamber s.a.v.’e yüklediği “beyan” görevi sebebiyle O’nun açıklamaları olmadan Kur’an’ın Murad-ı İlahî’ye uygun olarak anlaşılması mümkün değildir.
Hz. Peygamber s.a.v.’in hangi konuda ne söylediği ve neyi nasıl yaptığı ancak Hadis rivayetlerinin belli bir ilmî disiplin çerçevesinde ele alınması ile öğrenilebilir. Dolayısıyla Kur’an’ın hakkıyla anlaşılması, Sünnet’in hakkıyla anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır.
Kelam/Akaid ilmi
Amellerimizin ve yaşantımızın makbul ve ebedi kurtuluşumuza sebep olabilmesi, hiç şüphesiz sahih/doğru bir inanca/itikada sahip olmamıza bağlıdır. Kısaca “Amentü” cümlesi ile formüle edilmiş olan itikad ilkeleri İslâm’ın temelidir ve itikad alanı en küçük bir yanlışı kaldırmayacak kadar hassastır.
Hicri II. yüzyılın ortalarından itibaren birçok itikadî fırkanın İslâm dünyasında boy göstermeye başlamasıyla birlikte Akaid/Kelam sahasında yüzyıllar süren ateşli tartışma ve cedel ortamlarının varlığını müşahede ediyoruz.
Ehl-i Sünnet Kelam alimlerinin ortaya koyduğu ölmez eserler sayesinde, sözünü ettiğimiz (Haricîlik, Şia, Mu’tezile, Cebriye… gibi) bid’at fırkaların görüşleri tesirsiz hale getirilmiş ve etkileri kırılmış, böylece Ümmet’in günümüze kadar sırat-ı müstakim üzere yürümesi sağlanmıştır.
Fıkıh ilmi
Kur’an ve Sünnet’in bizden istediği hayat tarzının yaşanması, öncelikle bu iki kaynağın doğru biçimde anlaşılmasına bağlıdır. Bu “doğru anlama” faaliyeti ise sistemli ve bilinçli bir gayreti gerekli kılar. Ulema bunun için, “anlama metodu” demek olan Usul-i Fıkıh ilmini ortaya koymuş, bu ilmin kriterlerini ve ilkelerini belirlemiştir.
Burada iki yönlü bir faaliyetin varlığı dikkat çekmektedir: Birincisi, Kur’an ve Sünnet nasslarının yapısı, hitap şekilleri, doğrudan ve dolaylı anlatım tarzları ile hükümlere delalet biçimleri üzerindeki çalışmalardır. İkincisi ise hakkında belli ve özel bir nass (ayet, hadis) bulunmayan hususlarda nasıl hareket edileceğini belirleyen ilkelerin tayinidir.
Daha sonra bireysel ve toplumsal alanlara tekabül eden nasslardan Usul-i Fıkıh ilmi doğrultusunda hüküm çıkarma faaliyeti gelir ki, “Fıkıh ilmi”nin iştigal sahasını bu nokta oluşturmaktadır.
Kur’an’ın ihtiva ettiği “ahkâm ayetleri”nin nasıl anlaşılması gerektiği, mesela “şunu yapın” tarzındaki emirlerin kesin vücubiyet mi, yoksa teşvik mi ifade ettiği; keza “şunu yapmayın” tarzındaki yasakların haramlık mı, yoksa daha hafif bir sakındırma mı ifade ettiği ancak Usul bilgisi ve Fıkıh melekesi ile bilinebilir.
İlgi çekici bir örnek zikredelim: “Kur’an’da yer alan bütün emirler farziyet ifade eder” dense; Bu tesbit doğru kabul edildiğinde, “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için” (Bakara, 187) ayetinde yer alan emir ifadesi gereğince, sahur yemeği yemenin farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa sahur yemeğinin farz olmadığı herkesin malumudur.
Sonuç
Şurası bilinmelidir ki, İslâm alimlerinin bütün bu ilim dallarında ortaya koyduğu birikim, tesadüfen oluşmuş ya da tarihin belli bir döneminden sonra kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Bu ilim dallarının her biri, temel metot ve hareket tarzlarını Hz. Peygamber (sav)’in, ashabına yönelik yönlendirme ve uygulamaları oluşturmuştur. Bu itibarla söz konusu ilim dallarının her birinde gördüğümüz hoca-talebe ilişkisi, kesintisiz biçimde Sahabe’ye ve onlar vasıtasıyla Hz. Peygamber (sav)’e kadar uzanır.
Dolayısıyla bu ilim dallarının her biri, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eden alternatifsiz vasıtalardır. Onlar olmadan Kur’an’ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması da yaşanması da mümkün değildir. “İslâm akıl dini değil, nakil dinidir” şeklindeki söz de ancak bu şekilde doğru bir zemine oturabilir.
Bu ilim dallarında faaliyet göstermiş olan ulema sadece Allah Tealâ’nın rızasını gözeterek hareket etmiş ve O’nun muradını keşfetmenin peşinde olmuştur.
Hadis, peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerinden oluşur. Hadislerin oluşum süreçlerini tamamlayıp amel edilebilir (örneklik teşkil eder) hale gelmesine ise sünnet denir. Sünnet, kaynak olma itibariyle İslam’da ikinci temel kaynak konumundadır. Hadis ilmi, sünnete dönüşme sürecinde, hadisin sübutunu ve güvenirliliğini konu edinir. Hadis ilimleri ile sübutu ve güvenirliliği teyit edilen sünnet, tefsir ve fıkıh ilimleri için, Kur’an’ı yorumlamada ve ondan hüküm çıkarmada temel teşkil eder. Bu açıdan Hadis ilmi, Tefsir ve Fıkıh ilmine kaynaklık eder.
Kur’an’ın açıklanması için geliştirilen disipline Tefsir denir. Tefsir, klasik dönemde, bütün bir dini ilimler silsilesinin bir parçası idi ve bu bütün içinde işliyordu. Tefsir ilmi genel olarak, Kur’an ayetlerinin indirildiği andaki kastedilen anlamını, indiği zaman dilimindeki koşulları, dilin o dönemdeki kullanım ve gramer farklılıklarını ve nüzul sebeplerini göz önünde bulundurarak vermeyi amaçlar. Böylece tefsirde izlenen bu yöntem, Kur’an’ın anlamlarının öznel eğilimlerce farklı anlamlara çekilmesinin önüne geçmiş olur. Bu açıdan tefsir, ayetlere açıklama getirirken hadis, tarih ve dil bilimlerinden yararlanır. Tefsir ilmi Hadis ilminden, peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve nüzul ortamını bilmek açısından, tarih ve dil ilimlerinden de benzer amaçlarla yararlanır.
Tefsir Kur’an’dan elde edilen değerlerin değişik zamanlara taşınması için tek başına yeterli değildir ve Tefsirin Kur’an’ın anlamını anılan yöntemlerle ortaya koymasıyla Kur’an’ın yorumlanması bitmemektedir. Bu açıdan tefsir, aynı kaynaktan beslenen fıkıh disiplininin, elde edilen tefsiri bilgiyi doğru bir şekilde kullanmasına zemin hazırlar. Fıkıh kitap, sünnet ve diğer (icma ve kıyas) kaynakları kullanarak elde ettiği bilgiyle Müslümanların hayatlarında izleyecekleri ameli hükümleri ortaya koyar. Böylece tefsirin ortaya çıkardığı anlamları yorumlamak ve ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh ilmi tarafından gerçekleştirilir. Çünkü tefsirin ürettiği bilginin bir yaptırım özelliği bulunmamaktadır. Fıkıh ilmi, Kur’an’ı anlama sürecini adeta tefsirin bıraktığı yerden devam ettirerek hüküm üretir.
Sonuç olarak Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin gelişimi ile ilgili yaptığımız bu değerlendirmelerden İslam ilimlerinin birlikte bir bütünlük ortaya koyduklarını görmekteyiz. Kur’an, İslam ilimlerinin en başta gelen kaynağıdır. Kur’an’ın doğru anlamlarına ulaşmak için tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise ve onların konuştuğu Arapçaya başvurmak zorundadır. Böylece Tefsir, Hadislerle birlikte İslam’ın en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh ise bu açıklamalarla, Kur’an’ı diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak ele almakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir.
Günümüzde siyasî/ideolojik saiklerle ya da şöhret ve etiket hırsıyla hareket eden birtakım zevatın, Kur’an’ın, bu ilim dalları ve onlara vücut veren ulema olmaksızın da anlaşılıp yaşanabileceği (hatta ancak onları aradan çıkararak doğru biçimde yaşanabileceği) iddiası, bu ilim dallarının mahiyet ve karakteri hakkında bir nebze malumat sahibi olan hiç kimse tarafından ciddiye alınmamaktadır. Ortaya çıkış biçimleri, mahiyetleri ve orijinaliteleri hakkında pek çok şey söylemek mümkün olmakla birlikte bu ilim dalları hakkında oluşturulmaya çalışılan şüphelere karşılık burada bir tek şey söylemeyi tercih edeceğiz:
Acaba Kur’an’ın ilahî koruma altında olması demek, sadece metninin tahriften korunması demek midir? Kur’an ayetlerinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ortada yüzlerce-binlerce farklı yorumun bulunması halinde elimizde, herkesin onu dilediği biçimde anlayıp yorumladığı, metni korunmuş, ama bize ne dediği belli olmayan bir kitap bulunmuş olur.
Elbette Kur’an’ın korunması demek, sadece metninin korunması demek değildir. Aynı zamanda onun murad-ı ilahîye uygun olarak nasıl anlaşılabileceği ve nasıl yaşanabileceği de değişmez ilkelere bağlanmıştır. İşte İslâmî ilimlerin vücut bulduğu nokta burasıdır.
Abdullah BEKİROĞLU
Doktora / No:12922754
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE
TEFSİR,
HADİS VE FIKIH TARİHİ
Tefsirin Tanımı:
Kur’ân metninin anlaşılır hale getirilmesi
faaliyetine tefsir denir[1].
Tefsir kelimesi Arapçada, izhar etmek, keşfetmek, kapalı bir şeyi açmak
anlamına gelen “fesr” veya benzer bir anlam sahip “sfr” kelimesinden
türetilmiştir[2].
Tefsir تفسير el-Fesr' masdarından tef'il babında
yorumlamak, açıklamak manalarına gelen bir kelimedir[3].
TEFSİR İLMİNİN DOĞUŞU
VE GELİŞİMİ:
Tefsir ilminin başlangıcına bakacak olursak, ilk tefsir hareketi Kuran’ın kendi kendini tefsir etmesiyle başlamıştır. Zira Kuran’da bir yerde mücmel olarak zikredilen bir mana, başka bir yerde geniş bir şekilde zikredilmiştir. Bir yerde "Müphem" olarak gözüken bir ayet başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuştur. Kuran’ın Kur'ân’la tefsirinin pek çok misalinden biri İhlas süresindeki “es-samed” lafzının, hemen akabinde gelen (lem yelid ve lem yüled....) ayetlerle tefsir edilmesidir[4].
Tefsirciler tarafından Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz Peygamber (s.a.v.) olarak kabul edilmiştir. O, Kur’ân’ı yine Kur’ân ile tefsir etmiştir. Bu olayı bizzat kendisi şu ifade ile tespit etmiştir. “Bana kitapla beraber benzeri (olan Sünnet) de verildi”[5]. Ve yine Hz. Peygamber ve Sahabe, Kur’ân-ı Kerim’i hem sözleriyle hem de eylemleriyle tefsir etmişlerdi. Yani Kur’ân’ı yaşanan/reel hayata uyarlamışlardı, onun ahkamını elle tutulur, gözle görülür bir hale getirmişlerdi[6].
Kur'an-ı Kerîmde, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kuran’ı tebliğ ve açıklamakla görevlendirilmiştir. "Ey Resul sana indirileni tebliğ et"[7]. Diğer bir ayette "Biz sana Zikri (Kur’ân’ı) insanlara beyan edesin, açıklayasın diye indirdik" buyrulmuştur[8].
Bu emirlerden yola çıkarak, Kuran’ı tefsir etmede en büyük yetki ve yeterliliğin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Kuran’ın tefsirinde, Sünnet, bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Sünnet'e o kadar önem verilmiştir ki, Yahya b. Ebî Kesir; "Sünnet, Kuran’a kadî (hükmeden) dir. Kitap ise Sünnet'e kadî değildir," şeklinde konunun önemim anlatan ilginç bir söz sarf etmiştir. Bu söz, Ahmed b. Hanbel'e söylendiğinde "Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat Sünnet, Kitabı tefsir ve tebyin eder, derim" demiştir[9].
