Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

Ödev    08.04.2013

Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nü mukayeseli okumanızın sonucuna ilişkin raporunuzu 1 Mayıs 2013 hedef tarihine kadar yazınız.



TEFSİR USULÜ

Kur'an-ı Kerim sayısız ilimlerin kaynak bir kitap olduğu bellidir. Herkes ondan kendi kabiliyetine göre faydalanabilir, bizim gayemiz ise Kur’an-ı Kerim’in tefsiri ile ilgili ilimlerdir. Onların sayısı pek çoktur, tefsir usulü kitaplarında da en yaygın ve öğrencinin bilmesi luzumlu olanları kısaca bu kitaplarda sunulmuştur. Bu ilimler Esbabu’n-Nüzûl ilminden başlayıp ayetler arasında Tenâsup (Uygunluk) ve İnsicam (Tutarlılık) ilimlere kadar kaleme alınmaktadır. Bu ilimlerin herbiri, ayrı olarak ele alınmıştır ve farklı eserlere yansıtılmıtır, tefsir usulü ise muhtasar olarak bunları sayıp kısaca açıklamaktadır.   

Bu dünyada her şeyin bir sebebi vardır. burda biz kısaca Tefsir Usulünde hangi ilimlerin yer aldıklarını saymak istiyoruz ki, bu özet kafada onun şemasını oluştursun. Kur’an’-ı Kerim’in âyetleri de bu esasta ikiye bölünmüştür Kur’an-ı Kerim’in tefsirini yapmak ve ondan amel edilecek hükümleri çıkarabilmek için bilinmesi gereken ilimlerin arasında esbeb-i nuzul önemli bir yer almaktadır. El-Vâhidi: “Bu âyetin sebebi nüzûlü bilinmedikçe, onun hakiki manasını anlamak mümkün olmaz” sözleriyle bu ilmin önemini vurgulamaktadır. Nasih ve Mensuh ilmi çok önemli husulardandır, bu meseleyi bilmeden bir kimsenin Allah’u Teala Kitabı’nın yanlış anlamakla birlikte ve Hz. Ali’nin bir şahsa nasih ve mensuhu biliyormusun? sorusuna hayır cevabını alınca “sen kendini de helak ettin, başkalarını da”[1] cevap vermesiyle ilmin ehemiyetini göstermektedir. Muhkem ve Mutaşabih âyetler, Kur’an’da baya tartışma ve tıkanıklara sebep olan konudur. Muhkem olan hüküm verilmesi uygun görülen âyetlerdir, müteşabih ise birçok manaya ihtimalı olup, bu manalardan birini belirlemek için başka bir delile ihtiyacı olan âyetlerdir. Uslubu’l-Kur’an, İcazu’l-Kur’an (lugatta i’caz kelimesi âciz brakmak manasında kullanılır. Bir şeyin benzerini yapmaktan âciz bırakan şeye de mu’cize denir). İslam aleminde farklı asırlarda Kur’an’nın bu eşsizliği ve i’cazı anlatan çok eserler meydana gelmiştir. Kur’an’daki yeminler, kıssalar, tekrarlar, onun misalleri, anlayışında ayrı bir yer alan hakikat ve mecaz manaların kullanılmaları Kitab’ı anlamak için bunların herbirini bilmeyi icab etmektedir. Çünkü hakiki manaların kullanılmasında herhangi bir ihtilaf olmayıp mecazî anlamların ise görüş ayrıkları kendileri belirlemişlerdir. Konuya gelmişken şunu da belirleylim ki, İslam alimlerin çoğu, Kur’an’da mecazın var olduğunu görüşündedir.

Müşkilu’l-Kur’an olsun, Mücmel ve Mübeyyen, Kur’an-ı Kerim’de Sual ve Cevaplar v.s. meselelerin kaleme alınması ve açıklanması Kur’an’ı doğru dürüst anlamk isteyenlere doğru yol ve dürüst yöntem kazandırmaktadır.

FIKIH USULÜ

Müslümanlar tarafından ortaya konulan temel iki ilimdalı vardır, Usulu’d-Din ve Usulu’l-Fıkıh. Bu iki ilmi disiplinin birincisi kelam ilmini, ikincisi de Hukuk Felsefesi denen Fıkıh Usülü limini temsil eder.

Fıkıh hükümler çıkarma, Peygamber (s.a.v.)’den sonra sahabiler herhangi bir fikri ortaya koymak için ilk olarak onun delillerini araştırıyorlarmış. Tabiinler çağında ise yeni olayların artmasıyla ictihada daha da luzum duyulmuş. İctihad ve görüşlerin artmasıyla cevap vermede ve delillerle muamele etmede her alimin kendine ait bir yol, tertip ve usul oluşmaya başlamıştır. Bunun neticesinde bu devirde metodlar açıklığa daha isabetli kavuşuyor, okullar açılıyor ve bunların metodları daha belirgin hale geliyordu. Tabiinlerden sonra Müctehid İmamlar devrine girince bu metodlar tam belirgin bir yola oturduğunu görebilmekteyiz.

Şimdi de, Fıkıh Usulü bir metodoloji, yani fıkhı hükümlerin delilli bir zemin hazırlamasında başvurulan metodları izah eden bir ilimdir. Fıkıh Usulü bir ilim olarak Şer’i delillerden hüküm çıkarma yollarını gösteren kaidelerin mecmuasıdır. Şu şekilde Fıkıh Usulü, ameli boyutunu Şeriat’ın aslını açıklamaktadır, onu tanıtacak yollarını vermektedir. Burdaki geçen açıklamaları Fıkıh ile karıştırmamak gerekir, Fıkıh ve Fıkıh Usulü arasındaki fark, Fıkıh’ın konusu, ayrı ayrı delilleriyle ameli hükümlerdir. Fıkıh Usulü ise hüküm çıkarma metodları üzerinde durmaktadır. Bu asıllardan hareket ederek şunu diyebiliriz ki, fâkihin hüküm çıkarırken doğru yoldan sapmaması için belli metodları kural ederek Fıkıh Usulü’nü bilmesi icab eder.

Netice itibarıyla şunu söyuleyebiliriz ki, bu ilim hukuki terimleri anlamak için sağlam bir metod, derin bir anlayış verir. Onu okuyup öğrenenler, bir yönden esaslı metod diğerden de ölçülere sahip olup hukuki anlayışı arttıran bir ilimdir.

 

 HADİS USULÜ

Allah’u Teala İslam akaidini korumak için kelam ehlini harekete geçirdiği gibi, Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini korumak için de muhaddisleri harekete geçirmiş. Ve bu arada hadislerin toplanmasında raviler ve isnadlar üzerine daha fazla durmak lüzumunu hisedilmiştir. Bu imamlar arasında Şu’be (ö. 160 H.), Malik ibn Enes (ö. 179 H.), Abdullah İbnu’l-Mubarek, Süfyan İbn Uyeyne (ö. 198 H.) vd... Bu imamların her biri, Hicaz, Şam, Mısır, İrak, Yemen ve Horasan dibi farklı bölgelere mensub oldukları için, her birinin hadisleri cem’etmede hadislerin tertip, isnad ve raviler hakkında kendi farklı uslüp ve görüşleri vardı. Hadisçilerin, sahih, zaif ve uydurma hadislerin bir birinden ayırma faaliyetlerini başlatmaları, İslamî ilimlerde önemli direklerden birisi olmuştur. Bundan sonra bir taraftan hadis ilmi meydana gelirken onun arkasından başka bir ilim peşinden gelmiştir.

Hadis ilmi iki kısma ayırılmıştır: birincisi rivayet, ikincisi de dirayet yönüdür. Rivayet dalı hadis ilminin konusu, Hazreti Peygamber (s.a.v.)’e isnad edilen söz, fiil ve takrirler, zabıt ve rivayetleri içermektedir. Dirayet dalında ise rivayetinin hakikatını, şartlarını, çeşitlerini, hükümlerini, ravilerin hal ve şartlarını ve merviyatın sıfatları gibi incelemeleri içermektedir. Bundan anlaşılmaktadır ki, birincisi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinin kaydedilmesi, ikincisi ise kaytedilen ve rivayet edilen hadislerin sıhhatını araştıran bir ilimdir. Bundan dolayı ikincisi olmadan yani hadislerin tenkid ve araştırmasını yapıp sahih olanlarını sahih olmayanlardan ayırmaksızın onların sadece kaydedilmesi fayda sağlar ama tam olarak net ve hükümlerde kullanışlı olamaz. Bu sebeple, dirayet yönünden hadis ilmi denildiği zaman, dirayete dayanan bir ilim anlaşılır. Hadislerin rivayetleri, şartları, ravilerin şartları, onların ahvallerden bahseden ilme de Usulu’l-Hadis veya Mustalahu’l-Hadis denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda kitap haline getirilmiştir.

 

KAYNAKÇA

1.      İsmail CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü, ANKARA ÜNİVERSİTESİ Yaynevi, Ankara 19

2.      Abdulkadir Şener, Fıkıh Usulü, FECR Yaynevi, Ankara 1986.

3.      Talat KOÇYIĞIT, Hadis Usulü, ANKARA ÜNİVERSİTESİ Yaynevisi, Ankara 1993.



[1] El-Burhan, II/29.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

 

FIKIH TARİHİ SÜRECİ    

FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI

 

1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.

Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.

 

2- Sahabe Dönemi

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.

Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.

Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.

Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.

 

3- Tabiun Dönemi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.

Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.

Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.

Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.

a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.

c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

 

4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması

İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.

 

5- Taklid ve Duraklama Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.

Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.

Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir..

6- Kanunlaştırma Dönemi

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

 

 

FIKIH İLE FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK

Fıkıh ilminin konusu, mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiille­rin hükümleridir. Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf, hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri, tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir. Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini zikreder.İşte, Usûlcü  mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır.

HADİS TARİHİ VE USULÜ

Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.

HADİS İLİMLERİ
Hadis ilimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayet-il-hadis gelir. Bu ilim dalında hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde ulaşıp ulaşmadığı araştırılır. Dirayet/Rivayet ikilisi bir bakıma kalite/kantite ikilisine benzer. Mesela tek bir kanaldan gelen dirayeten güçlü bir hadisin, bir kaç kanaldan gelen yani rivayeten güçlü gözüken bir hadisden daha sahih olması pek ala mümkündür.

Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar.

Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir.

 

HADİS İSTİLAHLARI
Her ilim dalının bir terminolojisi olduğu gibi hadis ilimlerinin de istilahları vardır. Hadis istilahları anlaşılmadıkça hadis usulü de anlaşılamaz. Hadis istilahları çok sayıda olduğu için aşağıda sadece bir kısmına temas edilecektir:

Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir.
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.

Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde değerlendirilir.
"Sika" da iki şart aranır: Adl ve zabt. Adl ravinin hadisi bozmadan rivayet eden dürüst bir müslüman olması, zabt ise hafızanın kuvvetli olması özelliğidir.

Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır.

Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var:

Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim:

Tirmizi (ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler:
"Yahya b. Main ilk benim önümde oturduğu zaman bu hadisi sordu. Ben de Hammad b. Seleme bize tahdis etti (diyerek hadisi edaya başladım) Yahya dedi ki keşke defterinizden rivayet etseniz? Ben de defterimi getirmek üzere kalktım. Elbisemden tuttu ve önce bana (hafızanızdan) yazdırın. (Defteri getirmeden önce) tekrar size kavuşamamaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine hadisi yazdırdım, sonra çıkıp defterimi getirdim ve ona (hadisi) okudum."

Muhaddislerin, ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu sözleri ile işaret etmektedir:
"Bu ilim, yani hadis ilmi dindir. Artık dininizi kimlerden aldığınıza dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde Rasulullah (sav) şöyle buyurdu diyenlerden yetmiş zat gördüm ki her hangi birisine beytü'l-malı teslim ederseniz yine emin sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiç birisinden ahz etmedim. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn-i Şihab-i Zühri gelince hepimiz kapısına koşup üst üste yığılırdık."

HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI

Sıhhat yönünden:

Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir:
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması)
- Bütün ravilerin sika olması
- İllet ve şazlık bulunmaması
Bu son şartın araştırılması zor olup, bunda ancak Buhari gibi büyük hadis mütehassısları derinleşebilmişlerdir. İllet ve şazlık olması durumu, ilk bakışta hadisin sened ve ravi yönünden sağlam gözükmesine rağmen, metin veya senedde gizli bir bozukluk olması halidir. Eğer muallel (illetli) veya şaz ise hemen zayıf hadis mertebesine iner.

Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir.

Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir.

Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır.

Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler.

Sahibi yönünden:

Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir.

Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.

Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.

Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir.

Senedde uzunluğu yönünden:

Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.

Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır.

Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür.

Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü:

Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır.

Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir.
Hadisde metin ve sened tenkidi:

 

 

Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:

- Metin tenkidi
- Sened tenkidi

Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır.

Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır.

Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır.

 

HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI
Hicri ilk asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet ediliyordu. Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların kendi lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride kalması gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiin hazeratının ve onlardan sonraki muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz davranmalarına yol açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce, haftalarca süren yolculuklara çıktılar.

Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir.

Hadis kitaplarının türleri:

Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır:

Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir.

Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir.

Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru
Ahmed b. Hanbel'in müsnedidir.

Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır.

Kütüb-ü Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der:
"Hadis rivayeti mevzuunda daha çok bilgi almak isteyen Tirmizi'nin camiine, sadece ahkam hadisleri isteyen Ebu Davud'un sünenine, fıkhi babların mükemmel sıralanışını görmek isteyen İbn-i Mace'nin sünenine müracaat etmelidir. Nesai'nin süneninde ise bu meziyetlerin bir çoğu bulunmaktadır."

Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır.

Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır.

 

SONUÇ

Hadis ilmi dünyada yalnızca müslümanlara has bir ilim olup tarihçilere parmak ısırtmış, bu ilmi değersiz göstermek isteyen müsteşrikleri de bir çok sıkıntılara sokmuştur. Dünya tarihinde, peygamberimizden başka, hayatı ve risaleti, bütün ayrıntıları ile ve çok titiz metodlarla günümüze kadar ulaşan başka hiç bir şahsiyet yoktur. Bu sebeple, hadis ilmi müslümanların medar-ı iftiharları olup aynı zamanda sünneti bize ulaştırdığı için ona sahip çıkmak, onun metodolojisini, bize bıraktığı muhteşem ilmi mirası sonraki nesillere aktarmak vazifemiz olmalıdır.
Hadislerden bahsederken de, uluorta ve kulaktan dolma şeyleri değil, muteber kitaplardan aldığımız hadisleri söyleyerek, ilmimiz az da olsa, sünnete aşık, mesuliyetini müdrik bir müslümana yaraşır titizlik gösterilmelidir.
Ayrıca, muhaddislerin hadis rivayeti ve metin/sened tenkidi metodlarından bugünkü haber alma/verme ve değerlendirmede öğreneceğimiz bir çok dersler vardır.

FİKRET AKMAN

ÖĞRENCİ NO:12912768

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


HADİS / FIKIH / TEFSİR/ TARİHİ, HADİS / FIKIH / TEFSİR/ USULÜ

HADİS / FIKIH / TEFSİR TARİHİ

A.    HADİS TARİHİ

Hadîslerin, Hazreti Peygamber devrinden itibaren, İslâm Dininin bir gereği olarak, kazandığı büyük değere paralel bir şekilde rivayetini, rivayetindeki gelişmeyi, çeşitli tehlikeler karşısında onları koruma görevini yüklenen hadîsçilerin faaliyetlerini, tedvin ve tasnifini, inceleyen ilime Hadis Tarihi denilir.

Hadis ilmi, üçüncü Hicrî asrın sonunda bütün konuları ile teşekkül et­miştir. Her ne kadar, bu konuları içine alan kitapların telifi bir müddet daha gecikmiş olsa bile, usûl ve kaidelerin, tabir ve tariflerin birinci asrın sonundan itibaren hadîs imamları arasında kullanılması, ikinci asırda ise, hiç bir kayda tâbi olunmaksızın münakaşa edilmesi, bu ilmin bir hayli erken bir devirde teşekkül ettiğini gösterir. [1]

            Hadis Tarihinin konuları belirlemek ve sınırlamak mümkün değildir. Ancak kısa bir değerlendirmeye yazılabilecek kadar Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT Hocamızın Hadis Tarihi kitabından ana başlıklara değinmeye çalışalım.

                

HADİS TARİHİNİN GENEL KONU BAŞLIKLARI

1.   HADİS İLMİNİN KAYNAĞI

2.   HADİSLERİN YAZILMASI

3.   HADÎSİN İLK KAYNAĞI: SAHABE

4.   SAHABE DEVRİNDE HADÎSLERİN YAYILMASI

5.   HADÎSTE VA’Z HAREKETLERİ

6.   CERH VFT TA'DÎL HAREKETİNİN DOĞUŞU

7.   HADÎSİN TEŞRÎÎ DEĞERİ ÜZERİNDE MÜNAKAŞALAR

8.   HADİSLERİN TEDVİN VE TASNİFİ

 

 

B.     FIKIH TARİHİ

 

Yeryüzünü güzel bir saray şeklinde yapan elbette ki, burada oturacakların içtimaî şartlarını da temin etmiştir. Bilhassa irade sa­hibi olan insanların, insanca yaşayabilmeleri için onlara temel ka­ideler göndermiş, bu temel kaideler, anayasa hükmünü taşımış­tır. Anayasaya dayanarak Peygamberler ve Onların ümmeti içindeki âlimler ceza kanunu, medenî kanun gibi kollarda hukuk nizamını ge­liştirmişlerdir. Fıkıh Tarihi, beşerî kanunların, anayasaların-fıkhın- oluşumunu ve tarih boyunca geçirdiği evreleri irdeleyen, inceleyen bir ilimdir.

 

FIKIH TARİHİNİN GENEL KONU BAŞLIKLARI

1.    FIKIH İLMİNİN KAYNAĞI

2.    FIKIH KAİDELERİNİN YAZILMASI

3.    FIKHIN İLK ZUHURU

4.     FIKIH KAİDELERİNİN TASNİF EDİLMESİ VE MÜSTAKİL İLİM OLMASI

5.   FIKIH İLMİNİ ASIRLARA GÖRE TEMSİLCİLERİ(MEZHEPLER)


C.      TEFSİR TARİHİ

Tefsir kelimesi terim olarak ise: "Müşkil olan lafızdan murâd edilen şeyi keşfetmektir" şeklinde tarif edilmiştir. Bir ilim olarak ele alındığı zaman da tefsir: "İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nispetinde Allah'ın murâdına delâlet etmesi bakımından Kur'ân metni­nin içerdiği manaları ortaya koymak"[2] demektir. Tefsir Tarihi de Efendimiz (S.A.S)’in zamanından başlamak üzere sahabe ve tâbiûn dönem dönemleri ile devam eden ve günümüze kadar gelen tefsir hareketlerini ve ekollerini tarihi seyri içerisinde ele alan bir ilim dalıdır.

 

TEFSİR TARİHİNİN GENEL KONU BAŞLIKLARI

1) HAZRETİ PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR

(a)     Kur'ân-ı Kerîm

(b)     Hz. Peygamber

2) SAHABE DEVRİNDE TEFSİR

(a)  Bu Devirdeki Tefsir Kaynakları

(b)  Sahabenin Tefsir İlmindeki Yeri

(c) Tefsir İlminde Şöhret Kazanan Sahabiler

(d) Sahabenin Tefsirdeki Metodu

(e)  Sahabe Tefsirinden Örnekler

3) TABİÎLER DEVRİNDE TEFSİR

4) ABİÎLER DEVRİNDEN SONRAKİ TEFSİR HAREKETLERİ

5) GÜNÜMÜZDE ÇALIŞILAN TEFSİRLER

 

HADİS / FIKIH / TEFSİR USULÜ

A.    HADİS USULÜ

Muhaddisler Hz. Peygamber’in Sünnetini korumak için harekete geçmiş ve ilk defa, cerh ve ta'dil imamları, hadîs râvileriyle isnadlar üzerinde daha fazla durmak lüzumunu his­setmişlerdir. Bu imamların her biri, Hicaz, Şâm, Mısır, Irak, Yemen ve Horasan gibi muhtelif beldelere mensûb oldukları için, her birinin hadîs cem'inde, bu hadîslerin tertip ve tanziminde, isnad ve râviler hakkında kendilerine hâs görüşleri bulunuyordu. Hafıza ve zabt yönünden derecelere ayırarak tasnif ettikleri râvilerin rivayetleri olan hadîsler de, kendilerine hâs tâbirlerle isimlendirilmişti. Hadîsçilerin, sahîh hadîsi, zayıf ve uydurma olanlarından ayırmak için başlattıkları bu yoğun faaliyet, İslâmî ilimlerin inşasında atı­lan ilk ve en önemli adım olmuş, bunun neticesinde, bir taraftan Hadîs İlmi zuhur ederken, bunu diğer İslâmî ilimler takip etmiştir.

Hadîsçiler, hadîs ilmini, rivayet ve dirayet yönünden iki kısma ayırmışlardır. Rivayet yö­nünden hadîs ilminin konusu, Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerin bilinmesi, zabtı ve rivayetidir. Dirayet yönünden hadîs ilmi ise, rivayetin hakikatini, şartlarını, çeşitlerini, hükümlerini, râvilerin hal ve şartlarını ve rivayet edilmiş haberlerin sınıflarını inceleme konusu yapmıştır. Bu tak­simden de anlaşılmaktadır ki, birincisi, Hazreti Peygamberin hadîslerinin zabt ve rivayetinden ibaret olduğu halde, ikincisi, zabt ve rivayet edilen hadîslerin sıhhatini inceleyen, sahîh olanlarla zayıf olanları birbirinden ayırmayı gaye edinen bir ilimdir. Hadislerin sıhhatli bir şekilde nasıl ve ne şekilde kullanılması noktasında bizlere yol gösteren ilim Hadis Usulüdür.

 

HADİS USULÜNÜN GENEL KONU BAŞLIKLARI

1.        HABERLER VE HABER ÇEŞİTLERİ

2.        SÜNNET, HADİS, HABER

3.        MÜTEVÂTİR HABERLER

4.        ÂHÂD HABERLER

5.        SIHHAT YÖNÜNDEN HABER ÇEŞİTLERİ

a)  MAKBUL HABERLER

b)  MERDÛD HABERLER

6.        İSNÂD

7.        HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ

a)      SAHABÎLER

b)      TABİİLER

8.      RÂVİLERDE ARANAN ŞARTLAR

9.      HADÎS RÂVİLERÎNÎN CERH VE TA'DÎLİ

10.    HADÎS RÂVÎLERÎNİN ÂDÂB VE ERKÂNI

11.    RÂVÎLERİN ÎSÎM, KÜNYE VE LAKABLARI

12.    HADÎS RİVAYETİ VE ŞARTLARI

 

B.     FIKIH USULÜ

"Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usûlü'l-fıkıh denir.[3]Öteden beri insanlığın hukuk ve hukuk kuralları üzerinde zihin yormasına karşılık, hukuku ilk defa bir "ilim" olarak ele alma şerefinin Müslüman bilginlere ait olduğu hususuna, değerli araştırmacı Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah ısrarla işaret etmektedir.

FIKIH USULÜNÜN GENEL KONU BAŞLIKLARI

1. FIKIH USULÜNE DAİR GENEL BİLGİLER

2. ŞER'İ HÜKÜMLERİN DELİLLERİ

a)  KİTÂB

b) SÜNNET

c) İ C M A'

d) K I Y Â S

3. ŞER'İ DELİLLERDEN ÇIKARILAN HÜKÜMLER

4. TEKLÎFÎ VE VAD'Î HÜKÜMLERİN NEVİLERİ

5.KAYNAKLARDAN HÜKÜM ÇIKARMA (İSTİNBAT) METODLARI

6. İCTİHAD VE TAKLİD

 

C.     TEFSİR USULÜ

 

Kur'ân'ın anlaşılmasına ve yorumlanmasına yardım­cı olmak maksadıyla belli yöntem ve metotlar tavsiye eden ilim dalıdır. Kur'ân'ın genel anlatım düzeni içerisinde her âyet, anlaşılırlık bakımından aynı değildir. Onların bazıları kolayca anlaşıldığı gibi, bir kısmının anlaşılması için âyetlerin lafzî anlamlarının yanında nüzul ortamlarının, icaz yönlerinin ve içerdikleri sanatların bilinmesine de ihtiyaç vardır. İşte bu konuda insanın yardımına koşan en yakın bilim dalı, "Tefsir Usûlü İlmi" dir.

 

TEFSİR USULÜNÜN GENEL KONU BAŞLIKLARI

1.KUR’AN’IN ANLAMI VE TARİFİ

2. VAHY

3.AYET

4. SURE

5.KUR’AN’IN YAZILIŞI, CEM’İ VE TEKSİRİ

6.KUR’AN İLİMLERİ

7.TEFSİR TARİHİ

 

 

HADİS / FIKIH / TEFSİR/ TARİHİ, HADİS / FIKIH / TEFSİR/ USULÜ DEĞERLENDİRMESİ

1. Hadis metinlerinin Fıkha ve Tefsire ana malzeme olduğunun farkına vararak değerlendirmeme Hadis Usulü ve Hadis Tarihi ile başlamak istiyorum. Hadis metinlerinin Hz. Peygamber’den ve sahabilerden nakledilirken sıhhatli ve düzgün bir şekilde kayıt altına alınması, tasnif ve tedvinlerinin yapılması işi ile meşgul olan Hadis Usulü başlangıçta adeta Hadislerin zayıf ve haberlerin de mevzu’ olanları konusunda rafine görevi görmüştür.

2.   Hadis Usulü ve Hadis Tarihi Tefsir ilminin yararlanabilmesi Hadislerin sebebi vürûdlarını nakletmiştir. Bu arada zikredilen olaylar ile ilgili olarak sebebi vürûd ve tefsir rivayetlerinin tasnifi olarak olmasa da  tarihsel bazda ayrımını yaparak tefsircilere ilmi bir çalışma bırakmışlardır.

3.   Tedvin edilmiş Hadisler İslam Fıkhının temel, asli kaynaklarından ikincisidir. Hatta Hadis Tarihinde zikredilen tasnif dönemi eserlerin tasnifatına konu olan fıkhî eserler kaleme alınmıştır.

4.  Farklı tariklerden gelmiş olan veya ahad hadis dediğimiz yolla ulaşan hadisler mezhepler bazında farklı içtihatların yapılmasına yol açmıştır. Belki de hem Kur’an’ı hem de Hadisleri anlamlandırmada çok büyük etkiye sahip olan bu bakış açısını kazandırmıştır. Farklı görüşlere destek olmanın bir başka yönü de Hadis usülcülerinin bir hadis üzerindeki farklı değerlendirmeleri de göz önünde tutulmalıdır.

5.  İbadat ve muamelata dair bilgileri toparlayan Fıkıh Usulü kendine birinci kaynak Kur’an’ı; ikinci kaynak olarak ta Hadisi tercih etmektedir. Bu şu demek oluyor ki Müslüman toplumların şekillenmesinde Usulu Fıkıh İlminin yön vericisi adeta Hadislerdir. Burada şuna da değinmek gerekir; Fıkıh Usulü Hadislerden yararlanırken elbette Hadis Usulü ilminin koymuş olduğu kıstaslara uyan hadislerin tercihini yapmaktadır.

6.  Tefsir Usulüne kaynak teşkil eden esbab-u nüzul rivayetleri genel anlamda Hadislerden oluşmaktadır. Hadislerin düzenli bir şekilde kayıt altına alınması demek öncülük ettiği ilimlere sağlam kaynak olması anlamına gelmektedir.

7.  Tefsir ilminde yararlanılan hadisler ve rivayetler vardır, bunların esbab-u nüzula mı ait olduğu veya tefsir rivayetleri mi olduğu hakkında Hadis Usulü devreye girmektedir. Bu ayrımlar sağlıklı ve sistemli bir şekilde tespit edilirse yorum yanlışlarına değerlendirmelerine girilmez.

8.  Fıkıh Usulu mezhepsel anlamda yaşanan farklılıklarda kendisine destek kuvvet olarak tefsir ilmini göstermektedir. Tefsir ilminin bakış açılarını kendisine pencere yapan Fıkıh ekolleri, Tefsir İlminin lugavi değerlendirmelerinden, kıraat farklılıklarından ve müfessirlerin farklı çıkarımlarından bolca istifade etmektedirler.

9.  Tarih ilimleri elbette doğal ve kronolojik olarak usul ilimlerinden sonra ortaya çıkmıştır. Hangi alanda olursa olsun bir ilmin tarihi sistematik olarak ortaya çıkmışsa o ilmin tarihi seyrini verecektir. Hadis/ Tefsir/ Fıkıh ilimlerini tarihi de aynı şekilde usul ilimlerinden sonra meydana gelmiş birer ilimdirler. Bu ilimlerin tarihi seyrini veren ve bu seyir esnasında başlangıçtan günümüze(yazıldığı zaman) kadar ki evresini anlatmaktadır. Usul ilimleri de adeta tarih ilimleri sayesinde bir aynaya bakma fırsatı yakalamış olacaklardır.

10. Tefsir ve Fıkıh İlimleri içerisinde kendisine bolca yer bulan Hadisler gündelik hayatta daha fazla kullanılmakta ve adeta ihtisas alanı olan mevkide yer bulmaktadır.

11.Adeta birbirine girmiş girift bir halde olan bu ilimler birbirlerinin ayrılmaz parçaları gibidirler. Bu ilimler birbirlerine öylesine ihtiyaç halindedirler ki adeta birbirlerinin olmazsa olmazlarıdır.

12.  Tefsir için Kur’an bir konu iken Fıkıh için şer’i kaynaklardan biridir.

 

ŞABAN YILMAZ

Doktora Öğrencisi



[1] Koçyiğit, TALAT, Hadis Tarihi, s. 8 TDV yay. 1998

[2] ez-Zerkânî, Menâhilu'l-irfân ft ulûmi'l-Kur'ân, Mısır ts., I, 471; ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, Mısır 1396/1976, I, 15.

[3] ŞA’BAN, Zekiyyuddin, İslam Hukuk İlminin Esasları, s.27 TDV Yay.2000


0 Yorum - Yorum Yaz


 MURAT CAN   /NO:12912777   YÜKSEK LİSANS

DERS;TEFSİR RİVAYETLERİNE GÖRE KUR’AN’IN NÜZUL ORTAMI

  Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü

Okumasının değerlendirilmesi

 

Yüce Allah’ın halife olarak yarattığı insanoğlu yaratılış gayesini unutup şeytan’a, nefsine ve hevasına uyup ahlaki, imani ve insani değerlerini yitirip cehaletin, haksızlığın, zulmun, zulmetmenin bataklığında yüzmeye başlayınca, Rahmeti bol yüce mevla mağfiretinin tecellisi olarak insanlara yol gösterici Peygamberler, kitaplar gönderip onlara hidayete, kurtuluşa giden yolları gösterip açıklamıştır.

    Hz. Peygamber (S.A.V.) de bunlardan birisi ve sonuncusu idi. Ashab her konuda ona başvuruyor, sıkıntılarını, sorunlarını Onun ve vahyin ışığı altında halledip çözüme kavuşturuyorlardı. Allah Rasülü’nün Rafiki âlâya irtihalinden sonra Ashab bu yöntemi kendi arasında uygulamaya devam etmiştir. İslam topraklarının genişleyip deyişik millet ve kültürlerle karışıp kaynaşınca sorunlar ve çözümler farklılaşmış, bunun sonucu olarakta genelde şifahi olarak tevarüs edip yayılan işlami ilimler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır. Tefsir tarihi ve usulu, Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu bu ilimlerdendir. Her biri kendi sahasında özel bir konuma sahip olmakla beraber gaye ve amaca bakınca her üçününde hedefinin aynı olduğu anlaşılmaktadır.

Tefsir’in Doğuşu

Tefsir’in ortaya çıkışı Hz. Peygamber (S.A.V.) ile başlamaktadır. Onun ashabına yapmış olduğu Kur’ani hakikatler, tamamen onları irşada yöneliktir. Bunu da bazı vesileler ile gerçekleştiriyordu.

1-    Ayet okuyarak tefsir etmesi

2-    Ashaba soru sorarak tefsir etmesi

3-    Sözünü delillendirmek maksadıyla tefsir etmesi

4-    Sahabilerin soru sorması üzerine tefsir etmesi

Allah Rasülü’nün Tefsir Yönemi

1-Mücmelin teybini

2-Mübhem’in tafsili

3-Mutlak’ın takyidi

4-Müşkil’in tavzihi

Hz. Peygamber (S.A.V.)in Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını tefsir etti diye islam âlimleri arasında ihtilaf olmuştur.

Sahabe Tefsirinin Özellikleri

1-Yaptıkları açıklamalar mübhem, garip,müşkil ve mücmel lafızlar ile sınırlı idi.

2-Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.

3-Aralarında tefsir ihtilafı olsada bubir çeşitliliktir çelişki deyildir.

4-Ahkâm âyetleri ile ilgili âyetlerde ictihade fazla rastlanmaz.

5-Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi nakil yolu ile yapılıyordu.

Tefsirde en meşhur sahabiler Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Kab ve Hz.Ali

Tâbiûn dönemi

Bu dönem yefsir yöntemi sahabe dçnemi ile aynı olmakla beraber bazı özellikleri ile onlardan ayrılırlar. Bunlar

1-Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.

2-Görüşlerin delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.

3-Şiirle istidlal edilmiştir.

4-Bazı konularda Ehli kitaba başvurulmuştur.

5-Ekolleşmeler ve tefsir okulları ortaya çıkmıştır.

6-Bu dönemden sonra Tefsir müstakil bir ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.

Hadis Tarihi ve Usulü

Hadis ilminin konusu; hadisleri nakleden raviler ve bu raviler tarafından nakledilen Peygamberimiz’e dair rivayetlerdir.

Hadis ilminin amacı;hadislerin makbul olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.

Hadis ilmi ve hadisle ilgili faaliyetler rivayet ve dirayet olmak üzere 2 ye ayrılır.

HADİS İLMİNİN ÖNEMLİ ALT DALLARI

Hadis Tarihi

Hadisi tarih biliminin ölçütleriyle ele alır. Türkçe yazılan ilk hadis tarihi kitabı İstanbul üniversitesi İlahiyat şubesi hocalarından İsmail Hakkı tarafından 1924’de yazılmıştır.

İlk müstakil Türkçe eser Ankara üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmış olduğu ve ilk baskısı 1977 ‘de neşredilen Hadis Tarihi isimli eserdir.

Hadis Usulü:Hadis ilmi hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.Hadis usulü kitapları Mütekaddimun ve Müteahhirun dönemleri denilen iki dönemde ele alınır. Hadis tarihinde klasik kitapların yazıldığı mütekaddimun dönemi h.4. asrın başına, hatta bazılarına göre sonlarına kadar devam eder. Bundan sonrasına müteahhirun dönemi denir.

Rical İlmi; Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri konu edinmesi sebebiyledir. Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.

Rical ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında olumsuz kanaat, Ta’dil ise; olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.

İlelü’l-Hadis ilmi; İlal Arapça, sebep hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur. Hadis ilmin de illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür gizli kusur taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.

Ğaribü’l-Hadis İlmi; Hadis ilminde Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı anlaşılır.

İhtilafül-Hadis İlmi; İhtilaf Arapçada iki veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.

Usûlü’l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi

  Allah Rasülü (S.A.V.) Sahabe ve Tabiînden sonra, İslâm’a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunun sonucunda fıkıh usûlü ilmi  hicrî ikinci asırda doğmaya başladı. Fıkıh usûlü, fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı.

   Usûlü’l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm’in nakline göre İmam Ebû Yusuf’a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî’nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî’nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişlerdir.

Usûlü’l-fıkıh sahasında eser yazan alimler iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.

a- Mütekellimîn metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.

b- Hanefî metodu: Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer’î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.

Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. daha kolay anlaşılması için usulcüler yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Muhammed Ebu’z-Zehra, Abdulkerim Zeydan ve Zekiyuddin Şâban’ın usûlleri burada zikredilebilir. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman’ın İmam Hatib okulları için hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar’ın hazırladığı usûl de zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir.

Usûlü’l-Fıkhın Konusu

Usûlü’l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar. Usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.

Usülü I-Fıkıhın Gayesi

Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer’î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer’î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer’î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Bununda yolu usulü fıkhı ve onun kaidelirini bilmekten geçer.

  Sonuç olarak; Tefsir tarihi ve usulu, Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu hakkında verilen özet bilgiden de anlaşılacağıüzere her biri müstakil birer ilim olmakla beraber  her biri diyerine muhtaçtır. Birbirlerinden istifade etmektedir. Müctehid hüküm koyarken bu üç ilimden de yararlanır. Delillerini onların ilkelerine göre ortaya koyup fikrinin ve ortaya koyduğu hükmünün doğruluğunu isbata çalışır. Bu İslâmi ilimlerin asılda bir olduğunun ve hedeflerinin aynı olmasındandır. İslâmi ilimlerin her birini müstakil düşünmek ve ona göre fikir üretmek yanlış hatta telâfisi çok zor olan sonuçlara götürebilir. Bunun idrakinde olan oryantalistler, İslâmi ilimlerin içerisine kendi bozuk fikirlerini sokmak için bu üç ilimden müstağni lafızların zahirine bakarak akli, felsefi, modern ve çağa uygun bahanesi ile İslâm’ın ruhuna aykırı yeni fikirler üretmektedirler. İslâm âlimleri güncel meselelere çözümler ararken, geleneğe bağlı olarak orijinal çıkış yolları aramalıdırlar.

 

 

 

 

 

 

 

Kaynakça 

1-Muhsin DEMİRCİ. Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 11. Baskı

2- Muhsin DEMİRCİ. TefsirUsulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 18. Baskı 2012

3-Talat KOÇYİĞİT. Hadis Usulu T.D.V.Y. Ankara 2003 Yayın No:251

4-Hadis Tarihi ve Usulü Açık öğretim Fakültesi Yayını No:1111

5-Abdülkerim ZEYDAN. El-Veciz fi usulil fıkh 1.baskı Müessesetür Risale Lübnan-Beyrut


0 Yorum - Yorum Yaz


 MURAT CAN   /NO:12912777   YÜKSEK LİSANS

DERS;TEFSİR RİVAYETLERİNE GÖRE KUR’AN’IN NÜZUL ORTAMI

  Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü

Okumasının değerlendirilmesi

 

Yüce Allah’ın halife olarak yarattığı insanoğlu yaratılış gayesini unutup şeytan’a, nefsine ve hevasına uyup ahlaki, imani ve insani değerlerini yitirip cehaletin, haksızlığın, zulmun, zulmetmenin bataklığında yüzmeye başlayınca, Rahmeti bol yüce mevla mağfiretinin tecellisi olarak insanlara yol gösterici Peygamberler, kitaplar gönderip onlara hidayete, kurtuluşa giden yolları gösterip açıklamıştır.

    Hz. Peygamber (S.A.V.) de bunlardan birisi ve sonuncusu idi. Ashab her konuda ona başvuruyor, sıkıntılarını, sorunlarını Onun ve vahyin ışığı altında halledip çözüme kavuşturuyorlardı. Allah Rasülü’nün Rafiki âlâya irtihalinden sonra Ashab bu yöntemi kendi arasında uygulamaya devam etmiştir. İslam topraklarının genişleyip deyişik millet ve kültürlerle karışıp kaynaşınca sorunlar ve çözümler farklılaşmış, bunun sonucu olarakta genelde şifahi olarak tevarüs edip yayılan işlami ilimler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır. Tefsir tarihi ve usulu, Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu bu ilimlerdendir. Her biri kendi sahasında özel bir konuma sahip olmakla beraber gaye ve amaca bakınca her üçününde hedefinin aynı olduğu anlaşılmaktadır.

Tefsir’in Doğuşu

Tefsir’in ortaya çıkışı Hz. Peygamber (S.A.V.) ile başlamaktadır. Onun ashabına yapmış olduğu Kur’ani hakikatler, tamamen onları irşada yöneliktir. Bunu da bazı vesileler ile gerçekleştiriyordu.

1-    Ayet okuyarak tefsir etmesi

2-    Ashaba soru sorarak tefsir etmesi

3-    Sözünü delillendirmek maksadıyla tefsir etmesi

4-    Sahabilerin soru sorması üzerine tefsir etmesi

Allah Rasülü’nün Tefsir Yönemi

1-Mücmelin teybini

2-Mübhem’in tafsili

3-Mutlak’ın takyidi

4-Müşkil’in tavzihi

Hz. Peygamber (S.A.V.)in Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını tefsir etti diye islam âlimleri arasında ihtilaf olmuştur.

Sahabe Tefsirinin Özellikleri

1-Yaptıkları açıklamalar mübhem, garip,müşkil ve mücmel lafızlar ile sınırlı idi.

2-Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.

3-Aralarında tefsir ihtilafı olsada bubir çeşitliliktir çelişki deyildir.

4-Ahkâm âyetleri ile ilgili âyetlerde ictihade fazla rastlanmaz.

5-Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi nakil yolu ile yapılıyordu.

Tefsirde en meşhur sahabiler Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Kab ve Hz.Ali

Tâbiûn dönemi

Bu dönem yefsir yöntemi sahabe dçnemi ile aynı olmakla beraber bazı özellikleri ile onlardan ayrılırlar. Bunlar

1-Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.

2-Görüşlerin delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.

3-Şiirle istidlal edilmiştir.

4-Bazı konularda Ehli kitaba başvurulmuştur.

5-Ekolleşmeler ve tefsir okulları ortaya çıkmıştır.

6-Bu dönemden sonra Tefsir müstakil bir ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.

Hadis Tarihi ve Usulü

Hadis ilminin konusu; hadisleri nakleden raviler ve bu raviler tarafından nakledilen Peygamberimiz’e dair rivayetlerdir.

Hadis ilminin amacı;hadislerin makbul olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.

Hadis ilmi ve hadisle ilgili faaliyetler rivayet ve dirayet olmak üzere 2 ye ayrılır.

HADİS İLMİNİN ÖNEMLİ ALT DALLARI

Hadis Tarihi

Hadisi tarih biliminin ölçütleriyle ele alır. Türkçe yazılan ilk hadis tarihi kitabı İstanbul üniversitesi İlahiyat şubesi hocalarından İsmail Hakkı tarafından 1924’de yazılmıştır.

İlk müstakil Türkçe eser Ankara üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmış olduğu ve ilk baskısı 1977 ‘de neşredilen Hadis Tarihi isimli eserdir.

Hadis Usulü:Hadis ilmi hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.Hadis usulü kitapları Mütekaddimun ve Müteahhirun dönemleri denilen iki dönemde ele alınır. Hadis tarihinde klasik kitapların yazıldığı mütekaddimun dönemi h.4. asrın başına, hatta bazılarına göre sonlarına kadar devam eder. Bundan sonrasına müteahhirun dönemi denir.

Rical İlmi; Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri konu edinmesi sebebiyledir. Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.

Rical ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında olumsuz kanaat, Ta’dil ise; olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.

İlelü’l-Hadis ilmi; İlal Arapça, sebep hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur. Hadis ilmin de illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür gizli kusur taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.

Ğaribü’l-Hadis İlmi; Hadis ilminde Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı anlaşılır.

İhtilafül-Hadis İlmi; İhtilaf Arapçada iki veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.

Usûlü’l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi

  Allah Rasülü (S.A.V.) Sahabe ve Tabiînden sonra, İslâm’a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunun sonucunda fıkıh usûlü ilmi  hicrî ikinci asırda doğmaya başladı. Fıkıh usûlü, fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı.

   Usûlü’l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm’in nakline göre İmam Ebû Yusuf’a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî’nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî’nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişlerdir.

Usûlü’l-fıkıh sahasında eser yazan alimler iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.

a- Mütekellimîn metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.

b- Hanefî metodu: Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer’î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.

Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. daha kolay anlaşılması için usulcüler yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Muhammed Ebu’z-Zehra, Abdulkerim Zeydan ve Zekiyuddin Şâban’ın usûlleri burada zikredilebilir. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman’ın İmam Hatib okulları için hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar’ın hazırladığı usûl de zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir.

Usûlü’l-Fıkhın Konusu

Usûlü’l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar. Usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.

Usülü I-Fıkıhın Gayesi

Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer’î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer’î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer’î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Bununda yolu usulü fıkhı ve onun kaidelirini bilmekten geçer.

  Sonuç olarak; Tefsir tarihi ve usulu, Hadis tarihi ve usulu, Fıkıh tarihi ve usulu hakkında verilen özet bilgiden de anlaşılacağıüzere her biri müstakil birer ilim olmakla beraber  her biri diyerine muhtaçtır. Birbirlerinden istifade etmektedir. Müctehid hüküm koyarken bu üç ilimden de yararlanır. Delillerini onların ilkelerine göre ortaya koyup fikrinin ve ortaya koyduğu hükmünün doğruluğunu isbata çalışır. Bu İslâmi ilimlerin asılda bir olduğunun ve hedeflerinin aynı olmasındandır. İslâmi ilimlerin her birini müstakil düşünmek ve ona göre fikir üretmek yanlış hatta telâfisi çok zor olan sonuçlara götürebilir. Bunun idrakinde olan oryantalistler, İslâmi ilimlerin içerisine kendi bozuk fikirlerini sokmak için bu üç ilimden müstağni lafızların zahirine bakarak akli, felsefi, modern ve çağa uygun bahanesi ile İslâm’ın ruhuna aykırı yeni fikirler üretmektedirler. İslâm âlimleri güncel meselelere çözümler ararken, geleneğe bağlı olarak orijinal çıkış yolları aramalıdırlar.

 

 

 

 

 

 

 

Kaynakça 

1-Muhsin DEMİRCİ. Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 11. Baskı

2- Muhsin DEMİRCİ. TefsirUsulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 18. Baskı 2012

3-Talat KOÇYİĞİT. Hadis Usulu T.D.V.Y. Ankara 2003 Yayın No:251

4-Hadis Tarihi ve Usulü Açık öğretim Fakültesi Yayını No:1111

5-Abdülkerim ZEYDAN. El-Veciz fi usulil fıkh 1.baskı Müessesetür Risale Lübnan-Beyrut


0 Yorum - Yorum Yaz


Tefsir-hadis-fıkıh usulleri ve ususlu’d-din BAĞLAMINDA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ SORUNUNA MUKAYESELİ BİR BAKIŞ

sIDDIK baysal, dOKTORA

Bu terkiple anlatılmak istenen bilgi evreninde üretilen klasik veya çağdaş her bilginin köken itibarıyla bir, ihtisas alanları arasında sağlam bağların ve sistemler arası bilgi akışını sağlayan düzenli aktların bulunduğu, geçirgen, sistematik ve bütünlüklü bir yapının üyesi olduğudur. Şu halde bilgi olmaklık hüviyetini haiz hiçbir veri, sahaya öylesine serpiştirilmiş, dağınık ve benzerleri de dâhil olmak üzere diğer bilgi türlerinden tamamen kopuk, entelektüel nüveler değildir. Zira terkipteki “bütünlük” öğesi, “tümün” bütün yapısal ve işlevsel hususiyetlerini içine alan tekil bir yapıya delalet eder. Bu durumda “bilginin bütünlüğü” terkibini, tüm bilgileri orijin bakımından tek bir asla göndererek tanımlamaya ek olarak zaman içindeki tüm görüngü ve vecihlerini de içine alan külli ve sistematik bir epistemoloji şeklinde tanımlayabiliriz. 

Orijinin tekliği meyanında yukarıdaki tanımı tatbik edersek, Temel İslam Bilimlerinin temel metinlerin tespit ve yorum biçimlerini temsil ettiklerini, dolayısıyla o metinlerden çıkıp sahaya yayılan damarlar olduklarını söyleyebiliriz. Tarihsel öncelik sonralık, ardıllık gibi kronolojiye ilişkin gerçeklikler de temel kaynakların ardından bu ilimlerin birer disiplin olarak teşekkül ettiğini gösterir ki bu sözü edilen ilimleri köken itibarıyla zaman bakımından daha önceki bir kaynağa göndermeyi mantıken gerekli ve mümkün; kendilerinden sonraki vakalara nispet etmeyi ise muhal kılar. Biraz daha nesnel ifadelerle, bu ilimler tedvin edildikleri devirlerde, kuramsal bir bilgi sistemi halinde birden bire ve anlamsız bir şekilde ortaya çıkmamışlardır. Muktezayı halin, yani bireysel ve toplumsal ihtiyaçların neticesinde, yine o halin gerektirdiği evreler boyunca hayatın tedavülü ve tarihin devinimiyle mütenasip bir seyir içinde gelişerek tedvin çağına gelmişlerdir. Bir ilim olarak istiklale vakıf oldukları saatten geriye doğru gittiğimizde bu ilimlerin aralarında köken birliğinin var olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz.

Nitekim nüzul döneminde, lügat anlamlarıyla gündelik hayatta kullanılan fıkıh, hadis, tefsir vb. lafızların sistematik bilgilere delalet eden terim anlamlarıyla kullanımlarının tedvin çağına tekabül ettiği muhakkaktır. Örneğin ayetlerde kapalı kalan ifadelerin basit düzeyde izahına yönelik girişimler manasında tefsir sözcüğünün ve gerekse Kur’an metninin literal manasının yanı sıra hikmet ve esprisini de bilmeyi ifade edecek manada fıkıh tabirinin erken dönemlerde kullanıldığını biliyoruz. Ancak bu yorumsama çabalarına ilişkin bilgilerin konu ve metot bakımından henüz o dönemlerde ayrışmadıkları, hatta birbirlerinin içine geçmiş vaziyette bulunduklarını belirtmek gerekir. Örneğin tefsire veya fıkha müstenit ifadeler hala nakil düzeyindeydiler ve hadis ilminin içinde telakki ediliyorlardı. Kelamdan söz etmek içinse henüz çok erkendi. Yukarıda da değinildiği gibi bu ilimler tedvin döneminde teşekkül etti ve kuşku yok ki bu ilimlere ilişkin usullerin teşekkülü de eşzamanlı bir sürecin ürünüydü. 

Yazıyla sabit bir metin olması hasebiyle Kur’an’ın lâfzî, fizikî ve lügavî olarak gelecek nesillere nakledilmesi rivayet kültürünü gerektirmeyebilirdi. Evet, hafızlar tarafından hıfzedilen ayetler, indikleri anda yazıya geçiriliyordu. Hatta çoğunluğunu vahiy kâtiplerinin oluşturduğu bir zümrenin özel Mushafları dahi vardı. Yine de tarih aksi yönde tecelli etti. Yazılı nüshalara rağmen erken dönmede Kur’an, toplum katmanlarında genellikle yazıyla değil de şifahi nakillerle yayıldı. Bu uygulama basit bir prosedür değildi. Teknik açıdan Kur’an’ın tabi olduğu tevatür formunda nakil, rivayet kültürünün varlık biçimlerinden sadece biriydi ve daha sonraları bu yöntem ziyadesiyle hadiste istihdam edilecekti. Dahası hadis ilmi rivayete ilişkin umdelerini temel metnin oluşumu esnasında O ümmi Nebi (sav)’in talim ve terbiyesinde ilk nüvelerinin verildiği bu gibi tatbikat ve talimatlarından alacaktı.[1]

Nihayetinde rivayetler geçmişin bilgisini taşıyan bilgi öbekleri halinde düşünce evrenimizdeki hususi yerlerini aldılar. Ancak bu yolla nakledilen bilgilerin hem şekil hem de esas itibarıyla, yine bu yolun muktezasına cevap verebilecek yöntemlerle test edilmesi gerekiyordu. Bilginin güvenilirliğini özneler düzeyinde temsil eden son derece sağlam ve titizlik gerektiren bir tenkit ilkesi olarak “cerh ve ta’dil” gibi kavramlar entelektüel hayatımıza ıstılah düzeyinde işte tam bu safhada girdi; ancak pratik olarak zaten meri idiler. Örneğin erken dönemde, Kur’an’ın cem’i hadisesinde vahiy metinlerinin yazılı halleri tek başına yeterli bulunmamış, o metni kimin getirdiği, hangi kanallardan ve hangi süreçlerden geçerek aldığı, hatta dini ve ahlaki, sosyal ve iktisadi muameleleri ne biçimde yürüttüğü gibi metinle doğrudan alakası olmayan harici hallere dahi bakılmıştı.

Netice itibarıyla tarihte özgün vakası olan ve tarihsel gerçekliği ihmal etmesi mümkün olmayan bu metin, nakil noktasında da gerçek zamanlı hikâyelerin sözel formlarına, yani rivayetlere ve o formları taşıyacak gerçek öznelere, yani râvîlere ihtiyaç duymaktaydı. Aksi halde sosyal mesnetten yoksun, boşlukta oluşmuş, bu yüzden de tecrübe edilmemiş tarih dışı, hayalî bir metin olarak tarihin arşivinde kalırdı. Cerh ve tadil ilkesi onun sağlam yöntemlerle ve güvenilir nakil araçları ile çağlara intikalini temin ediyordu. Böylelikle İslami bilginin nakline ve nesnelliğine ilişkin bir usül olarak aslında kendinin de ait olduğu bilgi havzasının zemini sağlamlaştırıyordu.

Kur’an gerçek bir tarihin içinden geçerek gelmekteydi, son derece hakikiydi ve vakıayla reel irtibatı vardı. Dolayısıyla, sırf dilbilimsel yorum faaliyetleri ile maksatlarının tam olarak anlaşılması mümkün değildi; teşekkül sürecine de vakıf olmak gerekiyordu. İşte tam da bu noktada devreye kaynak metinlerin teşekkülü ile çağdaş başka özneler giriyordu ki sahabe ismi ile anılan bu öznelerin içtihat ve yorumları gerek tefsir, gerek fıkıh, gerekse kelam için ilk mesabesinde vahyin tatbikini tahkiye eden orijinal rivayetlerdi ve bu rivayetlerden bir yorumsama tekniği/usül üretilebilirdi. Peki, onların bilgisine güvenlikli bir şekilde nasıl ulaşılacaktı?

Buradaki boşluğu tarih/siyer ve hadis ilmi doldurdu. Hadis mecmualarında ve bir kısım rivayet tefsirinde geçen pek çok rivayet, temel metinlerin nüzul asrında Rasulullah tarafından, ardından Sahabe tarafından nasıl işlendiğini göstermekteydi. Bu dönemde kaynak metinlerin ilk yorumları oluştu. Kur’an ve Sünnete ek olarak sahabe rey ve içtihadı da artık referans metin hüviyetini kazanıyordu. Takip eden nesillerce aynı şekilde anlaşılmış olmalıdır ki ilk neslin rivayetleri bilhassa rivayet tefsirlerinde hadislerle birlikte mütalaa edilmişti.  

Tefsirin görevi ayetleri nüzulle eşzamanlı olarak ilk muhatapların anladıkları gibi anlamaya çalışmaktı. Bunun için dilbilimin yanı sıra tarihin de bilgisine ihtiyaç vardı. Söz konusu bilgi hadis külliyatında ve tarih kitaplarında mevcuttu. Üstelik hadis ilgili malumatı ham halde bırakmamış, tenkite tabi tutarak güvenilirliğini test etmişti. Hadis usûlü, rivayete dair umdeleriyle ve tarihsel süreçlere tanıklığıyla nakle dayalı bilginin işlenme yöntem ve kaidelerini belirliyor, Kur’an dâhil bütün kaynak metinleri tanımlıyordu. Fıkıh ve Kelamsa “Sebebin hususiliğine rağmen, lafzın umumi olabileceği”[2] prensibine dayanarak ilahi metni sebebinden bağımsız umumi bir metin olarak telakki edebiliyordu. Bu bağlamda Kur’an’ı saf metin olarak, dil ve mantık kurallarıyla, nass, zahir, mücmel, mübeyyen, âmm, hâss, mutlak, mukayyet, hitabın mana ve konusu, lahne’l-hitab, hitabın delili, nesh ve koşulları, çok anlamlılık, eş anlamlılık ve zıt anlamlılık gibi durumlar, Arap dil enstrümanları (dilbilim, etimoloji, morfoloji, linguistik, semantik, retorik ve semiyotik), kontekst/siyak-sibak, lafzın zihne mütebadiren doğan anlamı; hakikatin mecaza, umumun hususa, mutlağın mukayyete, istiklalin idmara takdimi, te’hire dair bir karine bulunmadıkça kelamın orijinal tertibini esas almak gibi karinelere bağlı kalınarak okunuyordu. İşbu karineler her ne kadar farklı ihtisas alanlarında farklı hiyerarşiyle takdim edilseler de genel espri itibarıyla müşterek olarak istihdam ediliyordu.

Bundan ötürü farklı sahalarda kaleme alınmış usül kitaplarında farklılıklara rağmen ortak bir terminolojiye ve vücûh ve’n-nezâir, hakikat-mecaz, muhkem müteşâbih, kıraat, esbâb-ı nüzul, nasih-mensuh, kıssalar, siyer, rivayetler ve bunun gibi müşterek temalı konu başlıklarına rastlanır. Bu durum aynı temel kaynakların yorumsanmasına ilişkin usullerin konu bütünlüğü dolayısıyla pek çok noktada kesişmek durumunda olmasındandır.



[1] Basit bir örnekle hadislerin yazılmasının nüzul döneminde yasaklanması, “bana taammüden yalan isnat eden cehennemdeki yerini hazırlasın.” şeklindeki ifade rivayet kültürünün disiplinsiz hareket etmesine mani oluyordu.

[2] Hafız Celaluddin Abdurrahman es-SUYUTİ, el-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Daru ibn Kesir, Dımaşk 1996, c. II, s. 95-96

ordu. <�� <o���HE�>

 

[2] Hafız Celaluddin Abdurrahman es-SUYUTİ, el-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Daru ibn Kesir, Dımaşk 1996, c. II, s. 95-96 


0 Yorum - Yorum Yaz

esbabı nüzul II    05.05.2013

Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nün mukayeseli değerlendirmesi

Kur’an’ı gereği gibi anlamak, başta Hz. Peygamber (sav)’in açıklamaları olmak üzere, kıraat vecihleri, Sahabenin izahları, Arap dili, nüzul sebepleri ve daha pek çok hususu bilmeye bağlıdır

Âlimler, Kur’an’ın doğru anlaşılması için vazgeçilmez olan bu ilimleri Sahabe döneminden başlayarak belli bir tedricî gelişim içinde sistemleştirmiş ve uzun yıllar, hatta yüzyıllar süren gayretler neticesinde İslâmî ilimler bu günkü sistematiğine ulaşmıştır.

Tefsir ilmi 

Hz. Peygamber (sav), vahyin kendisine yüklediği tebliğ görevine paralel olarak vahyi “beyan” görevini de yerine getirmiştir. İşte bu “beyan” görevi, aynı zamanda Kur’an’ın ilk ve bağlayıcı tefsirinin Hz. Peygamber (sav) tarafından yapıldığı anlamına gelmektedir.

Müfessirler, gerek Hz. Peygamber (sav)’in açıklamaları, gerekse Kur’an’ın anlaşılması için zaruri olan diğer disiplinlerden istifade ederek Tefsir ilmini oluşturmuş ve bu sahada ölümsüz eserler bırakmışlardır. Tefsir ilminde yukarıda zikrettiğimiz hususlar yanında Sahabe görüşleri ile müsbet ilimler de devreye sokulmuş ve böylece “rivayet tefsiri” ve “dirayet tefsiri” şeklinde ikiye ayırdığımız tefsir metodu ortaya çıkmıştır.

Arap dilinin yapısından kaynaklanan bazı durumlarda bir kısım ayetlerin birkaç anlama gelebildiğini, ayetler ve sureler arasında belli bir uyum, insicam ve ahenk bulunduğunu, ayetler arasındaki nasih-mensuh ilişkisini, ayetlerin delalet şekilleri ve gramatik özellikleri gibi daha pek çok meseleyi Tefsir ilmi sayesinde kavrayabiliyoruz.

Hadis ilmi

Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sav), Kur’an’ın yönlendirmeleri doğrultusunda hayatın her alanını kucaklayan evrensel bir önderlik ve örneklik ortaya koymuştur. İtikadî ilkelerden, birey ve toplum hayatına ve edep/ahlâka kadar İslâm dininin çerçevelediği bütün hususlar Sünnette en ideal şekliyle ortaya konmuştur. Müminler, bizzat Kur’an’ın direktifleri doğrultusunda Hz. Peygamber (sav)’e uymakla ve hayatı O’nun örnekliğinde yaşamakla mükellef olduğuna göre şunu söylemek zorundayız: Allah Tealâ’nın bizden istediği hayat tarzı, ancak Hz. Peygamber (sav)’in ortaya koyduğu pratiği izlemekle mümkündür.

Yukarıda da söylediğimiz gibi Kur’an’ın, Hz. Peygamber s.a.v.’e yüklediği “beyan” görevi sebebiyle O’nun açıklamaları olmadan Kur’an’ın Murad-ı İlahî’ye uygun olarak anlaşılması mümkün değildir.

Hz. Peygamber s.a.v.’in hangi konuda ne söylediği ve neyi nasıl yaptığı ancak Hadis rivayetlerinin belli bir ilmî disiplin çerçevesinde ele alınması ile öğrenilebilir. Dolayısıyla Kur’an’ın hakkıyla anlaşılması, Sünnet’in hakkıyla anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır.

Kelam/Akaid ilmi 

Amellerimizin ve yaşantımızın makbul ve ebedi kurtuluşumuza sebep olabilmesi, hiç şüphesiz sahih/doğru bir inanca/itikada sahip olmamıza bağlıdır. Kısaca “Amentü” cümlesi ile formüle edilmiş olan itikad ilkeleri İslâm’ın temelidir ve itikad alanı en küçük bir yanlışı kaldırmayacak kadar hassastır.

Hicri II. yüzyılın ortalarından itibaren birçok itikadî fırkanın İslâm dünyasında boy göstermeye başlamasıyla birlikte Akaid/Kelam sahasında yüzyıllar süren ateşli tartışma ve cedel ortamlarının varlığını müşahede ediyoruz.

Ehl-i Sünnet Kelam alimlerinin ortaya koyduğu ölmez eserler sayesinde, sözünü ettiğimiz (Haricîlik, Şia, Mu’tezile, Cebriye… gibi) bid’at fırkaların görüşleri tesirsiz hale getirilmiş ve etkileri kırılmış, böylece Ümmet’in günümüze kadar sırat-ı müstakim üzere yürümesi sağlanmıştır.

Fıkıh ilmi 

Kur’an ve Sünnet’in bizden istediği hayat tarzının yaşanması, öncelikle bu iki kaynağın doğru biçimde anlaşılmasına bağlıdır. Bu “doğru anlama” faaliyeti ise sistemli ve bilinçli bir gayreti gerekli kılar. Ulema bunun için, “anlama metodu” demek olan Usul-i Fıkıh ilmini ortaya koymuş, bu ilmin kriterlerini ve ilkelerini belirlemiştir.

Burada iki yönlü bir faaliyetin varlığı dikkat çekmektedir: Birincisi, Kur’an ve Sünnet nasslarının yapısı, hitap şekilleri, doğrudan ve dolaylı anlatım tarzları ile hükümlere delalet biçimleri üzerindeki çalışmalardır. İkincisi ise hakkında belli ve özel bir nass (ayet, hadis) bulunmayan hususlarda nasıl hareket edileceğini belirleyen ilkelerin tayinidir.

Daha sonra bireysel ve toplumsal alanlara tekabül eden nasslardan Usul-i Fıkıh ilmi doğrultusunda hüküm çıkarma faaliyeti gelir ki, “Fıkıh ilmi”nin iştigal sahasını bu nokta oluşturmaktadır.

Kur’an’ın ihtiva ettiği “ahkâm ayetleri”nin nasıl anlaşılması gerektiği, mesela “şunu yapın” tarzındaki emirlerin kesin vücubiyet mi, yoksa teşvik mi ifade ettiği; keza “şunu yapmayın” tarzındaki yasakların haramlık mı, yoksa daha hafif bir sakındırma mı ifade ettiği ancak Usul bilgisi ve Fıkıh melekesi ile bilinebilir.

İlgi çekici bir örnek zikredelim: “Kur’an’da yer alan bütün emirler farziyet ifade eder” dense; Bu tesbit doğru kabul edildiğinde, “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için” (Bakara, 187) ayetinde yer alan emir ifadesi gereğince, sahur yemeği yemenin farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa sahur yemeğinin farz olmadığı herkesin malumudur.

Sonuç 

Şurası bilinmelidir ki, İslâm alimlerinin bütün bu ilim dallarında ortaya koyduğu birikim, tesadüfen oluşmuş ya da tarihin belli bir döneminden sonra kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Bu ilim dallarının her biri, temel metot ve hareket tarzlarını Hz. Peygamber (sav)’in, ashabına yönelik yönlendirme ve uygulamaları oluşturmuştur. Bu itibarla söz konusu ilim dallarının her birinde gördüğümüz hoca-talebe ilişkisi, kesintisiz biçimde Sahabe’ye ve onlar vasıtasıyla Hz. Peygamber (sav)’e kadar uzanır.

Dolayısıyla bu ilim dallarının her biri, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eden alternatifsiz vasıtalardır. Onlar olmadan Kur’an’ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması da yaşanması da mümkün değildir. “İslâm akıl dini değil, nakil dinidir” şeklindeki söz de ancak bu şekilde doğru bir zemine oturabilir.

Bu ilim dallarında faaliyet göstermiş olan ulema sadece Allah Tealâ’nın rızasını gözeterek hareket etmiş ve O’nun muradını keşfetmenin peşinde olmuştur.

Hadis, peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerinden oluşur. Hadislerin oluşum süreçlerini tamamlayıp amel edilebilir (örneklik teşkil eder) hale gelmesine ise sünnet denir. Sünnet, kaynak olma itibariyle İslam’da ikinci temel kaynak konumundadır. Hadis ilmi, sünnete dönüşme sürecinde, hadisin sübutunu ve güvenirliliğini konu edinir. Hadis ilimleri ile sübutu ve güvenirliliği teyit edilen sünnet, tefsir ve fıkıh ilimleri için, Kur’an’ı yorumlamada ve ondan hüküm çıkarmada temel teşkil eder. Bu açıdan Hadis ilmi, Tefsir ve Fıkıh ilmine kaynaklık eder.

Kur’an’ın açıklanması için geliştirilen disipline Tefsir denir. Tefsir, klasik dönemde, bütün bir dini ilimler silsilesinin bir parçası idi ve bu bütün içinde işliyordu. Tefsir ilmi genel olarak, Kur’an ayetlerinin indirildiği andaki kastedilen anlamını, indiği zaman dilimindeki koşulları, dilin o dönemdeki kullanım ve gramer farklılıklarını ve nüzul sebeplerini göz önünde bulundurarak vermeyi amaçlar. Böylece tefsirde izlenen bu yöntem, Kur’an’ın anlamlarının öznel eğilimlerce farklı anlamlara çekilmesinin önüne geçmiş olur. Bu açıdan tefsir, ayetlere açıklama getirirken hadis, tarih ve dil bilimlerinden yararlanır. Tefsir ilmi Hadis ilminden, peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve nüzul ortamını bilmek açısından, tarih ve dil ilimlerinden de benzer amaçlarla yararlanır.

Tefsir Kur’an’dan elde edilen değerlerin değişik zamanlara taşınması için tek başına yeterli değildir ve Tefsirin Kur’an’ın anlamını anılan yöntemlerle ortaya koymasıyla Kur’an’ın yorumlanması bitmemektedir. Bu açıdan tefsir, aynı kaynaktan beslenen fıkıh disiplininin, elde edilen tefsiri bilgiyi doğru bir şekilde kullanmasına zemin hazırlar. Fıkıh kitap, sünnet ve diğer (icma ve kıyas) kaynakları kullanarak elde ettiği bilgiyle Müslümanların hayatlarında izleyecekleri ameli hükümleri ortaya koyar. Böylece tefsirin ortaya çıkardığı anlamları yorumlamak ve ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh ilmi tarafından gerçekleştirilir. Çünkü tefsirin ürettiği bilginin bir yaptırım özelliği bulunmamaktadır. Fıkıh ilmi, Kur’an’ı anlama sürecini adeta tefsirin bıraktığı yerden devam ettirerek hüküm üretir.

Sonuç olarak Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin gelişimi ile ilgili yaptığımız bu değerlendirmelerden İslam ilimlerinin birlikte bir bütünlük ortaya koyduklarını görmekteyiz. Kur’an, İslam ilimlerinin en başta gelen kaynağıdır. Kur’an’ın doğru anlamlarına ulaşmak için tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise ve onların konuştuğu Arapçaya başvurmak zorundadır. Böylece Tefsir, Hadislerle birlikte İslam’ın en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh ise bu açıklamalarla, Kur’an’ı diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak ele almakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir.

Günümüzde siyasî/ideolojik saiklerle ya da şöhret ve etiket hırsıyla hareket eden birtakım zevatın, Kur’an’ın, bu ilim dalları ve onlara vücut veren ulema olmaksızın da anlaşılıp yaşanabileceği (hatta ancak onları aradan çıkararak doğru biçimde yaşanabileceği) iddiası, bu ilim dallarının mahiyet ve karakteri hakkında bir nebze malumat sahibi olan hiç kimse tarafından ciddiye alınmamaktadır. Ortaya çıkış biçimleri, mahiyetleri ve orijinaliteleri hakkında pek çok şey söylemek mümkün olmakla birlikte bu ilim dalları hakkında oluşturulmaya çalışılan şüphelere karşılık burada bir tek şey söylemeyi tercih edeceğiz:

Acaba Kur’an’ın ilahî koruma altında olması demek, sadece metninin tahriften korunması demek midir? Kur’an ayetlerinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ortada yüzlerce-binlerce farklı yorumun bulunması halinde elimizde, herkesin onu dilediği biçimde anlayıp yorumladığı, metni korunmuş, ama bize ne dediği belli olmayan bir kitap bulunmuş olur.

Elbette Kur’an’ın korunması demek, sadece metninin korunması demek değildir. Aynı zamanda onun murad-ı ilahîye uygun olarak nasıl anlaşılabileceği ve nasıl yaşanabileceği de değişmez ilkelere bağlanmıştır. İşte İslâmî ilimlerin vücut bulduğu nokta burasıdır.

Abdullah BEKİROĞLU

Doktora / No:12922754

 


0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE      

TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ

        Tefsirin Tanımı:

        Kur’ân metninin anlaşılır hale getirilmesi faaliyetine tefsir denir[1]. Tefsir kelimesi Arapçada, izhar etmek, keşfetmek, kapalı bir şeyi açmak anlamına gelen “fesr” veya benzer bir anlam sahip “sfr” kelimesinden türetilmiştir[2]. Tefsir تفسير el-Fesr' masdarından tef'il babında yorumlamak, açıklamak manalarına gelen bir kelimedir[3].

TEFSİR İLMİNİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ:

Tefsir ilminin başlangıcına bakacak olursak, ilk tefsir hareketi Kuran’ın kendi kendini tefsir etmesiyle başlamıştır. Zira Kuran’da bir yerde mücmel olarak zikredilen bir mana, başka bir yerde geniş bir şekilde zikredilmiştir. Bir yerde "Müphem" olarak gözüken bir ayet başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuştur. Kuran’ın Kur'ân’la tefsirinin pek çok misalinden biri İhlas süresindeki “es-samed” lafzının, hemen akabinde gelen (lem yelid ve lem yüled....) ayetlerle tefsir edilmesidir[4].

     Tefsirciler tarafından Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz Peygamber (s.a.v.) olarak kabul edilmiştir. O, Kur’ân’ı yine Kur’ân ile tefsir etmiştir. Bu olayı bizzat kendisi şu ifade ile tespit etmiştir. “Bana kitapla beraber benzeri (olan Sünnet) de verildi”[5].  Ve yine Hz. Peygamber ve Sahabe, Kur’ân-ı Kerim’i hem sözleriyle hem de eylemleriyle tefsir etmişlerdi. Yani Kur’ân’ı yaşanan/reel hayata uyarlamışlardı, onun ahkamını elle tutulur, gözle görülür bir hale getirmişlerdi[6].

Kur'an-ı Kerîmde, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kuran’ı tebliğ ve açıklamakla görevlendirilmiştir. "Ey Resul sana indirileni tebliğ et"[7]. Diğer bir ayette "Biz sana Zikri (Kur’ân’ı) insanlara beyan edesin, açıklayasın diye indirdik" buyrulmuştur[8].

        Bu emirlerden yola çıkarak, Kuran’ı tefsir etmede en büyük yetki ve yeterliliğin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Kuran’ın tefsirinde, Sünnet, bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Sünnet'e o kadar önem verilmiştir ki, Yahya b. Ebî Kesir; "Sünnet, Kuran’a kadî (hükmeden) dir. Kitap ise Sünnet'e kadî değildir," şeklinde konunun önemim anlatan ilginç bir söz sarf etmiştir. Bu söz, Ahmed b. Hanbel'e söylendiğinde "Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat Sünnet, Kitabı tefsir ve tebyin eder, derim" demiştir[9].

      Sahabelerden başta dört halife olmak üzere İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b gibi ilimde şöhret bulmuş[10] kişiler, Hz.Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa ilmi melekelerinin verdiği içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur'ân'ın tümü tefsir edilmemiş ve tefsir ilmi, hadis ilmi içinde bir bölüm olarak yerini almıştır. Meşhur müfessir sahabelere örnek olarak şu isimleri zikredebiliriz: İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b Abdullah İbnZübeyr,Ali b.Ebi Talib,Zeyd b.Sabit,Ebu Musa el-Eş’ari,Ebu Hureyre…

      Tabiin de, tefsirde sahabenin metoduna yakın bir metot takip etmiş, onlar da Kuran’ı Kuran’la, sahabe vasıtasıyla Peygamberden kendilerine ulaşan rivayetlerle, bazen de Ehl-i Kitab'ın semavî kitaplarında geçen fakat Kuran’la çelişmeyen bilgilerle veya bizzat kendi içtihatlarıyla tefsir yapmışlardır. Tabiin döneminde tefsir kitaplarının yazılmaya başladığı rivayet edilmektedir. Bir rivayete göre, Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan, Tabiinden olan Saîd b.Cübeyr 'den (ö.95/ 713) bir Kur'an tefsiri yazmasını istemiş, o da, bunu yazıp, halifeye göndermiştir[11].

            Kuran’ın tamamına ait tefsir çalışmaları ise Hicri II. asrın sonlarında başlamış  Taberî ile tekamüle ulaşmıştır[12]. Bu manada ilk defa kur’anı baştan sona kadar tam tefsir eden kimsenin Mukatil b.Süleyman dır.[13].

         TEFSİR İLMİNİN DİĞER TEMEL İSLAMÎ İLİMLERLE İLİŞKİSİ:

        Tefsir ilmi, Kur’an-ı Kerimi açıklayan bir ilim olarak diğer dini ilimlere kaynaklık eder. Bu açıdan diğer dînî ilimlerin anlaşılmasında tefsir ilminin önemli bir yeri vardır. Aynı zamanda tefsir ilmi de ayetlerin daha iyi anlaşılması konusunda özellikle hadis ilminden, dil ilimlerinden ve tarih ilminden yararlanır. Fakat biz burada konumuz itibariyle yalnızca Hadis ve Fıkıh İlmiyle İlgisi açısından kısaca inceleyeceğiz.

a. Hadis İlmiyle İlişkisi: Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden öneme sahiptir:

1. Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilahî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an-ı Kerim’de, namazın, vakitli olarak farz kılındığı[14] bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekatlarının sayılarını Peygamber Efendimiz (s.a.v.) açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da:

"صَلوُّا كَمَا  رَأ َيْتُمُونِِي أ ُصَليِّ"

 “Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın”[15] buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına:

 “Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.[16]” buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek ki hadis, Kur’an-ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır.

2. Hadisler, aynı zamanda Kur’ân’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt (şart) altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir. Örneğin; Kur’an, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınları açıkladıktan sonra:

"....وَأُحِلَّ لَكُم مَا وَرَاء ذَلِكُمْ....."

 “… Bunlardan başkası size helal kılındı”[17] buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) de: “ Bir kadın; halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızı ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz.”[18] hadisi ile Kur’ân’ın hükmünü tahsis etmiştir.

Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an-ı Kerim’i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) bu görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur’ân’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.

            b. Fıkıhla İlmiyle İlişkisi: Ana kaynağı Kur’ân olan fıkıh, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi, Kur’ân’ın tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli usul ve kurallar dâhilinde inceler; ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar. Bu şekilde, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir biçimde açıklar. Bu inceleme ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler üzerinde yapılan yorumlar fıkhî hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir. Fıkıh ilmi Kuran’ın hukuk ve ibadet ile ilgili ayetlerini yorumlar.

H A D İ S

  Hadis (  الحديث ) veya Hadis-i Şerif; Hz.Peygamber’in değişik olaylar ve sorunlar karşısında veya Kur'an'ın ayetlerini açıklamak için söylediği sözler bütünüdür[19]. Bir başka ifadeyle Hz. Peygamber’in sözlerine ıtlak olunmuş ve O’nunla ilgili bütün haberlere hadis denilmiştir[20]. Diğer bir ifadeyle, Hz.Peygamberin söz, fiil ve takrirlerini bildiren haberlerin tamamı demektir[21].

Hadis ile sünnet kimi bilginler tarafından farklı olarak mütaala edilmesine rağmen çoğu zaman her ikisinin de Hz. peygamberin söz, fiil, ve takrirleri için eş anlamda kullanılması yaygınlaşmıştır.[22]

Sünnetin Kur'ân’dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'ân'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.

          

İslâmî ilimlerin en eskisi Hadis İlmidir.[23] Hadis İlimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayeti’l-hadis gelir. Bu ilim dalında, hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde ulaşıp ulaşmadığı araştırılır.

                     HADİSİN İKİ TEMEL ÖĞESİ: İSNAD VE METİN

1-İsnad / Sened:

İsnad kelimesi Arapça s-n-d kökünden türemiş mastardır. Bir şeyi bir yere dayamak demektir.Hadis ilminde isnad dendiğinde hadislerin başındaki ravi silsilesini gösteren isimlerden oluşan ravi zinciri anlaşılır.Buna sened denir.

Hadis ilminde başında senedi yani isnad zinciri zikredilmeyen hadislere muallâk hadis denir. Hadislerin başındaki senedler bu işlemleri yanında hadisin geçirdiği tarihsel sürecide yansıtırlar.Hadis tarihinde Mutekaddimun dönemi denilen hicri ilk 4 asırda ki kitaplarda hadisler hep ravi zincirleriyle birlikte verilmiştir

 

2-Metin:

Hadiste nakledilen içerik anlamına gelir. İsnad zincirinin peşinden gelen Hz. Peygamber’in sözlerini ve davranışlarını ifade eden kısma metin denir. Çoğulu mütun şeklindedir. Hadis ilminde bir hadisin farklı isnad zincirleriyle gelen her bir kanalına tarik ve vech denir.

HADİSLERİN TOPLANMASI ve HADİS KİTAPLARI 
       

Hicri ilk asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet ediliyordu. Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların kendi lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride kalması gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiinin ve onlardan sonraki muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz davranmalarına yol açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce, haftalarca süren yolculuklara çıktılar.

        Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir.

Hadislerin Tedvini ve Tasnifi. Hadislerin tedvî-nini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gâliyye gibi siyasî fırkaların, H. I. yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir. Muhafazakâr çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkâr etmeleri, rüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevk etmiştir. Özellikle Şia’nın kendi grupları, daha sonra Abbasî hilâfeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslâm aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin İyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvîne taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir. Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz râvilere karşı daha tem­kinli davranmaya, rivayet ettikleri hadis­leri kimden aldıklarını sormaya, bid'atçıiarın rivayetlerinden kaçınmaya sev-ketmiş ve H.I. yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın başlamasından İtibaren Ehl-i sünnefe mensup râvilerin rivayetleri kabul görmüş, ehl-i bid'atın rivayetleri alın­mamıştır. Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından râviler titizlikle takip edilmiş, yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dîl ilmi doğmuş, bunun sonucunda râvilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.[24]

684-705 yılları arasında Emevîler'in Mısır valisi olan Abdülazîz b. Mervân'ın bir mektubu, erken devirlerden İtibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amacıyla devlet adamlarının bile gayri resmî olarak hadis tedvîniyle ilgilendiklerini göstermektedir. Abdülazîz b. Mer-vân, Bedir Gazvesi'ne katılan yetmiş sahâbî ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesîr b. Mürre el-Hadramî'ye yazdığı bu mektupta, Ebû Hüreyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer sahâbîlerden duyduğu hadis­leri yazıp kendisine göndermesini istemektedir. Bu mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülazîz, ileri gelen âlimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvîn işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış âlimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebû Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamberin hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. Ashabın fetvaları­nı sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî, ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülazîz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir. Sahabe tarafından kaleme alınan sahîfeler bir yana, bir tesbite göre H.I. yüzyılın ikinci yarısı ile II. yüz­yılın İlk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir[25].

                                                     FIKIH TARİHİ

Fıkıh (fıkh) kelimesi, bir şeyi derinlemesine bilmek, inceliklerine nüfuz etmek ve tam olarak kavramak anlamlarına gelmektedir. Bu özelliğe sahip kimseye “fakîh” denir[26].

İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

1) Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu) (H. Ö. 13-H. S. 10)Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş tur. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür[27].

Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur[28]”, “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı[29]” ayetleri bu özelliktedir.

Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir[30]” diye cevap vermiştir.

Allah Rasulü (s.a.v.) bir taraftan ashabın fıkhi sorularını cevaplandırırken diğer taraftan da Mescid-i Nebevi’ye bitişik halde inşa ettiği ve İslam’ın ilk üniversitesi kabul edilen Suffe’de onların bir bölümünü fıkhi meseleleri cevaplandırabilecek derecede yetiştirdi, yüksek fıkhi melekeye sahip olanları fetva verebilecek seviyeye getirdi[31]. Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir[32].

Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır: Kolaylık, tedrîc, ve nesih.; kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez[33]” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir. [34].

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş, bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Bu devirde de fıkhın kaynağı Kitap ve Sünnettir. Ashabın içtihatları ve icma’ da delil olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kitap toplanmış, istinsah edilmiş, Sünnet tedvin olunmaya başlamıştır[35].

Ashab içeresinde bir çok şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.

Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır.35 Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.

Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.

Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan  sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.

Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Hz. Ömer’in fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı bir boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanından itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (Tebeü’t-Tâbiîn - Müctehid İmamlar Devri) (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur[36].

Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.

Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz[37].

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem, siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir.

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir.

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.

Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.

                                                                                Zeki  KILIÇ

                                                                                 12922716

 

KAYNAKLAR

 

 el -A'zamî, M. Mustafa,  Çev:  Yavuz, Hulusi, İlk Devir Hadis Edebiyatı, İstanbul, 1993.

ALBAYRAK, Halis, Tefsir Usulü, İstanbul, 2011.

Atar, Fahrettin, “İfta Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, iSTANBUL MÜİFD, 1985, 3.

Buhari,

CANAN, İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 2012

CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Tarihi, Ankara, 1988

DEMİRCİ, Muhsin,Tefsir Tarihi, İstanbul, 2012

CERRAHOĞLU, İsmail, Kur'an Tarihi, , Ankara 1988, D.İ.B.Y.

Darimi, Sünen, I

Ebî Abdillah Muhammed b.Ahmed el-Ensarî el-Kurtubî, el-Cami"li Ahkami'l Kur' an. I/ 39, 2.B, 1945 Mısır, Daru’l Kütübü'l Mısriyye.

 

Ebu Zehra, Muhammed, Çev. Abdülkadir Şener, Ankara,1990.

 

                Kandemir, Yaşar,  TDV İslâm Ansiklopedisi, Hadis, İstanbul, 15.