Sahabelerden
başta dört halife olmak üzere İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b gibi
ilimde şöhret bulmuş[10] kişiler,
Hz.Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa ilmi melekelerinin verdiği
içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur'ân'ın tümü tefsir
edilmemiş ve tefsir ilmi, hadis ilmi içinde bir bölüm olarak yerini almıştır. Meşhur müfessir sahabelere örnek olarak şu
isimleri zikredebiliriz: İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b Abdullah
İbnZübeyr,Ali b.Ebi Talib,Zeyd b.Sabit,Ebu Musa el-Eş’ari,Ebu Hureyre…
Tabiin de, tefsirde sahabenin metoduna yakın bir metot takip etmiş, onlar da Kuran’ı Kuran’la, sahabe vasıtasıyla Peygamberden kendilerine ulaşan rivayetlerle, bazen de Ehl-i Kitab'ın semavî kitaplarında geçen fakat Kuran’la çelişmeyen bilgilerle veya bizzat kendi içtihatlarıyla tefsir yapmışlardır. Tabiin döneminde tefsir kitaplarının yazılmaya başladığı rivayet edilmektedir. Bir rivayete göre, Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan, Tabiinden olan Saîd b.Cübeyr 'den (ö.95/ 713) bir Kur'an tefsiri yazmasını istemiş, o da, bunu yazıp, halifeye göndermiştir[11].
Kuran’ın tamamına ait tefsir çalışmaları ise Hicri II. asrın sonlarında başlamış Taberî ile tekamüle ulaşmıştır[12]. Bu manada ilk defa kur’anı baştan sona kadar tam tefsir eden kimsenin Mukatil b.Süleyman dır.[13].
TEFSİR İLMİNİN DİĞER TEMEL İSLAMÎ İLİMLERLE
İLİŞKİSİ:
Tefsir ilmi, Kur’an-ı Kerimi açıklayan
bir ilim olarak diğer dini ilimlere kaynaklık eder. Bu açıdan diğer dînî
ilimlerin anlaşılmasında tefsir ilminin önemli bir yeri vardır. Aynı zamanda
tefsir ilmi de ayetlerin daha iyi anlaşılması konusunda özellikle hadis
ilminden, dil ilimlerinden ve tarih ilminden yararlanır. Fakat biz burada
konumuz itibariyle yalnızca Hadis ve Fıkıh İlmiyle İlgisi açısından kısaca
inceleyeceğiz.
a. Hadis
İlmiyle İlişkisi:
Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden öneme
sahiptir:
1. Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilahî emirlerin pek
çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an-ı Kerim’de, namazın,
vakitli olarak farz kılındığı[14] bildirilmiş,
ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekatlarının
sayılarını Peygamber Efendimiz (s.a.v.) açıklamış ve uygulamasını da yaparak
Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da:
"صَلوُّا كَمَا رَأ َيْتُمُونِِي أ ُصَليِّ"
“Ben namazı
nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın”[15]
buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına:
“Hac ile ilgili
ibadetlerinizi benden öğrenin.[16]”
buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek
cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel
çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere
bırakılmıştır. Demek ki hadis, Kur’an-ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel
olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır.
2. Hadisler, aynı zamanda Kur’ân’ın mutlak olan bazı
hükümlerini kayıt (şart) altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden
ayetlerini de hususîleştirir. Örneğin; Kur’an, kendileriyle evlenilmesi haram
olan kadınları açıkladıktan sonra:
"....وَأُحِلَّ
لَكُم مَا وَرَاء ذَلِكُمْ....."
“… Bunlardan başkası size helal kılındı”[17] buyurmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.) de: “ Bir kadın; halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızı
ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz.”[18] hadisi
ile Kur’ân’ın hükmünü tahsis etmiştir.
Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan,
hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an-ı Kerim’i insanlara tebliğ edip
öğretmekle görevli olan Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) bu görevinin gereği
olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki
ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin
hadisleri Kur’ân’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.
b. Fıkıhla İlmiyle İlişkisi: Ana kaynağı
Kur’ân olan fıkıh, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir
ilmi, Kur’ân’ın tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli
usul ve kurallar dâhilinde inceler; ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar.
Bu şekilde, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir
biçimde açıklar. Bu inceleme ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler
üzerinde yapılan yorumlar fıkhî hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir.
Fıkıh ilmi Kuran’ın hukuk ve ibadet ile ilgili ayetlerini yorumlar.
H A D İ S
Hadis ( الحديث )
veya Hadis-i Şerif; Hz.Peygamber’in değişik olaylar ve sorunlar
karşısında veya Kur'an'ın ayetlerini açıklamak için söylediği sözler bütünüdür[19]. Bir başka ifadeyle Hz.
Peygamber’in sözlerine ıtlak olunmuş ve O’nunla ilgili bütün haberlere hadis
denilmiştir[20].
Diğer bir ifadeyle, Hz.Peygamberin söz, fiil ve takrirlerini bildiren
haberlerin tamamı demektir[21].
Hadis ile sünnet kimi bilginler tarafından farklı
olarak mütaala edilmesine rağmen çoğu zaman her ikisinin de Hz. peygamberin
söz, fiil, ve takrirleri için eş anlamda kullanılması yaygınlaşmıştır.[22]
Sünnetin Kur'ân’dan sonra ilk başvurulacak merci
olması ve Kur'ân'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis
ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri
bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya
gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını
araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.
İslâmî
ilimlerin en eskisi Hadis İlmidir.[23] Hadis
İlimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayeti’l-hadis gelir. Bu ilim dalında,
hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde ulaşıp
ulaşmadığı araştırılır.
HADİSİN İKİ TEMEL ÖĞESİ:
İSNAD VE METİN
1-İsnad / Sened:
İsnad kelimesi Arapça s-n-d kökünden türemiş mastardır.
Bir şeyi bir yere dayamak demektir.Hadis ilminde isnad dendiğinde hadislerin
başındaki ravi silsilesini gösteren isimlerden oluşan ravi zinciri
anlaşılır.Buna sened denir.
Hadis
ilminde başında senedi yani isnad zinciri zikredilmeyen hadislere muallâk hadis denir. Hadislerin başındaki
senedler bu işlemleri yanında hadisin geçirdiği tarihsel sürecide
yansıtırlar.Hadis tarihinde Mutekaddimun dönemi denilen hicri ilk 4 asırda ki
kitaplarda hadisler hep ravi zincirleriyle birlikte verilmiştir
2-Metin:
Hadiste nakledilen içerik anlamına gelir. İsnad
zincirinin peşinden gelen Hz. Peygamber’in sözlerini ve davranışlarını ifade
eden kısma metin denir. Çoğulu mütun şeklindedir.
Hadis ilminde bir hadisin farklı isnad zincirleriyle gelen her bir kanalına tarik ve vech denir.
HADİSLERİN TOPLANMASI ve HADİS
KİTAPLARI
Hicri ilk
asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet ediliyordu.
Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların kendi
lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride kalması
gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiinin ve onlardan sonraki
muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz davranmalarına yol
açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce, haftalarca süren
yolculuklara çıktılar.
Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması
Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı
yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer
bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir.
Hadislerin Tedvini ve Tasnifi.
Hadislerin tedvî-nini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehid
edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gâliyye gibi siyasî fırkaların, H. I.
yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye
ve Müşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir. Muhafazakâr
çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen
hadisleri inkâr etmeleri, rüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları,
hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem
almaya sevk etmiştir. Özellikle Şia’nın kendi grupları, daha sonra Abbasî
hilâfeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca
bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslâm
aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı
kimselerin İyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi,
tedvîne taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir.
Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz râvilere karşı daha
temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya,
bid'atçıiarın rivayetlerinden kaçınmaya sev-ketmiş ve H.I. yüzyılın ilk
yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın
başlamasından İtibaren Ehl-i sünnefe mensup râvilerin rivayetleri kabul görmüş,
ehl-i bid'atın rivayetleri alınmamıştır. Bunun sonucu olarak hadisi bir
ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından râviler titizlikle takip
edilmiş, yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup
bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı
araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dîl ilmi doğmuş, bunun
sonucunda râvilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana
gelmiştir.[24]
684-705 yılları arasında Emevîler'in
Mısır valisi olan Abdülazîz b. Mervân'ın bir mektubu, erken devirlerden
İtibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amacıyla devlet adamlarının
bile gayri resmî olarak hadis tedvîniyle ilgilendiklerini göstermektedir.
Abdülazîz b. Mer-vân, Bedir Gazvesi'ne katılan yetmiş sahâbî ile görüştüğü
söylenen muhaddis Kesîr b. Mürre el-Hadramî'ye yazdığı bu mektupta, Ebû
Hüreyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer
sahâbîlerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir. Bu
mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülazîz, ileri gelen
âlimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem
samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar
bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvîn
işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına,
tanınmış âlimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebû Bekir b. Hazm'e
gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe
duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamberin hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp
yazılmasını istediğini ifade etmiştir. Ashabın fetvalarını sünnet olduğu
düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba
sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî, ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye
göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b.
Abdülazîz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir.
Sahabe tarafından kaleme alınan sahîfeler bir yana, bir tesbite göre H.I.
yüzyılın ikinci yarısı ile II. yüzyılın İlk yarısında 400 kadar muhaddis
tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir[25].
FIKIH TARİHİ
Fıkıh (fıkh)
kelimesi, bir şeyi derinlemesine bilmek, inceliklerine nüfuz etmek ve tam
olarak kavramak anlamlarına gelmektedir. Bu özelliğe sahip kimseye “fakîh”
denir[26].
İslâm fıkhı,
tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın
zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde
7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:
1) Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu) (H.
Ö. 13-H. S. 10)Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş tur. Bu devrede
fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen
sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.Peygamber Efendimize
(s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat
Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an
ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür[27].
Kur’an-ı
Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği
yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar
bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet
edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur[28]”, “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal
kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı[29]” ayetleri
bu özelliktedir.
Hadisler
incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği
görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda
Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve
ölüsü de helaldir[30]” diye cevap
vermiştir.
Allah Rasulü
(s.a.v.) bir taraftan ashabın fıkhi sorularını cevaplandırırken diğer taraftan
da Mescid-i Nebevi’ye bitişik halde inşa ettiği ve İslam’ın ilk üniversitesi
kabul edilen Suffe’de onların bir bölümünü fıkhi meseleleri cevaplandırabilecek
derecede yetiştirdi, yüksek fıkhi melekeye sahip olanları fetva verebilecek
seviyeye getirdi[31].
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler
gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz.
Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir[32].
Fıkhın bu
dönemde üç temel özelliği vardır: Kolaylık, tedrîc, ve nesih.; kolaylığın ve tedriciliğin
olmasıdır. “Allah size kolaylık diler,
güçlük istemez[33]” ayeti
kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı
hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği
göstermektedir. [34].
2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)
Bu devreye
Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40
senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları
genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş, bunun neticesi olarak
daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Bu devirde
de fıkhın kaynağı Kitap ve Sünnettir. Ashabın içtihatları ve icma’ da delil
olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kitap toplanmış, istinsah edilmiş, Sünnet
tedvin olunmaya başlamıştır[35].
Ashab
içeresinde bir çok şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin
çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki
kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile
kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin
ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme
ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Bu devirde,
farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi
etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh
ekolleri ortaya çıkmıştır.35 Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana
gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.
Kur’an, Hz.
Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak
büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı
yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de
önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz.
Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve
ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu
sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını
anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe
döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli
vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan
sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin
sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından
birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki
dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem
taşımamaktadır.
Sahabe
döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler
kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği
kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona
göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu
faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
Bu dönemde
de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu
dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak
uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Hz. Ömer’in fethedilen arazileri
askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan
üç boşamayı bir boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık
yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)
Emeviler
dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh
(s.a.v.)’in zamanından itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş,
bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci
yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin
öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan
bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer
vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha
titiz olmasıdır.
Hulefa-i
Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu
siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi
konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle
karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere
yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde
hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan
Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a
girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi
çıkmıştır.
Fıkıh bu
devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için
ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü
konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4)
Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi
(Tebeü’t-Tâbiîn
- Müctehid İmamlar Devri) (H. 100-350)
Bu dönem
fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin
hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu
görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur[36].
Ebû Hanîfe,
rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise,
kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.
Bu devrede
özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli
fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz[37].
5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama
Dönemi (H. S. 350-656)
Bu dönem,
siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu
devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir.
6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme
Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
Bu devre,
sadece taklîdin olduğu bir devredir.
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Bu devrede,
ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye
başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve
Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri
çokça okunur olmuştur.
Bütün
müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak
bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura
içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.
Zeki KILIÇ
12922716
KAYNAKLAR
el -A'zamî, M. Mustafa, Çev:
Yavuz, Hulusi, İlk Devir Hadis Edebiyatı, İstanbul, 1993.
ALBAYRAK,
Halis, Tefsir Usulü, İstanbul, 2011.
Atar,
Fahrettin, “İfta Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, iSTANBUL MÜİFD, 1985, 3.
Buhari,
CANAN, İbrahim, Kütüb-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 2012
CERRAHOĞLU, İsmail,
Tefsir Tarihi, Ankara, 1988
DEMİRCİ, Muhsin,Tefsir
Tarihi, İstanbul, 2012
CERRAHOĞLU, İsmail, Kur'an Tarihi, , Ankara 1988, D.İ.B.Y.