Karaman, Hayrettin, İslam Hukuku Tarihi, İstanbul, 2012

Karaman, Hayrettin, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, İstanbul,

2010, I.

Karaman, Hayrettin, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul, 2010.

Karaman, Hayrettin, TDV İslâm ansiklopedisi, Fıkıh md, 13.

Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, Ankara, 1988.

KOÇYİĞİT, Talat, Hadis Tarihi, Ankara, 2010.

KOÇYİĞİT, Talat, Hadis Usulü, Ankara, 2010

Müsned, Ahmed b. Hanbel

 

ONAT, H., AYDINLI, O., SÖYLEMEZ,M., (2004), Temel Dînî Bilgiler Ders Kitabı. III.Baskı, İstanbul: Millî Eğitim Basımevi

es-Salih, Subhi, Çev. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İstanbul, 1971.

SERİNSU, Ahmet Nedim, Kur’ân Medir?, İstanbul, 2012.

ŞENER, Abdükadir, İslâm Hukuku Dersleri, İzmir, 1992.

YÜCEL, Ahmet, Hadis Tarihi, İstanbul, 2011

YÜCEL, Ahmet, Başlangıştan Günümüze, Hadis Usulü, İstanbul, 2009

Zehebî, et-Tesîr ve'l-Müfessirün, I

Zeydan, Abdülkerim, el- Medhal, Bağdat, 1967.

 

 



[1] Demirci, Muhsin,Tefsir Tarihi,İstanbul, 2012, s.23

[2]  Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Ankara, 1988, I/17

[3]  İbn Manzur, Lisânu’l-arab, Beyrut1374/1955

[4]  Cerrahoğlu, İsmail, Kur'an Tarihi, , Ankara 1988, D.İ.B.Y. s. 43

[5]  Musned:4/130-133

[6]  Serinsu,Ahmet Nedim, Kur’ân Nedir?, İstanbul,2012, s.13

[7] Maide, 5/67.

[8] Nahl, 16/44.

[9] Ebî Abdillah Muhammed b.Ahmed el-Ensarî el-Kurtubî, el-Cami"li Ahkami'l Kur' an. I/ 39, 2.B, 1945 Mısır, Daru’l Kütübü'l Mısriyye.

[10]  Albayrak, Halis,(1998). Tefsir Usulü,Ankara: Şule Yay., s. 91-93

[11]  Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/ 146.

[12] Zehebî, et-Tesîr ve'l-Müfessirün, I/ 141.

[13] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/ 279-286

[14]  Nisa 4/103

[15] Buhari, Ezan, 10/18

[16] Müsned, Ahmed b. Hanbel, III, 318, 366.                 

[17] Nisa 4/24

[18] Buharî, Kitabü'n-Nikah, 27; Müslim, Kitabü'n-Nikah, 37, 39

 

[19]  Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, Ankara, 2010, s.9-10

[20] Koçyiğit, Talat, Hadis Usulü, Ankara, 2010,

[21] Kandemir, Yaşar, Hadis,  TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 15, s.27

[22]  Kandemir, a.g.e., 15, s.28

[23]  Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 2012, I/5

[24] Kandemir, a.g.e., 15, s.31-32

[25] el-A'zamî, M. Mustafa,  Çev:  Yavuz, Hulusi, İlk Devir Hadis Edebiyatı, İstanbul, 1993

[26] TDV İslam Ansiklopedisi, 13, s.1; Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, Ankara, 1988, s.12; ŞENER, Abdükadir, İslâm Hukuku Dersleri, İzmir, 1992, s.24, Ebu Zehra, Muhammed, Çev. Abdülkadir Şener, Ankara,1990, s.19-20.

[27] Gündüzalp, Yakup, İstanbul, 2000,

[28] Bakara, 217

[29] Maide, 4

[30] Darimi, Sünen, I, 86

[31] Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, Ankara 2010, s.18.

[32] Atar, Fahrettin, “İfta Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, MÜİFD, yıl 1985, sayı 3, İstanbul, 24.

[33] Bakara, 185

[34] Karaman, Hayrettin, TDV İslâm ansiklopedisi, Fıkıh md, 13,s 4

[35] Keskioğlu, a.g.e. s.13

[36] Karaman, Hayrettin, TDV İslâm ansiklopedisi, Fıkıh md, 13/6

[37] Karaman, Hayrettin, İslam Hukuku Tarihi, İstanbul, 2012, 162-165; Keskioğlu, a.g.e. s.13


0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİNİ KOMBİNE OKUMA SONUÇLARI

Tuba YAZICI-Doktora-12922705

Bilgi, bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki, suje-obje ilişkisi kurarak varolanlardan haberdar olma, insan ile evren arasındaki ilişkilerin açıklanması gayreti olarak tanımlanabilir.

İslâmî terminolojide genel olarak el-ilm ve el-ma'rife terimleriyle ifade edilir.

Bilenin, yöneldiği konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla kuşatıp anlamasına ihata, onu tam olarak kavramasına vukuf, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına da rüsuh denilir.

İnsanın doğru, güvenilir, savunulabilir bilgiye ihtiyacı vardır. İnsanın dışındaki her şey, insana, aklına, algılarına, yeteneklerine, tecrübesine, bilgi birikimine, donanımına ve niyetine göre açılmaktadır.

Dinsel bilgiyi, vahyi bilgi ve beşeri bilgi olarak ikiye ayırmak mümkündür.

İslam dini hakkındaki tek vahye dayalı kaynak Kur'ân dır. Hadis ve sünneti de beşeri bilgi içinde mütalaa edebiliriz. İslam düşünce tarihinde bilim ve ilim aynı anlamda kullanılmıştır. 

Müslümanların ondört asırlık birikimleri, kelam, İslam tarihi, İslam mezhepler tarihi, tefsir, hadis, fıkıh gibi disiplinler bilimsel yöntemlerle araştırılıp, eleştirilerek sağlıklı bir din anlayışına ulaşabilmenin yolları aranır.

İslam bilimlerinde bilgi üretmek için pek çok yöntem geliştirilmiştir.

Metin odaklı yöntemi kullanan bilimler, tefsir ilmi ve hadis şerhidir. Metnin ortaya çıktığı anda ifade ettiği anlamı hedeflerler.

Zerkeşi Kadı Şemsüddin’den aktardığı tefsir tanımında, konuşanın muradını bilmenin ancak ondan sözü işitmekle mümkün olacağını, Kur'ân bağlamında bunun Resulullahı işitmekle mümkün olabileceğini belirtmektedir.

Tefsir, ayetlerin indikleri andaki maksud anlamlarını ortaya çıkarabilmek için nüzul ortamını anlatan bütün bilgilere ihtiyaç duyar. İlk başvuracağı kaynak bize bu bilgileri aktaran nakillerdir.

İslam geleneğinde hz. peygamberin Kur'ân ile ilgili açıklamaları, ilk nesiller tarafından Kur'ânın yazılması dışında ayrıca kaydedilmiş, ayetlerden ayrı olarak rivayetler halinde aktarılmışlardır. Kuranı anlamak ve yorumlamak amacıyla bu bilgileri tesbit etmek ve güvenilirliklerini değerlendirerek onları sınıflandırmak için hadis bilimi geliştirilmiştir

Tefsirin dil ve tarih ağırlıklı yöntemi Kur'ân metninin kişisel eğilimler tarafından keyfi yorumlanmasına engel olmuştur. İzlediği bu yöntem sebebiyle hüküm bildiren/ normatif/ kural koyucu bir bilim değildir. Tefsir betimleyici/ deskriptif/ tanımlayıcı bir bilimdir. Onun işlevi sadece Kur'ân’a açıklama getirmekle sınırlıdır. Tefsirin ürettiği bilgiler onlarla amel etmek için değildir. Hüküm bildiren değer kazanması için onun konusuna göre fıkıh veya kelam bilimlerinin süzgecinden de geçmesi lazımdır.

Tefsirin malzemesi, vahiylerin tarihsel bağlamlarını aktaran rivayetler ve dilbilimsel bilgilerdir

Özne odaklı yöntemi kullanan bilimler ise kelam ve fıkıh bilimleridir. Metnin tarihsel anlamını dikkate almakla birlikte, yazılı metnin bugün okuyan kişi için ne ifade ettiği üzerinde dururlar.

Özne odaklı bilgi üretme yöntemlerinden biri olan te’vil, ilk dönemlerde tefsir terimine denk olarak kullanılmıştır. Nesefi’nin ve Beyzavi’nin tefsirinde olduğu gibi. Bunun yanı sıra ikisi arasında fark görenler de çoğunluktadır. Bu fark şu şekilde anlatılır: Rüya görenin rüyasını anlatması tefsir, rüyanın ne anlama geldiğine dair yapılan yorum da tevildir. Şii ve sufi grupların tevili aşırı yorumlarında kullanmalarından sonra tevil ve tefsirin yolları ayrılmaya başlamıştır

Tevil, metni yorumlarken aklı (rey, dirayet) kullanmak, tefsir ise metnin lafzi karşılıklarını vermektir. Maturidiye göre tevil, tefsir gibi mutlak, aşırı lafızcı değil, ucu açık şekilde Kur'ân’ı yorumlamadır. Bu kabilden Hanefi-Maturidi ile Malikiler yoruma ağırlık vererek istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele gibi yöntemleri kullanırlar.

Tevil, bir şeyin ilk haline ulaşmak, metnin ve eşyanın görünen yüzünün ötesine geçmektir. Teville insan bilmediğini öğrenme yoluna düşer, eşyayı yeniden yorumlamaya çalışır. Bu durumda yorum farklılığı ortaya çıksa da, bu çatışma değil, yorum ve düşünce zenginliğidir.

Kaynağı bilgi, kültür ve tecrübe olan tevil, insanı edilgenlikten etken ve açık tepki veren, yorumlayan bir varlık haline dönüştürür.

Bilgi üretmek, yeni bir hükme ulaşmak için hem metin, hem akıl hem de değişen tarihsel şartlar dikkate alınmalıdır.

Özne odaklı yöntemi kullanan İslam alimleri, bazı temel terimler geliştirerek tevili meşru zemine oturtmak istemişlerdir. İctihad, istinbat, kıyas, istihsan (gizli kıyas), istislah, istishab (bir şeyi olduğu hal üzere bırakmak) terimleri bu çerçevede ele alınmış, kullanılmıştır.

İstihsan yöntemi, bilgi üretme sürecinde öznenin etkinliği için tek başına bile yeterli bir örnektir. Bilgi üretmede benzer bir esneklik, ıstıslah ile sağlanır.

Istıslah, nasların kapsamına girmeyen bir meselenin hükmünü belirleme çabasıdır. Peygamberimiz hayatta iken sahabenin karşılaştıkları olayları ona götürmesi, bu olayların vahyin nüzul sebebi olarak gösterilmesi ve ayetlerde anlatılması ıstıslahın pratikte erken dönemlerden itibaren uygulandığını gösterir. İslam düşüncesinin gelişim sürecinde ortaya çıkan aslah, hüsün kubuh, Allahın fiillerinin sebeplere dayalı olup olmadığı tartışmaları da ıstıslah kavramının şekillenmesinde rol oynar.

Kıyas ise hem öznenin yorum alanını genişletme hem de daraltma şeklinde iki zıt işleve sahiptir. Öte yandan Gazali ve Hanefi usulcüler kıyasa deliller arasında değil, delillerin anlaşılmasına yönelik istinbat metodları arasında yer vermişlerdir.

İslamiyetin temel kaynaklarından Kur'ân-ı Kerim, vahye dayalı,  kat’î bilgi kaynağıdır. Kur'ân ın hem anlamı hem de kelimeleri Allah katından gelmiştir.

İslami bilimler Kur'ân ı merkeze alarak gelişme göstermiştir. Aynı zamanda farklı düşünce ekolleri de Kur'ânı en güçlü delilleri olarak ele almışlardır.

Kur'ân’daki ifadeler (delalet), bazen kat’î (açık ve kesin), bazen de zanni (kapalı ve genel) bir bilgi ortaya koyabilir. Zanni ifadeler te’vile açıktır.

İslam bilginleri nakli bir delilin kesin bilgi ifade edebilmesi için sübutu ve delaleti kati olmasını şart koşmuştur. Kur'ân ayetleri ile sübutu kati sayılan mütevatir hadisler, akaid alanında nakli delil kabul edilmiştir.

İslamiyetin temel kaynaklarından “Sünnet, icma, ictihat, örf” beşeri kaynaklar grubuna dahildir. Sünnet Kur'ân’ın mücmelini teybin, mutlakını takyid, umumunu tahsis etmiştir. Hadislerde de ifadeler bazen açık (kati) bazen de kapalı (zanni) olarak nakledilebilir.

İcma: Toplumsal mutabakat. Müslümanlar Kur'ân ve sünnetin delaleti, dindeki emirler ve yasaklar, namaz ve orucun farz, zinanın haram olduğunda icma etmişlerdir.

İcmanın kaynaklığı belli düzeyde bilgi donanımına sahip olması gereken müctehidlerin –bir kişi bile muhalefet etmeden- her birinin fikir birliği içinde olmasına bağlıdır.

Bir konuda icma gerçekleşmişse bu dinde kesin delil olarak kullanılabilir. İcmanın dayanacağı delil (sened) Kur'ân, sünnet, bazı durumlarda da kıyas kabul edilmiştir. İcma için, hz. Ebubekir’in sahabe tarafından halife seçilmesi, hz. Ebubekir’in zekat vermeyenlere savaş açması, Kur'ân’ın toplanması, bir gıda maddesinin malı satıcıdan teslim almadan önce onu satmasına izin verilmemesi örnek olarak verilebilir.

Yine bütün Müslümanlarca günlük beş vakit namazın, Ramazan orucunun, zekat ve haccın farzıyetinde icma vardır.

İctihad: Akıl yürütme. Kitap, sünnet, icma temel alınarak, yeni durum ve olaylara ilişkin islamın görüşü.

Kur'ân ve sünnetteki hükümler sınırlıdır. Müslümanların her geçen gün karşılarına çıkan yeni durumlara İslamiyet açısından hüküm getirmek ictihad ile mümkündür. Zaman ve mekan unsurları, hükmün niteliğini belirleyecek unsurlardandır.

Hz. Ömer’in bir çok uygulamaları, müellefe-i kulubun zekat payının kaldırılması, kıtlık zamanı hırsızlara ceza uygulanmaması, iktisadi şartlardaki değişim sonucu diyet miktarlarında yeni düzenlemeye gidilmesi ictihadla ilgili örneklerden birkaçıdır.

İçtihad çeşitli şekillerde gerçekleşir: Kıyas, İstihsan, mesalih-i mürsele.

Kur'ân, sünnet ve icmada hükmü bulunmayan bir meseleye aralarındaki illet birliği nedeniyle, bu kaynaklardan birinde bulunan meselenin hükmünü vermek anlamına gelen kıyas için, Kur'ân’da şarabın yasaklanması ve nedenini açıklayan ayete göre (Maide, 5/90,91) içildiği zaman aynı kötü sonuçları doğuran alkollü içecekler haramdır hükmü örnek olarak verilebilir.  

İstihsan: İmam Ebu Hanife tarafından geliştirilmiştir. Bir müctehidin bir konuda, onun benzerlerinden verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren (bir nass, icma, zorunluluk, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi) bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermeye karar vermesidir. Bu karar müctehidin kanaatine göre gerçekleşir. Oruçlunun unutarak yiyip içmesi örnek olarak verilebilir.

Mesalih-i Mürsele: Kamu yararı. Dinde insan için gerçekleştirilmesi amaçlanan en genel yararlar (maslahat), dinin, neslin, canın, aklın ve malın korunması gibi durumlardır.

Başka bir ifade ile, üzerinde bir hüküm geliştirildiğinde insanlara bir yarar sağlayan ve bir zararı da gideren durumdur.

Örf: İnsanların çoğunluğunun benimseyip yapmayı alışkanlık haline getirdiği, temel kaynaklara da aykırı olmayan davranışlardır. Kur'ân İslam öncesi arap geleneklerin hepsini reddetmemiş, birçoğunu yeni düzenlemelerle korumuştur. Alışveriş, kira, evlilik, eşler arasında denklik gibi örfü helal, faiz, kumar, kadınları mirastan mahkum etmek gibilerini haram kılmıştır.

Hz. Peygamberden öğrenilen ve bunlara dayalı olarak elde edilen (kelam, mantık, fıkıh usulü) ilimlere İslam bilimleri (İslamî bilimler, Dinî veya Şeri ilimler) denir. İslam düşüncesinde bilimlerin kurumsallaşmasını ve gelenek oluşturulmasını sağlayan eser yazma geleneğinin aşamaları:

1. En kolay ve en basit devredir. Bir görüşün, bir hadisin veya önemli bir sözün müstakil bir sahifede kaydedilmesinden ibarettir.

2. Herhangi bir konudaki benzer görüşlerin veya Hz. Peygamberin hadislerinin bir kitapta toplandığı, tedvin edildiği devredir.

3. Tasnifle zirveye ulaşılan devredir. Görüşler ve yazılanlar sıralanmış, düzenlenmiş, belli konular ve özellikler çerçevesinde dizilmişlerdir. Bu devreye Abbasilerin 1. asrında ulaşılmıştır.

Kur'ân ve sünnetin ilme teşviki, siyasi ve ekonomik iç etkenlerin yanı sıra, Yahudilik, Hıristiyanlık, Yabancı kültürlerden yapılan tercümeler, Yunan felsefesi, Doğu Gnostik Düşünce okulları gibi dış etkenler de İslam bilimlerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır.

Her ne kadar ayet ve hadise dayalı ilimlere nakli ilim adı verilse de, İslam bilimleri denmesi daha uygundur. Bu ilimlerle ilgilenen alimler ilk asırlardan itibaren görüşlerini ispatta naklin yanı sıra akıl ve mantığa dayanmayı da caiz görmüşlerdir. 

Kuranın ameli pratik hayata yönelik kanunlarından fıkıh doğmuş, metafizik penceresinden kelam ortaya çıkmıştır. İslamın yayılması, toplumsal değişme ve gelişme sonucu siyasi, itikadi ve fıkhi mezhepler ortaya çıkmış, geniş bir literatür oluşmuştur. Bu durum her mezhebin kendine has fıkhı, kelamı, tefsiri ve hadis edebiyatının oluşmasıyla sonuçlanmış, İslam bilimlerinin gelişmesine dinamizm kazandırmıştır.

II/VII. Asrın başlarından itibaren özellikle Abbasi halifesi Mansur döneminden sonraki yüzyıl İslam bilimleri açısından Tedvin Asrı olarak adlandırılır. Belli merkezlerde yürütülen tedvin faaliyetleri sonucu, İslam ilimleri sistematize edilmiştir.

Kur'ân ile ilgili ilimlere dini, şeri, nakli ilimler; diğer milletlerden alınan ilimlere akli, hikemi, felsefi ilimler adı verilmiştir. Temel İslam bilimleri olarak görülebilecek disiplinler, kelam, fıkıh, tefsir ve hadistir. Yardımcı İslam bilimleri (dolaylı dini bilimler), mezhepler tarihi, rical tarihi, arap dili ve belagatı, siyer, İslam tarihidir.

Zehebi nin verdiği bilgiye göre H.II. asırda 143 yılından itibaren Müslüman bilginler hadis, fıkıh, tefsir, kelam, lugat ve tarih ilimlerini tedvin etmeye başladılar. Tedvin faaliyetinin başladığı ilk kültür merkezleri; Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemendir.  

Hicri 3. asır tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri hızla gelişti; h. 4. asırda büyük kelam okulları ortaya çıktı.

Hz. Peygamber Kur'ân ın tamamını tefsir etmemiştir. Sünnetin Kur'ân karşısında beyan ve teşri fonksiyonu bulunmaktadır. Peygamberimizin Kur'ân’ı tefsiri, ayeti okuyarak tefsir etmesi, bir ayet hakkında soru sorup açıklamada bulunması, sözünü delillendirmek kastıyla ayeti okuması veya sahabilerin sorusu üzerine açıklama yapması gibi sebeplerle gerçekleşmiştir

 Sahabe tefsirine gelince, hadis usulünde sahabe sözleri ya merfu ya da mevkuf hükmündedir. Sahabe tefsiri ictihad etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı bir alanda, yani ayetlerin nüzul sebepleri, mübhemat’l-Kur'ân, nasih mensuh, nüzul sebebi veya muğayyebatla ilgili ise merfu hükmündedir. Merfu rivayetler sahabenin müşahedesine ya da semaına dayanır.

Merfu haberleri alimlerimiz hüccet kabul etmişlerdir, bağlayıcıdır, delil olarak kullanılır.

Mevkuf haberler ise sahabenin bilgi birikimine dayanan, ictihad etmenin mümkün olduğu alana aittir.

Mevkufun tefsirde kullanımına izin verip vermeme konusunda âlimlerimiz ihtilaf etmişler, cumhur ulemaya göre sahabe tefsiri tercih sebebi olmakla birlikte bağlayıcı değildir.

Sahabe Kur'ânın tümünü tefsire ihtiyaç hissetmedikleri için ayet ayet tamamını tefsir etmemiş, manası kapalı ve zor, garib lafızları açıklamışlar, aralarında çıkan ihtilaf, nev’i ihtilafı olarak kabul edilmiştir. Açıklamaları kendi dönemlerinde tedvin edilmemiştir.

Sahabenin tefsir kaynakları, hz. peygamber, arap dili ve edebiyatı, müşahedeleri, Yahudi ve hristiyan alimleri sayılabilir. Tefsir denince, sahabiler arasında Abdullah b. Abbas ismi öne çıkar. İbn Abbas ve öğrencilerinin özellikle Mücahid’in, rey tefsirinde öncülük ettikleri söylenmektedir.

Tabiun döneminde tefsir ekolleri ortaya çıkmış, zamanın kazandırdığı birikim neticesi tefsirlere daha çok açıklama ve tercihler girmiştir.

Sahabe, tefsiri kendilerine kapalı gelen ayetlerle sınırlı iken tabiler döneminde Kur'ânın bütünü tefsir edilmeye başlandı.

Tabiun tefsirinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhi izahlar, ayetlerden istinbat ve istidlal yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.

İsrailiyat sahabe döneminden daha çok bu devirde tefsire girmiştir. Tabiun döneminde de tedvin gerçekleşmemiştir

Mukâtil b. Süleyman’ın tefsiri, günümüze kadar ulaşan tam tefsirlerin ilki kabul edilir

Tabiinden önce Kur'ân’ı anlama çabaları, bazı tabiinin yazdıkları tefsirler aslında en erken ortaya çıkan İslami ilmin aslında tefsir olduğunu gösterir

Rivayet Tefsiri, ayetlerin tefsirine ilişkin daha çok Hz.Peygamberden, sahabeden ve tabiinden nakledilen rivayetleri bünyesinde toplamakla birlikte müfessirlerin yaklaşımlarına da yer veren tefsirdir. 

Dirayet Tefsiri, Rey Tefsiri de denir, nakilden ziyade akla başvurularak yapılan tefsirdir.  

Hz. Muhammed’den rivayet edilen hadislere merfu, sahabeden rivayet edilenlere mevkuf, Tabiinden gelen rivayetlere maktu hadis veya haber adı verilmiştir.

Hadis tarihi İslam tarihi ile paralellik arzeder. İslamın yükselme döneminde o da yükselmiş, en güzide eserlerini o dönemlerde vermiştir. İslamın duraklama döneminde de duraklamış, orjinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından öteye gidememiştir

Peygamberimiz ve sahabe dönemi,  birinci hicri asrı kapsar. Bu dönem daha çok şifahi rivayetlerin hakim olduğu bir dönemdir.

Hadislerin resmen yazılıp kitap haline konması dönemi ikinci hicri asrı kapsar. Emevilerden Ömer b. Abdilaziz devrine kadar sünnet daha ziyade şifahi rivayetler ile yayılmış, bazı sahabi ve tabiler küçük “sahifeler” yazmışlardı.

Ferdi ve hususi olarak hz. Peygamber döneminde zaten başlamış olan hadis yazımının tedvin safhası Ömer b.  Abdilazizle başlar.

Tedvin döneminde isnad ve metnin incelemesi olmadan yazıya geçirilen karışık hadis malzemelerinin sınıflandırılması hicri 1. Asrın ilk çeyreğinden 4. Asrın ortalarına kadar devam ettiği söylenebilir

Hadislerin sıhhatinin tesbit ve yorumlanmasında ehl-i hadis ve ehl-i rey gibi görüş farklılıkları bulunmakla birlikte 18.yy. sonuna kadar klasik sünnet anlayışı önemli ölçüde devam etmiştir.

İslam dünyasında hadisleri reddeden görüşün marjinal olduğu, büyük çoğunluğun ise hadisler olmadan İslamın doğru anlaşılmayacağı görüşünü benimsediği görülmektedir. Büyük çoğunluğun arasındaki ihtilaf, hadislerin sıhhatini tesbitte kullanılan yöntemle ilgilidir.

Fıkhın başlangıç döneminde, esbab-ı nüzul kitaplarında da anlatıldığı üzere, bazen hüküm gerektiren olaylar gerçekleşmekte, bazen de sahabeyi sual sormaya sevkeden problemler olmakta (bu durumda ya ayet nazil oluyor, ya da peygamberimiz bizzat açıklıyordu), bazen de hüküm ictihadlarına bırakılmakta idi. Bazı durumlarda ise, sual veya hadiseler olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide va’z edilmekte idi.

İlk dönemlerde celb-i menfaat def-i mazarrat anlayışı hakimdi.

Hz. Muhammed Dönemi, fıkıh tarihi açısından Mekke ve Medine dönemi olarak ikiye ayrılabilir. Mekke dönemi, gusül, taharet, namaz gibi inanç, ibadet ve ahlak üzerinde durulmuştur. Medine döneminde ise, cihad, aile, miras, anayasa, ceza, muhakeme usulü, muamelat, devletlerarası ilişkiler alanında toplumsal hayata yönelik düzenlemeler gerçekleştirildi.

Sünnetin tedvini, fıkıhtan önce tasnifi fıkıhtan sonra olmuştur

Diğer İslam ilimlerinde olduğu gibi fıkhın da ilk tedvininin bir bakıma Kur'ân’ın yazılması ile gerçekleştiği söylenebilir. Tedvin (oluşum, gelişme) dönemi olarak da adlandırabileceğimiz, Hulefai Raşidin ve Emeviler Döneminde Sahabe nesli etkilidir.

Emevilerle birlikte siyaset-fıkıh ilişkisi dönüm noktası oluşturmuştur. Çünkü siyasi istikrar, maddi gelişmeler ve siyasi muhalefetin güçlenmesi fıkhın toplumsal hayatın problemleriyle yakından ilgilenmesine, onlara çözümler üretmesine ortam hazırlamıştır

Fetva ve ictihad alanında meşhur sahabenin neredeyse hepsi aynı zamanda Kur'ân ve hadis ilimlerinde de söz sahibidir. Bu da bu ilimlerin aynı kaynaktan faydalanmalarından ortaya çıkan doğal bir durumdur.

Sahabe döneminde bireysel ve toplumsal sorunlar, kitap ve sünnetin ışığında akıl ve içtihada dayalı olarak çözülmeye çalışılmıştır. İslam mezheplerinin ortaya çıkması, mezheplerarası çekişmeler, farklı etnik unsurların Müslüman olmaları İslam toplumund,a dolayısıyla İslam fıkhında çeşitliliğe sebep olmuştur. İlk etapta fıkıhla ilgili tek sayfalık ya da küçük ebatta çalışmalar yapılmışken, sonraları belli konulara ait risaleler hazırlanmıştır.

İlk fıkıh ekolü olan rey ekolü yani Hanefilik ve daha sonra diğer fıkıh ekolleri Maliki, Şafii ve Hanbelilik Abbasiler döneminde ortaya çıkmıştır.

Önceki dönemdeki tek konuluk risalelerin yerini fıkhın bütün konularıyla ilgili sistemli ictihadları içeren kitaplar almıştır.

Hadis ve rey taraftarlarının tartışmaları, her ekolün kendi imam ve müctehidlerinin görüşlerini derleyip sistematize etmelerine, önemli fıkhî metinlerin ortaya çıkmasına, kendilerine has fıkıh usulü geliştirmelerine sebep olmuştur.

Bu dönemde fıkıh ve fıkıh usulü ilimlerinin tedvini gelişme göstermiştir. Eserlerin çoğu maalesef günümüze kadar gelmemiştir.

II.yy.ın ortalarından itibaren fıkhi mezheplerin teşekkül etmesiyle birlikte mezhep imamlarının görüşleri derlenip belli bir sistematiğe kavuşturulmuş ve dolayısıyla önemli fıkhî metinler ortaya çıkmıştır

Son dönemde de, dünyanın çeşitli yerlerindeki özgürlük ve istiklal mücadelelerinden İslam toplumu da etkilenmiş, yeni bir çığır açılmıştır.

İslam alimleri kesin, doğru bilginin ortaya çıkarılmasına çalışmışlardır. Özellikle dini bilginin ve itikadi konulardaki bilginin gerçeğe uygun sabit ve kesin bilgi olmasına daha çok önem vermişlerdir.

İslam bilimleri, bilgiye ulaşma yolları ve bilgi üretme yöntemleri konusunda ortak bir dil kullanmış, bazı yöntemsel ilkelerde de birleşmiştir. Ancak bu temel yöntem ve ilkeler her bilim dalının kendi içeriği, sorunları ve bilgi nesnesine göre şekil almıştır.

İlahi bilgi, beşeri bilgi gibi değişken değil, ezeli ve değişmez özelliğe sahiptir.

İslam bilim anlayışı, “gerçekliğin bütün boyutlarıyla anlaşılmasını” hedeflediğinden bütün doğru bilgi yöntemlerine sıcak bakar. İslam bilimlerinde çoklu metodlar düşüncesi ve bütüncül yaklaşım esas alınmıştır. İslamın bilim ve medeniyet dini haline gelmesinin temelinde, doğruya ve hakikate ulaştıran bütün bilgi yöntemlerinin kullanılmasını teşvik eden Kur'ânın Müslümanlara kazandırdığı bu bilimsel zihniyet bulunmaktadır. 

İslam alimleri, aklı bilgi kaynağı olarak görmelerinden dolayı Kur'ân ayetlerini yorumlarken ve fıkhî problemleri çözerken sık sık akla, istidlale, nazara, ictihada ve kıyasa başvururlar.

Günümüzde Batının da etkisiyle İslam bilimlerinin temel verilerinin yorumlanmasına ilişkin yeni yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Müslüman gelenek eleştirilmiş, Kur'ân vurgulanmıştır. Yeni dönemdeki yorumlar kadın erkek eşitliği, kölelik, demokrasi, faizin hükmü gibi konular üzerinedir. Kur'ân yorumlarında akılcılık ve eşitlik, özgürlük, bilim ve yeni ideolojiler ele alınmıştır.

Müslüman bilim adamı, bütün modern disiplinleri tam olarak öğrenmeli, vakıf olmalıdır. Sonrasında ise bunları süzgeçten geçirip bu yeni bilgiyi İslami kültür birikimiyle bütünleştirmelidir.

İslamda bilginin bütünlüğü açısından, beşeri, sosyal ve tabi bilimler birer disiplin olarak yeniden tasarlanıp, İslami temel üzerine ve islama uygun yeni gayelere yöneltilerek, tekrar inşa edilmelidir. Hedefine, idealine, davasına tutku ile bağlı insanlar bütünsel bilgiye ulaşabilirler. Bütünsel bilgi insanı diğerlerinden ayıran, özgün bir alana götürür. Bir Müslüman için dava denilebilecek tek esas İslamdır.

Kur'ân’ın yazılması ve toplanması (cem’u’l-Kur'ân) konusu Kur'ân tarihi ve ilimlerine mahsus eserlerde yer almasının yanı sıra fıkıh, hadis, siyer, tarih kitaplarında da bulunmaktadır. Hadislerin de hz. peygamber zamanında hafızların yanı sıra yazılarak da muhafaza edilmesi, fıkhın da oluşum ve tedvini bakımından önemlidir. Öte yandan hadislerin konularına göre kitaplara geçirilmesinde de fıkıh kitaplarının tertibinden yararlanılmıştır.

Tefsir, fıkıh ve hadisin ortak konularından biri olan nesih olayı ilk dönemde gerçekleşmiş, bazı ayet ve hadisler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti ilk Müslümanları tedricen alıştırmak, irşadı kolaylaştırmak üzerinedir. Yani nesh, Resulullah hayatta iken mevzu bahistir. Ondan sonra vahyin kesilmesine binaen, nesh ihtimali de ortadan kalkmıştır. Çünkü Allah ve resulünün ortaya koyduğu bir hükmü başkasının kaldırması mümkün değildir.

Bu cümleden, hadisler arasında hatta hadislerle ayetler arasında nesh olduğu söylense de hadislerin birbirini neshetmesi kabul edilmiş, bu da Resulullahın hayatta olması ile kayıt altına alınmıştır.

Tefsir ve tevil kelimeleri ilk dönemlerde aynı anlamda kullanılmış, ancak daha sonra tevil kelimesi daha çok yorum ifade eder hale gelmiştir.

 Son dönemin fikri cereyanlarından İslam bilimleri de etkilenmiş, ilim insanları Batının da etkisiyle fikir özgürlüğünün verdiği özgün tavırlardan dolayı kendi tercih ettikleri metodları hayat felsefelerinde kullanmışlardır.

Tefsirde çağdaş dönemde geleneksel birikimi önemseyen yaklaşımlar, metne önem veren lafızcı yaklaşımlar, çağdaş olguyu önceleyen akılcı yaklaşımlar olarak gelişme göstermiştir.

İslam bilimleri Kur'ân, sünnet ve tevil ekseninde gelişmiştir. Özellikle çağdaş düşüncede normatif olarak nitelendirilen re’y ehlinin yorumları, metnin lafzı ve onun ifade ettiği anlam üzerinde şekillenir. Bu yorumlar, kuşkusuz yorum sahibinin içinde bulunduğu ortam ve şahsi birikimi barındırır.

İslam bilimlerinin çağdaş bilimler içinde yerini alması araştırma, inceleme, sorgulama, eleştirme, geçmişin tecrübesi, anın hissettirdiği, gelecekten de beklentilerini içinde barındıran esnek bir düşünce tarzı ile mümkündür. Hz. Osman’ın Kur'ân’ı istinsahı gibi, Ömer b. Abdülaziz de hadislerin çoğaltılmasında, çeşitli bölgelere dağıtılmasında öncülük etmiştir.

İslami ilimler ile meşgul olan alimler genel itibarıyla tefsir-hadis-fıkıh-tasavvuf-kelam-tarih gibi dallardan en az iki ya da üçünde derinleşmişlerdir. 

Bilginin bütünlüğü açısından günümüzde çeşitli iletişim araçları, tertib edilen ilmi toplantılar, kongre ve sempozyumlar, ictihada ve özgür düşünceye ayrılan alanın genişliği ilimlerin inkişafı, canlanması, daha çok insana ulaşmasını sağlamıştır. Kitap ve Sünnet eksenli hareket ederek yeterli bilgi birikimi ile, taklidden ve zoraki tevillerden uzak, kendi akıl yürütmeleri ile bir takım sonuçlara varmak velev ki olumsuz bile olsa uçsuz bucaksız ilim dünyasına bir katkı sayılabilir. Ayetlerin “akıl yürütün, tefekkür edin” teşviki ile, içtihad edildiğinde doğru ise iki sevap, yanlış ise bir sevap alır hükmüne göre, dinimiz de akla, re’y ve ictihada büyük önem vermiştir. Bilgi paylaşıldıkça çoğalır. Buna karşın, bir ömür boyu binlerce cilt kitabın ya da bilgi bombardımanının arasında kaybolup maddi ya da manevi bir şeyler üretemeden ömür tüketmek de ne kadar acı vericidir!..

Akıl, kalb ve ruhun kombine hareket etmeleri verimli sonuçlar doğurur. Bilgilerin özünü elde edinceye kadar öğütebilmeli, eğer ki üretilen şeyden geniş kitlelere faydalar temin etmek isteniyorsa işin içine irfanı da dahil etmeli, hikmete ulaşılabilmelidir. Belki işin boyutlarını artırdıkça, derinleştikçe orijinalliğin, bilimselliğin ortaya çıkması buradan kaynaklanır. Bu durum, bütün ilimler için söz konusu olsa gerektir.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim, iman, ibadet, ahlak ve muamelat esasları üzerine kurulmuş olmasına rağmen, ilk emri tamamen farklı bir konuda tecelli etmiştir. Hz. Muhammet’in peygamberliğinin de tescili olan ilk vahiy, aynı zamanda bir emir olan “oku” şeklinde vücut bulmuştur. "Yaratan Rabbinin adıyla oku."[1] Bilgi edinmenin ilk şartının okumak ve öğrenmek olması bakımından bu ayet anlamlıdır ve bilginin ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

Dinî İlimlerin omurgasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki ilmî faaliyetler Medine döneminde ve Emevîler devrinin başlangıcında temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştır. İslamî ilimlerin temelini oluşturan Kur’an ve Sünnet ile birlikte bu iki temel kaynaktan hüküm çıkarmayı hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı kökten gelmektedir. İlâhî Kelam olan Kur’an’ı açıklamayı hedefleyen Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkez nokta konumundadır. Buna mukabil Tefsir ilmi de Kur’an’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an tefsirinde az ya da çok diğer ilimlere de ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek yadsınamaz bir hakikattir.

Tefsir kelimesi, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir.[2] Tefsir ilmi, teknik bir terim olarak ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu edinene bir bilimdir.[3]

Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde tabiî olarak öncelikle Tefsir Usûlü bilmek gerekmektedir. Ancak aynı kaynaktan beslenen ve tarihî süreçte ortaya çıkış dönemlerinden itibaren et ve tırnak gibi birbirine geçmiş olan Hadis ve Fıkıh Usûlünü de bilmeye ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz üzere aynı kaynaktan beslenen bu ilimlerin birbirlerine olan katkıları oldukça fazladır. Bu anlamda Temel İslam Bilimleri alanında bilginin bütünlüğünden bahsetmek durumundayız. Yani Temel İslam Bilimlerini bilgi alanları bakımından birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün olmadığı gibi böyle bir şeye girişmek de doğru değildir. Ancak ilimler; muhtevaları, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel gelişimlerine bağlı olarak hiyerarşik bir tasnife tabi tutulurlar. Tefsir ilminin Kur’an’ı açıklama görevini üstlenme­si ise daha sonraki bir gelişmedir. Bu çerçevede ilk tefsir çalışmaları, el-Ferrâ (v. 207/822) ve Ebu Ubeyde (v. 210/825) gibi dilcilere aittir. Onlar, kelimelerin ve terkiplerin anlamlarını açıklamayı amaçladıkları için, hemen her ayet hakkında söyleyecek şey bulmuşlar ve açıklamalarını Mushaf tertibini esas almak suretiyle sunmuşlardır.

Bu yazım geleneği, bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi’nin (ö. 310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tef­siri’ olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklan­maktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmî-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde, ‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir birikimini bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki müfessirin, Taberî (v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı kategoriye yönelik farklı mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin “sınırsız rey yaklaşımına, sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî Hâtim’in salt bir rivâyet tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih yapmaktan bile kaçındığı” şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur.[4]

Gerek rivâyet tefsiri, gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen kla­sik tefsirlerde, Kur’an’ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri ola­rak oluşan Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze’nin sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur.

Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez.

 

Fıkıh ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

Şüphesiz her ilmin bir metodolojisi (usûl) vardır. Yani herhangi bir ilmin kapsamında ortaya konan şeyler belirli bir disipline göre ele alınmaktadır. Bu anlamda rastgele konuşmak ilmin kapsamına girmez. Yani bir söylemin ilmî değerinin olabilmesi için belirli bir metodolojiye/usûle göre ortaya konmuş olması gerekir. İşte bu şekilde, Fıkıh ve Tefsir ilimlerinin de metodolojik olarak belli hadleri ve kuralları vardır. Bu hadler ve kurallar Fıkıh Usûlü ve Tefsir Usûlü isimleri altında ortaya konulmuştur

Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir.[5] İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı, bu sözlük anlamını korumakla beraber genelde, Kur’an ve hadis merkezli dini bilgi ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Bu kavram ilim çevrelerinde salt “mükelleflerin yapması gereken (vacib, mübah, haram, mendub, mekruh, sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda gibi) ahkâm bilgisi” olarak genel kabul görmüştür. Tüm bunları açıklamak da fakihin görev ve sorumluluğundadır. Kısaca fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir. Bir başka ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir.[6] Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir.[7] Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î delildir.[8] İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde kalmıştır.

Aynı şekilde Tefsir İlminin de Fıkıh Usûlüne ihtiyacı vardır. Çünkü Tefsir, Kur’ân’ı açıklamak amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla ondaki hükümleri, haramları helalleri, ortaya koyup Kur’ân muhataplarının kullanımına hazır hale getirmek, Fıkıh ilmine ve dolayısıyla Fıkıh Usûlü’ne düşmektedir. Öyleyse diyebiliriz ki; Fıkıh Tefsirsiz olmadığı gibi, Tefsir de Fıkıhsız olmaz. 

Sonuç olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.

Hadis ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

 Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir. Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı birçok aslî ilim hadis mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. 

Tefsir İlminde, Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının daha iyi anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir. Şöyle ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden önem arz etmektedir:

Birincisi; Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilâhî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an’ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da;

           “Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.”[10] buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına;

            “Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.”[11] buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır. 

İkincisi; hadisler aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir.

Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı Kerim’i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.),[12] bu görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.

O halde Allah Teâla’nın kelamının en sağlam tefsiri yine Allah’ın Kelâmıdır. Kur’an’daki bazı mücmel âyetler, mübeyyen ayetlerle tefsir ve izah edilmiştir. Bu manada Kur’anın Kur’anla tefsirinden sonra, Kur’anın en salahiyettar ve ilk müfessiri Hz. Peygamberin bizzat kendisidir. Bu durumda Kur’an-ı Kerimin en mühim tefsir kaynağı Peygamberimizin sünneti yani hadisler olacaktır.[13] 

Netice olarak diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız ele almak mümkün değildir.  Dolayısıyla bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.