Darimi, Sünen, I
Ebî Abdillah
Muhammed b.Ahmed el-Ensarî el-Kurtubî, el-Cami"li Ahkami'l Kur' an. I/ 39,
2.B, 1945 Mısır, Daru’l Kütübü'l Mısriyye.
Ebu Zehra, Muhammed, Çev.
Abdülkadir Şener, Ankara,1990.
Kandemir,
Yaşar, TDV İslâm Ansiklopedisi, Hadis,
İstanbul, 15.
Karaman, Hayrettin,
İslam Hukuku Tarihi, İstanbul, 2012
Karaman, Hayrettin,
Anahatlarıyla İslâm Hukuku, İstanbul,
2010, I.
Karaman, Hayrettin,
İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul, 2010.
Karaman, Hayrettin, TDV
İslâm ansiklopedisi, Fıkıh md, 13.
Keskioğlu, Osman, Fıkıh
Tarihi ve İslam Hukuku, Ankara, 1988.
KOÇYİĞİT, Talat, Hadis
Tarihi, Ankara, 2010.
KOÇYİĞİT, Talat, Hadis
Usulü, Ankara, 2010
Müsned, Ahmed b. Hanbel
ONAT, H., AYDINLI, O.,
SÖYLEMEZ,M., (2004), Temel Dînî Bilgiler Ders Kitabı. III.Baskı, İstanbul:
Millî Eğitim Basımevi
es-Salih, Subhi, Çev.
M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İstanbul, 1971.
SERİNSU,
Ahmet Nedim, Kur’ân Medir?, İstanbul, 2012.
ŞENER,
Abdükadir, İslâm Hukuku Dersleri, İzmir, 1992.
YÜCEL,
Ahmet, Hadis Tarihi, İstanbul, 2011
YÜCEL,
Ahmet, Başlangıştan Günümüze, Hadis Usulü, İstanbul, 2009
Zehebî,
et-Tesîr ve'l-Müfessirün, I
Zeydan,
Abdülkerim, el- Medhal, Bağdat, 1967.
[1]
Demirci, Muhsin,Tefsir Tarihi,İstanbul, 2012, s.23
[2]
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi,
Ankara, 1988, I/17
[3]
İbn Manzur, Lisânu’l-arab,
Beyrut1374/1955
[4] Cerrahoğlu, İsmail, Kur'an Tarihi, , Ankara 1988, D.İ.B.Y.
s. 43
[5]
Musned:4/130-133
[6]
Serinsu,Ahmet
Nedim, Kur’ân Nedir?, İstanbul,2012, s.13
[7] Maide, 5/67.
[8] Nahl, 16/44.
[9] Ebî Abdillah Muhammed b.Ahmed el-Ensarî el-Kurtubî,
el-Cami"li Ahkami'l Kur' an. I/ 39, 2.B, 1945 Mısır, Daru’l Kütübü'l
Mısriyye.
[10] Albayrak, Halis,(1998). Tefsir Usulü,Ankara:
Şule Yay., s. 91-93
[11] Cerrahoğlu, Tefsir
Tarihi, I/ 146.
[12] Zehebî, et-Tesîr ve'l-Müfessirün, I/ 141.
[13] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/ 279-286
[14] Nisa 4/103
[15] Buhari, Ezan, 10/18
[16] Müsned, Ahmed b. Hanbel,
III, 318, 366.
[17] Nisa 4/24
[18] Buharî, Kitabü'n-Nikah, 27; Müslim, Kitabü'n-Nikah,
37, 39
[19] Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, Ankara, 2010,
s.9-10
[20] Koçyiğit, Talat, Hadis Usulü, Ankara, 2010,
[21]
Kandemir, Yaşar, Hadis, TDV İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul, 15, s.27
[22] Kandemir, a.g.e., 15, s.28
[23] Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, İstanbul, 2012, I/5
[24] Kandemir, a.g.e., 15, s.31-32
[25] el-A'zamî, M. Mustafa, Çev: Yavuz, Hulusi, İlk Devir Hadis Edebiyatı, İstanbul, 1993
[26] TDV İslam Ansiklopedisi, 13,
s.1; Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, Ankara, 1988, s.12; ŞENER,
Abdükadir, İslâm Hukuku Dersleri, İzmir, 1992, s.24, Ebu Zehra, Muhammed, Çev.
Abdülkadir Şener, Ankara,1990, s.19-20.
[27] Gündüzalp, Yakup, İstanbul,
2000,
[28] Bakara, 217
[29] Maide, 4
[30] Darimi, Sünen, I, 86
[31] Koçyiğit, Talat, Hadis
Tarihi, Ankara 2010, s.18.
[32] Atar, Fahrettin, “İfta
Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, MÜİFD, yıl 1985, sayı 3, İstanbul, 24.
[33] Bakara, 185
[34] Karaman, Hayrettin, TDV
İslâm ansiklopedisi, Fıkıh md, 13,s 4
[35] Keskioğlu, a.g.e. s.13
[36] Karaman, Hayrettin, TDV
İslâm ansiklopedisi, Fıkıh md, 13/6
[37] Karaman, Hayrettin, İslam Hukuku Tarihi, İstanbul, 2012, 162-165; Keskioğlu, a.g.e. s.13
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİNİ KOMBİNE OKUMA SONUÇLARI
Tuba
YAZICI-Doktora-12922705
Bilgi,
bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki, suje-obje ilişkisi kurarak
varolanlardan haberdar olma, insan ile evren arasındaki ilişkilerin açıklanması
gayreti olarak tanımlanabilir.
İslâmî terminolojide genel olarak el-ilm ve el-ma'rife terimleriyle
ifade edilir.
Bilenin, yöneldiği konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla kuşatıp
anlamasına ihata, onu tam olarak kavramasına vukuf, aynı konuda
derinleşip uzmanlaşmasına da rüsuh denilir.
İnsanın doğru, güvenilir, savunulabilir bilgiye ihtiyacı vardır.
İnsanın dışındaki her şey, insana, aklına, algılarına, yeteneklerine,
tecrübesine, bilgi birikimine, donanımına ve niyetine göre açılmaktadır.
Dinsel bilgiyi, vahyi bilgi ve beşeri bilgi olarak ikiye ayırmak
mümkündür.
İslam dini hakkındaki tek vahye dayalı kaynak Kur'ân dır. Hadis ve
sünneti de beşeri bilgi içinde mütalaa edebiliriz. İslam düşünce tarihinde
bilim ve ilim aynı anlamda kullanılmıştır.
Müslümanların ondört asırlık birikimleri, kelam, İslam tarihi,
İslam mezhepler tarihi, tefsir, hadis, fıkıh gibi disiplinler bilimsel
yöntemlerle araştırılıp, eleştirilerek sağlıklı bir din anlayışına
ulaşabilmenin yolları aranır.
İslam bilimlerinde bilgi üretmek için pek çok yöntem
geliştirilmiştir.
Metin odaklı yöntemi kullanan bilimler, tefsir ilmi ve hadis
şerhidir. Metnin ortaya çıktığı anda ifade ettiği anlamı hedeflerler.
Zerkeşi Kadı Şemsüddin’den aktardığı tefsir tanımında, konuşanın
muradını bilmenin ancak ondan sözü işitmekle mümkün olacağını, Kur'ân
bağlamında bunun Resulullahı işitmekle mümkün olabileceğini belirtmektedir.
Tefsir, ayetlerin indikleri andaki maksud anlamlarını ortaya
çıkarabilmek için nüzul ortamını anlatan bütün bilgilere ihtiyaç duyar. İlk
başvuracağı kaynak bize bu bilgileri aktaran nakillerdir.
İslam geleneğinde hz. peygamberin Kur'ân ile ilgili açıklamaları,
ilk nesiller tarafından Kur'ânın yazılması dışında ayrıca kaydedilmiş,
ayetlerden ayrı olarak rivayetler halinde aktarılmışlardır. Kuranı anlamak ve
yorumlamak amacıyla bu bilgileri tesbit etmek ve güvenilirliklerini
değerlendirerek onları sınıflandırmak için hadis bilimi geliştirilmiştir
Tefsirin dil ve tarih ağırlıklı yöntemi Kur'ân metninin kişisel
eğilimler tarafından keyfi yorumlanmasına engel olmuştur. İzlediği bu yöntem
sebebiyle hüküm bildiren/ normatif/ kural koyucu bir bilim değildir. Tefsir
betimleyici/ deskriptif/ tanımlayıcı bir bilimdir. Onun işlevi sadece Kur'ân’a
açıklama getirmekle sınırlıdır. Tefsirin ürettiği bilgiler onlarla amel etmek
için değildir. Hüküm bildiren değer kazanması için onun konusuna göre fıkıh
veya kelam bilimlerinin süzgecinden de geçmesi lazımdır.
Tefsirin malzemesi, vahiylerin tarihsel bağlamlarını aktaran
rivayetler ve dilbilimsel bilgilerdir
Özne odaklı yöntemi kullanan bilimler ise kelam ve fıkıh
bilimleridir. Metnin tarihsel anlamını dikkate almakla birlikte, yazılı metnin
bugün okuyan kişi için ne ifade ettiği üzerinde dururlar.
Özne odaklı bilgi üretme yöntemlerinden biri olan te’vil, ilk
dönemlerde tefsir terimine denk olarak kullanılmıştır. Nesefi’nin ve
Beyzavi’nin tefsirinde olduğu gibi. Bunun yanı sıra ikisi arasında fark
görenler de çoğunluktadır. Bu fark şu şekilde anlatılır: Rüya görenin rüyasını
anlatması tefsir, rüyanın ne anlama geldiğine dair yapılan yorum da tevildir.
Şii ve sufi grupların tevili aşırı yorumlarında kullanmalarından sonra tevil ve
tefsirin yolları ayrılmaya başlamıştır
Tevil, metni yorumlarken aklı (rey, dirayet) kullanmak, tefsir ise
metnin lafzi karşılıklarını vermektir. Maturidiye göre tevil, tefsir gibi
mutlak, aşırı lafızcı değil, ucu açık şekilde Kur'ân’ı yorumlamadır. Bu
kabilden Hanefi-Maturidi ile Malikiler yoruma ağırlık vererek istihsan,
ıstıslah, mesalih-i mürsele gibi yöntemleri kullanırlar.
Tevil, bir şeyin ilk haline ulaşmak, metnin ve eşyanın görünen
yüzünün ötesine geçmektir. Teville insan bilmediğini öğrenme yoluna düşer, eşyayı
yeniden yorumlamaya çalışır. Bu durumda yorum farklılığı ortaya çıksa da, bu
çatışma değil, yorum ve düşünce zenginliğidir.
Kaynağı bilgi, kültür ve tecrübe olan tevil, insanı edilgenlikten
etken ve açık tepki veren, yorumlayan bir varlık haline dönüştürür.
Bilgi üretmek, yeni bir hükme ulaşmak için hem metin, hem akıl hem
de değişen tarihsel şartlar dikkate alınmalıdır.
Özne odaklı yöntemi kullanan İslam alimleri, bazı temel terimler
geliştirerek tevili meşru zemine oturtmak istemişlerdir. İctihad, istinbat,
kıyas, istihsan (gizli kıyas), istislah, istishab (bir şeyi olduğu hal üzere
bırakmak) terimleri bu çerçevede ele alınmış, kullanılmıştır.
İstihsan yöntemi,
bilgi üretme sürecinde öznenin etkinliği için tek başına bile yeterli bir
örnektir. Bilgi üretmede benzer bir esneklik, ıstıslah ile sağlanır.
Istıslah, nasların
kapsamına girmeyen bir meselenin hükmünü belirleme çabasıdır. Peygamberimiz
hayatta iken sahabenin karşılaştıkları olayları ona götürmesi, bu olayların
vahyin nüzul sebebi olarak gösterilmesi ve ayetlerde anlatılması ıstıslahın
pratikte erken dönemlerden itibaren uygulandığını gösterir. İslam düşüncesinin
gelişim sürecinde ortaya çıkan aslah, hüsün kubuh, Allahın fiillerinin
sebeplere dayalı olup olmadığı tartışmaları da ıstıslah kavramının
şekillenmesinde rol oynar.
Kıyas ise hem öznenin
yorum alanını genişletme hem de daraltma şeklinde iki zıt işleve sahiptir. Öte
yandan Gazali ve Hanefi usulcüler kıyasa deliller arasında değil, delillerin
anlaşılmasına yönelik istinbat metodları arasında yer vermişlerdir.
İslamiyetin
temel kaynaklarından Kur'ân-ı
Kerim, vahye dayalı, kat’î bilgi
kaynağıdır. Kur'ân ın hem anlamı hem de kelimeleri Allah katından gelmiştir.
İslami bilimler Kur'ân ı merkeze alarak gelişme göstermiştir. Aynı
zamanda farklı düşünce ekolleri de Kur'ânı en güçlü delilleri olarak ele
almışlardır.