Sonuç:

Temel İslam Bilimlerinden Tefsir, Fıkıh ve Hadis ilimlerine ve bu ilimlerin usullerine dair vermiş olduğumuz malumattan anlaşılmaktadır ki İslamî ilimler, birlikte bir bütün oluşturmaktadır. Her ilim bu bütünün bir parçası konumundadır. Biri olmadan diğerinin anlaşılması ve değerlendirmeye tabi tutulması mümkün değildir.

Kur’ân İslamî ilimlerin en başta gelen kaynağıdır. O’nu doğru bir şekilde anlayabilmek için Kur’ân’ı konu edinen Tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir yapan müfessir de bu bağlamda Peygamberimiz ve onun ashabına müracaat etmek zorundadır. Tefsir böylece, İslamiyet’in en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh ise bu açıklamalarla (tefsir) Kur’an’ı anlamakta, diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak kullanmakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir. Fıkıh Usûlü de bunun nasıl yapılacağını ortaya koymaktadır.

Görüldüğü gibi tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri baştan sona bir silsile halinde bütünlük arz etmekte ve böylece birbirine bağlanmış olmaktadır. Neticede anlaşılan odur ki, Temel İslam Bilimleri birbirlerine kopmaz bağlarla bağlanmış, biri olmadan diğeri eksik kalacak şekilde bir bütünlük arz etmiştir. Öyleyse Kur’an’a dair söz söyleyecek kimsenin, bu disiplinlerin tümüne muttali olması elzemdir. Aksi takdirde hataya düşmek kaçınılmaz olacaktır. Hadis ve fıkıh usûlünü incelediğimizde, bu ilimlerin Kur’an’ın anlaşılması noktasında vazgeçilmez katkılarına yakından tanık olmaktayız.

                                                                          Şükür KÜÇÜK 

                                                                         Doktora/11922762 

 



[1] Alak 96/ 1.

[2] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, IV/367

[3] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara, 1983, s.214

[4] Zekeriya Pak, Tefsir El Kitabı (Rivayet Ağırlıklı Tefsirler), s.175-180

[5] Hayreddin KAARAMAN, Fıkıh Usûlü, Ensar yayınları, İstanbul, 2010, s.19

[6] Zekiyyuddîn, Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Çev. İ. Kâfi, Dönmez), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2001, s.27

[7] Muhammed Ebu Zehra, Fıkıh Usulü, (Çev. Abdulkadir Sener), Fon Matbaası, Ankara, 1979, s.14

[8] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi, VI/255,256

[9] Nisa, 4/103

[10] Buhari, Ezan, 18

[11] Müslim, Hac, 310

[12] Maide, 6/67

[13] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.213


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihinin mukayeseli değerlendirilmesi

Öncelikle şu hususu belirtmek gerekir ki neredeyse tüm disiplinler burada sözü edilecek tefsir, hadis ve fıkıh disiplinleri gibi başlangıcını H.z. Peygamber dönemine dayandırmaktadırlar.  Her ne kadar net bir işaret olmasada bir şekilde meşruiyet adına bu bağlantı ihtiyacı hissediliyor. Her ne kadar bahse konu olan disiplinler için bu durum geçerli olmasa da yine de isimlendirme ve branşlaşma adına böyle bir bağlantıdan söz edemeyiz. H.z. Peygamber (sav)’in mübelliğ olarak yaptığı tüm uygulamaları bugün çok değişik disiplinler adı altında toplandığını görmekteyiz. Bu durumun en büyük problemi bütünden mahrum olmaktır. Modern tabirle “alan körlüğü” dediğimiz bir vakıa ile karşı karşıyayız. Bu da bizi çözüme götürmede zorlaştırıyor. Bütünlüğü kuramamanın, bütünlüğü yakalayamamanın sıkıntısını yaşıyoruz.

Bir diğer husus tedvin döneminin aşağı yukarı mezkur disiplinlerde hicri 2. 3. asırda olmasıdır.

Son dönemlere gelince genel branşlaşmanın adı altında alt branşlaşmalara gidildiğini görmekteyiz. Örneğin tefsirin Kur’an, Kıraat gibi dallara ayrılması. Farklı disiplinler arasındaki problem bu sefer aynı disiplin altında başgösterebiliyor. Bununla beraber disiplinlerarası araştırmalar ve okumların yapılması gerektiği de vurgulanmıyor değil[1].

Bu girişten sonra Tefsir tarihi, Hadis tarihi ve Fıkıh tarihlerinin kısa serencamına göz atabiliriz.

TEFSİR TARİHİ

 Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm insana bir dünya görüşü vermektedir. Tabii ki, bu görüşü sağlıklı bir şekilde alabilmenin şartı da, sağduyu ve vasat bir genel kültürdür. Tefsir diye bir disiplinden söz edilecekse, bu disiplin bahis konusu genel kültürün içeriğini doldurmalıdır. Bunun çerçevesi de Kur'ân metninin dil bakımından tahlil edilmesi ve metnin anlaşılması için gerekli olan dış verilerin bir araya getirilmesiyle ancak mümkün görünmektedir. Elbetteki bu da bir uzmanlık işidir. Tamamen bu anlayıştan hareket eden müfessirler Kur'ân'ın, muhatap­ları tarafından iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla onu, baştan sona tefsir etmişlerdir. Bu faaliyet, tefsirin tedvin edildiği hicrî II. asrın sonlarından başlayarak aralıksız bir şekilde günümüze kadar devam edegelmiştir. İşte sözü edilen bu aktiviteler, tefsire yönelik tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki, buna da "tefsir tarihi" denilir. Söz konusu tarihin başlangıçtan bugüne kadar geçirmiş olduğu gelişim sürecinin bilinmesi elbetteki zaruridir. Özellikle Kur'ân üzerine araştırma yapanların bu tarihi oluşum çizgisini çok iyi bilmeleri gerekmektedir. Gerçi Tefsir tarihiyle ilgili olarak doğuda ve batıda birtakım çalışmalar yapılmıştır. Ancak bunlar, tefsire yönelik faaliyet sürecinin tamamını kapsayacak mahiyette eserler olmayıp, bazı müfessirlerin tefsirdeki metodlarını ele alan araştırmalardan ibarettir. Tabii ki, tefsir tarihinin birer halkası niteliğinde olan bu tür münferid çalış­maların devam ederek ileride, ihtiyaca cevap verebilecek özellikte kapsamlı eserlerin meydana gelmesini mümkün kılacaktır. Biz de hem bu hususu göz önüne alarak, hem de tefsir usûlü ilmi içerisinde yer alması gereken tarîhî malumatın miktar olarak çok fazla bir yer işgal etmemesi düşüncesinden hareket ederek "tefsir tarihi" nin genel çerçevesini çizmekle yetinmek istiyoruz.

 

TEFSİRİN DOĞUŞU VE TEDVİNİ

 

İslamî ilimler genel olarak üç ana guruba ayrılır. Bunlar, Kur'an. Hadis ve Fıkıh ilimleridir. Bunlardan Kur'an ilmini iki yönden incelemek mümkündür: Kıraat ve Tefsir. Bu iki bölümün her biride bir çok bölümlere ayrılmıştır.

 

Tefsir ilminin başlangıcına bakacak olursak, ilk tefsir hareketi Kuran’ın kendi kendini tefsir etmesiyle başlamıştır. Zira Kuran’da bir yerde mücmel olarak zikredilen bir mana, başka bir yerde geniş bir şekilde zikredilmiştir. Bir yerde "Müphem" olarak gözüken bir ayet başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuştur. Kuran’ın Kur'an la tefsirinin pek çok misalinden biri İhlas süresindeki “es-samed” lafzının, hemen akabinde gelen (lem yelid ve lem yüled....) ayetlerle tefsir edilmesidir.[2]

 

 Şahıs olarak Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz Peygamber (s.a.v.) dir. Bu olayı bizzat kendisi şu ifade ile tespit etmiştir. “Bana kitapla beraber benzeri (olan Sünnet) de verildi.[3]”Kur'an-ı Kerîmde, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kuran’ı tebliğ ve açıklamakla görevlendirilmiştir. "Ey Resul sana indirileni tebliğ et".[4] Diğer bir ayette "Biz sana Zikri (Kuran’ı) insanlara beyan edesin (açıklayasın) diye indirdik" buyrulmuştur.[5]

 

            Bu emirlerden yola çıkarak, Kuran’ı tefsir etmede en büyük salahiyet ve yeterliliğin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Kuran’ın tefsirinde, Sünnet, bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Sünnet'e o kadar önem verilmiştir ki, Yahya b. Ebî Kesir; "Sünnet, Kuran’a kadî (hükmeden) dir. Kitap ise Sünnet'e kadî değildir," şeklinde konunun önemim anlatan ilginç bir söz sarf etmiştir. Bu söz, Ahmed b. Hanbel'e söylendiğinde "Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat Sünnet, Kitabı tefsir ve tebyin eder, derim" demiştir.[6]

 

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur'ân bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası anlaşılmayan hususları tebliğ ediyordu. Gerçi her ne kadar ilk muhataplar, ana dilleri Arapça olduğu için Kur'ân'ı genel çerçeve itibariyle anlama imkânına sahip iseler de, ümmî bir topluluk olmaları sebebiyle yine de onun bir kısım müteşâbih lafızlarını ve bazı ayrıntılarını anlamada sıkıntı çekiyorlardı. Dolayı-sıyla Kur'ân'm indiği dönemde yaşayan bu insanların hem anlamadıkları âyetlerin manalarını kendilerine açıklayacak, hem de bazı ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini gösterecek bir rehbere irttiyaç-ları vardı. İşte bütün bu hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu yüzden Allah Resulü (sav) aralarında bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı anlama konusun­da herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Bunların arasında kendilerine soru sorulmadığı halde, Kur'ân'ı insanlara baştan sona anlatıp tefsir edenler de vardı. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu donemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm bazı garip kelime­lerinin açıklamalarından ibaret görünüyordu.

 

             Bundan sonraki aşamada tefsir sahasında sahabeleri görmekteyiz. Sahabenin Kur'an ayetlerim tefsir etmesi, Kuran’ın Kuran’la, Kuran’ın sünnetle tefsirinden sonra çok önemli bir yer tutmaktadır. Sahabenin saf iman ve itikadı, sıkıntılarının çözümlerim Kuran’da aramaları, Kuran’ın iniş olaylarına tanık olmaları, onları tefsir alanında haklı olarak sonraki nesiller için örnek hale getirmiştir.

Sahabelerden başta dört halife olmak üzere İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b gibi ilimde şöhret bulmuş sahabeler, Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa ilmi melekelerinin verdiği içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur'an'ın tümü tefsir edilmemiş ve tefsir ilmi, hadis ilmi içinde bir bölüm olarak yerini almıştır.[7]

 

            Tabiin de, tefsirde sahabenin metoduna yakın bir metot takip etmiş, onlar da Kuran’ı Kuran’la, sahabe vasıtasıyla Peygamberden kendilerine ulaşan rivayetlerle, bazen de Ehl-i Kitab'ın semavî kitaplarında geçen fakat Kuran’la çelişmeyen bilgilerle veya bizzat kendi içtihatlarıyla tefsir yapmışlardır. Tabiin döneminde tefsir kitaplarının yazılmaya başladığı rivayet edilmektedir. Bir rivayete göre, Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan, Tabiinden olan Saîd b.Cübeyr 'den (ö.95/ 713) bir Kur'an tefsiri yazmasını istemiş, o da, bunu yazıp, halifeye göndermiştir.[8]

 

            Kuran’ın tamamına ait tefsir çalışmaları ise. Hicri III. Asrın sonlarında başlamış sonuna doğru Taberî ile tekamüle ulaşmıştır.[9]Bu manada ilk tefsir yazan kimsenin Meani'l- Kur'an adlı tefsiri ile el- Ferra (0.207) olduğu söylenmektedir.

 

            Gerek dirayet, gerek rivayet açısından tefsir, Mevdi'î (Konumlu) ve Mevdüî (Konulu ) olmak üzere iki ana metotla günümüze kadar gelmiştir.

 

İSLAM HUKUKU TARİHİ

İslâm Hukukunda, önce fıkhın tarihçesini ve geçirdiği devreleri bilmek gerekir. Böylece mezheplerin kuruluşundan, müctehid imamlardan, onların metodlarından, vaz'ettikleri usûl ve kaidelerden bahsedilerek Hukuk Bilgisine hazırlık yapılmış olur.

İslam hukuku'nun bir adı fıkıh'tır. eskiden hukuk anlamında fıkıh kullanılırdı. bugünkü arap literatüründe bu terim, hukuk karşılığı kullanılmaktadır. fıkh'ın sözlük anlamı: anlamak, kavramak, bilmek demektir. terim olarak da eski islâm hukuk sistemine denir. bu sistemin kendine has bir özelliği vardır. fıkıh: şer'i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i mecmuasıdır. (müberred, el-kâmil, s. 529). şer'î, dini delillerden hüküm çıkarıp alana, fakih denir ki, bugünkü hukukçu karşılığıdır. ibn-i haldûn mukaddemesi, eskiden fukahâ yerine kurrâ tâbirinin kullanıldığını söyler. fıkıh, kulun hem allah, hem de insanlarla olan münasebetini tanzim eder. bugünkü hukukta ise yalnız beşerî münasebetler ele alınır. bugün islâm hukuku ile ifade ettiğimiz fıkıh, daha sonraları bu anlamda kullanılmağa başlanmıştır. Fıkhın türlü tarifleri yapılmıştır.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye göre Fıkıh: Kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri, yâni haklarını ve vazifelerini bilmesidir.

En yaygın tarif şudur: Ahkâm-ı Şer'iyye-i Ameliyye'yi tafsîlatlı bir sûrette delilleriyle bilmektir. Mecelle ise: "Mesâil-i Şer'iyye-i Ameliyye'yi bilmektir." diye tarif etmiştir. Amelî ve fer'i mes'elelerin hükümlerinin, delillerden nasıl istinbat edildiğinden usul-ı fıkıh bahseder.

İSLAM HUKUKUNUN BAŞLICA DEVİRLERİ

Fıkıh, yâni İslâm Hukuku tarihçeleri, fıkhın geçirdiği devirleri 6'ya ayırırlar:

1– Vahiy Devri: Yâni Hz. Peygamber (S.A.S.) zamanı. Bu devirde teşrî, Kitab ve Sünnete dayanır.

2– Sahâbe Devri (Dört Halife zamanı): Bu devirde de fıkhın kaynağı Kitab ve Sünnettir. Ashâbın ictihadları ve icmada delil olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kitap toplanmış ve istinsah edilmiş, Sünnet tedvin olunmaya başlanmıştır.

3– Tabiîn Devri: Müslümanlar siyasî gruplara ayrılmıştır. Âlimler, muhtelif şehirlere dağılmıştır. Örf ve adetin tesiriyle ihtilaflar artmıştır. Nasslardan hüküm istinbât etme usûlü teessüs etmiştir. Yalan Hadis rivâyeti başgöstermiştir. Ulemâ, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re'y diye iki gruba ayrılmıştır.

4– Hicrî 100–350/ Milâdi 718–960 Yılları Arasındaki Devir: Büyük imamlar ve müctehidler devridir. Kur'an-ı Kerim'in kıraatına, tefsirine büyük önem verilmiştir. Hadisler yazılmıştır. Usul-ı Fıkıh, ictihad usulleri kurulmuştur. Füru'da ihtilaflar çoğalmıştır. Kıyas ve ictihadda ayrılıklar başlamış, fıkıh istılahları çıkmıştır. Ana kaynak olan kitaplar yazılmıştır.

5– 350–656 H./960–1258 M. Yılları Arasındaki Devir: Mezhepler yayılmış ve kuvvetlenmiştir. Mezhep taraftarlığı ve taklid artmıştır. Eskilerin verdikleri hükümlerin sebeplerini araştırmak (Ta'lîl-i Ahkâm) ve onlarınkilerinden mes'ele çıkarmakla uğraşılmıştır.

6– Son Devir: Durgunluk devridir. Ulemâ arasında râbıta kopmuş, her ülke kendi derdine düşmüştür. Fukahâ, eskilerin eserlerini, ya ihtisar veya şerh etmekle meşgul olmuştur. Bu şartlar altında fıkıh duraklamıştır. Ancak zamanımızda İslâm âleminde, her sahada olduğu gibi fıkıh ve hukuk sahasında da bir uyanma ve çalışma başlamıştır.[10]

 

 

HADİS TARİHİ

 

İslâmî ilimlerin en eskisi hadis ilmidir[11]: Hadîs ilmi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin, başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve parlama gösterememiştir. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı zamanlar da olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm´ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir. İslâm´ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu demek oluyor: Mü´minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.


Araştırmacılar, umumiyetle, hadîs sahasında yapılan çalışmaların mahiyetini göz önüne, alarak, hadîs târihini başlıca dört safhaya ayırırlar: 1- Tesbit Safhası 2- Tedvin Safhası 3- Tasnif Safhası 4- Tehzib Safhası
[12].

 

Muhammet KARAOSMAN

Doktora öğrencisi

Öğrenci  No:12922756

 

 

 

 

 



[1] . Ahmed Nedim Serinsu, Esab-ı Nuzül 2 ders notları.

[2]. İsmail Cerrahoğlu, Kur'an Tarihi, s. 43, Ankara 1988, D.İ.B.Y.

[3]. Ebü Davud Süleyman b.el-Eşa's, es-Sünen li Ebî Davııd, 61 4604, İst. 1981, Çağrı.

[4] . Maide, 5/67.

[5] . Nahl, 16/44.

[6] . Ebî Abdillah Muhammed b.Ahmed el-Ensarî el-Kurtubî, el-Cami"li Ahkami'l Kur' an. I/ 39, 2.B, 1945 Mısır, Daru’l Kütübü'l Mısriyye.

 [7].  Zerkanî, Muhammed Abdulazim, Menahilu'l- Irfan fi Ulıımi'l- Kur'an, I/31, ts. Kahire, Daru İhyai'l-Kütübü'l- Arabiyye.

[8] . Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/ 146.

[9] . Zehebî, et-Tesîr ve'1-Müfessirün, I/ 141.

[10] . Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İstanbul 1989.

[11] . Hadis nedir, ne değildir, gibi "hadis"le ilgili teknik açıklamayı usul-i hadisle ilgili bölümde yapacağız. (İbrahim Canan)

[12].  İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/5.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


MEHMET ZEKİ SERDAROĞLU/Öğrenci No:12952706 İSLAM İLİMLERİ İslam İlimlerinin kaynağı bizzat Kur'an-ı Kerim'dir.Çünkü Kur'an-ı Kerim,kendisi üzerinde düşünülmesini,anlaşılmasını ve açıklanmasını isteyen,netice de yaşanılır kılınmasına muhataplarını teşvik eden vahiy mahsulü bir kitaptır.Kur'an-ı Kerim Hz.Peygamber'e ''tebliğ'' ve ''tebyin'' ile görevli olduğunu belirtmiştir.Muhammed Hamidullah'ın Suffa Ehli hakkında İslam'ın ilk üniversitesi tabirini dikkate aldığımızda ve buna benzer misyonu ifa eden mescidlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an-ın anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz.Aslında bütün Kur'an ilimleri,Kur'an-ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde birbirlerine geçmiş halde bulundukları bir hakikattır.Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir.Kur'an ilimlerine yönelik tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur'an-ın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek tabii bir olgu olarak olarak görüyoruz.Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir.İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varolşlarının gereği olarak ,konusu,amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ,ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz.İçerik olarak tefsir,tefsir tarihi,hadis,hadis usülü,fıkıh,fıkıh usülü kapsayan bu ilimlere bir bütün Muhammed Abid Cabiri'nin dediği gibi ''beyan'' tabiride ıtlak edilir.Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler,mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez.Dolayısıyla ''İslami'',''dini'veya ''şer'i'' nitelemesi,İslamla veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir.Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.Peygamber'den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp,Hz.Peygamber'den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur.Bu suretle kelam,mantık de bu ilimler kategorisine dahil edilmiştir.Bu arada yardımcı İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir.(İslam Tarihi,Mezhepler Tarihi,Arap Dili ve Belagati gibi...) Hicri 2.asrın ortalarından önce yaklaşık olarak hicri 143/760-761 miladi yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu.Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı.Her ilim için kendi içinde litaratürü ve tarihi oluştu diyebiliriz.Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır.Fakat sonraları, Hadis ehlince,ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı.Fıkıh,kelam ve tefsir terimleri,daha sonraki dönemlerde,bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar.İslami ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi.Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktı.İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde gelişti.Bu durum her mezhebin kendine has fıkhı,kelamı,tefsiri ve hadis edebiyatının oluşmasıyla sonuçlandı.
0 Yorum - Yorum Yaz


Abdullah Tayfur /12952708

Dinî İlimlerin omurgasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki ilmî faaliyetler Medine döneminde ve Emevîler devrinin başlangıcında temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştır. İslamî ilimlerin temelini oluşturan Kur’an ve Sünnet ile birlikte bu iki temel kaynaktan hüküm çıkarmayı hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı kökten gelmektedir. İlâhî Kelam olan Kur’an’ı açıklamayı hedefleyen Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkez nokta konumundadır. Buna mukabil Tefsir ilmi de Kur’an’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an tefsirinde az ya da çok diğer ilimlere de ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek yadsınamaz bir hakikattir.

Tefsir kelimesi, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir. Tefsir ilmi, teknik bir terim olarak ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu edinene bir bilimdir.

Bu yazım geleneği, bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi’nin (ö. 310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tef­siri’ olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklan­maktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmî-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde, ‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir birikimini bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki müfessirin, Taberî (v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı kategoriye yönelik farklı mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin “sınırsız rey yaklaşımına, sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî Hâtim’in salt bir rivâyet tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih yapmaktan bile kaçındığı” şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur.

Gerek rivâyet tefsiri, gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen kla­sik tefsirlerde, Kur’an’ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri ola­rak oluşan Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze’nin sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur.

Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez.

 

Fıkıh ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı, bu sözlük anlamını korumakla beraber genelde, Kur’an ve hadis merkezli dini bilgi ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Bu kavram ilim çevrelerinde salt “mükelleflerin yapması gereken (vacib, mübah, haram, mendub, mekruh, sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda gibi) ahkâm bilgisi” olarak genel kabul görmüştür. Tüm bunları açıklamak da fakihin görev ve sorumluluğundadır. Kısaca fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir. Bir başka ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir.[ Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir. Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde kalmıştır.

 

Sonuç olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.

Hadis ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

 Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir. Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı birçok aslî ilim hadis mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. 

Tefsir İlminde, Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının daha iyi anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir. Şöyle ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden önem arz etmektedir:

Birincisi; Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilâhî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an’ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da;

           “Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına;

            “Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır. 

İkincisi; hadisler aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir.

Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı Kerim’i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.), bu görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.

Netice olarak diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız ele almak mümkün değildir.  Dolayısıyla bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Mehmet İmadettin Türe    14.05.2013

Mehmet İmadettin Türe

Hadis, Tefsir ve Fıkıh Tarihi ve Usulü çerçevesinde Bilginin Bütünlüğü

 

İslamî terminolojide genel olarak "ilim" ve "marifet" terimleriyle ifade edilen bilgi daha ziyade bilen ile bilinen arasındaki ilişki yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır.[1] Vahyin bize ulaştırıcısı olan Hz. Peygamber Efendimiz, açıklayıcısı olarak Vahyi bir bilgi haline getirdi. İnsanlık için bir işlevin faili olarak Sahabîler de o bilginin pratik yaşamdaki etkilerinin görünebilir hale gelmesini sağladılar. Peygamberimizin hayatta olduğu zamanda, bilgiye ulaşmak ve bilgiyi yorumlamakta hiç bir Müslümanın sıkıntısı yoktu. Tereddüt veya ihtilaf, Peygamberimizin hakemliğine götürülüyor ve ulaşılan bilgi ve hüküm sayesinde, kimsede bir şüphe bırakmaksızın sorun ortadan kalkıyordu. Hulefa-i Raşidînin ilk dönemlerinde de ortaya çıkan ihtilafları, sahabe kendi arasında istişare ile çözüme ulaştırıyor ve hükme bağlıyordu. Fakat ilerleyen yıllar içerisinde ortaya çıkan siyasi krizler ve itikadi fırkalaşmalar bu gidişi tamamen değiştirmiştir.

 Fetihler sonucu geniş bir coğrafyada birbirinden farklı ve değişik insan unsurunun ortaya çıkması ve yaşam tarzından kendilerini konumlandırdıkları siyasî duruşa kadar farklılaşmanın başlaması yeni bazı meseleleri ortaya çıkarmıştır. Gündelik yaşamın en basit ayrıntılarından, en önemli itikadî meselelere kadar halledilmesi gereken sorunlar mevcuttur. Bu geniş coğrafya içerisinde değişik merkezlere yerleşen fakih sahabeler, artık istişare imkânına sahip değillerdi. Her farklı yerleşim birimindeki Müslümanların çözülmesi gereken sorunları vardı ve verilmesi gereken cevaplar bekleme imkânına sahip değildi. Bunun sonucunda Selef-i Salihînin ve onları takip eden mütekaddimîn bilginlerin minnet ile anılması gereken gayretleri devreye girmiştir. Onlar Kur’an’ın anlaşılması, Sünnetin yorumlanması ve fıkhın en hızlı biçimde çözüm üretmesi için bütün gayretlerini seferber etmiştir.

Usul ve Metot henüz Hz. Ömer’in devlet başkanlığı zamanında uygulama sahasına konulmuştu. Yargılama metotları da dâhil olmak üzere tüm Mülkî birimlere, bilgili ve devlet erkini ardında bilen hukuk uygulayıcılarının gönderilmiş olması onun zamanında başlayan icraatlardandır.[2] Hulefa-i Raşidînin son dönemlerinde Sahabe ve Tâbiînin ileri gelenleri, belli merkezlerde öğrencilerine ilmi ve irfanı, hem soyut alandaki, hem de somut yaşamdaki bilgiyi öğretmeye başladılar.

Sonraki dönemlerde usul üzerine emek veren alimler, İslam Bilginlerini Mütekaddimîn ve Müteahhirîn grupları olarak ayrı ayrı mütalaa ederler ve bu ayırım tarih olarak hicrî IV. asrın sonları kabul edilir.[3] İlk dönem İslam Bilginlerinin genellikle dînî bilginin tamamında söz sahibi olduğu öne çıkan belirgin hususlardan biridir. İmam Buharî’nin (ö. Hicrî 256) muhaddis oluşunun yanında fakih yönü de bulunur. Taberî de (ö. Hicrî 310) müfessir olmakla beraber, aynı zamanda fakihtir. Mezhebinin kendisine atfedildiği İmam Ahmed b. Hanbel, Fakih ve Muhaddis oluşunun yanında kelam ilminin konusu olan “Halku’l-Kur’an” tartışmalarında etkili bir söz sahibiydi. Ebu Hanife’nin (ö. Hicrî 72) Fıkıh Bilgini olarak öne çıkmakla beraber, bir müsned’i vardır ve akaid ile ilgili olarak “el-Fıkhu’l-Ekber” in müellifidir.

İlk dönem İslam âlimlerinin dinin her sahasında yetkin sayılmaları ve itibar görmeleri, onlardaki dînî hassasiyetin yanı sıra metot sahibi olmaları ile de ilgilidir. Onlar bir ayetin mücmelliğini beyan eden bir hadisi yorumlarken, kıyas ve istihsan delilini kullanırken veya amel-i ehli Medine’yi göz önünde bulundururken, afaki davranmıyorlardı. Bilginin kaynakları olan Kur’an tefsirinde, fıkhî bir hükmün istinbatında veya bir rivayet hakkında kanaat serd ederken daima bir usul takip etmişlerdir. Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra onların takip ettikleri metodu şu paragraflarda çok iyi özetlemiştir:

“Tabiîler çağını geçip Müctehid İmamlar devrine ulaşırsak, bu metodların tam bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Bu devirde istinbat kanunları ile bu kanunların sınırları belli olmuş ve imamların dilinde açık ifadelerini bulmuştur. Sözgelimi; Ebu Hanife’nin kendi istinbat metodlarını tayin ederek Kitap, Sünnet ve Sahabilerin icma ettikleri fetvalara, Sahabiler ihtilafa düştüğü takdirde, bunlardan tercih edeceği görüşe uyacağını, kendisi gibi birer insan oldukları için Tâbiîlerin görüşlerine her zaman uymayacağını belirttiğini, belli usulleri olan kıyas ve istihsanı kabul ettiğini görüyoruz. Hatta talebesi Muhammed b. El-Hasan eş-Şeybânî, Ebu Hanife için “Talebeleri onunla kıyas konusunda münakaşa ederdi; o, istihsan yapıyorum deyince kimse kendisine yetişemezdi.” derdi.

İmam Mâlik, Medinelilerin amelini hüccet sayarken, bunu kitap ve risalelerinde açıkça ileri sürerken, hadis rivayetindeki şartlarını ortaya koyarken, hadisleri mahir bir sarraf gibi eleştirirken, Kur’an’ın belirttiği hükme veya dinin kesin kaidelerine aykırı olan hadisleri reddederken açıkça bir fıkıh usulü kaidesine göre hareket etmiştir.”[4]

Hicrî II. asır sonlarına doğru tedvinin tamamlandığı süreçte mütekaddimîn dönem bilginlerin daha sonra gelen neslinin, Temel İslam Bilimleri olarak kabul edilen Kelam, Tefsir, Hadis ve Fıkıh sahasında usulü de sistemleştirme faaliyetlerini müşahede ediyoruz. Mesela Tahâvî (ö.hicrî 321) “Şerhu Meâni’l-Âsâr” isimli eserinde Hanefi fıkhının dayandığı ahkâm hadislerini derlemiştir. “Ahkâmu’l-Kur’an” isimli tefsiri ve “muhtasar” isimli fürua dair eserleri de bu faaliyetlerin başlangıç noktasına örnek olabilir.

Bu dönemin önemli özelliklerinden birisi olarak, halkın dînî bilgi birikiminin çok ileri düzeyde olduğu düşünülebilir. Mesela İbn Cerîr et-Taberî (ö.hicrî 310) tefsirinde bazı yerlerde zamanının alışkanlıkları ve örfüne işaret etmiş, günümüzde o dönemi tahlil için bazı ipuçları bırakmıştır. Dönemin eserleri (ister hadis sahasında olsun- özellikle şerhler- ister tefsir, ister fıkıh sahası) kapsamlı bir şekilde ele alınınca, fıkıhtaki ve Kur’an ve Sünnetin yorumlanmasındaki farklılıkların (ihtilafın) izahında, neden ve niçin sorularına cevap bulabilmek mümkün hale gelmiştir. Böyle kapsamlı bir fedakârlığı zannımca başka bir kültür sürecinde gözlemlemek oldukça zordur.

Temel İslam Bilimleri  sahasında usul (metodoloji) çalışmalarında sözkonusu edilen bir diğer ayırım ise, usul ilminin, mütekellimîn ve fukaha metodu olarak adlandırılmasıdır. Mütekellimîn metodunun özelliği, herhangi bir mezhebin usul ve kayıtlarından bağımsız olarak, bilginin üretilmesinde takip edilecek kurallar üzerinde durmasıdır. Mütekellimîn usulü tefsirin içeriğinden Kur’an ilimlerine kadar, hadis ilimlerinden lafzın siyak ve sibakından anlaşılan bilgiye ve hukukta istinbat için gerekli her ilim sahası da dahil olmak olmak üzere hedefi belli olan metodoloji bütünü üzerinde durmaktadır. Çünkü hadislerin kayda geçirilmesi ve tefsirde ağırlıklı olarak tercih edilen yöntemlerin metodları büyük ölçüde tamamlanmıştır. Geriye sistemin usul kaideleri olarak şekillendirilmesi kalmıştır. Belki de İslam Dünyasında bu genel kabul görmüş olan metodoloji sayesinde, tarihinin parlak zamanlarında çok seviyeli ve zamanın imkanları göz önünde bulundurulacak olursa çok başarılı bir müzakere ve tartışma zemini oluşmuştur.

İlerleyen asırlarda bu metodoloji çalışmaları da yavaşlamış ve mezheblerin kendi içerisinde fetvalarda tercihlerin yapılmaya başlandığı bir devir başlamıştır. Metodtaki bu durgunlaşma tefsir ve hadis ilimlerine de etki etmiş ve ilerleyen dönemlerde eskisi kadar etkili ve kapsamlı eserlerin üretilmesi son derece azalmıştır.

Yakın zamana ait Muhammed Ebu Zehra’nın ictihadın bölünebilmesi ile ilgili değerlendirmesine işaret etmekte yarar vardır: “İctihad şartlarını haiz olan kimsenin ictihadı, kayıtsız şartsız ve umumî bir ictihad mıdır? Böyle bir müctehidin her türlü dînî mesele hakkında ictihad yapması gerekmez mi? …. Nikâh meselelerinde ictihad yapan kimse, ibadet meselelerinde başkasını taklit etmez. Keza, ibadet hususunda Müctehid olan kimse, alım-satım veya nikâh hususunda taklitçi olamaz. İctihadla taklitçilik bir birine zıt olan ve bir şahısta birleşmesi mümkün olmayan şeylerdir.”[5] İhtisaslaşmanın kaçınılmaz olduğu günümüzde, ayetin veya hadisin sadece bir yönüne yoğunlaşan çalışmalar ve eserler hızla artmaktadır. Modern zamanın diğer bir zorlaması da, Hadiste ve Tefsirlerin satır aralarında dinin kesin kurallarına uymayan rivayetler bulunduğu için, özellikle hadis başta olmak üzere islam ilimlerinin büyük bir kısmının ihmal edilebileceği düşüncesidir. Bu da zannımca bilginin bütünlüğünü zedeleyen en büyük etkendir.

İslam dünyasının bunalım yıllarından yavaş da olsa uzaklaştığı günümüzde, Türkiye özelinde, bu sahalarda akademisyenlerle beraber halkın da istifadesine sunulan eserlerdeki üslubun; eskiye işaret etmekten ziyade günümüzü ve bu zamanın insanının dindarlık algılarındaki oluşumları yansıtan bir yaklaşımda olması arzu edilir.



[1] TDV İslam Ansiklopedisi C:6 Bilgi Maddesi

[2] Yrd. Doç. Dr. İsrafil BALCI, Diplomat ve Devlet Adamı Yönüyle Hz. Ömer,OMÜ İFDergisi, Samsun 2004, sayı 16, sayfa:198

[3] TDV İslam Ansiklopedisi C:32 Mütekaddimîn Maddesi

[4] Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi terc. Abdülkadir ŞENER, Fecr y.evi, 3. Baskı, Ankara 1986, s. 18

[5] Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi terc. Abdülkadir ŞENER, Fecr y.evi, 3. Baskı, Ankara 1986, s. 343

 


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR-FIKIH-HADİS USÛLLERİ HAKKINDA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE BİR DEĞERLENDİME
 
DERS: ESBÂB-I NUZÛL IIÖĞRETİM GÖREVLİSİ: PROF. DR. AHMET NEDİM SERİNSUHAZIRLAYAN:  HASAN YÜCEL                   12922703    A.Ü.S.B.F. TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TEFSİR BİLİMDALI 2012-2013 DOKTORA ÖĞRENCİSİ
 Bütün din bilimleri Kur’ân üzerine kurulan disiplinlerdir. Kur’ân, hepsinin ana kaynağıdır. Genelde bütün din bilimleri, özelde ise tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri de, kendi hedefleri doğrultusunda bu kaynağı incelemektedirler. Dolayısyla her ne kadar ana kaynakları aynı olsa da hedefleri farklı olan bu ilimlerin yöntem ve usûlleri de belli ölçüde farklı olacaktır. Buna rağmen bu ilimlerin usûllerinin birbirinden tamamen bağımsız olduğunu söyleyemeyiz, zira hepsi aynı kaynaktan, aynı zamanda ortaya çıkmakta ve hayatın içerisinde bir arada uygulanmaktadır. Bu nedenle aralarında bir takım benzerliklerin olması gayet doğal olacaktır. En nihayetinde hepsinin hedefi Kur’ân İnsanını oluşturmak olduğuna göre, bunların aralarında sıkı bir bağın bulunması da muhtemeldir.Tefsir, peygamber efendimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için hadis ilminden büyük ölçüde yararlanmıştır. Zira hadis rivayetleri ayetlerin sebeb-i nüzullerini, iniş sıralarını, doğrudan ayetlerle ilgili açılayıcı bilgileri ve hatta kıraat bilgilerini bize sunmaktadır. Kur’ân’da yer alan ahlak, siyaset ve itikat konularının yorumlanması ve değişik zamanlarda yaşama aktarılması, kelam ilmi tarafından sağlanmıştır. Genel manada hukuk ve ibadet konuları da fıkıh ilmi ile ele alınmış ve bu kısma uygun ayetlerin sistemli bir şekilde yorumlanması bu disiplin tarafından yerine getirilmiştir. İşte bu ve benzeri bütün islâm ilimlerinin yönteme ihtiyacı olmuştur ki bu yöntem, Kur’ân ibarelerinin anlamlarını ve değerlerini belirleme, ortaya koyma ve bunları hayata yansıtmanın yöntemidir,  işte bunu büyük oranda fıkıh usûlü gerçekleştirmiştir.   İslam’ın değerlerinin, Kur’ânî davranışların hayata uygulanabilmesi için bu değerlerin değişik zamanlara daha disiplinli bir şekilde taşınması gerekmekteydi. Bu da öznelliğin daha yoğun olduğu te’vil sürecinde izlenecek bir yönteme ihtiyaç doğurmuştur. İşte bu yöntemi de usûl-i fıkh  ortaya koymuş ve incelemiştir. Usûl-i fıkh eserlerinde Kur’ân, Sünnet ve İcma’dan yola çıkılarak te’vilin nasıl gerçekleştirileceği en ince ayrımtısına kadar ortaya konulmuştur. Bunun yanında her fakihler, müfessirler, mütekellimler aynı kaynaklardan farklı sonuçlar da çıkarabilmişlerdir ancak bu farklı fikirler, asıl kaynkalarımıza aykırı olmamak kaydıyla meşru kabul edilmişlerdir.Sonuç olarak, Kur’ân tefsir ilimi çin bir konu iken, fıkıh ilmi için kaynak konumundadır. Dolayısıyla tefsir ilmi islam ilimlerinin temel kaynağı olan Kur’ân’ı anlamak için gelişitirilmiştir diyebiliriz. Bunu yaparken de, yani Kur’ân’ın anlamlarını araştırırken de, bu anlamları Hz. Peygamber’den ve sahabe-i kirâmdan öğrenebilmek için hadis ilmine ve arap diline başvurmak zorunludur. Böylece tefsir Kur’ân’ı açıklamta ve fıkıh, kelam gibi ilimlere malzeme sunmaktadır. Fıkıh, kelam ilmi ise tefsirin kaldığı yerden işe devam etmekte ve adeta bu anlam malzemesini ve diğer kaynakalarını kullanarak hükümler üretmektedir.Geldiğimiz bu noktada sözlerimizi, şimdiye kadar ifade ettiklerimizi ve edemedikerimizi en güzel şekilde özetlediğini düşündüğümüz bir şema ile sonlandırmak istiyoruz.  

ULÛM-İ HADİS

ULÛM-İ KUR’ÂN
USÛL-İ FIKIH
 
0 Yorum - Yorum Yaz




0 Yorum - Yorum Yaz




0 Yorum - Yorum Yaz


MEHMET TAHİR PEKİM/12952702

 

İSLAMDA BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ

 

İslam İlimlerinin ana kaynağı şüphesiz, Kur'an-ı Kerim’dir. Şöyle bir baktığımızda aslında Kur'an-ı Kerim, kendisinin üzerinde düşünülmesini, anlaşılmasını ve açıklanmasını isteyen, netice de yaşanılır kılınmasına muhataplarına teşvik eden vahiy mahsulü bir kitaptır. Bu gerçek kur’anın birçok ayetinde açıkça zikredilmektedir. İslam'ın ilk üniversitesi masabesinde olan mescitlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an-ın anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz. Aslında bütün Kur'an ilimleri, Kur’an-ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde bu ilimlerin ilk başta içiçe geçmiş bir halde bulundukları bir hakikattır. Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir.

Kur'an ilimlerine yönelik tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur'anın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek tabii bir olgu olarak olarak görülüyor.Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir.İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varolşlarının gereği olarak ,konusu,amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat

Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen, ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz. İçerik olarak tefsir,tefsir tarihi,hadis,hadis usülü,fıkıh,fıkıh usülü kapsayan bu ilimlere ''beyan'' tabiride ıtlak edilir.Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini

++ bilgiler,mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez.Dolayısıyla ''İslami'',''dini'veya ''şer'i'' nitelemesi,İslamla veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir.Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.Peygamber'den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp,Hz. Peygamber’den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur.Bu suretle kelam,mantık da bu ilimler kategorisine dahil edilmiştir.Bu arada yardımcı İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir. Hicri 2.asrın ortalarından önce yaklaşık olarak hicri 143 yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı.Her ilim için kendi içinde litaratürü ve tarihi oluştu diyebiliriz.Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır.Fakat sonraları, Hadis ehlince,ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı.Fıkıh,kelam ve tefsir terimleri,daha sonraki dönemlerde,bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar.

İslami ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktılar.İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde ortaya çıktı ve gelişti diyebiliriz.Neticede kur’an merkezli bu ilmler her biri diğerini tamaladı ve bugün de bu ilimlerden faydalanmanın üst seviyede olması gerektiği insanlığın sorunlarına kur’an ana merkezde olmak üzere İslam ilimleri ışığında çareler aranması gerektiği aşikardır

 


0 Yorum - Yorum Yaz

tefsir hadis fıkıh    20.05.2013

Tefsir, Hadis ve Fıkıh Mukayeseli okuma):

İslami tarihi içinde birçok ilim dalları ortaya çıkmıştır. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve İslam tarihi gibi. Hiçbir alan birbirinden bağımsız kabul edilemez. Dolayısıyla birbirine hizmet eder. Kuran’ın amaçsız indirildiği hepimizin malumudur. Bu anlamda hayatımızı anlamlandıran veyahut anlamlandırması gereken bir kitaptır. Bizler bu anlamda Kuran’ı daimi bir şekilde yaşanılabilir olarak  görmekteyiz. Önce onu anlamak gerekmektedir. Bunun için tefsir ilmi ortaya çıkmıştır. Kuran’ın lafızlarını ve indirilen ayetlerin bağlamını tespit etmek tefsir ilminin vazifesidir. Bağlamı doğru yakalayabilmek için Tarihi verilere ihtiyaç vardır. Bu durumda İslam tarihi ve tarih disiplininden faydalanmak kaçınılmaz olmuştur. Dil ile ilgili tespitlerin doğru yapılması için Filolojik tahlillere ihtiyaç duyulmaktadır. Dilbilimi bu durumda devreye girer. Bu iki veride nakil yoluyla sonraki nesillere ulaşmıştır. Bu naklin neliğini sıhatini, tasnifi ve değerlendirilmesi için Hadis usulü devreye girmiştir. Onlar adeta Sarraflık vazifesini üstlenmişlerdir. Doğruyu yanlıştan ayırmak ve sonraki nesillere bilginin ulaşması için gerekli tedvin ve tasnifi gerçekleştirmişlerdir. Fakat hadis usulü salt tefsir ilmine hizmet etmemiştir. Rasulullahın uygulamaları ve sözlerini aynı şekilde değerlendirerek Fıkıh ilmine malzeme sunmuştur. Fıkıh ise Kur’an’ın yaşanılabilirliği için var olagelmiştir. Zira fıkıh Müslümanların Kuran ve sünneti kendi döneminde yaşayabilmesi için pratik formüller sunmaktadır. Aynı şekilde Kelam ilmi Fıkıh ilminin muamelatta yaptığını akaid meselelerinde insanlara sunmaktadır. Böyle bir bakış açısında hareketle denilebilinir ki Fıkıh ve kelam Sonuç bildiren ilimlerdir. Zaten insanlar hayatlarını Kuran ve hadislerden direkt olarak beslenerek şekillendirmezler. Aksine hayatlarını Fıkıh ilminin sunduğu formüllere göre şekillendirir. Akaid içinde farklı sözler sarf edilemez. Zira insanlar Kuran ve hadislerden beslenerek iman esasları tayin edemezler. Kelam ilmi hazır formüller sunar ve kalıp şeklinde kabul edilir ve esas alınır. Yukardada bahsettiğimiz gibi Fıkıh ve kelam ilminin bunu yapabilmesi için bu farklı birimlerin kendi bünyesinde vazifesini yapması ve çıkan sonuçları bu iki dsipline sunması ile mümkün kılınmaktadır. Bu anlamda bu ilimlerin hepsini bir örümcek ağsı gibi bir birileri ile ilintili olduğu söylenebilir.  Şematik bir anlatımla duruma açıklık getirmeye çalışalım. İslam tarihi ile başlayalım: Bu displin Tefsir ilmine bağlam’ın tespiti  açısından hizmet etmektedir. Doğru bilgiyi yanlışından ayırabilmek için İslam tarihinden faydalanmak zorundadır.  Hadis İlmi içinde aynısı geçerlidir Hadislerin vurud sebeplerinin tespit edilebilmesi için, bunun yanı sıra hadisin gerçekten  vurudunun söz konusu olup olmadığı bu disiplinden faydalanmadan bilinemez. İşin ilginç olan kısmı bu iki disiplininde aynı zaman İslam tarihinin tespiti için katkı sağlamasıdır. Kur’an’ı Kerim sayesinde İslam tarihi verilerinin sistematize etme gibi bir olasılığı söz konusudur. Zira en sağlam bir şekilde bize ulaşan kaynak bizatihi Kur’an’ın kendisidir.  Hadislerde verilir çokluğu açısından İslam tarihi için bilgi kümesi olarak kabul edilebilir.  Tefsir, Hadis ve İslam tarihi İse Bir bütün olarak Mezkur iki işlevsel alt disipline hizmet eder. Zira her iki displininde doğrusunun yanlış dan ayrılmış bilgilere ihtiyaci vardir. Bu hususta en fazla katkı sağlayan hadis ilmidir. Bunun Dışından Hem Kur’an hemde hadis metinlerin,i anlamak ve anlatmak tefsir ve hadis ortak işidir. Anlaşılmış bu iki metin yanı hadis ve Kuran menin ile sahih olan ek bilgileri Fıkıh ve Kelam ilmine sunduktan sonra bu bilgileri işleyerek ve değerlendirerek insanlara formüller geliştirmek bu iki ilmin vazifesidir.


0 Yorum - Yorum Yaz


KUR’AN’I ANLAMADA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

Kur’an’ın en önemli özelliklerinden biri evrensel oluşudur. Bu özellik onun hitabının tüm insanlığı kuşatacak unsurları taşımasını gerekli kılar. Ayetlerin insanlar için rehber olması, Kur’an’ın en temel diğer bir özelliğini, onun anlaşılması zorunluluğunu doğurur. Kur’an’ın anlaşılması adına yalnız başına tefsir, fıkıh veya hadis yeterli olmaz. Bunlar bir birini tamamlayan temel taşlardır. Kur’an’ın insanlara hidayet rehberi olmasının anlamı, onunla beraber yaşamak veya onu anlamak isteyen insanı, yaşadığı dönemin olayları içinde yüzerken  “Kur’an’ın o anda iniyormuş gibi” olduğunu görmeye göneltmesidir. Ezeli ilme dayalı olarak indirilmiş ve ayetleri de ona göre tertip edilmiş bir kitabın her şeyden önce bütünlük arz eden insicamlı bir iç yapıya sahip olması gayet tabiidir.

Kur’anı anlama yolunda en başta ilimler arasında yeralan tefsir ilminin geçmişi risalet dönemine kadar dayanır alır. En büyük müfessir bu anlamda Hz. Peygamber’dir. O’nun sözlerinden oluşan hadisler yine Kur’an’ı anlama yolunda en önemli kaynağımızdır. Kur’an’dan ve hadisten hüküm çıkartmakla oluşan fıkıh, dini yaşanması için hayata aktaran en önemli dayanaktır. Bütün bunlar Kur’an’ı bir bütünlük içerisinde daha iyi anlamamıza imkan sağlar. Bu ilimlerden faydalanmak için de bu ilimlerin çerçevesini yol haritasını belirleyen usul ilmi oluşmuştur. Burada bu ilimlerden bahsetmeye çalışacağız. 

TEFSİR USULÜ

Kur'an-ı Kerim birçok ilmi bir arada toplamakla onu anlamak içinde çeşitli ilimler oluşmuştur. Bunların başında Tefsir usulü ilmi gelir.  

Kur’an’ın tarifi, onun cüzleri olan ayet ve surelerin açıklanması, ayetlerin ve surelerin tesbiti, cem’i ve teksiri konularının yer aldığı usul kaynaklarında ayrıca Kur’an ilimlerinden de bahsedilir. Kur’an ilimleri tefsir usulünün en önemli safhasıdır. Esbabı nüzul, Muhkem ve Mutaşabih âyetler, Uslubu’l-Kur’an, İcazu’l-Kur’an (lugatta i’caz kelimesi âciz brakmak manasında kullanılır. Bir şeyin benzerini yapmaktan âciz bırakan şeye de mu’cize denir). Müşkilu’l-Kur’an olsun, Mücmel ve Mübeyyen, Kur’an-ı Kerim’de Sual ve Cevaplar v.s. meselelerin kaleme alınması ve açıklanması Kur’an’ı doğru  anlamak isteyenlere doğru yol ve tutarlı yöntem kazandırmaktadır.

Yine tefsir tarihinin yer aldığı bölümlerde Hz. Peygamberden günümüze bu sahada gayret ortaya koyanlar ve bu gayretteki usullerinden bahsedilir.

FIKIH USULÜ

Kur’an’nın hitabını anlamda diğer usul yolu fıkıh usulüdür.  Fıkıh hükümler çıkarma, Peygamber (s.a.v.)’den sonra sahabiler herhangi bir fikri ortaya koymak için ilk olarak onun delillerini araştırmışlardır. Tabiinler çağında ise yeni olayların artmasıyla ictihada daha da gerek duyulmuştur. İctihad ve görüşlerin artmasıyla cevap vermede ve delillerle muamele etmede her alimin kendine ait bir yol, tertip ve usul oluşmaya başlamıştır. Bunun neticesinde bu devirde metodlar açıklığa daha isabetli kavuşuyor, okullar açılıyor ve bunların metodları daha belirgin hale geliyordu. Tabiin döneminden sonra Müctehid İmamlar devrine girince bu metodlar tam belirgin bir yola oturduğunu görüyoruz.

 Fıkıh Usulü, fıkhı hükümlerin delilli bir zemin hazırlamasında başvurulan metodları izah eden bir ilimdir. Fıkıh Usulü bir ilim olarak Şer’i delillerden hüküm çıkarma yollarını gösteren kaidelerin mecmuasıdır. Şu şekilde Fıkıh Usulü, ameli boyutunu Şeriat’ın aslını açıklamaktadır, onu tanıtacak yollarını vermektedir. Buradaki geçen açıklamaları Fıkıh ile karıştırmamak gerekir, Fıkıh ve Fıkıh Usulü arasındaki fark, Fıkıh’ın konusu, ayrı ayrı delilleriyle ameli hükümlerdir. Fıkıh Usulü ise hüküm çıkarma metodları üzerinde durmaktadır. Bu asıllardan hareket ederek şunu diyebiliriz ki, fâkihin hüküm çıkarırken doğru yoldan sapmaması için belli metodları kural ederek Fıkıh Usulü’nü bilmesi icab eder.

Fıkıh ilmi, İslami ilimlerdeki hukuki terimleri anlamak için sağlam bir usul, derin bir anlayış verir. Onu okuyup öğrenenler, bir yönden esaslı usül diğerden de ölçülere sahip olup hukuki anlayışı arttıran bir ilimdir.

 

 HADİS USULÜ

Peygamber (s.a.v.)’in bize getirmiş olduğu  Kur’an’ın yanından  diğer bir emanet hadislerdir. Hadislerin bize ulaşması ile ilgili ilime hadis ilmi, bu ilmin metoduna da hadis usülü denir. Ashab döneminde Kur’an’ın ceminde sonra oluşmaya başlayan  süreçte önce hadisler toplanmaya başlandı. Sonraki asırlarda bunlar çeşitli adlar altında tasnif edildi.

Hadis ilmi iki kısmından biri olan rivayet dalı hadis ilminin konusunu, Hazreti Peygamber (s.a.v.)’e isnad edilen söz, fiil ve takrirler, zabıt ve rivayetleri içermektedir. Diğer kısmı olan Dirayet dalında ise rivayetinin hakikatını, şartlarını, çeşitlerini, hükümlerini, ravilerin hal ve şartlarını ve merviyatın sıfatları gibi incelemeleri içermektedir. Birincisi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinin kaydedilmesi, ikincisi ise kaydedilen ve rivayet edilen hadislerin sıhhatını araştıran bir ilimdir. Bundan dolayı ikincisi olmadan yani hadislerin tenkid ve araştırmasını yapıp sahih olanlarını sahih olmayanlardan ayırmaksızın onların sadece kaydedilmesi fayda sağlar ama tam olarak net ve hükümlerde kullanışlı olamaz.

KAYNAKÇA

1.      İsmail CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2012

2.      Zekiyuddin ŞABAN, Fıkıh Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1999

3.      Talat KOÇYIĞIT, Hadis Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993.

 

 

Yunus  ÖZDAMAR     Doktora Özel Öğrenci

13ÖZL274

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

mukayeseli okuma    21.05.2013

Tefsir, Hadis ve Fıkıh Mukayeseli okuma):

İslami tarihi içinde birçok ilim dalları ortaya çıkmıştır. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve İslam tarihi gibi. Hiçbir alan birbirinden bağımsız kabul edilemez. Dolayısıyla birbirine hizmet eder. Kuran’ın amaçsız indirildiği hepimizin malumudur. Bu anlamda hayatımızı anlamlandıran veyahut anlamlandırması gereken bir kitaptır. Bizler bu anlamda Kuran’ı daimi bir şekilde yaşanılabilir olarak  görmekteyiz. Önce onu anlamak gerekmektedir. Bunun için tefsir ilmi ortaya çıkmıştır. Kuran’ın lafızlarını ve indirilen ayetlerin bağlamını tespit etmek tefsir ilminin vazifesidir. Bağlamı doğru yakalayabilmek için Tarihi verilere ihtiyaç vardır. Bu durumda İslam tarihi ve tarih disiplininden faydalanmak kaçınılmaz olmuştur. Dil ile ilgili tespitlerin doğru yapılması için Filolojik tahlillere ihtiyaç duyulmaktadır. Dilbilimi bu durumda devreye girer. Bu iki veride nakil yoluyla sonraki nesillere ulaşmıştır. Bu naklin neliğini sıhatini, tasnifi ve değerlendirilmesi için Hadis usulü devreye girmiştir. Onlar adeta Sarraflık vazifesini üstlenmişlerdir. Doğruyu yanlıştan ayırmak ve sonraki nesillere bilginin ulaşması için gerekli tedvin ve tasnifi gerçekleştirmişlerdir. Fakat hadis usulü salt tefsir ilmine hizmet etmemiştir. Rasulullahın uygulamaları ve sözlerini aynı şekilde değerlendirerek Fıkıh ilmine malzeme sunmuştur. Fıkıh ise Kur’an’ın yaşanılabilirliği için var olagelmiştir. Zira fıkıh Müslümanların Kuran ve sünneti kendi döneminde yaşayabilmesi için pratik formüller sunmaktadır. Aynı şekilde Kelam ilmi Fıkıh ilminin muamelatta yaptığını akaid meselelerinde insanlara sunmaktadır. Böyle bir bakış açısında hareketle denilebilinir ki Fıkıh ve kelam Sonuç bildiren ilimlerdir. Zaten insanlar hayatlarını Kuran ve hadislerden direkt olarak beslenerek şekillendirmezler. Aksine hayatlarını Fıkıh ilminin sunduğu formüllere göre şekillendirir. Akaid içinde farklı sözler sarf edilemez. Zira insanlar Kuran ve hadislerden beslenerek iman esasları tayin edemezler. Kelam ilmi hazır formüller sunar ve kalıp şeklinde kabul edilir ve esas alınır. Yukardada bahsettiğimiz gibi Fıkıh ve kelam ilminin bunu yapabilmesi için bu farklı birimlerin kendi bünyesinde vazifesini yapması ve çıkan sonuçları bu iki dsipline sunması ile mümkün kılınmaktadır. Bu anlamda bu ilimlerin hepsini bir örümcek ağsı gibi bir birileri ile ilintili olduğu söylenebilir.  Şematik bir anlatımla duruma açıklık getirmeye çalışalım. İslam tarihi ile başlayalım: Bu displin Tefsir ilmine bağlam’ın tespiti  açısından hizmet etmektedir. Doğru bilgiyi yanlışından ayırabilmek için İslam tarihinden faydalanmak zorundadır.  Hadis İlmi içinde aynısı geçerlidir Hadislerin vurud sebeplerinin tespit edilebilmesi için, bunun yanı sıra hadisin gerçekten  vurudunun söz konusu olup olmadığı bu disiplinden faydalanmadan bilinemez. İşin ilginç olan kısmı bu iki disiplininde aynı zaman İslam tarihinin tespiti için katkı sağlamasıdır. Kur’an’ı Kerim sayesinde İslam tarihi verilerinin sistematize etme gibi bir olasılığı söz konusudur. Zira en sağlam bir şekilde bize ulaşan kaynak bizatihi Kur’an’ın kendisidir.  Hadislerde verilir çokluğu açısından İslam tarihi için bilgi kümesi olarak kabul edilebilir.  Tefsir, Hadis ve İslam tarihi İse Bir bütün olarak Mezkur iki işlevsel alt disipline hizmet eder. Zira her iki displininde doğrusunun yanlış dan ayrılmış bilgilere ihtiyaci vardir. Bu hususta en fazla katkı sağlayan hadis ilmidir. Bunun Dışından Hem Kur’an hemde hadis metinlerin,i anlamak ve anlatmak tefsir ve hadis ortak işidir. Anlaşılmış bu iki metin yanı hadis ve Kuran menin ile sahih olan ek bilgileri Fıkıh ve Kelam ilmine sunduktan sonra bu bilgileri işleyerek ve değerlendirerek insanlara formüller geliştirmek bu iki ilmin vazifesidir.

Kemal Gözütok

12922736


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR, HADİS VE FIKIH USÛLÜNÜN BİRLİKTE DEĞERLENDİRİLMESİ

GİRİŞ

Hatice AVCI[1]

İslami ilimler, Kur’ân’ın nüzûlü itibariyle oluşmaya başlamış, ilerleyen asırlarda gelişerek şekillenmiş ve tasnif edilmiştir. İslami ilimlerin oluşması ve gelişmesinin temelinde Kur’ân’ın ilme teşviki, düşünmeye ve öğrenmeye yöneltmesi vardır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in hayatı boyunca ilme verdiği önem ve Müslümanları ilim tahsiline yönlendirmesi İslami ilimlerinin çıkış noktasıdır.

Hicri 2. asırdan itibaren tedvin sürecine giren İslami ilimlerin yöntem ve esasları da yine aynı dönemlerde belirginleşmeye başlamıştır. “Usûlsüz vusûl olmaz” düşüncesiyle hareket eden âlimler çalıştıkları alanın metodolojisini de ortaya koymuşlardır. Bu şekilde devam eden sürecin sonunda bize ulaşan tefsir, hadis ve fıkıh usûlü, bu çalışmada ana hatlarıyla ele alınmaktadır.

TEFSİR USÛLÜ

Tefsir usûlü, Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere tefsirin ve müfessirlerin prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen, tarihini tesbit eden ilim veya ilimlerin hepsine birden verilen isimdir. İlk devirlerde Tefsir usûlü yerine ulûmu'l-Kur'ân tabiri kullanılmıştır.

H. II. asırdan başlayarak tefsire duyulan ihtiyaç yanında, tefsirin kontrol altına alınması ve dolayısıyla prensiplerinin konulması, bir çerçeve çizilmesi, herhangi bir ilmî ve şer'î dayanaktan yoksun bir takım tefsir ve te'villerde bulunmaya kalkışılmaması için bir takım ön şartların tespit edilmesi ihtiyacı da kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla tefsir usûlü'ne ilişkin ilk eserler de, ilkönce tefsirlerin mukaddimeleri şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşmiştir. Hâris el-Muhâsibî (öl. 243/857)'nin "el-Akl ve Fehmu'l Kur'ân" adlı eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma olarak takdim edilmektedir. Ali İbn İbrahim el-Hûfi (öl. 430/1038) tarafından kaleme alınan "el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına da bu alandaki ilk eser diyenler vardır.

Tefsir Usûlü'nde ilk sistemli çalışma olarak Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzî (öl. 597/1200)’nin "Fünûnu'l-Emân fi Ulûmi'l-Kur'ân" ile "Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân" adlı eserleri görülmüştür. ez-Zerkeşî (öl. 794/1392)'nin yazdığı, el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân; Suyûtî (öl. 911/1506)'nin el-İtkan fi Ulûmi'l-Kur’ân da Tefsir Usûlü'nün en önemli eserleridir.

Tefsir Usûlü adı altında ele alınan Kur’ân ilimlerinin sayısı eserden esere değişse de biz genel çerçeveyi ortaya koymak adına on yedi başlığa kısaca değineceğiz:

1.      Esbâbu’n- Nüzûl: Vahiy döneminde meydana gelen bir hadise veya Hz. Peygamber (s.a.s)’e sorulan bir soru sebebiyle bir veya birkaç ayetin yahut bir sûrenin tamamının inmesine sebep olan ve nüzul ortamını resmeden hadiseye “sebeb-i nüzul” denir. Sebeb-i nüzul bakımından ayetler ikiye ayrılır: Birincisi, doğrudan nüzul sebebi bilinmeyen ayetlerdir ki bunlar çoğunluğu teşkil eden ayetlerdir. İkincisi de nüzul sebebi bilinen ve inişleri somut bir sebebe bağlanan ayetlerdir.

Sebeb-i nüzul ayetlerin doğru anlaşılmasına çok büyük katkı sağlar. Sebeb-i nüzul rivayetlerle bilinir ve bu konuda sahabenin önemi çok büyüktür.

2.      Nâsih ve Mensûh: Tefsir Usûlündeki ihtilaflı konulardan biridir. Nesh, “gidermek, yok etmek, izale etmek” anlamlarına gelir. Terim olarak ise önce gelmiş şerî bir nassın hükmünün daha sonra gelen şerî bir nass ile yürürlükten kaldırılmasıdır. Nâsih “nesheden” sonra gelen ayettir; mensuh “neshedilen” önce gelen ayettir. Nesh konusu daha çok fıkhî ve amelî hükümleri ilgilendirir. Neshin aklen caiz olup olmaması ve vuku bulup bulmaması tartışılagelmiştir.

3.      Muhkem ve Müteşâbih: Muhkem, “güçlü, sağlam, tam” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise “manası kolay anlaşılabilen, harici bir tefsire ihtiyaç duymayan ayetler”i ifade eder. Özellikle emir ve nehiylerle, ibadet ve fıkhî hükümlerle alakalı ayetler muhkem kabul edilmiştir. Müteşabih de “benzerlik, kapalılık” anlamlarına gelir. Terim olarak, “birçok manaya ihtimali olan, bu manalardan birini belirlemek için harici bir delile ihtiyacı olan ayetler” için kullanılır. Müteşabih ayetler için mukatta’a harfleri, Allah’ın zat sıfat ve fiilleriyle ilgili ayetler, ahiret ahvaliyle ilgili ayetler örnek gösterilmektedir.

4.      Garibu’l-Kur’ân: Garib kelimesi sözlükte “yabancı, bilinmeyen ve anlaşılmaz” manasındadır. Terim olarak ise İslam dini gelmeden önce Arapça dışındaki dillerden Arapça’ya girmiş veya Kureyş lehçesi dışındaki lehçelere ait kelimelerin Kur’ân’da yer almasına denir. Hicri ikinci asırdan itibaren Kur’ân’daki bu garib kelimeler üzerinde çalışılmaya başlanmıştır.

5.      Üslûbu’l-Kur’ân: Kur’ân yirmi üç yıllık bir sürede muhataplarını tatmin etmek ve kendini onlara kabul ettirmek için kolaylıklar bahşederek ceste ceste inmiştir. Kur’ân’ın uslûp özelliği, insanların telif ettiği eserlerden ve diğer nazil olmuş kutsal kitaplardan farklıdır. Arap edebiyatının zirvesindeki üstadları hayrete düşürecek kadar etkili, farklı ve olağanüstü bir üslûba sahip olan Kur’ân’ın bu uslûp özelliklerinin incelenmesi de Kur’ân ilimleri arasındadır.

6.      İ’câzu’l-Kur’ân: Kur’ân, kendine has eşsiz üslûbunu tahaddi ayetleriyle ifade etmektedir. İ’câz “aciz bırakmak” manasındadır. Kur’ân, kendine ait özellikleriyle bir benzerinin getirilebilmesi hususunda herkesi aciz bırakmıştır. Kur’ân telif yönünden, ihtiva ettiği ilimler açısından, beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılaması bakımından, gayb haberleri yönünden ve Hz. Peygamber tarafından dahi tebdil edilememesi yönünden i’câza sahiptir.

7.      Aksâmu’l-Kur’ân: Kur’ân’da çok sayıda yemin yer almaktadır. Allah kendi yüce adına, peygamberlere, peygamberlerin zuhur ettiği yerlere, Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, bazı önemli varlıklara yemin etmiştir. Bu yeminlerin muhtemel sebeplerinden bazıları şöyledir: Arapların hayatında yemin çok yaygındı, ayet ve deliller yeminle desteklenmiştir, yemin edilen şeyin kıymet ve değerine işaret için yemin edilmiştir.

8.      Kısasu’l-Kur’ân: Kur’ân’da geçmiş peygamber ve milletlere dair kıssalar mevcuttur. Bu kıssalardan maksat tarihi olayları kronolojik olarak anlatmak değildir. İbret alınması kast olunmaktadır. Bu sebepten kıssaların bazısı birkaç kere tekrar edilmiştir. Bu kıssalara dair çeşitli asırlarda pek çok eser meydana getirilmiştir.

9.      Emsâlu’l-Kur’ân: Mesel kelimesi; şibih, nazir, delil, hüccet, halk arasında kabul görüp yayılmış meşhur sözlere denir. Bunların irad edilip söylenmesine de “darbı mesel” denir. Kur’ân’da pek çok mesel vardır. Bu meseller medh ve zem üzerine olduğu gibi sevap ve ikâb, işin ehemmiyetini yüceltmek veya tahkir etmek, işin tahkiki veya iptali üzerine olabilir.

10.  Hakikat ve Mecâz: Kur’ân’da kelimeler hakiki manalarında kullanıldıkları gibi bazen de mecâzi manalarda kullanılmışlardır. Kelimelerin mecâzi manalarda kullanımı ihtilaflara sebep olmuştur. İslam âlimlerinin çoğu Kur’ân’da mecazı kabul etse de bu reddedenler de olmuştur.

11.  Müşkilu’l-Kur’ân: Kur’ân ayetleri arasında ihtilaf ve tenakuz gibi görülen durumdur ki Allah’ın kitabında böyle bir halin mevcudiyeti bahis konusu olamaz. Çünkü böyle bir durum olmayacağı Kur’ân’da şöyle beyan edilmiştir: “Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı elbette içinde birbirini tutmayan pek çok şey bulurlardı” (Nisâ, 4/82)

Ayetlerin birbiriyle çelişik görünüşlerini izale temek için birtakım kurallar konulmuştur.

12.  Mücmel ve Mübeyyen: Mücmel, kendisinden ne murad edildiği anlaşılmayan lafızdır. Mücmel olan ayetin manası açık bir şekilde belli olmaz. Manası kapalı ayetlerin sebepleri üzerinde çalışılmış ve bu sebepler sınıflandırılarak açıklamalar yapılmıştır. Mübeyyen ise açıklayan beyan eden demektir. Ayetlerdeki müştereklik, müşkil, mücmel, hafi gibi hususları açıklayan ayetlere de mübeyyen denir.

13.  Vücûh ve Nezâir: Bir kelimenin farklı ayetlerde farklı anlamlara gelmesine vücûh denir. Pek çok kelimenin aynı anlamı ifade etmesine de nezâir denir. Kur’ân’ın iyi anlaşılması için bilinmesi gereken ilimlerden biri de vücûh ve nezâirdir.

14.  Müphemâtu’l-Kur’ân: Kur’ân’da sarih olarak zikredilmeyip ismi mevsuller ve zamirlerle zikredilen erkek veya kadınlar olduğu gibi melek, cin veya topluluklar da vardır. Bu gibi ismi mevsullerin veya zamirlerin kime delalet ettiğini bilmek kolay değildir. Bu konunun sebepleri üzerinde durularak bu müphematın nasıl bilinebileceği üzerinde tartışılmış ve çalışmalar ortaya konmuştur.

15.  Fedâilu’l-Kur’ân: Kur’ân’ın faziletleri hakkında İslami eserlerde geniş bilgiler verilmiş ve özellikle hadis kitaplarında bu konuya müstakil bâblar ayrılmıştır. Kur’ân-ı Kerim ile alakalı bu konu Kur’ân ilimleri arasında da yer almıştır.

16.  Hurufu’l-Mukatta’a: Hece harfleri demektir. Hurufu’l-mukatta’a 29 sûrenin başlangıcında yer alır ve hecelenerek söylenir. Bütün alimler hurufu’l-mukatta’anın müteşabihattan olduğu konusunda hemfikir olmakla birlikte mütekellimler buna muhaliftir. Al-i İmran Sûresi 7. ayetteki cümleyi “müteşabihatın te’vilini yalnız Allah ve ilimde derinleşenler bilir” şeklinde yorumladıkları için bu harflerin manalarıyla ilgili birçok görüş ileri sürmüşlerdir.

17.  Ayetler ve sûreler arasındaki tenâsüb (uygunluk) ve insicâm (tutarlılık): Ayetler ve sûreler arasındaki tenâsüb konusu üzerinde bazı müfessirler dikkatle durmuştur. Razi tefsirinde bu konu hakkında şöyle demiştir: “Kur’ân’ın inceliklerinin ekserisi ayetlerdeki tertiplere ve rabıtalara tevdi edilmiştir.”

Ayetler çeşitli zamanlarda ve çeşitli sebeplere binaen nazil olmakla birlikte aralarında öyle bir irtibat vardır ki onlardan birini yerinden oynatmak mümkün değildir. Belâgat ve ahenk bakımından Kur’ân’ın böyle bir insicâma sahip olması, onun ebedi bir mucize olduğunun delilidir. Kur’ân’ın i’câzı bu yöne de teşmil edilebilir.

HADİS USÛLÜ

Hadis ilminin dayandığı prensiplere hadis usûlü denir. Bu bilim dalına başlangıçta “mustalahu’l-hadis” de denilmiştir. Hadis usûlünün konusu red ve kabul açısından sened ve metindir.

Hadis usûlü dediğimiz sünnetin doğru olarak nakli, metinlerin sağlam bir şekilde korunup eğitim, öğretim ve değerlendirilmesinin yapılması ve bu değerlendirmeye yardımcı olacak her türlü tetkik ve faaliyetlerin başlatılması sahabe devrinde olmuştur. Sahabe rivayetü’l-hadis ilmini kurdukları gibi rivayetin vazgeçilmez kaidelerini de koyarak dirayetü’l-hadis ilminin de temellerini atmışlardır.

Bugün bize ulaşan ilk usûl kitabı “el-Muhaddisu’l-fâsıl beyne’r-râvi ve’l-vâ’i”dir. Eserin müellifi er-Râmehürmuzî diye meşhur olan Ebu Muhammed el-Hasen b. Abdirrahman b. Hallâd (ö. 360/971)’dır. “Ma’rifetu ulûmi’l-hadis” eseriyle Ebû Abdillah el-Hâkim en-Neysâbûrî (ö. 405/1014) ve “el-Kifaye fi ilmi’r-rivaye” adlı eseriyle de Hatîb el-Bağdadi (ö. 463/1071) hadis usûlünün ilk dönem meşhurlarıdır. Daha sonra bu alanda pek çok eser kaleme alınmıştır. Biz burada hadis usûlünün ana konularına kısaca temas edeceğiz:

Sünnet, Allah’ın kitabının, Allah’ın elçisi tarafından evrensel planda yapılmış yorumudur. Hadis, bu yorumun yazılı belgesidir. Sünnet; kavlî, fiilî, takrirî ve vasfî olarak dörde ayrılır. Kavlî, Resûlullah’a ait kelamdır. Fiilî, Resûlullah’ın davranış ve uygulamalarının anlatımıdır. Takrirî, Resûlullah’ın; sahabeye ait uygulamayı tasvip ettiğini açıkça (sarih takrir) veya sükût ederek (zımnî takrir) belirtmesidir. Vasfî ise Resûlullah’ın herhangi bir huyunu veya şemâilini tanıtan hadislerdir.

Hadis, sened ve metin olmak üzere iki kısımdan oluşur. Sened, hadisi rivayet eden kişilerin Resûlullah’a kadar sıralandığı kısımdır. Metin ise senedin kendisinde son bulduğu sözlü kısımdır.

Hadis öğrenim ve öğretim yolları (tahammül ve eda yolları) sekiz olarak tespit edilmiştir ki onlar sırasıyla şöyledir: Sema’, kıraat, icazet, münavele, kitabet, i’lam, vasiyet, vicâde. Sema’, hocanın ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivayette bulunması; öğrencinin hocadan bizzat duyarak bu rivayeti almasıdır. Kıraat, hocanın huzurunda talebenin ezberinden veya elindeki kitaptan hadis okuması hocanın da onu takip ederek gerektiği yerde düzeltmesi şeklinde olur. Buna arz da denir. Öğrenci o hadisleri hocadan almış olur. İcazet, hocanın talebesine duyduklarını veya kitaplarını rivayete izin vermesidir. Münavele, kendisinden nakil ve rivayet etmesi için hocanın öğrencisine bir kitap veya yazılı bir metin vermesine denir. Kitabet, huzurda bulunan veya bulunmayan bir öğrencisi için hocanın bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göndermesidir. İ’lam, hocanın icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için “benim rivayetim işte budur” diye açıklamada bulunmasıdır. Vasiyet, ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın, rivayet izninden söz etmeksizin, kitabını öğrencilerinden birine vasiyet etmesidir. Vicâde, bir kimsenin yazma risale veya kitabı bulmasıdır. Bu rivayet çeşitlerine delalet eden lafızlar da bu çeşitlere göre sınıflandırılmıştır. Rivayetler lâfzen ve manen olarak vasıflandırılmıştır.

Yaş ve isnadda birbirine benzeyen akran râviler grubuna hadis ıstılahında tabaka denir. Râvilerin tabakaları denince ilk üç nesil olan sahabe, tabiûn ve etbau’t-tabiîn akla gelir.

Rivayeti makbul olması için râvide iki temel vasıf aranır: Adalet ve zabt. Adalet, râviyi takvaya yönelten ve insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan bir niteliktir. Zabt, râvinin duyduğunu duyduğu gibi nakledebilmesidir. Râvide adalet ve zabt sıfatları birleşince ona sika denir ve hadisiyle amel etmek gerekli olur.

Râvilerin, kendilerinde aranan vasıflar açısından, yaptıkları işin mâhiyet ve ciddiyetine ne ölçüde layık olduklarını tespit için inceden inceye değerlendirilmesine cerh ve ta’dîl denilmektedir. Cerh; adalet ve zabt sıfatını iptal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle râviyi tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemektir. Ta’dil ise râvinin âdil ve zâbit olduğuna hükmederek rivâyetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır. Cerh ve ta’dil başlı başına dal olup çok geniş prensip ve yöntemlere sahiptir.

Hadisler, kabul ve red açısından makbul ve merdud olmak üzere ikiye ayrılır. Makbul, râvisinin doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken hadislerdir. Merdud ise râvisinin doğruluğu kabul edilmeyen ve kendisiyle amel edilmesi gerekmeyen hadislerdir.

Râvi sayısı açısından hadisler mütevâtir ve ahâd olmak üzere iki kısma ayrılır. Mütevatir, aklın yalan üzerinde birleşmelerini âdeten mümkün görmediği râvîler topluluğunun, her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, işitme veya görmeye dayanan hadislerdir. Kesin bilgi ifade ederler, tetkik ve tenkid dışındadırlar. Ahâd, mütevatir şartlarını taşımayan hadislerdir. Bu ikisinin dışında bir de meşhur hadis vardır ki o da tevatür şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde râvisi ikiden aşağı olmayan hadislerdir.

Sıhhat veya hüküm açısından hadisler (ahâd hadisler) sahih, hasen ve zayıf olmak üzere üç kısımdır. Sahih hadis, adalet ve zabt sahibi râvilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şâzz ve muallel olmayan hadistir. Hasen hadis, zabtı biraz gevşek olan râvilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şâzz ve muallel olmayan hadistir. Zayıf hadis ise sahih ve hasen hadis şartlarını taşımayan hadistir.

Hadis Allah Teâlâ’ya izafe edilmişse kudsî; Hz. Peygamber (s.a.s)’e izafe edilmişse merfu’; sahabiye izafe edilmişse mevkuf; tâbiî veya etbau’t-tâbiî’ye izafe edilmişse maktu’ adını alır.

Hadis usûlünde, hadisler ve râviler pek çok sınıflandırmaya tabi tutulmuş, rivayetlerin sağlamlığı ve güvenilirliği konusunda ince elenmiş sık dokunmuştur. Nakledilen bilgilerin bu kadar ayrıntılı incelenmesi de sadece Müslümanlara has bir meziyet olmuştur.

FIKIH USÛLÜ

Hüküm çıkarma ve hukuku yorumlama sisteminin temel prensiplerine fıkıh usûlü denir. Bu sahada elimize ulaşan ilk eser İmam Şafi (ö. 204/820)’nin er-Risale’sidir. Bunun dışında ilk dönem eserlerinden birkaçı şunlardır: Kerhi (ö.340/950)’nin el-Usûl’ü; Kadı Abdülcebbar (ö.415/1024)’ın el-Umde’si; Gazali (ö.505/1111)’nin el-Mustasfa min İlmi’l-Usûl’ü. Bunların dışında bu alanda pek çok eser kaleme alınmıştır. Fıkıh usûlü çok detaylı bir alan olup diğer alanlardaki gibi pek çok ihtilafı da barındırmaktadır. Bundan dolayı biz ayrıntılara ve ihtilaflara girmeden genel başlıkları serdedeceğiz.

Fıkıh usûlünde şer’i deliller şöyle sıralanmıştır:

1.      Kitap: İslamın teorik sunumu sayılabilen Kur’ân-ı Kerim’dir.

2.      Sünnet: Akide ve amel açısından Hz. Peygamber (s.a.s) gibi davranmaya denir.

3.      İcma: Ümmet-i Muhammed içerisindeki müçtehidlerin, vefat-ı Resulden sonraki herhangi bir devirde, şer’i bir hüküm hakkında istisnasız olarak ittifak etmeleridir.

4.      Kıyas: Bir konudaki bilinene benzetilerek bilinmeyeni çözme metodudur.

5.      Mesâlih-i Mürsele: İtibar edildiği veya reddedildiği noktasında herhangi bir bilgi bulunmayan; fakat taşıdığı faydanın çokluğu sebebiyle kabul edilmek zorunda kalınan maslahatlara denir.

6.      İstihsan: Açık kıyastan, genel ve yerleşik kuraldan özel gerekçelerle ayrılarak söz konusu olayın özelliğine uygun çözüm bulma metodudur.

7.      Örf: Çoğu insanın benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler ve duyulduğunda başka anlama gelmeyecek derecede özel bir anlam taşıyan lafızlara denir.

8.      Zerîa: Vasıtaların sonuçlarına göre hüküm almasıdır. Yani iyiliğe götüren vesileye iyi hükmü verilirken; kötülüğe götürene kötü hükmü verilir.

9.      Şer’u Men Kablenâ: Şâri’ Teâlâ’nın önceki ümmetlere bildirdiği ahkâmı ifade eder.

10.  Sahabi Kavli: Sahabeden dinî bir meseleyi çözme sadedinde gelen nakillere denir.

11.  İstishâb: Sâbıkan var olan bir hükmün kaldırıldığına dair kesin bir delil bulunmadıkça, onun şu anda devam ettiğine hükmetmek manasındadır.

Bu delillerin hepsi kendi içinde delil olma sebepleriyle birlikte detaylı bir şekilde açıklanmış ve incelenmiştir. Ayrıca bunların dışındaki tâlî deliller de ele alınmıştır.

Şer’i delillerden çıkarılan hükümler teklifî ve vad’î hükümler olmak üzere iki kısıma ayrılmıştır. Hükümler mükelleflere “yapınız, yapmayanız veya serbestsiniz” şeklinde teklifî mahiyette gelebileceği gibi başka bir hükme sebep, şart, mâni gibi sıfatlarla vad’î mahiyette de gelebilir. Bunlardan teklifî olanlar, nihai hedefte kullar açısından yapmak yapmamak külfeti getirdiği için teklifî denmiştir. Ama vad’î hükümler sebep, şart, mâni gibi alanlarda mükellefin dahli olmayan konuları içerir. Bunlar doğrudan Şâri tarafından konulmuş hükümlerdir. Mesela güneşin doğması, hayız hali, ruyet-i hilal gibi konular tamamen mükellefin dışında gelişir.

Teklifî hükümler vâcib, mendub, haram, mekruh, mubah olmak üzere beş gruba ayrılmıştır. Vâcib, Şâri Teâlâ’nın yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istediği fiile cumhura göre vâcib denmektedir. (Hanefilerde farz ve vâcib olmak üzere iki kavram vardır.) Mendub, Şâri’nin yapılmasını bağlayıcı olmaksızın istediği, dolayısıyla terk edilmesini kötülemediği fiile denmektedir. Haram, Şâri’in yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istediği fiile denir. Mekruh, Şâri Teâlâ’nın yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiile mekruh denir. Mubah, Şâri’in mükellefi herhangi bir fiili yapıp yapmamakta serbest bıraktığı hükümdür.

Vad’î hükümlerin kısımları illet, sebep, rukün, şart, alâmet, mâni, sıhhat-fesâd-butlan şeklinde sıralanmıştır. İllet, hükmün konmasını münasip gösteren durumu genellikle ihtiva eden açık-seçik munzabıt vasıftır. Sebep, hükme doğrudan götürmeyen fakat ona vesile ve vasıta olan yola denir. Rukün, bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden şeydir. Şart, bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla beraber onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıftır. Alâmet, hükmün varlığı kendisine bağlı olmayan, dolayısıyla sadece onu açıklayan şeye denir. Mâni, varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durumdur. Sıhhat-fesâd-butlan ıstılahları mükelleflerden sâdır olan meşru fiiller için, kendilerine mahsus rukünleri taşıyıp taşımadığı konusunda yapılan nitelemelerdir. Eğer mükellef şer’an gerekli olan şart ve rukünleriyle beraber üzerine düşen teklifleri yaparsa buna sahih denmektedir. Eğer mükellef üzerine düşen mükellefiyetlerden herhangi birinin şart ve rukünlerinden birisini eksik yaparsa bâtıl tanımlaması yapılır. Bazen de bir ibadet veya hukuki işlemde, vasıf ve şartlarındaki eksiklik ve bozukluk sebebiyle fâsid olma durumu ortaya çıkar.