Kur'ân’daki ifadeler (delalet), bazen kat’î (açık ve kesin), bazen
de zanni (kapalı ve genel) bir bilgi ortaya koyabilir. Zanni ifadeler te’vile
açıktır.
İslam bilginleri nakli bir delilin kesin bilgi ifade edebilmesi
için sübutu ve delaleti kati olmasını şart koşmuştur. Kur'ân ayetleri ile
sübutu kati sayılan mütevatir hadisler, akaid alanında nakli delil kabul
edilmiştir.
İslamiyetin temel kaynaklarından “Sünnet, icma, ictihat, örf”
beşeri kaynaklar grubuna dahildir. Sünnet Kur'ân’ın mücmelini teybin, mutlakını
takyid, umumunu tahsis etmiştir. Hadislerde de ifadeler bazen açık (kati) bazen
de kapalı (zanni) olarak nakledilebilir.
İcma: Toplumsal mutabakat. Müslümanlar Kur'ân ve sünnetin delaleti,
dindeki emirler ve yasaklar, namaz ve orucun farz, zinanın haram olduğunda icma
etmişlerdir.
İcmanın kaynaklığı belli düzeyde bilgi donanımına sahip olması
gereken müctehidlerin –bir kişi bile muhalefet etmeden- her birinin fikir
birliği içinde olmasına bağlıdır.
Bir konuda icma gerçekleşmişse bu dinde kesin delil olarak
kullanılabilir. İcmanın dayanacağı delil (sened) Kur'ân, sünnet, bazı
durumlarda da kıyas kabul edilmiştir. İcma için, hz. Ebubekir’in sahabe
tarafından halife seçilmesi, hz. Ebubekir’in zekat vermeyenlere savaş açması,
Kur'ân’ın toplanması, bir gıda maddesinin malı satıcıdan teslim almadan önce
onu satmasına izin verilmemesi örnek olarak verilebilir.
Yine bütün Müslümanlarca günlük beş vakit namazın, Ramazan
orucunun, zekat ve haccın farzıyetinde icma vardır.
İctihad: Akıl yürütme.
Kitap, sünnet, icma temel alınarak, yeni durum ve olaylara ilişkin islamın
görüşü.
Kur'ân ve sünnetteki hükümler sınırlıdır. Müslümanların her geçen
gün karşılarına çıkan yeni durumlara İslamiyet açısından hüküm getirmek ictihad
ile mümkündür. Zaman ve mekan unsurları, hükmün niteliğini belirleyecek
unsurlardandır.
Hz. Ömer’in bir çok uygulamaları, müellefe-i kulubun zekat payının
kaldırılması, kıtlık zamanı hırsızlara ceza uygulanmaması, iktisadi şartlardaki
değişim sonucu diyet miktarlarında yeni düzenlemeye gidilmesi ictihadla ilgili
örneklerden birkaçıdır.
İçtihad çeşitli şekillerde gerçekleşir: Kıyas, İstihsan, mesalih-i
mürsele.
Kur'ân, sünnet ve icmada hükmü bulunmayan bir meseleye aralarındaki
illet birliği nedeniyle, bu kaynaklardan birinde bulunan meselenin hükmünü
vermek anlamına gelen kıyas için, Kur'ân’da şarabın yasaklanması ve nedenini
açıklayan ayete göre (Maide, 5/90,91) içildiği zaman aynı kötü sonuçları
doğuran alkollü içecekler haramdır hükmü örnek olarak verilebilir.
İstihsan: İmam Ebu Hanife tarafından geliştirilmiştir. Bir
müctehidin bir konuda, onun benzerlerinden verdiği hükümden vazgeçmesini
gerektiren (bir nass, icma, zorunluluk, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi)
bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermeye karar vermesidir.
Bu karar müctehidin kanaatine göre gerçekleşir. Oruçlunun unutarak yiyip içmesi
örnek olarak verilebilir.
Mesalih-i Mürsele: Kamu yararı. Dinde insan için gerçekleştirilmesi
amaçlanan en genel yararlar (maslahat), dinin, neslin, canın, aklın ve malın
korunması gibi durumlardır.
Başka bir ifade ile, üzerinde bir hüküm geliştirildiğinde insanlara
bir yarar sağlayan ve bir zararı da gideren durumdur.
Örf: İnsanların çoğunluğunun benimseyip yapmayı alışkanlık haline
getirdiği, temel kaynaklara da aykırı olmayan davranışlardır. Kur'ân İslam
öncesi arap geleneklerin hepsini reddetmemiş, birçoğunu yeni düzenlemelerle
korumuştur. Alışveriş, kira, evlilik, eşler arasında denklik gibi örfü helal,
faiz, kumar, kadınları mirastan mahkum etmek gibilerini haram kılmıştır.
Hz. Peygamberden öğrenilen ve bunlara dayalı olarak elde edilen
(kelam, mantık, fıkıh usulü) ilimlere İslam bilimleri (İslamî bilimler, Dinî
veya Şeri ilimler) denir. İslam düşüncesinde bilimlerin kurumsallaşmasını ve
gelenek oluşturulmasını sağlayan eser yazma geleneğinin aşamaları:
1. En kolay ve en basit devredir. Bir görüşün, bir hadisin veya önemli
bir sözün müstakil bir sahifede kaydedilmesinden ibarettir.
2. Herhangi bir konudaki benzer görüşlerin veya Hz. Peygamberin
hadislerinin bir kitapta toplandığı, tedvin edildiği devredir.
3. Tasnifle zirveye ulaşılan devredir. Görüşler ve yazılanlar
sıralanmış, düzenlenmiş, belli konular ve özellikler çerçevesinde
dizilmişlerdir. Bu devreye Abbasilerin 1. asrında ulaşılmıştır.
Kur'ân ve sünnetin ilme teşviki, siyasi ve ekonomik iç etkenlerin
yanı sıra, Yahudilik, Hıristiyanlık, Yabancı kültürlerden yapılan tercümeler, Yunan
felsefesi, Doğu Gnostik Düşünce okulları gibi dış etkenler de İslam
bilimlerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Her ne kadar ayet ve hadise dayalı ilimlere nakli ilim adı verilse
de, İslam bilimleri denmesi daha uygundur. Bu ilimlerle ilgilenen alimler ilk
asırlardan itibaren görüşlerini ispatta naklin yanı sıra akıl ve mantığa
dayanmayı da caiz görmüşlerdir.
Kuranın ameli pratik hayata yönelik kanunlarından fıkıh doğmuş,
metafizik penceresinden kelam ortaya çıkmıştır. İslamın yayılması, toplumsal
değişme ve gelişme sonucu siyasi, itikadi ve fıkhi mezhepler ortaya çıkmış,
geniş bir literatür oluşmuştur. Bu durum her mezhebin kendine has fıkhı,
kelamı, tefsiri ve hadis edebiyatının oluşmasıyla sonuçlanmış, İslam
bilimlerinin gelişmesine dinamizm kazandırmıştır.
II/VII. Asrın başlarından itibaren özellikle Abbasi halifesi Mansur
döneminden sonraki yüzyıl İslam bilimleri açısından Tedvin Asrı olarak
adlandırılır. Belli merkezlerde yürütülen tedvin faaliyetleri sonucu, İslam
ilimleri sistematize edilmiştir.
Kur'ân ile ilgili ilimlere dini, şeri, nakli ilimler; diğer
milletlerden alınan ilimlere akli, hikemi, felsefi ilimler adı verilmiştir.
Temel İslam bilimleri olarak görülebilecek disiplinler, kelam, fıkıh, tefsir ve
hadistir. Yardımcı İslam bilimleri (dolaylı dini bilimler), mezhepler tarihi,
rical tarihi, arap dili ve belagatı, siyer, İslam tarihidir.
Zehebi nin verdiği bilgiye göre H.II. asırda 143 yılından itibaren
Müslüman bilginler hadis, fıkıh, tefsir, kelam, lugat ve tarih ilimlerini
tedvin etmeye başladılar. Tedvin faaliyetinin başladığı ilk kültür merkezleri;
Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemendir.
Hicri 3. asır tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri hızla gelişti; h. 4.
asırda büyük kelam okulları ortaya çıktı.
Hz. Peygamber Kur'ân ın tamamını tefsir etmemiştir. Sünnetin Kur'ân
karşısında beyan ve teşri fonksiyonu bulunmaktadır. Peygamberimizin Kur'ân’ı
tefsiri, ayeti okuyarak tefsir etmesi, bir ayet hakkında soru sorup açıklamada
bulunması, sözünü delillendirmek kastıyla ayeti okuması veya sahabilerin sorusu
üzerine açıklama yapması gibi sebeplerle gerçekleşmiştir
Sahabe tefsirine gelince,
hadis usulünde sahabe sözleri ya merfu ya da mevkuf hükmündedir. Sahabe tefsiri
ictihad etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı bir alanda, yani ayetlerin
nüzul sebepleri, mübhemat’l-Kur'ân, nasih mensuh, nüzul sebebi veya
muğayyebatla ilgili ise merfu hükmündedir. Merfu rivayetler sahabenin
müşahedesine ya da semaına dayanır.
Merfu haberleri alimlerimiz hüccet kabul etmişlerdir, bağlayıcıdır,
delil olarak kullanılır.
Mevkuf haberler ise sahabenin bilgi birikimine dayanan, ictihad
etmenin mümkün olduğu alana aittir.
Mevkufun tefsirde kullanımına izin verip vermeme konusunda
âlimlerimiz ihtilaf etmişler, cumhur ulemaya göre sahabe tefsiri tercih sebebi
olmakla birlikte bağlayıcı değildir.
Sahabe Kur'ânın tümünü tefsire ihtiyaç hissetmedikleri için ayet
ayet tamamını tefsir etmemiş, manası kapalı ve zor, garib lafızları
açıklamışlar, aralarında çıkan ihtilaf, nev’i ihtilafı olarak kabul edilmiştir.
Açıklamaları kendi dönemlerinde tedvin edilmemiştir.
Sahabenin tefsir kaynakları, hz. peygamber, arap dili ve edebiyatı,
müşahedeleri, Yahudi ve hristiyan alimleri sayılabilir. Tefsir denince,
sahabiler arasında Abdullah b. Abbas ismi öne çıkar. İbn Abbas ve
öğrencilerinin özellikle Mücahid’in, rey tefsirinde öncülük ettikleri
söylenmektedir.
Tabiun döneminde tefsir ekolleri ortaya çıkmış, zamanın
kazandırdığı birikim neticesi tefsirlere daha çok açıklama ve tercihler
girmiştir.
Sahabe, tefsiri kendilerine kapalı gelen ayetlerle sınırlı iken tabiler
döneminde Kur'ânın bütünü tefsir edilmeye başlandı.
Tabiun tefsirinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhi izahlar,
ayetlerden istinbat ve istidlal yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler
de yer almıştır.
İsrailiyat sahabe döneminden daha çok bu devirde tefsire girmiştir.
Tabiun döneminde de tedvin gerçekleşmemiştir
Mukâtil b. Süleyman’ın tefsiri, günümüze kadar ulaşan tam
tefsirlerin ilki kabul edilir
Tabiinden önce Kur'ân’ı anlama çabaları, bazı tabiinin yazdıkları
tefsirler aslında en erken ortaya çıkan İslami ilmin aslında tefsir
olduğunu gösterir
Rivayet Tefsiri, ayetlerin tefsirine ilişkin daha çok
Hz.Peygamberden, sahabeden ve tabiinden nakledilen rivayetleri bünyesinde
toplamakla birlikte müfessirlerin yaklaşımlarına da yer veren tefsirdir.
Dirayet Tefsiri, Rey Tefsiri de denir, nakilden ziyade akla
başvurularak yapılan tefsirdir.
Hz. Muhammed’den rivayet edilen hadislere merfu, sahabeden
rivayet edilenlere mevkuf, Tabiinden gelen rivayetlere maktu hadis
veya haber adı verilmiştir.
Hadis tarihi İslam tarihi ile paralellik arzeder. İslamın yükselme
döneminde o da yükselmiş, en güzide eserlerini o dönemlerde vermiştir. İslamın
duraklama döneminde de duraklamış, orjinallikten uzaklaşmış, öncekilerin
tekrarından öteye gidememiştir
Peygamberimiz ve sahabe dönemi,
birinci hicri asrı kapsar. Bu dönem daha çok şifahi rivayetlerin hakim
olduğu bir dönemdir.
Hadislerin resmen yazılıp kitap haline konması dönemi ikinci hicri
asrı kapsar. Emevilerden Ömer b. Abdilaziz devrine kadar sünnet daha ziyade
şifahi rivayetler ile yayılmış, bazı sahabi ve tabiler küçük “sahifeler”
yazmışlardı.
Ferdi ve hususi olarak hz. Peygamber döneminde zaten başlamış olan
hadis yazımının tedvin safhası Ömer b.
Abdilazizle başlar.