Kaynaklardan hüküm çıkarabilmek için lafızlar belli sınıflandırmalara tâbi tutulmuştur. Vaz olunduğu manaya göre lafızlar; hâs, âmm, cem-i münker ve müşterek kısımlarına ayrılır. Kullanıldığı mana açısından lafızlar; hakikat, mecaz, sarih ve kinaye kısımlarına ayrılır. Mananın beyan şeklindeki kuvvete göre lafızlar açıklık ve kapalılık olarak ikiye ayrılır. Bunlar da kendi arasında dört kısma ayrılır. Açıklık bakımından lafızlar; zâhir, nas, müfesser ve muhkem kısımlarına ayrılır. Kapalılık bakımından lafızlar ise hafî, müşkil, mücmel ve müteşâbih şeklinde sınıflandırılır. Mütekellimin muradına vukuf açısından da lafızlar şu şekilde kısımlara ayrılmıştır: İbâre ile delâlet, işaret ile delâlet, delâlet yoluyla delâlet ve iktizâ ile delâlet. Bütün bu sınıflandırmalar kendi içinde detaylandırılarak fıkıh usûlü kitaplarında anlatılmıştır. Biz bu açıklamaları fıkıh usûlü kitaplarına havale ederek bir başka başlık olan hükümlerin gayelerine değinmek istiyoruz.

Makâsıd-ı şeri’yye denilen hükümlerin gayeleri üç ana başlık altında ele alınmaktadır. Bunlar;  zaruriyat, hâciyat ve tahsîniyattır. Zaruriyat beş temel prensiple açıklanır ki bunlar; dinin, nefsin, aklın, neslin ve malın korunmasıdır. Bunlara ilave olarak hürriyetin korunması da eklenmektedir. Hâciyat, insanların sıkıntıya düşmeyecek şekilde kolaylık içinde yaşamlarını sürdürmeleri konusunda muhtaç oldukları düzenlemelerdir.  Tahsîniyat, her sahada mükemmelliği yakalama sadedinde var olan bütün maksatları ifade eder.

Fıkıh usûlünde, yukarıda tefsir usûlünde bahsettiğimiz nesih konusu da önemli bir yer teşkil eder. Çünkü nesih, şer’î hükümlerin kaldırılması ile alakalı bir kavram olup şer’i bir hükmün daha sonra gelen bir delille kaldırılmasıdır.

Fıkıh usûlünde ele alınan bir başka konu ise ictihad ve taklid meseleleridir. İctihad, fâkihin şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarmak için olanca gücünü sarf etmesi demektir. İctihad için gerekli olan şartlar şöyle sıralanmıştır:

1.      Dil ve teşrî açısından Kur’ân’ı iyi bilmek.

2.      Dil ve teşrî açısından sünneti iyi bilmek.

3.      İcmanın gerçekleştiği ve gerçekleşmediği yerleri bilmek.

4.      Arapça’yı tam olarak bilmek.

5.      Fıkıh usûlünü bilmek.

6.      Makâsıdü’ş-Şerîayı bilmek.

7.      İyi niyetli ve sahih itikad sahibi olmak.

Bir usûl terimi olarak taklid, delilini bilmeksizin bir müctehidin görüşüne uymak manasına gelir. İttiba bundan farklı olup delilini bilerek ve haklı olduğunu düşünerek bir şahsa uymayı ifade eder. Taklid meselesi altında bir mezhebe bağlanmanın zorunlu olup olmaması, başka mezhebi taklid ve teflik (mezheplerden görüş toplayarak yeni bir görüş çıkarma) konuları tartışılmıştır.

 

SONUÇ

Tefsir, hadis ve fıkıh usûlü okumalarımız sonucunda gördük ki bu ilimlerin hepsinin doğuşu ve gelişimi tarihsel olarak birbirlerine yakınlık arz etmekle birlikte hepsi de İslam’ı doğru anlama, yaşama ve anlatma adına ortaya konmuş prensiplerden oluşmaktadır. Alanlar farklı olduğu için farklı esaslar belirlenmiş olsa da ortak noktaların olduğu da –özellikle fıkıh ve tefsir usûlü arasında- görülmektedir.

 

 



[1] Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri/Tefsir Doktora Öğrencisi


0 Yorum - Yorum Yaz


KUR’AN’I ANLAMADA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜKur’an alemşümul bir ilahi kitaptır. Kur’an, kendisini tanıtırken kendisinin bir öğüt ve rehber olduğunu ifade eder (Bakara 2/2, 10/57). Bu da onun okunması, üzerinde düşünülmesi, anlaşılması ve yaşanması gereğini ortaya koyar. Kur’an’ın anlaşılması sürecinde anlaşılmasına yardımcı olacak unsurlar olan Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimleri ayrı ayrı gibi görünse de aslında bunlar birbirlerini tamamlayan ilimlerdir. Bu ilimler sayesinde muhatap kendisini vahiy ortamında hissedecek ve hayatını anlamlandırmaya hazır olan bu nasihatler deryasında yüzmeye başlayacaktır. Bu ilimlerden Tefsir ilminin ilk öncüsü yine Rasulullah (s.a.s)’ın kendisi olmuştur. Dolayısıyla O’nun hadisleri de yine Kur’an’ı anlamada en büyük dayanağımızdır. Fıkıh ilmi ise Kur’an olmasaydı bugün de olmayacak olan bir ilim dalıydı. Çünkü hükümler ilk önce Kur’an’dan elde edilmekte ve diğer kaynaklardan çıkarılan hükümler de yine Kur’an’a aykırı olmayacak şekilde çıkarılmaktadır. Tüm bu ilimlerden faydalanma esasları da usul ilmiyle belirlenmiş ve her bir disiplinin nev’i şahsına münhasır bir usulü olmuştur.Tefsir usulü, ayetleri, sureleri, onların tesbitlerini, Kur’an’ın cem’i ve teksiri gibi konuları ele aldığı gibi Kur’an ilimlerini de inceler. Esbab-ı Nüzul, Muhkem ve Müteşabih ayetlerin incelenmesi, Uslubu’l-Kur’an, İ’cazu’l-Kur’an, Müşkilu’l-Kur’an, Mücmel ve Mübeyyen, Aksamu’l-Kur’an, Vücuh ve Nezair, Kur’an’da sorular ve cevaplar gibi meselelerin ele alındığı Kur’an ilimlerinin yanı sıra Tarih içerisinde tefsir ile iştigal eden müfessirler ve eserleri de incelenir.Nüzul asrından sonra sahabiler ilk olarak hüküm çıkarma delillerini araştırmışlar, tabiin döneminde artık içtihada ihtiyaç duyulmaya başlamıştır. Sonrasında ise Fıkıh ilmi doğmuş ve tabi ki bu ilmin de metodolojisi konulmaya başlamıştır. Fıkıh usulü, fıkıh hükümlerinin çıkarılmasında kullanılacak kaynakları ve bu kaynaklardan elde edilen delilleri inceler. Bu kaynaklar Kur’an-ı Kerim, Hadisler, Alim icmaları, kıyas, istihsan, örf, maslahatı mürsele, seddi zerayi, istishab, sahabe kavli, şer’u men kablena olarak çeşitli alimler tarafından kullanılmışlardır. Ancak Kur’an dışındaki tüm kaynaklardan elde edilen deliller muhakkak suretle Kur’an-ı Kerim süzgecinden geçirilmiş ve aykırılık teşkil eden hükümler kabul edilmemiştir.  Peygamber (s.a.v.)’in bize getirmiş olduğu  Kur’an’ın yanından  diğer bir emanet hadislerdir. Ashab döneminde Kur’an’ın ceminde sonra oluşmaya başlayan  süreçte önce hadisler toplanmaya başlandı. Sonraki asırlarda bunlar çeşitli adlar altında tasnif edildi.Hadis ilmi iki kısmından biri olan rivayet dalı hadis ilminin konusunu, Hazreti Peygamber (s.a.v.)’e isnad edilen söz, fiil ve takrirler, zabıt ve rivayetleri içermektedir. Diğer kısmı olan Dirayet dalında ise rivayetinin hakikatını, şartlarını, çeşitlerini, hükümlerini, ravilerin hal ve şartlarını ve merviyatın sıfatları gibi incelemeleri içermektedir. Birincisi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinin kaydedilmesi, ikincisi ise kaydedilen ve rivayet edilen hadislerin sıhhatını araştıran bir ilimdir. Bundan dolayı ikincisi olmadan yani hadislerin tenkid ve araştırmasını yapıp sahih olanlarını sahih olmayanlardan ayırmaksızın onların sadece kaydedilmesi fayda sağlar ama tam olarak net ve hükümlerde kullanışlı olamaz. Ayrıca hadislerin incelenmesinde esas olan isnad ilmi, rical ilmi ve metin tenkidi de hadis ilminin yardımcı ilimleridir.KAYNAKÇA1.      İsmail CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 20122.      Zekiyuddin ŞABAN, Fıkıh Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 19993.      Talat KOÇYIĞIT, Hadis Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993. Muhammed Hayri ŞAHİN12922755
0 Yorum - Yorum Yaz


 

Ayzada Taştanova

12922770

İslam Hukuku Tarihi

Islam Hukukunun geçirdiği devirler:

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

2.       Hulefâ-I Râşidîn devrinin nihayeti ile son bulan büyük sahabiler devrindeki teşri.

3.       Hz.Peygamber’in zamanında küçük yaşta olup halifeler devrinden sonra ilim sahasında görülen ashab-I kiram ile onlara muâsır tâbiîler devrindeki teşri.

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

6.       Taklid teşri.

 

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

Şüphesiz Hz. Peygamber dönemindeki ilk teşri kaynağı Kur’an-I Kerim’dir. Bilindiği gibi Kur’an-I Kerim tedrici olarak inmiştir. Özellik bakımından ise değişik iki sürede indiğini görmekteyiz: 1. Mekke Devri 2.Medine Devri. Tefsir alimleri hangi surelerin, hangi ayetlerin Mekkî yada Medenî olduğunu uzun uzun açıklamışlar. Genellikle Mekkî ayetler kısa, Medenî ayetler ise uzundur.  Ahkam ayetleri de dediğimiz teşri ayetlerinin çoğunluğu İslam toplumunda vuku bulan olaylara cevap olarak inmiştir. Bir olay veya soru olmaksızın inen ahkam ayetleri azınlığı teşkil eder. Kur’an-I Kerim’in teşri temeli üç prensibe uymuştur:

a.       Güçlüğün olmaması. Kur’an-I Kerim’de İslam teşriinin bu prensip üzere kurulduğunu gösteren pek çok delil vardır. Bu nedenle de güçlüğün olmayışı teşriin kesin prensiplerindendir.

b.       Tekliflerin azlığı. Bu prensip güçlüğün olmayışı prensibinin ayrılmaz bir neticesidir. Çünkü tekliflerin çokluğunda güçlük vardır.

c.        Teşride tedric.  İslam, Araplarda birçok adetlerin kökleştiği zamanda geldiği için, bunların zaralı olanlarını kaldıran kesin hükümler, azar azar uzaklaştırma metodunuyla tatbik edilmiştir.

Hz.Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine sünnet denilir. Hz.Peygamber kendiliğinden birşey yapmayıp, Allah tarafından verilen emrin tebliğ edicisi ve Kur’an-I Kerim’in açıklayıcısıdır. Bu nedenle bazen Kur’an-I Kerim’in kasdettiği manayi sözle, fiille açıklamıştır. Buna göre sünnet, Kur’an-I Kerim’in şerhi durumundadır. Kapalısını açar, kayıtsızını kayıtlar, müşkilini de yorumlamıştır. Kur’an-I Kerim, sünnette bulunan hükümlere çeşitli yönden delalet eder (Haşr,7; Nisa, 65; Al-I İmran,31,32 v.s.). Namaz, zekat ve bunlara benzer birçok mesele Kur’an-I Kerim’de mücmel zikredilmiştir. Bu meselelerin şartları, rükünleri, manileri, sebepleri v.s. hususları Kur’an-I Kerim’in beyanında olan hadisler açıklık getirmiştir. Bu devrin teşri temeli bu iki maddeye dayanmıştır:

a.       Hz.Peygamber’in insanlara tebliğ ettiği ve onların ezberlediği, yazdığı Kur’an’dır.

b.       Hz.Peygamber tarafından Kur’an’daki teşriin açıklaması olan Sünnet’tir ki, ashab tarafından Hz.Peygamber’den alınarak ezberlenirdi. Ancak Kur’an gibi yaygın halde yazılmazdı.

 

2.       Büyük sahabiler devrindeki teşri.

Sahabiler devri, yapılan fetihlerle İslam coğrafyası genişlemiştir. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle ortalığı karışan Medine, Hz. Ali döneminde de Şiiler, Hariciler gibi fırkalar ortaya çıkmıştır ki, İslam teşriine de etkileri olmuştur. Bu devirde  Kur’an-I Kerim’in toplama ve çoğaltma işleri gerçekleştirilmiştir. Kavli Sünnet’in bir araya getirilmesi ve yazılması ise, halkın Kur’an-I Kerim’I bırakır endişesiyle yapılmamıştır. Ancak hadislerin doğruluğuna titizlik gösterilip alınmıştır. Bu dönemde içtihad kaynağı Kur’an-I Kerim, Sünnet, Kıyas (rey) ve İcmadır. Bu devirde fetva verenler sahabiler arasında önemli ve geniş bir ihtilaf görülmemiştir. Çünkü onların verdikleri hüküm sadece meydana gelen olaylara münhasırdı ve onların devrinde verilen fetvalar tedvin edilmemtir. Bu dönemin meşhür fetvacıları: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mesud, Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit’tir.  

3.       Küçük sahabiler devrindeki teşri.

Bu dönemde Hâricîler, Şia gibi siyasî fırkalar, siyasî olaylar ve isyanlar ortaya çıkmştır ki, teşri faaliyeti üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Bu devrin bazı özellikleri şunlardır:

1)       Şia ve Havaric’in kendilerine mahsus temayülleri vardı. Müslümanların çoğunluğunu oluşturan Ehl-I Sünnet ise,ashab arasında hiç bir fark gözetmeksizin hepsinin sözlerini ve reylerini Kabul etmişler.

2)       Muhtelif şehirlere dağılan İslam alimleri sayesinde birçok âlim, ilmin ziversine yükselen tâbiîler yetişti.

3)       Hadis rivayeti yaygınlaştı. Çünkü rastgele hadis rivayeti engelleri bu devirde kalktı.

4)       Uydurma hadiler zuhur etti.

5)       Arap ırkından olmayan birçok İslam alimleri yetişti.

6)       Ehl-I Hadîs ve Ehl-I Rey ekolleri oluştu.

 

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

Bu devir sünnet ve fıkhın tedvini ile Cumhurun takdir ettiği büyük imamların ve müctehdilerin çıktığı devirdir. Üçüncü devrin sonlarında başlamış olan ilmî hareket, bu devirde büyük bir gelişme kaydetmiştir. Bu gelişmelerin bazıları şunlardır:

1)       Hâfızlar çoğalmış ve buna verilen önem artmıştır.

2)       Sünnet tedîn ve tasnif edilmiştir.

3)       Fıkıh usûlü tedvîn edilmiştir. Hükümler hakkında çıkan tarışmalar, alimlerin usûl-ü fıkıh ilmiyle meşgul olmalarına sebep olmuştur.

4)       Fıkhî terimler meydana gelmiştir.

5)       Seçkin müctehid âlimler çıkmıştır. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel gibi meshep imamları ve onların öğrencileri çıkmıştır.

6)       Birçok şer’î meseleler ele alınarak tartışma konusu edilmiştir.

7)       Fıkhî mezheplerin ahkâma ait kitapları tedvîn edilmiştir.

 

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

Bu devir, mezheplerin yerleşmesi, âlimleri tarafından desteklenmesi, münazara ve ilmî mücadelelerin yaygınlaştığı devirdir. Önceki devirlerin alimleri usul kaidelerine göre dayanarak hüküm çıkarmaya gayret etmişlerken bu devrin alimleri imamlarının verdikleri hükümlere, görüşlere bağlı kaldılar. Içtihad kapısını kendileri için açık görmeyip, imamlarının kitaplarına bağlı kaldılar. Bu taklid ruhunun yerleşmesi için birkaç sebep zikredilmiştir:

1)       İmamların yetiştirmiş oldukları yüksek âlimlerin kendi hocalarına hayranlıkları, hem onların metod ve çıkardıkları hükümleri tedvîn etmlerine, fikirlerini savunmaya, hem de cumhurun bu görüş ve hükümleri benimseyip onların görüş ve fetvalarıyla amel etmelerine sebep olmuştur.

2)       Halifeler, önceki devirlerde Kitap ve Sünnet ilminde temayüz etmiş ve şer’î hükümleri çıkarma gücüne sahip olan kadıları seçmişlerdir. Bu kadılara cumhur son derece itimat etmişler. Ancak içtimai durum zamanla değişince, kadıların da hükümlerinde hataya düşmeleri, cumhurun itimadını yitirmiştir. Bunun üzerine halk, kadıların muayyen bir mezhebe bağlı bağlanmasını, vereceği hükümleri bu mezhebin sınırları dışına taşmamalarını istemeleridir.

3)       Halkın güvenine mazhar olan âlimler tarafından tedvîn edilen mezhepler gelişmiş ve cumhur tarafından desteklenmiştir.

Bu dönemin bir başka özelliği, bazı alimler arasında mücadele ve münazaranın yapılmış olmasıdır. Önceki devirlere göre daha sık ve özellikle fıkıhla ilgili olarak yapılan münazaralar yaygınlaşmış, münazara kaidelerini anlatan kitaplar telif edilmiş, ve bu kaideler bir ilim haline gelmiştir. Ayrıca taklid ruhu yaygınlaşınca, her mezhep mensuplarını, kendi imamlarına ait meseleleri savunmaya sürüklemiştir. Böylece mezhep taassupluğu ortaya çıkmıltır. Taklid ve münazara işi de, gurupları savundukları fikirlerde taassuba kaçmalarına ve diğer gurupları hasım saymalarına sebep olmuştur.

6.       Taklid teşri.

Bu devirde ictihad hizmeti durmuş, tamamen taklid prensibine bağlı kalınmış, müctehid imamların sayılarca olan rivayetlerinden tercih yapmanın da caiz olmadığı ve ictihad zamanının kapandığı ilan edilmiştir.

 

Hadis Tarihi

Sünnet’in Kur’ân-I Kerim’den sonra başvurulacak ikinci kaynak olduğu tartışılmaz.

Ilk dönemde hadisler bir kitap halinde yazılıp tedvin edilmemiştir.  Hz. Peygamber’in hadislerini kağıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemikler ve levha halindeki taşlar üzerine yazmanın sonra da bunu muhafaza etmenin güçlüğü tedvini engelleyen ilk nedenlerden sayılabilir. Kaynaklarda, Hz. Peygamber hayatta iken başlayan hadis kitabetini iki devrede incenir. 1) Hadis yazmak için müracaat eden sahabilere Peygamber’in izin vermediği devre. 2) bu yasak ruhsata dönmüş ve sahabiler sahifeler yazmaya başlamışlar. Hadis kitabetini yasaklayan hadisler, sahabe arasında yayılmış, hadis yazmak isteyen sahabiler arkadaşları tarafından durdurulmuş ve bu hadisleri hatırlatmışlar.  Hadis kitabetinin yasaklanmasına bazı sebepler olmuştur :

1)       Yazı. Nitekim İslamiyetin başlangıcında Arap yazısı, tam manasıyla gelişmiş değildir. Az yazı bilenlerin ise hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz.

2)       Kurân’la karışma tehlikesi.

Daha sonra yazı bilenlerin çoğalmasıyla, Kurân’la karışma tehlikesi de oratadan kalkınca, Hz. Peygamber hadislerin yazılmasına izin vermiştir. Ilk yazılı hadisler ise şunlardır:

1)       Hz. Peygamber’in diplomatic mektupları

2)       Sadakat hadisleri

Yazı yazmayı bilen bazı sahabiler hadis sahifelerini meydana getirmişler:

1)       Ebû Bekir ve Ömer’in denemeleri

2)       Abdullah b. Amr b. el-Âs’ın sahîfesi

3)       Câbir b. Abdillah’ın sahîfesi

4)       Ali b. Ebî Tâlib’in sahîfesi

5)       Semure b. Cundeb’in sahîfesi

6)       Ebû Hureyre’nin sahîfesi

7)       Abdullah b. Abbas’ın sahîfesi

8)       Abdullah b. Ömer b. el Hattab’ın sahîfesi

9)       Sa’d b. Ubâde’nin sahîfesi

Hadisin ilk kaynağı sahabedir. Kime sahabî denildiği, sahabe sayısı, sahabenin dereceleri sahabenin adaleti gibi konular ulemâ arasında uzun uzun tartışılmıştır.  İslam ülkelerinin genişlemesiyle az olmayan sahabî topluluğu fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve mescidler inşa etmişler. Bu mescidler birer medrese hüviyetini taşımıştır ve alim sahabilerin önderliğinde bazı ilim merkezlerinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu ilim merkezleri Medine, Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Mısır gibi şehirlerde inşa edilmiştir. Fetihlerle beraber çeşitli İslam ülkelerine dağılan âlim sahabilerin her birinin kendine has ilmî şahsiyeti olmuştur. Hz. Peygamber’den işitip gördükleri birbirinden farklı olması, daha sonraki dönemlerde er-Rıhle fî Talebi’l-Hadîs denilen hadis yolculuğu meydana gelmiştir.

İslam ilimlerinin gelişmesine parallel olarak vaz’ hareketi de maalesef güç almıştır. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan ihtilaflar sonuç olarak birçok fırkalar ortaya çıkmış, birbirinden olan üstünlüklerini, Hz. Peygamber’e atfederek hadis uydurmuşlardır. Bu hadisler onların mensub oldukları siyasi fırkaları, fıkhî mezhepleri, kabileleri, cinsiyetleri, dillerini, peşinden gittikleri hükümdarları medhetmek v.s. konularda hadis uydurdukları görülmektedir.

Hadis uydurma hareketi, râvîlerin beşeri zafiyetleri, hadis ilminin doğuşuna neden olmuştur. Nitekim muhaddis alimler sahih olan hadisleri, uydurma olanlardan ayırabilmek için birçok şartlar, kaideler getirmişlerdir. Bu şartın ilk olanı, hadis rivayetinin senedinin sorulmasıdır. Çünkü ilk devirlerde insanlara güven tam olduğu için sened sorulmamıştır. Aynı zamanda ehil olmayan insanların hadis rivayetine kalkışmaları da cerh ve ta’dîl ilminin ortaya çıkış nedenidir. Nitekim hadis tenkitçileri hadis rivayet eden kimseyi adalet ve zabt yönlerini tenkide tabi tutmuşlardır.

Hadislerin sahih olması için getirilen şartlara bakıldığında I. asrın ikinci yarısında isnad sistemi kullanılmaya başlanmış, ikinci asırda da kesiksiz isnad araştırılılmış, isnaddaki ittisal ise üçüncü şart olarak çıkmıştır.  Bu şartlara binaen sahih hadise, ravileri adil ve zabıt, isnadı muttasıl olan hadistir denilmiştir.

Hadislerin tedvin tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, ilk tedvin eden şahsın İbn Şihab ez-Zührî olduğu bilinmektedir. Ez-Zührî’nin hadis toplamak ve topladığı hadisleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler gelmiştir. Onun ilk müdevvin olarak tanınması ise, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir.

Tedvin edilmiş kitaplardan, aranılan hadisi bulma güçlüğü, tedvin devrinin başlangıcından hemen sonra hadisçiler tarafından farkedilmiş ve hadislerin sıralanması yerine, konularına göre tertib ve tasnif olunması yönüne gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda her hadis konusu ile ilgili bölümde yer almıştır. Ilk hadis eselerini konu başlıklarına göre sıralanırsa şöyledir:

1)       Siyer ve meğazî kitapları

2)       Sünen kitapları

3)       Câmi’ler

4)       Musannaflar

5)       Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar

Tasnifin altın çağı olarak III. Asır bilinir. Nitekim bu asırda hadis tasnifi faaliyeti daha çok süratlenmiş  ve meydana getirilen eserlerle bu asır hadisin tarihinin altın devri olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz konularda yapılan tasnif eserleri dışında, yeni tasnif şekilleri ortaya çıkmış, özellikle usûle ait kitaplar telif edilmeye başlamıştır. Kütüb-ü Sitte adıyla bilinen ve Kur’ân-I Kerim’den sonra İslam’ın en mühim kaynağı sayılan altı sahih kitab vücud etmiştir.

 

Tefsir Tarihi

A.      Hz. Peygamber döneminde tefsir

Hz. Peygamber döneminde tefsir kaynağının temelini iki kaynak teşkil etmiştir: 1. Kur’ân-I Kerim 2. Hz. Peygamber’in kendisidir.

Kur’ân-I Kerim’in en sağlam tefsir kaynaklarından biri yine Kur’ân-I Kerim’dir. Nitekim ayetlerin bir kısmının mücmel, bir kısmının mübeyyen, bir kısmının mutlak, bir kısmının ise mukayyet olanları, başka bir sûrede açıklandığı görülür. Buna göre Kur’ân-I Kerim’den bir mesele inceleneceği zaman, o mesele hakkında başka âyetlere de bakılması gerekir.

Kur’ân-I Kerim’I tefsir eden ikinci kaynak, Hz. Peygamber’dir. Nitekim Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir ki, tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Hz. Peygamber, kendi üzerine düşen peygamberlik vazifelerini hakkıyla yerine getirmiş, Kur'ân'ı muhataplarına okumuş, okutmuş, ezberletmiş, anlatmış, lüzum gördükçe âyetleri tefsir etmiştir. Kur'ân-ı Kerîmi yalnız sözleriyle değil, amel ve hareketleriyle de açıklamıştır. Tebliğ ve tebyinle vazifelendirilmiş olan Hz. Peygamber, ilk günden itibaren, muhataplarının anlayamadıkları yerleri lüzumu kadar izah etmiştir. Nitekim böyle bir ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Çünkü bu bünyenin esası olan Kur'ân-ı Kerîm, kendi üzerinde düşünmeyi ve kendisine tâbi olunmayı istemiştir.

Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhûl (ö. 113/731) den rivayet edildiğine göre “Kur'ân'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur'ân'a olan ihtiyacından daha fazladır” denilmiştir. Sünnet, Kur'ân'ın umumunu ve husu­sunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu beyân eder. Kur'ân'da gelen bir hususu, ona uygun olarak te'kid, mücmeli beyân, ammı tahsis, mutlakı takyid, müşkili tavzih eder. Yine sünnet, Kur'ân'da hakkında hüküm bulunmayan veya Kur'ân'ın sükût ettiği bir meselede hükme delâlet eder.

Hz. Peygamber tefsir ederken susması icâb eden yerde susar, ihtiyaçtan fazla laf etmez, konuşmasında lüzumsuz fazlalıklar bulunmaz, za­manının icâbatı olarak, bütün manayı cem edecek şekilde beliğ konuşur, lafızla­rını uzatmazdı. O, muhataplarının suallerini veya kendisinin izaha muhtaç gör­düğünü, muhataplarını ikna ve tatmin edecek şekilde, onların anlayabileceği bir dille, hatta onların lehçe özelliğini kullanmak suretiyle cevaplandırırmıştır. Bir peygamber olarak da, onlar indinde lugât yönünden malum olan bazı tâbirleri, dinî bakımdan izah etmiş, onların akli­yatına uyacak şekilde temsil tariki ile anlatmıştır.

B.      Sahabe devrinde tefsir

Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem insanları tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise, hâdise ve sebeb­leri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası, nüzûl sebeblerine vâkıf olmaları idi.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı olmuştur:

a- Kur'ân-ı Kerîm.

b- Hz. Peygamber.

c- İctihad ve re'y.

d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.

                         

Sahabe, İslâm'ın daha iyi anlaşılabilmesi ve İslâm'ı yabancılara daha iyi anlatabilmeleri için, Kur'an'dan yaptıkları tefsirlerde, kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır. Yaptıkları gerçekçi tefsirlerle, inananların bâtıl yollara sü­rüklenmelerine mani olmuşlardır.

Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu.

Sahabe arasındaki kültür farklılığı, ayetleri anlayışta içtihad ve görüş ayrılıkları meydana getirdiği gibi, nakilden doğan ihtilaflar da mühim rol oynamaktaydı. Ayrıca sahabenin kültür ve anlayış seviyelerinin farklı oluşu, bazısının, Hz. Peygamber’in daima yanında bulunmaları, nüzul sebeplerini bilmeleri, örf ve adetleri iyi bilenlerle bilmeyenlerin durumlarındaki farklılıklar, onlar arasında bazı ufak ihtilaflara sebeb olmuştur.

 

C.      Tabiîler devrindeki tefsir

                                Fütuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan                              çoğunluğu Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiilerdir ki, bunların çoğu mevali idi. Mevali’nin         durumu, efendilerinin cemiyetteki durumlarına bağlı idi. Tüccar olan sahabinin mevlâsının tüccar, alim              olan sahabinin mevlâsının alim olduğunu görmekteyiz. Mesela, Abdullah b. Ömer’in mevlâsı Nafi’, İbn                 Abbas'ın mevlası İkrime, alim idiler. Mevali dediğimiz bu kişiler, bu lafzı hangi sebeplerle          alırlarsa                 alsınlar, onların daha önce, yani İslamiyet'e intisab etmeden evvel bir dinleri ve kültürleri vardı.     Müslüman olunca, eski din ve kültürlerinin tesiri altında kalarak, Islamiyeti Araplardan başka şekilde    


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Ayzada Taştanova

12922770

İslam Hukuku Tarihi

Islam Hukukunun geçirdiği devirler:

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

2.       0 Yorum - Yorum Yaz




 

Ayzada Taştanova

12922770

İslam Hukuku Tarihi

Islam Hukukunun geçirdiği devirler:

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

2.       Hulefâ-I Râşidîn devrinin nihayeti ile son bulan büyük sahabiler devrindeki teşri.

3.       Hz.Peygamber’in zamanında küçük yaşta olup halifeler devrinden sonra ilim sahasında görülen ashab-I kiram ile onlara muâsır tâbiîler devrindeki teşri.

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

6.       <


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Ayzada Taştanova

12922770

İslam Hukuku Tarihi

Islam Hukukunun geçirdiği devirler:

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

2.       Hulefâ-I Râşidîn devrinin nihayeti ile son bulan büyük sahabiler devrindeki teşri.

3.       Hz.Peygamber’in zamanında küçük yaşta olup halifeler devrinden sonra ilim sahasında görülen ashab-I kiram ile onlara muâsır tâbiîler devrindeki teşri.

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

6.       Taklid teşri.

 

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

Şüphesiz Hz. Peygamber dönemindeki ilk teşri kaynağı Kur’an-I Kerim’dir. Bilindiği gibi Kur’an-I Kerim tedrici olarak inmiştir. Özellik bakımından ise değişik iki sürede indiğini görmekteyiz: 1. Mekke Devri 2.Medine Devri. Tefsir alimleri hangi surelerin, hangi ayetlerin Mekkî yada Medenî olduğunu uzun uzun açıklamışlar. Genellikle Mekkî ayetler kısa, Medenî ayetler ise uzundur.  Ahkam ayetleri de dediğimiz teşri ayetlerinin çoğunluğu İslam toplumunda vuku bulan olaylara cevap olarak inmiştir. Bir olay veya soru olmaksızın inen ahkam ayetleri azınlığı teşkil eder. Kur’an-I Kerim’in teşri temeli üç prensibe uymuştur:

a.       Güçlüğün olmaması. Kur’an-I Kerim’de İslam teşriinin bu prensip üzere kurulduğunu gösteren pek çok delil vardır. Bu nedenle de güçlüğün olmayışı teşriin kesin prensiplerindendir.

b.       Tekliflerin azlığı. Bu prensip güçlüğün olmayışı prensibinin ayrılmaz bir neticesidir. Çünkü tekliflerin çokluğunda güçlük vardır.

c.        Teşride tedric.  İslam, Araplarda birçok adetlerin kökleştiği zamanda geldiği için, bunların zaralı olanlarını kaldıran kesin hükümler, azar azar uzaklaştırma metodunuyla tatbik edilmiştir.

Hz.Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine sünnet denilir. Hz.Peygamber kendiliğinden birşey yapmayıp, Allah tarafından verilen emrin tebliğ edicisi ve Kur’an-I Kerim’in açıklayıcısıdır. Bu nedenle bazen Kur’an-I Kerim’in kasdettiği manayi sözle, fiille açıklamıştır. Buna göre sünnet, Kur’an-I Kerim’in şerhi durumundadır. Kapalısını açar, kayıtsızını kayıtlar, müşkilini de yorumlamıştır. Kur’an-I Kerim, sünnette bulunan hükümlere çeşitli yönden delalet eder (Haşr,7; Nisa, 65; Al-I İmran,31,32 v.s.). Namaz, zekat ve bunlara benzer birçok mesele Kur’an-I Kerim’de mücmel zikredilmiştir. Bu meselelerin şartları, rükünleri, manileri, sebepleri v.s. hususları Kur’an-I Kerim’in beyanında olan hadisler açıklık getirmiştir. Bu devrin teşri temeli bu iki maddeye dayanmıştır:

a.       Hz.Peygamber’in insanlara tebliğ ettiği ve onların ezberlediği, yazdığı Kur’an’dır.

b.       Hz.Peygamber tarafından Kur’an’daki teşriin açıklaması olan Sünnet’tir ki, ashab tarafından Hz.Peygamber’den alınarak ezberlenirdi. Ancak Kur’an gibi yaygın halde yazılmazdı.

 

2.       Büyük sahabiler devrindeki teşri.

Sahabiler devri, yapılan fetihlerle İslam coğrafyası genişlemiştir. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle ortalığı karışan Medine, Hz. Ali döneminde de Şiiler, Hariciler gibi fırkalar ortaya çıkmıştır ki, İslam teşriine de etkileri olmuştur. Bu devirde  Kur’an-I Kerim’in toplama ve çoğaltma işleri gerçekleştirilmiştir. Kavli Sünnet’in bir araya getirilmesi ve yazılması ise, halkın Kur’an-I Kerim’I bırakır endişesiyle yapılmamıştır. Ancak hadislerin doğruluğuna titizlik gösterilip alınmıştır. Bu dönemde içtihad kaynağı Kur’an-I Kerim, Sünnet, Kıyas (rey) ve İcmadır. Bu devirde fetva verenler sahabiler arasında önemli ve geniş bir ihtilaf görülmemiştir. Çünkü onların verdikleri hüküm sadece meydana gelen olaylara münhasırdı ve onların devrinde verilen fetvalar tedvin edilmemtir. Bu dönemin meşhür fetvacıları: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mesud, Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit’tir.  

3.       Küçük sahabiler devrindeki teşri.

Bu dönemde Hâricîler, Şia gibi siyasî fırkalar, siyasî olaylar ve isyanlar ortaya çıkmştır ki, teşri faaliyeti üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Bu devrin bazı özellikleri şunlardır:

1)       Şia ve Havaric’in kendilerine mahsus temayülleri vardı. Müslümanların çoğunluğunu oluşturan Ehl-I Sünnet ise,ashab arasında hiç bir fark gözetmeksizin hepsinin sözlerini ve reylerini Kabul etmişler.

2)       Muhtelif şehirlere dağılan İslam alimleri sayesinde birçok âlim, ilmin ziversine yükselen tâbiîler yetişti.

3)       Hadis rivayeti yaygınlaştı. Çünkü rastgele hadis rivayeti engelleri bu devirde kalktı.

4)       Uydurma hadiler zuhur etti.

5)       Arap ırkından olmayan birçok İslam alimleri yetişti.

6)       Ehl-I Hadîs ve Ehl-I Rey ekolleri oluştu.

 

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

Bu devir sünnet ve fıkhın tedvini ile Cumhurun takdir ettiği büyük imamların ve müctehdilerin çıktığı devirdir. Üçüncü devrin sonlarında başlamış olan ilmî hareket, bu devirde büyük bir gelişme kaydetmiştir. Bu gelişmelerin bazıları şunlardır:

1)       Hâfızlar çoğalmış ve buna verilen önem artmıştır.

2)       Sünnet tedîn ve tasnif edilmiştir.

3)       Fıkıh usûlü tedvîn edilmiştir. Hükümler hakkında çıkan tarışmalar, alimlerin usûl-ü fıkıh ilmiyle meşgul olmalarına sebep olmuştur.

4)       Fıkhî terimler meydana gelmiştir.

5)       Seçkin müctehid âlimler çıkmıştır. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel gibi meshep imamları ve onların öğrencileri çıkmıştır.

6)       Birçok şer’î meseleler ele alınarak tartışma konusu edilmiştir.

7)       Fıkhî mezheplerin ahkâma ait kitapları tedvîn edilmiştir.

 

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

Bu devir, mezheplerin yerleşmesi, âlimleri tarafından desteklenmesi, münazara ve ilmî mücadelelerin yaygınlaştığı devirdir. Önceki devirlerin alimleri usul kaidelerine göre dayanarak hüküm çıkarmaya gayret etmişlerken bu devrin alimleri imamlarının verdikleri hükümlere, görüşlere bağlı kaldılar. Içtihad kapısını kendileri için açık görmeyip, imamlarının kitaplarına bağlı kaldılar. Bu taklid ruhunun yerleşmesi için birkaç sebep zikredilmiştir:

1)       İmamların yetiştirmiş oldukları yüksek âlimlerin kendi hocalarına hayranlıkları, hem onların metod ve çıkardıkları hükümleri tedvîn etmlerine, fikirlerini savunmaya, hem de cumhurun bu görüş ve hükümleri benimseyip onların görüş ve fetvalarıyla amel etmelerine sebep olmuştur.

2)       Halifeler, önceki devirlerde Kitap ve Sünnet ilminde temayüz etmiş ve şer’î hükümleri çıkarma gücüne sahip olan kadıları seçmişlerdir. Bu kadılara cumhur son derece itimat etmişler. Ancak içtimai durum zamanla değişince, kadıların da hükümlerinde hataya düşmeleri, cumhurun itimadını yitirmiştir. Bunun üzerine halk, kadıların muayyen bir mezhebe bağlı bağlanmasını, vereceği hükümleri bu mezhebin sınırları dışına taşmamalarını istemeleridir.

3)       Halkın güvenine mazhar olan âlimler tarafından tedvîn edilen mezhepler gelişmiş ve cumhur tarafından desteklenmiştir.

Bu dönemin bir başka özelliği, bazı alimler arasında mücadele ve münazaranın yapılmış olmasıdır. Önceki devirlere göre daha sık ve özellikle fıkıhla ilgili olarak yapılan münazaralar yaygınlaşmış, münazara kaidelerini anlatan kitaplar telif edilmiş, ve bu kaideler bir ilim haline gelmiştir. Ayrıca taklid ruhu yaygınlaşınca, her mezhep mensuplarını, kendi imamlarına ait meseleleri savunmaya sürüklemiştir. Böylece mezhep taassupluğu ortaya çıkmıltır. Taklid ve münazara işi de, gurupları savundukları fikirlerde taassuba kaçmalarına ve diğer gurupları hasım saymalarına sebep olmuştur.

6.       Taklid teşri.

Bu devirde ictihad hizmeti durmuş, tamamen taklid prensibine bağlı kalınmış, müctehid imamların sayılarca olan rivayetlerinden tercih yapmanın da caiz olmadığı ve ictihad zamanının kapandığı ilan edilmiştir.

 

Hadis Tarihi

Sünnet’in Kur’ân-I Kerim’den sonra başvurulacak ikinci kaynak olduğu tartışılmaz.

Ilk dönemde hadisler bir kitap halinde yazılıp tedvin edilmemiştir.  Hz. Peygamber’in hadislerini kağıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemikler ve levha halindeki taşlar üzerine yazmanın sonra da bunu muhafaza etmenin güçlüğü tedvini engelleyen ilk nedenlerden sayılabilir. Kaynaklarda, Hz. Peygamber hayatta iken başlayan hadis kitabetini iki devrede incenir. 1) Hadis yazmak için müracaat eden sahabilere Peygamber’in izin vermediği devre. 2) bu yasak ruhsata dönmüş ve sahabiler sahifeler yazmaya başlamışlar. Hadis kitabetini yasaklayan hadisler, sahabe arasında yayılmış, hadis yazmak isteyen sahabiler arkadaşları tarafından durdurulmuş ve bu hadisleri hatırlatmışlar.  Hadis kitabetinin yasaklanmasına bazı sebepler olmuştur :

1)       Yazı. Nitekim İslamiyetin başlangıcında Arap yazısı, tam manasıyla gelişmiş değildir. Az yazı bilenlerin ise hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz.

2)       Kurân’la karışma tehlikesi.

Daha sonra yazı bilenlerin çoğalmasıyla, Kurân’la karışma tehlikesi de oratadan kalkınca, Hz. Peygamber hadislerin yazılmasına izin vermiştir. Ilk yazılı hadisler ise şunlardır:

1)       Hz. Peygamber’in diplomatic mektupları

2)       Sadakat hadisleri

Yazı yazmayı bilen bazı sahabiler hadis sahifelerini meydana getirmişler:

1)       Ebû Bekir ve Ömer’in denemeleri

2)       Abdullah b. Amr b. el-Âs’ın sahîfesi

3)       Câbir b. Abdillah’ın sahîfesi

4)       Ali b. Ebî Tâlib’in sahîfesi

5)       Semure b. Cundeb’in sahîfesi

6)       Ebû Hureyre’nin sahîfesi

7)       Abdullah b. Abbas’ın sahîfesi

8)       Abdullah b. Ömer b. el Hattab’ın sahîfesi

9)       Sa’d b. Ubâde’nin sahîfesi

Hadisin ilk kaynağı sahabedir. Kime sahabî denildiği, sahabe sayısı, sahabenin dereceleri sahabenin adaleti gibi konular ulemâ arasında uzun uzun tartışılmıştır.  İslam ülkelerinin genişlemesiyle az olmayan sahabî topluluğu fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve mescidler inşa etmişler. Bu mescidler birer medrese hüviyetini taşımıştır ve alim sahabilerin önderliğinde bazı ilim merkezlerinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu ilim merkezleri Medine, Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Mısır gibi şehirlerde inşa edilmiştir. Fetihlerle beraber çeşitli İslam ülkelerine dağılan âlim sahabilerin her birinin kendine has ilmî şahsiyeti olmuştur. Hz. Peygamber’den işitip gördükleri birbirinden farklı olması, daha sonraki dönemlerde er-Rıhle fî Talebi’l-Hadîs denilen hadis yolculuğu meydana gelmiştir.

İslam ilimlerinin gelişmesine parallel olarak vaz’ hareketi de maalesef güç almıştır. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan ihtilaflar sonuç olarak birçok fırkalar ortaya çıkmış, birbirinden olan üstünlüklerini, Hz. Peygamber’e atfederek hadis uydurmuşlardır. Bu hadisler onların mensub oldukları siyasi fırkaları, fıkhî mezhepleri, kabileleri, cinsiyetleri, dillerini, peşinden gittikleri hükümdarları medhetmek v.s. konularda hadis uydurdukları görülmektedir.

Hadis uydurma hareketi, râvîlerin beşeri zafiyetleri, hadis ilminin doğuşuna neden olmuştur. Nitekim muhaddis alimler sahih olan hadisleri, uydurma olanlardan ayırabilmek için birçok şartlar, kaideler getirmişlerdir. Bu şartın ilk olanı, hadis rivayetinin senedinin sorulmasıdır. Çünkü ilk devirlerde insanlara güven tam olduğu için sened sorulmamıştır. Aynı zamanda ehil olmayan insanların hadis rivayetine kalkışmaları da cerh ve ta’dîl ilminin ortaya çıkış nedenidir. Nitekim hadis tenkitçileri hadis rivayet eden kimseyi adalet ve zabt yönlerini tenkide tabi tutmuşlardır.

Hadislerin sahih olması için getirilen şartlara bakıldığında I. asrın ikinci yarısında isnad sistemi kullanılmaya başlanmış, ikinci asırda da kesiksiz isnad araştırılılmış, isnaddaki ittisal ise üçüncü şart olarak çıkmıştır.  Bu şartlara binaen sahih hadise, ravileri adil ve zabıt, isnadı muttasıl olan hadistir denilmiştir.

Hadislerin tedvin tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, ilk tedvin eden şahsın İbn Şihab ez-Zührî olduğu bilinmektedir. Ez-Zührî’nin hadis toplamak ve topladığı hadisleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler gelmiştir. Onun ilk müdevvin olarak tanınması ise, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir.

Tedvin edilmiş kitaplardan, aranılan hadisi bulma güçlüğü, tedvin devrinin başlangıcından hemen sonra hadisçiler tarafından farkedilmiş ve hadislerin sıralanması yerine, konularına göre tertib ve tasnif olunması yönüne gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda her hadis konusu ile ilgili bölümde yer almıştır. Ilk hadis eselerini konu başlıklarına göre sıralanırsa şöyledir:

1)       Siyer ve meğazî kitapları

2)       Sünen kitapları

3)       Câmi’ler

4)       Musannaflar

5)       Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar

Tasnifin altın çağı olarak III. Asır bilinir. Nitekim bu asırda hadis tasnifi faaliyeti daha çok süratlenmiş  ve meydana getirilen eserlerle bu asır hadisin tarihinin altın devri olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz konularda yapılan tasnif eserleri dışında, yeni tasnif şekilleri ortaya çıkmış, özellikle usûle ait kitaplar telif edilmeye başlamıştır. Kütüb-ü Sitte adıyla bilinen ve Kur’ân-I Kerim’den sonra İslam’ın en mühim kaynağı sayılan altı sahih kitab vücud etmiştir.

 

Tefsir Tarihi

A.      Hz. Peygamber döneminde tefsir

Hz. Peygamber döneminde tefsir kaynağının temelini iki kaynak teşkil etmiştir: 1. Kur’ân-I Kerim 2. Hz. Peygamber’in kendisidir.

Kur’ân-I Kerim’in en sağlam tefsir kaynaklarından biri yine Kur’ân-I Kerim’dir. Nitekim ayetlerin bir kısmının mücmel, bir kısmının mübeyyen, bir kısmının mutlak, bir kısmının ise mukayyet olanları, başka bir sûrede açıklandığı görülür. Buna göre Kur’ân-I Kerim’den bir mesele inceleneceği zaman, o mesele hakkında başka âyetlere de bakılması gerekir.

Kur’ân-I Kerim’I tefsir eden ikinci kaynak, Hz. Peygamber’dir. Nitekim Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir ki, tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Hz. Peygamber, kendi üzerine düşen peygamberlik vazifelerini hakkıyla yerine getirmiş, Kur'ân'ı muhataplarına okumuş, okutmuş, ezberletmiş, anlatmış, lüzum gördükçe âyetleri tefsir etmiştir. Kur'ân-ı Kerîmi yalnız sözleriyle değil, amel ve hareketleriyle de açıklamıştır. Tebliğ ve tebyinle vazifelendirilmiş olan Hz. Peygamber, ilk günden itibaren, muhataplarının anlayamadıkları yerleri lüzumu kadar izah etmiştir. Nitekim böyle bir ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Çünkü bu bünyenin esası olan Kur'ân-ı Kerîm, kendi üzerinde düşünmeyi ve kendisine tâbi olunmayı istemiştir.

Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhûl (ö. 113/731) den rivayet edildiğine göre “Kur'ân'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur'ân'a olan ihtiyacından daha fazladır” denilmiştir. Sünnet, Kur'ân'ın umumunu ve husu­sunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu beyân eder. Kur'ân'da gelen bir hususu, ona uygun olarak te'kid, mücmeli beyân, ammı tahsis, mutlakı takyid, müşkili tavzih eder. Yine sünnet, Kur'ân'da hakkında hüküm bulunmayan veya Kur'ân'ın sükût ettiği bir meselede hükme delâlet eder.

Hz. Peygamber tefsir ederken susması icâb eden yerde susar, ihtiyaçtan fazla laf etmez, konuşmasında lüzumsuz fazlalıklar bulunmaz, za­manının icâbatı olarak, bütün manayı cem edecek şekilde beliğ konuşur, lafızla­rını uzatmazdı. O, muhataplarının suallerini veya kendisinin izaha muhtaç gör­düğünü, muhataplarını ikna ve tatmin edecek şekilde, onların anlayabileceği bir dille, hatta onların lehçe özelliğini kullanmak suretiyle cevaplandırırmıştır. Bir peygamber olarak da, onlar indinde lugât yönünden malum olan bazı tâbirleri, dinî bakımdan izah etmiş, onların akli­yatına uyacak şekilde temsil tariki ile anlatmıştır.

B.      Sahabe devrinde tefsir

Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem insanları tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise, hâdise ve sebeb­leri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası, nüzûl sebeblerine vâkıf olmaları idi.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı olmuştur:

a- Kur'ân-ı Kerîm.

b- Hz. Peygamber.

c- İctihad ve re'y.

d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.

                         

Sahabe, İslâm'ın daha iyi anlaşılabilmesi ve İslâm'ı yabancılara daha iyi anlatabilmeleri için, Kur'an'dan yaptıkları tefsirlerde, kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır. Yaptıkları gerçekçi tefsirlerle, inananların bâtıl yollara sü­rüklenmelerine mani olmuşlardır.

Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu.

Sahabe arasındaki kültür farklılığı, ayetleri anlayışta içtihad ve görüş ayrılıkları meydana getirdiği gibi, nakilden doğan ihtilaflar da mühim rol oynamaktaydı. Ayrıca sahabenin kültür ve anlayış seviyelerinin farklı oluşu, bazısının, Hz. Peygamber’in daima yanında bulunmaları, nüzul sebeplerini bilmeleri, örf ve adetleri iyi bilenlerle bilmeyenlerin durumlarındaki farklılıklar, onlar arasında bazı ufak ihtilaflara sebeb olmuştur.

 

C.      Tabiîler devrindeki tefsir

                                Fütuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan                              çoğunluğu Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiilerdir ki, bunların çoğu mevali idi. Mevali’nin         durumu, efendilerinin cemiyetteki durumlarına bağlı idi. Tüccar olan sahabinin mevlâsının tüccar, alim              olan sahabinin mevlâsının alim olduğunu görmekteyiz. Mesela, Abdullah b. Ömer’in mevlâsı Nafi’, İbn                 Abbas'ın mevlası İkrime, alim idiler. Mevali dediğimiz bu kişiler, bu lafzı hangi sebeplerle          alırlarsa                 alsınlar, onların daha önce, yani İslamiyet'e intisab etmeden evvel bir dinleri ve kültürleri vardı.     Müslüman olunca, eski din ve kültürlerinin tesiri altında kalarak, Islamiyeti Araplardan başka şekilde          anlamışlardır. Bu anlayış farkı yüzünden tefsirde mühim hareketler meydana gelmeye başlamıştır. Tabiiler               de tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihadlarına müracaat et­mişlerdi. Artık       tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik   olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fert­ler ona yeni birşeyler katmışlardır. Re'y ile tefsir faaliyeti,                 sahabe devrinde de mevcuttu. Onların bir ayeti, iniş sebebine dayanarak tefsir etmeleri, bir esasa dayanarak              tefsir gibi görünüyorsa da, onların hükümlerle vakıalar arasında bir münasebet kurmak gibi bir durum          karşısında kalmaları, yine onların görüşlerine bırakılmıştır. Bu bakımdan sahabe arasında sebebi nüzullerde           bile bir ittifak husule gelmediğini anlıyoruz. Tabiiler devrinde ise, ayetleri kendi re'yleri ile tefsir etme           hareketi daha açık olarak görülmektedir. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi         fikirlerini beyan    etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını,        yaşayışlarını, harika ve hurefeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.

D.      Tedvin dönemindeki tefsir

 

                Kur'ân-ı Kerîm tefsiri ilmi, İslâm'ın zuhuru ile başlamış, bizzat Kur'ân, kendisinin tefsir edilmesini istemiştir. Rivayetle başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar böylece devam etmiştir. Bu bakımdan ilk asırlarda bu ilmi, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. İslâmiyet’in başlangıcında hadis ilmi bütün dîni maârife şâmildi. Eğer tefsir ilmi sadece rivayete dayanıp kalmış olsaydı, onu hadis ilminin bir cüz'ü olarak düşünebilirdik. Tefsirin tedvininden itibaren rivayet tefsirlerinin yanında dirayet tefsirleri de gelişmeye başlamış, hicri ikinci asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz. Meselâ, Ali b. Ebî Talha, Mukâtil b. Süleyman, Süfyân es-Sevrî, Yahya b. Sallam ve Abdurazzak b. Hemmâm gibi alimlerin tefsirleri buna örnek verilebilir.

                Şüphesiz tefsir ilmi rivayetle başlamış, hadisçiler, Hz. Peygamber ve sahabeden naklettikleri tefsire âit hadisleri, toplamış oldukları mecmualarının içinde müstakil bablar halinde göstermeye başlamış ve çok kısa bir müddet içerisinde de, tefsirde müstakil te'lifler yapılmaya başlanmıştır.

                Kur'ân'ın ilk müfessiri hiç şüphe yok ki Allah'ın elçisi Hz. Muhammed'dir. Ondan sonra da yakın arkadaşları olan sahabe gelir. Bu konuda hiç kimsenin ihtilafı yoktur. Kur'ân'ı bir bütün olarak baştan sona kadar tefsir edene gelince,  Mukâtil b. Süleyman olduğu bilinmektedir. Tefsiri ilk defa tedvin edenin ise kimin olduğu tartışma konusu olmuştur.

SONUÇ

                Yukarıdaki özet bilgilerden de anlışılacağı gibi tefsir, fıkıh ve hadis ilimleri birer müstakil bir ilim oldukları halde aynı tarihi devirleri geçirmiş, birbirine bağımlı ilimlerdir. Müctehid hüküm koyarken her üç ilimden faydalanması, müfessir tefsir ederken her üç ilimden faydalanması gibidir. Nitekim her üç ilmin de gayesi birdir.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Ayzada Taştanova

12922770

İslam Hukuku Tarihi

Islam Hukukunun geçirdiği devirler:

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

2.       Hulefâ-I Râşidîn devrinin nihayeti ile son bulan büyük sahabiler devrindeki teşri.

3.       Hz.Peygamber’in zamanında küçük yaşta olup halifeler devrinden sonra ilim sahasında görülen ashab-I kiram ile onlara muâsır tâbiîler devrindeki teşri.

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

6.       Taklid teşri.

 

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

Şüphesiz Hz. Peygamber dönemindeki ilk teşri kaynağı Kur’an-I Kerim’dir. Bilindiği gibi Kur’an-I Kerim tedrici olarak inmiştir. Özellik bakımından ise değişik iki sürede indiğini görmekteyiz: 1. Mekke Devri 2.Medine Devri. Tefsir alimleri hangi surelerin, hangi ayetlerin Mekkî yada Medenî olduğunu uzun uzun açıklamışlar. Genellikle Mekkî ayetler kısa, Medenî ayetler ise uzundur.  Ahkam ayetleri de dediğimiz teşri ayetlerinin çoğunluğu İslam toplumunda vuku bulan olaylara cevap olarak inmiştir. Bir olay veya soru olmaksızın inen ahkam ayetleri azınlığı teşkil eder. Kur’an-I Kerim’in teşri temeli üç prensibe uymuştur:

a.       Güçlüğün olmaması. Kur’an-I Kerim’de İslam teşriinin bu prensip üzere kurulduğunu gösteren pek çok delil vardır. Bu nedenle de güçlüğün olmayışı teşriin kesin prensiplerindendir.

b.       Tekliflerin azlığı. Bu prensip güçlüğün olmayışı prensibinin ayrılmaz bir neticesidir. Çünkü tekliflerin çokluğunda güçlük vardır.

c.        Teşride tedric.  İslam, Araplarda birçok adetlerin kökleştiği zamanda geldiği için, bunların zaralı olanlarını kaldıran kesin hükümler, azar azar uzaklaştırma metodunuyla tatbik edilmiştir.

Hz.Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine sünnet denilir. Hz.Peygamber kendiliğinden birşey yapmayıp, Allah tarafından verilen emrin tebliğ edicisi ve Kur’an-I Kerim’in açıklayıcısıdır. Bu nedenle bazen Kur’an-I Kerim’in kasdettiği manayi sözle, fiille açıklamıştır. Buna göre sünnet, Kur’an-I Kerim’in şerhi durumundadır. Kapalısını açar, kayıtsızını kayıtlar, müşkilini de yorumlamıştır. Kur’an-I Kerim, sünnette bulunan hükümlere çeşitli yönden delalet eder (Haşr,7; Nisa, 65; Al-I İmran,31,32 v.s.). Namaz, zekat ve bunlara benzer birçok mesele Kur’an-I Kerim’de mücmel zikredilmiştir. Bu meselelerin şartları, rükünleri, manileri, sebepleri v.s. hususları Kur’an-I Kerim’in beyanında olan hadisler açıklık getirmiştir. Bu devrin teşri temeli bu iki maddeye dayanmıştır:

a.       Hz.Peygamber’in insanlara tebliğ ettiği ve onların ezberlediği, yazdığı Kur’an’dır.

b.       Hz.Peygamber tarafından Kur’an’daki teşriin açıklaması olan Sünnet’tir ki, ashab tarafından Hz.Peygamber’den alınarak ezberlenirdi. Ancak Kur’an gibi yaygın halde yazılmazdı.

 

2.       Büyük sahabiler devrindeki teşri.

Sahabiler devri, yapılan fetihlerle İslam coğrafyası genişlemiştir. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle ortalığı karışan Medine, Hz. Ali döneminde de Şiiler, Hariciler gibi fırkalar ortaya çıkmıştır ki, İslam teşriine de etkileri olmuştur. Bu devirde  Kur’an-I Kerim’in toplama ve çoğaltma işleri gerçekleştirilmiştir. Kavli Sünnet’in bir araya getirilmesi ve yazılması ise, halkın Kur’an-I Kerim’I bırakır endişesiyle yapılmamıştır. Ancak hadislerin doğruluğuna titizlik gösterilip alınmıştır. Bu dönemde içtihad kaynağı Kur’an-I Kerim, Sünnet, Kıyas (rey) ve İcmadır. Bu devirde fetva verenler sahabiler arasında önemli ve geniş bir ihtilaf görülmemiştir. Çünkü onların verdikleri hüküm sadece meydana gelen olaylara münhasırdı ve onların devrinde verilen fetvalar tedvin edilmemtir. Bu dönemin meşhür fetvacıları: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mesud, Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit’tir.  

3.       Küçük sahabiler devrindeki teşri.

Bu dönemde Hâricîler, Şia gibi siyasî fırkalar, siyasî olaylar ve isyanlar ortaya çıkmştır ki, teşri faaliyeti üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Bu devrin bazı özellikleri şunlardır:

1)       Şia ve Havaric’in kendilerine mahsus temayülleri vardı. Müslümanların çoğunluğunu oluşturan Ehl-I Sünnet ise,ashab arasında hiç bir fark gözetmeksizin hepsinin sözlerini ve reylerini Kabul etmişler.

2)       Muhtelif şehirlere dağılan İslam alimleri sayesinde birçok âlim, ilmin ziversine yükselen tâbiîler yetişti.

3)       Hadis rivayeti yaygınlaştı. Çünkü rastgele hadis rivayeti engelleri bu devirde kalktı.

4)       Uydurma hadiler zuhur etti.

5)       Arap ırkından olmayan birçok İslam alimleri yetişti.

6)       Ehl-I Hadîs ve Ehl-I Rey ekolleri oluştu.

 

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

Bu devir sünnet ve fıkhın tedvini ile Cumhurun takdir ettiği büyük imamların ve müctehdilerin çıktığı devirdir. Üçüncü devrin sonlarında başlamış olan ilmî hareket, bu devirde büyük bir gelişme kaydetmiştir. Bu gelişmelerin bazıları şunlardır:

1)       Hâfızlar çoğalmış ve buna verilen önem artmıştır.

2)       Sünnet tedîn ve tasnif edilmiştir.

3)       Fıkıh usûlü tedvîn edilmiştir. Hükümler hakkında çıkan tarışmalar, alimlerin usûl-ü fıkıh ilmiyle meşgul olmalarına sebep olmuştur.

4)       Fıkhî terimler meydana gelmiştir.

5)       Seçkin müctehid âlimler çıkmıştır. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel gibi meshep imamları ve onların öğrencileri çıkmıştır.

6)       Birçok şer’î meseleler ele alınarak tartışma konusu edilmiştir.

7)       Fıkhî mezheplerin ahkâma ait kitapları tedvîn edilmiştir.

 

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

Bu devir, mezheplerin yerleşmesi, âlimleri tarafından desteklenmesi, münazara ve ilmî mücadelelerin yaygınlaştığı devirdir. Önceki devirlerin alimleri usul kaidelerine göre dayanarak hüküm çıkarmaya gayret etmişlerken bu devrin alimleri imamlarının verdikleri hükümlere, görüşlere bağlı kaldılar. Içtihad kapısını kendileri için açık görmeyip, imamlarının kitaplarına bağlı kaldılar. Bu taklid ruhunun yerleşmesi için birkaç sebep zikredilmiştir:

1)       İmamların yetiştirmiş oldukları yüksek âlimlerin kendi hocalarına hayranlıkları, hem onların metod ve çıkardıkları hükümleri tedvîn etmlerine, fikirlerini savunmaya, hem de cumhurun bu görüş ve hükümleri benimseyip onların görüş ve fetvalarıyla amel etmelerine sebep olmuştur.

2)       Halifeler, önceki devirlerde Kitap ve Sünnet ilminde temayüz etmiş ve şer’î hükümleri çıkarma gücüne sahip olan kadıları seçmişlerdir. Bu kadılara cumhur son derece itimat etmişler. Ancak içtimai durum zamanla değişince, kadıların da hükümlerinde hataya düşmeleri, cumhurun itimadını yitirmiştir. Bunun üzerine halk, kadıların muayyen bir mezhebe bağlı bağlanmasını, vereceği hükümleri bu mezhebin sınırları dışına taşmamalarını istemeleridir.

3)       Halkın güvenine mazhar olan âlimler tarafından tedvîn edilen mezhepler gelişmiş ve cumhur tarafından desteklenmiştir.

Bu dönemin bir başka özelliği, bazı alimler arasında mücadele ve münazaranın yapılmış olmasıdır. Önceki devirlere göre daha sık ve özellikle fıkıhla ilgili olarak yapılan münazaralar yaygınlaşmış, münazara kaidelerini anlatan kitaplar telif edilmiş, ve bu kaideler bir ilim haline gelmiştir. Ayrıca taklid ruhu yaygınlaşınca, her mezhep mensuplarını, kendi imamlarına ait meseleleri savunmaya sürüklemiştir. Böylece mezhep taassupluğu ortaya çıkmıltır. Taklid ve münazara işi de, gurupları savundukları fikirlerde taassuba kaçmalarına ve diğer gurupları hasım saymalarına sebep olmuştur.

6.       Taklid teşri.

Bu devirde ictihad hizmeti durmuş, tamamen taklid prensibine bağlı kalınmış, müctehid imamların sayılarca olan rivayetlerinden tercih yapmanın da caiz olmadığı ve ictihad zamanının kapandığı ilan edilmiştir.

 

Hadis Tarihi

Sünnet’in Kur’ân-I Kerim’den sonra başvurulacak ikinci kaynak olduğu tartışılmaz.

Ilk dönemde hadisler bir kitap halinde yazılıp tedvin edilmemiştir.  Hz. Peygamber’in hadislerini kağıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemikler ve levha halindeki taşlar üzerine yazmanın sonra da bunu muhafaza etmenin güçlüğü tedvini engelleyen ilk nedenlerden sayılabilir. Kaynaklarda, Hz. Peygamber hayatta iken başlayan hadis kitabetini iki devrede incenir. 1) Hadis yazmak için müracaat eden sahabilere Peygamber’in izin vermediği devre. 2) bu yasak ruhsata dönmüş ve sahabiler sahifeler yazmaya başlamışlar. Hadis kitabetini yasaklayan hadisler, sahabe arasında yayılmış, hadis yazmak isteyen sahabiler arkadaşları tarafından durdurulmuş ve bu hadisleri hatırlatmışlar.  Hadis kitabetinin yasaklanmasına bazı sebepler olmuştur :

1)       Yazı. Nitekim İslamiyetin başlangıcında Arap yazısı, tam manasıyla gelişmiş değildir. Az yazı bilenlerin ise hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz.

2)       Kurân’la karışma tehlikesi.

Daha sonra yazı bilenlerin çoğalmasıyla, Kurân’la karışma tehlikesi de oratadan kalkınca, Hz. Peygamber hadislerin yazılmasına izin vermiştir. Ilk yazılı hadisler ise şunlardır:

1)       Hz. Peygamber’in diplomatic mektupları

2)       Sadakat hadisleri

Yazı yazmayı bilen bazı sahabiler hadis sahifelerini meydana getirmişler:

1)       Ebû Bekir ve Ömer’in denemeleri

2)       Abdullah b. Amr b. el-Âs’ın sahîfesi

3)       Câbir b. Abdillah’ın sahîfesi

4)       Ali b. Ebî Tâlib’in sahîfesi

5)       Semure b. Cundeb’in sahîfesi

6)       Ebû Hureyre’nin sahîfesi

7)       Abdullah b. Abbas’ın sahîfesi

8)       Abdullah b. Ömer b. el Hattab’ın sahîfesi

9)       Sa’d b. Ubâde’nin sahîfesi

Hadisin ilk kaynağı sahabedir. Kime sahabî denildiği, sahabe sayısı, sahabenin dereceleri sahabenin adaleti gibi konular ulemâ arasında uzun uzun tartışılmıştır.  İslam ülkelerinin genişlemesiyle az olmayan sahabî topluluğu fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve mescidler inşa etmişler. Bu mescidler birer medrese hüviyetini taşımıştır ve alim sahabilerin önderliğinde bazı ilim merkezlerinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu ilim merkezleri Medine, Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Mısır gibi şehirlerde inşa edilmiştir. Fetihlerle beraber çeşitli İslam ülkelerine dağılan âlim sahabilerin her birinin kendine has ilmî şahsiyeti olmuştur. Hz. Peygamber’den işitip gördükleri birbirinden farklı olması, daha sonraki dönemlerde er-Rıhle fî Talebi’l-Hadîs denilen hadis yolculuğu meydana gelmiştir.

İslam ilimlerinin gelişmesine parallel olarak vaz’ hareketi de maalesef güç almıştır. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan ihtilaflar sonuç olarak birçok fırkalar ortaya çıkmış, birbirinden olan üstünlüklerini, Hz. Peygamber’e atfederek hadis uydurmuşlardır. Bu hadisler onların mensub oldukları siyasi fırkaları, fıkhî mezhepleri, kabileleri, cinsiyetleri, dillerini, peşinden gittikleri hükümdarları medhetmek v.s. konularda hadis uydurdukları görülmektedir.

Hadis uydurma hareketi, râvîlerin beşeri zafiyetleri, hadis ilminin doğuşuna neden olmuştur. Nitekim muhaddis alimler sahih olan hadisleri, uydurma olanlardan ayırabilmek için birçok şartlar, kaideler getirmişlerdir. Bu şartın ilk olanı, hadis rivayetinin senedinin sorulmasıdır. Çünkü ilk devirlerde insanlara güven tam olduğu için sened sorulmamıştır. Aynı zamanda ehil olmayan insanların hadis rivayetine kalkışmaları da cerh ve ta’dîl ilminin ortaya çıkış nedenidir. Nitekim hadis tenkitçileri hadis rivayet eden kimseyi adalet ve zabt yönlerini tenkide tabi tutmuşlardır.

Hadislerin sahih olması için getirilen şartlara bakıldığında I. asrın ikinci yarısında isnad sistemi kullanılmaya başlanmış, ikinci asırda da kesiksiz isnad araştırılılmış, isnaddaki ittisal ise üçüncü şart olarak çıkmıştır.  Bu şartlara binaen sahih hadise, ravileri adil ve zabıt, isnadı muttasıl olan hadistir denilmiştir.

Hadislerin tedvin tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, ilk tedvin eden şahsın İbn Şihab ez-Zührî olduğu bilinmektedir. Ez-Zührî’nin hadis toplamak ve topladığı hadisleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler gelmiştir. Onun ilk müdevvin olarak tanınması ise, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir.

Tedvin edilmiş kitaplardan, aranılan hadisi bulma güçlüğü, tedvin devrinin başlangıcından hemen sonra hadisçiler tarafından farkedilmiş ve hadislerin sıralanması yerine, konularına göre tertib ve tasnif olunması yönüne gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda her hadis konusu ile ilgili bölümde yer almıştır. Ilk hadis eselerini konu başlıklarına göre sıralanırsa şöyledir:

1)       Siyer ve meğazî kitapları

2)       Sünen kitapları

3)       Câmi’ler

4)       Musannaflar

5)       Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar

Tasnifin altın çağı olarak III. Asır bilinir. Nitekim bu asırda hadis tasnifi faaliyeti daha çok süratlenmiş  ve meydana getirilen eserlerle bu asır hadisin tarihinin altın devri olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz konularda yapılan tasnif eserleri dışında, yeni tasnif şekilleri ortaya çıkmış, özellikle usûle ait kitaplar telif edilmeye başlamıştır. Kütüb-ü Sitte adıyla bilinen ve Kur’ân-I Kerim’den sonra İslam’ın en mühim kaynağı sayılan altı sahih kitab vücud etmiştir.

 

Tefsir Tarihi

A.      Hz. Peygamber döneminde tefsir

Hz. Peygamber döneminde tefsir kaynağının temelini iki kaynak teşkil etmiştir: 1. Kur’ân-I Kerim 2. Hz. Peygamber’in kendisidir.

Kur’ân-I Kerim’in en sağlam tefsir kaynaklarından biri yine Kur’ân-I Kerim’dir. Nitekim ayetlerin bir kısmının mücmel, bir kısmının mübeyyen, bir kısmının mutlak, bir kısmının ise mukayyet olanları, başka bir sûrede açıklandığı görülür. Buna göre Kur’ân-I Kerim’den bir mesele inceleneceği zaman, o mesele hakkında başka âyetlere de bakılması gerekir.

Kur’ân-I Kerim’I tefsir eden ikinci kaynak, Hz. Peygamber’dir. Nitekim Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir ki, tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Hz. Peygamber, kendi üzerine düşen peygamberlik vazifelerini hakkıyla yerine getirmiş, Kur'ân'ı muhataplarına okumuş, okutmuş, ezberletmiş, anlatmış, lüzum gördükçe âyetleri tefsir etmiştir. Kur'ân-ı Kerîmi yalnız sözleriyle değil, amel ve hareketleriyle de açıklamıştır. Tebliğ ve tebyinle vazifelendirilmiş olan Hz. Peygamber, ilk günden itibaren, muhataplarının anlayamadıkları yerleri lüzumu kadar izah etmiştir. Nitekim böyle bir ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Çünkü bu bünyenin esası olan Kur'ân-ı Kerîm, kendi üzerinde düşünmeyi ve kendisine tâbi olunmayı istemiştir.

Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhûl (ö. 113/731) den rivayet edildiğine göre “Kur'ân'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur'ân'a olan ihtiyacından daha fazladır” denilmiştir. Sünnet, Kur'ân'ın umumunu ve husu­sunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu beyân eder. Kur'ân'da gelen bir hususu, ona uygun olarak te'kid, mücmeli beyân, ammı tahsis, mutlakı takyid, müşkili tavzih eder. Yine sünnet, Kur'ân'da hakkında hüküm bulunmayan veya Kur'ân'ın sükût ettiği bir meselede hükme delâlet eder.

Hz. Peygamber tefsir ederken susması icâb eden yerde susar, ihtiyaçtan fazla laf etmez, konuşmasında lüzumsuz fazlalıklar bulunmaz, za­manının icâbatı olarak, bütün manayı cem edecek şekilde beliğ konuşur, lafızla­rını uzatmazdı. O, muhataplarının suallerini veya kendisinin izaha muhtaç gör­düğünü, muhataplarını ikna ve tatmin edecek şekilde, onların anlayabileceği bir dille, hatta onların lehçe özelliğini kullanmak suretiyle cevaplandırırmıştır. Bir peygamber olarak da, onlar indinde lugât yönünden malum olan bazı tâbirleri, dinî bakımdan izah etmiş, onların akli­yatına uyacak şekilde temsil tariki ile anlatmıştır.

B.      Sahabe devrinde tefsir

Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem insanları tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise, hâdise ve sebeb­leri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası, nüzûl sebeblerine vâkıf olmaları idi.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı olmuştur:

a- Kur'ân-ı Kerîm.

b- Hz. Peygamber.

c- İctihad ve re'y.

d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.

                         

Sahabe, İslâm'ın daha iyi anlaşılabilmesi ve İslâm'ı yabancılara daha iyi anlatabilmeleri için, Kur'an'dan yaptıkları tefsirlerde, kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır. Yaptıkları gerçekçi tefsirlerle, inananların bâtıl yollara sü­rüklenmelerine mani olmuşlardır.

Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu.

Sahabe arasındaki kültür farklılığı, ayetleri anlayışta içtihad ve görüş ayrılıkları meydana getirdiği gibi, nakilden doğan ihtilaflar da mühim rol oynamaktaydı. Ayrıca sahabenin kültür ve anlayış seviyelerinin farklı oluşu, bazısının, Hz. Peygamber’in daima yanında bulunmaları, nüzul sebeplerini bilmeleri, örf ve adetleri iyi bilenlerle bilmeyenlerin durumlarındaki farklılıklar, onlar arasında bazı ufak ihtilaflara sebeb olmuştur.

 

C.      Tabiîler devrindeki tefsir

                                Fütuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan                              çoğunluğu Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiilerdir ki, bunların çoğu mevali idi. Mevali’nin         durumu, efendilerinin cemiyetteki durumlarına bağlı idi. Tüccar olan sahabinin mevlâsının tüccar, alim              olan sahabinin mevlâsının alim olduğunu görmekteyiz. Mesela, Abdullah b. Ömer’in mevlâsı Nafi’, İbn                 Abbas'ın mevlası İkrime, alim idiler. Mevali dediğimiz bu kişiler, bu lafzı hangi sebeplerle          alırlarsa                 alsınlar, onların daha önce, yani İslamiyet'e intisab etmeden evvel bir dinleri ve kültürleri vardı.     Müslüman olunca, eski din ve kültürlerinin tesiri altında kalarak, Islamiyeti Araplardan başka şekilde          anlamışlardır. Bu anlayış farkı yüzünden tefsirde mühim hareketler meydana gelmeye başlamıştır. Tabiiler               de tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihadlarına müracaat et­mişlerdi. Artık       tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik   olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fert­ler ona yeni birşeyler katmışlardır. Re'y ile tefsir faaliyeti,                 sahabe devrinde de mevcuttu. Onların bir ayeti, iniş sebebine dayanarak tefsir etmeleri, bir esasa dayanarak              tefsir gibi görünüyorsa da, onların hükümlerle vakıalar arasında bir münasebet kurmak gibi bir durum          karşısında kalmaları, yine onların görüşlerine bırakılmıştır. Bu bakımdan sahabe arasında sebebi nüzullerde           bile bir ittifak husule gelmediğini anlıyoruz. Tabiiler devrinde ise, ayetleri kendi re'yleri ile tefsir etme           hareketi daha açık olarak görülmektedir. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi         fikirlerini beyan    etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını,        yaşayışlarını, harika ve hurefeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.

D.      Tedvin dönemindeki tefsir

 

                Kur'ân-ı Kerîm tefsiri ilmi, İslâm'ın zuhuru ile başlamış, bizzat Kur'ân, kendisinin tefsir edilmesini istemiştir. Rivayetle başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar böylece devam etmiştir. Bu bakımdan ilk asırlarda bu ilmi, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. İslâmiyet’in başlangıcında hadis ilmi bütün dîni maârife şâmildi. Eğer tefsir ilmi sadece rivayete dayanıp kalmış olsaydı, onu hadis ilminin bir cüz'ü olarak düşünebilirdik. Tefsirin tedvininden itibaren rivayet tefsirlerinin yanında dirayet tefsirleri de gelişmeye başlamış, hicri ikinci asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz. Meselâ, Ali b. Ebî Talha, Mukâtil b. Süleyman, Süfyân es-Sevrî, Yahya b. Sallam ve Abdurazzak b. Hemmâm gibi alimlerin tefsirleri buna örnek verilebilir.

                Şüphesiz tefsir ilmi rivayetle başlamış, hadisçiler, Hz. Peygamber ve sahabeden naklettikleri tefsire âit hadisleri, toplamış oldukları mecmualarının içinde müstakil bablar halinde göstermeye başlamış ve çok kısa bir müddet içerisinde de, tefsirde müstakil te'lifler yapılmaya başlanmıştır.

                Kur'ân'ın ilk müfessiri hiç şüphe yok ki Allah'ın elçisi Hz. Muhammed'dir. Ondan sonra da yakın arkadaşları olan sahabe gelir. Bu konuda hiç kimsenin ihtilafı yoktur. Kur'ân'ı bir bütün olarak baştan sona kadar tefsir edene gelince,  Mukâtil b. Süleyman olduğu bilinmektedir. Tefsiri ilk defa tedvin edenin ise kimin olduğu tartışma konusu olmuştur.

SONUÇ

                Yukarıdaki özet bilgilerden de anlışılacağı gibi tefsir, fıkıh ve hadis ilimleri birer müstakil bir ilim oldukları halde aynı tarihi devirleri geçirmiş, birbirine bağımlı ilimlerdir. Müctehid hüküm koyarken her üç ilimden faydalanması, müfessir tefsir ederken her üç ilimden faydalanması gibidir. Nitekim her üç ilmin de gayesi birdir.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Ayzada Taştanova

12922770

İslam Hukuku Tarihi

Islam Hukukunun geçirdiği devirler:

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

2.       Hulefâ-I Râşidîn devrinin nihayeti ile son bulan büyük sahabiler devrindeki teşri.

3.       Hz.Peygamber’in zamanında küçük yaşta olup halifeler devrinden sonra ilim sahasında görülen ashab-I kiram ile onlara muâsır tâbiîler devrindeki teşri.

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

6.       Taklid teşri.

 

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

Şüphesiz Hz. Peygamber dönemindeki ilk teşri kaynağı Kur’an-I Kerim’dir. Bilindiği gibi Kur’an-I Kerim tedrici olarak inmiştir. Özellik bakımından ise değişik iki sürede indiğini görmekteyiz: 1. Mekke Devri 2.Medine Devri. Tefsir alimleri hangi surelerin, hangi ayetlerin Mekkî yada Medenî olduğunu uzun uzun açıklamışlar. Genellikle Mekkî ayetler kısa, Medenî ayetler ise uzundur.  Ahkam ayetleri de dediğimiz teşri ayetlerinin çoğunluğu İslam toplumunda vuku bulan olaylara cevap olarak inmiştir. Bir olay veya soru olmaksızın inen ahkam ayetleri azınlığı teşkil eder. Kur’an-I Kerim’in teşri temeli üç prensibe uymuştur:

a.       Güçlüğün olmaması. Kur’an-I Kerim’de İslam teşriinin bu prensip üzere kurulduğunu gösteren pek çok delil vardır. Bu nedenle de güçlüğün olmayışı teşriin kesin prensiplerindendir.

b.       Tekliflerin azlığı. Bu prensip güçlüğün olmayışı prensibinin ayrılmaz bir neticesidir. Çünkü tekliflerin çokluğunda güçlük vardır.

c.        Teşride tedric.  İslam, Araplarda birçok adetlerin kökleştiği zamanda geldiği için, bunların zaralı olanlarını kaldıran kesin hükümler, azar azar uzaklaştırma metodunuyla tatbik edilmiştir.

Hz.Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine sünnet denilir. Hz.Peygamber kendiliğinden birşey yapmayıp, Allah tarafından verilen emrin tebliğ edicisi ve Kur’an-I Kerim’in açıklayıcısıdır. Bu nedenle bazen Kur’an-I Kerim’in kasdettiği manayi sözle, fiille açıklamıştır. Buna göre sünnet, Kur’an-I Kerim’in şerhi durumundadır. Kapalısını açar, kayıtsızını kayıtlar, müşkilini de yorumlamıştır. Kur’an-I Kerim, sünnette bulunan hükümlere çeşitli yönden delalet eder (Haşr,7; Nisa, 65; Al-I İmran,31,32 v.s.). Namaz, zekat ve bunlara benzer birçok mesele Kur’an-I Kerim’de mücmel zikredilmiştir. Bu meselelerin şartları, rükünleri, manileri, sebepleri v.s. hususları Kur’an-I Kerim’in beyanında olan hadisler açıklık getirmiştir. Bu devrin teşri temeli bu iki maddeye dayanmıştır:

a.       Hz.Peygamber’in insanlara tebliğ ettiği ve onların ezberlediği, yazdığı Kur’an’dır.

b.       Hz.Peygamber tarafından Kur’an’daki teşriin açıklaması olan Sünnet’tir ki, ashab tarafından Hz.Peygamber’den alınarak ezberlenirdi. Ancak Kur’an gibi yaygın halde yazılmazdı.

 

2.       Büyük sahabiler devrindeki teşri.

Sahabiler devri, yapılan fetihlerle İslam coğrafyası genişlemiştir. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle ortalığı karışan Medine, Hz. Ali döneminde de Şiiler, Hariciler gibi fırkalar ortaya çıkmıştır ki, İslam teşriine de etkileri olmuştur. Bu devirde  Kur’an-I Kerim’in toplama ve çoğaltma işleri gerçekleştirilmiştir. Kavli Sünnet’in bir araya getirilmesi ve yazılması ise, halkın Kur’an-I Kerim’I bırakır endişesiyle yapılmamıştır. Ancak hadislerin doğruluğuna titizlik gösterilip alınmıştır. Bu dönemde içtihad kaynağı Kur’an-I Kerim, Sünnet, Kıyas (rey) ve İcmadır. Bu devirde fetva verenler sahabiler arasında önemli ve geniş bir ihtilaf görülmemiştir. Çünkü onların verdikleri hüküm sadece meydana gelen olaylara münhasırdı ve onların devrinde verilen fetvalar tedvin edilmemtir. Bu dönemin meşhür fetvacıları: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mesud, Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit’tir.  

3.       Küçük sahabiler devrindeki teşri.

Bu dönemde Hâricîler, Şia gibi siyasî fırkalar, siyasî olaylar ve isyanlar ortaya çıkmştır ki, teşri faaliyeti üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Bu devrin bazı özellikleri şunlardır:

1)       Şia ve Havaric’in kendilerine mahsus temayülleri vardı. Müslümanların çoğunluğunu oluşturan Ehl-I Sünnet ise,ashab arasında hiç bir fark gözetmeksizin hepsinin sözlerini ve reylerini Kabul etmişler.

2)       Muhtelif şehirlere dağılan İslam alimleri sayesinde birçok âlim, ilmin ziversine yükselen tâbiîler yetişti.

3)       Hadis rivayeti yaygınlaştı. Çünkü rastgele hadis rivayeti engelleri bu devirde kalktı.

4)       Uydurma hadiler zuhur etti.

5)       Arap ırkından olmayan birçok İslam alimleri yetişti.

6)       Ehl-I Hadîs ve Ehl-I Rey ekolleri oluştu.

 

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

Bu devir sünnet ve fıkhın tedvini ile Cumhurun takdir ettiği büyük imamların ve müctehdilerin çıktığı devirdir. Üçüncü devrin sonlarında başlamış olan ilmî hareket, bu devirde büyük bir gelişme kaydetmiştir. Bu gelişmelerin bazıları şunlardır:

1)       Hâfızlar çoğalmış ve buna verilen önem artmıştır.