Tedvin döneminde isnad ve metnin incelemesi olmadan yazıya
geçirilen karışık hadis malzemelerinin sınıflandırılması hicri 1. Asrın ilk
çeyreğinden 4. Asrın ortalarına kadar devam ettiği söylenebilir
Hadislerin sıhhatinin tesbit ve yorumlanmasında ehl-i hadis ve
ehl-i rey gibi görüş farklılıkları bulunmakla birlikte 18.yy. sonuna kadar
klasik sünnet anlayışı önemli ölçüde devam etmiştir.
İslam dünyasında hadisleri reddeden görüşün marjinal olduğu, büyük
çoğunluğun ise hadisler olmadan İslamın doğru anlaşılmayacağı görüşünü
benimsediği görülmektedir. Büyük çoğunluğun arasındaki ihtilaf, hadislerin
sıhhatini tesbitte kullanılan yöntemle ilgilidir.
Fıkhın başlangıç döneminde, esbab-ı nüzul kitaplarında da
anlatıldığı üzere, bazen hüküm gerektiren olaylar gerçekleşmekte, bazen de
sahabeyi sual sormaya sevkeden problemler olmakta (bu durumda ya ayet nazil
oluyor, ya da peygamberimiz bizzat açıklıyordu), bazen de hüküm ictihadlarına
bırakılmakta idi. Bazı durumlarda ise, sual veya hadiseler olmadan da zamanı
geldikçe hüküm ve kaide va’z edilmekte idi.
İlk dönemlerde celb-i menfaat def-i mazarrat anlayışı hakimdi.
Hz. Muhammed Dönemi, fıkıh tarihi açısından Mekke ve Medine dönemi
olarak ikiye ayrılabilir. Mekke dönemi, gusül, taharet, namaz gibi inanç,
ibadet ve ahlak üzerinde durulmuştur. Medine döneminde ise, cihad, aile, miras,
anayasa, ceza, muhakeme usulü, muamelat, devletlerarası ilişkiler alanında
toplumsal hayata yönelik düzenlemeler gerçekleştirildi.
Sünnetin tedvini, fıkıhtan önce tasnifi fıkıhtan sonra olmuştur
Diğer İslam ilimlerinde olduğu gibi fıkhın da ilk tedvininin bir
bakıma Kur'ân’ın yazılması ile gerçekleştiği söylenebilir. Tedvin (oluşum,
gelişme) dönemi olarak da adlandırabileceğimiz, Hulefai Raşidin ve Emeviler
Döneminde Sahabe nesli etkilidir.
Emevilerle birlikte siyaset-fıkıh ilişkisi dönüm noktası
oluşturmuştur. Çünkü siyasi istikrar, maddi gelişmeler ve siyasi muhalefetin
güçlenmesi fıkhın toplumsal hayatın problemleriyle yakından ilgilenmesine,
onlara çözümler üretmesine ortam hazırlamıştır
Fetva ve ictihad alanında meşhur sahabenin neredeyse hepsi aynı
zamanda Kur'ân ve hadis ilimlerinde de söz sahibidir. Bu da bu ilimlerin aynı
kaynaktan faydalanmalarından ortaya çıkan doğal bir durumdur.
Sahabe döneminde bireysel ve toplumsal sorunlar, kitap ve sünnetin
ışığında akıl ve içtihada dayalı olarak çözülmeye çalışılmıştır. İslam
mezheplerinin ortaya çıkması, mezheplerarası çekişmeler, farklı etnik
unsurların Müslüman olmaları İslam toplumund,a dolayısıyla İslam fıkhında
çeşitliliğe sebep olmuştur. İlk etapta fıkıhla ilgili tek sayfalık ya da küçük
ebatta çalışmalar yapılmışken, sonraları belli konulara ait risaleler
hazırlanmıştır.
İlk fıkıh ekolü olan rey ekolü yani Hanefilik ve daha sonra diğer
fıkıh ekolleri Maliki, Şafii ve Hanbelilik Abbasiler döneminde ortaya
çıkmıştır.
Önceki dönemdeki tek konuluk risalelerin yerini fıkhın bütün
konularıyla ilgili sistemli ictihadları içeren kitaplar almıştır.
Hadis ve rey taraftarlarının tartışmaları, her ekolün kendi imam ve
müctehidlerinin görüşlerini derleyip sistematize etmelerine, önemli fıkhî
metinlerin ortaya çıkmasına, kendilerine has fıkıh usulü geliştirmelerine sebep
olmuştur.
Bu dönemde fıkıh ve fıkıh usulü ilimlerinin tedvini gelişme
göstermiştir. Eserlerin çoğu maalesef günümüze kadar gelmemiştir.
II.yy.ın ortalarından itibaren fıkhi mezheplerin teşekkül etmesiyle
birlikte mezhep imamlarının görüşleri derlenip belli bir sistematiğe
kavuşturulmuş ve dolayısıyla önemli fıkhî metinler ortaya çıkmıştır
Son dönemde de, dünyanın çeşitli yerlerindeki özgürlük ve istiklal
mücadelelerinden İslam toplumu da etkilenmiş, yeni bir çığır açılmıştır.
İslam alimleri kesin, doğru bilginin ortaya çıkarılmasına
çalışmışlardır. Özellikle dini bilginin ve itikadi konulardaki bilginin gerçeğe
uygun sabit ve kesin bilgi olmasına daha çok önem vermişlerdir.
İslam bilimleri, bilgiye ulaşma yolları ve bilgi üretme yöntemleri
konusunda ortak bir dil kullanmış, bazı yöntemsel ilkelerde de birleşmiştir.
Ancak bu temel yöntem ve ilkeler her bilim dalının kendi içeriği, sorunları ve
bilgi nesnesine göre şekil almıştır.
İlahi bilgi, beşeri bilgi gibi değişken değil, ezeli ve değişmez
özelliğe sahiptir.
İslam bilim anlayışı, “gerçekliğin bütün boyutlarıyla
anlaşılmasını” hedeflediğinden bütün doğru bilgi yöntemlerine sıcak bakar.
İslam bilimlerinde çoklu metodlar düşüncesi ve bütüncül yaklaşım esas
alınmıştır. İslamın bilim ve medeniyet dini haline gelmesinin temelinde,
doğruya ve hakikate ulaştıran bütün bilgi yöntemlerinin kullanılmasını teşvik
eden Kur'ânın Müslümanlara kazandırdığı bu bilimsel zihniyet
bulunmaktadır.
İslam alimleri, aklı bilgi kaynağı olarak görmelerinden dolayı
Kur'ân ayetlerini yorumlarken ve fıkhî problemleri çözerken sık sık akla,
istidlale, nazara, ictihada ve kıyasa başvururlar.
Günümüzde Batının da etkisiyle İslam bilimlerinin temel verilerinin
yorumlanmasına ilişkin yeni yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Müslüman
gelenek eleştirilmiş, Kur'ân vurgulanmıştır. Yeni dönemdeki yorumlar kadın erkek
eşitliği, kölelik, demokrasi, faizin hükmü gibi konular üzerinedir. Kur'ân
yorumlarında akılcılık ve eşitlik, özgürlük, bilim ve yeni ideolojiler ele
alınmıştır.
Müslüman bilim adamı, bütün modern disiplinleri tam olarak
öğrenmeli, vakıf olmalıdır. Sonrasında ise bunları süzgeçten geçirip bu yeni
bilgiyi İslami kültür birikimiyle bütünleştirmelidir.
İslamda bilginin bütünlüğü açısından, beşeri, sosyal ve tabi
bilimler birer disiplin olarak yeniden tasarlanıp, İslami temel üzerine ve
islama uygun yeni gayelere yöneltilerek, tekrar inşa edilmelidir. Hedefine,
idealine, davasına tutku ile bağlı insanlar bütünsel bilgiye ulaşabilirler.
Bütünsel bilgi insanı diğerlerinden ayıran, özgün bir alana götürür. Bir
Müslüman için dava denilebilecek tek esas İslamdır.
Kur'ân’ın yazılması ve toplanması (cem’u’l-Kur'ân) konusu Kur'ân
tarihi ve ilimlerine mahsus eserlerde yer almasının yanı sıra fıkıh, hadis,
siyer, tarih kitaplarında da bulunmaktadır. Hadislerin de hz. peygamber
zamanında hafızların yanı sıra yazılarak da muhafaza edilmesi, fıkhın da oluşum
ve tedvini bakımından önemlidir. Öte yandan hadislerin konularına göre
kitaplara geçirilmesinde de fıkıh kitaplarının tertibinden yararlanılmıştır.
Tefsir, fıkıh ve hadisin ortak konularından biri olan nesih olayı ilk
dönemde gerçekleşmiş, bazı ayet ve hadisler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır.
Bunun hikmeti ilk Müslümanları tedricen alıştırmak, irşadı kolaylaştırmak
üzerinedir. Yani nesh, Resulullah hayatta iken mevzu bahistir. Ondan sonra
vahyin kesilmesine binaen, nesh ihtimali de ortadan kalkmıştır. Çünkü Allah ve
resulünün ortaya koyduğu bir hükmü başkasının kaldırması mümkün değildir.
Bu cümleden, hadisler arasında hatta hadislerle ayetler arasında
nesh olduğu söylense de hadislerin birbirini neshetmesi kabul edilmiş, bu da
Resulullahın hayatta olması ile kayıt altına alınmıştır.
Tefsir ve tevil kelimeleri ilk dönemlerde aynı anlamda kullanılmış,
ancak daha sonra tevil kelimesi daha çok yorum ifade eder hale gelmiştir.
Son dönemin fikri cereyanlarından İslam bilimleri
de etkilenmiş, ilim insanları Batının da etkisiyle fikir özgürlüğünün verdiği
özgün tavırlardan dolayı kendi tercih ettikleri metodları hayat felsefelerinde
kullanmışlardır.
Tefsirde
çağdaş dönemde geleneksel birikimi önemseyen yaklaşımlar, metne önem veren
lafızcı yaklaşımlar, çağdaş olguyu önceleyen akılcı yaklaşımlar olarak gelişme
göstermiştir.
İslam
bilimleri Kur'ân, sünnet ve tevil ekseninde gelişmiştir. Özellikle çağdaş
düşüncede normatif olarak nitelendirilen re’y ehlinin yorumları, metnin lafzı
ve onun ifade ettiği anlam üzerinde şekillenir. Bu yorumlar, kuşkusuz yorum
sahibinin içinde bulunduğu ortam ve şahsi birikimi barındırır.
İslam bilimlerinin çağdaş bilimler içinde yerini alması araştırma,
inceleme, sorgulama, eleştirme, geçmişin tecrübesi, anın hissettirdiği,
gelecekten de beklentilerini içinde barındıran esnek bir düşünce tarzı ile
mümkündür. Hz. Osman’ın Kur'ân’ı istinsahı gibi, Ömer b. Abdülaziz de
hadislerin çoğaltılmasında, çeşitli bölgelere dağıtılmasında öncülük etmiştir.
İslami ilimler ile meşgul olan alimler genel itibarıyla
tefsir-hadis-fıkıh-tasavvuf-kelam-tarih gibi dallardan en az iki ya da üçünde
derinleşmişlerdir.
Bilginin bütünlüğü açısından günümüzde çeşitli iletişim araçları,
tertib edilen ilmi toplantılar, kongre ve sempozyumlar, ictihada ve özgür
düşünceye ayrılan alanın genişliği ilimlerin inkişafı, canlanması, daha çok
insana ulaşmasını sağlamıştır. Kitap ve Sünnet eksenli hareket ederek yeterli
bilgi birikimi ile, taklidden ve zoraki tevillerden uzak, kendi akıl
yürütmeleri ile bir takım sonuçlara varmak velev ki olumsuz bile olsa uçsuz
bucaksız ilim dünyasına bir katkı sayılabilir. Ayetlerin “akıl yürütün,
tefekkür edin” teşviki ile, içtihad edildiğinde doğru ise iki sevap, yanlış ise
bir sevap alır hükmüne göre, dinimiz de akla, re’y ve ictihada büyük önem
vermiştir. Bilgi paylaşıldıkça çoğalır. Buna karşın, bir ömür boyu binlerce
cilt kitabın ya da bilgi bombardımanının arasında kaybolup maddi ya da manevi
bir şeyler üretemeden ömür tüketmek de ne kadar acı vericidir!..
Akıl, kalb ve ruhun kombine hareket etmeleri verimli sonuçlar
doğurur. Bilgilerin özünü elde edinceye kadar öğütebilmeli, eğer ki üretilen
şeyden geniş kitlelere faydalar temin etmek isteniyorsa işin içine irfanı da
dahil etmeli, hikmete ulaşılabilmelidir. Belki işin boyutlarını artırdıkça,
derinleştikçe orijinalliğin, bilimselliğin ortaya çıkması buradan kaynaklanır.
Bu durum, bütün ilimler için söz konusu olsa gerektir.
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ
Yüce
Kitabımız Kur’an-ı Kerim, iman, ibadet, ahlak ve muamelat esasları üzerine
kurulmuş olmasına rağmen, ilk emri tamamen farklı bir konuda tecelli etmiştir.
Hz. Muhammet’in peygamberliğinin de tescili olan ilk vahiy, aynı zamanda bir emir
olan “oku” şeklinde vücut bulmuştur. "Yaratan Rabbinin adıyla oku."[1]
Bilgi edinmenin ilk şartının okumak ve öğrenmek olması bakımından bu ayet
anlamlıdır ve bilginin ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Dinî
İlimlerin omurgasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat
konusundaki ilmî faaliyetler Medine döneminde ve Emevîler devrinin
başlangıcında temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştır. İslamî
ilimlerin temelini oluşturan Kur’an ve Sünnet ile birlikte bu iki temel
kaynaktan hüküm çıkarmayı hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı kökten
gelmektedir. İlâhî Kelam olan Kur’an’ı açıklamayı hedefleyen Tefsir ilmi,
konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki
içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan
merkez nokta konumundadır. Buna mukabil Tefsir ilmi de Kur’an’ı açıklamaya
çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların
başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an tefsirinde az ya da çok
diğer ilimlere de ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek yadsınamaz bir hakikattir.
Tefsir
kelimesi, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak
ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir.[2]
Tefsir ilmi, teknik bir terim olarak ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve
açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu edinene bir bilimdir.[3]
Kur’an-ı
Kerim’in tefsirinde tabiî olarak öncelikle Tefsir Usûlü bilmek gerekmektedir.
Ancak aynı kaynaktan beslenen ve tarihî süreçte ortaya çıkış dönemlerinden
itibaren et ve tırnak gibi birbirine geçmiş olan Hadis ve Fıkıh Usûlünü de
bilmeye ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz üzere aynı kaynaktan
beslenen bu ilimlerin birbirlerine olan katkıları oldukça fazladır. Bu anlamda
Temel İslam Bilimleri alanında bilginin bütünlüğünden bahsetmek durumundayız.
Yani Temel İslam Bilimlerini bilgi alanları bakımından birbirinden net
çizgilerle ayırmak mümkün olmadığı gibi böyle bir şeye girişmek de doğru
değildir. Ancak ilimler; muhtevaları, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel
gelişimlerine bağlı olarak hiyerarşik bir tasnife tabi tutulurlar. Tefsir
ilminin Kur’an’ı açıklama görevini üstlenmesi ise daha sonraki bir gelişmedir.
Bu çerçevede ilk tefsir çalışmaları, el-Ferrâ (v. 207/822) ve Ebu Ubeyde (v.
210/825) gibi dilcilere aittir. Onlar, kelimelerin ve terkiplerin anlamlarını
açıklamayı amaçladıkları için, hemen her ayet hakkında söyleyecek şey bulmuşlar
ve açıklamalarını Mushaf tertibini esas almak suretiyle sunmuşlardır.
Bu
yazım geleneği, bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi’nin
(ö. 310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev eserler
yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tefsiri’ olarak
adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklanmaktadır;
zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve
kelâmî-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı
şekilde, ‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla
birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir
birikimini bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki
müfessirin, Taberî (v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı kategoriye
yönelik farklı mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin “sınırsız rey
yaklaşımına, sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî Hâtim’in salt bir
rivâyet tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih yapmaktan bile kaçındığı”
şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur.[4]
Gerek
rivâyet tefsiri, gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen klasik
tefsirlerde, Kur’an’ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini
esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir
karakteri olarak oluşan Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir
etme geleneği, Derveze’nin sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği
et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan
bütün tefsirlerde hâkim olmuştur.
Tefsir
tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz
tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde
cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil
etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan
tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden
istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira
rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez.
Fıkıh
ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı
Şüphesiz
her ilmin bir metodolojisi (usûl) vardır. Yani herhangi bir ilmin kapsamında
ortaya konan şeyler belirli bir disipline göre ele alınmaktadır. Bu anlamda
rastgele konuşmak ilmin kapsamına girmez. Yani bir söylemin ilmî değerinin
olabilmesi için belirli bir metodolojiye/usûle göre ortaya konmuş olması
gerekir. İşte bu şekilde, Fıkıh ve Tefsir ilimlerinin de metodolojik olarak
belli hadleri ve kuralları vardır. Bu hadler ve kurallar Fıkıh Usûlü ve Tefsir
Usûlü isimleri altında ortaya konulmuştur
Fıkıh,
sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına
gelmektedir.[5] İslam’ın
ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı, bu sözlük anlamını korumakla
beraber genelde, Kur’an ve hadis merkezli dini bilgi ve anlayışı ifade eden bir
kavrama dönüşmüştür. Bu kavram ilim çevrelerinde salt “mükelleflerin yapması
gereken (vacib, mübah, haram, mendub, mekruh, sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda
gibi) ahkâm bilgisi” olarak genel kabul görmüştür. Tüm bunları açıklamak da
fakihin görev ve sorumluluğundadır. Kısaca fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî
delillerine dayanarak bilmektir. Bir başka ifade ile müçtehitlerin, her bir
amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları
hükümlere “fıkıh” denir.[6]
Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait
hükümler ve bunların dayandığı delillerdir.[7]
Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî
delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun
kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle
açıklamaya çalışalım: Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î delildir.[8]
İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına
girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân
bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk
kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak
Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için
Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir
ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde kalmıştır.
Aynı
şekilde Tefsir İlminin de Fıkıh Usûlüne ihtiyacı vardır. Çünkü Tefsir, Kur’ân’ı
açıklamak amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla ondaki hükümleri, haramları
helalleri, ortaya koyup Kur’ân muhataplarının kullanımına hazır hale getirmek,
Fıkıh ilmine ve dolayısıyla Fıkıh Usûlü’ne düşmektedir. Öyleyse diyebiliriz ki;
Fıkıh Tefsirsiz olmadığı gibi, Tefsir de Fıkıhsız olmaz.
Sonuç
olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz
gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta
iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.
Hadis
ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı
Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken
birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en
başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk
başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir.
Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok
esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı birçok aslî ilim hadis
mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân
İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin
ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i
nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh
bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili
bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis
İlmine başvurur.
Tefsir
İlminde, Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının
daha iyi anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir.
Şöyle ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın
tefsirinde özellikle şu iki yönden önem arz etmektedir:
Birincisi;
Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilâhî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak
belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an’ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl
kılınacağını, rekâtlarının sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve
uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını
öğrettikten sonra da;
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.”[10] buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da
ashabına;
“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.”[11] buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen
suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini
düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların
genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı
Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa
kavuşturmaktadır.
İkincisi;
hadisler aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt altına alır
ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir.
Kur’an’ı
insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı
Kerim’i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.),[12] bu görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ
edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır.
Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak
olmuştur.
O
halde Allah Teâla’nın kelamının en sağlam tefsiri yine Allah’ın Kelâmıdır.
Kur’an’daki bazı mücmel âyetler, mübeyyen ayetlerle tefsir ve izah edilmiştir.
Bu manada Kur’anın Kur’anla tefsirinden sonra, Kur’anın en salahiyettar ve ilk
müfessiri Hz. Peygamberin bizzat kendisidir. Bu durumda Kur’an-ı Kerimin en
mühim tefsir kaynağı Peygamberimizin sünneti yani hadisler olacaktır.[13]
Netice
olarak diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine
de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından
pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa
dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a
kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız
ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla
bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali
olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması
gerekmektedir.
Sonuç:
Temel
İslam Bilimlerinden Tefsir, Fıkıh ve Hadis ilimlerine ve bu ilimlerin
usullerine dair vermiş olduğumuz malumattan anlaşılmaktadır ki İslamî ilimler, birlikte
bir bütün oluşturmaktadır. Her ilim bu bütünün bir parçası konumundadır. Biri
olmadan diğerinin anlaşılması ve değerlendirmeye tabi tutulması mümkün
değildir.
Kur’ân
İslamî ilimlerin en başta gelen kaynağıdır. O’nu doğru bir şekilde anlayabilmek
için Kur’ân’ı konu edinen Tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir yapan
müfessir de bu bağlamda Peygamberimiz ve onun ashabına müracaat etmek
zorundadır. Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış
olmaktadır. Fıkıh ise bu açıklamalarla (tefsir) Kur’an’ı anlamakta, diğer
kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak kullanmakta ve yeni durumlar için bu
kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir. Fıkıh Usûlü de bunun nasıl
yapılacağını ortaya koymaktadır.
Görüldüğü
gibi tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri baştan sona bir silsile halinde bütünlük
arz etmekte ve böylece birbirine bağlanmış olmaktadır. Neticede anlaşılan odur
ki, Temel İslam Bilimleri birbirlerine kopmaz bağlarla bağlanmış, biri olmadan
diğeri eksik kalacak şekilde bir bütünlük arz etmiştir. Öyleyse Kur’an’a dair
söz söyleyecek kimsenin, bu disiplinlerin tümüne muttali olması elzemdir. Aksi
takdirde hataya düşmek kaçınılmaz olacaktır. Hadis ve fıkıh usûlünü
incelediğimizde, bu ilimlerin Kur’an’ın anlaşılması noktasında vazgeçilmez
katkılarına yakından tanık olmaktayız.
[1] Alak 96/ 1.
[2] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, IV/367
[3] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara, 1983, s.214
[4] Zekeriya Pak, Tefsir El Kitabı (Rivayet Ağırlıklı Tefsirler), s.175-180
[5] Hayreddin KAARAMAN, Fıkıh
Usûlü, Ensar yayınları, İstanbul, 2010, s.19
[6] Zekiyyuddîn, Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Çev. İ. Kâfi, Dönmez), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2001, s.27
[7] Muhammed Ebu
Zehra, Fıkıh Usulü, (Çev. Abdulkadir Sener), Fon Matbaası, Ankara, 1979, s.14
[8] Hüseyin Kayapınar,
Şamil İslam Ansiklopedisi, VI/255,256
[9] Nisa, 4/103
[10] Buhari, Ezan, 18
[11] Müslim, Hac, 310
[12] Maide, 6/67
[13] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.213
Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihinin
mukayeseli değerlendirilmesi
Öncelikle şu hususu
belirtmek gerekir ki neredeyse tüm disiplinler burada sözü edilecek tefsir,
hadis ve fıkıh disiplinleri gibi başlangıcını H.z. Peygamber dönemine
dayandırmaktadırlar. Her ne kadar net
bir işaret olmasada bir şekilde meşruiyet adına bu bağlantı ihtiyacı
hissediliyor. Her ne kadar bahse konu olan disiplinler için bu durum geçerli
olmasa da yine de isimlendirme ve branşlaşma adına böyle bir bağlantıdan söz
edemeyiz. H.z. Peygamber (sav)’in mübelliğ olarak yaptığı tüm uygulamaları
bugün çok değişik disiplinler adı altında toplandığını görmekteyiz. Bu durumun
en büyük problemi bütünden mahrum olmaktır. Modern tabirle “alan körlüğü”
dediğimiz bir vakıa ile karşı karşıyayız. Bu da bizi çözüme götürmede zorlaştırıyor.
Bütünlüğü kuramamanın, bütünlüğü yakalayamamanın sıkıntısını yaşıyoruz.
Bir diğer husus tedvin
döneminin aşağı yukarı mezkur disiplinlerde hicri 2. 3. asırda olmasıdır.
Son dönemlere gelince
genel branşlaşmanın adı altında alt branşlaşmalara gidildiğini görmekteyiz.
Örneğin tefsirin Kur’an, Kıraat gibi dallara ayrılması. Farklı disiplinler
arasındaki problem bu sefer aynı disiplin altında başgösterebiliyor. Bununla
beraber disiplinlerarası araştırmalar ve okumların yapılması gerektiği de
vurgulanmıyor değil[1].
Bu girişten sonra
Tefsir tarihi, Hadis tarihi ve Fıkıh tarihlerinin kısa serencamına göz
atabiliriz.
TEFSİRİN DOĞUŞU VE TEDVİNİ
İslamî ilimler genel olarak üç ana guruba ayrılır. Bunlar, Kur'an.
Hadis ve Fıkıh ilimleridir. Bunlardan Kur'an ilmini iki yönden incelemek
mümkündür: Kıraat ve Tefsir. Bu iki bölümün her biride bir çok bölümlere ayrılmıştır.
Tefsir ilminin başlangıcına bakacak olursak, ilk tefsir hareketi
Kuran’ın kendi kendini tefsir etmesiyle başlamıştır. Zira Kuran’da bir yerde
mücmel olarak zikredilen bir mana, başka bir yerde geniş bir şekilde
zikredilmiştir. Bir yerde "Müphem" olarak gözüken bir ayet başka bir
yerde açıklığa kavuşturulmuştur. Kuran’ın
Kur'an la tefsirinin pek çok misalinden biri İhlas süresindeki “es-samed”
lafzının, hemen akabinde gelen (lem yelid ve lem yüled....) ayetlerle tefsir
edilmesidir.[2]
Şahıs
olarak Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz Peygamber (s.a.v.) dir. Bu
olayı bizzat kendisi şu ifade ile tespit etmiştir. “Bana kitapla beraber
benzeri (olan Sünnet) de verildi.[3]”Kur'an-ı
Kerîmde, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kuran’ı tebliğ ve açıklamakla
görevlendirilmiştir. "Ey Resul sana indirileni tebliğ et".[4]
Diğer bir ayette "Biz sana Zikri (Kuran’ı) insanlara beyan edesin
(açıklayasın) diye indirdik" buyrulmuştur.[5]
Bu emirlerden yola çıkarak, Kuran’ı tefsir etmede en büyük salahiyet ve
yeterliliğin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre,
Kuran’ın tefsirinde, Sünnet, bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
konuda Sünnet'e o kadar önem verilmiştir ki, Yahya b. Ebî Kesir; "Sünnet,
Kuran’a kadî (hükmeden) dir. Kitap ise Sünnet'e kadî değildir," şeklinde
konunun önemim anlatan ilginç bir söz sarf etmiştir. Bu söz, Ahmed b. Hanbel'e
söylendiğinde "Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat Sünnet, Kitabı tefsir
ve tebyin eder, derim" demiştir.[6]
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine
vahyedilen Kur'ân bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da
manası anlaşılmayan hususları tebliğ ediyordu. Gerçi her ne kadar ilk
muhataplar, ana dilleri Arapça olduğu için Kur'ân'ı genel çerçeve itibariyle
anlama imkânına sahip iseler de, ümmî bir topluluk olmaları sebebiyle yine de
onun bir kısım müteşâbih lafızlarını ve bazı ayrıntılarını anlamada sıkıntı
çekiyorlardı. Dolayı-sıyla Kur'ân'm indiği dönemde yaşayan bu insanların hem
anlamadıkları âyetlerin manalarını kendilerine açıklayacak, hem de bazı
ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini gösterecek bir rehbere irttiyaç-ları
vardı. İşte bütün bu hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu
yüzden Allah Resulü (sav) aralarında bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor
ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise
ashâb, Kur'ân'ı anlama konusunda herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman
daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Bunların arasında
kendilerine soru sorulmadığı halde, Kur'ân'ı insanlara baştan sona anlatıp
tefsir edenler de vardı. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu donemde Hz.
Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha
sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir
yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm bazı garip kelimelerinin
açıklamalarından ibaret görünüyordu.
Bundan sonraki aşamada tefsir sahasında sahabeleri görmekteyiz. Sahabenin
Kur'an ayetlerim tefsir etmesi, Kuran’ın Kuran’la, Kuran’ın sünnetle
tefsirinden sonra çok önemli bir yer tutmaktadır. Sahabenin saf iman ve
itikadı, sıkıntılarının çözümlerim Kuran’da aramaları, Kuran’ın iniş olaylarına
tanık olmaları, onları tefsir alanında haklı olarak sonraki nesiller için örnek
hale getirmiştir.
Sahabelerden
başta dört halife olmak üzere İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b gibi
ilimde şöhret bulmuş sahabeler, Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa
ilmi melekelerinin verdiği içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde
Kur'an'ın tümü tefsir edilmemiş ve tefsir ilmi, hadis ilmi içinde bir bölüm
olarak yerini almıştır.[7]
Tabiin de, tefsirde sahabenin metoduna yakın bir metot takip etmiş, onlar da
Kuran’ı Kuran’la, sahabe vasıtasıyla Peygamberden kendilerine ulaşan
rivayetlerle, bazen de Ehl-i Kitab'ın semavî kitaplarında geçen fakat Kuran’la
çelişmeyen bilgilerle veya bizzat kendi içtihatlarıyla tefsir yapmışlardır.
Tabiin döneminde tefsir kitaplarının yazılmaya başladığı rivayet edilmektedir.
Bir rivayete göre, Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan, Tabiinden olan Saîd
b.Cübeyr 'den (ö.95/ 713) bir Kur'an tefsiri yazmasını istemiş, o da, bunu
yazıp, halifeye göndermiştir.[8]
Kuran’ın tamamına ait tefsir çalışmaları ise. Hicri III. Asrın sonlarında
başlamış sonuna doğru Taberî ile tekamüle ulaşmıştır.[9]Bu
manada ilk tefsir yazan kimsenin Meani'l- Kur'an adlı tefsiri ile el- Ferra
(0.207) olduğu söylenmektedir.
Gerek dirayet, gerek rivayet açısından tefsir, Mevdi'î (Konumlu) ve Mevdüî
(Konulu ) olmak üzere iki ana metotla günümüze kadar gelmiştir.
İSLAM HUKUKU TARİHİ
İslâm Hukukunda, önce fıkhın tarihçesini ve
geçirdiği devreleri bilmek gerekir. Böylece mezheplerin kuruluşundan, müctehid
imamlardan, onların metodlarından, vaz'ettikleri usûl ve kaidelerden
bahsedilerek Hukuk Bilgisine hazırlık yapılmış olur.
İslam hukuku'nun bir adı fıkıh'tır. eskiden
hukuk anlamında fıkıh kullanılırdı. bugünkü arap literatüründe bu terim, hukuk
karşılığı kullanılmaktadır. fıkh'ın sözlük anlamı: anlamak, kavramak, bilmek
demektir. terim olarak da eski islâm hukuk sistemine denir. bu sistemin kendine
has bir özelliği vardır. fıkıh: şer'i delillerden istinbat olunan hükümlerin
heyet-i mecmuasıdır. (müberred, el-kâmil, s. 529). şer'î, dini delillerden
hüküm çıkarıp alana, fakih denir ki, bugünkü hukukçu karşılığıdır. ibn-i haldûn
mukaddemesi, eskiden fukahâ yerine kurrâ tâbirinin kullanıldığını söyler.
fıkıh, kulun hem allah, hem de insanlarla olan münasebetini tanzim eder.
bugünkü hukukta ise yalnız beşerî münasebetler ele alınır. bugün islâm hukuku
ile ifade ettiğimiz fıkıh, daha sonraları bu anlamda kullanılmağa başlanmıştır.
Fıkhın türlü tarifleri yapılmıştır.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye göre Fıkıh: Kişinin
lehinde ve aleyhinde olan hükümleri, yâni haklarını ve vazifelerini bilmesidir.
En yaygın tarif şudur: Ahkâm-ı Şer'iyye-i
Ameliyye'yi tafsîlatlı bir sûrette delilleriyle bilmektir. Mecelle ise:
"Mesâil-i Şer'iyye-i Ameliyye'yi bilmektir." diye tarif etmiştir.
Amelî ve fer'i mes'elelerin hükümlerinin, delillerden nasıl istinbat
edildiğinden usul-ı fıkıh bahseder.
İSLAM HUKUKUNUN BAŞLICA DEVİRLERİ
Fıkıh, yâni İslâm Hukuku tarihçeleri, fıkhın
geçirdiği devirleri 6'ya ayırırlar:
1– Vahiy Devri: Yâni Hz. Peygamber (S.A.S.)
zamanı. Bu devirde teşrî, Kitab ve Sünnete dayanır.
2– Sahâbe Devri (Dört Halife zamanı): Bu
devirde de fıkhın kaynağı Kitab ve Sünnettir. Ashâbın ictihadları ve icmada
delil olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kitap toplanmış ve istinsah edilmiş,
Sünnet tedvin olunmaya başlanmıştır.
3– Tabiîn Devri: Müslümanlar siyasî gruplara
ayrılmıştır. Âlimler, muhtelif şehirlere dağılmıştır. Örf ve adetin tesiriyle
ihtilaflar artmıştır. Nasslardan hüküm istinbât etme usûlü teessüs etmiştir.
Yalan Hadis rivâyeti başgöstermiştir. Ulemâ, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re'y diye iki
gruba ayrılmıştır.
4– Hicrî 100–350/ Milâdi 718–960 Yılları
Arasındaki Devir: Büyük imamlar ve müctehidler devridir. Kur'an-ı Kerim'in
kıraatına, tefsirine büyük önem verilmiştir. Hadisler yazılmıştır. Usul-ı
Fıkıh, ictihad usulleri kurulmuştur. Füru'da ihtilaflar çoğalmıştır. Kıyas ve
ictihadda ayrılıklar başlamış, fıkıh istılahları çıkmıştır. Ana kaynak olan
kitaplar yazılmıştır.
5– 350–656 H./960–1258 M. Yılları Arasındaki
Devir: Mezhepler yayılmış ve kuvvetlenmiştir. Mezhep taraftarlığı ve taklid
artmıştır. Eskilerin verdikleri hükümlerin sebeplerini araştırmak (Ta'lîl-i
Ahkâm) ve onlarınkilerinden mes'ele çıkarmakla uğraşılmıştır.
6– Son Devir: Durgunluk devridir. Ulemâ
arasında râbıta kopmuş, her ülke kendi derdine düşmüştür. Fukahâ, eskilerin
eserlerini, ya ihtisar veya şerh etmekle meşgul olmuştur. Bu şartlar altında
fıkıh duraklamıştır. Ancak zamanımızda İslâm âleminde, her sahada olduğu gibi
fıkıh ve hukuk sahasında da bir uyanma ve çalışma başlamıştır.[10]
HADİS TARİHİ
İslâmî
ilimlerin en eskisi hadis ilmidir[11]:
Hadîs ilmi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la başlayıp zamanla kemâle
ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin, başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler
kaydederek yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü
devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve
parlama gösterememiştir. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin
zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin
sınırlandığı zamanlar da olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi,
şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm´ın parlama
döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini
vermiştir. İslâm´ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten
uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu
demek oluyor: Mü´minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe,
Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.
Araştırmacılar, umumiyetle, hadîs sahasında yapılan çalışmaların mahiyetini göz
önüne, alarak, hadîs târihini başlıca dört safhaya ayırırlar: 1- Tesbit Safhası
2- Tedvin Safhası 3- Tasnif Safhası 4- Tehzib Safhası[12].
Muhammet KARAOSMAN
Doktora öğrencisi
Öğrenci No:12922756
[1] . Ahmed Nedim Serinsu, Esab-ı
Nuzül 2 ders notları.
[2]. İsmail Cerrahoğlu, Kur'an Tarihi, s. 43, Ankara 1988,
D.İ.B.Y.
[3]. Ebü Davud Süleyman b.el-Eşa's, es-Sünen li Ebî Davııd, 61 4604, İst. 1981, Çağrı.
[4] . Maide, 5/67.
[5] . Nahl, 16/44.
[6] . Ebî Abdillah Muhammed
b.Ahmed el-Ensarî el-Kurtubî, el-Cami"li Ahkami'l Kur' an. I/ 39, 2.B,
1945 Mısır, Daru’l Kütübü'l Mısriyye.
[7]. Zerkanî, Muhammed Abdulazim, Menahilu'l- Irfan fi Ulıımi'l- Kur'an, I/31, ts. Kahire, Daru İhyai'l-Kütübü'l- Arabiyye.
[8] . Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/ 146.
[9] . Zehebî, et-Tesîr ve'1-Müfessirün, I/ 141.
[10] . Hayreddin Karaman, İslam
Hukuk Tarihi, İstanbul 1989.
[11] . Hadis nedir, ne değildir, gibi "hadis"le
ilgili teknik açıklamayı usul-i hadisle ilgili bölümde yapacağız. (İbrahim
Canan)
[12]. İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/5.
Dinî İlimlerin omurgasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki ilmî faaliyetler Medine döneminde ve Emevîler devrinin başlangıcında temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştır. İslamî ilimlerin temelini oluşturan Kur’an ve Sünnet ile birlikte bu iki temel kaynaktan hüküm çıkarmayı hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı kökten gelmektedir. İlâhî Kelam olan Kur’an’ı açıklamayı hedefleyen Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkez nokta konumundadır. Buna mukabil Tefsir ilmi de Kur’an’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an tefsirinde az ya da çok diğer ilimlere de ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek yadsınamaz bir hakikattir.
Tefsir kelimesi, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir. Tefsir ilmi, teknik bir terim olarak ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu edinene bir bilimdir.
Bu yazım geleneği, bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi’nin (ö. 310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tefsiri’ olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklanmaktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmî-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde, ‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir birikimini bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki müfessirin, Taberî (v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı kategoriye yönelik farklı mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin “sınırsız rey yaklaşımına, sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî Hâtim’in salt bir rivâyet tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih yapmaktan bile kaçındığı” şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur.
Gerek rivâyet tefsiri, gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen klasik tefsirlerde, Kur’an’ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri olarak oluşan Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze’nin sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur.
Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez.
Fıkıh ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı
Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı, bu sözlük anlamını korumakla beraber genelde, Kur’an ve hadis merkezli dini bilgi ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Bu kavram ilim çevrelerinde salt “mükelleflerin yapması gereken (vacib, mübah, haram, mendub, mekruh, sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda gibi) ahkâm bilgisi” olarak genel kabul görmüştür. Tüm bunları açıklamak da fakihin görev ve sorumluluğundadır. Kısaca fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir. Bir başka ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir.[ Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir. Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde kalmıştır.
Sonuç olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.
Hadis ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı
Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir. Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı birçok aslî ilim hadis mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur.
Tefsir İlminde, Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının daha iyi anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir. Şöyle ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden önem arz etmektedir:
Birincisi; Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilâhî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an’ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da;
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına;
“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır.
İkincisi; hadisler aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir.
Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı Kerim’i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.), bu görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.
Netice olarak diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.
Mehmet
İmadettin Türe
İslamî terminolojide genel olarak "ilim" ve
"marifet" terimleriyle ifade edilen bilgi daha ziyade bilen ile
bilinen arasındaki ilişki yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline
bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır.[1]
Vahyin bize ulaştırıcısı olan Hz. Peygamber Efendimiz, açıklayıcısı olarak
Vahyi bir bilgi haline getirdi. İnsanlık için bir işlevin faili olarak
Sahabîler de o bilginin pratik yaşamdaki etkilerinin görünebilir hale gelmesini
sağladılar. Peygamberimizin hayatta olduğu zamanda, bilgiye ulaşmak ve bilgiyi
yorumlamakta hiç bir Müslümanın sıkıntısı yoktu. Tereddüt veya ihtilaf,
Peygamberimizin hakemliğine götürülüyor ve ulaşılan bilgi ve hüküm sayesinde, kimsede
bir şüphe bırakmaksızın sorun ortadan kalkıyordu. Hulefa-i Raşidînin ilk dönemlerinde
de ortaya çıkan ihtilafları, sahabe kendi arasında istişare ile çözüme
ulaştırıyor ve hükme bağlıyordu. Fakat ilerleyen yıllar içerisinde ortaya çıkan
siyasi krizler ve itikadi fırkalaşmalar bu gidişi tamamen değiştirmiştir.
Fetihler sonucu
geniş bir coğrafyada birbirinden farklı ve değişik insan unsurunun ortaya
çıkması ve yaşam tarzından kendilerini konumlandırdıkları siyasî duruşa kadar
farklılaşmanın başlaması yeni bazı meseleleri ortaya çıkarmıştır. Gündelik
yaşamın en basit ayrıntılarından, en önemli itikadî meselelere kadar
halledilmesi gereken sorunlar mevcuttur. Bu geniş coğrafya içerisinde değişik
merkezlere yerleşen fakih sahabeler, artık istişare imkânına sahip değillerdi.
Her farklı yerleşim birimindeki Müslümanların çözülmesi gereken sorunları vardı
ve verilmesi gereken cevaplar bekleme imkânına sahip değildi. Bunun sonucunda
Selef-i Salihînin ve onları takip eden mütekaddimîn bilginlerin minnet ile
anılması gereken gayretleri devreye girmiştir. Onlar Kur’an’ın anlaşılması,
Sünnetin yorumlanması ve fıkhın en hızlı biçimde çözüm üretmesi için bütün
gayretlerini seferber etmiştir.
Usul ve Metot henüz Hz. Ömer’in devlet başkanlığı
zamanında uygulama sahasına konulmuştu. Yargılama metotları da dâhil olmak
üzere tüm Mülkî birimlere, bilgili ve devlet erkini ardında bilen hukuk
uygulayıcılarının gönderilmiş olması onun zamanında başlayan icraatlardandır.[2]
Hulefa-i Raşidînin son dönemlerinde Sahabe ve Tâbiînin ileri gelenleri, belli
merkezlerde öğrencilerine ilmi ve irfanı, hem soyut alandaki, hem de somut
yaşamdaki bilgiyi öğretmeye başladılar.
Sonraki dönemlerde usul üzerine emek veren alimler, İslam
Bilginlerini Mütekaddimîn ve Müteahhirîn grupları olarak ayrı ayrı mütalaa
ederler ve bu ayırım tarih olarak hicrî IV. asrın sonları kabul edilir.[3]
İlk dönem İslam Bilginlerinin genellikle dînî bilginin tamamında söz sahibi
olduğu öne çıkan belirgin hususlardan biridir. İmam Buharî’nin (ö. Hicrî 256)
muhaddis oluşunun yanında fakih yönü de bulunur. Taberî de (ö. Hicrî 310)
müfessir olmakla beraber, aynı zamanda fakihtir. Mezhebinin kendisine
atfedildiği İmam Ahmed b. Hanbel, Fakih ve Muhaddis oluşunun yanında kelam
ilminin konusu olan “Halku’l-Kur’an” tartışmalarında etkili bir söz sahibiydi.
Ebu Hanife’nin (ö. Hicrî 72) Fıkıh Bilgini olarak öne çıkmakla beraber, bir
müsned’i vardır ve akaid ile ilgili olarak “el-Fıkhu’l-Ekber” in müellifidir.
İlk dönem İslam âlimlerinin dinin her sahasında yetkin
sayılmaları ve itibar görmeleri, onlardaki dînî hassasiyetin yanı sıra metot
sahibi olmaları ile de ilgilidir. Onlar bir ayetin mücmelliğini beyan eden bir
hadisi yorumlarken, kıyas ve istihsan delilini kullanırken veya amel-i ehli Medine’yi
göz önünde bulundururken, afaki davranmıyorlardı. Bilginin kaynakları olan
Kur’an tefsirinde, fıkhî bir hükmün istinbatında veya bir rivayet hakkında
kanaat serd ederken daima bir usul takip etmişlerdir. Prof. Dr. Muhammed Ebu
Zehra onların takip ettikleri metodu şu paragraflarda çok iyi özetlemiştir:
“Tabiîler çağını geçip Müctehid İmamlar
devrine ulaşırsak, bu metodların tam bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Bu
devirde istinbat kanunları ile bu kanunların sınırları belli olmuş ve imamların
dilinde açık ifadelerini bulmuştur. Sözgelimi; Ebu Hanife’nin kendi istinbat
metodlarını tayin ederek Kitap, Sünnet ve Sahabilerin icma ettikleri fetvalara,
Sahabiler ihtilafa düştüğü takdirde, bunlardan tercih edeceği görüşe uyacağını,
kendisi gibi birer insan oldukları için Tâbiîlerin görüşlerine her zaman
uymayacağını belirttiğini, belli usulleri olan kıyas ve istihsanı kabul
ettiğini görüyoruz. Hatta talebesi Muhammed b. El-Hasan eş-Şeybânî, Ebu Hanife
için “Talebeleri onunla kıyas konusunda münakaşa ederdi; o, istihsan yapıyorum deyince
kimse kendisine yetişemezdi.” derdi.
İmam Mâlik, Medinelilerin amelini hüccet
sayarken, bunu kitap ve risalelerinde açıkça ileri sürerken, hadis
rivayetindeki şartlarını ortaya koyarken, hadisleri mahir bir sarraf gibi
eleştirirken, Kur’an’ın belirttiği hükme veya dinin kesin kaidelerine aykırı
olan hadisleri reddederken açıkça bir fıkıh usulü kaidesine göre hareket
etmiştir.”[4]
Hicrî II. asır sonlarına doğru tedvinin tamamlandığı
süreçte mütekaddimîn dönem bilginlerin daha sonra gelen neslinin, Temel İslam
Bilimleri olarak kabul edilen Kelam, Tefsir, Hadis ve Fıkıh sahasında usulü de
sistemleştirme faaliyetlerini müşahede ediyoruz. Mesela Tahâvî (ö.hicrî 321)
“Şerhu Meâni’l-Âsâr” isimli eserinde Hanefi fıkhının dayandığı ahkâm
hadislerini derlemiştir. “Ahkâmu’l-Kur’an” isimli tefsiri ve “muhtasar” isimli fürua
dair eserleri de bu faaliyetlerin başlangıç noktasına örnek olabilir.
Bu dönemin önemli özelliklerinden birisi olarak, halkın
dînî bilgi birikiminin çok ileri düzeyde olduğu düşünülebilir. Mesela İbn Cerîr
et-Taberî (ö.hicrî 310) tefsirinde bazı yerlerde zamanının alışkanlıkları ve
örfüne işaret etmiş, günümüzde o dönemi tahlil için bazı ipuçları bırakmıştır.
Dönemin eserleri (ister hadis sahasında olsun- özellikle şerhler- ister tefsir,
ister fıkıh sahası) kapsamlı bir şekilde ele alınınca, fıkıhtaki ve Kur’an ve
Sünnetin yorumlanmasındaki farklılıkların (ihtilafın) izahında, neden ve niçin
sorularına cevap bulabilmek mümkün hale gelmiştir. Böyle kapsamlı bir
fedakârlığı zannımca başka bir kültür sürecinde gözlemlemek oldukça zordur.
Temel İslam Bilimleri
sahasında usul (metodoloji) çalışmalarında sözkonusu edilen bir diğer
ayırım ise, usul ilminin, mütekellimîn ve fukaha metodu olarak
adlandırılmasıdır. Mütekellimîn metodunun özelliği, herhangi bir mezhebin usul
ve kayıtlarından bağımsız olarak, bilginin üretilmesinde takip edilecek kurallar
üzerinde durmasıdır. Mütekellimîn usulü tefsirin içeriğinden Kur’an ilimlerine
kadar, hadis ilimlerinden lafzın siyak ve sibakından anlaşılan bilgiye ve
hukukta istinbat için gerekli her ilim sahası da dahil olmak olmak üzere hedefi
belli olan metodoloji bütünü üzerinde durmaktadır. Çünkü hadislerin kayda
geçirilmesi ve tefsirde ağırlıklı olarak tercih edilen yöntemlerin metodları
büyük ölçüde tamamlanmıştır. Geriye sistemin usul kaideleri olarak
şekillendirilmesi kalmıştır. Belki de İslam Dünyasında bu genel kabul görmüş
olan metodoloji sayesinde, tarihinin parlak zamanlarında çok seviyeli ve
zamanın imkanları göz önünde bulundurulacak olursa çok başarılı bir müzakere ve
tartışma zemini oluşmuştur.
İlerleyen asırlarda bu metodoloji çalışmaları da
yavaşlamış ve mezheblerin kendi içerisinde fetvalarda tercihlerin yapılmaya
başlandığı bir devir başlamıştır. Metodtaki bu durgunlaşma tefsir ve hadis
ilimlerine de etki etmiş ve ilerleyen dönemlerde eskisi kadar etkili ve
kapsamlı eserlerin üretilmesi son derece azalmıştır.
Yakın zamana ait Muhammed Ebu Zehra’nın ictihadın
bölünebilmesi ile ilgili değerlendirmesine işaret etmekte yarar vardır: “İctihad
şartlarını haiz olan kimsenin ictihadı, kayıtsız şartsız ve umumî bir ictihad
mıdır? Böyle bir müctehidin her türlü dînî mesele hakkında ictihad yapması
gerekmez mi? …. Nikâh meselelerinde ictihad yapan kimse, ibadet meselelerinde
başkasını taklit etmez. Keza, ibadet hususunda Müctehid olan kimse, alım-satım
veya nikâh hususunda taklitçi olamaz. İctihadla taklitçilik bir birine zıt olan
ve bir şahısta birleşmesi mümkün olmayan şeylerdir.”[5]
İhtisaslaşmanın kaçınılmaz olduğu günümüzde, ayetin veya hadisin sadece bir
yönüne yoğunlaşan çalışmalar ve eserler hızla artmaktadır. Modern zamanın diğer
bir zorlaması da, Hadiste ve Tefsirlerin satır aralarında dinin kesin
kurallarına uymayan rivayetler bulunduğu için, özellikle hadis başta olmak
üzere islam ilimlerinin büyük bir kısmının ihmal edilebileceği düşüncesidir. Bu
da zannımca bilginin bütünlüğünü zedeleyen en büyük etkendir.
İslam dünyasının bunalım yıllarından yavaş da olsa
uzaklaştığı günümüzde, Türkiye özelinde, bu sahalarda akademisyenlerle beraber
halkın da istifadesine sunulan eserlerdeki üslubun; eskiye işaret etmekten
ziyade günümüzü ve bu zamanın insanının dindarlık algılarındaki oluşumları yansıtan
bir yaklaşımda olması arzu edilir.
[1] TDV İslam Ansiklopedisi C:6 Bilgi
Maddesi
[2] Yrd. Doç.
Dr. İsrafil BALCI, Diplomat ve Devlet Adamı Yönüyle Hz. Ömer,OMÜ İFDergisi,
Samsun 2004, sayı 16, sayfa:198
[3] TDV İslam Ansiklopedisi C:32
Mütekaddimîn Maddesi
[4] Muhammed
Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi terc. Abdülkadir ŞENER, Fecr y.evi, 3.
Baskı, Ankara 1986, s. 18
[5] Muhammed
Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi terc. Abdülkadir ŞENER, Fecr y.evi, 3.
Baskı, Ankara 1986, s. 343
ULÛM-İ HADİS |
ULÛM-İ KUR’ÂN |
USÛL-İ FIKIH |