2)       Sünnet tedîn ve tasnif edilmiştir.

3)       Fıkıh usûlü tedvîn edilmiştir. Hükümler hakkında çıkan tarışmalar, alimlerin usûl-ü fıkıh ilmiyle meşgul olmalarına sebep olmuştur.

4)       Fıkhî terimler meydana gelmiştir.

5)       Seçkin müctehid âlimler çıkmıştır. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel gibi meshep imamları ve onların öğrencileri çıkmıştır.

6)       Birçok şer’î meseleler ele alınarak tartışma konusu edilmiştir.

7)       Fıkhî mezheplerin ahkâma ait kitapları tedvîn edilmiştir.

 

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

Bu devir, mezheplerin yerleşmesi, âlimleri tarafından desteklenmesi, münazara ve ilmî mücadelelerin yaygınlaştığı devirdir. Önceki devirlerin alimleri usul kaidelerine göre dayanarak hüküm çıkarmaya gayret etmişlerken bu devrin alimleri imamlarının verdikleri hükümlere, görüşlere bağlı kaldılar. Içtihad kapısını kendileri için açık görmeyip, imamlarının kitaplarına bağlı kaldılar. Bu taklid ruhunun yerleşmesi için birkaç sebep zikredilmiştir:

1)       İmamların yetiştirmiş oldukları yüksek âlimlerin kendi hocalarına hayranlıkları, hem onların metod ve çıkardıkları hükümleri tedvîn etmlerine, fikirlerini savunmaya, hem de cumhurun bu görüş ve hükümleri benimseyip onların görüş ve fetvalarıyla amel etmelerine sebep olmuştur.

2)       Halifeler, önceki devirlerde Kitap ve Sünnet ilminde temayüz etmiş ve şer’î hükümleri çıkarma gücüne sahip olan kadıları seçmişlerdir. Bu kadılara cumhur son derece itimat etmişler. Ancak içtimai durum zamanla değişince, kadıların da hükümlerinde hataya düşmeleri, cumhurun itimadını yitirmiştir. Bunun üzerine halk, kadıların muayyen bir mezhebe bağlı bağlanmasını, vereceği hükümleri bu mezhebin sınırları dışına taşmamalarını istemeleridir.

3)       Halkın güvenine mazhar olan âlimler tarafından tedvîn edilen mezhepler gelişmiş ve cumhur tarafından desteklenmiştir.

Bu dönemin bir başka özelliği, bazı alimler arasında mücadele ve münazaranın yapılmış olmasıdır. Önceki devirlere göre daha sık ve özellikle fıkıhla ilgili olarak yapılan münazaralar yaygınlaşmış, münazara kaidelerini anlatan kitaplar telif edilmiş, ve bu kaideler bir ilim haline gelmiştir. Ayrıca taklid ruhu yaygınlaşınca, her mezhep mensuplarını, kendi imamlarına ait meseleleri savunmaya sürüklemiştir. Böylece mezhep taassupluğu ortaya çıkmıltır. Taklid ve münazara işi de, gurupları savundukları fikirlerde taassuba kaçmalarına ve diğer gurupları hasım saymalarına sebep olmuştur.

6.       Taklid teşri.

Bu devirde ictihad hizmeti durmuş, tamamen taklid prensibine bağlı kalınmış, müctehid imamların sayılarca olan rivayetlerinden tercih yapmanın da caiz olmadığı ve ictihad zamanının kapandığı ilan edilmiştir.

 

Hadis Tarihi

Sünnet’in Kur’ân-I Kerim’den sonra başvurulacak ikinci kaynak olduğu tartışılmaz.

Ilk dönemde hadisler bir kitap halinde yazılıp tedvin edilmemiştir.  Hz. Peygamber’in hadislerini kağıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemikler ve levha halindeki taşlar üzerine yazmanın sonra da bunu muhafaza etmenin güçlüğü tedvini engelleyen ilk nedenlerden sayılabilir. Kaynaklarda, Hz. Peygamber hayatta iken başlayan hadis kitabetini iki devrede incenir. 1) Hadis yazmak için müracaat eden sahabilere Peygamber’in izin vermediği devre. 2) bu yasak ruhsata dönmüş ve sahabiler sahifeler yazmaya başlamışlar. Hadis kitabetini yasaklayan hadisler, sahabe arasında yayılmış, hadis yazmak isteyen sahabiler arkadaşları tarafından durdurulmuş ve bu hadisleri hatırlatmışlar.  Hadis kitabetinin yasaklanmasına bazı sebepler olmuştur :

1)       Yazı. Nitekim İslamiyetin başlangıcında Arap yazısı, tam manasıyla gelişmiş değildir. Az yazı bilenlerin ise hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz.

2)       Kurân’la karışma tehlikesi.

Daha sonra yazı bilenlerin çoğalmasıyla, Kurân’la karışma tehlikesi de oratadan kalkınca, Hz. Peygamber hadislerin yazılmasına izin vermiştir. Ilk yazılı hadisler ise şunlardır:

1)       Hz. Peygamber’in diplomatic mektupları

2)       Sadakat hadisleri

Yazı yazmayı bilen bazı sahabiler hadis sahifelerini meydana getirmişler:

1)       Ebû Bekir ve Ömer’in denemeleri

2)       Abdullah b. Amr b. el-Âs’ın sahîfesi

3)       Câbir b. Abdillah’ın sahîfesi

4)       Ali b. Ebî Tâlib’in sahîfesi

5)       Semure b. Cundeb’in sahîfesi

6)       Ebû Hureyre’nin sahîfesi

7)       Abdullah b. Abbas’ın sahîfesi

8)       Abdullah b. Ömer b. el Hattab’ın sahîfesi

9)       Sa’d b. Ubâde’nin sahîfesi

Hadisin ilk kaynağı sahabedir. Kime sahabî denildiği, sahabe sayısı, sahabenin dereceleri sahabenin adaleti gibi konular ulemâ arasında uzun uzun tartışılmıştır.  İslam ülkelerinin genişlemesiyle az olmayan sahabî topluluğu fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve mescidler inşa etmişler. Bu mescidler birer medrese hüviyetini taşımıştır ve alim sahabilerin önderliğinde bazı ilim merkezlerinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu ilim merkezleri Medine, Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Mısır gibi şehirlerde inşa edilmiştir. Fetihlerle beraber çeşitli İslam ülkelerine dağılan âlim sahabilerin her birinin kendine has ilmî şahsiyeti olmuştur. Hz. Peygamber’den işitip gördükleri birbirinden farklı olması, daha sonraki dönemlerde er-Rıhle fî Talebi’l-Hadîs denilen hadis yolculuğu meydana gelmiştir.

İslam ilimlerinin gelişmesine parallel olarak vaz’ hareketi de maalesef güç almıştır. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan ihtilaflar sonuç olarak birçok fırkalar ortaya çıkmış, birbirinden olan üstünlüklerini, Hz. Peygamber’e atfederek hadis uydurmuşlardır. Bu hadisler onların mensub oldukları siyasi fırkaları, fıkhî mezhepleri, kabileleri, cinsiyetleri, dillerini, peşinden gittikleri hükümdarları medhetmek v.s. konularda hadis uydurdukları görülmektedir.

Hadis uydurma hareketi, râvîlerin beşeri zafiyetleri, hadis ilminin doğuşuna neden olmuştur. Nitekim muhaddis alimler sahih olan hadisleri, uydurma olanlardan ayırabilmek için birçok şartlar, kaideler getirmişlerdir. Bu şartın ilk olanı, hadis rivayetinin senedinin sorulmasıdır. Çünkü ilk devirlerde insanlara güven tam olduğu için sened sorulmamıştır. Aynı zamanda ehil olmayan insanların hadis rivayetine kalkışmaları da cerh ve ta’dîl ilminin ortaya çıkış nedenidir. Nitekim hadis tenkitçileri hadis rivayet eden kimseyi adalet ve zabt yönlerini tenkide tabi tutmuşlardır.

Hadislerin sahih olması için getirilen şartlara bakıldığında I. asrın ikinci yarısında isnad sistemi kullanılmaya başlanmış, ikinci asırda da kesiksiz isnad araştırılılmış, isnaddaki ittisal ise üçüncü şart olarak çıkmıştır.  Bu şartlara binaen sahih hadise, ravileri adil ve zabıt, isnadı muttasıl olan hadistir denilmiştir.

Hadislerin tedvin tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, ilk tedvin eden şahsın İbn Şihab ez-Zührî olduğu bilinmektedir. Ez-Zührî’nin hadis toplamak ve topladığı hadisleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler gelmiştir. Onun ilk müdevvin olarak tanınması ise, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir.

Tedvin edilmiş kitaplardan, aranılan hadisi bulma güçlüğü, tedvin devrinin başlangıcından hemen sonra hadisçiler tarafından farkedilmiş ve hadislerin sıralanması yerine, konularına göre tertib ve tasnif olunması yönüne gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda her hadis konusu ile ilgili bölümde yer almıştır. Ilk hadis eselerini konu başlıklarına göre sıralanırsa şöyledir:

1)       Siyer ve meğazî kitapları

2)       Sünen kitapları

3)       Câmi’ler

4)       Musannaflar

5)       Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar

Tasnifin altın çağı olarak III. Asır bilinir. Nitekim bu asırda hadis tasnifi faaliyeti daha çok süratlenmiş  ve meydana getirilen eserlerle bu asır hadisin tarihinin altın devri olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz konularda yapılan tasnif eserleri dışında, yeni tasnif şekilleri ortaya çıkmış, özellikle usûle ait kitaplar telif edilmeye başlamıştır. Kütüb-ü Sitte adıyla bilinen ve Kur’ân-I Kerim’den sonra İslam’ın en mühim kaynağı sayılan altı sahih kitab vücud etmiştir.

 

Tefsir Tarihi

A.      Hz. Peygamber döneminde tefsir

Hz. Peygamber döneminde tefsir kaynağının temelini iki kaynak teşkil etmiştir: 1. Kur’ân-I Kerim 2. Hz. Peygamber’in kendisidir.

Kur’ân-I Kerim’in en sağlam tefsir kaynaklarından biri yine Kur’ân-I Kerim’dir. Nitekim ayetlerin bir kısmının mücmel, bir kısmının mübeyyen, bir kısmının mutlak, bir kısmının ise mukayyet olanları, başka bir sûrede açıklandığı görülür. Buna göre Kur’ân-I Kerim’den bir mesele inceleneceği zaman, o mesele hakkında başka âyetlere de bakılması gerekir.

Kur’ân-I Kerim’I tefsir eden ikinci kaynak, Hz. Peygamber’dir. Nitekim Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir ki, tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Hz. Peygamber, kendi üzerine düşen peygamberlik vazifelerini hakkıyla yerine getirmiş, Kur'ân'ı muhataplarına okumuş, okutmuş, ezberletmiş, anlatmış, lüzum gördükçe âyetleri tefsir etmiştir. Kur'ân-ı Kerîmi yalnız sözleriyle değil, amel ve hareketleriyle de açıklamıştır. Tebliğ ve tebyinle vazifelendirilmiş olan Hz. Peygamber, ilk günden itibaren, muhataplarının anlayamadıkları yerleri lüzumu kadar izah etmiştir. Nitekim böyle bir ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Çünkü bu bünyenin esası olan Kur'ân-ı Kerîm, kendi üzerinde düşünmeyi ve kendisine tâbi olunmayı istemiştir.

Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhûl (ö. 113/731) den rivayet edildiğine göre “Kur'ân'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur'ân'a olan ihtiyacından daha fazladır” denilmiştir. Sünnet, Kur'ân'ın umumunu ve husu­sunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu beyân eder. Kur'ân'da gelen bir hususu, ona uygun olarak te'kid, mücmeli beyân, ammı tahsis, mutlakı takyid, müşkili tavzih eder. Yine sünnet, Kur'ân'da hakkında hüküm bulunmayan veya Kur'ân'ın sükût ettiği bir meselede hükme delâlet eder.

Hz. Peygamber tefsir ederken susması icâb eden yerde susar, ihtiyaçtan fazla laf etmez, konuşmasında lüzumsuz fazlalıklar bulunmaz, za­manının icâbatı olarak, bütün manayı cem edecek şekilde beliğ konuşur, lafızla­rını uzatmazdı. O, muhataplarının suallerini veya kendisinin izaha muhtaç gör­düğünü, muhataplarını ikna ve tatmin edecek şekilde, onların anlayabileceği bir dille, hatta onların lehçe özelliğini kullanmak suretiyle cevaplandırırmıştır. Bir peygamber olarak da, onlar indinde lugât yönünden malum olan bazı tâbirleri, dinî bakımdan izah etmiş, onların akli­yatına uyacak şekilde temsil tariki ile anlatmıştır.

B.      Sahabe devrinde tefsir

Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem insanları tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise, hâdise ve sebeb­leri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası, nüzûl sebeblerine vâkıf olmaları idi.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı olmuştur:

a- Kur'ân-ı Kerîm.

b- Hz. Peygamber.

c- İctihad ve re'y.

d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.

                         

Sahabe, İslâm'ın daha iyi anlaşılabilmesi ve İslâm'ı yabancılara daha iyi anlatabilmeleri için, Kur'an'dan yaptıkları tefsirlerde, kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır. Yaptıkları gerçekçi tefsirlerle, inananların bâtıl yollara sü­rüklenmelerine mani olmuşlardır.

Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu.

Sahabe arasındaki kültür farklılığı, ayetleri anlayışta içtihad ve görüş ayrılıkları meydana getirdiği gibi, nakilden doğan ihtilaflar da mühim rol oynamaktaydı. Ayrıca sahabenin kültür ve anlayış seviyelerinin farklı oluşu, bazısının, Hz. Peygamber’in daima yanında bulunmaları, nüzul sebeplerini bilmeleri, örf ve adetleri iyi bilenlerle bilmeyenlerin durumlarındaki farklılıklar, onlar arasında bazı ufak ihtilaflara sebeb olmuştur.

 

C.      Tabiîler devrindeki tefsir

                                Fütuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan                              çoğunluğu Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiilerdir ki, bunların çoğu mevali idi. Mevali’nin         durumu, efendilerinin cemiyetteki durumlarına bağlı idi. Tüccar olan sahabinin mevlâsının tüccar, alim              olan sahabinin mevlâsının alim olduğunu görmekteyiz. Mesela, Abdullah b. Ömer’in mevlâsı Nafi’, İbn                 Abbas'ın mevlası İkrime, alim idiler. Mevali dediğimiz bu kişiler, bu lafzı hangi sebeplerle          alırlarsa                 alsınlar, onların daha önce, yani İslamiyet'e intisab etmeden evvel bir dinleri ve kültürleri vardı.     Müslüman olunca, eski din ve kültürlerinin tesiri altında kalarak, Islamiyeti Araplardan başka şekilde          anlamışlardır. Bu anlayış farkı yüzünden tefsirde mühim hareketler meydana gelmeye başlamıştır. Tabiiler               de tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihadlarına müracaat et­mişlerdi. Artık       tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik   olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fert­ler ona yeni birşeyler katmışlardır. Re'y ile tefsir faaliyeti,                 sahabe devrinde de mevcuttu. Onların bir ayeti, iniş sebebine dayanarak tefsir etmeleri, bir esasa dayanarak              tefsir gibi görünüyorsa da, onların hükümlerle vakıalar arasında bir münasebet kurmak gibi bir durum          karşısında kalmaları, yine onların görüşlerine bırakılmıştır. Bu bakımdan sahabe arasında sebebi nüzullerde           bile bir ittifak husule gelmediğini anlıyoruz. Tabiiler devrinde ise, ayetleri kendi re'yleri ile tefsir etme           hareketi daha açık olarak görülmektedir. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi         fikirlerini beyan    etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını,        yaşayışlarını, harika ve hurefeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.

D.      Tedvin dönemindeki tefsir

 

                Kur'ân-ı Kerîm tefsiri ilmi, İslâm'ın zuhuru ile başlamış, bizzat Kur'ân, kendisinin tefsir edilmesini istemiştir. Rivayetle başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar böylece devam etmiştir. Bu bakımdan ilk asırlarda bu ilmi, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. İslâmiyet’in başlangıcında hadis ilmi bütün dîni maârife şâmildi. Eğer tefsir ilmi sadece rivayete dayanıp kalmış olsaydı, onu hadis ilminin bir cüz'ü olarak düşünebilirdik. Tefsirin tedvininden itibaren rivayet tefsirlerinin yanında dirayet tefsirleri de gelişmeye başlamış, hicri ikinci asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz. Meselâ, Ali b. Ebî Talha, Mukâtil b. Süleyman, Süfyân es-Sevrî, Yahya b. Sallam ve Abdurazzak b. Hemmâm gibi alimlerin tefsirleri buna örnek verilebilir.

                Şüphesiz tefsir ilmi rivayetle başlamış, hadisçiler, Hz. Peygamber ve sahabeden naklettikleri tefsire âit hadisleri, toplamış oldukları mecmualarının içinde müstakil bablar halinde göstermeye başlamış ve çok kısa bir müddet içerisinde de, tefsirde müstakil te'lifler yapılmaya başlanmıştır.

                Kur'ân'ın ilk müfessiri hiç şüphe yok ki Allah'ın elçisi Hz. Muhammed'dir. Ondan sonra da yakın arkadaşları olan sahabe gelir. Bu konuda hiç kimsenin ihtilafı yoktur. Kur'ân'ı bir bütün olarak baştan sona kadar tefsir edene gelince,  Mukâtil b. Süleyman olduğu bilinmektedir. Tefsiri ilk defa tedvin edenin ise kimin olduğu tartışma konusu olmuştur.

SONUÇ

                Yukarıdaki özet bilgilerden de anlışılacağı gibi tefsir, fıkıh ve hadis ilimleri birer müstakil bir ilim oldukları halde aynı tarihi devirleri geçirmiş, birbirine bağımlı ilimlerdir. Müctehid hüküm koyarken her üç ilimden faydalanması, müfessir tefsir ederken her üç ilimden faydalanması gibidir. Nitekim her üç ilmin de gayesi birdir.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Ayzada Taştanova

12922770

İslam Hukuku Tarihi

Islam Hukukunun geçirdiği devirler:

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

2.       Hulefâ-I Râşidîn devrinin nihayeti ile son bulan büyük sahabiler devrindeki teşri.

3.       Hz.Peygamber’in zamanında küçük yaşta olup halifeler devrinden sonra ilim sahasında görülen ashab-I kiram ile onlara muâsır tâbiîler devrindeki teşri.

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

6.       Taklid teşri.

 

1.       Hz.Peygamber’in hayatındaki teşri.

Şüphesiz Hz. Peygamber dönemindeki ilk teşri kaynağı Kur’an-I Kerim’dir. Bilindiği gibi Kur’an-I Kerim tedrici olarak inmiştir. Özellik bakımından ise değişik iki sürede indiğini görmekteyiz: 1. Mekke Devri 2.Medine Devri. Tefsir alimleri hangi surelerin, hangi ayetlerin Mekkî yada Medenî olduğunu uzun uzun açıklamışlar. Genellikle Mekkî ayetler kısa, Medenî ayetler ise uzundur.  Ahkam ayetleri de dediğimiz teşri ayetlerinin çoğunluğu İslam toplumunda vuku bulan olaylara cevap olarak inmiştir. Bir olay veya soru olmaksızın inen ahkam ayetleri azınlığı teşkil eder. Kur’an-I Kerim’in teşri temeli üç prensibe uymuştur:

a.       Güçlüğün olmaması. Kur’an-I Kerim’de İslam teşriinin bu prensip üzere kurulduğunu gösteren pek çok delil vardır. Bu nedenle de güçlüğün olmayışı teşriin kesin prensiplerindendir.

b.       Tekliflerin azlığı. Bu prensip güçlüğün olmayışı prensibinin ayrılmaz bir neticesidir. Çünkü tekliflerin çokluğunda güçlük vardır.

c.        Teşride tedric.  İslam, Araplarda birçok adetlerin kökleştiği zamanda geldiği için, bunların zaralı olanlarını kaldıran kesin hükümler, azar azar uzaklaştırma metodunuyla tatbik edilmiştir.

Hz.Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine sünnet denilir. Hz.Peygamber kendiliğinden birşey yapmayıp, Allah tarafından verilen emrin tebliğ edicisi ve Kur’an-I Kerim’in açıklayıcısıdır. Bu nedenle bazen Kur’an-I Kerim’in kasdettiği manayi sözle, fiille açıklamıştır. Buna göre sünnet, Kur’an-I Kerim’in şerhi durumundadır. Kapalısını açar, kayıtsızını kayıtlar, müşkilini de yorumlamıştır. Kur’an-I Kerim, sünnette bulunan hükümlere çeşitli yönden delalet eder (Haşr,7; Nisa, 65; Al-I İmran,31,32 v.s.). Namaz, zekat ve bunlara benzer birçok mesele Kur’an-I Kerim’de mücmel zikredilmiştir. Bu meselelerin şartları, rükünleri, manileri, sebepleri v.s. hususları Kur’an-I Kerim’in beyanında olan hadisler açıklık getirmiştir. Bu devrin teşri temeli bu iki maddeye dayanmıştır:

a.       Hz.Peygamber’in insanlara tebliğ ettiği ve onların ezberlediği, yazdığı Kur’an’dır.

b.       Hz.Peygamber tarafından Kur’an’daki teşriin açıklaması olan Sünnet’tir ki, ashab tarafından Hz.Peygamber’den alınarak ezberlenirdi. Ancak Kur’an gibi yaygın halde yazılmazdı.

 

2.       Büyük sahabiler devrindeki teşri.

Sahabiler devri, yapılan fetihlerle İslam coğrafyası genişlemiştir. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle ortalığı karışan Medine, Hz. Ali döneminde de Şiiler, Hariciler gibi fırkalar ortaya çıkmıştır ki, İslam teşriine de etkileri olmuştur. Bu devirde  Kur’an-I Kerim’in toplama ve çoğaltma işleri gerçekleştirilmiştir. Kavli Sünnet’in bir araya getirilmesi ve yazılması ise, halkın Kur’an-I Kerim’I bırakır endişesiyle yapılmamıştır. Ancak hadislerin doğruluğuna titizlik gösterilip alınmıştır. Bu dönemde içtihad kaynağı Kur’an-I Kerim, Sünnet, Kıyas (rey) ve İcmadır. Bu devirde fetva verenler sahabiler arasında önemli ve geniş bir ihtilaf görülmemiştir. Çünkü onların verdikleri hüküm sadece meydana gelen olaylara münhasırdı ve onların devrinde verilen fetvalar tedvin edilmemtir. Bu dönemin meşhür fetvacıları: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mesud, Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit’tir.  

3.       Küçük sahabiler devrindeki teşri.

Bu dönemde Hâricîler, Şia gibi siyasî fırkalar, siyasî olaylar ve isyanlar ortaya çıkmştır ki, teşri faaliyeti üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Bu devrin bazı özellikleri şunlardır:

1)       Şia ve Havaric’in kendilerine mahsus temayülleri vardı. Müslümanların çoğunluğunu oluşturan Ehl-I Sünnet ise,ashab arasında hiç bir fark gözetmeksizin hepsinin sözlerini ve reylerini Kabul etmişler.

2)       Muhtelif şehirlere dağılan İslam alimleri sayesinde birçok âlim, ilmin ziversine yükselen tâbiîler yetişti.

3)       Hadis rivayeti yaygınlaştı. Çünkü rastgele hadis rivayeti engelleri bu devirde kalktı.

4)       Uydurma hadiler zuhur etti.

5)       Arap ırkından olmayan birçok İslam alimleri yetişti.

6)       Ehl-I Hadîs ve Ehl-I Rey ekolleri oluştu.

 

4.       Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri.

Bu devir sünnet ve fıkhın tedvini ile Cumhurun takdir ettiği büyük imamların ve müctehdilerin çıktığı devirdir. Üçüncü devrin sonlarında başlamış olan ilmî hareket, bu devirde büyük bir gelişme kaydetmiştir. Bu gelişmelerin bazıları şunlardır:

1)       Hâfızlar çoğalmış ve buna verilen önem artmıştır.

2)       Sünnet tedîn ve tasnif edilmiştir.

3)       Fıkıh usûlü tedvîn edilmiştir. Hükümler hakkında çıkan tarışmalar, alimlerin usûl-ü fıkıh ilmiyle meşgul olmalarına sebep olmuştur.

4)       Fıkhî terimler meydana gelmiştir.

5)       Seçkin müctehid âlimler çıkmıştır. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel gibi meshep imamları ve onların öğrencileri çıkmıştır.

6)       Birçok şer’î meseleler ele alınarak tartışma konusu edilmiştir.

7)       Fıkhî mezheplerin ahkâma ait kitapları tedvîn edilmiştir.

 

5.       Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhi meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana geldiği teşri.

Bu devir, mezheplerin yerleşmesi, âlimleri tarafından desteklenmesi, münazara ve ilmî mücadelelerin yaygınlaştığı devirdir. Önceki devirlerin alimleri usul kaidelerine göre dayanarak hüküm çıkarmaya gayret etmişlerken bu devrin alimleri imamlarının verdikleri hükümlere, görüşlere bağlı kaldılar. Içtihad kapısını kendileri için açık görmeyip, imamlarının kitaplarına bağlı kaldılar. Bu taklid ruhunun yerleşmesi için birkaç sebep zikredilmiştir:

1)       İmamların yetiştirmiş oldukları yüksek âlimlerin kendi hocalarına hayranlıkları, hem onların metod ve çıkardıkları hükümleri tedvîn etmlerine, fikirlerini savunmaya, hem de cumhurun bu görüş ve hükümleri benimseyip onların görüş ve fetvalarıyla amel etmelerine sebep olmuştur.

2)       Halifeler, önceki devirlerde Kitap ve Sünnet ilminde temayüz etmiş ve şer’î hükümleri çıkarma gücüne sahip olan kadıları seçmişlerdir. Bu kadılara cumhur son derece itimat etmişler. Ancak içtimai durum zamanla değişince, kadıların da hükümlerinde hataya düşmeleri, cumhurun itimadını yitirmiştir. Bunun üzerine halk, kadıların muayyen bir mezhebe bağlı bağlanmasını, vereceği hükümleri bu mezhebin sınırları dışına taşmamalarını istemeleridir.

3)       Halkın güvenine mazhar olan âlimler tarafından tedvîn edilen mezhepler gelişmiş ve cumhur tarafından desteklenmiştir.

Bu dönemin bir başka özelliği, bazı alimler arasında mücadele ve münazaranın yapılmış olmasıdır. Önceki devirlere göre daha sık ve özellikle fıkıhla ilgili olarak yapılan münazaralar yaygınlaşmış, münazara kaidelerini anlatan kitaplar telif edilmiş, ve bu kaideler bir ilim haline gelmiştir. Ayrıca taklid ruhu yaygınlaşınca, her mezhep mensuplarını, kendi imamlarına ait meseleleri savunmaya sürüklemiştir. Böylece mezhep taassupluğu ortaya çıkmıltır. Taklid ve münazara işi de, gurupları savundukları fikirlerde taassuba kaçmalarına ve diğer gurupları hasım saymalarına sebep olmuştur.

6.       Taklid teşri.

Bu devirde ictihad hizmeti durmuş, tamamen taklid prensibine bağlı kalınmış, müctehid imamların sayılarca olan rivayetlerinden tercih yapmanın da caiz olmadığı ve ictihad zamanının kapandığı ilan edilmiştir.

 

Hadis Tarihi

Sünnet’in Kur’ân-I Kerim’den sonra başvurulacak ikinci kaynak olduğu tartışılmaz.

Ilk dönemde hadisler bir kitap halinde yazılıp tedvin edilmemiştir.  Hz. Peygamber’in hadislerini kağıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemikler ve levha halindeki taşlar üzerine yazmanın sonra da bunu muhafaza etmenin güçlüğü tedvini engelleyen ilk nedenlerden sayılabilir. Kaynaklarda, Hz. Peygamber hayatta iken başlayan hadis kitabetini iki devrede incenir. 1) Hadis yazmak için müracaat eden sahabilere Peygamber’in izin vermediği devre. 2) bu yasak ruhsata dönmüş ve sahabiler sahifeler yazmaya başlamışlar. Hadis kitabetini yasaklayan hadisler, sahabe arasında yayılmış, hadis yazmak isteyen sahabiler arkadaşları tarafından durdurulmuş ve bu hadisleri hatırlatmışlar.  Hadis kitabetinin yasaklanmasına bazı sebepler olmuştur :

1)       Yazı. Nitekim İslamiyetin başlangıcında Arap yazısı, tam manasıyla gelişmiş değildir. Az yazı bilenlerin ise hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz.

2)       Kurân’la karışma tehlikesi.

Daha sonra yazı bilenlerin çoğalmasıyla, Kurân’la karışma tehlikesi de oratadan kalkınca, Hz. Peygamber hadislerin yazılmasına izin vermiştir. Ilk yazılı hadisler ise şunlardır:

1)       Hz. Peygamber’in diplomatic mektupları

2)       Sadakat hadisleri

Yazı yazmayı bilen bazı sahabiler hadis sahifelerini meydana getirmişler:

1)       Ebû Bekir ve Ömer’in denemeleri

2)       Abdullah b. Amr b. el-Âs’ın sahîfesi

3)       Câbir b. Abdillah’ın sahîfesi

4)       Ali b. Ebî Tâlib’in sahîfesi

5)       Semure b. Cundeb’in sahîfesi

6)       Ebû Hureyre’nin sahîfesi

7)       Abdullah b. Abbas’ın sahîfesi

8)       Abdullah b. Ömer b. el Hattab’ın sahîfesi

9)       Sa’d b. Ubâde’nin sahîfesi

Hadisin ilk kaynağı sahabedir. Kime sahabî denildiği, sahabe sayısı, sahabenin dereceleri sahabenin adaleti gibi konular ulemâ arasında uzun uzun tartışılmıştır.  İslam ülkelerinin genişlemesiyle az olmayan sahabî topluluğu fetihlerle birlikte çeşitli ülkelere dağılmış ve mescidler inşa etmişler. Bu mescidler birer medrese hüviyetini taşımıştır ve alim sahabilerin önderliğinde bazı ilim merkezlerinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu ilim merkezleri Medine, Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Mısır gibi şehirlerde inşa edilmiştir. Fetihlerle beraber çeşitli İslam ülkelerine dağılan âlim sahabilerin her birinin kendine has ilmî şahsiyeti olmuştur. Hz. Peygamber’den işitip gördükleri birbirinden farklı olması, daha sonraki dönemlerde er-Rıhle fî Talebi’l-Hadîs denilen hadis yolculuğu meydana gelmiştir.

İslam ilimlerinin gelişmesine parallel olarak vaz’ hareketi de maalesef güç almıştır. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan ihtilaflar sonuç olarak birçok fırkalar ortaya çıkmış, birbirinden olan üstünlüklerini, Hz. Peygamber’e atfederek hadis uydurmuşlardır. Bu hadisler onların mensub oldukları siyasi fırkaları, fıkhî mezhepleri, kabileleri, cinsiyetleri, dillerini, peşinden gittikleri hükümdarları medhetmek v.s. konularda hadis uydurdukları görülmektedir.

Hadis uydurma hareketi, râvîlerin beşeri zafiyetleri, hadis ilminin doğuşuna neden olmuştur. Nitekim muhaddis alimler sahih olan hadisleri, uydurma olanlardan ayırabilmek için birçok şartlar, kaideler getirmişlerdir. Bu şartın ilk olanı, hadis rivayetinin senedinin sorulmasıdır. Çünkü ilk devirlerde insanlara güven tam olduğu için sened sorulmamıştır. Aynı zamanda ehil olmayan insanların hadis rivayetine kalkışmaları da cerh ve ta’dîl ilminin ortaya çıkış nedenidir. Nitekim hadis tenkitçileri hadis rivayet eden kimseyi adalet ve zabt yönlerini tenkide tabi tutmuşlardır.

Hadislerin sahih olması için getirilen şartlara bakıldığında I. asrın ikinci yarısında isnad sistemi kullanılmaya başlanmış, ikinci asırda da kesiksiz isnad araştırılılmış, isnaddaki ittisal ise üçüncü şart olarak çıkmıştır.  Bu şartlara binaen sahih hadise, ravileri adil ve zabıt, isnadı muttasıl olan hadistir denilmiştir.

Hadislerin tedvin tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, ilk tedvin eden şahsın İbn Şihab ez-Zührî olduğu bilinmektedir. Ez-Zührî’nin hadis toplamak ve topladığı hadisleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler gelmiştir. Onun ilk müdevvin olarak tanınması ise, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir.

Tedvin edilmiş kitaplardan, aranılan hadisi bulma güçlüğü, tedvin devrinin başlangıcından hemen sonra hadisçiler tarafından farkedilmiş ve hadislerin sıralanması yerine, konularına göre tertib ve tasnif olunması yönüne gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda her hadis konusu ile ilgili bölümde yer almıştır. Ilk hadis eselerini konu başlıklarına göre sıralanırsa şöyledir:

1)       Siyer ve meğazî kitapları

2)       Sünen kitapları

3)       Câmi’ler

4)       Musannaflar

5)       Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar

Tasnifin altın çağı olarak III. Asır bilinir. Nitekim bu asırda hadis tasnifi faaliyeti daha çok süratlenmiş  ve meydana getirilen eserlerle bu asır hadisin tarihinin altın devri olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz konularda yapılan tasnif eserleri dışında, yeni tasnif şekilleri ortaya çıkmış, özellikle usûle ait kitaplar telif edilmeye başlamıştır. Kütüb-ü Sitte adıyla bilinen ve Kur’ân-I Kerim’den sonra İslam’ın en mühim kaynağı sayılan altı sahih kitab vücud etmiştir.

 

Tefsir Tarihi

A.      Hz. Peygamber döneminde tefsir

Hz. Peygamber döneminde tefsir kaynağının temelini iki kaynak teşkil etmiştir: 1. Kur’ân-I Kerim 2. Hz. Peygamber’in kendisidir.

Kur’ân-I Kerim’in en sağlam tefsir kaynaklarından biri yine Kur’ân-I Kerim’dir. Nitekim ayetlerin bir kısmının mücmel, bir kısmının mübeyyen, bir kısmının mutlak, bir kısmının ise mukayyet olanları, başka bir sûrede açıklandığı görülür. Buna göre Kur’ân-I Kerim’den bir mesele inceleneceği zaman, o mesele hakkında başka âyetlere de bakılması gerekir.

Kur’ân-I Kerim’I tefsir eden ikinci kaynak, Hz. Peygamber’dir. Nitekim Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir ki, tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Hz. Peygamber, kendi üzerine düşen peygamberlik vazifelerini hakkıyla yerine getirmiş, Kur'ân'ı muhataplarına okumuş, okutmuş, ezberletmiş, anlatmış, lüzum gördükçe âyetleri tefsir etmiştir. Kur'ân-ı Kerîmi yalnız sözleriyle değil, amel ve hareketleriyle de açıklamıştır. Tebliğ ve tebyinle vazifelendirilmiş olan Hz. Peygamber, ilk günden itibaren, muhataplarının anlayamadıkları yerleri lüzumu kadar izah etmiştir. Nitekim böyle bir ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Çünkü bu bünyenin esası olan Kur'ân-ı Kerîm, kendi üzerinde düşünmeyi ve kendisine tâbi olunmayı istemiştir.

Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhûl (ö. 113/731) den rivayet edildiğine göre “Kur'ân'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur'ân'a olan ihtiyacından daha fazladır” denilmiştir. Sünnet, Kur'ân'ın umumunu ve husu­sunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu beyân eder. Kur'ân'da gelen bir hususu, ona uygun olarak te'kid, mücmeli beyân, ammı tahsis, mutlakı takyid, müşkili tavzih eder. Yine sünnet, Kur'ân'da hakkında hüküm bulunmayan veya Kur'ân'ın sükût ettiği bir meselede hükme delâlet eder.

Hz. Peygamber tefsir ederken susması icâb eden yerde susar, ihtiyaçtan fazla laf etmez, konuşmasında lüzumsuz fazlalıklar bulunmaz, za­manının icâbatı olarak, bütün manayı cem edecek şekilde beliğ konuşur, lafızla­rını uzatmazdı. O, muhataplarının suallerini veya kendisinin izaha muhtaç gör­düğünü, muhataplarını ikna ve tatmin edecek şekilde, onların anlayabileceği bir dille, hatta onların lehçe özelliğini kullanmak suretiyle cevaplandırırmıştır. Bir peygamber olarak da, onlar indinde lugât yönünden malum olan bazı tâbirleri, dinî bakımdan izah etmiş, onların akli­yatına uyacak şekilde temsil tariki ile anlatmıştır.

B.      Sahabe devrinde tefsir

Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem insanları tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise, hâdise ve sebeb­leri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası, nüzûl sebeblerine vâkıf olmaları idi.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı olmuştur:

a- Kur'ân-ı Kerîm.

b- Hz. Peygamber.

c- İctihad ve re'y.

d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.

                         

Sahabe, İslâm'ın daha iyi anlaşılabilmesi ve İslâm'ı yabancılara daha iyi anlatabilmeleri için, Kur'an'dan yaptıkları tefsirlerde, kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır. Yaptıkları gerçekçi tefsirlerle, inananların bâtıl yollara sü­rüklenmelerine mani olmuşlardır.

Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu.

Sahabe arasındaki kültür farklılığı, ayetleri anlayışta içtihad ve görüş ayrılıkları meydana getirdiği gibi, nakilden doğan ihtilaflar da mühim rol oynamaktaydı. Ayrıca sahabenin kültür ve anlayış seviyelerinin farklı oluşu, bazısının, Hz. Peygamber’in daima yanında bulunmaları, nüzul sebeplerini bilmeleri, örf ve adetleri iyi bilenlerle bilmeyenlerin durumlarındaki farklılıklar, onlar arasında bazı ufak ihtilaflara sebeb olmuştur.

 

C.      Tabiîler devrindeki tefsir

                                Fütuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan                              çoğunluğu Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiilerdir ki, bunların çoğu mevali idi. Mevali’nin         durumu, efendilerinin cemiyetteki durumlarına bağlı idi. Tüccar olan sahabinin mevlâsının tüccar, alim              olan sahabinin mevlâsının alim olduğunu görmekteyiz. Mesela, Abdullah b. Ömer’in mevlâsı Nafi’, İbn                 Abbas'ın mevlası İkrime, alim idiler. Mevali dediğimiz bu kişiler, bu lafzı hangi sebeplerle          alırlarsa                 alsınlar, onların daha önce, yani İslamiyet'e intisab etmeden evvel bir dinleri ve kültürleri vardı.     Müslüman olunca, eski din ve kültürlerinin tesiri altında kalarak, Islamiyeti Araplardan başka şekilde          anlamışlardır. Bu anlayış farkı yüzünden tefsirde mühim hareketler meydana gelmeye başlamıştır. Tabiiler               de tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihadlarına müracaat et­mişlerdi. Artık       tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik   olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fert­ler ona yeni birşeyler katmışlardır. Re'y ile tefsir faaliyeti,                 sahabe devrinde de mevcuttu. Onların bir ayeti, iniş sebebine dayanarak tefsir etmeleri, bir esasa dayanarak              tefsir gibi görünüyorsa da, onların hükümlerle vakıalar arasında bir münasebet kurmak gibi bir durum          karşısında kalmaları, yine onların görüşlerine bırakılmıştır. Bu bakımdan sahabe arasında sebebi nüzullerde           bile bir ittifak husule gelmediğini anlıyoruz. Tabiiler devrinde ise, ayetleri kendi re'yleri ile tefsir etme           hareketi daha açık olarak görülmektedir. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi         fikirlerini beyan    etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını,        yaşayışlarını, harika ve hurefeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.

D.      Tedvin dönemindeki tefsir

 

                Kur'ân-ı Kerîm tefsiri ilmi, İslâm'ın zuhuru ile başlamış, bizzat Kur'ân, kendisinin tefsir edilmesini istemiştir. Rivayetle başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar böylece devam etmiştir. Bu bakımdan ilk asırlarda bu ilmi, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. İslâmiyet’in başlangıcında hadis ilmi bütün dîni maârife şâmildi. Eğer tefsir ilmi sadece rivayete dayanıp kalmış olsaydı, onu hadis ilminin bir cüz'ü olarak düşünebilirdik. Tefsirin tedvininden itibaren rivayet tefsirlerinin yanında dirayet tefsirleri de gelişmeye başlamış, hicri ikinci asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz. Meselâ, Ali b. Ebî Talha, Mukâtil b. Süleyman, Süfyân es-Sevrî, Yahya b. Sallam ve Abdurazzak b. Hemmâm gibi alimlerin tefsirleri buna örnek verilebilir.

                Şüphesiz tefsir ilmi rivayetle başlamış, hadisçiler, Hz. Peygamber ve sahabeden naklettikleri tefsire âit hadisleri, toplamış oldukları mecmualarının içinde müstakil bablar halinde göstermeye başlamış ve çok kısa bir müddet içerisinde de, tefsirde müstakil te'lifler yapılmaya başlanmıştır.

                Kur'ân'ın ilk müfessiri hiç şüphe yok ki Allah'ın elçisi Hz. Muhammed'dir. Ondan sonra da yakın arkadaşları olan sahabe gelir. Bu konuda hiç kimsenin ihtilafı yoktur. Kur'ân'ı bir bütün olarak baştan sona kadar tefsir edene gelince,  Mukâtil b. Süleyman olduğu bilinmektedir. Tefsiri ilk defa tedvin edenin ise kimin olduğu tartışma konusu olmuştur.

SONUÇ

                Yukarıdaki özet bilgilerden de anlışılacağı gibi tefsir, fıkıh ve hadis ilimleri birer müstakil bir ilim oldukları halde aynı tarihi devirleri geçirmiş, birbirine bağımlı ilimlerdir. Müctehid hüküm koyarken her üç ilimden faydalanması, müfessir tefsir ederken her üç ilimden faydalanması gibidir. Nitekim her üç ilmin de gayesi birdir.


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi